Sosyalizm: Hala ütopya mı, gerçeklik mi? – Mehmet Yılmazer

Çağdaş Yol, Sayı 9, Ekim 1989

(M. Belge Eleştirisi)

“Sosyalizm Türkiye ve Gelecek” iki büyük yer sarsıntı­ya sının ürünüdür. Birinci sar­sıntı, yaşadığımız toprak­larda gerçekleşen 12 Eylül’dür. Diğeri ise, Gorbaçov reformlarıyla sosyalist ülkelerde yaşanıyor. M. Belge gerek Marksizm’in temel kavramlarını ve ge­rekse Türkiye devrimci hareketinin bugüne kadar edindiği değerleri rahat bir üslupla eleştirirken bu iki büyük depremin yıkıntılarını arkasına kanıtlayıcı fon olarak alıyor. Böylece işi ko­laylaşıyor mu? Sanmıyoruz.

12 Eylül’le yaratılan ortamdan ve dünya sosyalizminin açık başarısızlık­larından aldığı güçle M. Belge çok bü­yük bir rahatlıkla Marksizm’in genel değerleri üzerinde şüphe izleri bıraka­rak geziniyor. Öte yandan, 12 Eylül faşizminin acılı derslerinden geçmiş insanlara büyük bir pişkinlikle “barışçıl mücadele” yolları öneriyor.

Önerebilir. Herkes düşüncesini açıklamakta “özgür” değil mi? Hiç şüphesiz özgür olabilmeli. Ancak düşüncenin özgürce açıklanması kadar, açıklanan düşüncenin gerçekten öz­gür olabilmesi önemli. Düşünce özgür­lüğüne sözde sınır konulmamış batı demokrasilerindeki özgür düşüncele­rin birazcık yaldızı kazınınca, nasıl dü­zenin felsefesini en kılcal yollarla em­dikleri hemen görülebilir. Dolayısıyla o düşüncelerin pek çoğu finans kapi­tal demokrasilerinin kölesidir.

“Sosyalizm ve gelecek” hakkında konuşan M. Belge gerek Marksizm’in genel kavramları ve gerekse Türkiye devrimci hareketinin deneyleri üzerin­de gezinirken hangi konumdadır?

Yaratıcı düşüncelerle mi yüz yüzeyiz, yoksa on yıllardır batı demokrasilerine huysuz kölelik yapan düşüncele­rin bir benzeriyle mi karşı karşıyayız. Görelim:

M. Belge “nasıl bir sosyalizm?” so­rusuna cevap ararken şöyle der: “Marksizm’in bilimsel sosyalizm olarak benimsenmesi bazı çok önemli olum­suzluklara yol açtı; ama koşulları düşü­nüldüğünde belli bir kaçınılmazlığı var­dı bunun.” (Belge, s. 156) Olumsuzlu­ğun “kaçınılmazlığına” sonra değine­ceğiz. M. Belge sosyalizmin ‘bilimsel’ olmasından açıkça hoşnutsuzdur. “Bi­limsellik, daha sonra bir sorun haline gelmiştir. Üstelik bilimselliğin bilimsel olmayan formülasyonlarının yapılma­sıyla sorun haline gelmiştir.” (Belge, 157)

Bilimselliğin “sorun” haline gelme­si nasıl olmuştur? “Stalin’in dünya komünist hareketine önderliğini kabul ettirmesinden aşağı yukarı günümüze kadar, ‘ütopik’in karşıtı olarak ‘bilimsel’in yanına yakın anlamlı sayılabile­cek ikinci bir kavramın da yerleşmeye başladığı gözlemlenir. Bu ikinci kav­ram ’gerçekçi’dir”. (Belge, s. 155)

“Gerçekçi” tanımı M. Belge’ye gö­re “varolan sosyalizm” gençliğine “kat­lanma” anlamıyla yüklüdür. O zaman pratik yaşamda “bilimsel” sosyalizm gelir gönülsüzlükle katlanılan bir sos­yalizme dönüşür…

Katlansak da katlanmasak da dün­yanın gözü önünde bir sosyalizm pra­tiği var. Marksizm her şeyden önce olayları olduğu gibi görebilmekle baş­lar. Bu pratiği tüm gerçekliğiyle kavra­dığımızda onun hatalarını tekrarla­maktan kurtulabiliriz. Fakat “bilimsel” sosyalizmin pratik sonuçları bazı göz ve gönülleri hoşnut etmeyince onun bilimselliğini “sorun” haline getirmek başka bir anlam taşır.

M. Belge pek hoşlanmasa da “bi­limsel” bir zeminde kalmak istiyorsa, Marksizm’in sosyalizm üzerine önerile­rini yaşanan pratikle sınayıp ya bu tez­lerin temelde bilim dışılığını ispatla­mak, ya da esasta pratiğe uygunluğu­nu, yani bilimselliğini göstermek duru­mundadır. Çünkü “nesnel gerçekliğin insan düşüncesine atfedilip edileme­yeceği sorunu bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. Düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki pratikten soyutlanmış anlaşmazlık, tamamıyla skolastik bir sorundur.” (Feuerbach Üzerine Tezler, K. Marks)

Oysa M. Belge “var olan sosya­lizm” gerçekliğine “katlanamayıp” sos­yalizmin bilimselliği konusunda şüphe­ci bir konumu benimser.

Marksizm ve “Ekonomi”

M. Belge sosyalizmin 70 yıllık pra­tiğinden Marksizm’in bazı temel tespitlerini sorgulamaya yönelir. Bunların ilki Marks’ın ekonomiyle ilişkisi üzeri­nedir.

M. Belge, Marks’ın “vulgarize” edilmesinden yakınır ve onun “bütün insan eylemlerinin temelinde ekono­mik dürtüler yatar diyen adam” haline getirilmesini eleştirir. “Oysa Marks pek böyle söylemediği gibi, bunu söy­lemiş olmakta yeterince ayırt edici bir özellik sayılmazdı. Çünkü pek çok kla­sik ekonomi-politik uzmanı aynı şeyi söylemişti.” (Belge, s. 157)

Marks yukarıdaki cümleyi söyle­miş midir? Belli değil. M. Belge “pek böyle söylemediği”ni belirtir, fakat he­men ardından bir ekleme yapar”, eğer söylemiş olsa bunun “ayırdedici bir özellik” taşımayacağını, o dönemin “pek çok klasik ekonomi-politik uzma­nı”nın (altını ben çizdim) aynı şeyi söylediğini iddia eder.

Önce Marks’ın formülasyonu elbette ki bambaşkadır. Sonra, bu konu­da söyledikleri “ayırdedici” bir özelliğe sahiptir. Ekonomi-Politiğin önsözün­de Marks bu buluşunu şöyle hikaye eder: “Ben, ekonomi politiği incele­meye, Paris’te başlamıştım ve bu ince­lemeye, Bay Guizot’nun hakkımda verdiği sınırdışı edilme kararı sonucu dönmek zorunda kaldığım Brüksel’de devam ettim. Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç kı­saca şöyle formüle edilebilir:”… Mad­di hayatın üretim tarzı genel olarak toplumsal, siyasal ve entellektüel ha­yat sürecini koşullandırır.”

Aynı kitaba önsözünde Engels, Marks’ın ulaşmış olduğu sonucu şöyle niteler: “Yalnızca iktisat için değil bü­tün tarih bilimleri için (ve doğa bilimle­ri olmayan bütün bilimler, tarih bilim­leridir) devrim yaratan keşif…”

Belge aynı görüşte değildir. Marks’ın ekonomi-politik inceleme­sinde ulaştığı sonuca “pek çok klasik ekonomi-politik uzmanı”nın da vardı­ğını iddia etmektedir. M. Belge bilim­sel bir kaygı taşımayan açıklamasıyla, Marks’ın “keşif” derecesinde önemli buluşunu hem deforme ediyor, hem de sıradan, önemsiz bir hale getirerek küçümsüyor. Çünkü M. Belge toplum olaylarına “bilimsel” bir yaklaşıma inanmıyor.

“Marks’a her şeyin başı ekonomi­dir diyen adam gözüyle bakma”nın (s. 158) yanlışlığını eleştirmek bir şey­dir, Marks’ın buluşunu vulgarize edip hiçe indirmek başka şeydir. M. Belge daha da ileriye giderek şu inanılmaz görünen sonuca varır: “Bu noktada ‘bilimsel’ sosyalizm ile ‘ekono­mi’ arasındaki ilişki üstüne bir kaç söz daha söylemek gerekiyor. Bu ilişki zo­runlu değil, bir anlamda raslantısal bir ilişkidir. Sosyalizmin bilimsel olması gerektiğine inanmak, ille de ekonomizmi öne çıkarmayı gerektirmezdi.” (Belge, s. 159)

Sözü edilen “rastlantı’lar ise şöyle sıralanır:

“Raslantı, biraz da, bilimsel sosya­lizm düşüncesinin yeni şekillendiği günlerde, ekonominin en olgunlaşmış ‘bilim’ görüntüsüne sahip olmasına bağlıydı. Tabii bunu çok fazla abart­mamak gerekir. Başka nedenler de söz konusuydu mutlaka.

“Bu nedenlerden biri de doğrudan doğruya Marks’ın çalışmalarıdır. Marks’ın en anıtsal çalışması göze çar­par biçimde ekonomiyle ilgiliydi.” (Bel­ge, s. 160)

Rastlantıya bakın ki, bilimsel sosya­lizmin kurucusu Marks’ın yaşadığı yıl­larda “ekonomi olgunlaşan bir bilim”dir… Öte yandan bir raslantı so­nucu Marks “en anıtsal” eserini ekono­mi üzerine yazmıştır.

Bu rastlantılar sonucu bilimsel sos­yalizm ile ekonomi arasında bir ilişki kurulmuştur. M. Belge ne dediğini bili­yor mu?

Bilimsel sosyalizm, insan toplumlarının gelişim kanunlarının bulunup açıklanmasıyla şekillendi. Ve bu geli­şimlerin hareket ettirici zembereği, Marks’ın buluşuyla “maddi hayatın üretim tarzı”nda, ya da M. Belge’nin ikide bir aşağıladığı “ekonomi”de yatı­yordu. Bırakalım, rastlantısal ilişkiyi bi­limsel sosyalizmin açıklamalarından ekonomi temelini çekip aldığımızda, ortada belki, bir “sosyalizm” kalır, ancak bu sosyalizm artık bilimsel ola­maz.

M. Belge, toplumların gelişiminde ekonomi temelinin vurgulanmasını “ekonomizm” olarak nitelendiriyor ve bu görüşün savunucularını ekonomist Marksistler olarak isimlendiriyor. Böy­le bir vurgulamanın insanı kavramsal düzeyde yoksullaştırdığı kanısındadır. Marksizm’in özünün gerek Sovyet aka­demisyenlerince ve gerekse pek çok “Komünist Partili” teorisyen tarafın­dan tek yanlı bayağılaştırdığı bir ger­çekliktir. Olayların açıklanmasında ekonominin abartılarak sürecin diğer özelliklerinin gözden yitirilmesi Mark­sizm açısından hata olur. Ancak bir ya­sanın hatalı kullanımı o yasayı ortadan kaldırmaz. M. Belge böyle hatalı ör­neklerden hareketle Marks’ın bulduğu yasayı inkara ya da önemsizleştirmeye yelteniyor. Bilimsel Sosyalizm ile eko­nominin ilişkisi rastlantı olarak gör­mek, Marksist düşüncenin doğuş ve şekillenişini bir rastlantıya bağlamakla eş anlamlıdır.

Bir adım daha gidelim. Gene ken­disinin üst yapı olarak ayırdığı son de­rece geniş alan üzerine çalışmaları ise görece çok daha azdı. Marks Fran­sa’da sınıf mücadeleleri, 18 Brumaire vb. üstüne bildiğimiz metinleri yazma­mış olsaydı, onun da bir ekonomist ol­duğunu düşünmekte daha haklı olabilirdik. Ama bunları yazdı; “… Demek ki sorun, ekonomist bir eğilim değil, bir insan ömrüne sığabilecek çalışmanın hacmi sorunudur.” Bu belirlemeyi ya­pan M. Belge şu genel sonuca varıyor: Marks’ta ve Engels’te yeterli bir üstya­pı teorisi, özellikle bir politika teorisi bulunmadığı söylenmiştir ve bu doğru­dur.” (Belge, s. 160)

Yazar Marks’ta “ekonomist bir eğilim” görmez. Marks’a ne büyük ilti­fat! Oysa anladığımız kadarıyla Belge, toplum yaşamında ekonominin belir­leyiciliğinin vurgulanmasını “ekono­mizm” olarak tanımlıyor. Eğer “eko­nomizm” bu ise, Marks bir numaralı “ekonomist” olmalıdır. Öte yandan, yazar “maddi hayatın üretim tarzı”nın belirleyiciliğini yeterince önemseme­diği, bu teorik bulgunun derinliğini kavramadığı için Marks ve Engels’te “yeterli bir üstyapı teorisi” bulamaz.

Bu yargı Avrupa’da özellikle 1960 sonrası güçlenen “Yeni sol” akımların ortak bir yargısıdır. Objektif temeli, emperyalist sistemin az çok istikrarlı gidişi ve “refah” yıllarının sürmesi so­nucunda ekonomi tabanının gözlere çarpmaz oluşudur. Öte yandan, 29. Kongreyle başlayan Stalin eleştirile­riyle Sosyalist ülkelerin batıda çekicili­ğini yitirmesidir. Üstelik Sosyalist ül­keler de, kan ter içinde ekonomiye ağırlık vermelerine rağmen ortada “göz doldurucu” sonuçlar yoktur. Sı­nıflar savaşının nispeten durgun yıllarında kimi batılı aydınların bu birbiri­nin tekrarı olan tek düze gidişe göster­dikleri tepkileri, yıkılmaz görünen “alt yapıya” dokunamayınca, onun “istik­rarlı” gücü karşısında cüceleşince, tep­kiler kendilerinin de içinde bulunduğu üst yapıya yöneldi. O zaman Marks ve Engels’i yeniden yorumlamak günde­me geldi.

Marks ve Engels’te yeterli bir “üst yapı teorisi” yok mudur? Çok yaygın bir şekilde Marks’ın Kapitali yerli yer­siz yüceltilirken kaçınılmaz bir şekilde diğer eserleri gölgelenir. Sanıldığının aksine Kapital bir alt yapı teorisi değil­dir. Marks’ın alt yapı ile ilgili görüşleri Kapital’e ne kadar içkinse, üst yapı ile ilgili görüşleri de en az o kadar içkindir. Marks ve Engels’te birbirinden ayrı alt ve üst yapı teorileri yoktur. Alt ve üst yapının hiyerarşik dizilişi ve birbiri­ne etkisi ise yeterince aydınlıktır. M. Belge, “üst yapıdan” söz ederken ne­den Marks’ın Fransa’da sınıf mücade­leleri ve 18 Brumaire’ını anıyor da ör­neğin Engels’in Ailenin, Özel Mülkiye­tin Devletin Kökeni’nden hiç söz etmi­yor? Orada üst yapının en önemli ku­rumu devletin teorik açıklaması var­dır. Çünkü Marks’ın sözü geçen yapıt­larında Fransa’da somut olayların akı­şında üst yapının “göreli” bağımsız davranışlarından söz edilir. Bu göreli bağımsızlık üzerine Batı’da Yeni Sol o kadar çok şey yazmıştır ki, adeta Marks yeniden keşfedilmiştir. Ancak sonuç olarak ortada hala “yeterli” bir “üst yapı teorisi” yoktur. Oysa Marks ve Engels’te Ahlak, Hukuk, Devlet gi­bi üst yapı kurumlarıyla ilgili yeterince derinlikli tanık vardır.

M. Belge, Marks ve Engels’te üst yapı teorisinin yetersizliğinin yanında bir de “özellikle bir politika teorisi”nin bulunmadığını iddia etmektedir. “Poli­tika teorisi”nden tam olarak ne kaste­diliyor bilemiyoruz. Ancak Marksizm de politikanın doğuşu, sınıf çıkarlarıyla bağlantısı yeterince açıktır. Üstelik bu konuda Marks-Engels’in ciltler tutan mektuplaşmalarında ve çeşitli gazete­ler için kaleme aldıkları makalelerinde sayısız örnekler vardır. Yazar bu mal­zeme içinden eğer isterse yeterince kesin bir “politika teorisi” edinebilir. Ancak M. Belge’nin sorunu bu değil­dir. O, ekonominin ya da alt yapının belirleyiciliğinden özgür bir “politika teorisi” özlemektedir. Elbette, böyle bir “teori” Marks-Engels’te yoktur.

M. Belge bazı açık sonuçlara var­mak için değil, sanki Marksizm açısın­dan aydınlık olan kimi temel konuları karartmak, deforme etmek için tartış­maktadır. A. Kaçmaz’ın “Belge, alt ya­pının belirleyici rolünü reddediyor” eleştirisine itiraz ediyor ve görüşlerini bir kere daha şöyle özetliyor: “Marks’ın yaşadığı dönemde, karışık toplumsal olayları belirleyicilik ölçütü­ne göre ayırıp sınıflandırarak buradan alt yapı üst yapı gibi bir ayrıma gitmek çok önemli bir buluştu. Ama bunu bu­gün aynı şekilde tekrarlamak fazla an­lam taşımıyor, böyle bir ayrım yanlış olduğu için değil, bu kadarıyla yetersiz olduğu için.” (M. Belge, Birikim, s.4)

Belge yalpalayarak yürüyor. Kita­bında, Marks’ın, ekonominin belirleyi­ciliği görüşünü pek de ayırt edici bul­mamıştı. Şimdi “çok önemli bir buluş­tu” diyor. Hangi düşünce Belge’nin gerçek kavrayışını yansıtıyor? Bunun için spekülasyon yapmaya gerek yok. Belge, Marks’ın yaşadığı dönemde “belirleyicilik ölçütünü” önemli bulma­sına karşılık bugün aynı şeyi tekrarlamanın yetersiz olduğunu iddia ediyor. Demek bu buluş artık önemsizleşmiştir.

Daha ileriye gitmeden “alt yapı” “ekonomi” gibi kavramlarla ilgili bir ara açıklama yapmalıyız.

“Marks ve Engels de dahil Marksistler alt yapıya kimi zaman da ekono­mik temel kavramıyla değinmişlerdir. Bundan ötürü, anlaşılır bir semantik kayma ile alt yapı/ekonomi özdeşliği kurulmuştur. Böylece ekonomi belirle­yicidir gibi bir sonuca varılmıştır. Bu ise fazla genel, fazla yuvarlak bir kuraldır ve dolayısıyla tehlikelidir.” (Bel­ge, Birikim, s. 4)

Yazar, Marks’ın görüşlerinden söz ederken “altyapı”, “ekonomi”, “maddi hayatın üretim tarzı” kavramlarından özellikle “ekonomi” kavramı üzerine vurgu yapıp, ekonominin belirleyicili­ğini fazla yuvarlak ya da banal bulmak­tadır. Marks ve Engels’in olayı böyle basit açıklamadıklarını ileri sürer. Eko­nomi denince, Belge’nin aklına “özgül­leşmiş”, yani kapitalizm çerçevesinde­ki ekonomi kavramı gelmektedir. O zaman da bu ekonomi kavramıyla her şeyi açıklamak mümkün olmamakta­dır. Her insan toplumunda bir tür eko­nomik faaliyet vardır, olduğu ölçüde etkisi de vardır, ama sözgelimi ortaçağda bulunan ekonomik faaliyet, ekonominin kapitalizmde belirleyici olduğu ölçüde belirleyici değildir.” (Bel­ge, Birikim, s. 4)

Yazarın yöntemi ilginçtir. Ayna boksunu andırıyor. “Ekonomi belirle­yicidir” diyenleri karşısına koyuyor. Marks bunların arasında mıdır, tam açık değil. Sonra “ekonomi” kavramı­nı kendince tanımlıyor, elemanlar ta­mam olunca maç başlıyor, fakat bu ara bir kaç yumruk da Marks’ın yediğine şüphe yok.

Belge, gerek kitabında ve gerekse Birikim’deki yazısında konuyla ilgili Marks ve Engels’in orijinal metinlerine başvurmaktan ısrarla kaçınır. Onların bu konularda söylediklerini aktarmaz. Biz önce orijinal metinlerden bir iki gerçekliği tespit ettikten sonra, yaza­rın söylediklerine geleceğiz.

Marks’ın Önsöz’deki orijinal formülasyonu şöyledir:

‘Varlıklarının toplumsal üretimin­de, insanlar aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişki­ler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir geliş­me derecesine tekabül eder. Bu üre­tim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisa­di yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve si­yasal üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entellektüel hayat sürecini koşullandırır.” (Eko. Pol. Eleştirisine Katkı, Önsüz)

Bu metnin yazılışından 30 yıl son­ra Engels, Marks’ın görüşlerinin bayağılaştırılması karşısında şunları yaz­mak durumunda kalmıştır:

“Tarihi maddecilik anlayışına gö­re, tarihteki belirleyici faktör, ancak son kertede (son tahlilde, son soruş­turmada), maddi hayatın üretimi ve yeniden ortaya konulmasıdır. Ne Marks, ne de ben bundan fazlasını söylemiş değiliz. Her hangi bir kimse bu düşüncemizi, “ekonomik faktör bi­ricik belirleyici faktördür” şekline so­kacak kadar değiştirir ve bozarsa, ileri sürmüş olduğumuz bu yargıyı, bom­boş, soyut ve saçma bir söz haline ge­tirmiş olur. Ekonomik hareketin sayı­sız rastlantılar arasından zorla ilerle­yen bir şey gibi sonunda kendine içle­rinde yol açtığı bütün bu faktörler (Anayasalar vb. hukuki şekiller, politik hukuki ve felsefi teoriler, dini görüş­ler…) arasında karşılıklı etki ve tepki vardır. Böyle olmasaydı, teorinin (maddeci tarih görüşünün) herhangi bir tarih dönemine uygulanması birin­ci dereceden bir denklem çözmek ka­dar kolay olurdu.” (Engels’den Joseph Blach’a Mektup, 1890)

Her şey son derece açık. Maddeci tarih görüşü açısından olayların çö­zümlenmesi tek bilinmeyenli denklem­lere değil, çok bilinmeyenli yüksek ma­tematik problemlerine denk düşebilir. Ancak bir şey hâlâ açıklanmaya muh­taçtır. Son kertede belirleyici olan “alt­yapı”, “Ekonomi” ya da “maddi haya­tın üretimi” nedir?

“Toplum tarihinin belirleyici teme­li olarak gördüğümüz, ekonomik bağ­lantılar sözünden belli bir toplumun insanlarının geçimleri için gerekli, şeyleri üretiş ve ürünlerinin aralarında mübadele ediş tarzını anlıyoruz. De­mek ki, bütün üretim ve ulaştırma tek­niği bunun içinde yer almaktadır… Bundan başka, ekonomik bağlantıların içinde ortaya çıkıp geliştiği coğrafi temeli; eski gelişim dönemlerinden ar­ta kalan ve çoğunlukla yalnız gelenek yüzünden ya da vis inertia (atalet kuv­veti) dolayısıyla süregiden kalıntılar ve hiç şüphesiz bu toplumsal yapıyı kuşa­tan ortamda ekonomik bağlantılar içinde yer alırlar.” (Engels’ten Heinz Strakenmburg’a 1894)

Netice olarak, Marks ve Engels’te “ekonomi” ya da “altyapı” kavramı “fazla yuvarlak” değildir. Üretici güçler kavramıyla daha somutlanır. Marks-Engels’te üretici güçler biraz dağınık da olsa yeterince tanımlanmıştır. İn­sanın yanında, coğrafi temel ve top­lumsal yapıyı kuşatan ortam, gelenek ve bütün üretim ulaşım tekniği toplamı üretici güçlerdir.

Biraz şemalaştırırsak üretici güçler başlıca dört başlıkta toplanabilir: Tek­nik, insan, coğrafya ve tarih (Dr. H. Kıvılcımlı, TDS). Şimdi elimizde, toplumların gelişimlerini aydınlatmak için ekonomi, altyapı gibi genel kavramların daha somut elemanları vardır. Ör­neğin, günümüzde toplumların gelişi­minde coğrafya ve tarih üretici güçleri­nin çok önemsiz etkileri vardır. Nere­deyse her şeyde son sözü teknik söyle­mektedir. Ancak “antika tarih toplumunda tek başına teknik, insanı umut­suzluğa düşürecek kadar yavaş geliş­miştir. Buna karşılık her toplumun içinden çıktığı tarih gelenek-görenekleri, içine girdiği coğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş, insanca kollektif aksiyon teknikten hızlı davranmıştır, denilebilir. Onun için, özellikle antika tarihte, dört küme üretici gücünün dördünü birden hesaba katmak gere­kir. Yalnız teknik, olayların değil tü­müyle aydınlanmasını, şemalaştırıl­masını bile yapmaya yetmez.” (H. Kı­vılcımlı, Tarih, Devrim, Sosyalizm)

M. Belge’nin “fazla yuvarlak” bul­duğu “ekonominin belirleyiciliği” ölçü­tü hiç de “yuvarlak” değildir. Yazar, bi­lerek ya da bilmeyerek Marks’ın bulu­şunu önce bozup, kabalaştırıyor, son­ra da ekonominin belirleyiciliğinin faz­la genel ve “yuvarlak”, bu nedenle de “tehlikeli” olduğunu iddia ediyor.

Elbette ki her yasa bir genelleme­dir. Bu anlamda da biraz “yuvarlaktır”. Fakat o yasanın bir olaya uygulanışı ta­rihsel maddecilik açısından son derece somut ve tekil bir özellik kazanır. Ya­zar, Marks’ın görüşlerinin yanlış uygu­lamaları karşısında bu uygulamaların mantık sakatlıklarını sergileyeceği yer­de, bizzat söz konusu buluşu hedef ala­rak, açık ve kesin bir olguyu bulanıklaştırıyor. Engelsin mektubu “ekonomik münasebetler”in çerçevesini çizmek­tedir. Yazar, “altyapı/ekonomi” söz­cükleri arasında kısır bir döngüye gire­ceğine, bu kavramların Mark ve Engels’teki karşılıklarını daha somutlaş­tırmaya çalışsaydı, yasanın “tehlikele­rini” de asgariye indirebilirdi. M. Belge, “ekonomist Marksistler”den farklı davranmıyor. Onların her şeyi kabaca ekonomiye bağlamaları karşısında yazar da, Marks’ta “yeter­li üstyapı ve politika teorisi” bulunma­dığını ileri sürerek onları dolaylı olarak onaylıyor. Fakat Marks ve Engels’in ekonomi, üretici güçler anahtarlarını tarihi süreçlere nasıl uyguladığını açık­lama zahmetine katlanmıyor.

Engels’in şu sözleri “maddeci” yön­temin herhalde en güzel açıklanması­dır:

“Bir problemin üstesinden gelmek için maddeci sözünü kullanmak yeterli sayılıyor. Oysa bizim tarih anlayışı­mız, her şeyden önce, Hegelvari sis­temler kurmaya yarayan bir basamak değil, inceleme yapılabilmesi için yol gösteren bir metotdur.” (Engels’ten Conrad Schmidt’e, 1890)

Özetlersek, toplumların gelişimi­nin açıklanmasında anahtar olan eko­nomi tabanı; teknik, insan, coğrafya ve tarih üretici güçlerinin seviyesi ve durumlarıyla bir somutluk kazanabilir. Ve bu anahtar “Hegelvari sistemler kurmaya” değil, “inceleme yapılabil­mesi için yol” açıcıdır.

Şimdi bıraktığımız yere dönelim. Belge, Birikim’deki yazısında Marks’ın buluşunu o günler için önemli bugün için yetersiz buluyor. Bugün neden, yetersizdir, derli toplu bir açıklamasını Belge’de bulamadık. Bugün daha ge­lişkin daha yetkin bir buluş mu yapılmıştır? Örneğin, Einstein’ın görelilik teorisi Newton’un çekim yasasının bel­li bir sınırdan sonra yetersizliğini orta­ya çıkartmıştır. Sosyal olaylara bakışta Einstein’ın görelilik kuramı gibi daha yetkin bir buluşla mı yüz yüzeyiz? Bel­ge böyle bir buluştan söz etmiyor. An­cak Marks’ın tespitlerinin yetersizliği­ne iki örnek verilmiş. Birisi, kapitalizm öncesi toplum biçimlerinden, diğeri günümüz tekelci ekonomilerinden.

“Kapitalizme göre koşullanmış bir ‘ekonomi’ kavramını zihnimizde bi­çimlendirip bunu aynı zamanda ‘altya­pı’ ile özdeşleyerek, sonra da tarihi üretim tarzlarına bu çerçeveye uygun açıklamalar bulmaya çalışırsak, sonuç­ta herhangi bir şeyi açıklamamış olu­ruz. Çünkü bu şekilde özgülleşmiş bir ‘ekonomi’ kavramı, feodalizmi, Yunan sitesini, hele ilkel toplumları hiçbir şe­kilde açıklamaz ya da yanıltıcı, zorlama ve keyfi açıklamalar getirir.” (Belge, Bi­rikim, s. 4)

Belge, son derece haklıdır. Kapita­lizme göre koşullanmış ekonomi kav­ramıyla, öncekileri hele ilkel toplumları açıklamaya kalkışmak saçma sonuçlar yaratmak zorundadır. Pek çok bur­juva iktisatçısının kutsal özel mülkiyet düşüncesine tutkularından dolayı, ilkel topluluklardan beri özel mülkiyeti değişmez kabul etmeleri böyle bir saç­malığa en tipik örnektir. Ancak bunların Marks’ın buluş ve yöntemiyle ne il­gisi var? Marks, özellikle kapitalizmi irdelemiştir. Ancak kapitalizm önce­siyle ilgilendiğinde kapitalizmin kavramlarını o toplumlara basitçe aktar­mamış, tam tersine gelişme sürecini kendi orijinal özellikleriyle irdelemiş­tir. Bu çaba sırasında, hareket noktası üretim ve üretim ilişkilerinin biçimi ve gelişimidir. Ve Marks-Engels, el değ­direbildikleri ölçüde kapitalizm öncesi toplum biçimleriyle ilgili mükemmel tespitlere varmışlardır. Yaşadıkları dö­nemdeki sınırlı bilgi birikimiyle (arkeo­loji henüz yeni gelişiyordu) dahice se­zişler yapmışlardır. Fakat bütün bun­lar üretici güçlerin durum ve seviyesi­nin, kapitalizm öncesini açıklamada yetersiz kaldığını değil, tek doğru ay­dınlatma yöntemi olduğunu ortaya koymuştur. Fakat M. Belge Marks’ın buluşunu ısrarla ve bayağıca ne olduğunu açıklamadığı ‘ekonomi’ boş çu­valına indirgemektedir. Üretici güçle­rin seviye ve durumu ilkel toplumları da, Yunan sitesini de yeterince aydın­latır. Ancak Belge’nin deforme ettiği “ekonomi” kavramıyla hiçbir şey açık­lanamaz.

Belge’nin dediği gibi kapitalizm öncesini açıklamada Marks’ın buluşu yetersiz değil, fakat Belge’nin bu yasa­yı kavrayışı kesinlikle yetersizdir.

Yazarın günümüz toplumundan verdiği örneğe gelelim.

“Böyle bir önerme, kapitalizmin erken çağı için gerçekten doğrudur, ama bugünün kapitalizmi için eşit de­recede geçerli olduğu kanısında deği­lim. Ekonomi şüphesiz gene çok önemli ama kapitalizmin tekelleştiği, böylece önemli kararların merkezile­şirken politik düzeyde de içiçe geçtiği, emperyalist sistemin çeşitli çelişkile­riyle varolduğu, öte yandan bilinçliliğin yaygınlaştığı, kültürün büyük önem kazandığı bir dönemde, politi­kanın yeniden egemenleşmeye başla­dığı inancındayım.” (Belge, Birikim, s.4)

Burada, yazarın “politika teorisi”ne önemli bir örnek var. Marks’ta “politika teorisi” bulunmayan Belge’nin böylece “ekonomi”den özgür bir politikadan söz ettiği yeterince açıklığa kavuşuyor.

Ekonomide tekelleşme, kararların merkezileşmesi, bilinç ve kültürün yay­gınlaşması açık gerçeklikler. Fakat bü­tün bunlar insanları metaların tahak­kümünden kurtarıyor mu? Tekelci ka­pitalizmin yapısı içinde ve belli bir sü­reçte bu mümkün mü? Kapitalizm te­mel karakterini, kâr güdüsünü yok etmedikçe, son kertede politikayı “eko­nomi” belirmeye devam edecektir. Belge’nin umut bağladığı “bilinç ve kül­türe” de kısaca değinmek gerekli. Te­kelci ekonomi kendi kültürünü yarat­mıştır. Avrupa’da yaygın kültür süper market alıklaşmasından ibarettir. Bel­ge, çeşitli “alternatif” grupları, çevre bilinçlenmesini, barış ve kadın hare­ketlerini kastediyorsa, bunların em­peryalist üretim temeline yön vermesi şöyle dursun, bizzat o üretim temelinin yarattığı ama o temele yönelmeyen hoşnutsuzluklardır.

“Politikanın yeniden egemen ol­maya” başlaması ne demektir? Eğer tekelci kapitalizmde kararların merke­zileşmesi ve politik düzeyde de iç içe geçmesi ise, buradan hangi sonuç çı­kar? Batı’da dev tekellerle o ülke yöne­timleri içiçedir, doğru. Buradan politi­kanın daha dakik ve daha doğrudan bir şekilde tekelci finans-kapitalin çıkarla­rına bağlandığı sonucu çıkar. Nerede kaldı, “politikanın egemenliği”!

Eğer kapitalizm, serbest rekabetçi günlerindeki ve ilk tekelleşme yıllarındaki gibi çılgınca pervasızlıklara giremiyorsa bunun tek nedeni işçi sınıfının ve ezilen halkların mücadelesidir. Ve bunların sonucu olarak Sosyalist ülke­lerin varlığıdır. Onu kör ekonomik çı­karlardan, biraz olsun insanlığı dikkate almaya zorlayan işçi sınıfının zorudur. Oysa M. Belge emperyalizmin doğal gelişimiyle bu noktaya geldiğini, artık politikanın kör ekonomik çıkarların kölesi olmadığını söylüyor. Bu emperyalizme bir övgüdür. Ve bunu “Marksistler” içinden ilk kez Belge yapmıyor. Kautsky, emperyalizmi kimi kapitalist ülkelerin dış politikası olarak görmüş­tü, onun maddi temelini kabule yanaş­mamıştı. Bu nedenle, barışçıl bir süper emperyalizm hayal etmişti. M. Belge, kararların merkezileş­mesi, bilinç ve kültürün yaygınlaşma­sıyla, politikanın ekonominin yavan belirleyiciliğinden kurtulmaya başladı­ğını iddia ediyor. Oysa politika bugün, her zamankinden çok uluslararası fi­nans-kapitalin soysuz çıkarlarının güdümündedir.

Netice olarak, Marks’ın toplumların gelişimiyle ilgili buluşu, Belgeye kalırsa en iyi serbest rekabetçi kapita­lizm günlerine uygulanabilir, öncesi ve sonrası için yetersizdir. Bütün bunlar­dan bir tek sonuç çıkar: Belge, Marksizm’in bu en temel bulgusunu farklı bir şekilde kavramaktadır.

Öyleyse nasıl? “Şu halde, altyapı belirleyicidir; ama her toplumsal olayı doğrudan belirleme anlamında değil, toplumda neyin belirleyici olduğunu belirleme anlamında.” (Belge Birikim, s.4) Belge’nin bıktırıcı kabalaştırmalarından birisi daha. Bırakalım Marks-Engels’i, Marksizm’i en kaba kavrayan birisi bile “altyapının her toplumsal olayı doğrudan” belirlediğini söyleme­yecektir. Belge, bir gerçekliği abartıp, saçmalaştırdıktan sonra bu çarpıklığı eleştirip düzeltiyor.

Elbette ki “altyapı”, “her toplumsal olayı doğrudan” belirlemiyor. Bu açık. Yazara göre altyapı ancak “toplumda neyin belirleyici olduğunu belirlemek­tedir.” Bu totoloji kokan cümlenin an­lamını daha iyi kavrayabilmek için Bel­ge’nin verdiği örnekleri aktaralım.

“Maddi hayatın üretimi ve yeniden üretimin genel koşulları olarak kapita­list altyapı, kapitalist üretim tarzında ekonominin egemen olmasını belirler. Aynı şekilde feodal üretim tarzında altyapı, dini ideolojinin egemenliğini, antik toplumda altyapı, siyasetin ege­menliğini belirlemiştir.” (ay) M. Belge, Marks’ın, maddi hayatın üretiminin üstyapının üzerinde yüksel­diği temeli oluşturduğu görüşüyle tu­tarlı olmak istiyorsa, feodal altyapı di­nin, antik toplumda altyapı siyasetin egemenliğini belirlediyse, kapitalist altyapının da hukukun egemenliğini belirlediğini söylemek durumundaydı, ortaçağ, eşitlik, adalet çığlıklarıyla yı­kılmadı mı? Kapitalist üretim tarzı, or­taçağın imtiyazlarına karşı “aklı” ve “hukuku” egemen kılmadı mı?

Yazarın söyledikleri, kapitalizm için totolojiye dönüşüyor. Kapitalizm­de “altyapı” kendi kendini belirleyici kılarken, feodalizmde dini, antik top­lumda siyaseti, yani üstyapı unsurlarından bazılarını “egemen” kılmakta­dır.

Böylece, Marks’ın “altyapı teorisi”yle ilgisi olmayan bambaşka bir yak­laşıma varmış olduk. Yazara göre “alt­yapı” “toplumda neyin belirleyici oldu­ğunu” belirler, yani kendisi toplum olaylarını belirlemek yerine, belirleyi­ciliğini bir türevi ile ortaya koyar, du­yurur. Bu türev kapitalizmde “ekonomi”dir (ne demekse), feodalizmde din, antikitede siyaset.

Ortaçağdaki olayları, Belge, “top­lumda belirleyici” olan dinle, ya da an­tikitede emperyalizm döneminde “be­lirleyici olan politika” ile açıklayabile­cektir. Eğer birisi Marks’ın orijinal gö­rüşünü Belgeye hatırlatırsa, “zaten di­ni ya da siyaseti egemen kılan altyapı­sıdır” diyerek, işin içinden sıyrılabile­cek midir?

Netice olarak, M. Belge, ilginç formülasyonuyla Marks’ın üretim temeli ve üstyapının dizilişiyle ilgili görüşleri­ni bozmakta, onun insanlık tarihi için ileriye sürdüğü buluşunu daha çok ka­pitalizmin ilk dönemiyle sınırlamakta­dır. Çünkü M. Belge, altyapı ya da eko­nomiden bunların kapitalizmdeki ka­ba görüntüsünü anlamaktadır. Oysa Marks’ın bizlere verdiği inceleme anahtarı, insanlık tarihi için geçerli üretici güçler teorisidir. İnsanın kollektif aksiyon olarak davranışı ve gücü; insanın kullandığı alet ya da daha ge­nel anlamıyla teknik; insanı dıştan çevreleyen coğrafya veya yine insanı içten çevreleyen, gelenek, görenek ya da tarih, üretici güçlerinin durumu ve seviyesi insanlığın gidişini açıkla­mada esas anahtardır.

Marksizm ve Diyalektik

Belge, altyapı ile ilgili görüşleriyle kendini maddi ortamın sınırlılıkların­dan ya da belirleyiciliğinden kurtarma­ya çalışır. Diyalektik konusundaki söy­ledikleriyle ise, kendini sosyalizmin “zorunluluğundan” kurtarma çabasın­dadır.

Diyalektiğin bilinen yasalarını, sı­ralayan Belge şu soruyu sorar:

“Burada da önemli olan nokta, bu yasaların nerede varolduğu sorusudur. Engels’den bu yana Marksizm’de ege­men olan gelenek bu konuda son dere­ce açıktır: Yasalar maddede, yani var­lıkta içkindir. Biz bunları saptamakla, zihnimizi de aynı biçimde çalıştırmaya başlıyoruz. Dolayısıyla maddenin ya­saları ile zihnin çalışma yasaları arasın­da bir özdeş kuruluyor. Düşünce, maddenin yansıması oluyor.” (Belge, Türkiye Sosyalizm, s. 164)

Belge, kendi yaptığı tanımı yine kendisi şöyle yargılar: “Bilgiye ve dü­şünceye bu yaklaşım diyalektiğe özgü çelişki vb. kavramlara rağmen, amprist ya da idealist epistemolojilerden çok farklı değildir ve bence yanlıştır.” (ay) Yazar yanlışlığı açıklamaz, olayın başka bir boyutuyla ilgilenmektedir: “Doğru epistemolojinin ne olması ge­rektiğinden çok, bu şekilde formüllenmiş bir diyalektik maddecilik anlayışının ortalama sosyalist militanı nasıl be­lirlediği sorusu beni ilgilendiriyor.” (ay) “Ortalama sosyalist militana göre di­yalektik, sosyalizmin/komünizmin zo­runlu olduğunu bildiren bir düşünce/mantık tarzıdır.” (s. 163)

Belgenin Marksizm’in temel kav­ramları üzerindeki eleştiri yöntemi il­ginçtir. Kavramları hedef almak için onların yaygın bayağılaştırılmasını ge­rekçe gösteriyor. Böyle bir “diyalekti­ğin psikolojik işlevi bir ‘amentü’ ile eş­değerdir” (ay. s. 165) diyerek, diyalek­tiği “ortalama sosyalist militanın” şah­sında bir dini inanca dönüştürüveriyor. Bu yaptığını, tıpkı bilimsel sosya­lizmin ekonomi ile ilişkisinin bir “raslantı” olduğunu kanıtladığı gibi, aynı rahatlıkla kanıtlıyor. Bu “on dokuzuncu yüzyıl sonunun düşünsel atmosferi­nin bir mirasıdır… Daha önceleri, bir şeyin doğru olduğunu kanıtlamak için tanrısal edimin veya tanrısal iradenin onu böyle kıldığını kanıtlamak yetiyor­du. Bilim ve teknolojinin gitgide tartışılmaz bir pratik güç haline geldiği dö­nemden sonra ise ‘bilim böyle söylü­yor’ demek, bir şeyin doğruluğunun en inandırıcı kanıtı oldu.” (ay. s. 165)

19. yy sonunun atmosferi, Tanrı’nın yerine bilimin geçmesi, böyle ka­dere inanan insanların bir kısmının, bi­limin gücüyle bu sefer sosyalizmin ka­der olduğuna inanmaları… Bütün bun­lar hoş anlatım. Ancak neye hizmet ediyor? M. Belge, ilgilendiğini söylediği “ortalama sosyalist militanı” bahane ederek diyalektik materyalizmi “yan­lış” ilan etmektedir. Bu konuda söyle­dikleri çok sınırlı olmasına rağmen, yi­ne de önümüzde sonuç çıkartmak için biraz malzeme var.

“Marksist diyalektiğin kendi içinde bir çelişki taşıdığı en önemli özellikle­rinden biri de, ‘açıklama ilkesi ya da tar­zı’ konusundaki bulanıklıktır. Diyalek­tiğin temeli, bilindiği gibi Hegel’dedir. Hegel bütün felsefesinde nedensellik ilkesini ikinci plana iten bir mantık kul­lanmış, ‘neden etki’ yerine ‘sebep eser’ (cause-effect yerine reason-end) ilişki­sini kurmuştur. Onun idealist felsefesi­ne göre hayat amaçlıdır…

“Hegel’den alınmış (ve alınırken yeterince değiştirilmemiş) özünde teo­lojik, diyalektik ve pozitivizmden etki­lenmiş bilimsellik böylece Marksist sosyalizmde tuhaf bir evlilik yapmış ol­dular. Bu karışım düşünce yöntemi ve mantığı bakımından uyumsuzdu ve or­taya eklektik bir bileşim çıkıyordu. Ama sık sık değindiğim konu, yani or­talama militanın psikolojisi çerçeve­sinde bu bir uyumsuzluk olarak görül­memiş tersine gerçek bir psikolojik ih­tiyaca cevap vermiştir. Bu, nesnel bir kesinliğe duyulan ihtiyaçtır.” (Belge, s. 166)

Yine M. Belge’nin ilginç yöntemiy­le karşı karşıyayız. Marksist diyalekti­ğin “eklektik” hatta “ortalama militan” açısından bakarsak “teolojik” (amaçlı) olduğunu iddia eden yazar, bunu is­patlama gereğini duymaz. Sanki bu herkesçe kabul edilen ve ispatlama ge­rektirmeyecek ölçüde açık bir aksiyon­dur. Ya da yazar, tıpkı “altyapı teorisi”nde olduğu gibi bu teorinin geniş öl­çüde kabalaştırılmasından hareketle nasıl onun özünü eleştirdiyse, şimdi de “ortalama sosyalist militanın” kavrayı­şını gerekçe ederek Marksist diyalekti­ği “eklektik” ilan etmektedir. Gerçek­ten Belge, bize bu konuda başka kanıt sunmaz. Marks, Hegel’in diyalektiğini alırken, onun “teolojik” yanını da ko­rumuş mudur? Belge, “alınırken yeterince değiştirilmemiş” olduğunu iddia ediyor, ancak bunu söylerken neye dayanıyor, açık değil.

Marksizm’i, onun karikatürleri üzerinden eleştirmek, Belge’nin düşünce­lerine bir değer kazandırmaz, tersine onun iddialarını da karikatürleştirir.

Marksın, başının üzerinde duran Hegelci diyalektiği ayaklarının üzeri­ne çevirdiğini söylemesi ne anlama gelmektedir? Hegelci diyalektik “Mut­lak Düşünce”nin hareketini açıklar ve amaççıldır (teleolojiktir). Marks, Hegelci diyalektiği ayakları üzerine çevi­rirken ondan bu amaçcılığı çıkartmış, onun bütün özünü değiştirmiştir.

“Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için in­san beyninin yaşam süreci, ani düşün­me süreci -Hegel bunu “fikir” (İdea) adı altında bağımsız bir özneye dönüştü­rür- gerçek dünyanın yaratıcısı ve mi­marı olup, gerçek dünya, yalnızca “Fi­kir”in dışsal ve görüngüsel (phenome-nal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimleri­ne dönüşmesinden başka bir şey de­ğildir.” (K. Marks, Kapital, İkinci Al­manca Baskıya Önsöz)

Marksın bizzat kendisi, Hegel’in diyalektiğini alırken yeterince değiştir­memek bir kenara, “tam karşıtı” bir di­yalektik yöntem benimsediğini açıkça belirtmektedir. Fakat Belge ısrarla, “ortalama sosyalist militan”dan hare­ketle, Marksist diyalektiğin teolojik ol­maktan kurtulamadığını söyler.

Diyalektik Materyalizme bu tarz eleştiri yeni değildir. Batı’da günümüz­deki çeşitli biçimlerini bir kenara bıra­kıp, eskilere dönmek daha aydınlatıcı olacaktır.

Tarihsel süreç içinde mülkiyet bi­çimlerinin geçirdiği değişiklikleri ince­leyen Marks, bunlardan hareketle Kapital’de mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirileceği sonucuna varır. Dühring bu sonucu şöyle eleştirir: “Yadsımanın yadsınması gibi Hegelci martavallara inanarak, aklıbaşında bir adam için toprağın ve sermayenin ortaklaşa kullanılması zorunluluğuna kandırılmak güç olacaktır.” (Engels, Anti-Dühring) Dühring Marks’ın bu sonuca tarihsel sürecin derin bir incelenmesinden ha­reketle değil, Hegelci üçlemenin (tez, yadsıma, yadsımanın yadsınması) so­nucu olarak varlığını iddia etmektedir. Yani Marks diyalektiğin Hegelvari uy­gulanışından başka bir şey yapmamış­tır.

Belge’nin mantığı farklı değildir. Diyalektiğin “teolojik” olduğunu iddia eden yazar, diyalektiğin yasalarının bir sonucu olarak olayların açıklandığını iddia eder. Başka şekilde söylersek, olaylar diyalektik yasalarına uydurulur ve sonunda böyle bir yöntem “amen-tü”ye varır.

Engelsin Dühring’e verdiği cevabı tekrarlamak zorundayız. Belge’nin, “eklektik” dediği diyalektik yöntemin nasıl kavrandığına güzel bir örnek ola­caktır.

“Marks yalnızca tarih aracıyla ta­nıtlar ve burada kısaca şu olguları özet­ler: Vaktiyle küçük işletme kendi evri­mi ile kendi yok oluşunun, yani küçük mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesi koşullarını nasıl zorunlu olarak yarattıysa, bugünde kapitalist üretim biçi­mi, kendisini yıkıma uğratacak mad­desel koşulları tıpkı öyle yaratmıştır. Süreç, tarihsel bir süreçtir ve eğer ay­nı zamanda diyalektik ise, bu, Bay Dühring için ne denli can sıkıcı olursa olsun, Marks’ın suçu değildir…

“Demek ki, süreci yadsımanın yad­sıması biçiminde nitelendirirken, Marks sürecin tarihsel zorunluluğunu bu niteleme ile tanıtlamayı düşünmez. Tersine; gerçekte, sürecin kısmen na­sıl gerçekleştiğini, kısmen de mutlak olarak nasıl gerçekleşeceğini tarih ara­cıyla tanıtladıktan sonradır ki, Marks, bu süreci, ayrıca, belirli bir diyalektik yasaya göre gerçekleşen bir süreç olarak nitelendirir. Hepsi bu.

“Diyalektiği, … katıksız bir tanıtla­ma aleti olarak almak, diyalektiğin iç­ yüzünü kavramakta tam bir eksikliktir.” (Engels, Anti-Dühring)

Diyalektik materyalizm, Belge’nin iddia ettiği gibi teleojik bir yaklaşımla olayları açıklamaz, hele diyalektik yasalarını süreçleri “tanıtlama aleti ola­rak” hiç kullanmaz. Marks, tarihsel sü­reçlerin yetkin bir incelemesinden kal­karak, “tarihsel zorunlulukları” açıkla­mıştır, yoksa diyalektik yasalarının ba­sit sonuçları olarak değil.

Bu noktada Belge Marksist diya­lektikte bir “bulanıklık” “uyumsuzluk” görür. “Yeterince değiştirilmemiş” di­yalektikle, “pozivitizmden etkilenmiş bilimsellik” uyuşmamaktadır. Bu ne demektir? Belge’ye göre bir tarafta olaylara yön veren buyuran da diyebi­liriz diyalektik yasalan vardır, diğer ta­rafta her şeyden şüphe eden pozitivist bilim… Biri diğerini dışlamaktadır. Bu “uyumsuzluğun” pratikte nasıl çözüm­lendiğini yine Belge’den dinleyelim: “Bu anlamda diyalektik maddecilik pe­dagojik ve didaktik bir düşünce tarzı­dır. Bu düşünce tarzını benimsemekle dünyanın gidişi doğrultusunda bir ro­taya yerleşmiş oluruz ve ‘tarihin akışıy­la’ birlikte ilerleriz.” (Belge, s. 166) Böylece diyalektik maddecilik çelik raylarda insanlığı sürükleyen bir loko­motif olur. Tarihin akışı önceden çelik raylar gibi döşenmiştir. “Yasalar”, ge­lecek durakları tarifler. “Hepsi bu”

Oysa diyalektik materyalizmde bir çelişki vardır, fakat bu Belge’nin iddia ettiği gibi kaba bir uyumsuzluk değildir ve çözümü mutlak hakikate varılarak son bulmaz. Hegel süreçleri inceler­ken, değişimi görürken ve diyalektik yasalarını bu süreçlerden çıkartırken “devrimcidir”. Ancak Hegel sistemin­de devinen “Mutlak İdea”dır, her şey onun bir yansımadır. Böylece Hegel diyalektiği “mistikleşir”. Sistemdeki bu çelişki, “Mutlak Fikir” yerine, doğa ve tarihin gerçek, bizden bağımsız süreç­leri geçirilerek en yetkin biçimde Marks tarafından çözümlendi. O za­man diyalektik; “doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasaları bilimi” oldu. (En­gels, Anti-Dühring)

Diyalektik materyalizm, gelişimin (doğada, toplumda, düşüncede) yasalarını bulup çıkartırken, aynı zamanda kendi temel mantığı gereği “kesin çö­zümler”den ve “sonsuz gerçekler”den kesin olarak kaçınır. (Engels, Feuerbach) Oysa M. Belge, “nesnel bir ke­sinliğe duyulan ihtiyaç”ın diyalektik maddeciliği bir “amentü” ye dönüştür­düğünü vurguluyor. Eğer, aynı diya­lektik maddecilikten söz ediyorsak, o “Nesnel bir kesinliğin” her zaman bir sınırı olduğunu söyler, mutlak kesinliği dışlar, ancak belirli koşullarda, bir sınır içinde mutlak kesinliği tanır.

M. Belge’nin diyalektik materya­lizmde “eklektik” bulduğu şey onun “açıklama ilkesi”dir. Ya da daha açık söylersek diyalektik yasalarının olay­lar karşısındaki konumudur. Bu yasa­larla “geleceğe” ipotek koymak, “zo­runluluklar” buyurmak, ne derece doğrudur? Böylece, Belge’nin diyalek­tik maddeciliği kavrayışındaki esas yanlışlığa geldik.

Bu bölümün başında yaptığımız alıntıyı tekrarlayalım. Yazar Engels’e, Stalin’e, Lenin’e, hatta Mao’ya göre diyalektik yasalarını özetledikten son­ra soruyor:

“Burada da önemli olan nokta, bu yasaların nerede varolduğu sorusu­dur. Engels’den bu yana Marksizm’de egemen olan gelenek bu konuda son derece açıktır; yasalar maddede, yani varlıkta içkindir.”

Önce yasa nedir? Duyu organları­mızla maddi ortamdan (doğa ya da toplum) elde ettiğimiz bir bilgi türüdür. Defalarca tekrar edilen pratikten elde edilmiş, olaylarca doğrulanan, mad­deyi ve onun hareket biçimlerini açık­layan bilgidir. Ancak her bilgi gibi sı­nırlıdır. Mutlak değil görelidir, koşulla­ra bağlıdır. O zaman Belge’nin sorusu­nu genelleştirip, “bilgi nerededir?” di­ye sorsak ve buna “varlıkta içkindir” cevabını versek karşımıza bir sorun çı­kar. Aynı varlıkla ilgili birbirine zıt ya ­da birbirini inkar eden bilgi edinilmesi­ni nasıl açıklayacağız? Eğer bilgi ya da yasa varlıkta içkinse, varlık aynı kal­mak koşuluyla bilginin çelişmesi ya da değişmesi nasıl mümkün olur? Newton fiziği zamanı mutlak kabul etmişti; Einstein, zamanın sistemin hızına bağlı olduğunu gösterdi. Zamanla ilgili yasalar değişmekle zamanın kendisi değişmiş olamaz.

Çok açık ki, bilgi gibi yasaları da dı­şımızdaki maddi ortamdan ediniriz. Bilgi ya da yasa “nerededir” sorusu madde ile düşüncenin ilişkisini kaba­laştırır. Çünkü maddeyi bilmek, ken­dinde şeyi kavramak devamlı akan bir süreçtir ve düz bir çizgi gibi ilerlemez. O güne kadarki pratikten elde edilmiş olan bir bilgi ya da yasa bilincimizde bir genellemeye kavuştuktan sonra, ken­dini ortaya koyduğu koşullar çerçeve­sinde bizimle varlık arasında doğru bir ilişki kurulmasını sağlar. Böylece varlı­ğın bir yönünü daha tanımış oluruz. Ancak bu tanıyış görelidir. Önceki pratikten çıkmış olması, sonraki akışta sürekli doğrulanacağının teminatı de­ğildir.

“Her alanda, artık, kafasında bir takım zincirlenişler kurup tasarlamak değil, ama onları olayların içinde bu­lup çıkarmak söz konusudur.” (Engels, Feuerbach)

Yasalar, aklımızın uydurması de­ğildir hiç şüphesiz, onları bilimin imkâ­nları ölçüsünde, varlıktan elde ederiz. Bu anlamda, yalnızca onları varlıktan edinme anlamında, yasalar varlıkta iç­kindir. Ancak edindiğimiz yasa ya da bilgi ile yeniden varlığa döndüğümüz­de, onları “olayların içinden bulup çıkarmak” zorundayız.

Diyalektik yasaları da, insanın do­ğa ve toplumu kavrayışının uzun süre­cinde pratikten edinilmiştir. Diyalekti­ğe ilk varışın, üretim ve tekniğin ilk önemli gelişim çağında, antik çağda olması, diyalektiğin çok daha yetkin­leşmesine ise, üretim ve tekniğin fırtı­na hızıyla geliştiği kapitalizm yıllarında ulaşılması tesadüf değildir. Bu yasalar belirli bir bilgi birikimini gerektirmiştir. Bu anlamda onlar sırf ve yalnız Hegel’in düşünce sisteminin ürünü değil­dir. Hegel’in muazzam ansiklopedik bilgisi onu diyalektiğe vardırmıştır.

M. Belge, bu yasaların “maddede içkin” olduğunu Engels’e söyleterek, aynı zamanda Engels’e maddenin ve süreçlerin bu yasalara göre devindiğini söyletmiş oluyor. Yasalar maddeye iç­kin olduğuna göre, süreçler bu yasala­ra göre akacak, dolayısıyla yasalar olayların kaderini çizecektir. Bu mad­deci diyalektiği yeniden idealist kalıp­lara dökmekle eş anlamlıdır. Madde­den edindiğimiz bilgi, süreçlerin baş aktörü belirleyicisi haline getirilir. Oy­sa Hegelci sistemle, Marks’ın siste­mindeki zıtlık tam da buradadır. Diya­lektik Materyalizm’de elimizdeki en sı­nanmış bilgi bile, maddecil sürecin önünde olamaz, o yeniden olayların içinde bulunmalıdır. Nicelikten niteli­ğe sıçrama yasası var diye, buğday yı­ğınına katılan her yeni teneke buğday­la bu yığın nitelik değiştirmeyecektir. Gelişim, değişim başka zıtların birliğini gerektirir. Ancak bütün bunları incele­diğimiz süreçte yeniden bulduğumuz­da, diyalektik yasaları gidişi aydınlat­mada kılavuz olabilecektir.

“Araştırma yöntemi, işlenecek malzemeyi ayrıntılarıyla ele almalı, onun gelişmesinin farklı biçimlerini tahlil etmeli, iç bağlantıların esasını bulmalıdır. Ancak bu yapıldıktan son­ra, gerçek hareket yeterince anlatılabilir.” (Marks, Kapital, Almanca 2. Bas­kıya Önsöz)

Eğer böyle bir tahlil yaparken iç bağlantıların incelenmesi sırasında di­yalektik yasaları olgularca doğrulanı­yorsa mesele yoktur, yoksa en küçük bir sapmanın nedeni bulunmalıdır. Sapmanın nedeni bulunduğunda yasa bir üst seviyede yeniden daha zengin­leşmiş olarak doğrulanabilir veya bu sapma yasanın eksik ya da yanlış bir yönü ile ilgili yeni bir olguyu önümüze getirebilir. Ve zaten bu süreçledir ki, maddeye ilişkin bilgimiz derinleşir, zenginleşir. Ancak M. Belge, yasaları maddeye içkinleştirerek, Marksizm’de olmayan bir şeyi ona yaptırarak, olgu­ları yasalara boyun eğdirterek, sonuç­ta diyalektiği “amentü”ye indirgiyor. “‘Diyalektik’ maddecilikle ‘tarih’i mad­decilik arasında kurulan ilişki gereği, maddenin özünde saptanan çelişkiler toplum biçimlerinde de kendini göste­rir ve böylece toplumlar bütün evrim ve devrimler, niceliğin niteliği dönüş­meleri, tez ve antitez çatışmalarından sonra, hep bir daha üst düzeyde sen­tezler oluşturarak son aşamada Ko­münizmde karar kılarlar.” (Belge, s. 164) (diyalektik ve tarihi kelimeleri üzerindeki tırnaklar Belgeye ait)

İşte, Marks’ın tam Dühringvari bir eleştirisi. Maddenin içindeki çelişkiler, niceliğin niteliğe sıçraması ve tez-anti tez-sentezin işlemesi sonucunda top­lum biçimleri komünizmde karar kılar­lar. İşte maddeye içkinleştirilmiş yasa­ların mucizevi becerisi. İnsan aklının maddeden edindiği, ama sonunda insanı boyunduruklayıp peşinden sürük­leyen yasalar ve “amentü”ye dönüşen diyalektik materyalizm…

Engels, Dühringe verdiği cevapta açıkça belirtmiştir: Marks, toplumların gelişimini, diyalektik yasalarının kur­gusundan hareketle değil, tarihi olgu­lara dayanarak açıklamıştır. Ancak ay­nı zamanda, olguların akışının diyalek­tik yasalarına uyduğunu belirtmiştir. Yazar, Marks ve Engels’ten bunun tersini ispatlayacak bir tek örnek gös­tersin. Ancak Belge’nin böyle ciddi bir girişimi yoktur, onun için “ortalama sosyalist militan”ın diyalektiğe karşı tavrı en büyük kanıttır.

Belge, Marks’ın, diyalektik yönte­mini görmezlikten geliyor. Marks top­lum biçimlerinin gelişimini somut ol­gularla çözümlemiştir. Belge, eğer be­cerebilirse, tarihsel gelişimin böyle yü­rümediğini tarihi olaylara dayanarak önce belgelesin, sonra da böyle bir gelişimin diyalektik yasalarını yalanladı­ğını kanıtlasın. Özetle, bize kendi “doğru” bilgi teorisini (epistemoloji) açıklasın. “Sosyalist militan”ın kavra­yışının ardına gizlenmeye gerek yok. Marksizm’in dev buluşlarını kendi ori­jinalliği içinde eleştirmek yerine, marksologların ya da ortalama sosya­list militanın ya da Marksizm’in kaçınıl­maz gölgelerinin üzerinden onu eleş­tirmek, bir tek şeyi, düşünce yoksunlu­ğunu ispatlar.

Diyalektiği “amentü”ye indirge­yen Belge, Sosyalist ülkelerdeki sancı­lardan da cesaret alarak şu soruyu “or­talama sosyalist militanın” yüzüne haykırır: “Sosyalizm zorunlu olduğu için mi sosyalist olmayı seçeriz, yoksa iyi olduğu için mi.” (Belge, Birikim, s. 4)

Bu soru da nereden çıktı diyebili­riz. Şöyle ya da böyle devrimci ortam­daki herkes “sosyalizm için” mücadele ediyor, böyle bir sorunun ne anlamı var denebilir? Ancak bu soru, 12 Eylül pratiğinin genel olarak sol hareket içinde çizdiği kalın ayırım çizgisinin iki safında kalanların birbirine karşı ko­numlarını dile getiriyor. O nedenle an­lamlıdır ve ortaya atılması rastlantı sa­yılamaz. Ancak biz önce sorunun ken­disini ele alalım.

Belge sorusuyla belki farkında ol­madan, çok farklı iki düzeyi birbirinin içine sokuyor. Bireyler olarak sosya­list olmakla, insanlık tarihinin gelişi­minde bir basamak olarak sosyalizm farklı şeylerdir. Kişiler olarak sosyalist olup olmamakta özgürmüş gibi görü­nebiliriz, ancak tarih, insanlığın akışı aynı derecede özgür değildir. Ayrıca “iyi”lik kavramı son derece görelidir, birine iyi görünen bir şey diğerine kor­kunç bir cinayet gibi görünebilir. O za­man soru karmaşıklaşır, sosyalizmin neden bazı insanlara iyi göründüğü açıklanmalıdır.

Yazar, sık sık sosyalizmin “eşitlik ve özgürlük” olduğunu söyleyerek, bu nitelikleri taşımasından dolayı kendili­ğinden “iyi” olabileceğini düşünebilir. Ancak insanlık tarihinde “eşitlik ve öz­gürlük” uğruna çok kelleler uçtu, an­cak hâlâ elde edilmemiş görünüyor.

Dolayısıyla sorunu çözümlemeye girişirken iki şeyi birbirinden ayırmalı­yız. Kişiler olarak sosyalizmi seçmek­le, insanlığın akış yönü bakımından sosyalizm farklı düzeylerdir. Hiç şüp­hesiz kişileri en sonunda içinde bulun­dukları ortam belirler. Ama bu bir ka­lıptan çıkmışçasına aynı olmayıp, bir yöne akan, ancak birde delice akan bir nehir yatağındaki taşların benzerliği kadardır. Son tahlilde hepsi bir yöneti­lirler, şekilce daha çok yuvarlak bir for­ma sokulurlar, ancak aynı kalıptan çık­mışçasına aynı olamazlar. Dolayısıyla tek tek kişilerin sosyalizme varmaları bin bir çeşit farklı yol izlemiş olabilir. Fakat burada bile, kapitalizm ortamın­daki insanların yaptıkları kendi “öz­gür” seçimlerinin son derece sınırlı ol­duğu gözden kaçamaz. Onların, farklı yorumlarla çeşitlense de, daha çok sosyalizmi seçmiş olmalarında bile, Belge pek hoşlanmasa da, bir zorunlu­luk olasılığı sezilmiyor mu?

İnsanlığın gelişim sürecinde bir ba­samak olarak Sosyalizm sorununa gel­diğimizde, ister istemez kişilerin iste­melerinin ötesinde nesnel bir sorunla yüz yüze geliriz.

“Bence nesneler dünyasında amaçlılık olmaz. Zorunluluk, koşullar içindedir. Bu alemde ancak nedensellik vardır. Bir olay bir başka olaya yol açar vb. Ama bütün bu nedensellik zin­cirlemeleri bize olabilirlikleri gösterir; olması zorunlu olanı göstermez.” (Bel­ge, s. 167)

“Sosyalizmin kullanılmasını iste­mek, kurulacağına inanmak bir şey (bunu elbette ben de istiyorum) bir top­lumsal kanuniyet olarak bunun mutla­ka olacağını söylemek başka bir şey. Bilim, teoloji kaldırmadığı ölçüde, bu­nu iddia etmek benim anladığım bilim­sellikle de bağdaşmıyor.” (Belge, Biri­kim, s. 4)

Belge, nesneler dünyasında ne­densellik olduğunu söylerken haklıdır. Bir olay bir başka olayın nedeni olur. Yağmur, tarlalarımızı sulamak için yağmaz. Hava tabakalarının soğuma­sıyla ilgilidir. Kapitalizmde, Sosyalizm kurulsun diye yıkılmaz, kendi iç çelişki­lerinden dolayı yıkıma gider. Ancak bugün bilim yağmurun ne zaman ya­ğacağını büyük bir kesinlikle tespit edebiliyor. Hatta yağmurun şiddetini bile kestirebiliyor. Bu bilimsel öngö­rüyle teolojinin bir ilgisi yoktur. Ancak birisi çıkıp, bilim adına, “yağmur yağa­cak çünkü tarlalarımızın suya ihtiyacı var” derse, bu idealist, amaçcı bir yak­laşım olur. Bugün dünyada son derece modern meteoroloji istasyonlarının yanında hala yağmur duasına çıkanlar vardır. Bu ikisini aynılaştırmak ne öl­çüde saçmalıksa, bilimsel öngörü ile teolojiyi aynılaştırmak en az o kadar saçmalıktır.

Belge, bilimsel öngörü ile amaçcılığı birbirine karıştırıyor. Eğer bilim ge­leceğe yönelik, belirli koşullar veri alı­narak, az çok kesin öngörülerde bulu­namayacaksa, yalnızca durumu tasvir edip, “iyi” dileklerini belirtip kenara çekilecekse, bilime ne ihtiyaç var?

Marksizm, Sosyalizme insanlık için “iyi” olması nedeniyle mi varmış­tır?

“Yeni olgular, bütün geçmiş tarihi yeni bir incelemeden geçmeye zorladı­lar ve bütün geçmiş tarihin bir sınıflar savaşının tarihi olduğu, birbirine karşı savaşım durumundaki bu toplumsal sınıfların her zaman üretim ve değişim ilişkilerini, kısaca çağlarındaki ekono­mik ilişkilerin ürünleri oldukları; eko­nomik ilişkilerin ürünleri oldukları; buna göre, toplumun ekonomik yapı­sının her kez, son çözümlemede, hukuksal ve siyasal kurumların tüm üst yapısını olduğu gibi, her tarihsel döne­min dinsel, felsefi ve öbür fikirlerini de açıklamayı sağlayan gerçek temeli oluşturduğu görüldü. Böylece idealizm son sığınağından, tarih anlayışından kovulmuş; tarihin materyalist bir anla­yışı ortaya çıkmış ve şimdiye değin ya­pıldığı gibi, insanların varlığını bilinçle­ri aracıyla açıklama yerine, insanların bilincini varlıktan aracıyla açıklamak için yol bulmuş oluyordu.

“Bunun sonucu, sosyalizm, artık şu ya da bu dahinin rastgele bir buluşu olarak değil, ama tarih tarafından oluşturulmuş iki sınıfın proletarya ile burjuvazinin savaşımlarının zorunlu ürünü olarak görünüyordu. Artık sos­yalizmin görevi, elden geldiğince ek­siksiz bir toplumsal sistem imal etmek değil, ama iktisadın, bu sınıfları ve on­ların karşıtlıklarını zorunlu bir biçimde ortaya çıkaran tarihsel gelişmesini in­celemek ve bu biçimde türetilen eko­nomik durum içinde çatışmayı çözme araçlarını bulmaktı.” (Engels, Anti-Dühring)

Marks ve Engels’in sorunu koyuşu son derece açıktır. İnsanlık tarihinin sı­nıflar savaşı tarihi olduğu gerçekliğinin kavranması ve “tarih tarafından oluş­turulmuş iki sınıf” proletarya ile burju­vazinin savaşımı nedeniyle sosyaliz­me varılacaktır. Bu tespitte Hegelvari bir amaçcılığın izi bile yoktur. İnsanlık tarihinin bütün bir incelemesinden ve kapitalizmin kendi iç yapısının detaylı bir çözümlemesinden çıkan kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu anlamda insanlı­ğın sosyalizme gelişmesi bir zorunlu­luktur. Ve eğer proletarya ve burjuvazi arasındaki sınıf savaşını, her ikisini de ortadan kaldırmaksızın çözüme bağlayabilecek bir tarihi ve sosyal gelişim ol­madıkça, basitçe söylersek, bu veriler­le eldeki denklemin bir tek çözümü vardır, sosyalizm.

Marksın, insanlığın gelişiminin önüne sosyalizm basamağını koyması tamamen nedensel bir çözümlemeyle elde edilmiştir, teoloji değildir, belki sosyalizm duası edenler çoktur. An­cak Marks’ın yaklaşımı insanlık tarihi­ne ve gelişimine keskin gözlerle bakan meteoroloji kulesi gibidir. Belge, bize yine de sosyalizm bir “zorunluluk” de­ğil ancak bir “olabilirliktir” diye itiraz edebilir.

Tam bu noktada, sosyalizm bir zo­runluluk mudur, sorusunu iki yönden ele almak gerekliliği ortaya çıkar: Marksizm sorunu nasıl ortaya koy­muştur; ikincisi, pratik neyi kanıtla­mıştır?

Marksizm’de, insanlık tarihinin ge­nel gelişiminin ve kapitalizmin kendi iç çelişkilerinin ortaya koyduğu veriler ışığında, sosyalizme varışın kaçınıl­maz ve zorunlu olduğu söylenir. Yok­sa insanlığın gelişiminin yollarından birisi de sosyalizm olabilir, biçiminde bir teorik tespite varılmamıştır. Belge, sorunu farklı koyuyor, sosyalizmi in­sanlığın geleceğinde, olabilir -tabi ay­nı zamanda olmayabilir- bir gelişim olarak koyuyor. Fakat diğer ihtimal­lerden söz etmiyor. Eğer, sorun gelip kapitalizmin her şeye rağmen tutunma uğraşı ve ona karşılık sosyalizmin do­ğup gelişmesi ihtimalleriyle sınırlıysa, Belge kapitalizmi mutlaklaştırmadan sosyalizmin kaçınılmazlığını inkar edemez. Şu ya da bu yoldan, er ya da geç, düşe kalka da olsa, insanlık sosya­lizme varacaktır. Hiçbir zaman ve hiç­bir yerde, otomatikçe ayarlanmışçasına sosyalizme geçivermeyecektir. Marksizm sorunu teorik planda böyle koymuştur. Eğer Belge sosyalizmi ih­timal hesabına indirgemek istiyorsa, Marksizm’den kopuşmak zorundadır. Fakat Marks’ın bulguları, tarihi kanıt­ları ve bilimsel çözümlemesi istendiğince mükemmel olsun onun yaşadığı yıllarda bu çözümleme en sonunda in­sanlığın önünde bir tez, olarak duru­yordu. Ve yine Marks’ın dediği gibi in­san düşüncesinin nesnelliği ancak pratikte kanıtlanabilirdi. Bu anlamda, yalnızca bu anlamda, teorik bir belir­sizlik ve ihtimal hesabı anlamında de­ğil, Marks’ın teorisi pratikte kanıtlanmadan önce, elbette “olabilirlik” sınırlarını geçemezdi. Ama bu apaçık ger­çekliğin, Belge’nin yaklaşımıyla bir il­gisi yoktur.

“Kapitalizm ve kapitalizm ege­menliğinde dünya gelişmesi, sosyaliz­min olabilirliğinin koşullarını ortaya çıkarmıştır, ama bu bir zorunluluk de­ğildir. Olabilirlikten gerçekleşmeye geçişte, iradi etmen belirleyici derece­de önemlidir. Dolayısıyla burada nes­nel, bizim dışımızda bir determinizm­den söz edemeyiz.” (Belge, Birikim s. 4)

Burada Marks’ın deyimiyle, yığın­lar içinde “teorinin maddi güç” olması sorununa geliriz. Belge, bu noktada “iradi etmenin belirleyici” rolünü vur­gular, hatta bizim dışımızda bir deter­minizmden söz edemeyeceğimizi ileri sürer. “Bizler” istersek sosyalizmi ger­çekleştirebileceğiz, istemezsek kapita­lizm sonsuza dek “payidar kalacak­tır”.

Eğer insanların önüne kapitalizm içinden bir başkası değil de sosyalizm alternatif olarak çıkıyorsa, bizzat bu gerçeklik bile bizlerin iradesine bir sı­nırlama, özgür seçimimize bir deter­minizm kazandırır. Sosyalizm “iyi” ise ve seçmede özgür isek, neden Paris Komün’ünden beri insanlar sosyaliz­me akmadılar, “kötü” oldukları için mi?

Yakın tarihe baksak, feodalizm içinden kapitalizm gelişirken, insanlar kapitalizme yönelişi seçmeyebilirler miydi? Sorunu kişilere indirgersek bu pekala mümkün ve bu nedenle insan­lar binlerce trajedi yaşadılar. Ancak sonunda kapitalizmi seçmemezlik edemediler. Fransız aydınlanmacılarının eşitlik, özgürlük, adalet üzerine dü­şünce üretmeleri sırf ve yalnız kendi is­tedikleri için miydi? Onların dışında bir determinizm yok muydu?

Sosyalizm içinde, kişilerin seçimi iradi görünür, ancak sorun sınıfın, ya­ni proletaryanın ve diğer halk kesimle­rinin sosyalizme yönelmesi, sosyaliz­mi “istemesi” seviyesinde ele alındığın­da konu iradi olmaktan çok koşulların determinizmine yükselir. Dünyada hiçbir devrim sırf ve yalnız komünist­ler, devrimciler istediği için olmadı. Yoksa iş bu anlamda isteğe kalsa, dev­rimler neden yıllarca gecikip, bin bir işkenceli yol izlesin. Devrimcilerin propagandalarını yığınların daha hızlı kavrandığı ve daha cesaretle eylemlili­ğe çekildiği momentler vardır, böyle momentler sırf ve yalnızca sosyalistle­rin isteği ile gelmezler. Ancak sosya­listler böyle momentlerin geliş sürecini etkileyebilir, hızlandırabilirler. Fakat böyle olunca “bizim dışımızda bir de­terminizmden söz” etmek zorunda kalırız.

Netice olarak, Belge’nin Mark­sizm’de sosyalizmin teorik konuluşuna itirazı vardır. Yazar, bilimsel bir çö­zümleme olarak sosyalizmin tarihsel zorunluluğuna inanmaz. Bilinemezci­liğe eğilim duyar. Teorik çözümleme yerine olayı “iyi” dileklere indirger.

İkinci soruna gelelim, Marksizm’in mükemmel çözümlemeleri, istediği denli yetkin olsun, 19. yy’in ikinci ya­nsında henüz insanlığın önünde bir tez idiler. Fakat bu tez 1917 Ekim devrimiyle pratikte kanıtlandı. Tez olmak­tan çıktı, pratik olgu, gerçeklik oldu. Böylece insanlığın sosyalizme kaçınıl­maz gidişi teorik bir öngörü olmaktan çıkıp, pratik bir süreç haline geldi.

Ancak Belge, böyle düşünmüyor, ve soruyor: “zorunlu idiyse niye ha­la…?” (Belge, s. 167) ortalarda yok! Bu noktaya gelmeden yine yazarın ko­nuyla ilgili diğer sorusuna değinelim: “Sosyalizm mücadelesinin ne kadar zorlu olduğu, ne kadar fazla fedakarlık gerektirdiği hep söylenmiştir. Zorunlu bir sonuç için bu militan ahlaka ne ge­rek olduğu, mantık düzeyinde beliren bir soru.” (Belge, s. 167) Yazar, top­lumsal olayların hatta doğa olaylarının akış biçimini ya kavramıyor, ya da bi­linçli olarak sorunu çarpıtıyor. Doğada hiçbir şey boşlukta akmaz. Uzay dediğimiz ortam bile madde parçacık­ları içerir, dolayısıyla hareket bir karşı direnç yaratır, o direnci yendiği ölçü­de akar. Toplum olayları da bir ortam­da akar, yeni eskinin içinde, filizlenip ilerlerken kaçınılmaz bir dirençle karşı­laşır. Bu süreçte eski yenilmeye mahkumdur. Ama bu yılbaşlarında televiz­yonda olduğu gibi sembolik olarak “es­ki yılın” tıpış tıpış çekip gitmesine ben­zemez.

İnsanlığın çağrılı olduğu yola, onu akıtacak öncüler gereklidir. Ve bu ön­cüler, korkunç dirençleri göğüslemek zorundadır. Bunlar apaçık gerçekler. Belge, sosyal olayları yorumlarken ba­yağı demagojilere sapıyor. Maddenin hareketini, her hareketin dirençle bir­likte var olduğu gerçekliğini unutuyor. Sosyalizmin kaçınılmazlığı çözümle­mesini, bayağı bir ataletle eş tutmak is­tiyor.

Gelelim “hala” ortada olmayan Sosyalizme… Eğer durum böyle ise, üstelik proletaryanın bazı ülkelerde ik­tidar olmasına rağmen, sosyalizme varılamadıysa Marksiloglar dahil pek çok sol eğilim 1917’de proletaryanın iktidarı aldığında hem fikirdir. O zaman Marksizm’in en temel tezleri sorgulanmalıdır. M. Belge aslında bu yoldadır. Ancak açık ve doğruca tavır koymak yerine kıvrıla, eğrile Marksizm’i defor­me etmeyi deniyor.

Sosyalizm vaaz eden papazlar de­ğilsek, 1917’den beri sosyalizmin de­neylerini, gönlümüze göre değil, oldu­ğu gibi görmek ve bunlardan ders çı­karmak zorundayız. Sosyalizmin bu­günkü sancıları onun “yıkılış” değil, kalitece yükseliş sancılarıdır. Gökten yeni, başka bir sosyalizm inecek değil­dir. Ancak Belge, sosyalizmi “şimdilik” gerçeklik olmaktan çıkarmayı yeğli­yor.

“Sosyalizm düşüncesine önce şim­dilik soyutta kalan genel toplum proje­sinden bakmamız gerekiyor. Özellikle de tarihin bu evresinde. Bu şimdiye kadar girişilmiş somut deneyleri kü­çümsemek, yok saymak vb. anlamına gelmiyor, ama neyin niçin yapılacağı­nı iyi anlamalıyız, iyi anlatabilmeliyiz. Öncelikle de, sosyalizm anlayışımızı fi­ili gerçekliğin empoze ettiği daralma­dan kurtarmalıyız.” (Belge, s. 179)

Belge, eski deneylerle ilgili ne der­se desin, şu anda sosyalizm “soyutta kalan” bir projedir. Daha da önemlisi, “fiili gerçeklik” sosyalizm anlayışımızı daraltmaktadır. Çok açık ki, Belge “fii­li” sosyalizm gerçekliğinden hoşlanmı­yor. Sosyalizm “soyut” kaldıkça daha çekicidir… Fakat dilekler bir kenara, bu yaklaşımın Marksist yöntemle bir il­gisi yoktur. O, en başta somut gerçek­likten hareket eder, gerçeklik acı da ol­sa kabule hazırdır. Ancak böyle yeni adımlar atılabilir.

Netice olarak, Belge, pratikte Marksizm’in henüz kanıtlanmadığını söylemiş oluyor. Oysa böyle bir yargı, “70 yıllık sosyalizm deneyinin” Mark­sizm’i yalanladığının dolaylı itirafın­dan başka bir anlama gelemez. Aslın­da Belge, “alt yapı-üst yapı”, “diyalek­tik” gibi Marksizm’in temel kavramları hakkında yaptığı “yeni” yorumlarla, utangaç bir şekilde Marksizm’i yalanla­ma çabasındadır. Çok utandığı için ol­malı, “ortalama sosyalist militan”ın ar­kasına saklanıyor.

Sonunda, Belge sosyalizmi “ahla­ki” bir konuma indirger: “Şu halde biz insan bireyleri, sosyalizm zorunlu bir şey olduğu için sosyalist olmayız. Sos­yalizm iyi bir şey olduğu için, gerçekleşebilir bir şey olduğu için… sosyalist, oluruz. Öyleyse bu özünde ahlaki bir karar ve bir seçmedir.” (Belge, s. 167)

Bu tam, katıksız idealizmdir. Ön­ceki söylediklerimizi tekrarlamayalım. Ancak “iyi” kavramının göreliliği çok açık. Kapitalizmin çelişkilerinin sosya­lizmi zorlaması gerçekliğinden kopuk bir yaklaşım, sosyalizmin bütün maddi temellerini ortadan kaldırır, onu bir din konumuna indirger. İnsanları, için­de akıp gittikleri maddi ortamdan ha­berdar etmek, bu gidişi bilinçlerine çı­kartmak çabalarının yerini “iyi”ler üze­rine vaaz vermek alırsa, bu da belki sosyalizm olabilir, ancak “ütopik” bir sosyalizmdir. Ütopik sosyalizm, döneminde ilerici bir rol oynadı. Çünkü ka­pitalizmin çelişkilerinin içinden, onun özelliklerini kavramadan da olsa, yeni bir düzenin filizlenişinin ham, kaba ha­yallerini kuruyordu. Marks’la birlikte sosyalizm bilimsel bir temele oturun­ca ve bu aşamadan sonra sosyalizm ütopyaları artık gerici konumuna düş­tüler. Çünkü sınıf gerçekliğini örtmek gibi bir sonuca yol açıyorlardı.

Belge, bilime kılıç çekmeden, sos­yalizmi ahlak seviyesine indirgeyemezdi.

“Bütün bu uçsuz bucaksız karmaşa içinde, ‘bilim böyle diyor’ yollu genellemeler yapmak mümkün değildir. Özellikle de, bilim kavramına saygı du­yuyorsak mümkün değildir. Bilim, öy­le ne dediği üç beş cümlede özetlenebi­lecek Ahmet, Mehmet gibi bir özne değil, karmaşık, uçsuz, ayrıca da her an kendini düzelten ve yeniden tanım­layan bir süreçtir.” (Belge, s. 170)

Bilimsel sosyalizm açısından konuşursak, onun yargıları “üç beş cümle­de” belki özetlenebilir, ancak bütün o sonuçlara varış için insanlık tarihinin ve kapitalizmin kılı kırk yaran irdele­mesi gerekmiştir. Lenin, tekelci kapi­talizm içinde yaşayıp, onu inceledik­ten sonra emperyalizmle ilgili sonuçla­ra varabilmiştir.

Belge, bilime bilinemezci bir yak­laşım içindedir. Onun kompleksliği, devasalığı ve sürekli kendini yenilediği açık. Ancak, aynı bilim elindeki veri­lerden hareketle somut yönelişlere ve uygulamalara giriyor. Bilimi, kabalaş­tırmaktan kaçınırken onu bilinmez bir karmaşaya dönüştürmek niye? Bili­min “her an kendini” düzeltebilmesi için ortaya çözümler koyması gerekir. Sosyalizm açısından düşünelim. Marks-Engels sosyalizme gidişin ve sosyalizmin yalnızca genel yönlerini belirleyebildiler. Zaten daha öteye be­lirlemeler bilimsellikten kopulmak is­tenmiyorsa mümkün değildi. Günü­müzde ise, sosyalizmi kuruşun çok zengin bir o kadar da zor pek çok deta­yı elimizde deney olarak mevcut. Do­layısıyla bizler sosyalizmin kuruluşun­da Marks-Engels’ten daha detaylı ta­sarlamalar yapabiliriz. Ancak Belge, bırakalım sosyalizmin daha somut ta­sarlanmasını, yaşanan deneyleri bir kenara iterek, sosyalizmi hala “soyut” bir toplum projesi olarak görmeyi yeğ­liyor.

Yaşanan deneylerden kopuk, bi­limsel öngörüyle temellendirilmemiş bir sosyalizm sonunda Belgenin yaptı­ğı gibi “ahlaki” bir temele dayandırıl­mak zorundaydı.

Yazar, Marksizm’in toplumların gelişimini açıklayan üretici güçler teo­risini bulanıklaştırdıktan, diyalektiği “teolojik” ilan edip diyalektik yasalarından kurtulduktan sonra, sosyaliz­min “zorunluluk” olmadığını ilan etme­si çok doğal, mantıki bir sonuçtur. Fa­kat buradan bir sonuç daha çıkar: Bel­ge insanlara gelişmeyi ya da geriyi, gericiliği seçmekte özgür olduklarını vaaz ediyor. İçinde yaşadığımız düzen her türlü zoru kullanarak bu ünlü “seç­me” özgürlüğünün “hakkını” kullan­makla eş anlamlıdır.

Devrim ve Devrimci Sınıf

Belge Marksizm de temel olarak ne varsa açık ve doğrudan olmasa da hepsini sorguya çekmeye devam eder. Devrim ve proletaryanın dev­rimdeki konumu da bunlar arasında­dır.

“Marksist teoriye göre kapitalizm kendi içinde ölümcül bir çelişki taşıyan bir üretim tarzıdır. O halde kapitaliz­min gelişkinliği, mantıken, içerdiği çelişkinin aşılacağı anlamına gelmez; tersine, kapitalizm geliştikçe çelişkile­rinin de derinleşmesi gerekir.

“Ne var ki, dünyada yaşanan so­mut tarih bize bunu göstermemiştir. Maddi bakımdan en fazla gelişmiş ka­pitalist ülkeler en rahat ve istikrarlı ül­kelerdir ve sosyalizmden bir hayli uzak görünmektedirler – başta Amerika ol­mak üzere-.” (Belge, s. 48)

Belge, bilinen en basit gerçeklikle­re gözlerini kapatarak böylesine ra­hat, Marks’ın devrim kavrayışını bir çırpıda yalanlıyor. “Neden en gelişmiş ülkelerde devrim olmuyor” ya da “çe­lişkiler derinleşmiyor” sorusundan ha­reketle, Marksizm’in bu konudaki tespiti “somut tarih” kanıt gösterilerek in­kar edilebiliyor. Belge’nin “somut tarih”den kastı, 1950’ler sonrasıdır. Bu kırk yıl Marksizm’i gerçekten yalanla­mış mıydınız? Belge’ye göre evet.

Oysa kapitalist anayurtlarda de­rinleşen çelişkilerin nasıl devrim du­rumlarına vardığı, savaşlarla çelişkile­rin “çözümlendiği” yıllar, çok uzak de­ğildir. Kapitalizmi dünya sistemi ola­rak ele aldığımızda, anayurtlar kendi yükselen çelişkilerini önce klasik sö­mürgecilik, sonra da yeni sömürgeci­likle dünyanın “geri” alanlarına aktarabilmişlerdir. Bugün rahat ve istikrarlı görünen emperyalist merkezlerle, “patlamaya hazır” geri ülkeler gerçek­liği nasıl açıklanabilir? Zeka geriliği, tembellik gibi nedenlerle geri ülkeler­deki durumu açıklamayacaksak, bu­nun esas açıklaması emperyalizm ger­çekliğinde yatar. Sömürgeleştirilen ül­kelerde insanlığın olağanüstü acıları pahasına, Avrupa ve Amerika “rahat” ve “istikrarlıdır”.

Belge, çelişkilerinin derinleşmesi karşısında Batı ülkelerinin emperyalist mekanizmalarla bu çelişkiyi nasıl yu­muşattıklarını irdeleyip, tartışabilir; fa­kat bu en gelişmiş ülkelerin, dünyanın geri kalan kesiminin sömürülmesi pa­hasına “rahat” olabildikleri gerçekliği­ni yadsıyamaz. “Somut tarih”de bu­nun binlerce kanıtı vardır.

Kapitalist anayurtlar rahat kalabil­sin diye, Latin Amerika, Afrika, As­ya’da onlarca ülke askeri faşist dikta­törlüklerle yönetiliyor. Özal’ımızı Batı, iyi borç ödediği için tutuyor. Eğer gele­cekte, kapitalist üretim tarzıyla, geri ülkeler bugünün gelişmiş ülkeleri gibi olabilecekse, bu “patlamaya hazır” bombanın fitili koparılmış olur. Ancak çelişkilerin boyutları daha da büyürse, o zaman kapitalist merkezler kendi sancılı geleceklerini geri ülkelerin acılı alın yazılarında okuyabilirler.

Emperyalist batının istikrarına ka­pılıp, onların geri ülkeler günahını bir an olsun unutmak, kapitalist anayurt­lara bayağı bir hayranlık olur. Kapita­lizm ancak dünya ölçüsünde onun egemen olduğu bütün bölgelerdeki du­rum dikkate alınarak doğru bir şekilde değerlendirilebilir. Yaşadığımız yıllar yeni sömürgeciliğin iflas sinyalleri ver­diği yıllar. Bu iflasın bedelini önemli öl­çüde gelişmiş ülkelerde ödeyecektir. O zaman onların rahat ve istikrarının ne­ye bağlı olduğu, bir kere daha görmek istemeyen gözlere batacaktır.

Yazar, kapitalist ülkelerde sınıf mücadelesinin “durgunluğu”na deği­nirken konu proletaryanın durumuna gelir. “Dünyayı kurtarması beklenen” proletarya ne alemdedir?

“Güzel ama, bir yanda tam olarak proleterleşmedikleri için devrimci ol­mayan işçi sınıfları, öbür yandan emperyalist-kapitalist sistemde doydukla­rı için devrimci olmayan işçi sınıfları açıklamalarının tuhaflığı ve çelişikliğini kendimize itiraf etmemiz gereken bir noktaya geldiğimizi sanıyorum.” (Bel­ge, s. 190)

Somut ülkelerden öteye, en genel anlamda konuşulursa böyle bir belirlemenin tuhaflığı ve çelişikliği nerede­dir?

Belge, gelişmiş sanayi ülkelerinin yanında, az çok sanayileşmiş daha ge­ri ülkelerde de işçi sınıfının durgun ol­duğu, proletarya öncülüğünde bir dev­rimin başarılamadığını ima ederek, “Marksist teorinin proletaryaya dev­rimci rolünü verdiği zamandan bugü­ne geçen upuzun süre içinde dünyada çok şey değişti.” (Belge, s. 191) di­yor.

Değişen şeylere gelmeden Bel­ge’nin yukarıda “tuhaf ve çelişkili” gör­düğü gerçekliklere değinelim. “Dünya­yı kurtarması beklenen proletaryanın emperyalist sömürüden komisyon alan bir özne olarak görülmesi” “biraz moral bozucu olsa gerektir”. (Belge, s.48) Lenin’in I. Emperyalist Savaş yıllarında yaptığı tespiti ima eden Belge bunun biraz “‘moral bozucu” olduğunu söylüyor, fakat daha öteye yeni bir yo­rum çabasına girmiyor.

Lenin’in bu tespitinin ilk filizleri da­ha 1850’ler İngiltere’sinde Engels ta­rafından görülür. Eğer karşımızda bir olgu varsa, “moral bozucu” da olsa bu onun gerçeklik olmasına gölge düşür­mez. Belge, sorunu duygusal kelime­lerle bulanıklaştırıyor. Batı proletarya­sının “emperyalist sömürüden komisyon” alması, hoş olmasa da eğer gerçeklikse, buna karşı ne yapılması ge­rektiği sorunu sosyalistlerin gündemi­ne gelir. Yoksa duygucul mide bulantı­ları gerçekliği örtemez. Ve bugün Batı’da işçi sınıfı, geri ülke halklarının açlı­ğı ve hayvanca ezilmesi pahasına, kendisinin “rahat” yaşayabildiğinin bi­lincine varmadıkça devrimcileşemez. Ona bu bilinci ne çare kendi “komü­nist” partileri bile henüz aktarma cesa­retinde değiller. Ancak üçüncü dünyada her gün patlak veren olaylar, ayrıca geri ülkelerden, gelişmiş ülkelere hız­lanan işgücü göçü, bu gerçeklikleri ba­tı proletaryasına gösterecek, en azın­dan bu yolda bir birikim yaratacaktır.

Kapitalist anayurtlarda, finans-kapitalin işçi sınıfını nötralize etmek için nasıl bin bir çeşit imkanı harekete ge­çirdiği açık bir gerçekliktir. Bu da sınıf­lar savaşının bir yönüdür. Yoksa olayı “doyan sınıfın” devrimcilikten vazgeç­mesi olarak kabalaştırmak sorunu ay­dınlatmıyor. “Doymak” en basit, hatta hayvansal bir içgüdüdür. Ancak Batı finans-kapitali insan beyinlerini de kendi ideolojik değerleriyle tıka basa doyurmaktan geri durmuyor. Ve bü­tün bunlar kaçınılmaz gidişi ancak duralatabilir, yavaşlatabilir. Belge son kırk yılın deneyinden yalnızca Kapita­lizm açısından “istikrarlı” olan yanları çıkartmakla, en hafif deyimiyle ege­men propagandalardan hangi yönde etkilendiğini açığa vurmuş oluyor.

Batı, sömürge talanından aktardıklarıyla, daha önceleri sınıfı hareke­te geçiren taleplerin önemli bir kısmını karşıladı, böylece mücadele ve talep­ler başka, daha yüksek bir seviyeye sıç­ramak durumundadır, bunun sancıları yaşanmaktadır.

Öte yandan, az çok sanayileşmiş geri ülkelerdeki işçi sınıfı hareketlerine gelince bugün açıkça üçüncü dünyada mücadelenin ulusal kurtuluşçu mo­mentten, sosyal kurtuluşa kabuk de­ğiştirdiği inkar götürmez bir gelişme­dir. Bu muazzam değişim kendi içinde pek çok sorunu taşıyacaktır.

Belge, dünyanın bu iki ayrı ucun­daki sancılı değişimlerin içeriğine de­ğinmeden yalnızca, işçi sınıflarının bir yanda doydukları için, öte yanda kır­dan henüz kopamadıkları için aktif ol­madıkları açıklamalarını tuhaf ve çeliş­kili buluyor. Bu tespitler çok genel ve hatta kaba olmasına rağmen aynı za­manda bir gerçekliği içeriyorlar. Çeliş­ki bu açıklamaların temel mantığında değil, kapitalist dünyanın iki kutbu arasındaki zıtlıktan kaynaklanıyor. Bir yanda ”35 saatlik iş haftası” “çevre kir­liliği” gündemdedir; diğer kutupta en basit “insan hakları” erişilmez ütopya­dır. Bu zıtlık, daha uzun süre birlikte var olamaz. M. Belge’nin gözlerini ka­maştıran batının rahat ve istikrarı bu zıtlığı yaratarak oluştuğu için, aynı zamanda bu köklü çelişkinin tehdidi al­tındadır.

Yazar, proletaryanın özellikle Batı’daki konumunda çok şeyin değiştiği­ni söyledikten sonra, baklayı ağzından çıkartır:

“Marx’ın proletaryayı toplumu yö­netecek sınıf gibi gördüğü dönemde, Lenin’in devlet aygıtının proletaryaya teslim edilebileceğini düşündüğü dö­nemde, üretimin başta teknolojisi ol­mak üzere toplum koşulları böyle bir düşünceyi pekala gerçekçi kılıyordu.”

“Bugün böyle bir şey söz konusu değildir… Kafa ile kol emeğinin ara­sındaki mesafe iyiden iyiye büyüdüğü gibi, üretimde birincinin payı da kıyas­lanamayacak derecede artmıştır… Kapitalist üretim teknolojisinin ortaya çıkardığı, geleneksel küçük burjuvaziye hiç benzemeyen modern teknik ele­man tabakalarını da hesaba katma­mız, sosyalist mücadelede onların ye­rini iyi düşünmemiz gerekiyor”. (Belge, s. 191)

Belge’nin dediğinden çıkan sonuç sosyalizmin özüyle çelişiktir. Tekniğin daha geri olduğu yıllarda işçi sınıfının “toplumu yönetmesi” “gerçekçi” iken, bilim ve tekniğin çok daha geliştiği bir dönemde “artık böyle bir şey söz ko­nusu değildir”. Yoksa sosyalizm henüz yeterince gelişmemiş bir kapitalist dü­zenden sonraki biraz da tesadüfi bir aşama mıdır? Kapitalizm içinde tekni­ğin gelişimi işçi sınıfının iktidar olup yönetme misyonunu azaltıyor, hatta neredeyse imkansız hale getiriyorsa, neden zıttı yönde de işleyip bir avuç kapitalistin iktidar gücünü değişikliğe uğratmıyor. Bütün bunlar, batıda moda olan “yeni sınıf: aydınlar” görüşüne yine ihtiyatlı ve utangaç bir el sallama mı?

Proletaryanın iktidarı, tek tek işçi­lerin toplumun bütün yönetim kade­melerine gelmesi anlamına gelmiyor, tıpkı burjuvazi iktidar olduğunda her yönetim kademesini bizzat kapitalist­lerin işgal etmediği gibi. Aydınlar hiç­bir zaman bağımsız bir sınıf olamayacakları için – çünkü doğrudan üretim sürecinin dışındadırlar- proletaryanın da aydınlan olacaktır. Bütün bir iktidar mücadelesi yıllan aynı zamanda böyle şekillenmeleri yaratacaktır. İşçi sınıfı, artık gelişimin önüne engel olmaya başladığında, üretim araçlarının mül­kiyetini kapitalistlerden almak misyo­nuyla yüklüdür. Teknik istediği denli gelişsin- kimilerinin hayal ettiği gibi proletaryasız, “sanayi ötesi toplumu” kurulamazsa- böyle bir gelişim sınıfın bu misyonunu ortadan kaldıramaz.

Öte yandan, teknik gelişim işçi sı­nıfını genel olarak aydınlaştırmaktadır. Hem üretimin her geçen gün yeni bilgiler gerektirmesinden dolayı, hem de bilgi üretim mekanizmalarında çalı­şanların önemli bir bölümünün işçi sı­nıfının koşullarına itilmesinden dolayı, bu böyledir. Belge, kafa ve kol emeği arasındaki mesafenin iyice büyüdüğü kanısındadır. Oysa daktilo kullanma ölçüsünde basitleşen bilgisayar kulla­nımıyla bilgi edinme ve belli ölçülerde bu bilgiyi kullanma, sürekli yaygınla­şan bir süreçtir.

Netice olarak, Belge, teknik geli­şimle işçi sınıfının “yeni bir düzen ya­ratma formasyonunu” ters orantılı ele alarak, teknik ve bilgi geliştikçe sınıfın bu imkanı yitirdiğini ileri sürerek, sos­yalizme, kapitalist düzen içindeki sınıf­lar savaşından geçileceğini unutmuş oluyor. Ancak Belge için zaten sosya­lizme sınıflar savaşının bir sonucu ola­rak değil, “ahlaki” bir seçimle ulaşıla­cağı için, işçi sınıfının teknik karşısın­daki durumu çok da önemli değildir.

Sonuç olarak, yazar, devrim soru­nuna ve işçi sınıfının misyonuna deği­nirken, sınıflar mücadelesi tarihin çok yakın geçmişinden bile kopuşarak, yalnızca son kırk yılın, o da en kaba gö­rüntülerinden hareketle çok yanıltıcı tespitlere varıyor. Batı’daki “istikrar”la devrim teorisi yalanlanırken, bilgi ve teknikle de işçi sınıfı tarih sahnesinden geri çekiliyor.

Hedefin Radikalliği mi, Mücadele Araçlarının Radikalliği mi?

Eleştirimizi, Belge’nin Türkiye’de­ki mücadeleye bakışını özetleyerek bi­tirelim. Yazar, kitabına Gramsci’nin tezlerini temel alarak başlamış. İtalya için Bolşeviklerin yolu değil de, barışçıl bir “ikna süreci”nin geçerli olduğunu ileri süren Gramsci’nin tezinden hare­ketle Belge, 1920’ler İtalya’sı ile 1990’lar Türkiye’sini birbirinden “fazla uzak” bulmadığı için aynı yolu öneri­yor. Gerekçelerini sıralarsak öne çı­kanlar şunlardır:

Birincisi, “özetle, devrimcilik nite­lemesi, toplumda gerçekleştirilmesi öngörülen dönüşümün radikalliği ola­rak değil de, bu dönüşümü gerçekleş­tirmek için verilen mücadelenin (ama­cın değil, aracın) radikalliği alanında aranmıştır.” (Belge, s. 45) Yazar, dev­rimci harekette çok sık tekrarlanan bir hatayı vurguluyor. Önemli olan hede­fin radikalliğidir. Doğru. Ancak ikisi birbirinden çok da bağımsız değillerdir. Gramsci’nin mirasçısı İtalya Ko­münist Partisi, komünizm hedefini, “tarihsel uzlaşma” yoluyla tarihte göm­dü. O nedenle hedefin radikalliği, o hedefe varmak için kendiliğinden bir teminat değildir. Belge, hedefi öne çı­kartıp, mücadele araçlarını arka plana iterek, bizim için de geçerli olduğunu iddia ettiği “barışçıl ikna süreci”nin tu­haflığını biraz olsun örtmek mi isti­yor?

İkinci gerekçe: “Parlamenter ku­rumların, seçim geleneğinin vb. yer­leştiği ülkelerde illegal ve silahlı müca­dele biçimini temel mücadele biçimi olarak seçen bir sosyalist hareket başarılı olamaz.” (Belge, s. 46)

“Türkiye’de parlamenter gelenek zaman zaman (ya da sık sık diyelim) ba­şına gelenlere rağmen oldukça istik­rarlı bir kurum olmuştur.” (Belge, s. 56)

12 Eylül insana neler söylettiriyor. Barışçıl Allende örneği bir şey öğretmediyse, bir tek fazla cümle yazmaya gerek yok, Belge bildiği yolda yürüye­cektir.

Üçüncü gerekçe; “Emperyalist de­diğimiz dünyadan Türkiye’ye giren, Türkiye’den bu ülkelere ‘çıkana kıyas­la daha fazladır ve bunun nedeni bu ül­kenin coğrafi konumuyla ilgilidir (yani, ‘ekonomik’ emperyalizmden çok, kapitalist-emperyalist sistemin ‘politik’ koşulları belirleyicidir.) (Belge, s. 43)

Başımızda bir “emperyalizm” soru­nu da yoktur, aldığından çok, bize ver­mektedir. O zaman “silahlı mücadele­nin” bütün koşullan ortadan kalkmış oluyor.

Belge, özellikle bu noktada ger­çekten cesurdur. Bazen burjuva politikacılarını bile isyan ettiren emperya­lizm gerçekliğini bir çırpıda bize fazla­dan veren bir “politik” dosta dönüştürüverir. Bizde, mücadele araçlarının radikal olma zorunluluğunu inkar et­mek için gerçekliklerin böylesine ba­yağıca çarpıtılmasına gerek yoktu.

Sonuç olarak, “barışçıl ikna süreci”nin güzel bir tanımlamasıyla Belge’nin sosyalist mücadele anlayışını tamamlayalım.

“Kapitalist sistemin mantığı için­de, ekonomik, politik ve ideolojik dü­zeylerde kapitalizmin ilişkileri yeniden üretilir. Demek ki, sorun, bu yeni­den üretim mekanizmasına sosyalist hayat tarzının öğelerini sokarak, me­kanizmada içsel bir değişimi başlat­maktır. İşte bir zamanı, başı ve sonu olamayacak şey budur. Devrim dedi­ğimiz de, toplumsal kertelerin öncelik­le bir tanesinde, siyaset düzeyinde ikti­darı; bu kadar somut bir kurumu ele geçirme anı değil, toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminin sosyalizme doğru dümen kırdığı anı anlatan bir kavram­dır.” (Belge, s.224)

Belge, “ikna sürecini” son derece açık tariflemiştir: Kapitalist yeniden-üretim mekanizmasına sosyalist hayat tarzının öğelerini sokarak içsel değişi­mi gerçekleştirmek, bu başı ve sonu olmayan süreçle kapitalizmden sosya­lizme geçmek. Mükemmel…

Belge, bizlere bir de nasıl ve hangi somut yollarla kapitalist mekanizma da “içsel bir değişimi” başlatabileceği­mizi anlatsa tablo tamamlanacaktır. Belge’nin elinde ne somut yollar, ne de bu yolla değişime uğrayan bir kapita­list düzen deneyi yoktur. Ancak Bernstein’dan beri aynı yolu sayıklayan bin­lerce Marksizm döneği vardır. Bunlara bir de Belge’nin eklenmesiyle sosyaliz­me böyle bir yoldan varış imkanı zerre­ce artmış olmaz.

Sonuç

M. Belge 12 Eylül’ün ruhudur. 12 Eylül’ün süngü zoruyla yarattığı yıkıntı­lar üzerinde yükselen, pişmanlık vaaz eden ruhudur. 12 Mart’ın da ruhu ol­mayı denemişti. Yapmayı umduğu Bi­rikim’lerle Devrimci Yol’ların bilinci ol­mayı denedi. Ancak 12 Mart öyle ça­buk akıp geçti ki üstünde yeni bir mo­ral anlayış yaratabileceği temel bıraka­madı. Olaylar sanki bıraktırıldıkları yerden alelacele yeniden akmaya başladılar. 12 Mart olmamışa döndü. O nedenle şekillenebileceği bir beden bulamadığı ölçüde 12 Mart’ın ruhu olamadı. Birikim’ler bazı etkiler yarat­sa da akan pratiğin gövdesine sızamadılar.

Ancak 12 Eylül, üstünde kendi piş­manlık ve ikna ruhunun uçuşabileceği bir temel yarattı. Ve şimdiye kadar ki olaylar henüz o yaratılan temeli uçura­madı. Böyle bir temel var olduğu müd­detçe Belge, yeni Birikim’ler yaratma­yı deneyebilir, “ortalama sosyalist mili­tanın” radikal özünü boşaltmak için “ikna” çabalarını sürdürebilir.

12 Mart’tan gelen bir M. Belge ol­masaydı, koşullar yenisini yaratırdı. 12 Eylül’ün zoru devrimcilerin önemli bir bölümünü, her türlü radikalliğe töv­be ettirdi. Bu kırılan cesaretlerin, yıkı­lan hayallerin de bir siyasi zemini, ken­dini dışa vuruş kanalları olacaktı. Bel­ge, daha 12 Eylülün ilk yıllarında Yeni Gündem’le bunu denedi, ardından ge­len yıllarda devrimci hareket ayağa kalkmayı deneyince pişmanlık vaazla­rını pek dinlenmez oldu, ancak hem hareket sürekli bir yükselişe giremeyip, üstüne bir de sosyalist ülkelerdeki olaylar patlak verince, pişmanlık yıllarının olgunlaşan meyvalarını toplama momenti gelip çatmış olsa gerek. M. Belge ve Birikim bir kere daha bunu deneyecekler.