TÜRKİYE’DE SOSYAL DEMOKRASİ – Kemal SARUHAN

 

Çağdaş Yol, Sayı 12, Haziran 1990

Dergimizin Ağustos 1989 tarihli 8. sayısında Kemal Saruhan imzasıyla yayınlanan Türkiye’de Sosyal demokrasi başlıklı yazı, teknik hatalar ve dizgi yanlışlıkları nedeniyle anlaşılmaz bir halde yayınlanmıştı. Türkiye’de Sosyal demokrasinin evrimini inceleyerek, bu akımın faşizmi ortamında yaşadığı sonucu dönüşümü üzerinde hareketimizin görüşlerini ele alan yazıyı arkadaşımızdan yeniden değerlendirmesini istedik. Kemal Saruhan’ın bazı genel taktik bölümleri çıkartarak tekrar ele aldığı yazıyı aşağıda yayınlıyoruz.

Sosyal demokrasi kavramı, Türkiye’nin politika yaşamına 60’lı yılların ikinci yansında “Ortanın Solu” sloganıyla girmiştir. Zamanında CHP içinde bile “Moskova yolu” olarak gösterilip komünizmle bir tutulan “Ortanın Solu” sözünü ilk telaffuz edenlerin başında ömrü boyunca egemen politikanın vazgeçilmez simalarından biri olarak kalmış İsmet İnönü gelir.

Sosyal demokrat akım, CHP 18. kurultayında Bülent Ecevit’in genel sekreterliğe getirilmesiyle partiye sonraki politik rengini kazandırmış, böylece CHP’nin ideolojik görünümünde az-çok köklü bir değişim gerçekleşmiştir. 1967’den itibaren Turhan Feyzioğlu, Ferit Melen, Orhan Öztrak gibi finans-kapital güdümündeki geleneksel devletçi kadroların tasfiyesiyle başlayan süreç, Kemal Satır ve Nihat Erim’in ekarte edilmesiyle yoğunlaşmış, partinin yeni politik konumu üzerine İnönü ve Ecevit arasında baş gösteren çekişme, İsmet

Paşa’nın 1973’te partiden ayrılmasıyla sona ermiştir.

İnönü ve çevresindeki eski kadroların “Ortanın Soluna yükledikleri statükocu anlam, 73’ten beri tümden Ecevit’in varlığını benimsemiş CHP’yi “Demokratik Sol” parolasına yöneltti. O günün çekişmeleri içinde bu kavram, sosyal demokrasiyi eski kadroların statükocu yorumundan ayıran bir ideolojik belirlemeye dönüşmüştür. 1976’da kabul edilen parti programının temelini de “Demokratik Sol” kavramı oluşturur.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 4 Mart 1967 tarihli Sosyalist gazetesinde yayınlanan bir yazısında “Ortanın Solu” parolasıyla doğan yeni akımın sınıfsal içeriğini şu sözlerle belirler: “Ortanın Solu. CHP içindeki Finans-kapitalist azınlığa karşı Küçük burjuva ve Hürburjuva hoşnutsuzluğundan kaynak almış devletçi Kapıkulu zümrelerinin isyan bayrağıdır. Bu ciddi bir durumdur.” (1)

Kıvılcımlı, CHP içinden gelen tepkinin iki başlı sosyal dayanağa oturduğunu belirtiyor: Küçük üretmenler ve burada hürburjuvalar olarak adlandırılan tekel dışı burjuvazi. Günün koşullarında bu iki ara sosyal gücün tepkileri, Devlet Sınıfları geleneğini sürdüren eksi devletçi kadroların öncülüğünde yürütülmüştür.

Türkiye’de sosyal demokrasinin doğuş evresinde gözlemlenen bu orijinal durum, 60’lı yılların hareketli ortamında yaşanan büyük toplumsal kopuşmaların ve sınıfsal güç dengelerindeki ciddi kaymaların ürünüydü. Ancak, devletçi zümrelerin öncülüğü, halkı Osmanlı toprak sisteminin güdülen köylüsü olarak gören ve ana doğrultusunda bütün politik hedeflerini “devletin bekasına yöneltmiş gelenekçi kavrayışıyla, toplumsal güç kaymalarını dar statüko kalıplan içine sığdırmaya zorlamaktadır. Bu bakımdan, CHP tabanında 50’lerden beri birikerek kaynamaya dönüşmüş sosyal sınıf tepkileri, kitlesel dinamiklere karşı önyargılı ve güvensiz gelenekçi kadroların politik tekelciliği dolayısıyla devletçi güdümlendirmenin sınırlayıcı etkileri altında kalarak karmaşık bir çalışmalar platformuna yayılmış halde bulunur.

Doğuş sürecinde taşıdığı bu özellikler açısından bizdeki sosyal demokrat hareket, Batının Marksizm kökenli partilerinden köklü bir ayrılık taşır. Avrupa’da II. Enternasyonale bağlı genel özellikleri itibariyle devrimci sosyal demokrat partiler, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın başında geçirdikleri büyük dönüşümle Marksizm’den hızla uzaklaşarak, aristokrat işçilerin kaygan zümre çıkarlarını benimseyen, ideolojik anlamıyla reformcu sosyal burjuva partileri haline gelmişlerdi. Tekelci devlet kapitalizminin siyasal ve ideolojik mekanizmalarına uyum sağlayarak evrimleşen Avrupa sosyal demokrasisi, 2. Savaş sonrası süreçte finans-kapital egemenliğiyle “sol”dan yeni bir bütünleşme yaşadı. Bu yüzden, Batılı sosyal demokrat partilerin evrimi, işçi sınıfı ideolojisinden finans-kapital politikacılığına doğru aşamalı bir tarihsel gerilemeyi ifade eder. 60’lı yılların sınıfsal kopuşmalarının etkisiyle finans-kapital ağlarından sıyrılmaya yönelen CHP’nin yaşadığı kabuk değişimi ise, orta tabakalar ve küçük burjuvaziye doğru gerçekleşen daha ileri bir politik zemine geçişi.

Tekeldışı burjuvazinin reformcu özellikleri ile küçük burjuvaların burjuvalaşmaya yönelik ütopik özlemleri, sosyal demokrasinin pragmatik yapısından kaynaklanan ideolojik şekilsizliğinde kendi kaygan-elastiki bünyelerine uygun teorik bir ifade aracına kavuştular. Sosyal demokrasinin sınıfsal derinlikten yoksun amorf kavramları, Batı’da proletaryayı ideolojik olarak güdümleyen finans-kapital anlayışına uygun bir içerik kazanırken, bizde orta tabakalar ve ütopik burjuva etkileri altındaki küçük üretmenlerin tekeller karşısındaki hoşnutsuzluğunu dile getiren politik ifade araçlarına dönüştüler.

O nedenle, sınıf mücadelesinin gerçekliklerine uygun düşmeyen ütopik özellikleri ile daha baştan realizasyon olanaklarını yitirmiş olmasına rağmen, 1973 Seçim Bildirgesi (Ak Günlere) ve 1976 programının talepler bütünlüğü, çoğu Batılı sosyal demokrat, partinin programından oldukça solda, radikal bir görünüm taşır.

Kıvılcımlı, tarihsel kökeni dolayısıyla düzenin kurumsal yapısına derinlemesine nüfuz etmiş bir partinin tabanından yükselen bağımsızlaşma talebini ciddiye almakta çok haklıydı. Yukarıda bir pasajını aktardığımız makalesinde “Ortanın Solu ve Küçük Üretmenlerin” sosyal talepleri arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor, kopuş sancılarının CHP’yi şiddetli ve keskin bir dönüşümle bir Küçük burjuva partisi haline getirmesini diliyordu.

Kıvılcımlının buradaki tavrı, tek yanlı platonik bir sempatiden ya da iyicil, safça bir abartmadan oldukça uzaktır. “Ortanın Solu ve Küçük Üretmenlerimiz” yazısında genel sekreter Ecevit’i sınıf gerçekliklerimizi kavrayamamak ve küçük üretmenlerin anti-tekelci eğilimlerini ütopik devletçilik tekerlemelerine boğarak bulandırmakla suçlar. Yeni politik akımın, genel toplumsal isteklerle tutarlı bir bütünleşme arzulanıyorsa, küçük üretmen yığınlarına dayanmasını öğütler. Yazı, küçük üretmenlerin biricik ve en samimi dostunun işçi sınıfı olduğunu vurgulayarak, “İkinci Kurtuluş Savaşı” (o günün popüler deyimiyle işçi sınıfı öncülüğünde demokratik devrim) çağrısıyla sona erer.

Kıvılcımlı’nın yazıdaki amacı, her zaman yaptığı gibi nesnel kopuşmalara -proletaryanın devrimci çıkarları açısından- politik bir müdahalede bulunmaktır. Ancak, finans-kapital ve pre-kapitalist sermaye egemenliğine karşı yükselen her sosyal tepkiyi proletaryanın taktik yönlendiriciliği altında eğiterek pratik ittifaklara yöneltme isteği, devrimci güçlerin “derleniş olanaklarını harekete geçiremediği “anarşi” (kargaşa, dağınıklık) ortamında pratik müdahalelerle bütünleştirilemediğinden, nesnel süreçler üzerinde istenen somut etkiyi yaratamaz. CHP, bir küçük burjuva partisi olarak değil, küçük burjuvazinin ütopik-reformist eğilimlerini yedeğine alan bir tekeldışı burjuva eğilimi olarak şekillenir.

Finans-kapitalden bu kopuşun daha ileri bir konuma yükselememesi hangi nedenlere bağlıdır?

En başta, proletarya tepkilerinin düzenden yeterli bağımsızlaşmaya erişememesine. Bu neden, sosyal kopuşmaları yönlendirecek güçlü bir proleter devrimci hareketin inşasını zaafa uğrattığı gibi, böyle bir öncülükten yoksunluk, proletaryanın devrimci siyasal eğitimini de güçleştirmiştir. Yalnız ve ancak proletarya hareketinin güçlü siyasal etkileri, küçük üretmenlerin sosyal tepkilerini uyararak bağımsızlaşmaya yöneltebilirdi. Küçük üreticilerin ütopik burjuvalaşma özlemleri, sosyal bunalımların yıkıcı sonuçları ve proletaryanın devrimci uyarıları karşısında köklü bir çözülüşe uğramadan, düzenden gerçek bir siyasal bağımsızlaşmayı ummak hayli olanaksız olacaktır. Bu durumda özlem ve hoşnutsuzluk arasında bocalayan küçük burjuvazi, reformist burjuva sığlığının politik avutuculuğuna kapılmaktan kendisini alamaz. Tekeldışı burjuvazide kendi hayal ettikleri “mütevazi” geleceği gören küçük burjuvaların ütopik özlemleri, bir bakıma onun siyasal programında belli ifade araçlarını bularak kışkırtılır.

Diğer yandan, Devlet Sınıflarının vesayetinde finans-kapital egemenliği yaratarak onun siyasal aparatıyla bütünleşmiş olan CHP’nin geleneksel devletçiliği ile. tıpkı onlar gibi devleti sınıflar üstü bir kurumlaşma olarak sınırlandırmaya heves duyan yaban burjuvazinin ütopik devletçiliği pratikte hep üst üste düşmüş, tabandan gelen sosyal tepkinin ilerleyişini frenleyici bir etki yaratmıştır. Devlet kapitalizmi tekeller çağının gerçeğidir. Bizde finans-kapitali yaratan da devletçilik olmuştu. Devletçilik hayallerinden sıyrılmadan finans-kapitalden gerçek bir siyasal bağımsızlaşma da mümkün olamazdı.

Kaldı ki, tekeller egemenliğinden duyduğu hoşnutsuzlukla ondan kopuşmaya girişen tekeldışı burjuvazi, işçi sınıfı ve aydın gençliğin radikalleşen kitlesel eyleminden ürküntü duyarak finans-kapitalden kesin biçimde yollarını ayırmaya cesaret edemezdi. Ecevit, “Ortanın Solu”nu “yoksulluk çeken insanlarda birikecek isyan duygularını” “yıkıcı bir sel haline getirecek” “aşırı sol akımlar”a karşı “en sağlam duvar, en etkili set” olarak tanımlarken, (2) kendi solundaki güçlere karşı tavrını belirliyor, finans-kapitalin gözünde açık bir meşruiyet arayışını dile getiriyordu. Böylece, parti tabanından gelen tepki, daha baştan devrim korkusu ile sınırlandırılarak piç edilme yoluna sokulmuştur.

Devlet Sınıfları ve CHP

CHP’nin 60’lı yılların sonlarındaki dönüşümünü açıklayabilmek için onun tarihsel kökeni üzerinde biraz durmakta yarar var. “Devletçilik” döneminin “tek partisi CHP, cılız Anadolu burjuvazisi adına Kurtuluş Savaşını yürüten Devlet Sınıflarının öncülüğünde kuruldu. Devlet Sınıflarının dayandıkları burjuva sınıf örgütleri, Kongreler safhasında toparlanan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri olmuştur. CHP, Cumhuriyetin ilanından sonra Müdafaa-i Hukukun açık bir siyasal parti kimliği kazanmasından doğdu.

1600’lü yıllardan beri derebeyleşerek toplumsal yapıyı kastlaşmaya uğratan tefeci-bezirgan sermayeye karşı Batı kapitalizminin etkisi altında devleti modernize ederek toplumu “çağdaş uygarlık seviyesi”ne ulaştırmayı arzulayan Devlet Sınıflarının genç ve diri kesimleri, modern sosyal sınıfların yokluğunda, toplumsal açılımlara ön ayak olmuş, devleti kurtarmak amacıyla gerçekleştirdikleri yukarıdan eylemleriyle toplumu burjuvalaşma yoluna sokmuşlardı. Tarihsel kökeni Osmanlı devletinin oluşum sürecinde mayalandırın rol oynayan göçebe komün geleneklerine dayak Devlet Sınıflan, güdücü sosyal davranışları bakımından sınıflardan bağımsızmış gibi görünseler de, politik eylemleri sınıflar doğrultusunda gelişmiş, devrimci bir burjuva sınıfın bulunmadığı Türkiye’de burjuva devrimini de onlar gerçekleştirmiştir.

Biz de toplumun, kendi ekonomik dinamikleriyle modem bir burjuva sınıf yaratamayışı, kapitalizmin de onların vesayeti altında kurulmasına yol açtı. 20. yüzyılın kapitalizmi finans-kapitalizmdi. Sermayenin asalak evrensel karakteri, Türkiye kapitalizmi açısından da belirleyici oldu. Antika sermayedarlığın en irileşmiş unsurları, sınırlı kapitalist sermaye ile İş Bankası ve diğer devlet bankalarının kasalarında sentezleştirilerek, asalak bir finans-kapital zümresi yaratıldı.

Devletçi zümrelerin kalburüstü kesimleri, yukarıdan aşağıya finans-kapital yaratma girişimlerine öncülük ederek, doğrudan bu oluşumun içinde yer aldılar. Finans-kapitali yaratıp besleyen Devlet Sınıfları, ona dayanarak 1950 yılına dek yine onun adına siyasal iktidarı yürütmeyi sürdürdüler. İşte CHP, Devlet Sınıflarının koruyucu yönlendirmesi altında yürütülen finans-kapital egemenliğinin “tek parti”si oldu.

Devlet Sınıfları, “çağdaş kapitalizm” özlemleriyle bir modem sermayedar sınıfı yetiştirme yoluna çıktıklarında, dayanmak zorunda kaldıkları güç, 17. yüzyıldan beri üretime pençelerini atarak Anadolu halkının kanını emen antika para beyliği ve büyük arazi sahipliğinden başkası değildi. Olamazdı da. Burjuva sınıf gökten indirilemeyeceğine göre varolan sınıflar burjuvalaştırılacaktı.

Devlet Sınıfları bir yandan büyük toprak mülkiyetiyle iç içe geçmiş tefeci-bezirgan sermayeyi banka-şirket tapınağına çekerek burjuvalaştırma çabaları güderken, öbür yandan tefeci-bezirganlığın gerici eğilimlerini de sürekli denetim altına almaya çalışmak zorunda kaldılar. Bu durum, tek parti yönetimi altında aşırı genişlemiş bir memurin” ordusunun bütün siyasal yaşamı donuklaştırmasına yol açtı.

“Bir sınıftan almadan bir başka sınıfa veremezsiniz” der Marks. Devleti kuran ve onunla bütünleşen CHP de, burjuva sınıf yaratmaya yönelik resmi sermaye birikim politikalarıyla halktan çalınan değerleri finans-kapitale aktardı. Bu acımasız soygun politikalarına karşı örgütsüz ve dağınık bıraktırılmış halkın tepkileriyse, “devletçilik” kakofonileriyle uyutulup bastırıldı. Bu politikalar, halkın gözünde CHP’nin aşırı ölçüde yıpranmasına neden olmuş, partinin proletarya ve köylülükle arası açılmıştır.

Diğer yandan, kendisinin palazlandırdığı finans- kapitalin kır gericiliğiyle ittifakını geliştirerek denetimden uzaklaştırdığı “aşırılık”larına tepkili Devlet Sınıfları ile onların bürokratik vesayetine karşı direnen finans-kapital arasındaki sürtüşme, tek parti iktidarının aşınmasını hızlandırdı. “Dörtlü Takrir” ile CHP içindeki politik kanallarını genişleten finans-kapital özeğilimi, 1946’da İnönü’den alınan icazetle CHP’nden koparak DP’ni örgütlemeye girişti. Ve “çok partili demokrasiye geçiş”in ilk şaibeli seçimlerinden sonra DP, 1950 yılında sağladığı büyük oy çoğunluğuna dayanarak hükümeti oluşturdu.

Türkiye’de bir modern finans-kapital zümresinin yaratılmasına ön ayak olan CHP, çelişkili politik bünyesi itibariyle bizde kapitalizmin gelişim özelliklerinin damgasını taşımıştır. Milli mücadeleyi yönlendirerek devleti kuran ve 1950 yılına dek sürdürdüğü iktidarı boyunca siyasal kurumlarla bütünleşen bu partinin politik tutumu, hiç kuşkusuz Devlet sınıflarının gelenekçi anlayışlarıyla yoğrulmuştur. Ancak, “politika sınıfların işidir” ve Devlet Zümreleri, gerçek politika yapmaya giriştikleri her momentte mutlak olarak belirli bir sınıfa dayanma zorunluluğuyla karşı karşıya kalırlar. Bizde de bir modem burjuva sınıf yaratma özlemleriyle yola çıkan devletçi kadrolar, nesnel gerçekliğin şaşmaz iradesine karşı koyamayarak bir asalak finans- kapital zümresi yarattılar. Sermayenin bize özgü gelişim dinamikleriyle kendi zihinlerindeki gelenekçi kalıplar arasındaki çelişki, Devlet Sınıflarını hem finans-kapitale dayanmaya, hem de onu gelenekçi kavrayışın kalıplan içine sığdırmaya zorladı. Önce finans-kapitali yetiştirdiler, sonra da büyük şehirlerde sağladığı ekonomik tahakkümü bütün Türkiye kırlarına yayarak biricik siyasal egemenliğini pekiştirmeye girişen finans-kapitalin güdümüne girmek, ya da onun tarafından bir kenara itilmek gibi kaçınılmaz bir sonuçla yüz yüze geldiler.

Devlet Sınıfları, teorik soyutlama düzeyinde üretici güçlerin gelenek kategorisine giren bir tarihsel kanıtıdır. Sınıf mücadelesinin canlı gerçeklikleri içinde gelenek- görenek kalıntıları, ancak sınıflar doğrultusunda hareket edebildikleri ölçüde somut aksiyon olanakları kazanabilirler. Tarihin akışıyla bir zıtlaşma içine girdiği anlardaysa gelenek yaşayan kuşakların beyninde tortulaşmış “geçmiş çağların hayaletleri” (Marx) olmaktan öte bir anlam taşıyamaz. Bu bakımdan, finans-kapital doğrultusundaki güdücü eylemiyle CHP, Devlet Sınıflarının vesayetinde bir finans-kapital partisi ya da daha uygun bir deyimlendirme ile ifade etmek gerekirse, bir devletçi finans- kapital partisi olarak kaldı.

Devletçilik fideliğinde palazlanıp semiren finans-kapital, 1940’lann ortalarına gelindiğinde, bütün Türkiye kırlarını kendi pazar hakimiyeti altında birleştirmeye, ülke üzerinde dolaysız siyasal egemenliğini oluşturmaya yetenekli hale gelmiştir. Bu noktada, Devlet Sınıflarından bağımsızlaşan finans-kapital, içte DP iktidarının “her şeyden önce ziraat” parolasıyla hızla kırlara açılıp, tefeci-bezirgan sermayeyi acente ve bayilik ağları içine çekerek kendi egemenlik mekanizmalarına bağlarken, dışta uluslararası finans-kapitalle Türkiye’yi, yıpratıcı bağımlılık koşullan içine iten bir bütünleşmeye doğru yöneldi. On yılda bütün Türkiye kırlarının altı üstüne getirildi. Küçük üreticilik hızlı bir mülksüzleştirme sürecine sokuldu. Hazine topraklarının ve devlet kaynaklarının yağması, büyük şirketlere yönelik teşvik ve sübvansiyonların beslediği toprak, para ve meta spekülasyonunun artmasına, yüksek oranla dış borç birikimine, hesapsız dış ticaret vurgunuyla bütçe açıklarının büyümesine, emisyon hacminin şişmesiyle tırmanan enflasyondan dolayı zaten tekelci fiyatların baskısı altında bulunan iç piyasanın donukluğa uğramasına yol açtı. Ülke toprakları ordunun denetiminden uzaklaştırılmış emperyalist üsleri ve silah depoları haline getirildi. Emperyalist sermaye ve tefeci-bezirganlıkla bütünleşmesi, “altıok”lu Kemalist efsanenin kendi içinden doğan kaçınılmaz inkarını yarattı. Sonuç, sınıf çelişmelerinin derinleştirilmesi ve ülke ekonomisinin köklü bir krize sürüklenmesi oldu. DP hükümeti eliyle uygulanan yeni finans- kapital politikaları, 1958 bunalımının patlak verişiyle tıkanıklığa girdi. Bu durumda sosyal sınıf güdücüsü iktidar hepliğinden, küçük bir azınlık egemenliğinin kapıkulu hiçliğine itilen Devlet Sınıfları ile finans-kapital arasındaki sürtüşme, İnönü’nün Manisa’da taşa tutulması, Mecliste CHP hakkında kurdurulan “tahkikat komisyonu”yla gittikçe şiddetlenen bir politik zıtlaşmaya dönüştü.

Devlet Sınıfları, tefeci-bezirganlığın kaypak ve sinsi gericiliğine karşı sürekli bir kuşku ve güvensizlik duymuştu. (Onların gözünde finans-kapital egemenliği, hiç olmazsa sanayi ve modernleşmeyle mazeretlidir.) Finans-kapitalin devlet vesayetinden sıyrılıp tefeci-bezirganlıkla ittifakını pekiştirmesi. Devlet Sınıfları arasındaki hoşnutsuzluğun da asıl kaynaklarını oluşturdu. “Kanun dairesi”nden çıkmış tekeller soygunu, sınıf çelişkilerini arttırıp 600 yıllık “hamiyetli devlet baba”nın “itibar-ı şahane”lerinde zayıflamaya yol açtıkça politik kaygıları yükselen Devletçi Zümrelerin vasilik damarları kabardı. “Milli birliğin” parçalanmasından, devlet otoritesinin zedelenmesinden ve sınıf çelişmelerinin “sosyal patlamalara dönüşmesinden ürken gelenekçi CHP, finans-kapital “aşırılık”larının “devletçi nizam” içinde yumuşatılmasından yanaydı. Bu yüzden İsmet Paşa, 27 Mayıs’a doğru sertleşen üslubuyla finans-kapitali “kanun yolu”na çağırdı durdu. Yoksa, finans-kapitali yaratıp besleyen bir partinin, onun zümre egemenliğinin köklerine yönelik bir itirazı bulunamazdı. İsmet Paşanın tavrı, aile bütünlüğünün zayıflamasından şikayetçi yaşlı “ataerkil baba”nın “hayırsız büyük oğulu” “nush ile” yola getirmek kabilinden öfkeli yakınmalarına benzemekle kaldı.

CHP ile DP arasında sınıfsal yapıları bakımından bir farklılık bulunmaz. Biri finans-kapitalin kızağa çekilmiş devletçi “hayalet” partisi, diğeri finans-kapital tefeci-bezirgan ittifakının siyasal temsilcisidir. Aralarındaki farklılık son tahlilde finans-kapital egemenliğinin hangi yöntemlerle yürütüleceğine ilişkin bir politik ayrılığa indirgenebilir. Bu politik farklılık, bunalımın baskısı altında düzen-içi bir kutuplaşmaya dönüşmüştür.

Nitekim. 46’da DP kuruluşuyla CHP’nden desteğini çeken finans- kapital, Bayar-Menderes politikalarının açmazı karşısında “baba evinin kapısını usulca tıklatmaktan çekinmez. 27 Mayıs gecesi alt-üst olan siyasal dengelerin genel finans-kapital yörüngesine oturtulmasında, Devlet Sınıfları geleneğinden çıkmış öfkeli subayların finans-kapitalle uzlaştırılmasında. İnönü ve CHP başrolü oynar. “Ataerkil baba” rejimin selameti uğruna “hayırsız büyük oğlu” düştüğü “zor durum”dan kurtarmaya girişir. 27 Mayıs finans-kapital rotasına sokulur. 27 Mayıs’ın piç edilmesine karşı ayaklanan “sergüzeşt” subayların “etkisiz” hale getirilmesi ve ordu içindeki kaynaşmanın bastırılıp yatıştırılmasıyla “tren selamet rayına oturtulmuş” olur.

27 Mayıs Anayasası kapitalizmin sancılı gelişimi sonucu oluşan yeni sınıf dengelerine uygun olarak “rejimin çerçevesi”ni genişletmiştir. Yıldızı tekrar parlayan İsmet Paşa, artık huzura kavuşacağını düşünmektedir. Ama işler hiç de sanıldığı gibi yürümez. Finans-kapitalin yollarını açanlar, onun tarafından ikinci kez kenara itilirler. 1965 seçimlerinde oy çoğunluğuyla oluşturulan AP hükümeti Menderes’in uygulayamadığı “istikrar tedbirleri”ni yürürlüğe sokan 27 Mayıs’ın sağladığı sermaye birikim olanakları üzerinde montaj sanayine sıçramış olan finans-kapitalin dizginsiz soygun politikalarını güçlendirir. “Kıratın Şahlanışı” ile yeni bir Menderes havası estirilir.

Ancak, finans-kapitali bunalım batağından çıkartan 27 Mayıs hareketi, yarattığı yeni yasal çerçeve ile sosyal mücadelenin politik kanallarını da az-çok genişletici olanaklar sağladı. 50’ler boyunca bastırılan tepkiler, “nispi özgürlük” ortamında su yüzüne çıkarak kitleselleşti. TİP’in bulanık öncülüğü altında sosyalizme yönelen proletarya ve gençlik mücadelesi, AP eliyle uygulanan finans- kapital politikaları karşısında TİP’i de aşarak gittikçe daha radikal bir nitelik kazanmaya başladı. Bu durumda genişleyen tekeller soygunu altında orta tabakalar ve küçük üretmenlerin birikmiş hoşnutsuzlukları, proletarya ve gençliği saran mücadeleci ruh halinden etkilenerek, egemen zümrelerden bağımsızlaşma yoluna doğru girmiştir. Söyleyene değil, söyletene bak derler. Reel politikacı İsmet Paşaya da sosyal demokrasi telaffuz ettiren etken, CHP tabanını kaynatan bu sosyal istekten başkası değildir.

50’li yıllarda uygulanan finans-kapital politikaları, kırda köylülüğün hızla çözülüp mülksüzleştirilmesine, ülkenin yeni sömürgecilik ağlarına sokulup üretken sermaye birikimi kanallarının tıkanmasına yol açmıştır. Bu sonuçlara karşı biriken yığın tepkisi, devletçi şartlandırmanın kabuğunu yırtamadığından günün tek muhalefet partisinin, “kanun dairesinden çıkmış finans-kapital soygununa karşı Devlet Sınıflarının kaygılarını kaynatan CHP’nin yörüngesine aktı. Kendi politik iç kanamalarından başını alıp yığınlar denizine açılamayan ve bu yoldaki her girişimi “tek parti istibdatı”nca geriye püskürtülen TKP, 1951 Tevkifatıyla tasfiyeye uğratılmıştı. CHP tabanında biriken küçük üretmen ve vahşi burjuva eğilimleri, aynı arsız politika “Kırat” etiketiyle karşısına dikildiğinde, proletarya ve aydın gençlik eyleminden cesaret alarak partiyi yeni bir kaynama momentine sokmuştur. Devlet Sınıflarının sosyal demokrasi telâffuzu, bir yandan sosyalizmi sivrilten sınıf mücadelesine karşı etkili bir politika barajı örmek, öbür yandan bir kez daha kanun ve gelenekçi teamül yolundan fırlamış finans kapital uygulamalarının komünizmle ürkütülüp devletçi ütopiyle heveslendirilerek güdüm altına alınmış kitle ağırlığıyla dengelemek amacıyla bu noktada ortaya çıkmıştır.

İsmet Paşa’nın muradı, tekeldışı burjuva ve küçük üretmen tepkilerini proletarya ve devrimci gençlik mücadelesinden tecrit ederek, 27 Mayıs’tan kurtardığı finans-kapitali yeniden vesayet altına sokacak devletçi statüko kalıpları içine sığdırmaktı. Olmadı olamazdı. Sosyal sınıf kopuşmaları, sınıf ve tabakaların kendi çıkarları adına doğrudan siyaset sahnesine çıkış kaçınılmazlıklarının birikişiydi. Finans-kapital, Devlet Sınıflarını aşarak siyasal iktidarı pençesine almıştı. Yoksul köylülüğü toprak işgallerine, küçük üretmenleri taban fiyat protestolarına iten sınıflar savaşının şiddeti, bunalımı devletçi statüko içinde çözmeye girişen gelenekçi kadroların orta tabaka ve küçük burjuva tepkilerini finans-kapitalle uzlaştırma çabalarını etkisiz kıldı. Tabandan yükselen bağımsızlaşma isteği, eski kadroların politik tekelciliğini az-çok aşarak biçimlendi. Ne yardan, ne serden geçemeyen İsmet Paşa’nın yaşlı bir politikacı için oldukça hazin sayılabilecek tükenişi, sınıflar savaşının olgunlaşma sürecinde gelenek kalıntılarının kaçınılmaz çözülüşünü ifade eder. “Politika sosyal sınıfların işidir”. Toplumsal güçlerin politikayı doğrudan doğruya kendi ellerine almaya giriştiği bir momentte, Devlet Sınıflarının güdücü rolleri, mayalandığı koşulları artık yitirmiş, erimiş ve tükenmiş demektir.

İsmail Cem in 12 Mart karşısında CHP tutumunu değerlendiren bir yazısında yer almış şu sözleri, bulanık sivil toplumcu mantığına rağmen bir gerçekliğe dikkat çekiyor: “İnönü, nihayet, tarihsel yeri bakımından Osmanlı bürokrasisinin belki son örneğidir, bir zamanlar kesin kontrolünde tuttuğu bir bürokrasinin artık elinden tümüyle çıkması olgusuyla karşı karşıyadır. 12 Mart bürokrasisi artık, açıkça sermayeyle işbirliklerine girebilen ve İnönü’nün tanıdığı bürokrat modelini hayli geride bırakmış bir “yeni” bürokrasidir, sınıf ayrımları keskinleşmiş bir toplumun bürokrasisidir.” (3)

Vurucu güç geleneği, sınıf çelişmelerinin derinleştiği 1960 ve sonrası ortamda kesin ve keskin sınırlarla ayrılan iki farklı kanala bölünerek sonuç alıcı etki gücünü yitirmeye başlamıştır. Birinci kanal, devletin üst kademelerinde aldıkları etkin yönetici rolleri itibariyle finans- kapitalin egemenlik mekanizmalarına nüfuz etmiş ve onun basit bürokratları haline dönüşmüş unsurlarla tanımlanabilir. İkinci kanal, halk cephesine eğilimlidir. Burada iki yönlü bir çözülme gözlenir. Birinci yönde, proletarya ile ittifaktan uzak duran, en ünlü isimleri başarısız cunta girişimlerinden sonra burjuva liberalizminin batağında çürümeye başlamış, yardan ve serden geçemeyen unsurlardır, ikinci yönde, proletarya ile ittifak eğilimlerinden sosyal devrimciliğe sıçrayan aydın gençlik unsurları yer tutar. Fethi Gürcan ve Talat Turhan’lar bu eğilimin öntiplerini oluşturur. Deniz’ler, Mahirler ise, çözülüş sürecinin olgunlaşmış momentini. Burada belirleyici özellik sosyal devrimciliktir. Tarih, geleneği, geçmişten akan diriliğin canlı bir motivasyonuna ama yalnız motivasyonuna indirgemiştir.

CHP’nde 12 Mart’ın netleştirdiği yol ayrımı, Devlet Sınıfları geleneğinin sınıf savaşının canlılığı içinde çözülüşüne örnek oluşturur: Bir yanda “Ordu+CHP=İktidar” sloganıyla hareket eden finans-kapital güdümündeki azınlık. Diğer yanda faşizmi onaylamayan parti çoğunluğu. Nihat Erim ve Kemal Satır, tasfiyeye uğrayan finans-kapital eğiliminin en bilinen adlarıdır. Nihat Erim, 12 Mart hükümetinin başbakanı sıfatıyla faşizmin sorumluluğunu üstlenir.

12 Mart’ı soğuk karşılayanlar içinde “İnönü’nün tavrı, meseleleri kapalı kapılar adında ve siyasal ustalıklarla çözümlemeye alışmış satranç ustası bir insanın, bürokratik geleneklerle yoğrulmuş, şiddetli çıkışlar yerine zaman içine yayılan yumuşak darbelerle olayları istediği yöne sokan bir siyasetçinin tavrıdır”. (4) 12 Mart’ta İnönü, dengeci ve uzlaşmacıdır. Finans-kapitalden bağımsızlaşma eğiliminin liderliğini üstlenen “toprak işleyenin, su kullananın” popüler sloganıyla az-çok radikal görünen genel sekreter Ecevit ise, kurulacak Erim hükümetine olumlu bakan İnönü’ye karşı, 12 Mart’ı Yunan faşist cunta hareketine benzetir. O gün için küçük üretmenlerin taleplerini de dillendirerek yükselen tekeldışı burjuvaların sözcüsü Ecevit, darbenin kendisine karşı yapıldığını iddia ederek genel sekreterlikten çekilmek gibi politik şovlarına rağmen, faşizme karşı az-çok tutarlı bir tavır takınır.

12 Mart’tan Sonra CHP

12 Mart öncesinde kendini yenileyen ve faşizmle uzlaşmayan CHP, bunun ödülünü 14 Ekim seçimlerinde büyük bir kitle desteğini kazanarak aldı. “Anahtar partisi” MSP’den birkaç bakanın katılımıyla parti içinde doğruluğu çok tartışılan bir koalisyon hükümeti oluşturuldu. Ecevit’i ‘umut’ haline getiren şey, ne şair mavisi gömleği, ne de karakaşı, kara gözüdür. Bunun asıl nedenini 12 Mart’ın yarattığı kitlesel hoşnutsuzlukta aramak gerekiyor. Ecevit, ‘bu düzen değişmeli” sloganıyla kitlelerin düzen değişikliği özlemlerine hitap etmiş, 1974 Af Yasasıyla faşizmin toplum vicdanında açtığı yarayı gidermeye yönelmiştir. Bunda, kitleler arasında genel bilinç düzeyinin henüz sosyal demokrasi ufkunu aşamamış olması ise belirleyici rolü oynamıştır. Tekeller ve tefeci bezirganlıktan hoşnutsuz yığınların el yordamıyla değişim arayışları, henüz denenmemiş bir parti olarak sosyal demokrasinin ciddiye alınmasına ve 1975’ten sonra derinleşen kriz ortamında CHP’den beklentilerin artarak yoğunlaşmasına yol açmıştır.

Finans-kapitale rağmen işbaşına gelen, bu yüzden MSP ile içeriden kuşatılmaya çalışılan CHP hükümeti, program vaatleri ve gördüğü kitlesel destek nedeniyle, Kuzey Kıbrıs’ın işgaline karşın para babalarını tedirginliğe düşürdü. Toprağı işleyene, suyu kullanana vermeyi vaat eden, tekellerin ekonomik etkinliklerini sınırlandırmayı ve devletin ekonomideki rolünü güçlendirmeyi isteyen CHP, bütün ütopik projelerine rağmen, kitlelerin taleplerinden cesaret alarak uygulamaya girişebilir miydi? Sosyal demokratların vaatlerini ciddiye alan kitlelerinse bundan daha ileri taleplere doğru yönelme eğilimine girecekleri açıktı.

27 Mayıs’ın getirdiği sınırlı hakları çok geniş bulan ve 12 Mart’la bol gelen elbiseyi daraltmaya girişen finans-kapital, petrol fiyatlarındaki yükselişin şokuyla ekonomik istikrarsızlık güçlenir, kitle tepkileri yeniden yükselişe geçerken, geçmişinde gözlendiği üzere en basit demokratik özlemlere bile tahammülünü yitirmeye başlamıştı. Finans-kapital, sosyal demokratların kendisine rağmen iktidarı yürütmesine izin veremezdi. Böylece MSP Koalisyondan çekilerek CHP hükümeti düşürüldü. Ardından MC hükümetleri ve faşist saldırıların devlet desteğiyle tırmandırıldığı yeni kriz ve baskı dönemi geldi.

Faşizmin yeniden yükselişine karşı olumlu tavır alan Ecevit, iki MC hükümeti arasında yapılan seçimlerde (1977) gene en fazla oyu toplayıp bir azınlık hükümeti oluşturdu. Ama Meclisten güvenoyu alamadığı için bir ay içinde çekilmek zorunda kaldı.

CHP’nin iki de bir iktidardan püskürtülüşü, faşizm ve sömürüden bezmiş halk yığınlarının sosyal demokrasi yönündeki umutlarını körüklemiştir. Sosyal demokratların günümüzle kıyaslandığında şaşırtıcı ölçüde keskin görünen siyasal retoriği de kitle tepkilerinin o günkü biçimlenişine az-çok uygun bir özellik taşıyordu.

Ancak faşizmin tırmanışına karşı işçi sınıfı ve devrimci gençlik hareketinin daha üst seviyede yeniden yükselişe geçtiği 1975-77 dönemi sosyal demokrasiyi iki ateş arasında bırakarak günümüzde de hâlâ içinden sıyrılamadığı ve bu koşullarda sıyrılması da mümkün gözükmeyen bir politik açmaza doğru sürükledi. Ekonomik bunalımın yıpratıcı etkileriyle sarsılan tekeldışı burjuvazi, yukarıdan gelen yoğun faşist terör ile aşağıdan yükselen işçi sınıfı ve gençlik mücadelesinin devrimci baskısı arasında kararsız bir bocalamaya düşmekten kaçınamadı.

Artık karşılıklı açık siyasal zor araçlarının kullanımını da kaçınılmaz kılarak keskinleşen sınıfı mücadelesi, siyasal güçleri ekonomik bunalım karşısında net çözümler üreterek saflaşmaya doğru zorluyordu. Halk güçlerine “ya faşizm, ya devrim” ikilemini dayatmaya başlayan sınıf mücadelesi, tekel dışı burjuvaziyi ürküten, kahredici bir zorunluluk halini almıştı.

Yaygınlaşan grev ve direnişler, tekellerin ekonomik baskısı altında zora düşmüş küçük ve orta işletmeler açısından öldürücü etkiler yaratır. Büyük tekelci işletmeler, çok uzun süren grev ve direnişlere karşı aylarca dayanabilme şansına sahiptirler.

Zor durumdaki küçük ve orta işletmeler içinse iş bırakma eylemleri, iflas çanlarının gürültüsünü dokuz köyden duyulur hale getirir. O yüzden sanayileşmenin gelişmesi için siyasal programlarında işçilerin satın alma güçlerini yükselterek meta arzını genişletme amacını savunan tekel dışı burjuvalar, sendikal direniş karşısında çoğu kez tekellerden dahavahşi ve tahammülsüz davranırlar. Hele bir de sendikal direniş, politik taleplerle bütünleşmeye başlamışsa.

Sosyal demokrasinin yani hükümetin amacı, en başta bu pratik temel üzerinde yükseldi.

Öte yandan, devlet desteğindeki faşist milislerle devrimci güçler arasındaki silahlı çatışma ortamının genişlemesi, klasik parlamento yöntemlerini idealize eden sosyal demokrasinin ilkelerini sarsarak, bağnazlaşmaya yol açan bir rol oynamıştır. Üstelik parti tabanında küçük üretici ve gençlik kesimlerinin devrimci hareketten etkilenmeleri, ilçe ve gençlik örgütlerinin devrimci güçlerle yerel işbirlikleri içine girmeleri, tepedeki burjuva eğilimini iyiden iyiye tedirginliğe uğratarak, tasfiye politikalarını gündeme getirdi.

Finans-kapital, sosyal demokrasinin ikircikli ruh halini gözden kaçıramazdı. Öncelikle işçilere ve devrimcilere yöneltilmiş faşist katliam politikası, önde gelen demokrat aydınları ve doğrudan CHP üyelerini hedef alanı içine alarak genişletildi. Zamanın İçişleri Bakanının deyimiyle “öldürülenler normal CHP’liler değil, anormal CHP’lilerdi”. Sosyal demokrasi üzerindeki bir yassıltma politikası amacına kolayca ulaştı. Finans-kapital ve halk hareketi arasında bocalayan tekel dışı burjuvazi, çareyi tekellerle uzlaşmakta aradı. Sosyal demokrasinin işçi hareketi ve devrimden duyduğu korku, finans- kapitalden duyduğu hoşnutsuzluğa ağır bastı.

1978’de AP ve diğer küçük partilerden transfer edilen 11 milletvekili ile gizli bir CHP-AP koalisyonu oluşturan Ecevit, finans-kapitalle uzlaşarak halk hareketini yatıştırma politikasına yöneldi. Daha önce başarısız kalan toplumsal anlaşma kampanyasıyla (Halil Tunç başkanlığındaki Türk-İş, ilerlemeci DİSK yönetimi ve CHP arasında kotarılmıştı). İşçi hareketine sinsice saldırmayı planlayan Ecevit, K. Maraş olaylarının ardından finans kapitalin o çok arzuladığı sıkıyönetim uygulamasını başlattı.

İsmail Cem, finans-kapitalin CHP hükümetiyle amaçladığı hedefi açıklıyor: “Ekonominin ve sermayenin ihtiyaç duyduğu bütün sevimsiz önlemleri hükümete aldırtmak böylece CHP’yi onu destekleyen, kitlelerin gözünde zor durumda bırakmak, daha sonra da ekonomik sorunları ve dehşet tırmanışım da gerekçe göstererek hükümeti düşürmek”. (5)

Doğru söze ne denir? CHP’nin 12 Mart çıkışındaki hükümet deneyiyle 1978’deki hükümet amacı arasında ’finans-kapitale rağmen’ ve ‘finans-kapitalle uzlaşarak’ deyimleri arasındaki fark ölçüsünde keskin bir zikzak bulunur.

CHP hükümeti kendine “iki temel görev” seçtiğini açıklayarak işbaşına gelmiştir:

“1- Can güvenliğini gerçekleştirmek, 2- Dış siyasal ilişkileri düzeltmek ve ekonominin dış kaynaklarını harekete geçirmek.” (6)

Türkçesi: Devrimci hareketi halktan tecrit ve IMF reçetelerinin uygulanışı. CHP, finans-kapital partileri yıpranınca, onu bunalımdan çıkartma sorumluluğunu üstüne almıştır.

Tekeldışı burjuvazi açısından bunalımdan çıkışın iki yolu olabilirdi. Finans-kapitalle beraber veya finans-kapitalsiz. Biri sosyal demokrasiyi sosyal faşizme kaydırır (ki 1978 ve onu izleyen iki yıllık dönemde CHP, 12 Eylül zemininin örülmesine isteyerek ya da istemeyerek katkıda bulunmuştur), diğeriyse demokratik devrim cephesinde yer almaya götürür.

12 Eylül’e doğru tekel dışı burjuvazi, işçi hareketi ve devrim tehdidinin yükselişi karşısında finans-kapitalsiz yapamayacağını anladı. Bu, tekellerin sınırlandırılmasına dayalı programatik taleplerin çok fazla gerisine düşmek demektir. Sosyal demokrasi, finans-kapitalin istikrar politikalarını uygulayarak, işçi sınıfı ve halk hareketinin sönümlendirilmesi zemininde bu ortaklıktan tekel dışı burjuvazi için bir çıkış yolu yaratma serabına kapılmıştır.

Ancak, bu seçimin bir de öbür yüzü vardır ki, o da küçük burjuvaziden kesin bir kopuşmayı göze almak anlamına gelir. Teslimiyetçi bir ruh hali içinde tekellerle açık bir uzlaşmaya girerek küçük üreticiliği yönlendirmek mümkün olamazdı. Nitekim, 1969 sonrasının “toprak işleyenin, su kullananın” gibi küçük üretmenlerin taleplerini dillendiren sloganları 1978’lerde tümüyle unutulmuştur. Kaldı ki, küçük üretmen yığınlarının düzene karşı protestoları yayılırken, tekel dışı burjuvazi finans- kapitalle arasındaki mesafeyi derinleştirip çatışmayı göze almadan küçük burjuvazinin radikalleşmeye yönelen taleplerini de omuzlayamazdı.

Tekellerle uzlaşması, sosyal demokrasinin bütün gerici içyüzünü ortaya sererek, ona umut bağlayan yığınlarda derin bir hayal kırıklığı yarattı. İlk anda CHP’den vaatlerini gerçekleştirmesini bekleyerek kısmen durulan kitle hareketi, umutlar boşa çıkınca yaygın toplumsal hayal kırıklığı ortamında düzen dışı arayışlara yöneldi. Devrimci mayalanma kitleler arasında hızla yayıldı. 1979 Senato seçimlerinde CHP’nin önemli ölçüde oy kaybına uğraması, sosyal demokrasiden umudunu kesen kitlelerin sosyalizme yönelmeye başladığına dair en belirgin işaretlerden sayılabilirdi.

Bütün bu gelişmelerin doğurduğu iki önemli sonuç olmuştur. Birincisi, CHP’nin içinde bir çatlamanın baş göstermesidir. Tekellerle uzlaşma politikası küçük burjuvazinin taleplerinden ve kitlesel protestolarından az çok etkilenen sol kanatla, teslimiyetçi merkez yönetimi (Baykal-Topuz ekibi önce bu sırada kendini göstermişti) arasındaki çelişmeler büyümüştür. Ancak, burjuva sosyalizminin onmaz kuyrukçuluğu, küçük burjuva devrimciliğinin günü birlik mücadele anlayışı yüzünden, devrimci hareket CHP içindeki bu çatlamadan kendi lehine yararlanmayı başaramamış, sol kanadı CHP’den kopartarak halk hareketine kazanmak mümkün olmamıştır.

İkinci ve asıl önemli sonuçsa, Devrimci Yol un güçlenerek halk hareketinin pratik öncülüğüne yükselmesidir. Ekonomik krizin yıkıcı etkileri altında radikal tepkilere yönelen küçük üreticilik, sosyal demokrasiden kopuşarak daha ziyade Devrimci Yol çevresinde yığılmaya başlamıştır. Dev-Yol öncülüğünde gerçekleşen tütün, fındık, çay, pancar mitingleri bunun en tipik göstergeleriydi. Fatsa ve Çorum barikatları da, yoksul köylülüğün 1969’daki toprak işgali eylemlerinden sonra kırda yaşanan en devrimci ve 12 Mart öncesinden daha yaygın etkilere ulaşan direnişler olmuştur.

Fatsa ve Çorum barikatlarının Tariş-Gültepe direnişiyle eş zamanlı patlaması hiçbir şekilde rastlantı olarak nitelendirilemez. Tekel dışı burjuvazi küçük üreticilikten kopuşarak finans-kapitale teslim olurken, küçük üreticilik proletarya ile ittifak zeminine sıçramıştır. Bu sancılı gelişmenin politik düzeydeki en önemli ürünü Devrimci Yolun “Devrimciler Ne İçin Savaşıyor” başlıklı program taslağında şekillenen küçük burjuva demokrasi anlayışıdır.

Küçük burjuva demokrasisinin program düzeyine yükseltilmesinde Devrimci Yolun attığı ilk adım 12 Eylül’le gelen liberalizm dalgasında boğuldu. Kendi zaaflarının altında ezilen Dev-Yol, eski zemininden çark ederek liberal küçük burjuva aydın karakteri ağır basan mirasyedi topluluklarına bölündü.

Gelecek üzerine spekülasyonlar üretmek bizim işimiz değil. Ancak, toplumsal mücadelenin yeniden yükselişine bağlı olarak Dev-Yol’un eski zemininden yola çıkan bir küçük burjuva partisinin oluşumu da tümden olanak dışı sayılamaz. Bugün Devrimci Yol mirasına bağlılık iddiasında bulunan arkadaşların bu olanağı araştırmaları en samimi dileğimizdir. Kendi iddialarıyla tutarlı davranış göstermek eğiliminde bulunuyorlarsa, yapmaları gereken şey de budur.

12 Eylül ve Sosyal Demokrasi

12 Eylül, halk hareketi ve ekonomik bunalımın baskısıyla kuduran finans-kapitalin anayasa, parlamento, siyasi partiler gibi yumurta küfelerini sırtından atışıydı. Kendi politikacılarını bile feda etmekten çekinmeyen para babaları, zafer arabalarına bağladıkları, sosyal demokrasiye vefa borcu duyabilirler miydi? Uzlaşmanın ödülü, partinin kapatılması ve mal varlığının Hazineye devredilmesi oldu. CHP’nin devrimden korumaya çalıştığı “demokrasi”, faşizm tarafından rafa kaldırıldı.

12 Eylül’den önce teslimiyet cephesinin başını çeken Ecevit, yılgınlığa kapılarak panik içinde pratik politikadan çekildi. Eski mesleği olan gazeteci-şairliğe geri döndü. 1981 yılında çıkardığı Arayış dergisinin sütunlarından yenilen devrimci harekete şimşekler yağdırdı. Faşizmin sorumluluğunu, “terör ortamı” yaratarak orduyu davet eden (!) devrimci harekete yükleyip finans- kapitali aklamaya, kendi kişiliksiz uzlaşma zeminini savunmaya çalıştı.

“Can ve mal güvenliği” derdine düşmüş tekel dışı burjuvalar, “anarşi- terörü” ezmeye giriştiği ölçüde 12 Eylül’ü desteklediler. Ama ne zaman ki 12 Eylülün işçi eylemini bastırıp devrimci halk hareketini tasfiye etmekle yetinmeyeceği ortaya çıktı. 24 Ocak kararlarının mantıksal sonuçları kendini göstermeye, küçük ve orta işletmeler kapılarına kilit asmaya, orta tasarruf sahibi parasını banka ve bankerlere kaptırmaya başladı, işte o zaman sosyal demokrasi mızmız bir muhalefet gösterisine girişmek zorunda kaldı.

Necdet Calp’in başkanlığındaki Halkçı Parti, CHP potansiyelini tekellerin ideolojik ağlan içinde eritmeyi amaçlayan sosyal demokrat görünümlü bir finans-kapital parti- siydi. Finans-kapitalin 83’de zorlandığı demokrasicilik oyunu, istenmeyen sonuçlar doğurup faşizmin yapay müdahalelerle politik ortamı yeniden düzenleme çabalan suya düşünce, Halkçı Partinin sosyal faşizm deneyi de çöküntüye uğradı.

Fakat 12 Eylül’ün dayattığı politik çerçevedeki ilk gedikler tekel dışı burjuvalarımız nazlanmalarıyla açılmadı, finans-kapitalin tabansız istikrarı kendiliğinden delindi. Sosyal demokrasi, ancak bu delikten kafasını ihtiyatla uzatabildiği ölçüde sesini çıkartabildi. Bu nedenle, finans-kapitalin HP başarısızlığı, sosyal demokrasinin hanesine çizilmiş bir olumluluk işareti sayılamaz. Tersine, kapatılan CHP’nin bugünkü ardılları, sosyal demokrasinin 1969-1977 döneminde izlediği politik çiğinin çok daha gerisine savrulmuş durumdadırlar. Onların 12 Eylül sonrasındaki çıkış noktalarını, 1978’deki teslimiyetçi uzlaşma tutumları oluşturmaktadır ve bugünkü halleriyle “Ortanın solunda değil, burjuva siyasal yelpazesinin merkez-sol partileri durumunda” bulunuyorlar.

Eski CHP’nin tekel dışı burjuvalar ve küçük üretmenler olmak üzere iki sosyal ayağı bulunuyordu. Bugünkü sosyal demokrat partilerin en önemli farkları, parti içinde eskiden de zayıf kalmış olan küçük burjuva sosyal ayağını tümden kesip atmış olmalarıdır. İşçi sınıfı ve sosyalizme sırt çevirerek tekellerle mücadele eden ve bu yüzden şapa oturan sosyal demokrasi, kimi sosyal demokratlara “sapma” olarak görünen 78 sonrasının tekellerle uzlaşma politikasını ana karakter olarak benimsemiş, 12 Eylül’le açılan yeni dönem açısından konuşursak, tekellerin güdümünde politika yürütmeyi daha baştan kabullenmiş durumdadır. Tekel dışı burjuvaziyi kendi celladına boynunu uzatmaya zorlayan teslimiyetçi içgüdü, işçi sınıfı hareketi ve devrim korkusu, sınıflar savaşının günlük dalgalanmalarıyla birikerek güçlenen radikalleşme eğiliminden duydukları ürküntüdür. Yoksa finans-kapital sosyal demokrasiye tecavüz etmedi. Sosyal demokrasi, kişiliğini dostunun ayaklan altına sermekte, marazi heyecanlar keşfeden sapık aşüfte rolüne kendi arzusuyla soyundu.

Bu durum, günlük siyasal retorikleri arasındaki önemsiz farklılıklar dışında, aynı zemini paylaşan SHP ve DSP’nin programlarında da, her günkü politik tutumlarında da açıkça gözlenebilir.

Ekonomideki devlet denetimini güçlendirmeyi, doğal kaynaklar, stratejik sanayi kolları ve savunma sanayiinin dış politikayı etkileyebilecek dallarında, ağır sanayi ve ekonomiyi yönlendirmede büyük önem taşıyan ara malları ve yatırım malları sanayinde devletin etkinliğini savunan, bu alanlardaki özel yatırımların sınırlandırılmasını amaçlayan; devletin özel sermayeyle ortaklık kurmasını reddederek daha önce kurulan ortaklıkların bir program içinde sona erdirilmesini, kamu hizmetleriyle ilgili altyapı projelerini devletin kendisinin yapmasını, piyasanın halk yararına düzenlenmesi için devletin düzenleme satışları gerçekleştirmesini isteyen, iç ve dış ticarette aracılık aşamalarını gereksiz gören 76 CHP programının tersine, SHP programında özelleştirmelere karşı çıkılmasına rağmen devletçilik anlayışında daha sınırlı bir tanımlama göze çarpmaktadır. (SHP, geçen sürede daha geri adım atarak, özelleştirmelere karşı olmadığını, ancak hisse senedi satışlarında yerli sermaye ve halka ağırlık tanımak istediğini belirtir hale geldi.) Hatta sivil toplumcu DSP, devletçilik ilkesini tümüyle programından çıkarmıştır. CHP programındaki “büyük anapara çevrelerinin bankacılığı kendi egemenlikleri veya denetimleri altında bulundurmaları önlenecektir” şeklindeki nispeten açık ifade yerine SHP programında “Holdinglerin sahip oldukları bankaları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmelerine son verileceği” gibi çok daha geri ifade biçimleri benimsenmiştir. DSP ise, özel bankaların birer kamu kuruluşu gibi çalışmalarını sağlamaktan yana olduğunu ifade ediyor. Tekelci işletmelerin ve bankaların kendi çıkarları doğrultusunda faaliyet göstermelerini nasıl engelleyebilirsiniz? Hele hele onların kamu kuruluşu gibi çalışmalarını nasıl sağlayabilirsiniz? Bu mantıkla sırıtan aptalca hayaller bir yana, bütün bu saçmalıkları tekellerin gölgesine sığınarak nasıl gerçekleştireceğini ifade etmekten sosyal demokrasi sürekli kaçınmaktadır. Her iki partinin programında taleplerin sık sık “çelişik”, “yetersiz”, “belirsiz”, “muğlak” ifadelerle geçiştirildiğini bizzat sosyal demokrasi teorisyenlerinin kendileri belirtmektedir. (7) “Toprak işleyenin…” parolasına ve orta köylülüğün taleplerine denk düşen ütopik köy-kent projelerinden ise hiç söz edilmemektedir.

CHP programında tekellerin devlet denetimi altına alınarak sınırlandırılması -devletin sınıfsal karakterini göz ardı eden ütopik mantığına rağmen- ana eksen olarak benimseniyordu. Proletarya açısından önemli olan mülkiyetin devlete ait olması değildir. Asıl önemlisi, devlet mülkiyetinin hangi sınıfların çıkarları doğrultusunda kullanılacağıdır. Devlet mülkiyetinin kullanımını belirleyen bütün faktörse, devletin kimin elinde bulunduğu sorununa gelip dayanır. O yüzden, her devletçi uygulama mülkiyetin toplumsallaştırılması anlamına gelmez.

Aksine, kapitalist devletçiliğin nasıl azgın finans-kapital sömürüsü yarattığını, devlet kapitalizminin mali sermaye egemenliğinden ayrılamayacağını, Türkiye’de yaşayan, Avrupa’daki gelişimi az çok tanıyan her bilinçli işçi çok iyi bilir.

CHP programının bu temel zayıflığı, onun pratikte finans- kapitalden bağımsız bir çizgide tutunmasını engellemiştir. Fakat bu ütopik kavrayış, bütün pratik zaafına rağmen, teorik planda tekel dışı burjuvazinin bağımsız zeminini oluşturur. ‘Teorik amaç ve pratik tutum arasındaki çelişme zaten onun alınyazısıdır.

CHP, devlet sınıflarının vesayetçi geleneğinden, onunla esinlenmiş, motive olmuş tekel dışı burjuvazinin ütopik devletçiliğine doğru evrimleşmişti. Şimdi, sosyal demokrasi, tekeller güdümü altında politika yürütmeyi ana karakter olarak benimseyen tavrıyla, devletçi geleneğinden kopma yoluna girmiştir. Sivil toplum teorilerinin kazandığı popülarite, SHP ve en çok DSP programında gözlenen İsveç taklitçiliği, bunun göstergesidir.

Ancak tekel dışı burjuvazinin teslimiyetçi tavrına uygun düşen sivil toplum stratejilerinin bizde nasıl bir “yeni tür devletçilik” olarak kavranılmaktan öteye geçemediğini M. Yılmazer Devrimci Demokrasinin Programı (Çağdaş Yol sayı 2) yazısında göstermişti. Aradaki fark, piyasa unsurlarının teoride kazandığı ağırlıktan ileri gelir. Burjuva iktisadı zaten, bir serbest piyasa idealizasyonudur denecek. Bu doğru. Hatta tekel dışı burjuvazinin serbest rekabet özlemleri açısından çok daha doğru. Ama günümüzde kapitalist piyasa üzerindeki tekelci baskı, tekeldışı burjuvaziyi devletçilik idealizasyonuna itmektedir. Bu nedenle, devletçi anlayıştan gerileme ve piyasa ekonomisinin teoride kazandığı önem, finans-kapitale açık bir teorik meşruiyet kazandırılması, finans-kapitalsiz yapılamayacağının kesin ilanıdır. Sivil toplumcu “alternatif”, planlı devlet müdahalesiyle serbest piyasa dinamiklerinin sentezi olarak sunuluyor. Bunun günümüzde kazandığı anlam, “tekelci devlet kapitalizmi kabulümüzdür, finans-kapitale rağmen değil onunla uzlaşarak politika” sözünden öteye gitmez. Biz sizin üstünlüğünüzü tanıyoruz, ama siz de bizi biraz gözetin, efendim!

İsmail Cem, sosyal demokrasiyi, sermayenin (Siz finans-kapital anlayın) “akılcı ve iyiniyetli muhatabı” olarak tanımlıyor.(8) Ondandır, “akılcı” ve “ihtiyatlı” SHP’nin oldukça “iyiniyetli” gösterileri. 1 Mayıslardaki gerici tavır, Kürt sorununun bayağı reformist dile getirilişine bile vahşi bir öfkeyle saldırış, cezaevlerindeki açlık grevlerine tepki, direnen öğrencilerin polise teslim edilmesi, Sol kanada yönelik tasfiyeci operasyon, Bolu-Taksim toplantılarında finans-kapitale “Biz sosyal demokratlardan boşuna korkuyormuşuz yahu” dedirten bağlılık yeminleri, aslan terbiyecileri önünde diz çöküp boyun büken Baykal ekibinin parti içine döndüğünde despotik fırsatçılığı.

Finans-kapitalin sosyal demokrasi üzerindeki ehlileştirme politikalarının sadık maşası Deniz Baykal yemin billah ediyor: “Bakın biz artık uslu olduk. Eh, artık siz de bizim şu alternatif olmayan alternatifimizi tanısanız”. Baykal’a göre, “alternatif” sorununda kilit noktası, enflasyonla mücadele. Finans-kapital ekonomisinin koşulları içinde bunun ancak halka kemerleri daha da sıktırıp, işçi hareketine saldırmakla mümkün olabileceğini görüyor olmalı ki şunları söylüyor:

“Sadece enflasyonu denetim altına almanın önemini anlamak ve kavramak yetmiyor, onun ancak ciddi bir bedel ödeyerek düzeltilebileceğini de unutmamak gerekiyor. Birinci nokta geleceğe yönelik siyasi kararlılıksa, İkincisi bunun ötesinde siyasi bir bedeli göze almakla ilgilidir”. (9)

SHP bedeli finans-kapitale mi ödettirecek? Bunu düşünmek fazla saflık olurdu. Bedeli ödeyecek olanlar belli. Ancak bunalım faturasını işçi sınıfı ve halka ödettirmenin SHP açısından da bir bedeli olmalıdır. O bedel, SHP’nin sınıfsal kimliğindeki değişim sancısıdır. Bugün SHP’yi tekeldışı burjuvazinin öz eğilimi olarak tanımlama olanağı kalmamıştır. Sosyal demokrat partilerin günümüzdeki karakteri, tekeldışı burjuvazinin finans-kapital le uzlaşma eğilimlerine sözcülük etmeleridir. Şimdi Deniz Baykal liderliğinde SHP, finans-kapital politikalarının sözcülüğüne doğru giden yolla hayli adım atmış görünüyor. Baykal ve ekibi, bu yolda “siyasi kararlılıklarım” belirtiyorlar. “Demokratik Yenilenme” programıyla legalleşmeyi bekleyen TBKP ise, sosyal demokrat partilerin sağa kayışından doğan özeğilim boşluğunu doldurmaya pratik olarak adaylığım koymuş bulunuyor.

SHP’nin bu değişim sancısı yoğunlaştıkça, hizipler arası çatışma ve gerginlik de yükselmektedir. Kürt milletvekillerinin ihracı ve bunun ardından gelen istifalar, içerdeki çatlağın kopma noktasına getirilişi oldu. SHP’ye egemen olan gerici tutum, partinin kendi program zemininde yer alan cılız halk etkilenmelerini bile içine sindiremedi. Partinin şovenist dokusu, doğudaki ulusal mücadeleden cesaret alan reformist Kürt burjuva eğilimlerini hazmedemedi. Tekellere yakınlaşmada sorun olan bu eğilim, Baykalcı yönetimden ani bir darbesiyle kesilip atılarak partiden uzaklaştırıldı. SHP, bir demokrasi kamburunu da böylece sırtından attı.

Sosyal demokratların PKK eylemleri karşısında hükümet politikalarını desteklediklerine dair yaptıkları açıklamalar, Özal’ın çağrısıyla toplanan “terör zirvesi” tartışmaları ve yeni Takrir-i Sükun’a verilen yandan yırtmaçlı destek, Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi var olduğu sürece, sosyal demokrasinin finans-kapital güdümünde politika yürütmekten kaçınamayacağını gösteriyor. Kuşkusuz “kısa günün küçük karları”na artık pek sıcak bakmayan halk yığınları da gittikçe radikal çıkışlara doğru eğilim biriktirirken, sosyal demokrasi kitleler arasında kedici mevziler aramaktan köşe bucak kaçar hale geliyor. İşçi sınıfı ve Kürt köylülüğünün SHP’ye desteğini önemli ölçüde sarsmasına rağmen, Baykal-İnönü işbirliğiyle yürütülen politikalar, derinleştirilerek sürdürülüyor. SHP, tekellere “kararlılığını” gösteriyor.

SHP sağa doğru yuvarlandıkça geride kalan boşluğu, gerek bu zeminde tutunamayan Yeni Demokratik Oluşumcular, gerekse bu boşluğu soldan TBKP ve TBKP’lilerin de içinde bulunduğu yasal Marksist parti girişimcileri doldu.

Sonuç olarak SHP, finans-kapital politikacılığına doğru evrilirken, burjuva sosyalizmi de sosyal demokrasinin basit bir nüansına dönüşmektedir. Onların sosyalizmden bu açık kopuşları, sosyalist ortamdaki siyasal saflaşmaların netleşmesi açısından olumlu sayılabilir. Ancak SHP’in gittikçe halkın gözünden düştüğü ve güven yitirdiği bir ortamda, yasal “Marksist” partiler, sosyalist maskeli denenmemiş yüzleriyle yeni bir tehlike yaratmak eğilimindedirler. Sosyal demokrasiden kopuşan yığın tepkilerinin TBKP vb. zemininde çürütülmesine karşı uyanık olmalı, her türden burjuva reformist anlayışa karşı mücadeleyi yükseltmeliyiz.

Dipnotlar:

1) Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Ortanın Solu ve Küçük Üretmenlerimiz

2) Bülent Ecevit, Ortanın Solu

3) İsmail Cem, Siyaset Yazıları

4) İsmail Cem, a.g.e.

5) İsmail Cem, a.g.e.

6) İsmail Cem, a.g.e.

7) Şahin Alpay-Seyfettin Gürsel, SHP-DSP/Nerede Birleşiyorlar, Nerede Ayrılıyorlar?

8) İsmail Cem, Engeller ve Çözümler