Sosyalizm: Hala ütopya mı, gerçeklik mi? – Mehmet Yılmazer
Çağdaş Yol, Sayı 9, Ekim 1989
(M. Belge Eleştirisi)
“Sosyalizm Türkiye ve Gelecek” iki büyük yer sarsıntıya sının ürünüdür. Birinci sarsıntı, yaşadığımız topraklarda gerçekleşen 12 Eylül’dür. Diğeri ise, Gorbaçov reformlarıyla sosyalist ülkelerde yaşanıyor. M. Belge gerek Marksizm’in temel kavramlarını ve gerekse Türkiye devrimci hareketinin bugüne kadar edindiği değerleri rahat bir üslupla eleştirirken bu iki büyük depremin yıkıntılarını arkasına kanıtlayıcı fon olarak alıyor. Böylece işi kolaylaşıyor mu? Sanmıyoruz.
12 Eylül’le yaratılan ortamdan ve dünya sosyalizminin açık başarısızlıklarından aldığı güçle M. Belge çok büyük bir rahatlıkla Marksizm’in genel değerleri üzerinde şüphe izleri bırakarak geziniyor. Öte yandan, 12 Eylül faşizminin acılı derslerinden geçmiş insanlara büyük bir pişkinlikle “barışçıl mücadele” yolları öneriyor.
Önerebilir. Herkes düşüncesini açıklamakta “özgür” değil mi? Hiç şüphesiz özgür olabilmeli. Ancak düşüncenin özgürce açıklanması kadar, açıklanan düşüncenin gerçekten özgür olabilmesi önemli. Düşünce özgürlüğüne sözde sınır konulmamış batı demokrasilerindeki özgür düşüncelerin birazcık yaldızı kazınınca, nasıl düzenin felsefesini en kılcal yollarla emdikleri hemen görülebilir. Dolayısıyla o düşüncelerin pek çoğu finans kapital demokrasilerinin kölesidir.
“Sosyalizm ve gelecek” hakkında konuşan M. Belge gerek Marksizm’in genel kavramları ve gerekse Türkiye devrimci hareketinin deneyleri üzerinde gezinirken hangi konumdadır?
Yaratıcı düşüncelerle mi yüz yüzeyiz, yoksa on yıllardır batı demokrasilerine huysuz kölelik yapan düşüncelerin bir benzeriyle mi karşı karşıyayız. Görelim:
M. Belge “nasıl bir sosyalizm?” sorusuna cevap ararken şöyle der: “Marksizm’in bilimsel sosyalizm olarak benimsenmesi bazı çok önemli olumsuzluklara yol açtı; ama koşulları düşünüldüğünde belli bir kaçınılmazlığı vardı bunun.” (Belge, s. 156) Olumsuzluğun “kaçınılmazlığına” sonra değineceğiz. M. Belge sosyalizmin ‘bilimsel’ olmasından açıkça hoşnutsuzdur. “Bilimsellik, daha sonra bir sorun haline gelmiştir. Üstelik bilimselliğin bilimsel olmayan formülasyonlarının yapılmasıyla sorun haline gelmiştir.” (Belge, 157)
Bilimselliğin “sorun” haline gelmesi nasıl olmuştur? “Stalin’in dünya komünist hareketine önderliğini kabul ettirmesinden aşağı yukarı günümüze kadar, ‘ütopik’in karşıtı olarak ‘bilimsel’in yanına yakın anlamlı sayılabilecek ikinci bir kavramın da yerleşmeye başladığı gözlemlenir. Bu ikinci kavram ’gerçekçi’dir”. (Belge, s. 155)
“Gerçekçi” tanımı M. Belge’ye göre “varolan sosyalizm” gençliğine “katlanma” anlamıyla yüklüdür. O zaman pratik yaşamda “bilimsel” sosyalizm gelir gönülsüzlükle katlanılan bir sosyalizme dönüşür…
Katlansak da katlanmasak da dünyanın gözü önünde bir sosyalizm pratiği var. Marksizm her şeyden önce olayları olduğu gibi görebilmekle başlar. Bu pratiği tüm gerçekliğiyle kavradığımızda onun hatalarını tekrarlamaktan kurtulabiliriz. Fakat “bilimsel” sosyalizmin pratik sonuçları bazı göz ve gönülleri hoşnut etmeyince onun bilimselliğini “sorun” haline getirmek başka bir anlam taşır.
M. Belge pek hoşlanmasa da “bilimsel” bir zeminde kalmak istiyorsa, Marksizm’in sosyalizm üzerine önerilerini yaşanan pratikle sınayıp ya bu tezlerin temelde bilim dışılığını ispatlamak, ya da esasta pratiğe uygunluğunu, yani bilimselliğini göstermek durumundadır. Çünkü “nesnel gerçekliğin insan düşüncesine atfedilip edilemeyeceği sorunu bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. Düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki pratikten soyutlanmış anlaşmazlık, tamamıyla skolastik bir sorundur.” (Feuerbach Üzerine Tezler, K. Marks)
Oysa M. Belge “var olan sosyalizm” gerçekliğine “katlanamayıp” sosyalizmin bilimselliği konusunda şüpheci bir konumu benimser.
Marksizm ve “Ekonomi”
M. Belge sosyalizmin 70 yıllık pratiğinden Marksizm’in bazı temel tespitlerini sorgulamaya yönelir. Bunların ilki Marks’ın ekonomiyle ilişkisi üzerinedir.
M. Belge, Marks’ın “vulgarize” edilmesinden yakınır ve onun “bütün insan eylemlerinin temelinde ekonomik dürtüler yatar diyen adam” haline getirilmesini eleştirir. “Oysa Marks pek böyle söylemediği gibi, bunu söylemiş olmakta yeterince ayırt edici bir özellik sayılmazdı. Çünkü pek çok klasik ekonomi-politik uzmanı aynı şeyi söylemişti.” (Belge, s. 157)
Marks yukarıdaki cümleyi söylemiş midir? Belli değil. M. Belge “pek böyle söylemediği”ni belirtir, fakat hemen ardından bir ekleme yapar”, eğer söylemiş olsa bunun “ayırdedici bir özellik” taşımayacağını, o dönemin “pek çok klasik ekonomi-politik uzmanı”nın (altını ben çizdim) aynı şeyi söylediğini iddia eder.
Önce Marks’ın formülasyonu elbette ki bambaşkadır. Sonra, bu konuda söyledikleri “ayırdedici” bir özelliğe sahiptir. Ekonomi-Politiğin önsözünde Marks bu buluşunu şöyle hikaye eder: “Ben, ekonomi politiği incelemeye, Paris’te başlamıştım ve bu incelemeye, Bay Guizot’nun hakkımda verdiği sınırdışı edilme kararı sonucu dönmek zorunda kaldığım Brüksel’de devam ettim. Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç kısaca şöyle formüle edilebilir:”… Maddi hayatın üretim tarzı genel olarak toplumsal, siyasal ve entellektüel hayat sürecini koşullandırır.”
Aynı kitaba önsözünde Engels, Marks’ın ulaşmış olduğu sonucu şöyle niteler: “Yalnızca iktisat için değil bütün tarih bilimleri için (ve doğa bilimleri olmayan bütün bilimler, tarih bilimleridir) devrim yaratan keşif…”
Belge aynı görüşte değildir. Marks’ın ekonomi-politik incelemesinde ulaştığı sonuca “pek çok klasik ekonomi-politik uzmanı”nın da vardığını iddia etmektedir. M. Belge bilimsel bir kaygı taşımayan açıklamasıyla, Marks’ın “keşif” derecesinde önemli buluşunu hem deforme ediyor, hem de sıradan, önemsiz bir hale getirerek küçümsüyor. Çünkü M. Belge toplum olaylarına “bilimsel” bir yaklaşıma inanmıyor.
“Marks’a her şeyin başı ekonomidir diyen adam gözüyle bakma”nın (s. 158) yanlışlığını eleştirmek bir şeydir, Marks’ın buluşunu vulgarize edip hiçe indirmek başka şeydir. M. Belge daha da ileriye giderek şu inanılmaz görünen sonuca varır: “Bu noktada ‘bilimsel’ sosyalizm ile ‘ekonomi’ arasındaki ilişki üstüne bir kaç söz daha söylemek gerekiyor. Bu ilişki zorunlu değil, bir anlamda raslantısal bir ilişkidir. Sosyalizmin bilimsel olması gerektiğine inanmak, ille de ekonomizmi öne çıkarmayı gerektirmezdi.” (Belge, s. 159)
Sözü edilen “rastlantı’lar ise şöyle sıralanır:
“Raslantı, biraz da, bilimsel sosyalizm düşüncesinin yeni şekillendiği günlerde, ekonominin en olgunlaşmış ‘bilim’ görüntüsüne sahip olmasına bağlıydı. Tabii bunu çok fazla abartmamak gerekir. Başka nedenler de söz konusuydu mutlaka.
“Bu nedenlerden biri de doğrudan doğruya Marks’ın çalışmalarıdır. Marks’ın en anıtsal çalışması göze çarpar biçimde ekonomiyle ilgiliydi.” (Belge, s. 160)
Rastlantıya bakın ki, bilimsel sosyalizmin kurucusu Marks’ın yaşadığı yıllarda “ekonomi olgunlaşan bir bilim”dir… Öte yandan bir raslantı sonucu Marks “en anıtsal” eserini ekonomi üzerine yazmıştır.
Bu rastlantılar sonucu bilimsel sosyalizm ile ekonomi arasında bir ilişki kurulmuştur. M. Belge ne dediğini biliyor mu?
Bilimsel sosyalizm, insan toplumlarının gelişim kanunlarının bulunup açıklanmasıyla şekillendi. Ve bu gelişimlerin hareket ettirici zembereği, Marks’ın buluşuyla “maddi hayatın üretim tarzı”nda, ya da M. Belge’nin ikide bir aşağıladığı “ekonomi”de yatıyordu. Bırakalım, rastlantısal ilişkiyi bilimsel sosyalizmin açıklamalarından ekonomi temelini çekip aldığımızda, ortada belki, bir “sosyalizm” kalır, ancak bu sosyalizm artık bilimsel olamaz.
M. Belge, toplumların gelişiminde ekonomi temelinin vurgulanmasını “ekonomizm” olarak nitelendiriyor ve bu görüşün savunucularını ekonomist Marksistler olarak isimlendiriyor. Böyle bir vurgulamanın insanı kavramsal düzeyde yoksullaştırdığı kanısındadır. Marksizm’in özünün gerek Sovyet akademisyenlerince ve gerekse pek çok “Komünist Partili” teorisyen tarafından tek yanlı bayağılaştırdığı bir gerçekliktir. Olayların açıklanmasında ekonominin abartılarak sürecin diğer özelliklerinin gözden yitirilmesi Marksizm açısından hata olur. Ancak bir yasanın hatalı kullanımı o yasayı ortadan kaldırmaz. M. Belge böyle hatalı örneklerden hareketle Marks’ın bulduğu yasayı inkara ya da önemsizleştirmeye yelteniyor. Bilimsel Sosyalizm ile ekonominin ilişkisi rastlantı olarak görmek, Marksist düşüncenin doğuş ve şekillenişini bir rastlantıya bağlamakla eş anlamlıdır.
Bir adım daha gidelim. Gene kendisinin üst yapı olarak ayırdığı son derece geniş alan üzerine çalışmaları ise görece çok daha azdı. Marks Fransa’da sınıf mücadeleleri, 18 Brumaire vb. üstüne bildiğimiz metinleri yazmamış olsaydı, onun da bir ekonomist olduğunu düşünmekte daha haklı olabilirdik. Ama bunları yazdı; “… Demek ki sorun, ekonomist bir eğilim değil, bir insan ömrüne sığabilecek çalışmanın hacmi sorunudur.” Bu belirlemeyi yapan M. Belge şu genel sonuca varıyor: Marks’ta ve Engels’te yeterli bir üstyapı teorisi, özellikle bir politika teorisi bulunmadığı söylenmiştir ve bu doğrudur.” (Belge, s. 160)
Yazar Marks’ta “ekonomist bir eğilim” görmez. Marks’a ne büyük iltifat! Oysa anladığımız kadarıyla Belge, toplum yaşamında ekonominin belirleyiciliğinin vurgulanmasını “ekonomizm” olarak tanımlıyor. Eğer “ekonomizm” bu ise, Marks bir numaralı “ekonomist” olmalıdır. Öte yandan, yazar “maddi hayatın üretim tarzı”nın belirleyiciliğini yeterince önemsemediği, bu teorik bulgunun derinliğini kavramadığı için Marks ve Engels’te “yeterli bir üstyapı teorisi” bulamaz.
Bu yargı Avrupa’da özellikle 1960 sonrası güçlenen “Yeni sol” akımların ortak bir yargısıdır. Objektif temeli, emperyalist sistemin az çok istikrarlı gidişi ve “refah” yıllarının sürmesi sonucunda ekonomi tabanının gözlere çarpmaz oluşudur. Öte yandan, 29. Kongreyle başlayan Stalin eleştirileriyle Sosyalist ülkelerin batıda çekiciliğini yitirmesidir. Üstelik Sosyalist ülkeler de, kan ter içinde ekonomiye ağırlık vermelerine rağmen ortada “göz doldurucu” sonuçlar yoktur. Sınıflar savaşının nispeten durgun yıllarında kimi batılı aydınların bu birbirinin tekrarı olan tek düze gidişe gösterdikleri tepkileri, yıkılmaz görünen “alt yapıya” dokunamayınca, onun “istikrarlı” gücü karşısında cüceleşince, tepkiler kendilerinin de içinde bulunduğu üst yapıya yöneldi. O zaman Marks ve Engels’i yeniden yorumlamak gündeme geldi.
Marks ve Engels’te yeterli bir “üst yapı teorisi” yok mudur? Çok yaygın bir şekilde Marks’ın Kapitali yerli yersiz yüceltilirken kaçınılmaz bir şekilde diğer eserleri gölgelenir. Sanıldığının aksine Kapital bir alt yapı teorisi değildir. Marks’ın alt yapı ile ilgili görüşleri Kapital’e ne kadar içkinse, üst yapı ile ilgili görüşleri de en az o kadar içkindir. Marks ve Engels’te birbirinden ayrı alt ve üst yapı teorileri yoktur. Alt ve üst yapının hiyerarşik dizilişi ve birbirine etkisi ise yeterince aydınlıktır. M. Belge, “üst yapıdan” söz ederken neden Marks’ın Fransa’da sınıf mücadeleleri ve 18 Brumaire’ını anıyor da örneğin Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin Devletin Kökeni’nden hiç söz etmiyor? Orada üst yapının en önemli kurumu devletin teorik açıklaması vardır. Çünkü Marks’ın sözü geçen yapıtlarında Fransa’da somut olayların akışında üst yapının “göreli” bağımsız davranışlarından söz edilir. Bu göreli bağımsızlık üzerine Batı’da Yeni Sol o kadar çok şey yazmıştır ki, adeta Marks yeniden keşfedilmiştir. Ancak sonuç olarak ortada hala “yeterli” bir “üst yapı teorisi” yoktur. Oysa Marks ve Engels’te Ahlak, Hukuk, Devlet gibi üst yapı kurumlarıyla ilgili yeterince derinlikli tanık vardır.
M. Belge, Marks ve Engels’te üst yapı teorisinin yetersizliğinin yanında bir de “özellikle bir politika teorisi”nin bulunmadığını iddia etmektedir. “Politika teorisi”nden tam olarak ne kastediliyor bilemiyoruz. Ancak Marksizm de politikanın doğuşu, sınıf çıkarlarıyla bağlantısı yeterince açıktır. Üstelik bu konuda Marks-Engels’in ciltler tutan mektuplaşmalarında ve çeşitli gazeteler için kaleme aldıkları makalelerinde sayısız örnekler vardır. Yazar bu malzeme içinden eğer isterse yeterince kesin bir “politika teorisi” edinebilir. Ancak M. Belge’nin sorunu bu değildir. O, ekonominin ya da alt yapının belirleyiciliğinden özgür bir “politika teorisi” özlemektedir. Elbette, böyle bir “teori” Marks-Engels’te yoktur.
M. Belge bazı açık sonuçlara varmak için değil, sanki Marksizm açısından aydınlık olan kimi temel konuları karartmak, deforme etmek için tartışmaktadır. A. Kaçmaz’ın “Belge, alt yapının belirleyici rolünü reddediyor” eleştirisine itiraz ediyor ve görüşlerini bir kere daha şöyle özetliyor: “Marks’ın yaşadığı dönemde, karışık toplumsal olayları belirleyicilik ölçütüne göre ayırıp sınıflandırarak buradan alt yapı üst yapı gibi bir ayrıma gitmek çok önemli bir buluştu. Ama bunu bugün aynı şekilde tekrarlamak fazla anlam taşımıyor, böyle bir ayrım yanlış olduğu için değil, bu kadarıyla yetersiz olduğu için.” (M. Belge, Birikim, s.4)
Belge yalpalayarak yürüyor. Kitabında, Marks’ın, ekonominin belirleyiciliği görüşünü pek de ayırt edici bulmamıştı. Şimdi “çok önemli bir buluştu” diyor. Hangi düşünce Belge’nin gerçek kavrayışını yansıtıyor? Bunun için spekülasyon yapmaya gerek yok. Belge, Marks’ın yaşadığı dönemde “belirleyicilik ölçütünü” önemli bulmasına karşılık bugün aynı şeyi tekrarlamanın yetersiz olduğunu iddia ediyor. Demek bu buluş artık önemsizleşmiştir.
Daha ileriye gitmeden “alt yapı” “ekonomi” gibi kavramlarla ilgili bir ara açıklama yapmalıyız.
“Marks ve Engels de dahil Marksistler alt yapıya kimi zaman da ekonomik temel kavramıyla değinmişlerdir. Bundan ötürü, anlaşılır bir semantik kayma ile alt yapı/ekonomi özdeşliği kurulmuştur. Böylece ekonomi belirleyicidir gibi bir sonuca varılmıştır. Bu ise fazla genel, fazla yuvarlak bir kuraldır ve dolayısıyla tehlikelidir.” (Belge, Birikim, s. 4)
Yazar, Marks’ın görüşlerinden söz ederken “altyapı”, “ekonomi”, “maddi hayatın üretim tarzı” kavramlarından özellikle “ekonomi” kavramı üzerine vurgu yapıp, ekonominin belirleyiciliğini fazla yuvarlak ya da banal bulmaktadır. Marks ve Engels’in olayı böyle basit açıklamadıklarını ileri sürer. Ekonomi denince, Belge’nin aklına “özgülleşmiş”, yani kapitalizm çerçevesindeki ekonomi kavramı gelmektedir. O zaman da bu ekonomi kavramıyla her şeyi açıklamak mümkün olmamaktadır. Her insan toplumunda bir tür ekonomik faaliyet vardır, olduğu ölçüde etkisi de vardır, ama sözgelimi ortaçağda bulunan ekonomik faaliyet, ekonominin kapitalizmde belirleyici olduğu ölçüde belirleyici değildir.” (Belge, Birikim, s. 4)
Yazarın yöntemi ilginçtir. Ayna boksunu andırıyor. “Ekonomi belirleyicidir” diyenleri karşısına koyuyor. Marks bunların arasında mıdır, tam açık değil. Sonra “ekonomi” kavramını kendince tanımlıyor, elemanlar tamam olunca maç başlıyor, fakat bu ara bir kaç yumruk da Marks’ın yediğine şüphe yok.
Belge, gerek kitabında ve gerekse Birikim’deki yazısında konuyla ilgili Marks ve Engels’in orijinal metinlerine başvurmaktan ısrarla kaçınır. Onların bu konularda söylediklerini aktarmaz. Biz önce orijinal metinlerden bir iki gerçekliği tespit ettikten sonra, yazarın söylediklerine geleceğiz.
Marks’ın Önsöz’deki orijinal formülasyonu şöyledir:
‘Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entellektüel hayat sürecini koşullandırır.” (Eko. Pol. Eleştirisine Katkı, Önsüz)
Bu metnin yazılışından 30 yıl sonra Engels, Marks’ın görüşlerinin bayağılaştırılması karşısında şunları yazmak durumunda kalmıştır:
“Tarihi maddecilik anlayışına göre, tarihteki belirleyici faktör, ancak son kertede (son tahlilde, son soruşturmada), maddi hayatın üretimi ve yeniden ortaya konulmasıdır. Ne Marks, ne de ben bundan fazlasını söylemiş değiliz. Her hangi bir kimse bu düşüncemizi, “ekonomik faktör biricik belirleyici faktördür” şekline sokacak kadar değiştirir ve bozarsa, ileri sürmüş olduğumuz bu yargıyı, bomboş, soyut ve saçma bir söz haline getirmiş olur. Ekonomik hareketin sayısız rastlantılar arasından zorla ilerleyen bir şey gibi sonunda kendine içlerinde yol açtığı bütün bu faktörler (Anayasalar vb. hukuki şekiller, politik hukuki ve felsefi teoriler, dini görüşler…) arasında karşılıklı etki ve tepki vardır. Böyle olmasaydı, teorinin (maddeci tarih görüşünün) herhangi bir tarih dönemine uygulanması birinci dereceden bir denklem çözmek kadar kolay olurdu.” (Engels’den Joseph Blach’a Mektup, 1890)
Her şey son derece açık. Maddeci tarih görüşü açısından olayların çözümlenmesi tek bilinmeyenli denklemlere değil, çok bilinmeyenli yüksek matematik problemlerine denk düşebilir. Ancak bir şey hâlâ açıklanmaya muhtaçtır. Son kertede belirleyici olan “altyapı”, “Ekonomi” ya da “maddi hayatın üretimi” nedir?
“Toplum tarihinin belirleyici temeli olarak gördüğümüz, ekonomik bağlantılar sözünden belli bir toplumun insanlarının geçimleri için gerekli, şeyleri üretiş ve ürünlerinin aralarında mübadele ediş tarzını anlıyoruz. Demek ki, bütün üretim ve ulaştırma tekniği bunun içinde yer almaktadır… Bundan başka, ekonomik bağlantıların içinde ortaya çıkıp geliştiği coğrafi temeli; eski gelişim dönemlerinden arta kalan ve çoğunlukla yalnız gelenek yüzünden ya da vis inertia (atalet kuvveti) dolayısıyla süregiden kalıntılar ve hiç şüphesiz bu toplumsal yapıyı kuşatan ortamda ekonomik bağlantılar içinde yer alırlar.” (Engels’ten Heinz Strakenmburg’a 1894)
Netice olarak, Marks ve Engels’te “ekonomi” ya da “altyapı” kavramı “fazla yuvarlak” değildir. Üretici güçler kavramıyla daha somutlanır. Marks-Engels’te üretici güçler biraz dağınık da olsa yeterince tanımlanmıştır. İnsanın yanında, coğrafi temel ve toplumsal yapıyı kuşatan ortam, gelenek ve bütün üretim ulaşım tekniği toplamı üretici güçlerdir.
Biraz şemalaştırırsak üretici güçler başlıca dört başlıkta toplanabilir: Teknik, insan, coğrafya ve tarih (Dr. H. Kıvılcımlı, TDS). Şimdi elimizde, toplumların gelişimlerini aydınlatmak için ekonomi, altyapı gibi genel kavramların daha somut elemanları vardır. Örneğin, günümüzde toplumların gelişiminde coğrafya ve tarih üretici güçlerinin çok önemsiz etkileri vardır. Neredeyse her şeyde son sözü teknik söylemektedir. Ancak “antika tarih toplumunda tek başına teknik, insanı umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık her toplumun içinden çıktığı tarih gelenek-görenekleri, içine girdiği coğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş, insanca kollektif aksiyon teknikten hızlı davranmıştır, denilebilir. Onun için, özellikle antika tarihte, dört küme üretici gücünün dördünü birden hesaba katmak gerekir. Yalnız teknik, olayların değil tümüyle aydınlanmasını, şemalaştırılmasını bile yapmaya yetmez.” (H. Kıvılcımlı, Tarih, Devrim, Sosyalizm)
M. Belge’nin “fazla yuvarlak” bulduğu “ekonominin belirleyiciliği” ölçütü hiç de “yuvarlak” değildir. Yazar, bilerek ya da bilmeyerek Marks’ın buluşunu önce bozup, kabalaştırıyor, sonra da ekonominin belirleyiciliğinin fazla genel ve “yuvarlak”, bu nedenle de “tehlikeli” olduğunu iddia ediyor.
Elbette ki her yasa bir genellemedir. Bu anlamda da biraz “yuvarlaktır”. Fakat o yasanın bir olaya uygulanışı tarihsel maddecilik açısından son derece somut ve tekil bir özellik kazanır. Yazar, Marks’ın görüşlerinin yanlış uygulamaları karşısında bu uygulamaların mantık sakatlıklarını sergileyeceği yerde, bizzat söz konusu buluşu hedef alarak, açık ve kesin bir olguyu bulanıklaştırıyor. Engelsin mektubu “ekonomik münasebetler”in çerçevesini çizmektedir. Yazar, “altyapı/ekonomi” sözcükleri arasında kısır bir döngüye gireceğine, bu kavramların Mark ve Engels’teki karşılıklarını daha somutlaştırmaya çalışsaydı, yasanın “tehlikelerini” de asgariye indirebilirdi. M. Belge, “ekonomist Marksistler”den farklı davranmıyor. Onların her şeyi kabaca ekonomiye bağlamaları karşısında yazar da, Marks’ta “yeterli üstyapı ve politika teorisi” bulunmadığını ileri sürerek onları dolaylı olarak onaylıyor. Fakat Marks ve Engels’in ekonomi, üretici güçler anahtarlarını tarihi süreçlere nasıl uyguladığını açıklama zahmetine katlanmıyor.
Engels’in şu sözleri “maddeci” yöntemin herhalde en güzel açıklanmasıdır:
“Bir problemin üstesinden gelmek için maddeci sözünü kullanmak yeterli sayılıyor. Oysa bizim tarih anlayışımız, her şeyden önce, Hegelvari sistemler kurmaya yarayan bir basamak değil, inceleme yapılabilmesi için yol gösteren bir metotdur.” (Engels’ten Conrad Schmidt’e, 1890)
Özetlersek, toplumların gelişiminin açıklanmasında anahtar olan ekonomi tabanı; teknik, insan, coğrafya ve tarih üretici güçlerinin seviyesi ve durumlarıyla bir somutluk kazanabilir. Ve bu anahtar “Hegelvari sistemler kurmaya” değil, “inceleme yapılabilmesi için yol” açıcıdır.
Şimdi bıraktığımız yere dönelim. Belge, Birikim’deki yazısında Marks’ın buluşunu o günler için önemli bugün için yetersiz buluyor. Bugün neden, yetersizdir, derli toplu bir açıklamasını Belge’de bulamadık. Bugün daha gelişkin daha yetkin bir buluş mu yapılmıştır? Örneğin, Einstein’ın görelilik teorisi Newton’un çekim yasasının belli bir sınırdan sonra yetersizliğini ortaya çıkartmıştır. Sosyal olaylara bakışta Einstein’ın görelilik kuramı gibi daha yetkin bir buluşla mı yüz yüzeyiz? Belge böyle bir buluştan söz etmiyor. Ancak Marks’ın tespitlerinin yetersizliğine iki örnek verilmiş. Birisi, kapitalizm öncesi toplum biçimlerinden, diğeri günümüz tekelci ekonomilerinden.
“Kapitalizme göre koşullanmış bir ‘ekonomi’ kavramını zihnimizde biçimlendirip bunu aynı zamanda ‘altyapı’ ile özdeşleyerek, sonra da tarihi üretim tarzlarına bu çerçeveye uygun açıklamalar bulmaya çalışırsak, sonuçta herhangi bir şeyi açıklamamış oluruz. Çünkü bu şekilde özgülleşmiş bir ‘ekonomi’ kavramı, feodalizmi, Yunan sitesini, hele ilkel toplumları hiçbir şekilde açıklamaz ya da yanıltıcı, zorlama ve keyfi açıklamalar getirir.” (Belge, Birikim, s. 4)
Belge, son derece haklıdır. Kapitalizme göre koşullanmış ekonomi kavramıyla, öncekileri hele ilkel toplumları açıklamaya kalkışmak saçma sonuçlar yaratmak zorundadır. Pek çok burjuva iktisatçısının kutsal özel mülkiyet düşüncesine tutkularından dolayı, ilkel topluluklardan beri özel mülkiyeti değişmez kabul etmeleri böyle bir saçmalığa en tipik örnektir. Ancak bunların Marks’ın buluş ve yöntemiyle ne ilgisi var? Marks, özellikle kapitalizmi irdelemiştir. Ancak kapitalizm öncesiyle ilgilendiğinde kapitalizmin kavramlarını o toplumlara basitçe aktarmamış, tam tersine gelişme sürecini kendi orijinal özellikleriyle irdelemiştir. Bu çaba sırasında, hareket noktası üretim ve üretim ilişkilerinin biçimi ve gelişimidir. Ve Marks-Engels, el değdirebildikleri ölçüde kapitalizm öncesi toplum biçimleriyle ilgili mükemmel tespitlere varmışlardır. Yaşadıkları dönemdeki sınırlı bilgi birikimiyle (arkeoloji henüz yeni gelişiyordu) dahice sezişler yapmışlardır. Fakat bütün bunlar üretici güçlerin durum ve seviyesinin, kapitalizm öncesini açıklamada yetersiz kaldığını değil, tek doğru aydınlatma yöntemi olduğunu ortaya koymuştur. Fakat M. Belge Marks’ın buluşunu ısrarla ve bayağıca ne olduğunu açıklamadığı ‘ekonomi’ boş çuvalına indirgemektedir. Üretici güçlerin seviye ve durumu ilkel toplumları da, Yunan sitesini de yeterince aydınlatır. Ancak Belge’nin deforme ettiği “ekonomi” kavramıyla hiçbir şey açıklanamaz.
Belge’nin dediği gibi kapitalizm öncesini açıklamada Marks’ın buluşu yetersiz değil, fakat Belge’nin bu yasayı kavrayışı kesinlikle yetersizdir.
Yazarın günümüz toplumundan verdiği örneğe gelelim.
“Böyle bir önerme, kapitalizmin erken çağı için gerçekten doğrudur, ama bugünün kapitalizmi için eşit derecede geçerli olduğu kanısında değilim. Ekonomi şüphesiz gene çok önemli ama kapitalizmin tekelleştiği, böylece önemli kararların merkezileşirken politik düzeyde de içiçe geçtiği, emperyalist sistemin çeşitli çelişkileriyle varolduğu, öte yandan bilinçliliğin yaygınlaştığı, kültürün büyük önem kazandığı bir dönemde, politikanın yeniden egemenleşmeye başladığı inancındayım.” (Belge, Birikim, s.4)
Burada, yazarın “politika teorisi”ne önemli bir örnek var. Marks’ta “politika teorisi” bulunmayan Belge’nin böylece “ekonomi”den özgür bir politikadan söz ettiği yeterince açıklığa kavuşuyor.
Ekonomide tekelleşme, kararların merkezileşmesi, bilinç ve kültürün yaygınlaşması açık gerçeklikler. Fakat bütün bunlar insanları metaların tahakkümünden kurtarıyor mu? Tekelci kapitalizmin yapısı içinde ve belli bir süreçte bu mümkün mü? Kapitalizm temel karakterini, kâr güdüsünü yok etmedikçe, son kertede politikayı “ekonomi” belirmeye devam edecektir. Belge’nin umut bağladığı “bilinç ve kültüre” de kısaca değinmek gerekli. Tekelci ekonomi kendi kültürünü yaratmıştır. Avrupa’da yaygın kültür süper market alıklaşmasından ibarettir. Belge, çeşitli “alternatif” grupları, çevre bilinçlenmesini, barış ve kadın hareketlerini kastediyorsa, bunların emperyalist üretim temeline yön vermesi şöyle dursun, bizzat o üretim temelinin yarattığı ama o temele yönelmeyen hoşnutsuzluklardır.
“Politikanın yeniden egemen olmaya” başlaması ne demektir? Eğer tekelci kapitalizmde kararların merkezileşmesi ve politik düzeyde de iç içe geçmesi ise, buradan hangi sonuç çıkar? Batı’da dev tekellerle o ülke yönetimleri içiçedir, doğru. Buradan politikanın daha dakik ve daha doğrudan bir şekilde tekelci finans-kapitalin çıkarlarına bağlandığı sonucu çıkar. Nerede kaldı, “politikanın egemenliği”!
Eğer kapitalizm, serbest rekabetçi günlerindeki ve ilk tekelleşme yıllarındaki gibi çılgınca pervasızlıklara giremiyorsa bunun tek nedeni işçi sınıfının ve ezilen halkların mücadelesidir. Ve bunların sonucu olarak Sosyalist ülkelerin varlığıdır. Onu kör ekonomik çıkarlardan, biraz olsun insanlığı dikkate almaya zorlayan işçi sınıfının zorudur. Oysa M. Belge emperyalizmin doğal gelişimiyle bu noktaya geldiğini, artık politikanın kör ekonomik çıkarların kölesi olmadığını söylüyor. Bu emperyalizme bir övgüdür. Ve bunu “Marksistler” içinden ilk kez Belge yapmıyor. Kautsky, emperyalizmi kimi kapitalist ülkelerin dış politikası olarak görmüştü, onun maddi temelini kabule yanaşmamıştı. Bu nedenle, barışçıl bir süper emperyalizm hayal etmişti. M. Belge, kararların merkezileşmesi, bilinç ve kültürün yaygınlaşmasıyla, politikanın ekonominin yavan belirleyiciliğinden kurtulmaya başladığını iddia ediyor. Oysa politika bugün, her zamankinden çok uluslararası finans-kapitalin soysuz çıkarlarının güdümündedir.
Netice olarak, Marks’ın toplumların gelişimiyle ilgili buluşu, Belgeye kalırsa en iyi serbest rekabetçi kapitalizm günlerine uygulanabilir, öncesi ve sonrası için yetersizdir. Bütün bunlardan bir tek sonuç çıkar: Belge, Marksizm’in bu en temel bulgusunu farklı bir şekilde kavramaktadır.
Öyleyse nasıl? “Şu halde, altyapı belirleyicidir; ama her toplumsal olayı doğrudan belirleme anlamında değil, toplumda neyin belirleyici olduğunu belirleme anlamında.” (Belge Birikim, s.4) Belge’nin bıktırıcı kabalaştırmalarından birisi daha. Bırakalım Marks-Engels’i, Marksizm’i en kaba kavrayan birisi bile “altyapının her toplumsal olayı doğrudan” belirlediğini söylemeyecektir. Belge, bir gerçekliği abartıp, saçmalaştırdıktan sonra bu çarpıklığı eleştirip düzeltiyor.
Elbette ki “altyapı”, “her toplumsal olayı doğrudan” belirlemiyor. Bu açık. Yazara göre altyapı ancak “toplumda neyin belirleyici olduğunu belirlemektedir.” Bu totoloji kokan cümlenin anlamını daha iyi kavrayabilmek için Belge’nin verdiği örnekleri aktaralım.
“Maddi hayatın üretimi ve yeniden üretimin genel koşulları olarak kapitalist altyapı, kapitalist üretim tarzında ekonominin egemen olmasını belirler. Aynı şekilde feodal üretim tarzında altyapı, dini ideolojinin egemenliğini, antik toplumda altyapı, siyasetin egemenliğini belirlemiştir.” (ay) M. Belge, Marks’ın, maddi hayatın üretiminin üstyapının üzerinde yükseldiği temeli oluşturduğu görüşüyle tutarlı olmak istiyorsa, feodal altyapı dinin, antik toplumda altyapı siyasetin egemenliğini belirlediyse, kapitalist altyapının da hukukun egemenliğini belirlediğini söylemek durumundaydı, ortaçağ, eşitlik, adalet çığlıklarıyla yıkılmadı mı? Kapitalist üretim tarzı, ortaçağın imtiyazlarına karşı “aklı” ve “hukuku” egemen kılmadı mı?
Yazarın söyledikleri, kapitalizm için totolojiye dönüşüyor. Kapitalizmde “altyapı” kendi kendini belirleyici kılarken, feodalizmde dini, antik toplumda siyaseti, yani üstyapı unsurlarından bazılarını “egemen” kılmaktadır.
Böylece, Marks’ın “altyapı teorisi”yle ilgisi olmayan bambaşka bir yaklaşıma varmış olduk. Yazara göre “altyapı” “toplumda neyin belirleyici olduğunu” belirler, yani kendisi toplum olaylarını belirlemek yerine, belirleyiciliğini bir türevi ile ortaya koyar, duyurur. Bu türev kapitalizmde “ekonomi”dir (ne demekse), feodalizmde din, antikitede siyaset.
Ortaçağdaki olayları, Belge, “toplumda belirleyici” olan dinle, ya da antikitede emperyalizm döneminde “belirleyici olan politika” ile açıklayabilecektir. Eğer birisi Marks’ın orijinal görüşünü Belgeye hatırlatırsa, “zaten dini ya da siyaseti egemen kılan altyapısıdır” diyerek, işin içinden sıyrılabilecek midir?
Netice olarak, M. Belge, ilginç formülasyonuyla Marks’ın üretim temeli ve üstyapının dizilişiyle ilgili görüşlerini bozmakta, onun insanlık tarihi için ileriye sürdüğü buluşunu daha çok kapitalizmin ilk dönemiyle sınırlamaktadır. Çünkü M. Belge, altyapı ya da ekonomiden bunların kapitalizmdeki kaba görüntüsünü anlamaktadır. Oysa Marks’ın bizlere verdiği inceleme anahtarı, insanlık tarihi için geçerli üretici güçler teorisidir. İnsanın kollektif aksiyon olarak davranışı ve gücü; insanın kullandığı alet ya da daha genel anlamıyla teknik; insanı dıştan çevreleyen coğrafya veya yine insanı içten çevreleyen, gelenek, görenek ya da tarih, üretici güçlerinin durumu ve seviyesi insanlığın gidişini açıklamada esas anahtardır.
Marksizm ve Diyalektik
Belge, altyapı ile ilgili görüşleriyle kendini maddi ortamın sınırlılıklarından ya da belirleyiciliğinden kurtarmaya çalışır. Diyalektik konusundaki söyledikleriyle ise, kendini sosyalizmin “zorunluluğundan” kurtarma çabasındadır.
Diyalektiğin bilinen yasalarını, sıralayan Belge şu soruyu sorar:
“Burada da önemli olan nokta, bu yasaların nerede varolduğu sorusudur. Engels’den bu yana Marksizm’de egemen olan gelenek bu konuda son derece açıktır: Yasalar maddede, yani varlıkta içkindir. Biz bunları saptamakla, zihnimizi de aynı biçimde çalıştırmaya başlıyoruz. Dolayısıyla maddenin yasaları ile zihnin çalışma yasaları arasında bir özdeş kuruluyor. Düşünce, maddenin yansıması oluyor.” (Belge, Türkiye Sosyalizm, s. 164)
Belge, kendi yaptığı tanımı yine kendisi şöyle yargılar: “Bilgiye ve düşünceye bu yaklaşım diyalektiğe özgü çelişki vb. kavramlara rağmen, amprist ya da idealist epistemolojilerden çok farklı değildir ve bence yanlıştır.” (ay) Yazar yanlışlığı açıklamaz, olayın başka bir boyutuyla ilgilenmektedir: “Doğru epistemolojinin ne olması gerektiğinden çok, bu şekilde formüllenmiş bir diyalektik maddecilik anlayışının ortalama sosyalist militanı nasıl belirlediği sorusu beni ilgilendiriyor.” (ay) “Ortalama sosyalist militana göre diyalektik, sosyalizmin/komünizmin zorunlu olduğunu bildiren bir düşünce/mantık tarzıdır.” (s. 163)
Belgenin Marksizm’in temel kavramları üzerindeki eleştiri yöntemi ilginçtir. Kavramları hedef almak için onların yaygın bayağılaştırılmasını gerekçe gösteriyor. Böyle bir “diyalektiğin psikolojik işlevi bir ‘amentü’ ile eşdeğerdir” (ay. s. 165) diyerek, diyalektiği “ortalama sosyalist militanın” şahsında bir dini inanca dönüştürüveriyor. Bu yaptığını, tıpkı bilimsel sosyalizmin ekonomi ile ilişkisinin bir “raslantı” olduğunu kanıtladığı gibi, aynı rahatlıkla kanıtlıyor. Bu “on dokuzuncu yüzyıl sonunun düşünsel atmosferinin bir mirasıdır… Daha önceleri, bir şeyin doğru olduğunu kanıtlamak için tanrısal edimin veya tanrısal iradenin onu böyle kıldığını kanıtlamak yetiyordu. Bilim ve teknolojinin gitgide tartışılmaz bir pratik güç haline geldiği dönemden sonra ise ‘bilim böyle söylüyor’ demek, bir şeyin doğruluğunun en inandırıcı kanıtı oldu.” (ay. s. 165)
19. yy sonunun atmosferi, Tanrı’nın yerine bilimin geçmesi, böyle kadere inanan insanların bir kısmının, bilimin gücüyle bu sefer sosyalizmin kader olduğuna inanmaları… Bütün bunlar hoş anlatım. Ancak neye hizmet ediyor? M. Belge, ilgilendiğini söylediği “ortalama sosyalist militanı” bahane ederek diyalektik materyalizmi “yanlış” ilan etmektedir. Bu konuda söyledikleri çok sınırlı olmasına rağmen, yine de önümüzde sonuç çıkartmak için biraz malzeme var.
“Marksist diyalektiğin kendi içinde bir çelişki taşıdığı en önemli özelliklerinden biri de, ‘açıklama ilkesi ya da tarzı’ konusundaki bulanıklıktır. Diyalektiğin temeli, bilindiği gibi Hegel’dedir. Hegel bütün felsefesinde nedensellik ilkesini ikinci plana iten bir mantık kullanmış, ‘neden etki’ yerine ‘sebep eser’ (cause-effect yerine reason-end) ilişkisini kurmuştur. Onun idealist felsefesine göre hayat amaçlıdır…
“Hegel’den alınmış (ve alınırken yeterince değiştirilmemiş) özünde teolojik, diyalektik ve pozitivizmden etkilenmiş bilimsellik böylece Marksist sosyalizmde tuhaf bir evlilik yapmış oldular. Bu karışım düşünce yöntemi ve mantığı bakımından uyumsuzdu ve ortaya eklektik bir bileşim çıkıyordu. Ama sık sık değindiğim konu, yani ortalama militanın psikolojisi çerçevesinde bu bir uyumsuzluk olarak görülmemiş tersine gerçek bir psikolojik ihtiyaca cevap vermiştir. Bu, nesnel bir kesinliğe duyulan ihtiyaçtır.” (Belge, s. 166)
Yine M. Belge’nin ilginç yöntemiyle karşı karşıyayız. Marksist diyalektiğin “eklektik” hatta “ortalama militan” açısından bakarsak “teolojik” (amaçlı) olduğunu iddia eden yazar, bunu ispatlama gereğini duymaz. Sanki bu herkesçe kabul edilen ve ispatlama gerektirmeyecek ölçüde açık bir aksiyondur. Ya da yazar, tıpkı “altyapı teorisi”nde olduğu gibi bu teorinin geniş ölçüde kabalaştırılmasından hareketle nasıl onun özünü eleştirdiyse, şimdi de “ortalama sosyalist militanın” kavrayışını gerekçe ederek Marksist diyalektiği “eklektik” ilan etmektedir. Gerçekten Belge, bize bu konuda başka kanıt sunmaz. Marks, Hegel’in diyalektiğini alırken, onun “teolojik” yanını da korumuş mudur? Belge, “alınırken yeterince değiştirilmemiş” olduğunu iddia ediyor, ancak bunu söylerken neye dayanıyor, açık değil.
Marksizm’i, onun karikatürleri üzerinden eleştirmek, Belge’nin düşüncelerine bir değer kazandırmaz, tersine onun iddialarını da karikatürleştirir.
Marksın, başının üzerinde duran Hegelci diyalektiği ayaklarının üzerine çevirdiğini söylemesi ne anlama gelmektedir? Hegelci diyalektik “Mutlak Düşünce”nin hareketini açıklar ve amaççıldır (teleolojiktir). Marks, Hegelci diyalektiği ayakları üzerine çevirirken ondan bu amaçcılığı çıkartmış, onun bütün özünü değiştirmiştir.
“Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam süreci, ani düşünme süreci -Hegel bunu “fikir” (İdea) adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür- gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca “Fikir”in dışsal ve görüngüsel (phenome-nal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.” (K. Marks, Kapital, İkinci Almanca Baskıya Önsöz)
Marksın bizzat kendisi, Hegel’in diyalektiğini alırken yeterince değiştirmemek bir kenara, “tam karşıtı” bir diyalektik yöntem benimsediğini açıkça belirtmektedir. Fakat Belge ısrarla, “ortalama sosyalist militan”dan hareketle, Marksist diyalektiğin teolojik olmaktan kurtulamadığını söyler.
Diyalektik Materyalizme bu tarz eleştiri yeni değildir. Batı’da günümüzdeki çeşitli biçimlerini bir kenara bırakıp, eskilere dönmek daha aydınlatıcı olacaktır.
Tarihsel süreç içinde mülkiyet biçimlerinin geçirdiği değişiklikleri inceleyen Marks, bunlardan hareketle Kapital’de mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirileceği sonucuna varır. Dühring bu sonucu şöyle eleştirir: “Yadsımanın yadsınması gibi Hegelci martavallara inanarak, aklıbaşında bir adam için toprağın ve sermayenin ortaklaşa kullanılması zorunluluğuna kandırılmak güç olacaktır.” (Engels, Anti-Dühring) Dühring Marks’ın bu sonuca tarihsel sürecin derin bir incelenmesinden hareketle değil, Hegelci üçlemenin (tez, yadsıma, yadsımanın yadsınması) sonucu olarak varlığını iddia etmektedir. Yani Marks diyalektiğin Hegelvari uygulanışından başka bir şey yapmamıştır.
Belge’nin mantığı farklı değildir. Diyalektiğin “teolojik” olduğunu iddia eden yazar, diyalektiğin yasalarının bir sonucu olarak olayların açıklandığını iddia eder. Başka şekilde söylersek, olaylar diyalektik yasalarına uydurulur ve sonunda böyle bir yöntem “amen-tü”ye varır.
Engelsin Dühring’e verdiği cevabı tekrarlamak zorundayız. Belge’nin, “eklektik” dediği diyalektik yöntemin nasıl kavrandığına güzel bir örnek olacaktır.
“Marks yalnızca tarih aracıyla tanıtlar ve burada kısaca şu olguları özetler: Vaktiyle küçük işletme kendi evrimi ile kendi yok oluşunun, yani küçük mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesi koşullarını nasıl zorunlu olarak yarattıysa, bugünde kapitalist üretim biçimi, kendisini yıkıma uğratacak maddesel koşulları tıpkı öyle yaratmıştır. Süreç, tarihsel bir süreçtir ve eğer aynı zamanda diyalektik ise, bu, Bay Dühring için ne denli can sıkıcı olursa olsun, Marks’ın suçu değildir…
“Demek ki, süreci yadsımanın yadsıması biçiminde nitelendirirken, Marks sürecin tarihsel zorunluluğunu bu niteleme ile tanıtlamayı düşünmez. Tersine; gerçekte, sürecin kısmen nasıl gerçekleştiğini, kısmen de mutlak olarak nasıl gerçekleşeceğini tarih aracıyla tanıtladıktan sonradır ki, Marks, bu süreci, ayrıca, belirli bir diyalektik yasaya göre gerçekleşen bir süreç olarak nitelendirir. Hepsi bu.
“Diyalektiği, … katıksız bir tanıtlama aleti olarak almak, diyalektiğin iç yüzünü kavramakta tam bir eksikliktir.” (Engels, Anti-Dühring)
Diyalektik materyalizm, Belge’nin iddia ettiği gibi teleojik bir yaklaşımla olayları açıklamaz, hele diyalektik yasalarını süreçleri “tanıtlama aleti olarak” hiç kullanmaz. Marks, tarihsel süreçlerin yetkin bir incelemesinden kalkarak, “tarihsel zorunlulukları” açıklamıştır, yoksa diyalektik yasalarının basit sonuçları olarak değil.
Bu noktada Belge Marksist diyalektikte bir “bulanıklık” “uyumsuzluk” görür. “Yeterince değiştirilmemiş” diyalektikle, “pozivitizmden etkilenmiş bilimsellik” uyuşmamaktadır. Bu ne demektir? Belge’ye göre bir tarafta olaylara yön veren buyuran da diyebiliriz diyalektik yasalan vardır, diğer tarafta her şeyden şüphe eden pozitivist bilim… Biri diğerini dışlamaktadır. Bu “uyumsuzluğun” pratikte nasıl çözümlendiğini yine Belge’den dinleyelim: “Bu anlamda diyalektik maddecilik pedagojik ve didaktik bir düşünce tarzıdır. Bu düşünce tarzını benimsemekle dünyanın gidişi doğrultusunda bir rotaya yerleşmiş oluruz ve ‘tarihin akışıyla’ birlikte ilerleriz.” (Belge, s. 166) Böylece diyalektik maddecilik çelik raylarda insanlığı sürükleyen bir lokomotif olur. Tarihin akışı önceden çelik raylar gibi döşenmiştir. “Yasalar”, gelecek durakları tarifler. “Hepsi bu”
Oysa diyalektik materyalizmde bir çelişki vardır, fakat bu Belge’nin iddia ettiği gibi kaba bir uyumsuzluk değildir ve çözümü mutlak hakikate varılarak son bulmaz. Hegel süreçleri incelerken, değişimi görürken ve diyalektik yasalarını bu süreçlerden çıkartırken “devrimcidir”. Ancak Hegel sisteminde devinen “Mutlak İdea”dır, her şey onun bir yansımadır. Böylece Hegel diyalektiği “mistikleşir”. Sistemdeki bu çelişki, “Mutlak Fikir” yerine, doğa ve tarihin gerçek, bizden bağımsız süreçleri geçirilerek en yetkin biçimde Marks tarafından çözümlendi. O zaman diyalektik; “doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasaları bilimi” oldu. (Engels, Anti-Dühring)
Diyalektik materyalizm, gelişimin (doğada, toplumda, düşüncede) yasalarını bulup çıkartırken, aynı zamanda kendi temel mantığı gereği “kesin çözümler”den ve “sonsuz gerçekler”den kesin olarak kaçınır. (Engels, Feuerbach) Oysa M. Belge, “nesnel bir kesinliğe duyulan ihtiyaç”ın diyalektik maddeciliği bir “amentü” ye dönüştürdüğünü vurguluyor. Eğer, aynı diyalektik maddecilikten söz ediyorsak, o “Nesnel bir kesinliğin” her zaman bir sınırı olduğunu söyler, mutlak kesinliği dışlar, ancak belirli koşullarda, bir sınır içinde mutlak kesinliği tanır.
M. Belge’nin diyalektik materyalizmde “eklektik” bulduğu şey onun “açıklama ilkesi”dir. Ya da daha açık söylersek diyalektik yasalarının olaylar karşısındaki konumudur. Bu yasalarla “geleceğe” ipotek koymak, “zorunluluklar” buyurmak, ne derece doğrudur? Böylece, Belge’nin diyalektik maddeciliği kavrayışındaki esas yanlışlığa geldik.
Bu bölümün başında yaptığımız alıntıyı tekrarlayalım. Yazar Engels’e, Stalin’e, Lenin’e, hatta Mao’ya göre diyalektik yasalarını özetledikten sonra soruyor:
“Burada da önemli olan nokta, bu yasaların nerede varolduğu sorusudur. Engels’den bu yana Marksizm’de egemen olan gelenek bu konuda son derece açıktır; yasalar maddede, yani varlıkta içkindir.”
Önce yasa nedir? Duyu organlarımızla maddi ortamdan (doğa ya da toplum) elde ettiğimiz bir bilgi türüdür. Defalarca tekrar edilen pratikten elde edilmiş, olaylarca doğrulanan, maddeyi ve onun hareket biçimlerini açıklayan bilgidir. Ancak her bilgi gibi sınırlıdır. Mutlak değil görelidir, koşullara bağlıdır. O zaman Belge’nin sorusunu genelleştirip, “bilgi nerededir?” diye sorsak ve buna “varlıkta içkindir” cevabını versek karşımıza bir sorun çıkar. Aynı varlıkla ilgili birbirine zıt ya da birbirini inkar eden bilgi edinilmesini nasıl açıklayacağız? Eğer bilgi ya da yasa varlıkta içkinse, varlık aynı kalmak koşuluyla bilginin çelişmesi ya da değişmesi nasıl mümkün olur? Newton fiziği zamanı mutlak kabul etmişti; Einstein, zamanın sistemin hızına bağlı olduğunu gösterdi. Zamanla ilgili yasalar değişmekle zamanın kendisi değişmiş olamaz.
Çok açık ki, bilgi gibi yasaları da dışımızdaki maddi ortamdan ediniriz. Bilgi ya da yasa “nerededir” sorusu madde ile düşüncenin ilişkisini kabalaştırır. Çünkü maddeyi bilmek, kendinde şeyi kavramak devamlı akan bir süreçtir ve düz bir çizgi gibi ilerlemez. O güne kadarki pratikten elde edilmiş olan bir bilgi ya da yasa bilincimizde bir genellemeye kavuştuktan sonra, kendini ortaya koyduğu koşullar çerçevesinde bizimle varlık arasında doğru bir ilişki kurulmasını sağlar. Böylece varlığın bir yönünü daha tanımış oluruz. Ancak bu tanıyış görelidir. Önceki pratikten çıkmış olması, sonraki akışta sürekli doğrulanacağının teminatı değildir.
“Her alanda, artık, kafasında bir takım zincirlenişler kurup tasarlamak değil, ama onları olayların içinde bulup çıkarmak söz konusudur.” (Engels, Feuerbach)
Yasalar, aklımızın uydurması değildir hiç şüphesiz, onları bilimin imkânları ölçüsünde, varlıktan elde ederiz. Bu anlamda, yalnızca onları varlıktan edinme anlamında, yasalar varlıkta içkindir. Ancak edindiğimiz yasa ya da bilgi ile yeniden varlığa döndüğümüzde, onları “olayların içinden bulup çıkarmak” zorundayız.
Diyalektik yasaları da, insanın doğa ve toplumu kavrayışının uzun sürecinde pratikten edinilmiştir. Diyalektiğe ilk varışın, üretim ve tekniğin ilk önemli gelişim çağında, antik çağda olması, diyalektiğin çok daha yetkinleşmesine ise, üretim ve tekniğin fırtına hızıyla geliştiği kapitalizm yıllarında ulaşılması tesadüf değildir. Bu yasalar belirli bir bilgi birikimini gerektirmiştir. Bu anlamda onlar sırf ve yalnız Hegel’in düşünce sisteminin ürünü değildir. Hegel’in muazzam ansiklopedik bilgisi onu diyalektiğe vardırmıştır.
M. Belge, bu yasaların “maddede içkin” olduğunu Engels’e söyleterek, aynı zamanda Engels’e maddenin ve süreçlerin bu yasalara göre devindiğini söyletmiş oluyor. Yasalar maddeye içkin olduğuna göre, süreçler bu yasalara göre akacak, dolayısıyla yasalar olayların kaderini çizecektir. Bu maddeci diyalektiği yeniden idealist kalıplara dökmekle eş anlamlıdır. Maddeden edindiğimiz bilgi, süreçlerin baş aktörü belirleyicisi haline getirilir. Oysa Hegelci sistemle, Marks’ın sistemindeki zıtlık tam da buradadır. Diyalektik Materyalizm’de elimizdeki en sınanmış bilgi bile, maddecil sürecin önünde olamaz, o yeniden olayların içinde bulunmalıdır. Nicelikten niteliğe sıçrama yasası var diye, buğday yığınına katılan her yeni teneke buğdayla bu yığın nitelik değiştirmeyecektir. Gelişim, değişim başka zıtların birliğini gerektirir. Ancak bütün bunları incelediğimiz süreçte yeniden bulduğumuzda, diyalektik yasaları gidişi aydınlatmada kılavuz olabilecektir.
“Araştırma yöntemi, işlenecek malzemeyi ayrıntılarıyla ele almalı, onun gelişmesinin farklı biçimlerini tahlil etmeli, iç bağlantıların esasını bulmalıdır. Ancak bu yapıldıktan sonra, gerçek hareket yeterince anlatılabilir.” (Marks, Kapital, Almanca 2. Baskıya Önsöz)
Eğer böyle bir tahlil yaparken iç bağlantıların incelenmesi sırasında diyalektik yasaları olgularca doğrulanıyorsa mesele yoktur, yoksa en küçük bir sapmanın nedeni bulunmalıdır. Sapmanın nedeni bulunduğunda yasa bir üst seviyede yeniden daha zenginleşmiş olarak doğrulanabilir veya bu sapma yasanın eksik ya da yanlış bir yönü ile ilgili yeni bir olguyu önümüze getirebilir. Ve zaten bu süreçledir ki, maddeye ilişkin bilgimiz derinleşir, zenginleşir. Ancak M. Belge, yasaları maddeye içkinleştirerek, Marksizm’de olmayan bir şeyi ona yaptırarak, olguları yasalara boyun eğdirterek, sonuçta diyalektiği “amentü”ye indirgiyor. “‘Diyalektik’ maddecilikle ‘tarih’i maddecilik arasında kurulan ilişki gereği, maddenin özünde saptanan çelişkiler toplum biçimlerinde de kendini gösterir ve böylece toplumlar bütün evrim ve devrimler, niceliğin niteliği dönüşmeleri, tez ve antitez çatışmalarından sonra, hep bir daha üst düzeyde sentezler oluşturarak son aşamada Komünizmde karar kılarlar.” (Belge, s. 164) (diyalektik ve tarihi kelimeleri üzerindeki tırnaklar Belgeye ait)
İşte, Marks’ın tam Dühringvari bir eleştirisi. Maddenin içindeki çelişkiler, niceliğin niteliğe sıçraması ve tez-anti tez-sentezin işlemesi sonucunda toplum biçimleri komünizmde karar kılarlar. İşte maddeye içkinleştirilmiş yasaların mucizevi becerisi. İnsan aklının maddeden edindiği, ama sonunda insanı boyunduruklayıp peşinden sürükleyen yasalar ve “amentü”ye dönüşen diyalektik materyalizm…
Engels, Dühringe verdiği cevapta açıkça belirtmiştir: Marks, toplumların gelişimini, diyalektik yasalarının kurgusundan hareketle değil, tarihi olgulara dayanarak açıklamıştır. Ancak aynı zamanda, olguların akışının diyalektik yasalarına uyduğunu belirtmiştir. Yazar, Marks ve Engels’ten bunun tersini ispatlayacak bir tek örnek göstersin. Ancak Belge’nin böyle ciddi bir girişimi yoktur, onun için “ortalama sosyalist militan”ın diyalektiğe karşı tavrı en büyük kanıttır.
Belge, Marks’ın, diyalektik yöntemini görmezlikten geliyor. Marks toplum biçimlerinin gelişimini somut olgularla çözümlemiştir. Belge, eğer becerebilirse, tarihsel gelişimin böyle yürümediğini tarihi olaylara dayanarak önce belgelesin, sonra da böyle bir gelişimin diyalektik yasalarını yalanladığını kanıtlasın. Özetle, bize kendi “doğru” bilgi teorisini (epistemoloji) açıklasın. “Sosyalist militan”ın kavrayışının ardına gizlenmeye gerek yok. Marksizm’in dev buluşlarını kendi orijinalliği içinde eleştirmek yerine, marksologların ya da ortalama sosyalist militanın ya da Marksizm’in kaçınılmaz gölgelerinin üzerinden onu eleştirmek, bir tek şeyi, düşünce yoksunluğunu ispatlar.
Diyalektiği “amentü”ye indirgeyen Belge, Sosyalist ülkelerdeki sancılardan da cesaret alarak şu soruyu “ortalama sosyalist militanın” yüzüne haykırır: “Sosyalizm zorunlu olduğu için mi sosyalist olmayı seçeriz, yoksa iyi olduğu için mi.” (Belge, Birikim, s. 4)
Bu soru da nereden çıktı diyebiliriz. Şöyle ya da böyle devrimci ortamdaki herkes “sosyalizm için” mücadele ediyor, böyle bir sorunun ne anlamı var denebilir? Ancak bu soru, 12 Eylül pratiğinin genel olarak sol hareket içinde çizdiği kalın ayırım çizgisinin iki safında kalanların birbirine karşı konumlarını dile getiriyor. O nedenle anlamlıdır ve ortaya atılması rastlantı sayılamaz. Ancak biz önce sorunun kendisini ele alalım.
Belge sorusuyla belki farkında olmadan, çok farklı iki düzeyi birbirinin içine sokuyor. Bireyler olarak sosyalist olmakla, insanlık tarihinin gelişiminde bir basamak olarak sosyalizm farklı şeylerdir. Kişiler olarak sosyalist olup olmamakta özgürmüş gibi görünebiliriz, ancak tarih, insanlığın akışı aynı derecede özgür değildir. Ayrıca “iyi”lik kavramı son derece görelidir, birine iyi görünen bir şey diğerine korkunç bir cinayet gibi görünebilir. O zaman soru karmaşıklaşır, sosyalizmin neden bazı insanlara iyi göründüğü açıklanmalıdır.
Yazar, sık sık sosyalizmin “eşitlik ve özgürlük” olduğunu söyleyerek, bu nitelikleri taşımasından dolayı kendiliğinden “iyi” olabileceğini düşünebilir. Ancak insanlık tarihinde “eşitlik ve özgürlük” uğruna çok kelleler uçtu, ancak hâlâ elde edilmemiş görünüyor.
Dolayısıyla sorunu çözümlemeye girişirken iki şeyi birbirinden ayırmalıyız. Kişiler olarak sosyalizmi seçmekle, insanlığın akış yönü bakımından sosyalizm farklı düzeylerdir. Hiç şüphesiz kişileri en sonunda içinde bulundukları ortam belirler. Ama bu bir kalıptan çıkmışçasına aynı olmayıp, bir yöne akan, ancak birde delice akan bir nehir yatağındaki taşların benzerliği kadardır. Son tahlilde hepsi bir yönetilirler, şekilce daha çok yuvarlak bir forma sokulurlar, ancak aynı kalıptan çıkmışçasına aynı olamazlar. Dolayısıyla tek tek kişilerin sosyalizme varmaları bin bir çeşit farklı yol izlemiş olabilir. Fakat burada bile, kapitalizm ortamındaki insanların yaptıkları kendi “özgür” seçimlerinin son derece sınırlı olduğu gözden kaçamaz. Onların, farklı yorumlarla çeşitlense de, daha çok sosyalizmi seçmiş olmalarında bile, Belge pek hoşlanmasa da, bir zorunluluk olasılığı sezilmiyor mu?
İnsanlığın gelişim sürecinde bir basamak olarak Sosyalizm sorununa geldiğimizde, ister istemez kişilerin istemelerinin ötesinde nesnel bir sorunla yüz yüze geliriz.
“Bence nesneler dünyasında amaçlılık olmaz. Zorunluluk, koşullar içindedir. Bu alemde ancak nedensellik vardır. Bir olay bir başka olaya yol açar vb. Ama bütün bu nedensellik zincirlemeleri bize olabilirlikleri gösterir; olması zorunlu olanı göstermez.” (Belge, s. 167)
“Sosyalizmin kullanılmasını istemek, kurulacağına inanmak bir şey (bunu elbette ben de istiyorum) bir toplumsal kanuniyet olarak bunun mutlaka olacağını söylemek başka bir şey. Bilim, teoloji kaldırmadığı ölçüde, bunu iddia etmek benim anladığım bilimsellikle de bağdaşmıyor.” (Belge, Birikim, s. 4)
Belge, nesneler dünyasında nedensellik olduğunu söylerken haklıdır. Bir olay bir başka olayın nedeni olur. Yağmur, tarlalarımızı sulamak için yağmaz. Hava tabakalarının soğumasıyla ilgilidir. Kapitalizmde, Sosyalizm kurulsun diye yıkılmaz, kendi iç çelişkilerinden dolayı yıkıma gider. Ancak bugün bilim yağmurun ne zaman yağacağını büyük bir kesinlikle tespit edebiliyor. Hatta yağmurun şiddetini bile kestirebiliyor. Bu bilimsel öngörüyle teolojinin bir ilgisi yoktur. Ancak birisi çıkıp, bilim adına, “yağmur yağacak çünkü tarlalarımızın suya ihtiyacı var” derse, bu idealist, amaçcı bir yaklaşım olur. Bugün dünyada son derece modern meteoroloji istasyonlarının yanında hala yağmur duasına çıkanlar vardır. Bu ikisini aynılaştırmak ne ölçüde saçmalıksa, bilimsel öngörü ile teolojiyi aynılaştırmak en az o kadar saçmalıktır.
Belge, bilimsel öngörü ile amaçcılığı birbirine karıştırıyor. Eğer bilim geleceğe yönelik, belirli koşullar veri alınarak, az çok kesin öngörülerde bulunamayacaksa, yalnızca durumu tasvir edip, “iyi” dileklerini belirtip kenara çekilecekse, bilime ne ihtiyaç var?
Marksizm, Sosyalizme insanlık için “iyi” olması nedeniyle mi varmıştır?
“Yeni olgular, bütün geçmiş tarihi yeni bir incelemeden geçmeye zorladılar ve bütün geçmiş tarihin bir sınıflar savaşının tarihi olduğu, birbirine karşı savaşım durumundaki bu toplumsal sınıfların her zaman üretim ve değişim ilişkilerini, kısaca çağlarındaki ekonomik ilişkilerin ürünleri oldukları; ekonomik ilişkilerin ürünleri oldukları; buna göre, toplumun ekonomik yapısının her kez, son çözümlemede, hukuksal ve siyasal kurumların tüm üst yapısını olduğu gibi, her tarihsel dönemin dinsel, felsefi ve öbür fikirlerini de açıklamayı sağlayan gerçek temeli oluşturduğu görüldü. Böylece idealizm son sığınağından, tarih anlayışından kovulmuş; tarihin materyalist bir anlayışı ortaya çıkmış ve şimdiye değin yapıldığı gibi, insanların varlığını bilinçleri aracıyla açıklama yerine, insanların bilincini varlıktan aracıyla açıklamak için yol bulmuş oluyordu.
“Bunun sonucu, sosyalizm, artık şu ya da bu dahinin rastgele bir buluşu olarak değil, ama tarih tarafından oluşturulmuş iki sınıfın proletarya ile burjuvazinin savaşımlarının zorunlu ürünü olarak görünüyordu. Artık sosyalizmin görevi, elden geldiğince eksiksiz bir toplumsal sistem imal etmek değil, ama iktisadın, bu sınıfları ve onların karşıtlıklarını zorunlu bir biçimde ortaya çıkaran tarihsel gelişmesini incelemek ve bu biçimde türetilen ekonomik durum içinde çatışmayı çözme araçlarını bulmaktı.” (Engels, Anti-Dühring)
Marks ve Engels’in sorunu koyuşu son derece açıktır. İnsanlık tarihinin sınıflar savaşı tarihi olduğu gerçekliğinin kavranması ve “tarih tarafından oluşturulmuş iki sınıf” proletarya ile burjuvazinin savaşımı nedeniyle sosyalizme varılacaktır. Bu tespitte Hegelvari bir amaçcılığın izi bile yoktur. İnsanlık tarihinin bütün bir incelemesinden ve kapitalizmin kendi iç yapısının detaylı bir çözümlemesinden çıkan kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu anlamda insanlığın sosyalizme gelişmesi bir zorunluluktur. Ve eğer proletarya ve burjuvazi arasındaki sınıf savaşını, her ikisini de ortadan kaldırmaksızın çözüme bağlayabilecek bir tarihi ve sosyal gelişim olmadıkça, basitçe söylersek, bu verilerle eldeki denklemin bir tek çözümü vardır, sosyalizm.
Marksın, insanlığın gelişiminin önüne sosyalizm basamağını koyması tamamen nedensel bir çözümlemeyle elde edilmiştir, teoloji değildir, belki sosyalizm duası edenler çoktur. Ancak Marks’ın yaklaşımı insanlık tarihine ve gelişimine keskin gözlerle bakan meteoroloji kulesi gibidir. Belge, bize yine de sosyalizm bir “zorunluluk” değil ancak bir “olabilirliktir” diye itiraz edebilir.
Tam bu noktada, sosyalizm bir zorunluluk mudur, sorusunu iki yönden ele almak gerekliliği ortaya çıkar: Marksizm sorunu nasıl ortaya koymuştur; ikincisi, pratik neyi kanıtlamıştır?
Marksizm’de, insanlık tarihinin genel gelişiminin ve kapitalizmin kendi iç çelişkilerinin ortaya koyduğu veriler ışığında, sosyalizme varışın kaçınılmaz ve zorunlu olduğu söylenir. Yoksa insanlığın gelişiminin yollarından birisi de sosyalizm olabilir, biçiminde bir teorik tespite varılmamıştır. Belge, sorunu farklı koyuyor, sosyalizmi insanlığın geleceğinde, olabilir -tabi aynı zamanda olmayabilir- bir gelişim olarak koyuyor. Fakat diğer ihtimallerden söz etmiyor. Eğer, sorun gelip kapitalizmin her şeye rağmen tutunma uğraşı ve ona karşılık sosyalizmin doğup gelişmesi ihtimalleriyle sınırlıysa, Belge kapitalizmi mutlaklaştırmadan sosyalizmin kaçınılmazlığını inkar edemez. Şu ya da bu yoldan, er ya da geç, düşe kalka da olsa, insanlık sosyalizme varacaktır. Hiçbir zaman ve hiçbir yerde, otomatikçe ayarlanmışçasına sosyalizme geçivermeyecektir. Marksizm sorunu teorik planda böyle koymuştur. Eğer Belge sosyalizmi ihtimal hesabına indirgemek istiyorsa, Marksizm’den kopuşmak zorundadır. Fakat Marks’ın bulguları, tarihi kanıtları ve bilimsel çözümlemesi istendiğince mükemmel olsun onun yaşadığı yıllarda bu çözümleme en sonunda insanlığın önünde bir tez, olarak duruyordu. Ve yine Marks’ın dediği gibi insan düşüncesinin nesnelliği ancak pratikte kanıtlanabilirdi. Bu anlamda, yalnızca bu anlamda, teorik bir belirsizlik ve ihtimal hesabı anlamında değil, Marks’ın teorisi pratikte kanıtlanmadan önce, elbette “olabilirlik” sınırlarını geçemezdi. Ama bu apaçık gerçekliğin, Belge’nin yaklaşımıyla bir ilgisi yoktur.
“Kapitalizm ve kapitalizm egemenliğinde dünya gelişmesi, sosyalizmin olabilirliğinin koşullarını ortaya çıkarmıştır, ama bu bir zorunluluk değildir. Olabilirlikten gerçekleşmeye geçişte, iradi etmen belirleyici derecede önemlidir. Dolayısıyla burada nesnel, bizim dışımızda bir determinizmden söz edemeyiz.” (Belge, Birikim s. 4)
Burada Marks’ın deyimiyle, yığınlar içinde “teorinin maddi güç” olması sorununa geliriz. Belge, bu noktada “iradi etmenin belirleyici” rolünü vurgular, hatta bizim dışımızda bir determinizmden söz edemeyeceğimizi ileri sürer. “Bizler” istersek sosyalizmi gerçekleştirebileceğiz, istemezsek kapitalizm sonsuza dek “payidar kalacaktır”.
Eğer insanların önüne kapitalizm içinden bir başkası değil de sosyalizm alternatif olarak çıkıyorsa, bizzat bu gerçeklik bile bizlerin iradesine bir sınırlama, özgür seçimimize bir determinizm kazandırır. Sosyalizm “iyi” ise ve seçmede özgür isek, neden Paris Komün’ünden beri insanlar sosyalizme akmadılar, “kötü” oldukları için mi?
Yakın tarihe baksak, feodalizm içinden kapitalizm gelişirken, insanlar kapitalizme yönelişi seçmeyebilirler miydi? Sorunu kişilere indirgersek bu pekala mümkün ve bu nedenle insanlar binlerce trajedi yaşadılar. Ancak sonunda kapitalizmi seçmemezlik edemediler. Fransız aydınlanmacılarının eşitlik, özgürlük, adalet üzerine düşünce üretmeleri sırf ve yalnız kendi istedikleri için miydi? Onların dışında bir determinizm yok muydu?
Sosyalizm içinde, kişilerin seçimi iradi görünür, ancak sorun sınıfın, yani proletaryanın ve diğer halk kesimlerinin sosyalizme yönelmesi, sosyalizmi “istemesi” seviyesinde ele alındığında konu iradi olmaktan çok koşulların determinizmine yükselir. Dünyada hiçbir devrim sırf ve yalnız komünistler, devrimciler istediği için olmadı. Yoksa iş bu anlamda isteğe kalsa, devrimler neden yıllarca gecikip, bin bir işkenceli yol izlesin. Devrimcilerin propagandalarını yığınların daha hızlı kavrandığı ve daha cesaretle eylemliliğe çekildiği momentler vardır, böyle momentler sırf ve yalnızca sosyalistlerin isteği ile gelmezler. Ancak sosyalistler böyle momentlerin geliş sürecini etkileyebilir, hızlandırabilirler. Fakat böyle olunca “bizim dışımızda bir determinizmden söz” etmek zorunda kalırız.
Netice olarak, Belge’nin Marksizm’de sosyalizmin teorik konuluşuna itirazı vardır. Yazar, bilimsel bir çözümleme olarak sosyalizmin tarihsel zorunluluğuna inanmaz. Bilinemezciliğe eğilim duyar. Teorik çözümleme yerine olayı “iyi” dileklere indirger.
İkinci soruna gelelim, Marksizm’in mükemmel çözümlemeleri, istediği denli yetkin olsun, 19. yy’in ikinci yansında henüz insanlığın önünde bir tez idiler. Fakat bu tez 1917 Ekim devrimiyle pratikte kanıtlandı. Tez olmaktan çıktı, pratik olgu, gerçeklik oldu. Böylece insanlığın sosyalizme kaçınılmaz gidişi teorik bir öngörü olmaktan çıkıp, pratik bir süreç haline geldi.
Ancak Belge, böyle düşünmüyor, ve soruyor: “zorunlu idiyse niye hala…?” (Belge, s. 167) ortalarda yok! Bu noktaya gelmeden yine yazarın konuyla ilgili diğer sorusuna değinelim: “Sosyalizm mücadelesinin ne kadar zorlu olduğu, ne kadar fazla fedakarlık gerektirdiği hep söylenmiştir. Zorunlu bir sonuç için bu militan ahlaka ne gerek olduğu, mantık düzeyinde beliren bir soru.” (Belge, s. 167) Yazar, toplumsal olayların hatta doğa olaylarının akış biçimini ya kavramıyor, ya da bilinçli olarak sorunu çarpıtıyor. Doğada hiçbir şey boşlukta akmaz. Uzay dediğimiz ortam bile madde parçacıkları içerir, dolayısıyla hareket bir karşı direnç yaratır, o direnci yendiği ölçüde akar. Toplum olayları da bir ortamda akar, yeni eskinin içinde, filizlenip ilerlerken kaçınılmaz bir dirençle karşılaşır. Bu süreçte eski yenilmeye mahkumdur. Ama bu yılbaşlarında televizyonda olduğu gibi sembolik olarak “eski yılın” tıpış tıpış çekip gitmesine benzemez.
İnsanlığın çağrılı olduğu yola, onu akıtacak öncüler gereklidir. Ve bu öncüler, korkunç dirençleri göğüslemek zorundadır. Bunlar apaçık gerçekler. Belge, sosyal olayları yorumlarken bayağı demagojilere sapıyor. Maddenin hareketini, her hareketin dirençle birlikte var olduğu gerçekliğini unutuyor. Sosyalizmin kaçınılmazlığı çözümlemesini, bayağı bir ataletle eş tutmak istiyor.
Gelelim “hala” ortada olmayan Sosyalizme… Eğer durum böyle ise, üstelik proletaryanın bazı ülkelerde iktidar olmasına rağmen, sosyalizme varılamadıysa Marksiloglar dahil pek çok sol eğilim 1917’de proletaryanın iktidarı aldığında hem fikirdir. O zaman Marksizm’in en temel tezleri sorgulanmalıdır. M. Belge aslında bu yoldadır. Ancak açık ve doğruca tavır koymak yerine kıvrıla, eğrile Marksizm’i deforme etmeyi deniyor.
Sosyalizm vaaz eden papazlar değilsek, 1917’den beri sosyalizmin deneylerini, gönlümüze göre değil, olduğu gibi görmek ve bunlardan ders çıkarmak zorundayız. Sosyalizmin bugünkü sancıları onun “yıkılış” değil, kalitece yükseliş sancılarıdır. Gökten yeni, başka bir sosyalizm inecek değildir. Ancak Belge, sosyalizmi “şimdilik” gerçeklik olmaktan çıkarmayı yeğliyor.
“Sosyalizm düşüncesine önce şimdilik soyutta kalan genel toplum projesinden bakmamız gerekiyor. Özellikle de tarihin bu evresinde. Bu şimdiye kadar girişilmiş somut deneyleri küçümsemek, yok saymak vb. anlamına gelmiyor, ama neyin niçin yapılacağını iyi anlamalıyız, iyi anlatabilmeliyiz. Öncelikle de, sosyalizm anlayışımızı fiili gerçekliğin empoze ettiği daralmadan kurtarmalıyız.” (Belge, s. 179)
Belge, eski deneylerle ilgili ne derse desin, şu anda sosyalizm “soyutta kalan” bir projedir. Daha da önemlisi, “fiili gerçeklik” sosyalizm anlayışımızı daraltmaktadır. Çok açık ki, Belge “fiili” sosyalizm gerçekliğinden hoşlanmıyor. Sosyalizm “soyut” kaldıkça daha çekicidir… Fakat dilekler bir kenara, bu yaklaşımın Marksist yöntemle bir ilgisi yoktur. O, en başta somut gerçeklikten hareket eder, gerçeklik acı da olsa kabule hazırdır. Ancak böyle yeni adımlar atılabilir.
Netice olarak, Belge, pratikte Marksizm’in henüz kanıtlanmadığını söylemiş oluyor. Oysa böyle bir yargı, “70 yıllık sosyalizm deneyinin” Marksizm’i yalanladığının dolaylı itirafından başka bir anlama gelemez. Aslında Belge, “alt yapı-üst yapı”, “diyalektik” gibi Marksizm’in temel kavramları hakkında yaptığı “yeni” yorumlarla, utangaç bir şekilde Marksizm’i yalanlama çabasındadır. Çok utandığı için olmalı, “ortalama sosyalist militan”ın arkasına saklanıyor.
Sonunda, Belge sosyalizmi “ahlaki” bir konuma indirger: “Şu halde biz insan bireyleri, sosyalizm zorunlu bir şey olduğu için sosyalist olmayız. Sosyalizm iyi bir şey olduğu için, gerçekleşebilir bir şey olduğu için… sosyalist, oluruz. Öyleyse bu özünde ahlaki bir karar ve bir seçmedir.” (Belge, s. 167)
Bu tam, katıksız idealizmdir. Önceki söylediklerimizi tekrarlamayalım. Ancak “iyi” kavramının göreliliği çok açık. Kapitalizmin çelişkilerinin sosyalizmi zorlaması gerçekliğinden kopuk bir yaklaşım, sosyalizmin bütün maddi temellerini ortadan kaldırır, onu bir din konumuna indirger. İnsanları, içinde akıp gittikleri maddi ortamdan haberdar etmek, bu gidişi bilinçlerine çıkartmak çabalarının yerini “iyi”ler üzerine vaaz vermek alırsa, bu da belki sosyalizm olabilir, ancak “ütopik” bir sosyalizmdir. Ütopik sosyalizm, döneminde ilerici bir rol oynadı. Çünkü kapitalizmin çelişkilerinin içinden, onun özelliklerini kavramadan da olsa, yeni bir düzenin filizlenişinin ham, kaba hayallerini kuruyordu. Marks’la birlikte sosyalizm bilimsel bir temele oturunca ve bu aşamadan sonra sosyalizm ütopyaları artık gerici konumuna düştüler. Çünkü sınıf gerçekliğini örtmek gibi bir sonuca yol açıyorlardı.
Belge, bilime kılıç çekmeden, sosyalizmi ahlak seviyesine indirgeyemezdi.
“Bütün bu uçsuz bucaksız karmaşa içinde, ‘bilim böyle diyor’ yollu genellemeler yapmak mümkün değildir. Özellikle de, bilim kavramına saygı duyuyorsak mümkün değildir. Bilim, öyle ne dediği üç beş cümlede özetlenebilecek Ahmet, Mehmet gibi bir özne değil, karmaşık, uçsuz, ayrıca da her an kendini düzelten ve yeniden tanımlayan bir süreçtir.” (Belge, s. 170)
Bilimsel sosyalizm açısından konuşursak, onun yargıları “üç beş cümlede” belki özetlenebilir, ancak bütün o sonuçlara varış için insanlık tarihinin ve kapitalizmin kılı kırk yaran irdelemesi gerekmiştir. Lenin, tekelci kapitalizm içinde yaşayıp, onu inceledikten sonra emperyalizmle ilgili sonuçlara varabilmiştir.
Belge, bilime bilinemezci bir yaklaşım içindedir. Onun kompleksliği, devasalığı ve sürekli kendini yenilediği açık. Ancak, aynı bilim elindeki verilerden hareketle somut yönelişlere ve uygulamalara giriyor. Bilimi, kabalaştırmaktan kaçınırken onu bilinmez bir karmaşaya dönüştürmek niye? Bilimin “her an kendini” düzeltebilmesi için ortaya çözümler koyması gerekir. Sosyalizm açısından düşünelim. Marks-Engels sosyalizme gidişin ve sosyalizmin yalnızca genel yönlerini belirleyebildiler. Zaten daha öteye belirlemeler bilimsellikten kopulmak istenmiyorsa mümkün değildi. Günümüzde ise, sosyalizmi kuruşun çok zengin bir o kadar da zor pek çok detayı elimizde deney olarak mevcut. Dolayısıyla bizler sosyalizmin kuruluşunda Marks-Engels’ten daha detaylı tasarlamalar yapabiliriz. Ancak Belge, bırakalım sosyalizmin daha somut tasarlanmasını, yaşanan deneyleri bir kenara iterek, sosyalizmi hala “soyut” bir toplum projesi olarak görmeyi yeğliyor.
Yaşanan deneylerden kopuk, bilimsel öngörüyle temellendirilmemiş bir sosyalizm sonunda Belgenin yaptığı gibi “ahlaki” bir temele dayandırılmak zorundaydı.
Yazar, Marksizm’in toplumların gelişimini açıklayan üretici güçler teorisini bulanıklaştırdıktan, diyalektiği “teolojik” ilan edip diyalektik yasalarından kurtulduktan sonra, sosyalizmin “zorunluluk” olmadığını ilan etmesi çok doğal, mantıki bir sonuçtur. Fakat buradan bir sonuç daha çıkar: Belge insanlara gelişmeyi ya da geriyi, gericiliği seçmekte özgür olduklarını vaaz ediyor. İçinde yaşadığımız düzen her türlü zoru kullanarak bu ünlü “seçme” özgürlüğünün “hakkını” kullanmakla eş anlamlıdır.
Devrim ve Devrimci Sınıf
Belge Marksizm de temel olarak ne varsa açık ve doğrudan olmasa da hepsini sorguya çekmeye devam eder. Devrim ve proletaryanın devrimdeki konumu da bunlar arasındadır.
“Marksist teoriye göre kapitalizm kendi içinde ölümcül bir çelişki taşıyan bir üretim tarzıdır. O halde kapitalizmin gelişkinliği, mantıken, içerdiği çelişkinin aşılacağı anlamına gelmez; tersine, kapitalizm geliştikçe çelişkilerinin de derinleşmesi gerekir.
“Ne var ki, dünyada yaşanan somut tarih bize bunu göstermemiştir. Maddi bakımdan en fazla gelişmiş kapitalist ülkeler en rahat ve istikrarlı ülkelerdir ve sosyalizmden bir hayli uzak görünmektedirler – başta Amerika olmak üzere-.” (Belge, s. 48)
Belge, bilinen en basit gerçekliklere gözlerini kapatarak böylesine rahat, Marks’ın devrim kavrayışını bir çırpıda yalanlıyor. “Neden en gelişmiş ülkelerde devrim olmuyor” ya da “çelişkiler derinleşmiyor” sorusundan hareketle, Marksizm’in bu konudaki tespiti “somut tarih” kanıt gösterilerek inkar edilebiliyor. Belge’nin “somut tarih”den kastı, 1950’ler sonrasıdır. Bu kırk yıl Marksizm’i gerçekten yalanlamış mıydınız? Belge’ye göre evet.
Oysa kapitalist anayurtlarda derinleşen çelişkilerin nasıl devrim durumlarına vardığı, savaşlarla çelişkilerin “çözümlendiği” yıllar, çok uzak değildir. Kapitalizmi dünya sistemi olarak ele aldığımızda, anayurtlar kendi yükselen çelişkilerini önce klasik sömürgecilik, sonra da yeni sömürgecilikle dünyanın “geri” alanlarına aktarabilmişlerdir. Bugün rahat ve istikrarlı görünen emperyalist merkezlerle, “patlamaya hazır” geri ülkeler gerçekliği nasıl açıklanabilir? Zeka geriliği, tembellik gibi nedenlerle geri ülkelerdeki durumu açıklamayacaksak, bunun esas açıklaması emperyalizm gerçekliğinde yatar. Sömürgeleştirilen ülkelerde insanlığın olağanüstü acıları pahasına, Avrupa ve Amerika “rahat” ve “istikrarlıdır”.
Belge, çelişkilerinin derinleşmesi karşısında Batı ülkelerinin emperyalist mekanizmalarla bu çelişkiyi nasıl yumuşattıklarını irdeleyip, tartışabilir; fakat bu en gelişmiş ülkelerin, dünyanın geri kalan kesiminin sömürülmesi pahasına “rahat” olabildikleri gerçekliğini yadsıyamaz. “Somut tarih”de bunun binlerce kanıtı vardır.
Kapitalist anayurtlar rahat kalabilsin diye, Latin Amerika, Afrika, Asya’da onlarca ülke askeri faşist diktatörlüklerle yönetiliyor. Özal’ımızı Batı, iyi borç ödediği için tutuyor. Eğer gelecekte, kapitalist üretim tarzıyla, geri ülkeler bugünün gelişmiş ülkeleri gibi olabilecekse, bu “patlamaya hazır” bombanın fitili koparılmış olur. Ancak çelişkilerin boyutları daha da büyürse, o zaman kapitalist merkezler kendi sancılı geleceklerini geri ülkelerin acılı alın yazılarında okuyabilirler.
Emperyalist batının istikrarına kapılıp, onların geri ülkeler günahını bir an olsun unutmak, kapitalist anayurtlara bayağı bir hayranlık olur. Kapitalizm ancak dünya ölçüsünde onun egemen olduğu bütün bölgelerdeki durum dikkate alınarak doğru bir şekilde değerlendirilebilir. Yaşadığımız yıllar yeni sömürgeciliğin iflas sinyalleri verdiği yıllar. Bu iflasın bedelini önemli ölçüde gelişmiş ülkelerde ödeyecektir. O zaman onların rahat ve istikrarının neye bağlı olduğu, bir kere daha görmek istemeyen gözlere batacaktır.
Yazar, kapitalist ülkelerde sınıf mücadelesinin “durgunluğu”na değinirken konu proletaryanın durumuna gelir. “Dünyayı kurtarması beklenen” proletarya ne alemdedir?
“Güzel ama, bir yanda tam olarak proleterleşmedikleri için devrimci olmayan işçi sınıfları, öbür yandan emperyalist-kapitalist sistemde doydukları için devrimci olmayan işçi sınıfları açıklamalarının tuhaflığı ve çelişikliğini kendimize itiraf etmemiz gereken bir noktaya geldiğimizi sanıyorum.” (Belge, s. 190)
Somut ülkelerden öteye, en genel anlamda konuşulursa böyle bir belirlemenin tuhaflığı ve çelişikliği nerededir?
Belge, gelişmiş sanayi ülkelerinin yanında, az çok sanayileşmiş daha geri ülkelerde de işçi sınıfının durgun olduğu, proletarya öncülüğünde bir devrimin başarılamadığını ima ederek, “Marksist teorinin proletaryaya devrimci rolünü verdiği zamandan bugüne geçen upuzun süre içinde dünyada çok şey değişti.” (Belge, s. 191) diyor.
Değişen şeylere gelmeden Belge’nin yukarıda “tuhaf ve çelişkili” gördüğü gerçekliklere değinelim. “Dünyayı kurtarması beklenen proletaryanın emperyalist sömürüden komisyon alan bir özne olarak görülmesi” “biraz moral bozucu olsa gerektir”. (Belge, s.48) Lenin’in I. Emperyalist Savaş yıllarında yaptığı tespiti ima eden Belge bunun biraz “‘moral bozucu” olduğunu söylüyor, fakat daha öteye yeni bir yorum çabasına girmiyor.
Lenin’in bu tespitinin ilk filizleri daha 1850’ler İngiltere’sinde Engels tarafından görülür. Eğer karşımızda bir olgu varsa, “moral bozucu” da olsa bu onun gerçeklik olmasına gölge düşürmez. Belge, sorunu duygusal kelimelerle bulanıklaştırıyor. Batı proletaryasının “emperyalist sömürüden komisyon” alması, hoş olmasa da eğer gerçeklikse, buna karşı ne yapılması gerektiği sorunu sosyalistlerin gündemine gelir. Yoksa duygucul mide bulantıları gerçekliği örtemez. Ve bugün Batı’da işçi sınıfı, geri ülke halklarının açlığı ve hayvanca ezilmesi pahasına, kendisinin “rahat” yaşayabildiğinin bilincine varmadıkça devrimcileşemez. Ona bu bilinci ne çare kendi “komünist” partileri bile henüz aktarma cesaretinde değiller. Ancak üçüncü dünyada her gün patlak veren olaylar, ayrıca geri ülkelerden, gelişmiş ülkelere hızlanan işgücü göçü, bu gerçeklikleri batı proletaryasına gösterecek, en azından bu yolda bir birikim yaratacaktır.
Kapitalist anayurtlarda, finans-kapitalin işçi sınıfını nötralize etmek için nasıl bin bir çeşit imkanı harekete geçirdiği açık bir gerçekliktir. Bu da sınıflar savaşının bir yönüdür. Yoksa olayı “doyan sınıfın” devrimcilikten vazgeçmesi olarak kabalaştırmak sorunu aydınlatmıyor. “Doymak” en basit, hatta hayvansal bir içgüdüdür. Ancak Batı finans-kapitali insan beyinlerini de kendi ideolojik değerleriyle tıka basa doyurmaktan geri durmuyor. Ve bütün bunlar kaçınılmaz gidişi ancak duralatabilir, yavaşlatabilir. Belge son kırk yılın deneyinden yalnızca Kapitalizm açısından “istikrarlı” olan yanları çıkartmakla, en hafif deyimiyle egemen propagandalardan hangi yönde etkilendiğini açığa vurmuş oluyor.
Batı, sömürge talanından aktardıklarıyla, daha önceleri sınıfı harekete geçiren taleplerin önemli bir kısmını karşıladı, böylece mücadele ve talepler başka, daha yüksek bir seviyeye sıçramak durumundadır, bunun sancıları yaşanmaktadır.
Öte yandan, az çok sanayileşmiş geri ülkelerdeki işçi sınıfı hareketlerine gelince bugün açıkça üçüncü dünyada mücadelenin ulusal kurtuluşçu momentten, sosyal kurtuluşa kabuk değiştirdiği inkar götürmez bir gelişmedir. Bu muazzam değişim kendi içinde pek çok sorunu taşıyacaktır.
Belge, dünyanın bu iki ayrı ucundaki sancılı değişimlerin içeriğine değinmeden yalnızca, işçi sınıflarının bir yanda doydukları için, öte yanda kırdan henüz kopamadıkları için aktif olmadıkları açıklamalarını tuhaf ve çelişkili buluyor. Bu tespitler çok genel ve hatta kaba olmasına rağmen aynı zamanda bir gerçekliği içeriyorlar. Çelişki bu açıklamaların temel mantığında değil, kapitalist dünyanın iki kutbu arasındaki zıtlıktan kaynaklanıyor. Bir yanda ”35 saatlik iş haftası” “çevre kirliliği” gündemdedir; diğer kutupta en basit “insan hakları” erişilmez ütopyadır. Bu zıtlık, daha uzun süre birlikte var olamaz. M. Belge’nin gözlerini kamaştıran batının rahat ve istikrarı bu zıtlığı yaratarak oluştuğu için, aynı zamanda bu köklü çelişkinin tehdidi altındadır.
Yazar, proletaryanın özellikle Batı’daki konumunda çok şeyin değiştiğini söyledikten sonra, baklayı ağzından çıkartır:
“Marx’ın proletaryayı toplumu yönetecek sınıf gibi gördüğü dönemde, Lenin’in devlet aygıtının proletaryaya teslim edilebileceğini düşündüğü dönemde, üretimin başta teknolojisi olmak üzere toplum koşulları böyle bir düşünceyi pekala gerçekçi kılıyordu.”
“Bugün böyle bir şey söz konusu değildir… Kafa ile kol emeğinin arasındaki mesafe iyiden iyiye büyüdüğü gibi, üretimde birincinin payı da kıyaslanamayacak derecede artmıştır… Kapitalist üretim teknolojisinin ortaya çıkardığı, geleneksel küçük burjuvaziye hiç benzemeyen modern teknik eleman tabakalarını da hesaba katmamız, sosyalist mücadelede onların yerini iyi düşünmemiz gerekiyor”. (Belge, s. 191)
Belge’nin dediğinden çıkan sonuç sosyalizmin özüyle çelişiktir. Tekniğin daha geri olduğu yıllarda işçi sınıfının “toplumu yönetmesi” “gerçekçi” iken, bilim ve tekniğin çok daha geliştiği bir dönemde “artık böyle bir şey söz konusu değildir”. Yoksa sosyalizm henüz yeterince gelişmemiş bir kapitalist düzenden sonraki biraz da tesadüfi bir aşama mıdır? Kapitalizm içinde tekniğin gelişimi işçi sınıfının iktidar olup yönetme misyonunu azaltıyor, hatta neredeyse imkansız hale getiriyorsa, neden zıttı yönde de işleyip bir avuç kapitalistin iktidar gücünü değişikliğe uğratmıyor. Bütün bunlar, batıda moda olan “yeni sınıf: aydınlar” görüşüne yine ihtiyatlı ve utangaç bir el sallama mı?
Proletaryanın iktidarı, tek tek işçilerin toplumun bütün yönetim kademelerine gelmesi anlamına gelmiyor, tıpkı burjuvazi iktidar olduğunda her yönetim kademesini bizzat kapitalistlerin işgal etmediği gibi. Aydınlar hiçbir zaman bağımsız bir sınıf olamayacakları için – çünkü doğrudan üretim sürecinin dışındadırlar- proletaryanın da aydınlan olacaktır. Bütün bir iktidar mücadelesi yıllan aynı zamanda böyle şekillenmeleri yaratacaktır. İşçi sınıfı, artık gelişimin önüne engel olmaya başladığında, üretim araçlarının mülkiyetini kapitalistlerden almak misyonuyla yüklüdür. Teknik istediği denli gelişsin- kimilerinin hayal ettiği gibi proletaryasız, “sanayi ötesi toplumu” kurulamazsa- böyle bir gelişim sınıfın bu misyonunu ortadan kaldıramaz.
Öte yandan, teknik gelişim işçi sınıfını genel olarak aydınlaştırmaktadır. Hem üretimin her geçen gün yeni bilgiler gerektirmesinden dolayı, hem de bilgi üretim mekanizmalarında çalışanların önemli bir bölümünün işçi sınıfının koşullarına itilmesinden dolayı, bu böyledir. Belge, kafa ve kol emeği arasındaki mesafenin iyice büyüdüğü kanısındadır. Oysa daktilo kullanma ölçüsünde basitleşen bilgisayar kullanımıyla bilgi edinme ve belli ölçülerde bu bilgiyi kullanma, sürekli yaygınlaşan bir süreçtir.
Netice olarak, Belge, teknik gelişimle işçi sınıfının “yeni bir düzen yaratma formasyonunu” ters orantılı ele alarak, teknik ve bilgi geliştikçe sınıfın bu imkanı yitirdiğini ileri sürerek, sosyalizme, kapitalist düzen içindeki sınıflar savaşından geçileceğini unutmuş oluyor. Ancak Belge için zaten sosyalizme sınıflar savaşının bir sonucu olarak değil, “ahlaki” bir seçimle ulaşılacağı için, işçi sınıfının teknik karşısındaki durumu çok da önemli değildir.
Sonuç olarak, yazar, devrim sorununa ve işçi sınıfının misyonuna değinirken, sınıflar mücadelesi tarihin çok yakın geçmişinden bile kopuşarak, yalnızca son kırk yılın, o da en kaba görüntülerinden hareketle çok yanıltıcı tespitlere varıyor. Batı’daki “istikrar”la devrim teorisi yalanlanırken, bilgi ve teknikle de işçi sınıfı tarih sahnesinden geri çekiliyor.
Hedefin Radikalliği mi, Mücadele Araçlarının Radikalliği mi?
Eleştirimizi, Belge’nin Türkiye’deki mücadeleye bakışını özetleyerek bitirelim. Yazar, kitabına Gramsci’nin tezlerini temel alarak başlamış. İtalya için Bolşeviklerin yolu değil de, barışçıl bir “ikna süreci”nin geçerli olduğunu ileri süren Gramsci’nin tezinden hareketle Belge, 1920’ler İtalya’sı ile 1990’lar Türkiye’sini birbirinden “fazla uzak” bulmadığı için aynı yolu öneriyor. Gerekçelerini sıralarsak öne çıkanlar şunlardır:
Birincisi, “özetle, devrimcilik nitelemesi, toplumda gerçekleştirilmesi öngörülen dönüşümün radikalliği olarak değil de, bu dönüşümü gerçekleştirmek için verilen mücadelenin (amacın değil, aracın) radikalliği alanında aranmıştır.” (Belge, s. 45) Yazar, devrimci harekette çok sık tekrarlanan bir hatayı vurguluyor. Önemli olan hedefin radikalliğidir. Doğru. Ancak ikisi birbirinden çok da bağımsız değillerdir. Gramsci’nin mirasçısı İtalya Komünist Partisi, komünizm hedefini, “tarihsel uzlaşma” yoluyla tarihte gömdü. O nedenle hedefin radikalliği, o hedefe varmak için kendiliğinden bir teminat değildir. Belge, hedefi öne çıkartıp, mücadele araçlarını arka plana iterek, bizim için de geçerli olduğunu iddia ettiği “barışçıl ikna süreci”nin tuhaflığını biraz olsun örtmek mi istiyor?
İkinci gerekçe: “Parlamenter kurumların, seçim geleneğinin vb. yerleştiği ülkelerde illegal ve silahlı mücadele biçimini temel mücadele biçimi olarak seçen bir sosyalist hareket başarılı olamaz.” (Belge, s. 46)
“Türkiye’de parlamenter gelenek zaman zaman (ya da sık sık diyelim) başına gelenlere rağmen oldukça istikrarlı bir kurum olmuştur.” (Belge, s. 56)
12 Eylül insana neler söylettiriyor. Barışçıl Allende örneği bir şey öğretmediyse, bir tek fazla cümle yazmaya gerek yok, Belge bildiği yolda yürüyecektir.
Üçüncü gerekçe; “Emperyalist dediğimiz dünyadan Türkiye’ye giren, Türkiye’den bu ülkelere ‘çıkana kıyasla daha fazladır ve bunun nedeni bu ülkenin coğrafi konumuyla ilgilidir (yani, ‘ekonomik’ emperyalizmden çok, kapitalist-emperyalist sistemin ‘politik’ koşulları belirleyicidir.) (Belge, s. 43)
Başımızda bir “emperyalizm” sorunu da yoktur, aldığından çok, bize vermektedir. O zaman “silahlı mücadelenin” bütün koşullan ortadan kalkmış oluyor.
Belge, özellikle bu noktada gerçekten cesurdur. Bazen burjuva politikacılarını bile isyan ettiren emperyalizm gerçekliğini bir çırpıda bize fazladan veren bir “politik” dosta dönüştürüverir. Bizde, mücadele araçlarının radikal olma zorunluluğunu inkar etmek için gerçekliklerin böylesine bayağıca çarpıtılmasına gerek yoktu.
Sonuç olarak, “barışçıl ikna süreci”nin güzel bir tanımlamasıyla Belge’nin sosyalist mücadele anlayışını tamamlayalım.
“Kapitalist sistemin mantığı içinde, ekonomik, politik ve ideolojik düzeylerde kapitalizmin ilişkileri yeniden üretilir. Demek ki, sorun, bu yeniden üretim mekanizmasına sosyalist hayat tarzının öğelerini sokarak, mekanizmada içsel bir değişimi başlatmaktır. İşte bir zamanı, başı ve sonu olamayacak şey budur. Devrim dediğimiz de, toplumsal kertelerin öncelikle bir tanesinde, siyaset düzeyinde iktidarı; bu kadar somut bir kurumu ele geçirme anı değil, toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminin sosyalizme doğru dümen kırdığı anı anlatan bir kavramdır.” (Belge, s.224)
Belge, “ikna sürecini” son derece açık tariflemiştir: Kapitalist yeniden-üretim mekanizmasına sosyalist hayat tarzının öğelerini sokarak içsel değişimi gerçekleştirmek, bu başı ve sonu olmayan süreçle kapitalizmden sosyalizme geçmek. Mükemmel…
Belge, bizlere bir de nasıl ve hangi somut yollarla kapitalist mekanizma da “içsel bir değişimi” başlatabileceğimizi anlatsa tablo tamamlanacaktır. Belge’nin elinde ne somut yollar, ne de bu yolla değişime uğrayan bir kapitalist düzen deneyi yoktur. Ancak Bernstein’dan beri aynı yolu sayıklayan binlerce Marksizm döneği vardır. Bunlara bir de Belge’nin eklenmesiyle sosyalizme böyle bir yoldan varış imkanı zerrece artmış olmaz.
Sonuç
M. Belge 12 Eylül’ün ruhudur. 12 Eylül’ün süngü zoruyla yarattığı yıkıntılar üzerinde yükselen, pişmanlık vaaz eden ruhudur. 12 Mart’ın da ruhu olmayı denemişti. Yapmayı umduğu Birikim’lerle Devrimci Yol’ların bilinci olmayı denedi. Ancak 12 Mart öyle çabuk akıp geçti ki üstünde yeni bir moral anlayış yaratabileceği temel bırakamadı. Olaylar sanki bıraktırıldıkları yerden alelacele yeniden akmaya başladılar. 12 Mart olmamışa döndü. O nedenle şekillenebileceği bir beden bulamadığı ölçüde 12 Mart’ın ruhu olamadı. Birikim’ler bazı etkiler yaratsa da akan pratiğin gövdesine sızamadılar.
Ancak 12 Eylül, üstünde kendi pişmanlık ve ikna ruhunun uçuşabileceği bir temel yarattı. Ve şimdiye kadar ki olaylar henüz o yaratılan temeli uçuramadı. Böyle bir temel var olduğu müddetçe Belge, yeni Birikim’ler yaratmayı deneyebilir, “ortalama sosyalist militanın” radikal özünü boşaltmak için “ikna” çabalarını sürdürebilir.
12 Mart’tan gelen bir M. Belge olmasaydı, koşullar yenisini yaratırdı. 12 Eylül’ün zoru devrimcilerin önemli bir bölümünü, her türlü radikalliğe tövbe ettirdi. Bu kırılan cesaretlerin, yıkılan hayallerin de bir siyasi zemini, kendini dışa vuruş kanalları olacaktı. Belge, daha 12 Eylülün ilk yıllarında Yeni Gündem’le bunu denedi, ardından gelen yıllarda devrimci hareket ayağa kalkmayı deneyince pişmanlık vaazlarını pek dinlenmez oldu, ancak hem hareket sürekli bir yükselişe giremeyip, üstüne bir de sosyalist ülkelerdeki olaylar patlak verince, pişmanlık yıllarının olgunlaşan meyvalarını toplama momenti gelip çatmış olsa gerek. M. Belge ve Birikim bir kere daha bunu deneyecekler.