Sosyalizmin Ortaçağı Kapanıyor mu? – Mehmet YILMAZER

Çağdaş Yol, Sayı 11, Mart 1990

Doğu Avrupa’da olaylar şaşırtıcı bir hızla akıyor. İki üç ay önce kimse Berlin Duvarı’nın yıkılabileceğini tahmin edemezdi, hele iki Almanya’nın birleşmesi ancak bir deli saçması olarak kabul edilebilirdi. Oysa bütün bunlar şimdi hepimizin gözleri önünde oluyor.

Olayların sıcaklığı içinde, kesin yargılara varmak güç ve ayrıca yanıltıcı olur. O nedenle, yazımızda muhtemel gelişmelerden çok olaylarda ortaya çıkan bazı ana ortak özellikleri irdeleyeceğiz.

Krizin Ortaya Çıkardığı Koşullar

Sosyalist ülkelerde son yaşanan krizi Polonya olaylarıyla başlatmak hatalı olmaz. 1980’de başlayan Polonya krizi pek çok konuda işaret vermişti. Ancak o zaman olaylara bakan bizler, Polonya’daki sorunların sosyalist sistemin de yardımıyla kısa zamanda çözülebileceğini düşünmüştük. Oysa sistemin ta köklerine inen derin bir birikimle yüz yüze olduğumuzdan haberdar değildik. 1980’li yıllar bu birikimin hangi boyutlarda olduğunu tüm dünya halklarına açıkça gösterdi.

Sosyalist ülkelerdeki krizin uzun yıllar biriktiği çok açık, hatta sosyalizmin 70 yılı iyice irdelenmeden bugünkü olaylar yeterince açıklanamaz. Ancak krizin birikip açığa çıktığı koşullar da bir o kadar önemlidir. Sosyalist ülkelerdeki krizin patlak verdiği koşulları üç yönden özetlemek gerekli:

1-Sosyalist ülke ekonomilerindeki durum,

2-kapitalizmdeki gelişme özellikleri,

3-Geri ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerindeki değişim özellikleri.

 

1- Sosyalist ülke ekonomilerindeki durum: Ekonomilerde genel bir durgunluk 1975’lerden itibaren yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlamıştır. (Tablo 1)

Tablo 1

Yıllık Ortalama Artış Oranı (%)

Yıllar 1966-70 1976-80 1981-85
Sanayi üretiminde 8,47 4,4 3,7
Tarım üretimi 3,9 0,5 1,2
Sanayide emek üretkenliği 5,7 6,0 3.2

Kaynak: Beyond Perestroika, E. Mandel

Sovyet ekonomisiyle ilgili rakamlar 1975 sonrası yarı yarıya düşmüştür. Yalnızca bu olgu Sovyet sanayiinde işlerin tıkandığının tartışma götürmez kanıtıdır.

Ayrıca 1977-85 arasında üretim araçları sektöründe stoklar yüzde 184 artış göstermiştir.(1) Yani teknik olarak geri, talep edilmemesine rağmen “plan gereği” üretilen makinalar yığını 1975’ler sonrası artmıştır.

Diğer çarpıcı gösterge tarımdaki durumla ilgilidir. “Sovyetler Birliği Amerika’dan daha az tahıl üretmesine rağmen ondan dört kat fazla traktör kullanır. Ayrıca’ tarım sektöründe Sovyetler dokuz kat fazla işgücü kullanır. Başka bir deyişle Sovyet tanrımda emek üretkenliği Amerika’dakinin onda biri kadardır. ” (2)

Bütün bu göstergeler, Sovyetler Birliği’nde emeğin ve üretim araçlarının       nasıl israf edildiğine çarpıcı örneklerdir. Bu tablonun altında ekonomik anlamda yatan temel neden, üretici güçlerin yenilenmesi, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması zorunluluğudur. Ekstansif ekonomik gelişim son sınırlarına       dayanmıştır. Entansif gelişime sıçramadığı takdirde ekonomi üretici güçleri verimsizce tüketecek, Sovyet proletaryasının artı-emeği boşa harcanmış olacaktır.

Özellikle 1980’lerde Sovyetlerde ve aynı zamanda diğer sosyalist ülkelerde üretici güçlerin kaçınılmaz yenilenmesi, modern deyimiyle bilimsel teknik devrimin imkânlarının üretime yaygınca aktarılması zorunluluğu sıkça tartışılmıştır. Ardından yaşanan gelişmeler bu yenilenmeyi eski yönetim mekanizmalarının yapmaya yetenekli olmadığını ortaya çıkarmıştır. 1930’lar sonrası Sovyet ekonomistleri arasında yaygınlaşan, “Sosyalizmde üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çelişkisiz uyumu” teorileri 1975’lerle birlikte gerçekler tarafından yalanlanmış oldu. Urlaşan bürokrasinin ataletine denk düşen bu anlayış, ancak sancılı bir birikimle kırılıp aşılabiliyor.

Sosyalist ülkelerdeki kuruluş ve ekstansif gelişim sürecine denk düşen, bu dönemin yarattığı bürokratik mekanizmalar 1970’lerle birlikte gelişmenin önünde engel olmaya başlamışlardır. Sosyalist ülkelerdeki krizin tırmanışının en temel özelliği budur.

2- Kapitalizmdeki gelişme özellikleri: Sosyalizmin kapitalizmden öğrendiğinden çok, kapitalizm yeryüzünde sosyalizmle “birlikte yaşamak” zorunda olduğunu kavradı. Çökmenin eşiğine gelen kapitalist ana yurtlarda “devletçi kapitalizmle” ya da Keynes İktisadıyla ekonomiler reforme edildi. Sosyalizmin karşısında “sosyal devlet”i ortaya atmak zorunda kalan kapitalizm, işsizlik ödentisi, sağlık hizmetleri gibi bazı sosyal haklan geliştirmek zorunda kaldı.

Öte yandan, yeni sömürgecilikle geri ülkeler karşısında kapitalizmin eski görüntüsünü değiştirmeyi denedi. Başarısız olduğu söylenemez.

Son olarak, 1970’ler sonrası bilimsel teknik devrimin sağladığı imkânlara sosyalizmden çok daha hızlı bir şekilde uyum sağlayan kapitalist ana yurtlar, aslında böylece 1940’ların rövanşına girişmiş oluyorlardı. Yaşadığımız yıllar, bu mücadelenin kapitalizm lehine dönüş yaptığı yıllar oldu. 1970’lere kadar sosyalizm lehinde akan süreç, üretici güçlerin gelişmesinde mesafeyi gittikçe açan kapitalizm lehine dönmeye başladı. Bu gelişme kaçınılmaz bir şekilde sosyalist ekonomileri dolaylı bir baskı altına sokmuştur. Sosyalist ülkelerdeki krizin yoğunlaşmasında ikinci önemli etken budur.

3- Geri ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerindeki değişim özellikleri: İkinci Dünya Savaşı’yla yükselen sosyalizmin itibarı, daha sonra yoğunlaşan ulusal kurtuluş savaşlarıyla durmaksızın yükseldi. Bu yükseliş 1970’lerde durdu. Klasik sömürgeciliğe karşı verilen mücadelelerin belki en son örnekleri Angola, Gine ve bir ölçüde Nikaragua devrimleri oldu. Böylece, ulusal kurtuluş savaşları dönemi tarihi olarak kapandı. Artık, yeni sömürgeciliğe karşı ve proletaryanın doğrudan öncülük edeceği sosyal kurtuluş savaşları dönemi açılmak zorundadır. Başta Latin Amerika, Ortadoğu, Afrika’da koşullar, böyle bir mücadele için olgunlaşıyor.

Geri ülkelerdeki mücadelenin böyle bir dönüş göstermesi sosyalist ülkeleri nasıl etkilemiştir?

Ulusal kurtuluş savaşları döneminin kapanmasıyla bir bakıma dünya ölçüsünde devrimci mücadelenin ekstansif, yaygın gelişmesinden, entansif derinlemesine, köklü sağlamlaşma dönemine girilmiş oluyordu. Bu sürecin başlamasıyla kendi kurtuluş mücadeleleri sırasında sosyalizme dost olan bazı geri ülkeler sonraki süreçte hızla kapitalizmin yeni sömürgecilik ağına takıldılar. (Mısır, Cezayir, Irak vb.) Ayrıca diğerlerinin sosyalizme ilerleme süreci ise son derece zor ve sancılı oldu. Bu sancılı süreç halen yaşanıyor.

Yaşanan olaylar şu gerçeklikleri ortaya koydu. Ulusal kurtuluş savaşları sonrası süreçte sosyalizmin bu ülkelerdeki gelişmeleri belirleme gücü son derece sınırlıdır. Ve her alanda emperyalizmle bitmez bir mücadele devam etmektedir. Bu mücadeleler sırasında sosyalizm, kendi gücünü sınadı ve su sınavdan önemli ölçüde moral ve güç yitirerek çıktı.

“Dış yardım-ulusal hasıla oranında Sovyetler; Almanya’yı üç kat, İngiltere’yi 3,5 kat ve Amerika’yı hemen hemen altı kat geçmektedir.” (3) bu yardımların Sovyet ekonomisini zorlayacağı çok açıktır. Üstelik bu ülkelerin pek çok yardıma rağmen Sosyalist ülkelerle ilişkilerini koparıp, emperyalizmin ağlarına yeniden yakalanmaları, Sosyalizm cephesinde önemli maddi ve moral çöküntüler yaratmıştır.

Neticede, sosyalist ve ilerici güçler, İkinci Dünya Savaşı sonrası 1975’lere kadar yaşadıkları yükselme döneminden, duraksama sürecine girince, sağlam olmayan mevziler teker teker kendini açığa vuruyor, eğer takviye edilemezse düşüyor. İşte yükselme günlerinde biriktirilen hatalar, duraklama ve gerileme günlerinde daha açık ve atlanamaz biçimde ortaya çıkıyor.

Sosyalizm 40 yıl önce savaş yıllarında en önemli sınavını vermişti, şimdi de barış yıllarının sınavından geçiyor, bu sınav sancılı uzun bir süreci kapsayacağa benziyor.

Gelişmelerin Ortaya Çıkardığı Ortak Yönler

Doğu Avrupa’daki gelişmeleri tek tek ülkelerdeki olaylar açısından incelemek yerine bütün akan süreçte ortaya çıkan ortak özellikleri öne çıkartıp ne anlama geldiklerini incelemeye çalışacağız.

Gelişmeler 1980’lerin başında Polonya olayları ile başladı. Polonya’daki gelişmelerin önemli bir özelliği vardı. 1950’lerden beri hemen her on yılda bir sancılanan Polonya’da 1980’lere kadar siyasi gelişmeler daima Komünist Partisi içindeki değişikliklerle “çözümlenmişti”. Ancak böyle her “çözüm” yeni bir sancı ürettiği için 1980’lerde olay büyük bir oranda parti dışına taştı. Dayanışma Hareketi, partinin yanında yeni bir siyasi odak oldu. Üstelik o zamanlar sınıfın büyük çoğunluğunu yanına çekmeyi başarmıştı. Böylece bir sosyalist ülkede iktidardaki bir komünist partisinin sınıfla bağlarının çoktan kopmuş olduğu ilk defa açıkça ortaya çıkıyordu. Kopan bağları yeniden kurup, partinin kendini kısa sürede yenileyebileceğini ummuştuk. Olaylar bizi yalanladı. Daha da ötesi, Polonya ile birlikte sosyalist ülkelerde bambaşka bir süreç başladı.

Polonya’nın ardından Sovyetler’de Andropov’la başlayıp Gorbaçov’la devam eden sürecin ayırıcı özelliği ise, partinin sistemde biriken sancıları kendi inisiyatifiyle çözmeye başlamasıydı. Fakat Gorbaçov’un itiraf etmek zorunda kaldığı gibi, çürümenin bu kadar derinlerde olduğunu, parti liderliği de perestroyka yoluna çıkarken bilmiyordu. Bu sığlık kaçınılmaz şekilde parti politikasını pragmatizme sürükledi ve olaylar zaman zaman partinin inisiyatifi dışına taşıyor. Yani SBKP’de olayların gerisinde kalıyor. Doğu Avrupa’da komünist partiler kendi ülkelerinde benzer bir süreci başlatmaya karşı birkaç yıl ayak dirediler ve bütün bu ülkelerde olaylar komünist partilere rağmen patlak verdi, komünist partiler yığınların tepkisinin ancak kuyruğuna takılabildiler, bunu bile yapamayan Romanya Komünist Partisi ise şimdilik bütünüyle meşruiyetini, varlık koşulunu yitirdi.

Sovyetler Birliği dışındaki sosyalist ülkelerde komünist partilerin biriken sorunları çözmeye yetenekli olmadığı ortaya çıktı. Ve bu ülkelerdeki siyasi gösterilerde hızla bir ve aynı ortak parola öne çıktı: “Komünist partisinin iktidar tekeline son” ya da Doğu Almanya’daki orijinal söylenişiyle “bir daha asla” Bu talebin yükselmesinin ardından başlayan reformları diğer ülkelerdeki aşağıdan halk ayaklanmaları geçti. Şimdi Sovyetler de aynı siyasi sorunu gündemine almak zorunda kalıyor.

Gorbaçov’un yukardan, ihtiyatla yürütmeye çalıştığı perestroykayı Doğu Avrupa’da yığınlar kendi insiyakileriyle mantık sonuçlarına zorluyorlar.

Yığınların baskısıyla, partilerin hızla inisiyatif yitirmesi hükümetlerin, bakanların meydanlarda halk onayından geçmeyince çekilmek zorunda kalmaları. Doğu Avrupa komünist parti iktidarlarının ne ölçüde çürümüş ve yığınlardan kopmuş olduğunun ibret verici kanıtlarıdır.

Bütün bu gelişmeler sırasında, her ülkede farklı süreçler yaşanmasına rağmen hepsinde ortak iki özellik öne çıktı.

İlki, siyasi planda komünist partilerin güç ve itibar yitirmesidir. Sovyetler Birliği için de bu tespit geçerlidir. Diğerleriyle kıyaslandığında komünist partisi daha yavaş güç kaybetmektedir ama ibre sürekli aşağıya kaymaya devam etmektedir.

İkinci ortak özellik: Üretim araçlarının sosyal mülkiyetinin itibar yitirmesidir. Üretim araçlarında özel mülkiyetin sosyalist ülkelerin gündeminde önemli bir yer tuttuğu açıktır.

Bir sosyalist ülke için komünist partisinin öncülüğü ve üretim araçlarının sosyal mülkiyeti komünizme gidişin vazgeçilmez koşulları olmasına rağmen, sosyalizmin bugüne kadarki pratiği bu iki olguyu aşırıca yıpratmış, tanınmaz hale getirmiştir.

Çok açıkça görülüyor ki, sosyalist ülkelerdeki gelişmeler sosyalizmin bu en temel taşlarını bile yerinden oynattığına göre, sosyalizmin krizi derin ve köklü demektir. Detayların içinde boğulmamak için sosyalist ülkelerin sorunlarına bu iki mercekten bakacağız. Nasıl, neden deforme olmuşlar? Nasıl, hangi yollarla onarılabilirler?

Komünist Partilerdeki Çürüme

Partilerdeki çürüme hiçbir gerekçeyle örtülemeyecek ölçüde ortadadır. Bazı sonuçlara varmadan komünist partilerin ülkelere göre durumlarına bir göz atalım.

İlk göze çarpan olgu, güçlü ve köklü mücadele geleneğine sahip olan partiler bir ölçüde daha sağlam kalabildiler. Sovyetlerle birlikte, Bulgaristan, Çekoslovak, Doğu Alman komünist partileri böyle görünüyor.

Macaristan Komünist Partisi eridi. Yeni partinin sözcülerinden birisi şöyle diyor: “Yeni partiye ideoloji giydirmek istemiyoruz. Biz sosyalizmi yıllar önce başlamış ve yalnızca Marx, Engels ve Lenin tarafından değil St. Augustin, Thomas Moore ve Büyük Fransız Devrimi tarafından geliştirilen bir tarihsel proses olarak kabul ediyoruz… Sanıyorum. Avrupa sol hareketinin değerleri, gelenekleri ve bugünkü deneylerine dayanacağız. Öte yandan, Macar Parlementosu fabrikalarda parti faaliyetlerini yasaklayan bir karar geçirmeyi denedi.” (5) 1968’lerden beri süre gelen Macar tipi reformların sonuçları berraklaşıyor. Macar Komünist Partisi geleneksel zayıflığının yanında artık açıkça sosyal demokratlaşmıştır. Üstelik işçilerin politika yapmasından korkan Macar “sosyalistler” bunu fabrikaların özelleştirilme kargaşasından işçi sınıfını uzak tutma kaygısıyla yaptıkları çok açıktır.

Polonya’da Dayanışma umduğundan önce iktidara gelmenin sıkıntısıyla başlıca iki fraksiyona bölünmüş durumda. Gücünü gittikçe yitiriyor. Parti içinde ise üç eğilim var: 8 Temmuz Hareketi, Partinin omurgası, eski yapıyı reforme etmeyi amaçlıyor. Katowice grubu “Stalinist eğilimlere” sahip. Bir de eskiyle ilgili her şeyi inkar etmeye yeltenen sosyal demokratlar var.(6) Parti içinde pazar ekonomisine geçişe karşı direnen “Varşova işçileri Platformu” bulunmakta.(7) Yaşanan kriz siyasi güçleri önce bozdu, dağınıklığa uğrattı, artık olaylar geliştikçe yeni şekillenmeler yaşanacak.

Bu en çok Romanya için geçerlidir. Parti, Çavuşesku’yla özdeş göründüğü için şimdi fiilen likide oldu. 1987’de Brasov işçileri Parti binasını yakıp partinin gizli yiyecek stoklarını yağmaladığında (8) Çavuşesku rejiminin sonu görülmüştü. Bu gelişmeleri 1989 Mart’ında 6 Parti liderinin Çavuşesku’ya karşı açık mektubu izledi.(9) Bu en geri sosyalist ülkede olaylar çok farklı aktı ve kısa da olsa bir savaş yaşandı.

Ulusal Kurtuluş Cephesinin bir ideologu sayılabilecek Silviu Brucan Cephenin konumunu ve durumunu şöyle tanımlıyor:

“İdeolojik yönelim henüz kararlaştırılmadı. Sosyalizm ve komünizm gibi kavramların Romanyada bir anlama ve temele sahip olmadığını düşünüyoruz. Mutlak monarşiye yakın feodal-tip bir üst yapıya sahip olmuş olan ve kişi başına geliri Avrupa sosyalist ülkelerinin üç ya da dörtte biri olan Romanya’da böyle terimler için bir temel yoktur.

“Yarım yüzyıldan beri marksist düşüncenin fosilleşmesinin acı meyvalarını topluyoruz.

“Ulusal Kurtuluş Cephesi sola eğilimli geniş bir politik örgütlenmeyi temsil ediyor, daha fazlasına değil.” (10)

Doğu Avrupa ülkelerinde en azından önümüzdeki bir iki yıl yeni siyasi şekillenmelerin bozulup kurulmasıyla geçecek. Bu konuda şimdiden bir şeyler söylemek erken olur. Ancak şu kadarı kesindir, artık bu ülkelerde komünist partiler tek ve güçlü siyasi örgütlenmeler olmayacaklar. Sosyalizm ve komünizm adına yapılan hataların yığınların hafızasında, kuşakların bilincinde yarattığı köklü olumsuzluklar, kolayca ortadan kalkmayacak.

Diğer bir soru, komünist partilere karşı öfkeyle sokağa dökülen bu yığınlar, “karşı devrimci” olarak mı değerlendirilmelidir? Böyle bir yargı kolay ve tek yanlı olur. Böyle bir yargıya varmadan önce, komünist partilerin bu ülkelerde nasıl olup da böyle yaygın bir öfke kaynağı haline geldikleri açıklanmalıdır. Sıradan insanları sosyalizmden soğutmak, bu partilerin pek çoğunun kaçınılmaz sonucu olmuştur. Geniş yığınların komünist partilere yönelen öfkesinin objektif anlamı, halkın çıkarlarıyla partilerin konumunun çatışma noktasına varmasındandır. Hiç şüphesiz ki, sosyalist ülkelerdeki ayaklanan tepkiler içinde pek çok siyasi çıkar henüz iç içedir. Macaristan ve Polonya’da bir ölçüde kapitalizmi restore etmeye eğilimli güçlerin bu momentte üste çıktığını söyleyebiliriz. Ancak gidecekleri yol emperyalizmin bütün gayretlerine rağmen, kolay ve pürüzsüz değildir. Diğerlerinde ise henüz siyasi güçler oluşma aşamasında.

Yığınları komünist partilerden soğutan, hatta karşısına geçiren en önemli nedene gelelim: Partiler, iktidar yıllarında imtiyazlı bir elite dönüşmüştür.

Bir komünist açısından, bırakalım bazı maddi imkânların çekiciliği ile soysuzlaşmayı, işçi sınıfı ve halk yığınlarından kopuşmak en büyük suçtur. Oysa sosyalist ülkelerde partiler ve elbette partililer fiilen ve çoğu zaman da resmen imtiyazlı konuma gelmişlerdir. Örneğin, Yiyecek halk Komiseri Tsyurupa’nın Lenin’in önünde açlıktan bayılması üzerine, Lenin’in önerisiyle halk komiserlerine yiyecek imtiyazı verilir. Açlık yıllarında çok doğal ve kaçınılmaz olan imtiyaz, ardından gelen yıllarda katlanarak özel parti mağazalarına kadar büyümüş, diğer komünist partiler tarafından da imtiyaz tasasız benimsenmiştir. 1918 koşullarında halkın bir ölçüde hoşgörüyle baktığı imtiyaz, sonraki yıllarda özel parti mağazalarına evrimleşince bu gelişme yığınlarda öfke biriktirmiştir. Bu yalnızca bir örnektir. Artık bizzat sosyalist ülkeler basınında parti ve devlet üst bürokratlarının nasıl akıl almaz maddi çıkar soysuzlaşmasına saplandıklarının örneklerini okuyabiliyoruz.

Doğu Avrupa ülkelerindeki gelişmelerin ortak yanları belirginleşince bürokratik çürümenin kaçınılmaz bir alın yazısı olup olmadığı sorusu akla geliyor.

Hiç şüphesiz ki, çok yönlü yeteneklerle teçhiz edilmiş komünist insana ve komünist topluma gidiş sürecinde, hele geri bir ülkede sosyalizmin kuruluş işine girişilince bürokrasi kaçınılmazdır. Ancak bürokratik soysuzlaşmanın kaçınılmaz olduğunu söylemek mümkün değildir.

Böyle bir çürümeye karşı tek gerçek silahın aşağıdan yığın kontrolü olduğu açıktır. Ancak geri, üstelik köklü serf gelenekli Rusya ve benzeri ülkelerde yığın inisiyatifi muazzam birikimler sonucu patlak veren devrim günlerinde açığa çıkabilmiştir. Günlük, rutin yaşam başladığında, her günkü yaşamın düzenlenmesinde yığınların inisiyatifi biraz da kaçınılmazca geriye çekiliyor.

“Bu sorun üzerinde önemli bir adım Kliamkin tarafından atılmıştır. Kliamkin kendisini, kapitalizmin gelişmesi tarafından yeterince derin bir dönüşüme uğratılmamış olan Rus köylüsünün, sosyo-ekonomik yapısındaki öncelikle yan pederşahi gelenekleri üzerinde yoğunlaştırmıştır. Bu gelenek doğal olarak, yarı pederşahi çarlıktan devşirilen ve onunla güçlü bağlarını kaybetmemiş olan Rus proletaryası üzerinde de izlerini bırakmıştır. Bürokrasi böyle bir toprakta yeşerebildi.”(11)

Marx’ın belirttiği gibi, devrim günlerinin sıcaklığı geçmeye başladığında eski, yeni biçimlerin içinde yeniden dirilmeye çalışır. Bürokrasinin tutuculuğu, halktan kopukluğu böyle köklü bir geleneğin Sovyet sistemi içinde etkisini sürdürmesinden kaynak alıyor olmalıdır. Üstelik bu gelenek parti içi mekanizmaları da önemli ölçüde etkilemiş, kontrol araçları kireçlenmiştir.

Partinin yığınlardan kopması sonucunu doğuran bu eski düzenden kalma gelenekçil köklerin yanında başka neler söylenebilir?

Komünist partilerin, sonunda onları yığınlardan kopartan, sistemli olarak tekrarladıkları iki hata öne çıkartılmalıdır.

Birincisi, sosyalizmin genel hedefleri ile yığınların günlük pratik çıkarlarının birbirinden koparılmasıdır. İktidarda oldukları ülkelerde komünist partiler propaganda planında sosyalizmin insancıllığından ve güzelliğinden o kadar çok söz etmelerine rağmen beş-on değil kırk-yetmiş yıl pratikte insanların en basit ihtiyaçları ancak kabaca karşılanmıştır. Sosyalizmin gelecekteki idealleri “uğruna”, yığınların en basit tüketim ihtiyaçları küçümsenmiştir. Nihilist bir küçük burjuva tavrıyla sosyalist ülkelerde tüketim malları ihtiyacı aşağılanmıştır. Ve giderek bizzat sosyalist ülkelerin günlük yaşamında, sosyalizm ve komünizm propagandası ikiyüzlülük haline gelmiştir. Sözlerde kalan yüksek idealler, bayağılaşan günlük pratik, ilk yılların umutlu aceleciliğini kayıtsız bekleyişe dönüştürmüş, ancak sonunda, oldukça uzun bir birikimin zoruyla yığın inisiyatifi yeniden durgun kanalların dışına taşmıştır.

İkinci hata, partilerin yığınların eski alışkanlıkları karşısında aldıkları tavırdır. İktidar oldukları ülkelerde bile komünistler henüz azınlıktılar. Üstelik kapitalizmin yarattığı belli olumlulukları bile miras olarak alamayan komünist partileri önünde devasa sorunlar yığılıydı. Üretim tarzı olarak küçük meta üretime hele Rusya’da en yaygın biçimdi. Kültür, serfliğin güçlü izlerini taşıyordu. Bu zemin üzerinden sosyalizme gidişte her yapmalık, partilerin geniş yığınlarla bağlarını zayıflatmıştır. Bunun en tipik göstergesi Doğu Almanya dahil, halk tepkilerinin önce kilise kanallarından geçmesidir. Sanki sosyalist ülkelerde din yeniden itibar kazanıyor.

Sınıf içinde bile bilinçli işçilerin azınlık olması, sosyalizmin inşa sürecinde partinin geniş yığınlardan kopabileceği objektif bir ortam oluşturmaktadır. Gereksiz acelecilikler, zorlamalar bu objektif temelden hareketle parti-yığın ilişkisini zayıflatabiliyor. Sosyalizmin kuruluş pratiği parti için tükenmez bir uyanıklıkla davranmalıdır. Bu canlı mekanizmalar her hangi bir noktadan kireçlenmeye başladığında bu durum parti için alarm anlamında bir uyarı olmalıdır.

Sovyetlerin zor koşullan, partiyi biraz da bu konularda fazla detaylara inemeden acele etmeye zorlamıştır. Bu koşulların ortaya çıkardığı yapıyı ise Doğu Avrupa komünist partileri kabaca kopya etmekten öteye gidemediler.

Üretim Araçlarının Sosyal Mülkiyeti

Sosyalist ülkelerdeki son olaylar sadece komünist partilerin ne ölçüde çürüyüp soysuzlaştığını ortaya çıkartmakla kalmadı, aynı zamanda ülkedeki krizi aşmanın yollarının her tartışıldığı yerde mülkiyet biçimi gündeme geldi. Macaristan bu konudaki reformlarına 1968’de başlamıştı. Üretim araçlarında özel mülkiyet hakkı kısmen tanınmış ve bir 20 yılda ise bu konudaki bütün sınırlamaların kaldırıldığı bir noktaya varılmıştır, Polonya aynı yoldadır. Ve benzer ‘“reformlar” hemen bütün sosyalist ülkeleri sırayla sarmaktadır. Anlamını ve nedenlerini ortaya koymaya çalışalım.

Önce bir kaç örnekle Sovyetlerde üretim araçlarının sosyal mülkiyetinde ve genel olarak üretimdeki bozulmalara değinmeliyiz.

Üretimde en temel unsur insan üretici gücüdür. Sovyetler dünyanın en iyi eğitilmiş işçi sınıfına sahiptir. Üstelik Sovyetlerde 1970’de işçi sınıfının yarısı genç, otuz yaşın altındadır. 1971-1975 plan döneminde sağlanan yeni işgücünün de yüzde 90’ı gençtir. Ancak öte yandan 1970’de Leningrad’da yapılan bir araştırmaya göre işçilerin yüzde 40’ı yaptığı işin kapsam ve kalitesinden memnun değildir. 1976- 77’de aynı konuda yapılan araştırmada bu oran yüzde 65’e yükselmiştir. (12)

Bu rakamlar, özellikle 1975’lere gelindiğinde sınıfın üretim ile yaratıcı bir ilişki içinde olmadığını kanıtlıyor.

Yine Andropov’un verdiği rakamlara göre “Sovyetler de ücreti ödenmiş çalışma saatlerinin üçte biri karşılıksızdır. ” Bunun en önemli nedeni işçilerin tembelliği değil, fakat bürokratik hatalı yöntemdir. Ancak bizzat bu, üretimde tembellik, üretime kayıtsızlık yaratmaktadır. Aynı şekilde, Sovyetlerde üretimin yüzde 20’si çeşitli nedenlerle (kötü depolama, taşınma kusurları, hırsızlık vb.) normal dolaşım sürecine girmeden yitirilmektedir.

Bu açıkladıklarımız, üretim ve işçi sınıfı arasındaki ilişkide yaygın kapsamlı bir bozulmanın delilleridir. Sınıf, işin kapsamına, üretilene kayıtsızdır. Böylece Sovyet proletaryasının artı-emeğinin önemli bir bölümü boşa harcanmaktadır.

Üretim sürecinde diğer çok önemli bir yozlaşma, sosyalist ülke ekonomilerine ayrılmazca kenetli olan “gölge ekonomi’nin varlığıdır. “Gölge ekonomiyi kapitalizmin ‘doğuş işareti’ olarak görmüyoruz (onun var oluşunun nedenleri sosyalizmin bozulmasında yatar, hatalarımızdan ve eksikliklerimizden kaynaklanır)” (13)

Aynı yazar gölge ekonomisinin 1970’lerde hızla yayıldığını ve kökleştiğini tespit etmektedir.

Kara pazarın yaygın olduğu alanlar: Tüketici hizmetleri (resmi sektörün yansı kadardır; inşaat ve ev onarımı, resmi sektörün iki katı hacme ulaşır); makina araç gereç onarımı (resmi sektör oto tamirinde ihtiyacın yüzde 20-25’ini, diğer alanda yüzde 50-60’ını karşılayabilmektedir, diğer açığı şu anda gölge servisler de kapatabilmiş değildir) tatil yeri elde etme, sağlık hizmetlerinde ve eğitimde çeşitli oranlarda gölge ekonomi vardır. (14)

Toplam olarak ele alındığında gölge ekonomi bütünün yüzde 20-25’ini meydana getirmektedir. Özetle Sovyet ekonomisinin dörtte biri sosyalizmin kanunları dışında işlemektedir. Ancak bu rakam tek başına aldatıcıdır. Bir ankete göre, az bulunur mallan kara piyasada satmanın suç olduğunu kabul edenler yalnızca yüzde 35-56’dır. Aşağı yukarı Sovyet insanının yarısı gölge ekonomiyi “meşru” görüyor. Dolayısıyla onun yozlaştırıcı etkisiyle sosyalist ekonominin temel değerleri insanların gözünde erozyona uğruyor.

Böyle bir ekonomi ve sosyal ilişkiler ortamında olgunlaşan sosyalizmin krizi, kaçınılmaz bir şekilde üretim araçlarının sosyal mülkiyetini tartışma gündemine getirmiştir. Çünkü geniş üretici yığınlar bu aksamalar, bozulmalar ve çürümeler karşısında genellikle seyirci konuma itilmişlerdir.

Bu konuda özellikle Sovyetlerde süren tartışmanın ana noktalarına değinirsek sorunun hangi boyutlara vardığı daha iyi ortaya çıkacaktır.

“Sosyalist ülkelerin tarihine bakarsak, halk mülkiyetinin kullanımında ekonomik otoritenin daralmasına işaret edilebilir. Pek çok hak, iş kolektiflerinden ve tek tek işçilerden alınıp yönetimin yüksek katlarına aktarıldı.” (15)

“Yakın zamana kadar, işçilerin büyük çoğunluğu mülkiyet sahipleri olarak haklarını kullanmada çok az şey yaptı ve üretimin gerçek yönetimine geniş ölçüde katılmadı. Böyle koşullarda, mülkiyet ilişkileri bütünüyle sosyalist olamazdı.”

Yukarıdaki tespitler hangi açıdan önemlidir? Üretimin örgütlenmesi ve üretimin yönlendirilmesi mi yetkisi sürekli bürokrasinin üst katlarında yoğunlaşmıştır. Sosyalizm yalnızca üretim araçlarında devlet mülkiyeti değildir. Sosyalizmi “devletçilik”ten ayıran şey, halkın üretimin yönetimine artan oranda ve giderek tamamen katılmasıdır. Yukarıda verilen bilgilerden işçi sınıfının önemli bir çoğunluğunun üretime yabancılaştığı gerçeği göz önüne alınırsa, üretim araçlarının sosyal (ya da devlet) mülkiyeti üreten açısından bir anlama sahip olmayacaktır.

“Kural olarak, tek tek işçiler ve iş kolektifleri gerçekten kendilerine ait olan bir iş gerinde çalıştıklarını hissetmiyorlar. ”

“Uzun yılların deneyi şunu söylememe yol açıyor, yanlış yönetimin esas nedeni gerek bireysel gerek kolektif mülkiyetin soyut karakterinde yatıyor.”

Yazar “yanlış yönetimi” engelleyebileceğini düşündüğü mülkiyetin somutlaşmasını şöyle yapıyor:

“Bütün halkın ilk elden mülk sahipliği hakkının koşulsuz korunması esas olarak kalır. Bu, sosyalist ekonomik sistemin temelidir. İş kolektiflerine bütün ekipmanın ve diğer işyeri mülkiyetinin kısmi sahiplik hakkı verilmelidir. Bu hak tam bir ekonomik bağımsızlık ve davranış özgürlüğü garanti edilinceye kadar genişletilmelidir. ”(17)

Yazar, üretime kayıtsızlığı kaldırmanın yolunu kısmi grup mülkiyetinde görüyor. Üretim araçları, iş kolektiflerine devredilirse ve onlara tam davranış özgürlüğü verilirse, mülkiyetin soyut karakterinin doğurduğu yanlış yönetim ve aksamalar ortadan kalkabilecektir. Ancak Yugoslav örneği, yazarın görüşlerini yalanlamaktadır. Ünlü “öz yönetim”, grup mülkiyetinden başka bir şey değildi, birikim fonları makina yenilemek yerine ücretleri arttırmaya harcanınca, bugünkü yüksek enflasyonlu günlere gelindi.

Bir başka yazar, benzer bir öneriyle mantığı şöyle tamamlıyor.

“Gelir dağılımında sosyal adaletin sürekli, yaygın ve rezilce ihlal edilmesi yeni yaratılan ürünün mal edinilmesinde var olan toplumsal mekanizmanın iflas ettiğini gösteriyor. Görüşümüze göre, buradaki prensip hatası, iş kolektiflerinin mal edinme sürecinde üretilenin önemli bir bölümüne sahip olmamasıdır… Her şeyden önce, sosyalist mal edinme, üreticilerin yarattıklarının önemli bir kısmını uygun gördükleri gibi kullandıkları bir prosestir. ” (18)

Böyle bir dağılım mekanizmasıyla sosyal adaletin çok daha korkunç ölçülerde bozulacağı açıktır.

Modern toplumda giderek doğrudan yaratanların sayısı azalıyor, buna karşılık doğrudan üretmeyen hizmet sektöründe çalışanlar hızla artıyor. Ancak Sovyetler’de yaşanan kötü ve gerçekten “rezilce” örnekler düşünceleri böyle bir uçtan öbür uca savurmadan edemiyor.

Bir tek örnek verelim. Grevlerin patlak verdiği, işçilerin sabun bile bulamadığı Kusbass maden bölgesinde üretilenin dağıtımı gerçekten akıl almaz bir rezilliktedir. Kömür madeni yılda 1,7 milyar ruble kazanmaktadır. Bu rakamdan bölgesel bütçeye yıllık yalnızca 1,3 milyon ruble ayrılmaktadır. 925 bin kişinin yaşadığı Kusbass bölgesinde kişi başına yıllık 1 ruble 38 köpeklik bir harcama düşmektedir. (19) Doğru dürüst hiç bir sosyal tesisin bulunmadığı bu bölgede sonunda olay grevlere dayanmıştır. Ve işçiler kömür işletmesinin kazancının tahsisinde daha fazla yetki istemektedirler.

Sosyalizmin bu güne kadar ki deneyi, bazıları kaçınılmaz bazıları da affedilemez hataları nedeniyle, tartışmaları yeni mülkiyet biçimlerine vardırmıştır. Her gün akan süreçte ağırlık kazanan yön, özel mülkiyete bir yöneliştir.

Sosyalist ülkelerde üretici güçlerin gelişmesi açık bir durgunluğa girdi. Daha açık söylersek mülkiyet ilişkileriyle üretici güçlerin açık bir çatışması var. 70 yıllık deneyle üretim araçlarının sosyal mülkiyeti ömrünü doldurdu mu? Dünya yeni bir tarihsel sürece mi gebe?

Macaristan ve Polonya olaylarına bakarsak tarih geriye akıyor. İşçilerin kısmen onayı, kısmen de pasif direnişiyle, üretim araçları başta emperyalist tekellere haraç mezat satılıyor. “Kutsal özel mülkiyet”, yetmiş yıl sonra sosyalist mülkiyetten öç mü alıyor? Tarih bu konudaki kararını henüz vermedi.

Ancak şu kadarı kesindir. Sosyalist ülkelerde üretim araçlarının sosyal mülkiyeti üzerine soysuz bürokrasinin güçlü gölgesi düştüğünden beri kolektif yaratıcılık zamanla yerini kayıtsızlık ve yabancılaşmaya bırakmıştır. Sovyetler’de 1930’larda yaşanan Stahanof hareketi daha sonraları tekrar etmemiştir, işçilerin üretim araçlarını günlük deneylerinden hareketle en iyi biçimde kullanma yollarını bulup uygulamaları olan Stahanof hareketi o yıllarda kömür çıkarım işkolunda başlayıp diğer pek çok iş koluna hızla sıçramıştır.

Yeni makinaların sanayide üretime girdiği, işçilerin hızla teknik eğitimden geçtiği 1935’lerde Stahanof kömür çıkarımını yeni düzenlemesiyle hemen hemen 5 kat arttırdı. Bu üretkenlik o dönem en ileri Almanya’yı bile geçiyordu. Ardından ayakkabı sanayiinde Smetanin, üretimi iki katı yükseltiyor. Tekstil işkolunda otomatik tezgah kontrolü 20’den 140’a kadar yükseliyor. (20)

İlk Stahanof’cular kongresinde yaptığı konuşmada Aleksi Stahanof “Sovyet ülkesinde yaşamanın ‘daha iyi ve daha neşeli’ hale geldiğini” ilan ediyor.

Stahanovistler, fazla çalışmayı yetersizliğin bir itirafı olarak beğenmiyorlardı. Fizik bakımdan insanı tüketmeyen bir çalışma temposu bulunmalıydı. “Eğer iş doğru yapılırsa, insan kendini daha iyi ve güçlü hisseder” diyorlardı. Ve becerilerini başkalarına göstermeye özen gösteriyorlardı. Makinist Omalinov, bir rekor kırdıktan sonra “en yavaş bir makinisti” öğrenci olarak almış ve onu bir rekortmen yapmıştı. Bu adamların talepleri teknik süreci zorluyor ve kırıyordu. Bir mühendis bana şöyle diyordu, “işin akışını bu adamlara uydurmak için sabaha kadar oturup planlar yapıyorum.” (21)

Mühendisleri sabahlara kadar plan yapmaya zorlayan üretici işçi zorlaması ve deneyleri: Herhalde kolektif yaratıcılık bu olmalıdır.

Ancak sosyalizmin ilk muazzam başarılarının zafer sarhoşluğu ve II. Dünya Savaşı’na tırmanan yılların olağanüstü koşulları yaratıcı yığın inisiyatifini, aşırı merkezi uygulamalar karşısında geriletti.

Merkezi planlama, sosyalizmin kuruluş yıllarında hem daha basitti hem de ekonominin ana yönelişleri henüz karmaşık değildi. Ancak planlama zamanla kendi üzerine katlanarak, büyüdü. Bizzat kendisi bir amaç haline geldi. Aşın planlama bölgesel inisiyatifi ve zenginliği kırdı; inisiyatif yolduğu daha fazla planlama talep etti.

Lenin, daha sosyalizmin kuruluş yıllarında şu uyarıyı sanki sonraki gelişmeler için yapmıştır:

“Yarışma işçi ve köylüler içinden pratik örgütçüler arasında düzenlenmelidir. Yukarıdan zorlanan tekdüzelik ve klişe formların demokratik ve sosyalist merkeziyetçilikle hiçbir ilgisi yoktur. Yaklaşım tarzlarında, kontrolü sağlama metotlarında zararlı parazitlerden kurtarma ve yok etme yollarında, belirgin mahalli özellikler ve olaylardaki çeşitlilik nedeniyle esasta, özde, temeldeki birlik tahrip edilmez, tersine böyle bir birlik ortaya çıkar.” (22)

Oysa Sovyet planlaması en aşın detaylara kadar varan bir belirlemeyle “ detaylardaki çeşitliliği ” zamanla öldürmüştür. Planlama, üretimde belli bir kotayı tutturmaya varmıştır. Tüketim malları üretimi küçümsendiği için, tüketici (yani üreten işçinin köylünün) tepkisi hiç dikkate alınmamıştır. Bu o noktalara varmıştır ki halka sunulan ancak kalitesizliğinden ya da doğrudan bozuk olduğu için tüketilmeden kalan mallar oranı bazı alanlarda (televizyon gibi) yüzde 40’a varmıştır. Hatta bu konuda sosyalist ülkeler arası ilişki “eşit ve dostça ticaret” lafları altında tam bir saçmalığa, bürokratik aymazlığa dönüşmüştür.

“Düşük kalite tuhafiye ve hediyelik eşya, ihtiyaç duyulmayan ikinci kalite mal yığınıyla elbise ve ayakkabı açığımızı kapatmaya çalışıyorlar. Ve biz bunları alıyoruz. Mevcut beş yıllık plan döneminde, örneğin, Bulgaristan’ın ihraç ettiklerinin yüzde 68’i, Polonya’nınkinin yüzde 43’ü ve Macaristan’ınkinin yüzde 36,5’i böyle mallardır. Satın aldıktan sonra, bu mallar mağazalarımızda tozlanıyor.” (23) Ancak Sovyetlerin, sosyalist ülkelerin bu kalitesiz mal üretiminden fazlaca yakınmaya hakkı yoktur. Çünkü bu konulardaki tekniğin büyük bir kısmı Sovyet malıdır. Sovyet makinalarıyla üretilen kalitesiz mallar yığını ve bürokratik baştan savmaya dönüşen ticari ilişkiler, bunlar her şeyden önce müthiş bir israf, sosyalist ülkeler proletaryasının emeğinin sokağa atılması demektir. Neden bu emeğin sahibi gayretli ve yaratıcı çalışsın?

Bugün bürokratik çürümenin doğrudan sonucu olarak sosyalist ülkelerde “devlet mülkiyeti” ya da “üretim araçlarının sosyal mülkiyeti” “sahipsiz” bir görünüm kazanmıştır. “Gölge ekonomi” gibi bozulmalarla bu “devlet malı” aşırılmakta, kemirilmektedir. Ve haliyle mülkiyet ilişkileri üretici güçlerin önünde engeldir.

Ancak çözüm, Sovyet aydınlan, bilimcileri arasında yaygın bir anlayış olan, iş kolektiflerine mülkiyet ve üretileni doğrudan sahiplenme hakkının devredilmesinde değildir. Bu sancılı bir yoldan kapitalizme geri dönüş olurdu. Sosyalist mülkiyetin “soyutluğundan ” yakınmak ve ancak somut mülkiyet hakkıyla üretici güçlerin canlandırabileceğini düşünmek, Sovyetler’deki bürokratik çürümenin yarattığı, aslında bürokrasiye karşı inatçı bir savaş verme gücünü yitirmiş, bir anda ve topyekün bir çözüm özleyen demoralize olmuş aydın mantığıdır. Bugünlerde, bu eğilimin en parlak sözcüsü Boris Yeltsin’dir. Şöyle diyor Yeltsin:

“Ben kişi olarak, 70 yıl önce bizi korkutan kapitalizmin bugün hala var olduğunu söyleyemem. Fakat biz hala aynıyız. Pazar ekonomisiyle ilgili bir şey işitir işitmez imdat çığlıkları atmaya başlıyoruz: Kapitalizm saldırıda!”

“Komünizmin benim için bulanık bir şey olduğunu, bu konuda tartışmaya hazır olmadığımı söylediğimde, beni eleştirmeye başladılar. Fakat bugün komünizm nedir? Halka temel koşulları henüz sağlayamadık. Onlara toprakta özgürce çalışma şansı verelim, fabrikanın kısmen sahibi olması için pay sahibi olmalarına izin verelim. Bunun nasıl isimlendirileceği önemli değil.” (24)

Yeltsin, tarımda üretkenliğin en yüksek olduğu Amerika’da toprağı “özgürce” işleyenlerin dev bankalarla doğrudan bağlantılı bir avuç tekel olduğunu, bu büyük çiftliklerde geniş işçi yığınlarının ücretli kölelik yaptığını bilmiyor mu?

Yine Yeltsin, bütün kapitalist anayurtlarda, üretkenliğin çok yüksek olduğu dev işletmelerde işçilerin hiç de pay sahibi olmadığını, buna rağmen karıncalar gibi çalıştıklarını bilmiyor mu?

Kapitalizm, birkaç yüzyıllık iş ve iş disiplini deneyine dayanıyor. Ve ücretli kölelerine parlak vitrinlerde çok çeşitli tüketim araçları sunabildikçe rahat edebileceğini biliyor. Ancak kapitalizmde, açlık, işsizlik tehdidiyle nesiller boyu proleter- yanın kaslarına iş disiplini yerleşirken, en küçük yaratıcı düşünce ve davranış da beyinlerden sürülüp çıkarılmıştır.

Yeltsin, sosyalizmde çözülmesi gereken zor göreve talip olmak yerine, kapitalizmin dizginsiz rekabetine teslim olmayı yeğliyor.

“Böyle bir kapitalizm altında, yarışma (rekabet) yüz yoksuldan doksanının, büyük çoğunluğun, yığınların girişim, enerji ve atılgan inisiyatifinin kaçınılmazca bastırılması anlamına gelir.”

“Rekabetin tükenmesi bir yana, tam tersine, sosyalizm ilk kez gerçekten geniş ve gerçekten yığın ölçeğinde rekabetin uygulanması fırsatını yaratır. ” (25)

Ancak deneylerin gösterdiği gibi, henüz yığınların inisiyatifini canlı tutmak ve yükseltmek bir anda gerçekleşemeyecek ve uzun bir süreci kapsayacak mücadeleyi gerektiriyor. Öte yandan, uzun yıllardır kökleşmiş olmasına rağmen bürokrasinin halk hareketi karşısında nasıl acze düştüğünü yine Doğu Avrupa olayları göstermiştir.

Bugüne kadar uygulanan kaba eşitçilik sosyalist kolektif içinde kişisel inisiyatifin gelişmesini engellemiştir. Şimdi bu hatadan kalkarak Yeltsin’ler, “Bırakalım herkes özgürce yarışsın” önerisini getirdiklerinde, yine yüzde doksanın baskı altında ve devre dışı tutulduğu rekabet başlayacak. Oysa yapılması gereken geniş yığın inisiyatifini yeniden dirilmektir. Hatta az çok dirilen yığın inisiyatifine pratik akış yolları göstermektir.

Pravda’ya yolladığı bir mektupta işçi İvanov şu ilginç tespiti yapar:

“Parti Merkez Komitesi ve işçi sınıfı arasında hiçbir değişiklikle ilgilenmeyen başka bir tabaka var. Partiden bütün istedikleri kendi ayrıcalıklarıdır.” (26) Oldukça yaygın, Sovyetler’in her yanında eli olan kendi imtiyazlı konumundan başka bir şeyle ilgilenmeyen bu tabaka, işçi sınıfının şimdiki hedefi olacaktır.

Özetlersek, sosyalist ülkelerde üretici güçlerin gelişmesine engel olan şey üretim araçlarının sosyal mülkiyeti değil, bu mülkiyet hakkını soysuzca tasarruf edip bozan bürokratik kanserleşmedir. Eğer bu kanser, özel mülkiyet hakkı ile kazınmaya çalışılırsa, en önce mülk edinecek olanlar bunlar olacağı için, tam aksi yönden yükseltildiği sanılan böyle bir çözüm en sonunda yine bürokratik zümre lehinde olacaktır. Macaristan bunun en güzel örneğidir. Üretim araçlarını yağmalamak isteyenler partinin ve bürokrasinin kapısını çalıyorlar.

Proletarya diktatörlüklerinin, geri ülkelerde yaratmadan edemediği bürokratik imtiyazlı zümre, şimdilerde proletaryanın ve genel olarak halkın daha gelişkin bir düzeyinde eski tarz varlık koşulunu yitiriyor.

Genel Kritik

Sosyalist ülkelerdeki gelişmeler hiç şüphesiz ki Marksist teorinin odak noktasında duracak. Marksizm açısından yepyeni, bambaşka bir sınav. Ancak genel teorik sonuçlar çıkartabilmek için olaylar henüz çok sıcak. Biraz zaman gerekecek. Fakat bugünden gelişmeleri Marksizm-Leninizmin birkaç temel belirlemesi açısından gözden geçirmek yersiz olmaz.

İlk olarak, üretici güçler teorisi açısından son gelişmeler ne anlama gelmektedir?

Son olaylarla, “kapitalizm yeterince gelişmeden sosyalizm kurulamaz” diyen Kautsky ya da dünya devriminden önce tek ülkede sosyalizmi mümkün görmeyen Troçki haklı mı çıkıyor? Elbette ki hayır.

Ancak, üretici güçlerin yeterince gelişmemesinin geri mirasının sosyalizmi nasıl zorladığını şimdi daha iyi kavrayabiliyoruz. Kapitalizmin şehir ve kırdaki gelişimi disiplinli bir iş gücü yaratıyor. Sosyalizmin böyle bir gücü miras alabilmesi, Lenin’in deyimiyle onun işini “kolaylaştırır”.

Parti içinde, sanayide iş disiplininin kurulması tartışmaları sırasında Buharin’in başını çektiği sol komünistler bu düzenlemelere şöyle itiraz ederler:

“Sanayide kapitalistlerin liderliğinin restore edilmesiyle birlikte, iş disiplininin kurulması köklü bir şekilde emek üretkenliğini yükseltmez, tersine sınıf inisiyatifini, eylemliliğini ve proletaryanın örgütlü karakterini zayıflatır.” 1918’lerde henüz tüm kapitalistlerin tasfiye edilmediği günlerde sol komünistleri Lenin tam karşıt yönde cevaplar: “Bu gerçeklik değil; eğer gerçek olsaydı Rus devrimimiz, sosyalist görevleri ve sosyalist özü bakımından çökme noktasında olurdu. Fakat bu doğru değil. Deklase olmuş küçük burjuva aydını sosyalizmin temel zorluğunun iş disiplininin sağlanmasında yattığını anlayamaz.” (27)

İşten atılma, açlık korkusuyla değil, başlıca bilinç ve iş değiştirme “cezalarıyla” disipline edilmesi gereken sosyalist ülke işçi sınıflarının, geriliği ve büyük oranlarda köylülükle beslenmesi göz önüne getirilirse, sorunun ne derece zor olduğu kavranabilir. Üstelik yukarıdaki tartışmadan da anlaşılacağı gibi geniş küçük burjuva ruh halinin ikide bir yaratacağı bozulmalar da hesaba katılırsa, zorluklar birkaç kat daha artar.

Öte yandan, kırda doğrudan serf ilişkilerinden ya da küçük meta üretiminden kolektif büyük tarıma geçişin ne derece inatçı bir süreç olduğu hemen her sosyalist ülke deneyinden bir kere daha görülebilir. Binlerce yıllık küçük köylü mantığını, kapitalizm, üç yüz yılı aşkın bir sürede kır proletaryası ve kapitalist çiftçiyi evrimleştirdi. Sosyalizm bu işi birkaç on yıla sığdırmak zorunda kalınca, küçük köylü mantığı en sinsi, en inatçı direnişleri gösterdi. Bugün Sovyet kırlarında kulakların kendisi değil ama ruhu direniyor. Yavaş iş temposu, ürüne kayıtsızlık ve bu davranışlarla pek çok ürünün toprakta çürümesi Rus kırlarında doğal bir olaydır. Kolektiflerin yalnızca onda biri randımanlı çalışmaktadır. Propaganda iyi dilek hatta yerli tarım makinası köylü mantığını birkaç on yılda köklü bir şekilde değiştiremedi.

Diğer taraftan, Yugoslavya, Macaristan, Çekoslovakya gibi ülkelerde (şimdi Çin de aynı konumda) kolektif üretim hiç tutmayınca köylüye toprak dağıtımıyla küçük köylü üretimi ebedileştirilmiştir. İlk dönemler tarıma canlılık veren bu uygulama ya kapitalizmin serbest toprak satışlı rekabet yoluna, ya da kolektif büyük tarıma geçmedikçe üretici güçler dumura uğrayacaktı. Şimdi bu yaşanıyor.

Sosyalizmin deneyi şunu gösteriyor: Ne hızlı kolektifleştirme, ne de küçük köylü üretimini, ebedileştirme tarımda sorunu çözemiyor.

Kapitalizmden devralman en modern tarım çiftlikleriyle küçük köylü üretimiyle, ustaca ve titizlikle yürütülecek bir rekabet (yarışma) propaganda ve bilinçlenmenin yanında somut kanıtlarıyla küçük üreticiyi modernleşmeye zorlayacaktır.

Sonuçta üretici güçlerdeki gerilik henüz kapitalizmin geliştiremediği süreçleri proletarya iktidarına yüklediği için, bürokratik bozulma tehlikesi gündemde yer almaktadır.

Öte yandan Troçkizmin dünya devrimi beklentisi bir yanda, yine yaşanan yıllar güçlü bir kapitalizmin varlığının sosyalist kuruluşu nasıl etkilediğine önemli örnekler vermektedir. Emperyalizm, sosyalizmin kuruluşunu ve gelişme hızını etkileyebilmektedir. Silahlanma dev kaynaklan üretimden koparmakta, güçlü emperyalist kuşatma iç politik yaşam üzerinde baskı kurabilmektedir. Komünist partiler yeterince hassas davranmadıklarında, pek çok nüans görüşü, emperyalizmin bir uzantısı görme basit yolunu seçebiliyor. Böylece sosyalist ülkelerin iç politik yaşamındaki her politik tartışma, emperyalizmin yeni bir “sızmasına” “saldırısına” karşı bir mücadele biçimine girerek, ülkenin somut koşulları açısından ifade ettiği anlam ikinci plana düşebiliyor. Sosyalizm 1917 yılından beri böyle yaşamaya alışmıştı. Haksız olmasa da bunun köklü siyasi etkileri oldu. Olayları kabalaştırma, basit zıtlıklara indirgeme teoriyi aşırıca sağlaştırdı. Teorik zenginliğin pratik politikaya güç katması gerekirken, pragmatik politika kaygıları teoriyi güdükleştirdi, hatta bayağılaştırdı.

Üretici güçlerin geriliğinin sosyalizm açısından en genel sonucu, proletarya iktidarlarını, o ülkelerde, henüz burjuva gelişmelerin tamamlayamadığı sorunlarla uğraşmak zorunda bırakmasıdır. Bu durum sosyalizmin günlük pratik akışını kaçınılmaz bir şekilde küçük burjuva ve burjuva etkilerle bozuldu. Hiç bir devrimcinin bu objektif gerçeklikten dolayı ağlayıp sızlanmaya hakkı yoktur. Sosyalizmin deformasyonları her geçen gün daha açıkça gözler önüne serildikçe, özellikle düş kırıklığına uğrayan aydınlar saf sosyalizm parolasıyla sosyalizmi ütopyaya dönüştürmeyi yeğliyorlar. Sosyalizmin mükemmel tasarımlan üzerine bitmez tükenmez düşünce spekülasyonları, ancak canlı pratiğe gelince korku ve bayağı pasifizm, bu aydınların bütün davranışlarına egemen oluyor.

Sosyalizm bugüne kadar kurulduğu ya da kurulmakta olduğu ülkelerde yaptıklarıyla geri bir süreci tamamlamak zorunda olduğu için, kapitalist anayurtlardaki gelişimi aşan bir konuma ulaşamadı. Bu yalnızca ekonomi tabanında böyle değil, yığınların politik yaşamda yer alışları açısından da genel farklı bir çarpıcılık yaratılamadı. Sosyalizmin bugünkü sancıları, bu eski dönemin kapanmakta olduğunu gösteriyor. Fakat yeni bir döneme girerken geçmiş hataların bedeli ödenmeden yürünemezdi. Bedel sosyalizmin genel itibarında bir düşmeyle kalmayacak, en zayıf noktalarda kapitalizmin restorasyonuyla da daha pahalı bir bedel ödeneceğe benziyor.

Bu konuda, kapitalizmin restorasyonuyla ilgili henüz fazla şeyler mümkün değil. “Politbüro” darbesiyle Sovyetler’de ve diğerlerinde kapitalizmi geri getiren ilkel küçük burjuva duygusallığı ile davranılmadığında, olaya tarihsel süreçlerin hangi koşullarda, nasıl birbiri içine girdiğine baktığımızda kapitalizmin restorasyonu sorunuyla ilgili söylenebilecekler oldukça sınırlıdır.

Kapitalizm, ekonomik ve siyasi bir sistem olarak, devrimlerle feodalizmden doğmaya başladıktan sonra kısmi restorasyonlar yaşamıştır. En yönlüsü Fransa’dadır. Şarap vergisi koyan cumhuriyeti, Fransız köylüsü Napolyon monarşisiyle alaşağı etmiştir. Orta çağın egemen sınıflarıyla çeşitli uzlaşmalar yaşanmıştır. Ancak bütün geriye dönen anaforlara karşın, tarih kapitalizme doğru akmıştır. Kapitalist üretim ilişkileriyle tanıştıktan sonra hiç bir ülkede feodal üretim ilişkileri geriye gelememiştir. Bu böyle olmakla birlikte, özellikle geri, yarı sömürge ülkelerde ise, kapitalizm bugüne dek -ki 200 yıllık bir süreci kapsar- feodal ya da kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini ve sosyal gelenekleri bütünüyle tasfiye edememiştir. Üretici güçleri kanserleştiren melez yapılar şekillenmiştir. Bu ülkelerde eski, çeşitli melez biçimlerde, sosyal ve ekonomik yapıdan kopartılıp atılamayan ağrılı bir ur gibi yaşayıp gitmektedir. Yani eski kendisini kısmen restore edebilmektedir.

Bu durumun en büyük nedeni elbette ki emperyalist soygundur. Emperyalizm bu ülkelere kapitalist üretim ilişkilerini taşırken, aynı zamanda kapitalist üretimi güçlendirecek sermaye birikimini de bu ülkelerden anayurtlara taşıyarak, geri ülkeleri kendi varlık koşullan açısından çölleştirmektedir.

Sosyalizm açısından geri dönüş kanallarını açabilecek hangi kanallar vardır?

Sosyalist ülkelerin hemen pek çoğunda, önce ve ağırlıkla kapitalizmin temizleyemediği önceki üretim ilişkilerinin tasfiyesine çok fazla enerji harcamak zorunda kaldılar. Diğer yandan, insan yaşamında maddi zenginliğin ağır baskıcı çekiciliğini hiç değilse önemli ölçülerde anlamsızlaştıracak, çekici olmaktan çıkaracak genel yaşam düzeyine varılamadı. Bunların yanında, en önemlisi, yığınların canlı girişkenliğiyle, devletin fonksiyonlarının derece derece doğrudan halk yığınlarına geçmesi yönünde, sosyalizm etkileyici gelişmeler sağlayamadı. Bu üç ana zaaf bir sosyalist ülkede geriye dönüşün olanaklarını yaratabilir.

Hele, kırda ve şehirde küçük ve orta işletmelerin var olduğu, Macaristan, Polonya gibi ülkelerde uzun yıllar bu üretim ilişkilerinin zehirlediği ortam, restorasyon için üstelik bir de öncü siyasi güçler yaratmıştır. Her şeye karşın belirleyici önemdeki sanayi işletmelerinin ve dağıtım ağının özel ellere devri kolay bir süreç değildir. Bu büyük işletmeleri içeride satın alabilecek bir sermaye birikimi kişilerde yoktur. Ancak düzenin çatlak noktalarında yasa dışı yollarla sermaye birikimi yapmış olanlarda, “yeraltı zenginlerinde” böyle birikim bulunabilir. Üretim araçlarının bunlara satılması ya da imtiyazlı bürokratik ilişkilerle bir bakıma yağmalanması, bu restorasyonun baştan halk yığınları gözünde meşruluğunu ortadan kaldıracaktır.

Eğer sosyalist ülke insanları, Fransız köylüsünün şarap vergisi ile cumhuriyeti gözden çıkardığı gibi, dar ufuklu iseler ya da bu güne kadar aksamalarla işleyen sosyalist ekonomi, gölge ya da kara ekonomiyi insanların gözünde tümüyle meşrulaştıracak ölçüde soysuzlaşma yaratmışsa geriye dönüş olasıdır. Ancak üçüncü dünya ülkelerinde kapitalizm ne kadar saf ise Doğu Avrupa ülkelerinde daha saf bir kapitalizm restore edilemez.

Genel kritiğin ikinci temel konusu, demokratik devrim, sosyalist devrim ilişkisi açısından son gelişmeler neleri ortaya çıkarmaktadır?

İşçi sınıfının önüne demokratik devrim sorununun çıkması kapitalizmin geri gelişme düzeyinde proleter devrimlerinin gündeme gelmesinin doğal bir sonucudur. Bu aynı zamanda, proletaryanın tarih sahnesine çıkmasından sonra, feodalizme karşı burjuvazinin radikal tutumunu terk etmesi anlamına gelir. Böylece proletarya iktidarlarına tarihsel olarak burjuvazinin tamamlama yeteneği göstermediği görevleri devrolur. Bunun genel sonuçlarını biraz önce açıkladık.

Burada demokratik devrim görevlerinin proletarya tarafından yerine getirilişinde ortaya çıkan bazı sorunlara değineceğiz.

Bugün Sovyetler dahil pek çok sosyalist ülkede “kara ekonomi” şehirde, tamir, inşaat ve bunun gibi orta ve küçük işletme alanında kırda da sebzecilik vb. gibi aile işletmelerinin biraz teknikle rahatlıkla yürütülebileceği noktalarda yoğunlaşmıştır.

“Beklenenin tersine mal edinmenin kooperatif ve kişisel biçimlerinin suni olarak tasfiyesi sosyalizmin gelişmesini engelledi.” (28)

Büyük işletmelerin ve kırda büyük toprakların millileştirilmesinden sonra, sayıca yaygın ancak ekonomik güç olarak o derece etkin olmayan şehir ve kır küçük işletmelerinin tasfiyesi süreci sosyalizmin kuruluşunun en sancılı belki en fazla dikkat gerektiren süreçlerinden birisidir. Koşulların tartışmasız dayatmadığı her tür zorlama ya da acelecilik bu alanlardaki üretici güçleri inmelendiriyor. Küçük meta üretiminin bir süre, sosyalizmin kuruluşu yolunda çevreye yayacağı zehirle, zorla kolektif üretime itilip bir bakıma deklase edilmiş, inmeli üretici güçlerin inatçı verimsizliğinin sosyalizmin araç ve değerlerinin bozması karşılaştırılınca, sonuncunun zararının daha köklü, daha uzun süreli oluyor.

Öte yandan iş karakteri işçi gruplarını değil de daha çok kişisel çalışmayı gerektiren alanlarda sosyal mülkiyete geçiş, üretici güçlerde oldukça yüksek bir seviyeyi gerektiriyor. Ayrıca böyle işler toplumda iyi işleyen kolektif üretimle kuşatıldığı ölçüde, onun kendiliğinden denetimi altında oldukça varlıklarını sürdürebilirler de. Sosyalizm bugüne kadar, her türlü özel mülkiyetin karşısına oldukça hızlı ve çoğu kaba ajitasyona dayalı yöntemlerle devlet mülkiyetini koymuştur. Sovyetleri kabaca taklit edenlerin özellikle kırlarında bu uygulamalar hızla geriye tepmiş, kolektifler çözülmüşlerdir ve aynı konumdadırlar.

Özetlersek demokratik devrim ve sosyalist devrim arasında “Çin Şeddi” yok. Ancak birinde yaşanması gereken süreç diğerine suni olarak aktarılırsa, bizzat böyle hatalar sosyalizmin önüne setler örebiliyor.

Üçüncü ve son olarak, son gelişmelere Lenin’in parti teorisi açısından bakacağız. Sosyalist ülkelerdeki partilerin çürüyüp güç yitirmesinden daha önce söz etmiştik. Ülkelerin hepsinde konu geldi “çok partililiğe”, “çoğulculuğa” geçişe dayandı. Bu parolalar öne çıktıkça, tarihin bir alayı olsa gerek, sosyalist ülke insanları kapitalizme itibarını iade etmiş oluyorlar.

Hiç şüphesiz ki, sosyalist ülkelerde komünist partilerin bileklerinin hakkına değil de kanunsal örtüyle iktidarlarını ve güçlerini koruma çabalarının savunulacak bir yanı yoktur. Bunun Lenin’in parti ve proletarya diktatörlüğü anlayışıyla da bir bağlantısı yoktur. Sosyalizmde tek ya da çok parti sorunu bir prensip sorunu değil, pratik sorunudur. Sınıflar mücadelesinin, iktidar alındığındaki güçler dengesinin ve diğer sınıf ve tabakaların proletarya iktidarına karşı davranışlarının belirleyeceği bir sorun için, önceden bir klişe belirleyebilmek saçmalık olur. Sosyalizmde sorun, partilerin tek ya da çokluğunda odaklaşmaz. Yığınların devlet yönetimini ne ölçüde doğrudan yürütebildiklerinde yatar. Kapitalizmde çok partili seçimler, yığınlara ülkeyi yönetiyormuş oyununu oynatır. Daha fazlasını değil.

Sosyalizmde, bugünkü sosyalizm krizinin ortaya koyduğu gerçekler ışığında en can alıcı sorun, yığın inisiyatifinin önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Bu hangi mekanizmalarla olur? Bu noktada çok partililiği dile dolamak, derin burjuva etkisinin ve ön yargısının açığa vurulmasından başka bir anlama gelmez.

Yeter ki yığınla yüz yüze gelmekten korkulmasın. Çekoslovakya’da, DDR’de miting alanlarında yığınlar bakanları onayladı. Onaylanmayan çekilmek orunda kaldı. Elbette böyle yapılan her şey doğrudur mantığında değiliz. O, tipik bir halk dalkavukluğu olurdu. Fakat halk sorunlarını başka hiç bir yolla duyuramamış ve etkili olamamışsa, gövdesiyle kantara yüklenmek zorunda kalır. Yığınların nabzını tutamayan bir komünist partisi, tepkileri algılayamayacak ölçüde bürokratik zırhıyla sağırlaşmış, bürokratik zihin tembelliği ile alıklaşmış bir komünist parti, siyaset sahnesinden süpürülmek zorundadır.

Jivkov’lar, Honecker’ler, Çavuşesku’lar geçmişlerindeki lekesiz devrimciliklerine karşın uzun iktidar yıllarında aynı ölçüde lekesiz kalamadılar. Törenlerde, arada yapılan fabrika ziyaretlerinde değil, canlı bir şekilde işleyen mekanizmalarla yığınların nabzını tutabilmek çürümeyi engelleyebilir.

İnanmaz gözlerle seyrettiğimiz, liderlerin sık sık ve uzun uzun alkışlandığı, oybirliği ile kararların alındığı parti kongreleri, artık bir çürüme işareti sayılmalıdır.

Sonuç

Sosyalist ülkelerde yığınlar “komünist parti tekeline son” sloganları atıyorlarsa, en azından halkın bir kesimi -önemli bir kesimi- artık çıkarlarının komünist parti de temsil edileceğine inanmıyor demektir. Partiler önemli ölçüde imtiyazlı zümreye düşünce, geniş yığınların bu zümreden kopuşması çok doğaldır.

Kaçınılmazca yeni siyasi gelişmeler yaşanıyor. Bu siyasi şekillenmelerin sınıf temeli ne olabilir ve sosyalizmin savunulmasında, geliştirilmesinde kim öncü olacaktır?

Bu sorulara yakın pratik cevap verecek! Ancak kitaplarda ilan edildiği gibi sosyalist ülkelerde sınıf izleri yok olmamıştır. Üstelik sistemdeki tıkanma farklı tabakaların konumlarını daha belirgin hale getiriyor. Gericiliğin en sistemli şekilde yuvalandığı örgütlü kara ekonomi güçlerinden, kooperatiflere, gençlere, işçi sınıfına aydınlara kadar sınıf ve tabakaların siyasi taleplerinin dile getirilişi, Sovyetler Birliği’ni ayrı tutarsak yeni örgüt biçimleri arıyor. Şimdilik çoğu zaman aynı masa etrafında uzlaşma yolları arıyorlar. Fakat bu dönemin çok geçici olduğu açık.

Olayların nasıl akacağını izleyeceğiz. Ancak bu genel değişim sancısını nasıl yorumlamalıyız? Sosyalist ülkelerdeki proletarya iktidarları ülkelerdeki yapıların kaçınılmaz sonucu olarak ve uzun bir sürece oldukça güçlü olarak küçük burjuva ruh haliyle beslenmiş ve küçük burjuva davranış tutarsızlıkları ile inmelendirilmiştir. Üstelik kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinden miras kalan geniş köylü küçük burjuva tabakaların dalga dalga proletaryanın saflarına katılmasıyla proletarya diktatörlükleri bir ölçüde ortaçağın kalıntılarıyla kenetlenmişlerdir.

Akan yıllar iktidarların ilk yılları ile kıyaslanamayacak ölçüde ortaçağın kalıntılarından sosyalist ülkeler proletaryasını arındırmıştır. Sosyalizme yeni bir kalite verecek olan güç budur. Son olaylarla sosyalizmin ortaçağı kapanıyor, modern çağı açılıyor olmalıdır.

Kaynakça

1- 0. Latsis. “On The Transformation Of The Economic Mechanism”, Kommumst, No. 13, 1986

2- A. Aganbegyan, “Why do we Make Four Times More Tractorsthen the USA”. Akt. E.M., Beyond Perestroika

3- Moscow News, 1989, sayı 49

4- New Times, 1989, sayı 43

5- New Times, 1989, sayı 45

6- New Times, 1990, sayı 3

7- New Times, 1989, sayı 42

8- Telos, spring, 1989

9- The World Today, Mayıs 1989

10- New Times, 1990, sayı 3

11- A. Kolganov, How was the Administrative System Created” Problems of Economic, Sep. 1989

12- E. Mandel, Beyond Perestroika

13- O.V. Osipenko, “What is the that costs a shadow”, Aktaran, Problems of Economics, Kasım 1989

14- T. Korıagına, “Shadow Services and Legal Services”, Aktaran Problems of Economics, ay.

15- For New Economic Thinking, Nova Mysl ve Kommunist tarafından düzenlenen tartışma, Aktaran Problems of Economics, Haziran 1989

16- K. UIybin, “On Cnteria of the sosyalist Nature of property Relations”, Aktaran Pro of Eco. Ağustos 1989

17- U. Mereste, “The Feeling of a Master is the Feeling of an Owner”, Akt. ay.

18- K. Ulybin, ay.

19- Offene Worte, 19 Cesamtsowjetischen Konferenz der kodsu in Moskow

20- H. Kıvılcımlı, Stahanof Hareketi

21- A. Strong, Stalin Dönemi

22- Lenin, “Yarışma Nasıl Örgütlenecek”, Cilt 26

23- Moscow News, 1989 sayı 51

24- Mos. News. 1990 sayı 2

25- Lenin, ay

26- Aktaran E. Mandel, ay

27- Lenin, Bütün Rusya Merkez Komitesi Oturumu, Cilt 27

28- K. Ulybin, Problems of Eco.