Finans-Kapitalin Yapısı – Mehmet ÇAĞLAYAN
Çağdaş Yol, Sayı 11, Mart 1990
Finans Kapitalin Teorik Çerçevesi
Kapitalizmin işleyiş biçimini ve gelişim dinamiğini ele alan ekonomi politiğin, inceleme konusu olmasına yönelik, iki yanlış eğilim tespit etmiş bulunmaktayız. Bunlardan birincisi, konuyu sadece akademik düzeyde ele alan; içi boş kavramlar kullanarak konuyu anlaşılmaz kılan, sadece birkaç aydın zümresine yönelik, elit bir düzeyde konunun ele alınışı yani sınıf mücadelesi ile ekonomi-politiğin işleyişi arasındaki kopmaz bağın ihmal edilişi. Bir diğeri yine aynı eğilimin bir diğer ucunu temsil eden; ekonomi-politiği ve açıklamasını sadece bu yukarıdaki eğilimi taşıyan kesime bırakan, sınıf mücadelesi açısından anlaşılmasını gereksiz gören, sınıf mücadelesinin üzerinde geliştiği ekonomi politiğin güç dengeleri, taktik ve stratejilerle arasındaki bağı yine ihmal eden, konuyu kabalaştıran ikinci eğilim. Buradan hareketle, kapitalizmin gelişim biçimini ve herhangi bir toplumsal formasyonda egemenlik ilişkisinin biçim ve niteliğini açıklamayı bir zorunluluk olarak görüyorum. Emperyalizm çağında, oluşumlarındaki farklı özelliklere rağmen; hem emperyalist ülkelerde hem de yarı-sömürge ülkelerde egemen konumu ifade eden “finans-kapital ve finans-oligarşisi”nin anlamı, sömürü yöntemleri ve sınıf mücadelesi açısından etkilerinin açıklanması gerekli. Bugün Türkiye’de de egemen olan “ finans-kapital” konusunun anlaşılması oldukça önem taşıyor.
1) Finans-Kapitalin Doğuşu
Emperyalizm öncesi dönemde, burjuvazinin çeşitli katmanları; ticaret sermayesi “ticari kâr’, sanayi sermayesi “sınai kâr”, toprak sahipleri “rant” ve finansal sermaye (banka sermayesi) “faiz” şeklinde “artı değeri” paylaşmıştır. Sermayenin merkezileşmesi sonucu sermayenin giderek daha büyük bir miktarda ve daha az sayıda kapitalistin elinde toplanması, “tekelleşme” teriminde ifadesini bulur. Tekelleşme hem bir olgu ama aynı zamanda sürekli var olan bir eğilimdir. Emperyalizmin öncesinde de, ilk başlarında da, egemen bir konum aldıktan sonra da var olan ve artan bir gerçekliktir “tekelleşme”. Ticaret sermayesini temsil eden kesimin içinde merkezileşme sonucu uğraş alanı ticaret (meta alış-verişi) olan tekellerin, sanayide sanayi tekellerinin, bankacılıkta banka tekellerinin ve büyük toprak sahipliği tekelinin ortaya çıkması ve gelişmesi, gözlemlenen ve ortaya konulan somut bir durumdur. Ancak “emperyalizm”le birlikte gelişme dinamikleri ve etkinlikleri farklı da olsa, banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçmesinden oluşan “finans-kapital” (mali sermaye), hem emperyalist ülkelerde, hem de emperyalizmin sömürdüğü ülkelerde egemen konuma yükselmiştir. Bu gerçeklik tekelleşmeyi dıştalamaz, tam tersine içine alır. Tekelleşmenin en yüksek evresine karşılık gelir finans-kapital. Ancak, kesimlerin iç içe geçmediği, birbirinden ayrı bir şekilde (birbirlerine etki etmekle birlikte fakat organik olmayan) varlığını sürdürdüğü durumu ifade eden “tekelci burjuvazi” kavramından farklı bir “sentezleşme”yi ve egemenlik ağını ifade eder “finans-kapital”…
a) Tekellerin Ortaya Çıkışı ve Gelişmesi
Tekeller bahsinde geçen ve konuya yabancı okur açısından karıştırılma olasılığı yüksek bazı tekel biçimlerini açıklamakta yarar görüyorum. Kartel: Burada büyük şirketler, birbirlerinden bağımsız kalmakla birlikte (faaliyet, mülkiyet, satış açısından) belirli konularda ortak davranmak için bir araya gelir ve anlaşma yaparlarsa, oluşturmuş oldukları bu birliğe “kartel” denir. Karteller satın alacakları malların fiyatlarının düşmesini engellerler. Sendika: Burada yine büyük şirketler bir araya gelerek sendika adı verilen bir birlik oluştururlar. Kartel’den farkı, satışlar şirketler tarafından ayrı ayrı değil, sendika’da toplanan siparişlerin şirketlerin büyüklüklerine göre dağıtılması yoluyla yapılır. Tröst: Tröstü oluşturan şirketler artık tümüyle tröste ait olur. Tröste katılan kapitalistler hem üretim hem de satış açısından özerk değildir. Burada işletmeler tamamıyla kaynaşmıştır (faaliyeti ne olursa olsun). Herkes hissesi oranında kârdan pay alır. Tröst diğer tekelci birliklerden daha karmaşık bir yapıya sahiptir. Çok yoğun bir sermayeye sahip olduğu için daha güçlüdür ve kârlı yatırımlar yapabilir.
1860 ve 1880 arası yıllar serbest rekabetin en parlak devresidir. Tekellerin ortaya çıkması için yoğunlaşma ve arkasından merkezileşmenin belli bir büyüklüğe erişmesi gerekir. İşte bu büyüklüğe Avrupa’daki kapitalist ülkeler ve ABD, XX. yüzyılın başında gelmişlerdir. Bunda etken olan faktörlerin başında 1900-1903 arasında yaşanan bunalım ve bu esnada rekabette daha güçsüz işletmelerin iflas ederek güçlü şirketler tarafından yutulmaları sayılmalıdır. Bunalım sırasında karteller ortaya çıkmış, satış ve rekabet koşulları üzerinde anlaşarak, sermayesi daha küçük olan kartel dışı şirketlerin rekabet etmelerini olanaksızlaştırmıştır. Bunlar ya kartellere eklemlenmiş ya da iflas etmişlerdir. Böylece, fiyatları olduğu gibi, ürünlerin miktarını da istediği gibi ayarlayan tekelci birlikler, yığınların azgın sömürüsüne dayalı birikimlerini, tekel olmanın verdiği avantajla pekiştirmişler, pazarı tek başına belirlemenin sağladığı tekel kârını da midelerine indirmişlerdir.
“ Yoğunlaşma” demek, üretimin arttırılması amacıyla (aslında artı- değeri arttırmak) yeni üretim araçları satın almak, daha çok değişmez sermaye kullanmak demektir. Bu da eskisinden daha büyük miktarda yatırım yapılmasını zorunlu kılar. Doğaldır ki bu boyutta yatırımı gerçekleştirebilecek olanlar, en çok sermaye birikimini elde edebilmiş olanlar yani tekelleşebilmişlerdir.
“Buradan anlaşılıyor ki, yoğunlaşma, gelişmenin belli bir düzeyine ulaştığı zaman, kendiliğinden, doğruca tekele götürür. Çünkü yirmi- otuz dev işletme, kendi aralarında kolayca anlaşmaya varabilir; öte yandan, rekabetin gitgide güçleşmesi, tekele gidiş eğilimi, açıkça, bu işletmelerin büyüklüklerinden doğmaktadır. Rekabetin bu şekilde tekele dönüşmesi, bugünkü kapitalist ekonominin -en önemli olayı değilse- en önemli olaylarından biridir”. (1) Yani kapitalizmin doğasında bulunan yoğunlaşma ve merkezileşme ilişkisi, tekellerin egemen olduğu “emperyalizm” çağında yoğunlaşma ve tekelleşme şeklinde düşünülmelidir.
b) Bankalar ve Yeni Rolleri
Dolaşım alanında, para-sermayenin akış kanallarını oluşturan bankalar, emperyalizm dönemine özgü yeni işlevler üstlenmişlerdir.
“Bankaların ilk ve temel görevi, ödemelerde aracılık hizmeti görmektir. Bu yolla, ahi para-sermayeyi faal sermayeye, yani kâr sağlayan sermayeye dönüştürürler; her çeşit para gelirlerini toplayarak, bunları, kapitalist sınıfın emrine veriler. Bankalar geliştikçe ve az sayıda kurumlarda yoğunlaştıkça, mütevazı aracılar olmaktan çıkıp, belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin hammadde kaynaklarının ve üretim araçlarının çoğunu, kapitalistlerin ve küçük patronların para-sermayelerinin hemen hemen tamamını emirlerinde bulunduran muazzam tekeller haline gelirler. Birçok mütevazi aracının, böyle bir avuç tekelci haline gelmesi, kapitalizmin kapitalist emperyalizme dönüşmesinin temel süreçlerinden birini meydana getirmektedir. ” (2)
Bankalarda yoğunlaşmanın artmasıyla birlikte, kredi kuruluşlarının sayısında azalma gözükür. Böylelikle az sayıda banka arasında “birbirleriyle tekelci anlaşmalar yapma ve bir banka tröstü oluşturma eğilimi, elbette giderek artar.” (3) Banka tekellerinin dışında kalan küçük bankalar da bağlı bankalar haline gelir. Çünkü ellerindeki para-sermaye kütlesi banka tekellerinin kasalarındakine oranla “devede kulak” kalır. Dolayısıyla, bankalar arenasında belirlenen kurallara tabi olurlar. Ne mevduat faizleri ne de kredilerden alınacak faiz oranları üzerinde etkili olamazlar. Kendileri dışında belirlenen bu alışveriş kurallarına uyum gösteremezler, iflasın eşiğine gelerek ya banka tekelleri tarafından yutulurlar ya da oyunun kuralını bozmamak şartıyla büyük banka tekelleri ile küçük işletmelerin para sermayeleri arasındaki ilişki ağını sağlayan, basit bir ödeme aracı haline düşmüş, yerel banka faaliyetini sürdüren şubeler haline gelirler.
Birçok kapitalist işletmenin cari hesaplarını tutan bankaların bu fonksiyonu çoğu kez yardımcı bir işlem olarak görülür. Ancak bu işlemin saygınlık kazanması, bütün kapitalist toplumun iktisadi faaliyetleri üzerinde merkezi bir düzenleme için gerekli olan enformasyon (bilgi toplama) ağının kurulması gibi ivedi bir ihtiyaca hizmet eder. Elde edilen enformasyon sayesinde küçük işletmelere verilecek kredi miktarlarını tespit ederek, kredi kozunu kendi çıkarlarına göre düzenlerler ve bunlar üzerinde denetim kurarlar. Bu gerçeği Lenin şöyle ifade ediyor:
“Bir avuç tekelci, -banka birlikleri, açık hesaplar ve diğer mali işlemler sayesinde- önce tek tek kapitalistlerin iş durumu hakkında kesin bilgi toplayarak, sonra bunları kontrol ederek, bunları, kredi vermeyi genişletip ya da zorlaştırıp etkileyerek ve bunların kaderlerini tamamen belirleyerek tüm kapitalist dünyanın ticari ve sınai işlemlerini kendilerine tabi kılarlar. ” (4)
Kredi mekanizmasının merkezileşmesi; bankalar ile ticari ve sınai işletmelerin kaynaşmasının maddi temelini oluşturur. Hisse senetleri alımı yoluyla bu kaynaşma sağlanır. Bu yöntemle bankalar, sınai ve ticari işletmelerin denetim (ya da yönetim) kurullarına kendi temsilcilerini (müdürlerini) sokarlar. Bütün bunlar, kapitalist ekonominin yeni bir toplumsallaşma biçimini yaratır. “Fakat bu, aynı zamanda özel- kapitalist mülkiyet biçiminin gelişmesinde yeni bir aşamadır. Bu aşamada az sayıda büyük bankalar grubu, işletmelerin çoğunluğu üzerindeki kontrolü sayesinde dev kârlar elde eder.” (5) Görüldüğü gibi, emperyalizm dönemine has yeni bir kaynaşma ve egemenlik biçiminin (finans-kapital ve finans-oligarşisi) oluşması için sadece tekellerin oluşması değil, fakat aynı zamanda banka tekellerinin oluşması ve önceki rollerinden ayrı olarak yeni işlevleri üstlenmeleri gerekmektedir
2) Finans-Kapital ve Finans Oligarşisi
a) Sanayi ve Banka Tekellerinin İç içe Geçiş Türleri
Kapitalizmin serbest rekabet döneminde, bankalarla sanayi arasındaki ilişki, kredi sağlama ilişkisidir demiştik. Sanayi sermayesi, kredi (finansman) ihtiyacını karşılamak amacıyla bankalardan ödünç para alır, işgücü sömürüsünden sağladığı artı değerin bir kısmını “faiz” olarak bankalara verirdi. 19. yüzyılın sonundan itibaren banka ve sanayi tekellerinin giderek gelişmesi, kedi mekanizmasının merkezileşmesi, banka tekellerinin elinde muazzam bir para-sermayenin birikmesine yol açmıştır. Artık para- sermayenin sadece banka-kârı ile yetinmesi söz konusu olamazdı. Ellerindeki para-sermayenin büyük bir kısmını sanayiye yatırmaya başladılar. Buna, sanayi şirketlerinin hisse senetlerini satın alarak, zor duruma düşen şirketlere “yardım ” amacıyla katılarak sağladılar. Böylece, sadece kredi verme işlemi ile değil aynı zamanda sanayiye yatırım yaparak, üretim araçlarının kontrolü üzerinde söz sahibi de olarak, artı değere doğrudan el koyma işine de soyundular. Bu işin sadece bankalar cephesi. Bir de sanayicilerin cephesinden bakalım. Banka tekellerinin sanayiye el atması ile sanayi tekellerinin bankacılığa el atması aynı anda gerçekleşir. Bu sefer, sanayi tekelleri; bankaların hisselerini satın alarak veya kendi bankalarını kurarak, hem aynı zamanda banka kârının bir kısmını ceplerine atmış, hem de ucuz kredi sağlamak olanağına kavuşmuş olurlar. Böyle her iki yolla da banka-sanayi sermayesinin sentezleşmesi (finans-kapital) gerçeklemiş olur.
b) Finans-Kapitalin Özü
Finans-kapitalin ilk kullanılışı Hilferding tarafından yapılmıştır: “Gerçekte, sanayi sermayesi haline dönüşen bu banka sermayesine -yani para- sermayeye “mali-sermaye” (finance Capital) diyorum. Kısacası, “mali-sermaye”, bankaların çekip çevirdiği, sanayicilerin kullandığı bir sermaye oluyor. ’ (6) Lenin bu tanımı eksik bularak şöyle karşı çıkmıştır. “Bu tanım, eksiktir; çünkü çok önemli bir olguyu, üretimin ve sermayenin genişleyen yoğunlaşmasının tekellere yol açtığı ve hala açmakta olduğu olgusunu, sessizce geçiştirmektedir. ”… “Üretimin yoğunlaşması, bunun sonucu olarak, tekeller; sanayiin ve bankaların kaynaşması ya da iç içe girmesi işte mali-sermayenin (finans-kapital) oluşum tarihi ve bu kavramın özü.” (7) Evet finans-kapital sanayi sermayesi haline dönüşen banka sermayesi değildir. İttifak kurmuş iki sermaye türü de değildir. Yani ayrıştırılamaz. Sentezleşmiş, organik bir bileşimi (banka sermayesi ile sanayi sermayesi) ifade eden ve ayrıştırılabilir tüm sermaye kesimleri üzerinde egemenliğini kurmuş yeni bir sermaye türüdür. Finans-kapital egemenliğini kuran, oluşum biçimi değil, sentezleştiği düzeydir. Yani, oluşum biçimi, herhangi bir toplumsal formasyonda finans-kapital egemenliğine geçişin tarihidir. Finans- kapitalin kendi içindeki evrim ve kompozisyon değişiklikleri; mutlak finans-kapital egemenliğinin işlevini yani başta işçi sınıfı olmak üzere tüm sınıf ve katmanlar üzerindeki hegemonyasını ortadan kaldırmaz. Tam tersine bu hegemonyayı sürdürebilmek için gerekli uyarlamaları yerine getirir.
Bu oluşum finans-kapital sahiplerine ekonominin her alanına (sanayi, bankacılık, ticaret, ulaşım, tarım vb.) yayılma ve artı-değerin her türlüsüne el koyma olanağı veren bir sermaye büyüklüğü sağlar. Sermayenin bütün kesimlerine el atmış ve artık her birinden farklı bir şeyi ifade eden “finans-kapital’ tek egemendir. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi (artık tekelleşmesi) her zamankinden daha da artmış olduğundan, sayısı çok az olan en kodaman kapitalistleri bünyesinde toplayan finans-kapital, azınlığın azınlığıdır. “Sermayenin ve üretimin tayin edici bölümü, bu azınlığın elinde yoğunlaşmış olduğu için, yeniden üretim süreci her şeyden önce bunların çıkarlarına hizmet eder.” (8)
Ekonominin her alanına el atış “Holding Sistemi” yoluyla olur. Holding sistemi bir ana şirkete bağlı birçok yavru şirketten oluşur. Ana şirket yavru şirketleri denetleme ve kontrol etme gücüne sahiptir. Holding sistemi; iştirakler yoluyla diğer firmaları satın almadan dahi kontrol etme ve yönetme olanağı sağlar. Örneğin üretimi denetleyebilmek için sermayenin yüzde 50’sine sahip olmak yetiyorsa, ikinci dereceden bir şirketin 10 milyonluk sermayesi için 5 milyon, dördüncü dereceden bir şirketin 10 milyonluk bir sermayesi için 1,25 milyon yetecektir. Küçük hisselerin çıkarılması, sermayenin demokratlaştırılması değil, küçük gelirlerin de para-sermaye haline dönüştürülerek artı değeri arttırma amacıyla kullanılması amacına hizmet eder. “Burjuva bilgiçler ve sözüm ona ‘sosyal-demokrat’ oportünistler, hisselerin demokratlaşmasıyla, sermayenin de demokratlaşacağını, küçük üretimin öneminin artacağını, rolünün büyüyeceğini umuyorlar (ya da umduklarını söylüyorlar); oysa bu, aslında, mali- oligarşinin (finans-oligarşisi) gücünü arttırma yollarından biridir. Bunun içindir ki, daha ileri, daha eski, daha deneyimli kapitalist ülkelerde, küçük değerde hisse senetleri çıkarılmasına yasalarca izin verilmiştir.” (9) ‘Yani finans-kapital “holding zinciri” sayesinde, bankalarda toplanan mevduat ve halka açılma adı altında hisse senetleri çıkarma yoluyla, küçük tasarruf sahiplerinin sermayelerini de kontrol ederek kendi kanalına aktarmaktadır.
Kapitalizm geliştikçe sermayenin sahipleri ile sermayenin yönetimi birbirinden ayrılır. Şöyle ki: Artı-değer kütlesi yine sermaye sahiplerine akmakla birlikte, sermayenin yönetimi, bu konuda uzmanlaşmış, maaşla çalıştırılan, görevleri; artı-değeri arttırmak için her türlü teknik, parasal ve işgücü sömürü yöntemini kullanarak artı-değeri sermaye sahiplerine aktaran yöneticilerin elindedir. “Emperyalizm ya da finans kapital egemenliği kapitalizmin, bu ayrılmanın muazzam ölçüde yaygınlaştığı en yüksek aşamasıdır. ”(10) Çünkü finans-kapitalin yönelmediği alan kalmamış, artı değerden pay alan her faaliyete sızmış, bir ya da birkaç holdinge bağlı faaliyet gösteren bir dolu şirket türemiş, bunların yönetimi işi de bir o derece zorlaşmıştır. Bu yüzden para babalarının işi, holdinglerin başında gözükmek ve artı-değeri cebe indirmektir. Bu çok sayıda şirketler zincirinin yönetimi, onlar adına hareket eden müdürler zümresiyle sağlanır.
Sermaye birikim sürecinin genişleme evresinde, sanayi de atılım zamanlarında finans-kapital (mali- sermaye) kârları kendi cephesinde toplar. Kârlılığa konu olan sermaye yatırımlarının büyüklüğü, bu çapta bir yatırımın, ancak azınlığın azınlığı finans-kapital küçük işletmeler iflasın eşiğine gelirler. Sermaye birikimlerinin yetersizliği, sermayenin ihtiyaç duyduğu uyarlama (yeniden örgütlenme) sürecine olanak vermez. Bu durumda, büyük bankalar, bunları, çok düşük fiyatlarla satın alır veya yok pahasına iştirakler şeklinde katılarak holding zincirini geliştirirler. Şirket kurtarma operasyonları bunlara en güzel örneklerdir. Kıymetli evrak ihracı veya devlet tahvillerinin alım-satımı işlemlerinde aracılık yine bu kesimin elindedir. “Birkaç elde toplanmış olan ve fiilen tekel durumu yaratan mali- sermaye (finans-kapital), mali-oligarşi egemenliğini güçlendirerek ve bütün bir toplumu tekelciler yararına haraca keserek, firmaların kuruluşundan, kıymetli evrak çıkarılmasından, devlet tahvillerinden çok büyük ve gittikçe artan ölçüde kârlar elde etmektedir. ” (II)
Finans-kapital banka ve sanayi sermayesinin sentezleşmiş halidir, ancak, faaliyetleri sadece bu alanla sınırlı değildir. Bağlı şirketler yolu ile her iktisadi faaliyet alanına sızar. “Büyük gelişme halindeki kentlerin çevresinde bulunan topraklar üzerine yapılan spekülasyonlar da mali-sermaye için son derece kazançlı bir işlem olmaktadır. Bankalar tekeli, burada, toprak rantı ve ulaştırma yolları tekelleri ile kaynaşır; çünkü fiyatların yüksekliği ve toprağın büyük kârlarla satılması olanağı vb. özellikle kentin merkeziyle rahat ve kolay bir ulaştırma düzenine bağlıdır; bu ulaştırma bağlantısı da, holding sistemi ve müdürler arasındaki mevki paylaşılması yoluyla söz- konusu bankalara bağlı şirketlerin elindedir. …Bir tekel bir kez kurulup milyarları çekip çevirmeye başladı mı, siyasal rejimden ve daha başka ayrıntı sorunlarından bağımsız olarak karşı konmaz bir biçimde toplumsal yaşamın bütün alanlarına sızacaktır. (12)
Özetle: Finans-kapital, tekelci sermaye kavramını da içine alan, fakat ondan daha aşkın, nitelikçe farklı, tekelci-sermaye kavramında bulunmayan kompleks bağlan da içeren emperyalizm dönemine özgü bir kategoridir. İç içe geçiş sadece ulusal değil, uluslararası alanda da söz konusudur. Özelikle emperyalist ülkelerin finans-kapitalleri yeni-sömürge ülkelerin finans-kapitalleri ile birlikte, fakat kendi belirleyiciliği altında emperyalizm çağında, sömürüyü uluslararası düzeyde de muazzam boyutlara vardırmıştır. Uluslararası işbölümünde aldığı konumu, çarpık da olsa kapitalist yeniden üretimi, ancak yabancı sermaye yoluyla sürdürebilen yeni sömürge ülkelere sermaye ihracı yoluyla nüfuz eden emperyalist ülkelerin finans-kapitalleri, dünyaya ahtapot gibi kök salmış, iyiden iyiye asalaklaşmıştır (sermaye ihracı ve finans-kapital bölümünde bu konu daha zengin bağlarla açılacaktır). Bu olguya işaret eden Lenin, emperyalizmi “finans-kapital çağı” olarak tanımlamıştır.
Finans-oligarşisi kavramına geçmeden önce belirtmek gerekir ki finans-kapital, sermayenin aldığı yeni bir nitelik ve egemenlik biçimidir. Daha önce anlattığımız finans-kapitalin ortaya çıkışına dair özellikler gelişkin kapitalist ülkelere özgüdür. Finans-kapitalin oluşumu (tıpkı tekelci sermayenin oluşumu gibi) sermaye birikimi ve türlerinin gelişkinlik düzeyine göre farklılıklar gösterebilmektedir. Emperyalist ülkelerde finans-kapital, tekelleşmenin belirli bir yoğunluğunda, banka ve sanayi tekellerinin aynı süreçte birbirlerine katılımı şeklinde sentezleşmiş, ortaya çıkmıştır. Ancak benzer yapı (finans-kapital ve finans-oligarşisi) emperyalizm çağında, yarı-sömürge ülkelerde de kurulmuştur. Siyasal yönden bağımsız görünmekle birlikte bu ülkeleri dünya pazarının oluşmasıyla birlikte dünya kapitalist sisteminin bir parçası haline gelmiştir. Finans-kapital çağma sıçramış dünya ekonomisinde, kapitalizme daha geç eklemlenmiş bu ülkelerin, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası uyarınca, baştan tekelci kapitalizm (serbest rekabeti yaşamadan) egemenliğinde örgütlenmeleri, diyalektik bir zorunluluktur.
Bugün Türkiye’de de finans- kapital egemendir. Banka ve sanayi sermayesi iç içe geçmiş ve sentezleşmiştir. Bu sentezleşmeden kaynaklanan finans-kapital, holdingler diye tanımladığımız şirketler zinciri şeklinde örgütlenmiş ve üretimin her alanına el atarak, artı-değeri kendi havuzuna dolduracak bütün kanalları yaratmıştır. Finans-kapitali oluşturan bir avuç para babası ülke yönetimine ilişkin ekonomik, siyasal ve diğer bütün alanlarda tek söz sahibidir. Ancak, finans-kapitalin Türkiye’de ortaya çıkış özellikleri, emperyalist ülkelerdekinden biraz daha faklıdır. Bu kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasasından kaynaklanan bir durumdur. Sanayi üretimi ile yakından uzaktan ilgisi olmayan Osmanlı toplumunda ekonomi; emperyalizmden gelen metaları ithal ederek, tarım ve tarıma bağlı ürünleri ihraç ederek meta ticareti yapan, liman kentlerinde mevzilenmiş gayrimüslim, “levanten” dediğimiz “komprador burjuvazi” ile bu metaların Anadolu’ya dağıtımını yapan ve küçük üretici, emekçi ve köylüleri tefecilik yoluyla haraca kesen “tefeci-bezirgân” ve “toprak ağaları hin egemen olduğu bir sistemdi. Kurtuluş savaşından sonra gayrimüslim “komprador burjuvazi”nin tasfiyesi sonucu, aynı işlevi, onlardan boşalan yere geçen tefeci- bezirgân sermayenin en irileri gerçekleştirdi. Sınıf temeli, ticaret burjuvazisi ve büyük arazi sahiplerine dayanan “Kemalizm”, batılı anlamda kapitalizmi yerleştirmek amacıyla 1924’te “İş Bankası”nı kurdu. İş Bankası’nın kurucuları arasında 14 milletvekili, 17 tefeci-bezirgan, 6 adette ticaretle uğraşan kapitalist var. Bankaya akan mevduatlar sayesinde kısa sürede büyük bir sermaye birikimi sağlayan “İş Bankası”, bankacılığın dışına da çıkarak sanayi teşebbüsleri kurmaya ve sanayi teşebbüsleri olarak kurulan şirketlere katılmaya başlıyor. Demek ki Türkiye’de kapitalizm, Batı Avrupa toplumları ve diğer emperyalist ülkelerin aksine, serbest-rekabetçi dönemini yaşamadan, baştan tekelci karakterde kuruluyor ve finans-kapital egemenliğinde gelişiyor. Finans-kapitalin bundan sonraki evrimi, emperyalizme bağımlı fakat emperyalist ülkelerin finans-kapitallerinin özellikleriyle paralel bir şekildedir. Devlet desteğiyle palazlanan sanayici kapitalistlerin banka kurmaları ve bankaların sanayiye el atmaları giderek yükselen bir sentezleşmede ifadesini buluyor. Daha önce de açıkladığımız gibi bugün ve 1930’lardan beri egemen olan finans-kapitaldir. 1923-1930 arası finans-kapital yaratma dönemi olarak düşünülmelidir. Türkiye’deki sürecin gelişimini finans-kapitalin ortaya çıkışındaki farklılık açısından ele aldık. (Daha ayrıntılı bilgi için Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “Finans- Kapital ve Türkiye” adlı broşürü incelenmelidir.)
c) Finans-Oligarşisi
Finans-kapital, kaçınılmaz bir şekilde, üretimi ve para dolaşımını elinde bulunduran “finans-oligarşisini” (mali-oligarşi) doğurmuştur. Sermaye nasıl kapitalist sınıfta kişileşirse, finans-kapital de, bu sınıfın egemen zümresinde, finans-oligarşisinde kişileşir. Finans-oligarşisini oluşturan kapitalistler bir avuç para babasından ibarettir. Bu finans grubu, bütün sermayelerini, ekonominin her alanında egemenliği elinde tutmak ve artı-değeri kendi havuzlarına aktarmak amacıyla bir anlaşma zemininde birleştirirler. Her finans-kapitalist grubu, genel olarak, finans kaynaklarını sağladığı bir ya da birkaç banka, sigorta şirketleri ve çok sayıda ticaret ve sanayi şirketine sahiptir. Bunların bileşiminden oluşmuş holdingleri, alanında uzmanlaşmış müdürler ve yardımcıları, teknik danışmanlar ve her yasa boşluklarını tespit eden, bu boşlukları artı-değeri daha da genişletmek amacıyla kullanan hukukçular yönetirler. Fakat bütün bunlar maaşla tutulmuş bekçilerdir, bütün davranışları, finans-kapitalin kendisini ifade ettiği finans-oligarşisinin istekleri ve arzuları yönündedir. Bütün sosyal statüleri ve uzmanlık perdeleri aralandığında, altında yatan kâr güdüsü ve binlerce yıllık insan üretici gücünün tüm değerlerinin azgın sömürüsü bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilir.
Finans-oligarşisi, hisse senetlerini “halka açılma” adı altında (özelleştirmeler ve menkul sermaye ihracı buna en iyi örneklerdir) çok sayıda küçük tasarruf sahibine de pazarlayarak, birbirinden dağınık halde ve hiçbir zaman yönetimi ele geçiremeyecek durumda olan bu kesimin gelirlerini de sermaye olarak kullanır ve yutar. Bu yöntemin karakteristiği “anonim şirketlerdir”. Toplam nüfusun yüzde 1’ini bile oluşturmayan bu grup, ulusal zenginliğin yüzde 60-80’ini elinde tutar.
Özetle; emperyalizm çağının ürünü “finans-kapital’ ve egemenlik biçimi “finans-oligarşisi” sermayenin aşırı ölçüde yoğunlaşması ve merkezileşmesi sonucu, dev bir sermaye kütlesiyle diğer küçük sermayeleri de yutar ve asıl sömürüsünü yükselen “organik bileşim” sonucu, mutlak ve nispi her türlü artı değer üretimi yoluyla, işçi sınıfı ve emekçi katmanlar üzerinde yoğunlaştırır. “Kapitalizmin özelliği, genel olarak, sermaye sahipliğini, bu sermayenin sanayide uygulanışından; para-sermayeyi, sınai ya da üretken sermayeden, yalnızca para-sermayeden elde ettiği gelişle yaşanan rantiyeyi, sanayiciden ve sermayenin yönetimi ile doğrudan ilgili herkesten ayırır. Bu ayrılma, geniş ölçülere ulaştığı zaman, . finans- kapitalin (mali sermayenin) egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşama çizgisine gelir. Mali sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğünü rantiyenin ve finans-oligarşisinin (mali-oligarşi) egemenliği anlamını da taşır; mali yönden ‘güçlü ’ birkaç devletin bütün öbür devletler karşısındaki üstün durumunu da açıklar.” (13)
– Egemenliğini üretim temelinde holding sistemi ile kuran finans-oligarşisi, siyasal egemenliğini de siyasi gerici burjuva demokrasisi ya da doğrudan faşizm yoluyla sürdürmektedir. Hangi devlet biçiminin yöntem olarak uygulanacağı finans-kapitalin mevcut birikim rejimini sürdürebilme varyasyonları (seçenekleri) ile sınıf mücadelesinin gelişkinlik düzeyi ve güç dengelerine bağlıdır. Şu ya da bu finans- kapitalistin tercihine değil. Bugün Türkiye’de geniş halk yığınları ve proletarya hem emperyalizm, hem de “holding sistemi” şeklinde örgütlenmiş finans-kapital tarafından faşizmin çizdiği ekonomik, hukuki ve siyasal yapı içinde azgınca sömürülmektedir. Burjuvazinin siyasal diktatörlüğünün doğrudan aracı olan devlet aygıtı finans-kapitalin elindedir. Türkiye proletaryası ve emekçi yığınlara, proletarya sosyalizminin bayrağı altında, finans-oligarşisini alaşağı etmek düşüyor.
3) Sermaye İhracı ve Finans- Kapital
Serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırt edici niteliği meta ihracıydı. Tekellerin hüküm sürdüğü bugünkü kapitalizmin ayırt edici niteliği ise, sermaye ihracıdır.” (14) Lenin’in de ifade ettiği gibi, emperyalizm döneminin ve dolayısıyla finans-kapital egemenliğinin ayırt edici bir özelliğidir sermaye ihracı. Taşıdığı önem nedeniyle konuya yabancı olmayan okuru sıkmak pahasına meta ihracı ve sermaye ihracı arasındaki farkları belirtmeyi gerekli görüyorum. Kapitalizm, emek gücünün kendisinin meta haline geldiği ve ancak bu yolla artı-değerin yaratıldığı meta üretimidir. Kapitalist yolla üretilen çeşitli metaların ulusal sınırların dışında satılarak elde edilen paranın kapitalist girişimcilere geri dönmesi “meta ihracı”dır. Bu kapitalist üretim tarzının egemen olduğu her dönem ve her toplum için şu ya da bu oranda gündemde olan ekonomik bir ilişki tarzıdır. Emperyalizmle birlikte ise sermaye ihracı karakteristik oldu. Sermaye, ücretli emek kullanımı ile artı-değer elde edilmesini sağlayan toplumsal bir üretim ilişkisidir. Sermaye, ülke sınırları içinde değil, başka bir ülkede “meta-üretimi” amacıyla kullanılır ve elde edilen artı-değer kapitaliste geri dönerse bunun adı “sermaye ihracı”dır. Kapitalist, bir başka ülkede yatırım yapıyorsa, yani o ülkede herhangi bir üretim gerçekleştiriyorsa, vergi ve birtakım kanuni karşılıklar dışında, girişimin karşılığı olan kâr ile sermayenin karşılığı olan faizi içeren artı-değerin bütününe el koyar. Eğer yatırımı doğrudan yapmıyor, başka bir kapitaliste ya da hükümete ödünç veriyorsa, karşılık olarak “faiz” şeklinde artı- değerden pay alır. Ancak her iki durumda da sermaye ihraç edilmiş ve ulusal sınırlar dışında yaratılan artı-değerden şu ya da bu oranda pay alınmıştır.
Üretimin ve sermayenin yoğunlaşması, banka ve sanayi tekellerinin iç içe geçmesi finans-kapitali ve finans-oligarşisini oluşturmuştur. Bu oluşum dev boyutlardaki sermayenin küçük bir finans azınlığının elinde toplanmasına yol açmıştır. Bu muazzam bir “sermaye fazlası” demektir. Demek ki sermaye ihracının zorunlu bir koşulu sermaye fazlasının bulunmasıdır. Ancak bu yetmez. Sermaye ihracının yapılması için bu sermaye fazlasının yurt dışında kullanılmasının daha kârlı olması gereklidir. Geri kalmış ülkelerde kâr oranı daha yüksektir. Çünkü bu ülkelerde sermaye kıt, ücretler düşük ve hammadde ucuzdur. Üstelik sermaye fazlasının emperyalist ülkelerde kullanılması, üretimi bollaştırıp, fiyatları düşüreceğinden tekel kârını azaltacaktır, öyleyse tek amacı azami kâr olan finans- oligarşisinin yatırımını yapacağı uygun koşullar da varsa (ulaşım, hammadde kaynağı, ucuz ve yeterli işgücü, politik riskin düşüklüğü) kâr oranını düşüreceğine, daha yüksek kârlılık sağlayan geri kalmış ülkeler, biçilmez kaftandır. “Sermayenin ihraç zorunluluğu, (tarımın geri kalmış olması ve yığınların yoksulluğu nedeniyle) sermayenin ‘kârlı’ yatırım alanı bulamadığı bazı ülkelerde, kapitalizmin ‘yüksek derecede bir olgunluk’ kazanmasına bağlıdır.” (15) Burada bir saptama yapmak gerekiyor. Herhangi bir toplumsal formasyon da egemenlik biçiminin finans-kapital olması sermaye ihracına başvurulabilmesi için yeterli değil. İlkin ‘sermaye fazlası’ bulunması, sonra bu sermaye fazlasının ulusal sınırlar içinde değerlendirilmesinin kârlı olmaması, diğer ülkelerde daha kârlı alanların bulunması ve nihayet, sermaye ihracına başvuracak diğer ulusların finans-kapitalleriyle rekabetten galip çıkılabilecek veya ortak bir anlaşma zemininde çok ulusluluk arenasında yer alınabilecek şekilde kapitalizmin yüksek derecede olgunluk kazanması gerekiyor.
Sermaye ihracı ilk kez emperyalist ülkelerin kendi aralarında gerçekleşmiştir. Çünkü ulaşım ağları ve altyapı tesisleri tamam olduğu için ek maliyet gerektirmiyordu. Ayrıca emperyalizmin ilk zamanlarında yabancı sermayenin yatırım yapması için zorunlu olan ulaşım (demiryolu, karayolu vb.) haberleşme ve diğer altyapı hizmetleri geri kalmış ülkelerde yeni yeni tamamlanıyordu. Emperyalist ülkelerde sermayenin organik bileşiminin yükselmesi sonucu kâr oranları düştüğünde ve ulaşım ağları tamamlandığında, sermaye geri kalmış bölgelere akın etmeye başladı. Böylece Lenin’in belirttiği gibi “Sermaye ihracı, birkaç zengin devletin kapitalist asalaklığı adına, dünya ülkelerinin ve halklarının çoğunun emperyalist baskı ve sömürü altına girmesi için sağlam bir temel oldu.” (16) Bunun iki sonucu olmuştur. Birincisi; sermaye ihraç edilen ülkelerde kapitalizmin gelişmesi hızlanmıştır. Ancak bu gelişme çarpık ve bağımlıdır. Çarpıktır, çünkü azgelişmiş ülkelerin ekonomileri sadece birkaç hammadde veya tüketim maddesi üretimine dayalıdır. Bağımlıdır, çünkü üretimleri, uluslararası işbölümünün belirlediği alandan emperyalizmin ithalatçısı durumundadırlar. Yani sermaye ihracı, meta ihracını ortadan kaldırmamış, ona ek olarak sömürüyü yaygınlaştırmış ve derinleştirmiş, meta ihracını da arttırmıştır. İkincisi; az gelişmiş ülkelerin proleter ve emekçileri hem kendi ülkelerinin finans-oligarşisi hem de emperyalist ülkelerin finans-oligarşisi tarafından çifte sömürüye uğramıştır ve uğramaktadırlar. “Böylece, mali-sermaye (finans-kapital), sözcüğünü tam anlamıyla, denebilirse, ağlarını, dünyanın bütün ülkelerine yaymaktadır.
Sömürgelerde kurulan ve şubeler açan bankalar, bu bakımdan önemli rol oynar” …Sermaye ihraç eden ülkeler, dünyayı, sözcüğün mecaz anlamıyla, aralarında paylaşmıştı. Ama finans-kapital, yeryüzünün, doğrudan paylaşılmasına götürdü.” (17) Bu durum, proleter ve emekçileri bir yandan kendi finans-kapitallerine karşı birleştirirken, uluslararası alanda da işçi sınıfının enternasyonalist dayanışmasını zorunlu kılmaktadır.
4) Finans-Kapitale Karşıt Polemiklerin Dayanılmaz Hafifliği
Devrimci strateji ve taktikler birincil olarak sınıfsal yapı ve tahliller üzerinde temellendirilir. Somut durumun analizinden yola çıkmayan veya yanlış tespitlerle sınıf mücadelesine soyunan siyasetler tarihin eleyici süzgecinde takılmaya mahkûmdur. Bugün Türkiye’de sınıf mücadelesinde proletaryanın yanında ve ona önderlik etme iddiasında bulunan siyasi yapılar, günü ve geçmişi açıklamayan, yetersiz ve muğlak tahlillerle yetinemezler, yetinmemelidirler. Kuşkusuz küçük burjuva sosyalizmi ve burjuva sosyalizmi ideolojisi etrafında strateji ve taktikler üretenler muhatabımız değildir. Çünkü her siyasi eğilim, dayandığı sınıfın özlemleri, talepleri ve ideolojik gözlüğüyle olaylara bakacak ve bunlara uygun taktikler üreteceklerdir. Ancak hem proletaryanın davası uğruna mücadele ettiğini söyleyen fakat hem de sınıfsal yapının tahlilini, proletaryanın bilimsel dili Marksizm-Leninizm ışığında yapmayan ya da yeterince yapamayan siyasi yapılardaki netsizlikler ve teorik bulanıklıklar silinmelidir. Bugün Türkiye’de proleter mücadele doğrultusunda programatik ve taktik hedefler üretmek “finans-kapital” ve “finans-oligarşisi”ni tespit etmek, bu oluşumun tüm neden ve sonuçlarını incelemek ve teşhir etmek, işçi sınıfı ve emekçi katmanlara hedef göstermekten geçiyor. 12 Eylül faşizmi 24 Ocak ekonomik paketiyle kucak kucağa oturup, 80 sonrası iktisadi operasyonlar “finans-kapital” dışındaki tüm kesimleri haraca kesince ekonomideki tekelci yapı ve finans- oligarşisi gerçeği birçok siyasi yapının gözlerini tespitlerini yeniden ele almaya çevirmiştir. Fakat gerek incelemelerin mantık sonuçlarına varmasını engelleyen teorik donanımdan yoksunluk gerek proletaryanın ideolojisi dışındaki sınıf ve katmanların bakış açılarından etkilenmiştik hala bazı kesimler de finans-kapital gerçeğinin bulgulanamamasına yol açmıştır. Emek dergisi artık mali-oligarşi (finans- oligarşisi) egemenliğinden söz ediyor. Ancak bu egemenliğin 1980’le başladığını iddia ediyor. Bu bakış açısının eleştirisi daha önceki dergi sayfalarımızda yapıldı, (bkz. Mehmet Yılmazer, “Emek Eleştirisi”, Mayıs 89, s. 6-7-8, Çağdaş Yol). Aynı siyasi eğilimin 1978’de çıkan bir yayınında yerli bir finans-kapital olamayacağı üzerine polemiğe giriliyor. 12 Eylül, bu çevrenin değerlendirmelerinin önemli bir kısmını değiştirdi. Ancak, parça parça da olsa hala bazı yapılarda kendini koruyan bu teorik itirazlar, bu yayında toplu olarak bulunduğundan (tüm özenden yoksun bir içerik ve üsluba rağmen) okurun kolay erişmesi ve karşılaştırma yapabilmesi açısından yanıtlanmak.
Emeğin Birliği yazarı, yerli finans-kapitalin olamayacağına ilişkin teorik itirazlarına (teorik değeri tartışılır tabii) şöyle başlıyor: “Sanayi sermayesi tüm üretim alanlarında yoğunlaşıp tröstleşmeden ve sanayide bir tekelcilik olgusu ortaya çıkmadan, yani sanayi sermayesi ülkenin modern üretiminde tam bir hakimiyet sağlamadan ve bu süreç içerisinde gelişip tekelleşen banka sermayesi ile bir iç içelik sağlamadan ve karşılıklı bir denetim ve yönetim gerçekleştirmeden, bir finans-kapitalden bahsetmek ya saflık ya da siyasi şarlatanlık olur.” (18) Proletarya biliminden yoksunluk ve düz mantık, kendini bilmez bir şaşkınlık, karalama ve çarpıtmada ifade buluyor. Finans-kapital egemenliği ile oluşum biçimini karıştırmak işçi sınıfı bilimi ile yeni tanışmış bir sempatizanın bile düşmeyeceği bir gaftır. Finans-kapital egemenliğini tanımlayan oluşum biçimi değil, sentezleştiği düzeydir. Kapitalist üretim tarzına çok önceden geçmiş, serbest-rekabet içinde yoğunlaşma ve merkezileşmeyi yaşamış, tekellerin bu dönemde oluşmaya başladığı sermaye fazlasının ortaya çıkmış olduğu, meta ihracının olgunluk dönemini kapadığı, emperyalizmi karakterize eden sermaye ihracının bir birikim üzerinde temellendiği ‘kapitalizmin yüksek bir olgunluk seviyesi ne ulaştığı gelişmiş kapitalist ülkelerde finans-kapitalin oluşum biçimini diğer toplumsal formasyonlarda aramak düz mantık değilse nedir? Emeğin Birliği yazarı eşitsiz ve bileşik gelişme yasası diye bir şey duymamış olmalı, benzeri bir düz mantık 1960’larda ülkede egemen üretim tarzının kapitalist olup olmadığı konusunda yürütülmüştü. Gözünü batılı gelişmiş kapitalist ülkelerden ülke gerçeklerine çeviremeyen bazı çevreler “yarı-feodal” gibi ucube bir kategori icat etmişler, Türkiye’nin gündemindeki devrime “anti-feodal” karakter yükleyip, temel çelişkiyi emperyalizm ve feodal yapı ile halk arasında görmüşlerdi. Oysa kapitalist üretim tarzını tanımlayan ücretli emek-sermaye toplumsal üretim ilişkisinin egemen olup, olmadığıdır. Çeşitli ülkeler arasındaki sermaye birikiminin ulaşmış olduğu düzey farklılıkları -ücretli emek-sermaye toplumsal üretim ilişkisi veri ise- kapitalist toplumlar arasındaki gelişkinlik düzeyleriyle ilintilidir, birini merkez alarak, diğerlerinin kapitalist olup olmadıklarını bu baza göre değerlendirmek, nitelik ve nicelik karmaşasına uğramak demektir. Üstelik ülkelerin kapitalist üretim tarzına geçişleri de, iç dinamiklerle-dış dinamiklerin çeşitli bileşimlerde etkilemesi sonucu gerçekleşir. Batı Avrupa’da kapitalist ana yurtlarındaki tarihi gelişim ile kapitalist üretim tarzına, dünya pazarı oluştuktan, emperyalizm evrensel bir kategori haline geldikten sonra sıçrayan azgelişmiş ülkelerin kapitalistleşme biçimleri birbirinden oldukça farklıdır. Bu farkları ortaya sermek tikel ile tümel olanın diyalektik bağlarını kurmaktan geçer. Emperyalizm evrensel bir nitelik oluşturduğu andan itibaren artık hiçbir toplumsal formasyon sadece kendi iç dinamikleriyle gelişemez. (Sermaye ihracının geri kalmış bölgelerdeki kapitalistleşme üzerindeki etkilerini açmıştık) Fakat bu iç dinamiklerin etkisini ortadan kaldırıp, toplumların gelişim biçimlerini aynılaştırmaz. Kapitalizme geç girmiş ülkeler, eşitsiz ve bileşik gelişim sonucu bir yandan en yeni biçimleri kendi yapılarında barındırırken bir yanda da en arkaik, geri kalmış toplumsal ilişkileri de değişik düzeylerde de olsa taşırlar. Fakat bu gerçek bu toplumların kapitalist olup olmadığını değil, kapitalizmin egemen üretim tarzı olarak eklemleniş sürecindeki farkları açıklar. Emeğin Birliği’nin yazan ve düşüncesini paylaşanların düz mantığına göre bu ülkeler kapitalist sayılmamalı, çünkü kapitalizmin yerleşiş biçimi kapitalist anayurtlardaki gibi oluşmamıştır. Eğer böyle bir açıklamaya yazarın itirazı varsa, temel olan niteliklerle özgül niteliklerin arasındaki bağ ve etkileşim biçimini açıklamak zorundadır. Finans-kapital banka ve sanayi sermayesinin sentezleşmesinden oluşmuş ve holding sistemi yoluyla ekonominin bütün üretim, dolaşım, dağıtım ve bölüşüm alanlarında diğer kesimleri aleyhine diktatörlüğünü ilan etmiş finans-oligarşisinin dayandığı sermayenin adlandırmasıdır. Emperyalizmin ortaya çıktığı uluslararası mali-sermayenin egemenliğini ilan ettiği bir süreçte, kapitalizme eşitsiz ve bileşik gelişme uyarınca geçen Türkiye için serbest rekabeti yaşamadan, tekelci karakterde kapitalizmin örgütlenişi, diyalektik olarak finans-kapital örgütlenmesi dışında yaratılamazdı. Finans-kapitalin oluşum biçimini gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleştiği biçimde niteleyerek aynılaştırmak, demagoji değilse bilgisizliktir, politik şaşılıktır.
Emeğin Birliği yazarının itirazlarına devam edelim: “Finans-kapitalin en belirleyici özelliklerinden biri de, herkesin bildiği gibi, sermaye ihracıdır.” (19) dedikten sonra soruyor. Nasıl oluyor da sermaye ihracı yapamayan bir ülkede finans- kapital oluyormuş? Sorun yine tersten koyuluyor. Sermaye ihracı varsa finans-kapital var, aksi halde söz edilemez. Emeğin Birliği yazarının her itirazından düz mantık akıyor. Sermaye ihracı mali-sermaye öncesinde de vardı. Mali-sermaye, sermaye ihracını yeni bir artı-eğer aktarma ve sömürü aracı olarak yaygınlaştırmış, emperyalizme özgü bir ilişki tarzı haline getirmiştir. “Sermaye ihraç eden ülkeler, dünyayı, sözcüğün mecaz anlamıyla, aralarında paylaşmıştı. Ama mali-sermaye, yeryüzünün doğrudan paylaşılmasına götürdü. ” (20) Sermaye ihracı, finans-kapitalin varlık göstergesi değil, kapitalizmin gelişkinlik düzeyiyle ilgili ve fakat finans-kapitalin gelişkinlik düzeyi ile emperyalist sömürüyü yaygınlaştıran bir maniveladır. Yani sermaye ihracının yaygınlaşarak karakterize ettiği olgu emperyalizmdir. Finans-kapital değil. Kaldı ki sermaye ihracının varlığı ya da yokluğu da değildir emperyalizmi ifade eden. O toplumsal formasyonda belirleyici karakter kazanıp, kazanmadığıdır. Sermaye ihracı en geniş anlamıyla üretim kaydırması olarak ele alındığında bile bugün bazı az-gelişmiş ülkeler, emperyalizmin eskimiş, kârlı bulmadığı alanlarda yatırım malları üretip bunları kendilerinden daha geri konumda bulunan ülkelerde tesis kurarak, ihraç ederek, o ülkelerde yaratılan artı-değerin bir kısmına el koyuyorlar. Eğer bu sermaye ihracı değildir denirse (sömürülen ülkelerin arasında gerçekleştiği ileri sürülerek) sömürenler arasındaki sermaye akımlarının neyi ifade ettiği açıklanmak zorunda. Sermaye ihracı ilk kez emperyalist ülkeler arasında yaşanan bir ilişki tarzıydı. Sömürülen ülkelerin de sömürgeleri olur. Aksini iddia eden yapılar bugün Türkiye’de ulusal sorun konusunda yeni sömürgenin klasik sömürgesi olmaz mantığıyla hareket ederek, Kürdistan’ı Türkiye’nin değil emperyalizmin sömürgesi olarak nitelendirmektedirler. Bu yaklaşım yerli finans- kapitalin egemenlik biçimini inkâr eden, yaratılan değerin olduğu gibi emperyalizme aktığı, işbirlikçilerin sadece komisyon aldığını ileri süren yaklaşımların türevidir. Vurgulamak istediğimiz nokta, sermaye ihracının varlığı ile yokluğunun emperyalizmi tanımlamadığı, sermaye ihracının o toplumsal formasyonda belirleyici nitelik kazanır bir şekilde yaygınlaşması sonucu emperyalist karakter kazandığıdır. Bugün Türkiye’de yerli finans-kapital, çok küçük bir oranda da olsa, finans-kapitalin diğer bazı azgelişmiş ülke finans- kapitallerine oranla görece gelişkinliğinden kaynaklanan ve emperyalizmin rekabeti dışında kalan bazı alanlarda sermaye ihracı yapmaktadır. Ancak emperyalist karakter taşımak bir yana, açıkça emperyalizmin (uluslararası-mali sermayenin) yarı-sömürgesidir.
Bir diğer itiraz da şu: “ 1923’den 1950’ye kadar, devlet mekanizmasında milli burjuvazi ve onların sınıf çıkarlarına hizmet eden küçük- burjuva bürokratlar etkin durumdaydılar (kuşkusuz bu süreç içerisinde milli burjuvazi içerisinden emperyalizmle işbirliğinden yana olan bir tabaka giderek güçleniyordu, fakat devlet mekanizması üzerinde henüz belirleyici bir hâkimiyetleri yoktu).” … “Eğer o dönemde finans-kapital aşamasına ulaşmış bir Türk burjuvazisi varsa, neden küçük-burjuva bürokratlara iktidarda bu kadar etkinlik tanınmış?’ (21) Farklı bir itiraz olarak ileri sürülen fakat Türkiye’deki sürecin gelişimi açısından birlikte yanıtlanması gereken bir nokta daha var: “Bir de, Türkiye’deki devletçiliğe baktığımız zaman görüyoruz ki devletleştirilen sanayi dallarında hem devlet hakimdir ve hem de o dallarda sözü edilebilir bir özel sermaye birikimi yoktur ve hatta o üretim alanında özel sektöre üretim yapma müsaadesi verilmemiştir, bu da kanunlarla sabitleştirilmiştir. Bu durum devlet eliyle kapitalizmin gelişimini çarpık biçimde sağlayabilir; fakat tekelci kapitalizmin (finans-kapitalin) gelişmesi için en büyük engeldir.” (22) Türkiye’nin sınıfsal yapı gerçekliklerinden, devletin fonksiyonu ve sermayenin işleyiş kanunlarından bu kadar uzak olunur doğrusu. Kafa karışıklığını sergilemek için bu kadar zırvanın bir arada yayınlandığı bir yazı daha aransa bulunabilir mi bilmiyorum. Proletarya bilimiyle ilgisi olmayan ve çok sık tekrarlanmış bir kavrayış ve yaklaşımı eleştirmekle başlayalım. Burjuvaziyi işbirlikçi ve işbirlikçi olmayan (milli) burjuvazi olarak ikiye ayırmak, sermayenin tabiatını kavrayamamak demektir. Sermaye kökeni artı-değer elde etme amacına dayanan toplumsal bir üretim ilişkisidir ve kapitalist sınıfta kişileşir. Sermayenin bir tek kanunu vardır: Genişleyen yeniden üretim yoluyla artan bir şekilde artı- değer üretimi ve bu koşulları yeniden üretmek amacıyla gereken uyarlamaları yapmak. Sermayenin vatanı yoktur. Dünyanın en büyük mali gruplan arasında kurulan çok uluslu şirketler bu durumu aksi inkâr edilemeyecek şekilde gözler önüne sermektedir. Herhangi bir ulusun burjuvazisi gerek daha fazla kâr elde etme avantajından gerekse de güçsüzlüğünün etkisiyle, ancak daha büyük mali-grupların belirlediği koşullarda varlık sürdürebildiğinden kaynaklansın, her iki nedenden de olsa, doğası gereği diğer ulusun burjuvazileriyle işbirliği içindedir. Bu, rekabeti dıştalamaz. İşbirlikçilik nitelemesi sermayenin kendine ilişkin bir özelliğidir ve burjuvazi kelimesinin başına getirilmekle yeni olan hiçbir şeyi ifade etmez. Ama burjuvazinin bir kısmının hangi saiklerle milli (işbirlikçi olmayan) davranış kalıplarına büründüğünü açıklamak Emeğin Birliği yazarına kalsın, bizim konumuz değil bu. Devlet mekanizmasında 1923’den 1950’ye kadar milli burjuvazi ve küçük burjuva bürokratların etkinliğini ileri sürmek ve bunu devletçilikle açıklamaya kalkmak düpedüz saçmalıktır. Tekrarlayalım: 1923-1930 arası finans- kapital yaratma dönemidir. Sınıf temeli ticaret burjuvazisi, tefeci-bezirgânların ve toprak ağalarının en irilerine dayalı (küçük burjuva bürokratlara değil) Kemalizm’in Türkiye’nin uluslararası işbölümünde kapitalist bir konumda yer alabilmesi için başka bir seçeneği yoktur. 1924 İzmir İktisat Kongresi’nde iktisadi yapının teşekkülü tartışılırken, yeterli birikimden yoksun özel sermayeye rakip olarak değil, desteklemek ve öncü olmak amacıyla İş Bankası’nın kurulması ve devletin iktisadi faaliyete müdahalesi öngörülmüştür. KİT’ler de bu politikanın uzantısı olarak kurulmuş teşebbüslerdir. Yani Emeğin Birliği yazarının ifade ettiği gibi devletçilik finans-kapitalin oluşmasına engel olmak bir yana, oluşması ve sonra da palazlandırılması için uygulanan bir yöntemdir.
Bir de emperyalizmin kavranış biçimini sergilemek için son bir örneğe daha başvuruyoruz. “Emperyalizm çağında, Türkiye ve buna benzer tüm geri bıraktırılmış ülkelerde finans-kapitalin oluşması, sermaye kanununa göre mümkün değildir….. Türkiye’de de bu durum olmuştur. Yani, emperyalist sermaye 1950’lerden sonra Türkiye pazarına bütün gücüyle girmiş ve ekonomik ilhak yoluyla Türkiye’yi ekonomik, politik, kültürel, askeri yönden yan-bağımlı duruma getirmiştir. Artık bu durumdan sonra, Türkiye’de bir finans-kapitalin oluşması tarihi ve ekonomik bakımdan mümkün değildir.” (23) Evet biz, Emeğin Birliği yazarının uçkun icatlarının tam tersine, sermaye kanununa göre, emperyalizm çağında, Türkiye ve buna benzer tüm yarı-sömürge (geri bıraktırılmış değil; çünkü bu kavram ülke içi dinamiklerin üstünü örtme ve önemsememe çabasının bir ön hazırlığı olarak ortaya çıkıyor) ülkelerde finans-kapital örgütlenmesinin bir zorunluluk olduğunu kanıtladık. Yazarın görüşlerini ifade ettiği siyasi çevre daha finans-kapitalin oluşması tarihi ve ekonomik bakımdan mümkün değildir yargısını, 12 Eylül faşizminin yarattığı öğreticilikle bir kenara bırakmış, 1980 sonrası “mali-oligarşi” (finans-oligarşisi) egemenliği vardır tespitini yapmıştır. Ancak emperyalizmin ülke içi dinamiklerin kavranmasına engel olan, yukarıdaki biçimde kavranması, başta Cephe kökenli siyasetler olmak üzere, sınıfsal yapı tahlillerinin üzerine ölü toprağı serpmektedir. Bu mantık değişmedikçe Türkiye’de sınıf mücadelesinin gelişim seyri asla anlaşılamaz. Emperyalizm her şeyi açıklayan bir kavram haline getirilmiş, içi boşaltılmıştır. Hatta bu o kadar abartılmıştır ki devrimci mücadelenin hattı çizilirken şehirlerin emperyalizm tarafından kuşatıldığından hareketle, mücadele kırlardan başlayarak şehirlere yayılacaktır tespiti yapılmıştır. Amacımız emperyalizm olgusunu dışlamak değildir. Ancak bugün Türkiye’de, temel çelişki; proletarya ve emekçi katmanlar ile finans-kapital arasındadır. Bir avuç para babasından oluşan finans-oligarşisi geniş halk yığınlarını faşizm destekli politikasıyla haraca kesmektedir. Elbette yarı-sömürge olan bir ülkenin finans-kapitali emperyalizme bağımlı olacaktır. Ama öne çıkarılacak temel çelişki bu değil, sınıf mücadelesidir. Doğaldır ki işçi sınıfının önderliğinde ve diğer emekçi katmanlarla ittifak halinde kurulacak demokratik halk iktidarı, sosyalizmin inşası yolunda, emperyalizme de darbeyi vurmuş olacaktır.
(Sürecek, 12. sayı: Finans-Kapitalin günümüzdeki görünüş biçimleri)
KAYNAKÇA
1) V. İ. Lenin, Emperyalizm, Sol yayınları Haziran 1979, s. 23
2) a.g.e., s. 38-39
3) Lenin, Eserleri, Cilt: 22, s. 223, 1971
4) a.g.e., s. 218
5) Ekonomi Politiğin Temelleri, May yayınları 1979, S. 597
6) R. Hilferding, Das Finans kapital, 2. baskı, s. 301
7) V. İ. Lenin, Emperyalizm, s. 58
8) Ekonomi Politiğin Temelleri, s. 600
9) V.İ. Lenin, Emperyalizm, s. 59
10) Lenin, Eserleri, Cilt: 22, s. 242
11) V. I. Lenin, Emperyalizm, s. 67
12) a.g.e., s. 68-70
13) a.g.e., s. 71-72
14) a.g.e., s. 74
15) a.g.e., s. 75-76
16) a.g.e., s. 76
17) a.g.e., s. 79-80
18) Emeğin Birliği yayınlan, Finans Kapital ve İşbirlikçi Tekelcilik, 1978, s. 22
19) a.g.e., s. 23
20) V. İ. Lenin, Emperyalizm, s. 80
21) Emeğin Birliği yayınlan, s. 28-9
22) a.g.e., s. 31
23) a.g.e., s. 26-27