Dünya Komünist Hareketinin Sancıları

Çağdaş Yol, Sayı 9, Ekim 1989

Komünist Hareket zor günlerden geçiyor. Son birkaç yıldır Dünya basını Çin, Sovyetler, Polonya, Macaristan, Yugoslavya olaylarıyla dolup taşıyor. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin borçları, Nikaragua devrimine yapılan saldırılar artık haber değeri taşımıyor. Emperyalist basın büyük bir gayret ve keyifle komünizmin artık “iflas” ettiğini ispatlama çabasında… Her gün yeni bir haberle, Sosyalist ülkelerin nasıl en sonunda kapitalist ekonomi metotlarına boyun eğmek zorunda kaldıkları, bütün dünyada tekrar tekrar duyuruluyor.

Eski başkanlardan R. Nixon, se­çimlerin hemen sonrasında “Bush’un gündemi”ni şöyle belirlemiştir.

“Yeni Yönetim Avrupa’ya en yük­sek dış politika önceliğini vermeli­dir…

“Doğu, Avrupa Batı Avrupa’nın doğal politik inisiyatif alanıdır. Mütte­fiklerimizin yorgunluğu bir ölçüde şu gerçeklikten kaynaklanıyor: Kırk yıldır onların rolü olumsuz bir misyonla sınırlandırıldı -Sovyet yayılmacılığını durdurmak-. Bu yorgunluk, Demir Perde ötesindeki gelişen barışçıl deği­şime; olumlu bir misyonla enerji harcayarak giderilebilir.” (Foreign Aftairs, “The Bush Agenda”, R. Nixon)

Emperyalizmin dış politikasının odak noktası Avrupa (yani Doğu Av­rupa) olacaktır. Avrupa’da kırk yıldır durgun görünen “Kapitalizm-Sosyalizm sınırı” olumlu bir misyonla enerji harcanarak değişime zorlanacaktır. Batılı liderlerin, duygulu nutuklarla iki­de bir ortaya attıkları “Berlin Duvarı”nın yıkılması dileği bu sınır zorlama­sının en nazik noktasıdır.

Emperyalizm böyle bir taktik yö­nelişe yalnızca kendi isteğiyle giremez­di. Bu konuda “kırk yıldır” hiç bir fırsatı zaten kaçırmamıştır. Ancak şimdi em­peryalizmi böyle bir taktiğe çeken, Sosyalizmin tepe noktalarına tırma­nan iç zorluklarıdır. Sosyalizm sınırları içinden emperyalizme heyecanla el sallayanlar çoğaldı. Üstelik bunlar “açıklık politikası” sayesinde artık em­peryalizme oldukça rahat kur yapabiliyorlar.

Eskiden kapitalizmin, Doğu Avru­pa’ya yönelik saldırı yoklamalarına ku­rulu bir yay gibi cevap veren Sosya­lizm, son yıllarda bu gerilimden çıkmış görünüyor. Böylece Sosyalizm Sosya­lizm olmaktan mı çıktı? Yoksa kendi sistem temellerini daha soğukkanlı es­nek tepki gösterecek ölçüde güçlen­dirdi mi?

Konumuz Emperyalizm ve Sosya­lizm karşılıklı taktik yoklamaları değil Dünya Komünist Hareketi’nin sancılarına genel nedenleri çerçevesinde yak­laşabilmek, daha derinliğine irdeleme­ler için bir çıkış noktası belirleyebilmektir.

Sorunun Konuluşu

1917’den beri Dünya Komünist Hareketi nitelikçe başlıca iki bölüğe ayrıldı: İktidarda olanlar ve iktidar için mücadele edenler. Dolayısıyla Komü­nist Hareketin içindeki partilerin prob­lemleri ülke özelliklerine göre ayrıcalıklar göstermekten öteye sistem farklılıklarından gelen yepyeni sorunlarla yüz yüzedir. Bu süreç II. Dünya Savaşı sonrasında daha zengin bir nitelik ka­zandı.

Böylece Kapitalist Ülkelerdeki Komünist Partilerini iktidar için müca­delede izledikleri yol en iyi biçimde ta­nımlarken; iktidarın alındığı ülkelerde sosyalizmin kuruluşu için izlenen yol partilerin yapısının gerçek mihenk taşı olur. İkinci cümlecik şu soruyu peşin­den getirir: İktidara proletarya adına el koymuş bir parti, sonraki süreçte, sınıf yapısında bir değişime uğrayabilir mi? Daha açık soralım; iktidar yıllarında ya da sosyalizmin kurulma sürecinde par­ti, genel olarak halktan, özel olarak proletaryadan kopuşabilir mi? Polon­ya deneyi bu soruya olumlu cevap ver­memizi gerektiriyor.

Evet, kopuşabilir. Bu cevapcık 70 yıllık Sosyalizm deneyi dikkate alındı­ğında gerçekten yepyeni sorunlarla yüz yüze olduğumuzu vurguluyor. Sos­yalizmin kuruluş için mücadele yıllarında proletaryadan kopuşan bir “prole­tarya partisi”! Bu paradoks bugün bir emperyalist propagandası ya da uy­durması değil, Komünist hareketin pratik akışında karşımıza çıkan açık bir gerçekliktir. Öyleyse üstünden atlanamaz. Çözümlenmelidir.

Bugün birkaçı hariç bütün sosya­list ülkelerde “reform”un uygulamaları gündemde. Bir kabuk değiştirme san­cısı yaşanıyor. Polonya bir uç örnek, onun ardında Macaristan bekliyor. Sovyetlerde şimdilik “aşırı” yönelişler gözlenmiyor. Bu kabuk değiştirme sancıları elbette ki yalnızca pratik, pragmatik yönelişler olmakla kalmı­yor, kendi teorik yaklaşımlarını da ya­ratıyorlar. İşte tam bu noktada on yılların sessiz birikimi gürültülü bir patla­mayla etrafa saçılmıştır. Pek çok “ta­bu” konu tartışma gündemindedir.

Sosyalist mülkiyet biçimleri “pa­zar” ekonomisi, sanayide bile özel girişimciliğe dönüş, uluslararası planda sı­nıf mücadelesinin reddi, devrimler dö­neminin kapanıp evrimci değişimi tek gelişme yolu ilan etmek, militarizmsiz kapitalizm ve Yeni Sömürgecilik ol­maksızın emperyalizm, hatta tekelci kapitalizmin “çürüyen” değil, belki de “kapitalizmin gerçek gelişme biçimi” olduğu tezleri, Komünist dünyada kı­yamet alametleridir. Bu tabloya Batı kapitalist anayurtlarındaki komünist partilerin çoktan katılaşmış anti-Marksist görüşlerini de eklersek Dün­ya Komünist Hareketinde bir çöküşten bahsetmek hiç de abartmalı bir değerlendirme olmayacaktır.

Çöken nedir? Boyutları ve çıkış yolları nelerdir? Önümüzdeki yılların gündemindeki konular bunlardır. Bu konuda taslak düşüncelerimizi formü­le etmeden, Komünist hareketin tari­hinde yaşanmış önceki çöküşlere de­ğinelim.

İlk Büyük Çöküş: II. Enternasyonal

Lenin “II. Enternasyonal’in Çökü­şü” broşürünü Mayıs 1915’te yazdı. Enternasyonal üyesi partilerin savaşla birlikte “anavatanın savunulması” tak­tiğine sürüklenmeleriyle proletarya­nın vatan tanımaz uluslararası örgüt­lenmesi çöktü. Oysa Balkan Savaşı ne­deniyle Kasım 1912’de toplanan II. Enternasyonal olağanüstü Basel Kongresi’nde; “(1) savaşın ekonomik ve politik kriz yaratacağı; (2) işçilerin savaşa katılmayı ve kapitalistlerin kârları için birbirlerini vurmayı bir ci­nayet olarak kabul edeceği; savaşın işçiler arasında öfke ve isyan uyandıra­cağı; (3) sosyalistlerin görevinin, halkı ayaklandırmak ve kapitalizmin yıkılışı­nı hızlandırmak için bu krizden ve işçi­lerin ruh halinden yararlanmak oldu­ğu; (4) istisnasız bütün hükümetlerin hayati tehlike karşısında savaşa başlayabileceği; (5) hükümetlerin bir prole­ter devriminden korktukları; (6) hükü­metlerin Paris Komününü (yani sivil savaş), 1905 Rus devrimini hatırlama­ları gerektiği” (Lenin, Cilt 21, s. 213) tespit edilmişti.

İki yıl sonra savaş patladığında II. Enternasyonal partilerinin büyük bir çoğunluğu Basel Kongresi kararlarını unuttular ve proletaryanın sınıf çıkar­larına, kendi burjuvazilerinin hatırı için, ihanet ettiler.

Her şey bu iki yılda mı birikti? Sa­vaşın olağanüstü koşullan mı Komü­nist partileri bozguna itti? Tarihi ger­çeklikler bu büyük çöküşün ardında uzun birikim yıllarının ve emperyaliz­min, kapitalist ekonomilerde yarattığı yapısal değişikliklerin olduğunu ortaya koyuyor.

“Bununla birlikte, “barışçıl” on yıl­lar kendi izini bırakmaksızın geçip git­medi. Bu yıllar kaçınılmaz olarak bü­tün ülkelerde oportünizmin yükselme­sine neden oldu ve onu parlamentolar, sendikalar, basın ve diğer “liderler” arasında egemen hale getirdi. Devrim­ci Proletaryayı çökertmek ve zayıflat­mak için çırpınan tüm burjuvazi tara­fından her yolla desteklenen oportü­nizme karşı şu ya da bu biçimde uzun ve dişe diş bir mücadelenin verilmediği tek bir Avrupa ülkesi yoktur. On beş yıl önce “Bernştayn” tartışmasının baş­langıcında, aynı Kaustky, oportünizm bir tepki olmaktan bir eğilime dönü­şürse, bir bölünmenin yakın olduğunu yazmıştı.” (Lenin, Cilt 21, s.98)

1870’lerden sonra Avrupa’da uzun barışçıl yıllar başlamıştır. Bu aynı yıllar “hareket her şey amaç hiçbir şey­dir” parolasını atan Bernştayn oportü­nizminin doğuş ve serpiliş yıllandır. Komünizm nihai amacını günlük çı­karların dar ufkunda boğan ve inkar eden Bernştayn “barışçıl” on yılların oportünist birikiminin bir bakıma baş­langıç noktasıdır. Dolayısıyla savaşa karşı Basel Kongresi’nde olumlu karar alabilen II. Enternasyonal partileri as­lında on yılı aşkın süredir oportünizm mikrobuyla boğuşmaktaydılar. Sava­şın olağanüstü koşullan uzun barışçıl yılların sivriltemediği sorunları bir an­da üste çıkartmış, Enternasyonal par­tilerinde oportünizmin aktığı derin ka­nallar birden patlamış, çürümüşlük bü­tün iğrençliğiyle gözler önüne serilmiş­tir.

Demek ki II. Enternasyonal’i çökü­şe götüren nedenlerden birisi, uzun yıllar, içinden geçtiği “barışçıl” on yıl­lardır. “Bu yıllar kaçınılmaz olarak bü­tün ülkelerde oportünizmin yüksel­mesine neden” olmuştu. Ancak böyle geniş boyutlu bir yıkılış için yalnızca uzun barışçıl yıllar yetmezdi.

Emperyalizm dönemi oportünist eğilimlere bir bakıma sağlam maddi temeller hazırlanmıştır. “Oportünizm, kapitalizmin gelişiminin özel nitelikli bir döneminde onlarca yıllık süreçte peydahlandı; bu dönem diğerlerine göre barışçıldı ve imtiyazlı işçi tabaka­sının kültürlü yaşamı onları “burjuvalaştırdı” onlara uluslar kapitalistlerin sofrasından kırıntılar vardı ye yoksul ve perişan yığınların acılarından, dert­lerinden devrimci ruh halinden kopar­dı.” (Lenin, cilt 21, s. 243) “Burjuvalaşan” imtiyazlı işçi zümresi emperyalist talanın yaratığıdır. Ezilen ulusların za­rarına, bu yağmadan kırıntı çöplenen ve işçi sınıfının genel kitlesinden ko­pan ona yabancılaşan bu aristokrat iş­çi zümresi oportünizmin maddi daya­nak noktası olmuştu.

On yılların birikimi ve oluşumu, savaşla bütün örtülerinden sıyrılmıştır.

“Bu çöküş, Sosyal-Demokrat par­tilerin ulusal işçi partilerine dönüşü­mü, oportünizmin tam bir zaferi anla­mına gelmekle birlikte, aslında, II. Enternasyonal’in bütün tarihsel döneminin -on dokuzuncu yüzyılın kapanışı ve yirminci yüzyılın başlangıcı- bir so­nucudur. Bu dönemin objektif koşulları -Batı Avrupa burjuva ve ulusal devrimlerinin tamamlanmasından sosya­list devrimlerin açılışına geçiş-oportünizmi yarattı ve besledi.” (Lenin, Cilt 21, s. 256)

Özetlersek, II. Enternasyonal’in çöküşünü başlıca üç koşulun yan yana gelmesi hazırlamıştır. İlki, uzun barışçıl on yıllardır, İkincisi; emperyalizm ça­ğının işçi sınıfı içinde aristokrat bir zümre yaratması, üçüncüsü; burjuva devrimleri çağının kapanıp, sosyalist devrimler döneminin açılmasıdır. Ar­tık egemen olan burjuvazi “her yolla” sınıf içinde oportünizmi besleyip kışkırtabilmiştir. Hatta tarihi ve siyasi olarak eyleminin başça yönlerinden birisi bu olmuştu.

Çöküşen teorik cephaneliğe de göz atarak tabloyu tamamlayalım. Barışçıl geçiş umutları; proletarya dikta­törlüğünün reddi, “demokrasi”nin (burjuva demokrasisinin) kutsanması, “ultra emperyalizm” tezleriyle emper­yalizmin yüceltilmesi, çelişkisiz, çatışmasız bir şekilde “süper emperyalizm”in, Dünyayı barışçıl sömürme­sinin ve geliştirmesinin mümkün oldu­ğu görüşleri, o yıllar oportünizmin, II. Enternasyonal döneklerinin bayrağı­na yazılmıştır. Savaşla birlikte aynı bayrağa “vatan savunması” ya da şo­venizm de yazılınca çöküşü ilan etmek kaçınılmaz olmuştur.

Uluslararası işçi hareketinin önünden bu çürümüş cesedi ancak 1917 Rus Devrimi’nin patlamasıyla hızlanan Avrupa’daki devrimci kabarış süpürebilmiştir. III. Enternasyonal’i ya­ratan dönem, II. Enternasyonal yılla­rından bambaşka karakterdedir. Bu yıllar derin ekonomik krizlerin ebelik yaptığı devrimci atılım ile faşizme kar­şı mücadelenin içiçe geçtiği yıllardır.

III. Enternasyonal, kimi önemli hatalarına rağmen, uluslararası prole­tarya mücadelesinin şanlı, unutulamaz yıllarının adı oldu.

İkinci Kriz: Sovyet-Çin Kopuşması ve “Avrupa Komünizmi”

II. Enternasyonal’in çöküşünden sonraki yıllar savaş ve kriz yıllarıydı. Avrupa’da en azından iki on yıl devrim ve faşizm ölümcül savaşa girişti. II. En­ternasyonal’i içten çürüten “barışçıl” on yılların tersine III. Enternasyonal yıllan adeta düşüncenin olayların hızı­na yetişemediği yıllar oldu.

Komünist Enternasyonal sonrası yıllar ise, II. Enternasyonal yıllarına benzedi. En genel tarihi gidiş açısından I. ve III. Enternasyonal yıllarını, öte yandan da II. Enternasyonal yıllan ile 1950’ler sonrası benzetmek hatalı olmaz. Bu dönemlerin farklılığı dev­rim ve evrim arasındaki farklılığa denk düşer. Bu iki temel sosyal gelişim yolu­nun bambaşka özellikleri, kaçınılmaz bir şekilde ortamın içindeki partileri de etkilemiştir.

1950 sonrası yılları, II. Enternas­yonal yıllarından ayıran elbette ki çok önemli özellikler vardır. Bu özelliklere gelmeden, Komünist Harekette önemli bir kriz yaratan Çin Sovyet kopuşmasının kapsamına değinelim.

1963’te şiddetlenen polemikler bir kaç yıl sonra kopuşma ile sonuçlan­mış, Çin, Sovyetler Birliği’ni “emper­yalist” ilan ederek karşı-devrim saflarında görmeye başlamıştır. Bu kopuşmanın, Dünya Komünist Hareketinde önemli bir kargaşa yarattığı açıktır. Ancak bu kaosun tek nedeni yalnızca Çin ve Sovyetlerin kopuşmaları ger­çekliği değil, bizzat polemikleri böyle bir kopuşmaya götüren ortam ve olay­lardır.

Çin Sovyet çatışması, teoride Stalin’in ölümünden sonra SBKP politika­sındaki değişimler pratikte de Küba krizinde Sovyetlerin tavrı kışkırtmış­tır.

22. Kongresinde kabul edilen yeni programla SBKP, o güne kadar Batı Avrupa komünist partilerince savunu­lan “barışçıl geçiş” tezlerini açıkça be­nimsediğini ilan etmiş oldu.

Küba krizindeki geri çekiliş ise Çin tarafından, Amerika’ya “teslimiyet” olarak görüldü.

Sonuçta belli konularda sivrilen bir siyasi çatışma başladı.

“Uluslararası komünist hareketin genel çizgisi, tek yanlı bir görüşle, “ba­rış içinde bir arada yaşama”, “barış içinde yarış” ve “barış içinde geçişe” indirgenirse bu, 1957 Deklarasyo­nu’nun ve 1960 Bildirisinin devrimci ilkelerine aykırı hareket etmek, Dünya Proleter Devriminin tarihsel görevini hiçe sayma ve Marksizm-Leninizm’in devrimci öğretilerden ayrılmak de­mektir.” (ÇKP’nin SEKP’ne Mektubu, 14.7.1963)

ÇKP -genel olarak- “barış”çı tezlere karşıdır. Çünkü “çağdaş kapitalist dün­yanın bünyesindeki çelişmelerin geliş­mesinin, emperyalist ülkelerin birbirleriyle yoğun ve dönülmez bir savaşı­ma girecekleri yeni bir duruma zorun­lu olarak yol açacağı”na (a.y.) inan­maktadır.

Öte yandan, “dünya sosyalizm sis­temiyle kapitalizm sistemi arasındaki çelişmenin “ekonomik yarış”ın gidişi içinde kendiliğinden ortadan kalkaca­ğını (a.y) savunan görüşlere karşı çıkan ÇKP haklı olarak başka bir alternatif ileri sürür:

“Bu yüzden, Dünya Proleter Dev­riminin tüm amacı bir bakıma, Dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu oluştu­ran bu bölgelerdeki (Asya, Afrika, La­tin Amerika b.n.) halkların devrimci savaşımlarının sonucuna dayanmak­tadır.” (a.y)

ÇKP’nin SBKP ile giriştiği pole­mik, yalnızca SBKP’nin “barış içinde birlikte yaşama” politikasının farklı yo­rumları seviyesinde görülürse, dünya devrimci sürecinde yaşanmakta olan objektif değişimler dikkate alınmamış olur.

Çin’in o dönem politik saldırılarının diğer önemli hedefi Avrupa komü­nist partilerinde yaşamakta olan geli­şimdi. Hemen hepsi sosyalizme “barışçıl” hatta “parlamenter bir geçişi” savunmaya başlamışlardı. Aynı za­manda kaçınılmaz bir şekilde “demok­rasiyi” dokunulmaz tabu olarak görüp onu sınıf temellerinden koparıp kutsallaştırıyorlardı. Oysa bu pek “de­mokratik” ülkeler Asya, Afrika, Latin Amerika halklarına yeni sömürgecilik tuzağından başkasını layık görmüyor­lardı.

O nedenle çatışma özünde Çin ile Avrupa Komünist partileri arasınday­dı. Ya da yeni sömürgeciliğin artıklarıyla yeniden uyuşturulmaya başlanan batı proletaryası ile Batı’ya başkaldırmış olan ezilen halklar arasındaydı. Bu çatışma ortasında, SBKP, Çin’in tehli­keli noktalara varan görüşlerine karşı (savaşın kaçınılmazlığı görüşüne karşı) mücadele etmemekle kalmamış, bu saçmalıkları desteklemiştir de. İşte bu noktada mücadele “Çin-Sovyet çatış­ması”na dönüşmüş ve iki yönlü bir kopuşmayla sonuçlanmıştır.

Çin, Sovyetleri “emperyalist” ola­rak niteleyerek kopuşmuş; daha son­raki yıllarda ise Batı partileri “Avrupa komünizmi” parolasıyla, komünist partiler soyut bildiriden başka bir şey üretmeyen toplantı komedisine son vererek Sovyetlerden “bağımsız”laşmışlardır.

1963-1970 arasında olgunlaşan bu iki uç kopuşma Dünya Komünist Hareketinde yeni önemli bir sancının açık kanıtlarıydı.

O günlerin koşullarına bir göz ata­rak, olayın biraz daha derinliğine in­meye çalışalım.

Batı’da ekonomik gidiş eski “barış­çıl yılları” geri getirmiştir. Ekonomik gelişme, işçi ariktokrasisini yeniden canlandırıp beslemiştir. Üstelik işçi demokrasisi artık, egemen burjuvaziy­le kol kola devleti yönetmek gibi önemli bir deneye de sahiptir. İngilte­re, Almanya, İsveç’te finans kapitalin gözlerini yaşartan deneyler yaşanmış­tır. II. Enternasyonal partilerinin ihanetleri kolay unutulacak bir deney olmamasına rağmen, III. Enternasyona­l’in Avrupa partileri daha 1955’lerde taktik sapıklığa düşerek, sosyalizme “barışçıl geçiş” yolunda sıralanmışlar; sanki II. Enternasyonal’in hatalarını tekrarlamaya soyunmuşlardır.

Bu dönüşü yalnızca, başlayan barışçıl yıllarla, açıklayamayız.

II Enternasyonal partilerinin dev­rime ihaneti Avrupa’da faşizmin tırma­nışı için imkan yarattı. O dönemin ka­labalık Sosyal-Demokrat partileri fa­şizmin önünde kirli bir yolluk oldular. Üstlerine basılıp geçildi. Ancak uzun faşizm yılları mücadele ufkunu prole­tarya devriminden burjuva demokra­sisine geriletince, III. Enternasyonal partileri ile ihanet damgalı II. Enter­nasyonal partileri taktik ittifaklarda yan yana geldiler: Faşizmin korkunç pratiği, komünist partileri içinde de bir kere daha, II. Enternasyonal yılların­daki gibi, demokrasi sevdasını tutuş­turdu. Burjuva demokrasileri idealize edildi hatta sosyalizme geçişin rahat, zahmetsiz bir basamağı olarak görül­dü. Netice olarak, faşizm yılları Avru­pa komünist partilerinin devrim ufku­nu köreltmişti.

Dönüşe ikinci neden, II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda Sosyalizmin tartışılmaz saygınlığı ve gücüdür. Bu güç “barışçıl geçiş” rahat yastığında uyuklamak için gerekçe oldu.

Bu iki neden, komünist partilerin­deki taktik sapkınlığın hemen 1950’ler sonrası başlamasını açıklar, ancak ardından gelen uzun yıllarda koyulaşarak daha geri noktalara var­masını yeterince anlatmaz.

Burada üçüncü nedene, kapitaliz­min 1950’ler sonrası yaşanan “refah” yıllarında işçi sınıfının yapısındaki de­ğişimlere gelinir. Yeni sömürgecilik ve bilimsel teknik devrimle proletaryanın saflarında masa-hizmet işçilerinin sa­yısı her gün artmıştır. Sınıfta aydınlaş­ma artarken bu beraberinde uzlaşma eğilimlerini de beslemiştir. Sınıfın ya­pısında bu yöndeki değişim eğilimi esas olarak devam ettiği için yıldan yıla komünistlerin sosyal-demokratlaşması yükselen bir hızla devam etmiştir.

II Enternasyonal yıllarının aris­tokrat işçi zümresi 1955’ler sonrası hem daha yaygınlaşmış, hem de sınıf içinde masa başı çalışanları, “beyaz yakalılar” yıldan yıla artmıştır.

Batı’da sınıf mücadelesinin ortamı; sınıfın yapısındaki tedrici değişim ve üst üste yığılan barışçıl yıllarla do­nuklaşıp parlamenter hayallerle zehirlenmişken, “üçüncü dünya”da akan süreç bambaşkaydı. II. Dünya Savaşı­’nın bitimiyle Avrupa durulurken, ısını­yordu. Mücadele ortamları tam anla­mıyla taban tabana zıttı.

Bu objektif zıtlık kendini teorik se­viyede “üç dünya teorisi”nin saçmalık­ları bir yana, bu teori, ulusal kurtuluş savaşlarının öneminin, sınıf mücadele­sine kayıtsızlaşan batı proletaryasına duyurulma çabasıydı. Bu çaba saçma­lık noktasına varan abartmalarla, sa­vunmaya çalıştığı ulusal kurtuluş savaşlarına zarar vermek gibi bir sonuca varmıştır.

1963-70’Ler arasında ve sonrasın­da Dünya Komünist hareketi içindeki sancının iki kutbunu şöyle tanımlayabi­liriz Komünist hareketi; bir yandan ulusal kurtuluş savaşlarından gelen köylü ya da küçük burjuva devrimciliği etkilenirken; öte yandan Batı’da “re­fah” yıllarını yaşayan kapitalizmin alıklaştırdığı imtiyazlı işçi kesimlerinin reformist hayalleri etkiliyordu.

Ezilen halkların devrimciliği radi­kal parolalara sarılırken, batıda prole­tarya “barış” bayrağı altında burjuva demokrasisi afyonuyla iyice uyuşturul­muş olarak bu radikalliğe korku ve tik­sintiyle bakıyordu.

Ancak mücadele araçlarındaki devrimcilik Sosyalizme gidişin hiçbir zaman teminatı olmamıştır. Çin, bir yandan üçüncü dünya halklarının mü­cadelesini tek odak noktası olarak gö­rürken, öte yandan bu halkları en önemli müttefikleri Sosyalist sistem­den koparmaya kalkarak kendi tutar­sızlığını açığa vuruyordu. Bu, milli bur­juvaziye “sempatiyle bakan küçük bur­juva (köylü) eşitçiliğinin Sosyalizm yolundaki kararsızlığının kendini açığa vurmasından başka bir anlamı gele­mezdi. Çin’deki bu dönüş, aslında o yıl­larda emperyalizmden bağımsızlaşan bazı üçüncü dünya ülkelerindeki genel sancının bir dile getirilişiydi. Onlar sos­yalizmi kurmaya bile girişmeden kendi kapitalizmlerini çok az sağlamlaştırdıktan sonra yeniden emperyalizmin ağına takılmak için kapitalizm okyanu­suna daldılar.

Özetlersek, Komünist harekette ikinci çöküş değilse bile krizin en genel anlamı, küçük burjuva devrimciliğiyle, imtiyazlı işçi zümrelerinin sosyal eği­limlerinin Marksizm zemininden kopuşmaları ya da bir süreci anlatmak is­tersek böyle bir kopuşmaya kuvvetle yönelmeleridir.

Dünya ölçüsünde finans-kapitalin ilk doğuş ve palazlanışı II. Enternas­yonal’in çöküşünün maddi koşullarını yaratmıştı. 1950’ler sonrası ise, aynı finans-kapital, çöken klasik sömürge­ciliğin yerine yeni sömürgeciliği geçi­rerek, tıkanan, kapitalist ekonomileri bilimsel teknik devrimle Sosyalizme karşı savunarak kendine yeniden çeki düzen verdi. Onun bu başarısı, Avrupa komünizminin ve ulusal kurtuluş sa­vaşlarının sosyalizme yönelişte yalpalanmalarının maddi temeli oldu.

Üçüncü Kriz: İktidardaki Sosyalizmin Krizi

Kapitalizmin etkisinin asgari ölçü­lerde olduğu Sosyalist ülkelerde ne kri­zi olabilir? Sosyalizm “krizsiz gelişi­min” yolu değil miydi?

Gorbaçov yeniden yapılanma ey­lemine giriştikten sonra konuşmalarında sık sık “çürümenin bu boyutlarda olduğunu bilmiyorduk” demek zorun­da kalmıştır. Bizler için ise sosyalist ül­keler en genel bilgilerden öteye hep bi­linmez kaldı. Sosyalist ülkeler kendi gerçek durumlarının açıklamayıp olumluluktan dünyaya duyurmakla ye­tindiler. Şimdi gerçekliklerin perdesi aralandıkça ya da aralanmak zorunda kaldıkça Sosyalist ülkeleri daha iyi ta­nıyoruz. Ve Gorbaçov’un sözlerini tekrarlamaktan kendimizi alamıyoruz: Çürümenin bu kadarını hayal bile ede­mezdik!

1980’lerde dünya komünist hare­ketinin en önemli bölüğünde, sosyalist ülkelerde, gizlenemez sancılar ortaya çıkmıştır. Olayların boyutları kendini ortaya koydukça sorunun, kimi aksamaları düzeltmekten öteye olduğu, köklerinin derin çözümünün zor ve acılı olacağı anlaşıldı.

Sosyalist ülkelerdeki sorunları doğrudan kapitalizmin durumuyla açıklamak elbette mümkün değil. Kapitalizmin bu sancılara dolaylı etkisi olabilir. Bu anlamda iki gelişmeden söz edilebilir.

Sosyalist ülkelerdeki krize sebep olan değil, ancak oradaki birikimin açığa çıkmasında bir ölçüde rol oyna­mış olan iki gelişmeden birisi ulusal kurtuluş savaşları döneminin kapan­mış olmasıdır, hatta yalnızca kapa­makla kalmamış, bağımsızlaşan ve sosyalizmle dost olan bu ülkelerin önemli bir bölümü yeniden emperya­lizmin saflarına katılmıştır. Böylece II. Dünya Savaşı yıllarından beri oldukça hızlı bir gelişim gösteren Sosyalizmin dünyadaki yayılması duruyor, daha doğrusu bir kaç adım geriliyordu. Sos­yalizmin yayılma hızının kesilmesi ka­çınılmaz bazı sonuçlar doğurmuştur. Gelişim bazı sistemdeki zayıflıktan ör­terken, gerileme başlayınca bu zayıf­lıklar kendilerini daha kuvvetli hisset­tirmeye başlamıştır.

İkinci neden, kapitalizmin son kırk yıldır bazı önemli krizler yaşama­sına rağmen gelişebilmesidir. Kapita­list sistem dünyada alanca daralmaya başladıkça üretimce yoğunlaşıp derin­leşme yolunu seçmiştir. Bir bakıma Sosyalizm ekstansif bir yayılma yaşar­ken, kapitalizm entensif bir derinleş­meye zorlanmıştır. Bu, üretim tekni­ğinde olağanüstü sıçramalar yaratmış­tır. Böyle bir gelişimin Sosyalizmi etki­lememesi, hatta onu kuşatıp baskı altı­na almaması düşünülemezdi.

Bu iki neden Sosyalizmin sancılarını açığa çıkmasını hızlandırmıştır. Ancak bu sancıların nedeni olamaz­lar. Onlar bütünüyle Sosyalizmin ken­di gelişim sürecinin ürünüdür.

Önce Sosyalizmde sancıların ken­dini ortaya koyuşundan başlayalım.

Ekonomide; teknik gerilik, tüke­tim mallarında kıtlık ve kalite düşüklü­ğü, üretimin artık böyle gitmeyeceğini gösteriyor.

Mülkiyet ilişkilerinde; “sahipsiz” ya da soysuzlaşan bir devlet mülkiyeti. Ancak bu mülkiyet ilişkisine aşağıdan, sıradan halk yönünden bakınca, dev­let mülkiyeti el değiştirmiş görünüyor. Katı bürokratik yapı üretim araçları­nın da “sahibi” olarak görünüyor “Gö­rünsün, nasılsa aslında öyle değil” de­nilebilir. Ancak bu görüntü, değil sınıf­sız topluma ilerlemek, sınıflaşmanın soysuzlaştırıcı etsini sürekli canlı tutan bir sonuç yaratıyor.

Politikada; ağır, pahalı, bürokra­tik bir devlet ve elbette bunun mantıki sonucu yığın inisiyatifinin çürümesi, yani ölü ya da donmuş halk demokra­sisi.

Bu sonuçları gidermek için alınan önlemlere gelince; Sosyalist ülkelerin yapısına göre önlemler elbette ki deği­şiyor. Biz Sovyetleri temel alacağız.

Konumuz genelliği açısından de­taylara girmeyeceğiz, alınan önlemle­re baktığımızda sosyalist sistemin do­kunulmadık alanının kalmadığını gö­rüyoruz. Üretimden yığın örgütlenme­lerine kadar her şey krizden payını al­mıştır.

Ekonomide, işletmelerin “kendi kendini finanse etmesi” prensibi be­nimsenmiştir. Kendi kendini öldüren planlamadan kısmi “pazar” koşullarına dönüş. Bunun anlamı ihtiyaçtan, tüketici tepkisinden kopan üretimin, kaçınılmaz şekilde korkunç savurganlı­ğa kapı açmasıdır. Tüketilmeyen mal yığınlarının yanında, ihtiyaca karşılık veremeyen kıt üretim. Planlama, bü­roda hesaplama olarak uygulanınca, kapitalizmin kar için üretim hastalığı­nın yerini, plan için üretim almıştır. Fa­kat planın ihtiyaçlara ne ölçüde cevap verdiği, daha da öteye üretilen malın kalitede ihtiyaca karşılık verip verme­diğini kontrol eden mekanizmanın yokluğu plan ve israf kelimelerini eş anlamlı hale getirmiştir.

Yine ekonomide, özellikle küçük üretim ve hizmet alanlarındaki tıkanışa çözüm olarak özel girişime izin veril­miştir. Tamir bakım eğlence, taşıma vb. alanlarda “devlet” memurluğu ya da işçiliği yürümüyor. Özel girişim dene­necektir.

Tarım da, atıl duran iş gücünü ha­rekete geçirmek için toprak kiralama serbest bırakılmıştır.

Mülkiyet ilişiklerinde, çatıştığı fab­rikadan hisse satın alabilmek, 50 yıl toprak kiralayabilmek, gibi önlemlerle özel mülkiyetin tılsımından medet umulmaktadır.

Politikada, genel yığın inisiyatifini harekete geçirmek için yollar bulunup uygulanmaya çalışılıyor. Bulunamaz­sa Polonya’da olduğu gibi yığınlar ken­dileri bazı çözümler dayatabiliyor. Dönmüş halk demokrasileri canlanı­yor.

Bu kısa özetlemeden sonra Sosya­lizmin sancılarının nedenlerine gele­lim.

Birinci ve temel neden, Sosyaliz­min kuruluşuna başlanırken, devir alı­nan geri mirastır. Sosyalizm gelmiş bir kapitalist ülkede değil, Avrupa’nın en geri ülkesinde kuruldu. Bu genel karakter sonraki deneylerde de değişme­di. Geriliğin, sanayi ve tarımdaki üretici güçlerin ilkelliği anlamına geldi­ği açık. Üretici güçler modern çağda başlıca iki bölük; teknik ve insan. Tek­nik geri olunca insan üretici gücün de bu ülkelerde çok geri seviyelerdeydi. Kapitalizm bir kaç yüz yılda üretim sü­recinde keskin bir iş disiplini yaratmış­tır. Oysa Rusya ve diğer ülkelerde bu disiplin kurulmadan Sosyalizmin ku­rulma yoluna çıkılmıştır. Kapitalizm koşullarında, kapitalist iflas, işçi ise aç­lık korkusuyla terbiye ediliyor. Sosya­lizmde ise en önemli silah bilinç. Bu­nun ezberlenmesi değil, tüm davranışları belirleyecek şekilde sindirilmesi, deneylerin gösterdiği gibi uzun bir sü­reci kapsıyor. Gerçek bilinçlenme ye­rine cansız formüller ve talimatlar ge­çirilince üretime kayıtsızlık en öldürü­cü sonuç oluyor.

İşçinin, üretim sürecine gerçekten yaratıcı bir şekilde katılmasının her an yeni yolları bulunup denenmedikçe, Sosyalizmin şah damarı kesilmiş olur. Sosyalizmin bugüne kadarki deneyi, işsize iş bulmak ve iş güvenliği sağla­maktan çok öteye gidememiş. Türkiye devrimcileri bizim “devletçilik” dene­yimizi iyi tanırlar. Özel sektöre göre daha “güvenli”, bir yumurtanın on kişi­ye taşıtıldığı hantal işletmelerdir. Sos­yalizmin kolektif mülkiyeti böyle bir soysuzlaşmaya uğramıştır.

Kırda ise, binlerce yılın geleneğiy­le yüklü küçük köylülük, kısa zamanda kolektif üretime ikna olamıyor, ve bu konu Sosyalist ülkelerin en zayıf nok­tasıdır. Bu geri mirası Sosyalizm içinde eğitmek ve modernleştirmek zor ve sancılı bir süreçtir. En küçük kestirme­cilik, üretimde bir düşüş, üretici güçle­rin israfı biçiminde karşı tepki üreti­yor.

Bugünkü sancıları n ikinci nedeni demokratik devrim süreçlerinin zor­lanmasıdır. Bunu şehirde küçük hiz­metlerin özel girişime devrinden, kırda toprak kiralama imkanının tanınma­sından çıkartabiliyoruz. Hele Polonya ve Macaristan’ı göz önüne alırsak, özel sektörün şehirde ve kırda hızlı adımlar atışından acaba bir geri dönüş süreci mi yaşanıyor? sorusunu insan sormadan edemiyor.

Sosyalizmin kuruluş deneyleri kolektif, üretime ve mülkiyete geçişin ka­rar ve talimatlarla olamayacağını yete­rince göstermiştir. Demokratik Dev­rim sürecinden kastımız, proletarya iktidarında şehirde ve kırda küçük üre­timin kontrolü ve giderek tasfiyesidir. Bu sürecin zorlanması özellikle özelikle küçük burjuva tabakaların Sosya­lizme karşı direncini yükseltip, bu hoşnutsuzluğu bilinçlerin derinlikleri­ne püskürtmüştür.

Sovyetler Birliğinin koşulları, böy­le bir zorlamaya büyük ölçüde haklı çı­karabilir. Ancak diğer ülkelerce Sov­yet deneyinin taklit edilmesinin savu­nulabilecek bir yanı yoktur. Polonya buna en kötü örnektir. Böyle zorlama­lar yalnızca üretici güçleri tahrip et­mekle kalmamış, aynı zamanda ulusal duyguları beslemiş hatta Sovyet düş­manlığı yaratmıştır.

Eski hatalar bugün geri dönüşlerle telafi edilmeye çalışılıyor. Bu geç kal­mış geri dönüşler belki problemlerin çözümüne yardımcı olacaktır, fakat aynı zamanda her tedbir bugün Sosya­lizmin aczi anlamına gelmektedir. Dün Sosyalizme gidişte kaçınılmaz adımlar olarak görülebilecek tedbirler bugün Sosyalizmin işlemediği yürümediği iz­lenimini yığınlara yaymaktadır. Geç kalışa böyle bir bedel ödenmek zorun­daydı.

Demokratik Devrim süreçlerinin zorlanmasının en doğal sonucu her şe­ye el atmak zorunda kalan hantal bü­rokratik devlet cihazı olmuştur. Şöyle bir soru akla gelebilir: İktidar alındık­tan sonra Sosyalizm yolunda hiç zor gerekmeyecek mi? Bu soruya hayır de­mek çocukluk olur. İktidarda kalmanın zorlukları açıktır. Ancak zor kullanma­nın sının, üretici yığınlardan kopuşmamak olmalıdır. Bu sınır “sosyalizm uğruna” da olsa ikide bir aşıldıkça sosya­list düzen tamiri güç yaralar alır. Bu­gün Sosyalist ülkelerde yığın inisiyatifinin zayıflığının en önemli nedeni bu dur.

Demokratik devrim süreçlerinin zorlanması genellikle iki zıt sonuç do­ğurmuştur. Geniş, küçük üretmen yı­ğınlarının sinsi sistematik üretim sabo­tajı karşısında ya geriye dönülmüş ya da bu sistemli sabotaj üzerinde sistemli bir baskı kurulmuştur. Birincisi, özel­likle kırda küçük üretimin etkisini arttırmış ve ömrünü uzatmıştır. Polonya, Macaristan ve Çin en tipik örnekler­dir. İkincisi, tembel, yaratıcı üretimde gittikçe kopan kolhoz ve solhozlar ya­ratmıştır. Kişi yaratıcılığı ve inisiyatifinin ancak yüksek seviyelere çıkmasın­dan sonra kolektif üretim yeni ve zen­gin bir üretim ortamı yaratabilir. Kör, ortaçağı durgunluğu ile inmelenmiş, binlerce yıl kendini tekrar etmiş küçük üretimden, kolektif üretime geçiş, bu yeni üretim ortamına ortaçağın bütün ataletini taşımadan edemiyor. Bu kaçı­nılmaz objektif ortam, yığın inisiyatifini ve tepkisini her an en detaylı biçimde yansıtan örgütlenmelerle alt edilebilir­di. Ancak Sovyet deneyinde olduğu gi­bi, olaylıların, korkunç zorluktan için­ de, böyle örgütlenmeler ya dağılmış ya da canlı özünü yitirip donuklaşma­lardır. Sovyet örgütlenmeleri en iyi bilinendir. Cansız ölü biçimlere dönüş­müşlerdir.

Sosyalizmin bugünkü sancılarının üçüncü nedenine ya da onun sınıf te­meline gelelim. Geri ülkede sosyaliz­min kurulmasında en önemli problem yaygın küçük üretimin tasfiyesidir. Geniş küçük burjuva tabakaların varlı­ğı, küçük burjuva mantık ve davranışı­nın her an proletarya partisinin sınırlarından süzülme imkanına objektif bir temel oluşturur. Şu çok açık bir ger­çekliktir ki, proletarya partileri iktidarı aldıktan sonra küçük burjuva akınıyla daha güçlü bir şekilde yüz yüze kalır­lar. Gerek parti içinde ve gerekse dev­let bürokrasisinde kaçınılmaz şekilde küçük burjuvazinin bir yükselişi yaşa­nır.

Geri üretim temeli, yaygın küçük­ burjuva etkiler, emperyalizmin kuşat­ması ve saldırısı koşullarında, imtiyazlı bir bürokrasi yaratmıştır.

Küçük burjuva etkiler kendini en açık biçimde: kaba eşitçilik ve kafa emeğinin küçümsenmesi kılıklarında ortaya koymuştur.

Ayrıca, emperyalist saldırıya ha­zırlık ve ardından onarım yılları ve bü­tün sosyalist ülkeler için soğuk savaş yılları doğrudan yığın denetimini nere­deyse yoka indirmiştir. Denetimden kopan bürokrasi bizzat karşı etkiyle yı­ğın inisiyatifini öldürmüştür.

Halk inisiyatifi büyük güçle Sosya­lizmde her tıkanan sorunun bu inisiyatife havale edilmesi en azından lafta ol­sun sık rastlanan bir olay.

Kapitalizm koşullarında işçi sınıfı ve halk kendi inisiyatiflerini genellikle uzun birikim yıllarından sonra patla­malarla ortaya koyuyorlar. Kapitalist­ler ve onların adına davrananlar ise her günkü yaşamda inisiyatif göster­mek zorundadır.

Sosyalizm ise, geniş halk yığınları­nın rehberidir ya da öyle olmalıdır. Onlar adına davranan öncü Parti yığın ör­gütlenmelerine dayanmıyorsa sıra­dan bir zümre partisine dönüşür. Sos­yalizm, geniş halk yığınlarının, örgüt­leri aracılığıyla günlük yaşamı inisiyatiflice, yönlendirmeleri olmalıdır. An­cak inisiyatif durup dururken değil bilgi ve deneyle beslenip gelişebilir; insan yaşamını ilgilendiren her alandaki örgütlenmeyle somutlaşır. Sosyalizmin bugüne kadar gelen pratiğinde, bilgi; Marksizm-Leninizm’in biraz da Sko­lastikçe okullarda aktarımı olmuş; deney ise; üst organlarda alınan kararların ruhsuzca uygulanışına dönmüştür. Sosyalist ülkelerden, Batı’ya iltica eden döneklerin biraz samimi olanları “sos­yalizm teoride iyi ama pratikte rezalet” demektedir. Bu aslında bir gerçekliğin ifadesidir. Bürokrasi şekilleniş sürecin­de teori ve pratiğin bağlarını kaçırmış­tır. Ve koparabildiği ölçüde güçlenmiştir. Bu ise, gerek teoride gerekse pratikte sosyalist değerlerin soysuzlaş­masını getirmiştir.

Yüksek sosyete seçilen 12 yıllık bir kimya işçisi kadın, eski hataları eleşti­rilirken şunları da ilave ediyor.

“‘Halk uğruna’, ‘halkın yararına’ gi­bi deyimler sinirlendiriyor, çünkü böy­le söyleyenler halkla-işçiler veya diğer kesimlerle ilgilenmeyip, yalnızca ken­di kişisel iktidarlarıyla ilgileniyorlar.” (Moscow News, 16 Temmuz 89, Valentina Kıselyova)

En temel kavramlara tam tersi bir öz kazandıran bürokratik soysuzlaş­manın kökünde, Sosyalizmin küçük ­burjuva dar görüşlülüğüyle bozulması yatar. Üstelik bugüne kadar Sosya­lizm yoluna çıkan ülkelerin hemen hepsinde, modern kapitalizmin yarat­tığı küçük burjuva tabakalar değil, kapi­talizm öncesinden kalma antika (köy­lü, esnaf) küçük burjuva tabakalar kala­balık bir yığın teşkil ediyordu. Bunun üretim açısından anlamı, üretici güçle­rin önemli bir bölümünde ortaçağ ata­letinin güçlü etkilerinin yaşaması de­mektir. Kapitalizmin birkaç yüzyılda kırıp parçaladığı bu ataleti, Sosyalizm bir kaç on yılda tasfiye etmeyi denedi. Sonuç; önemli kazançların yanında dev, hantal bürokratik devlet mekaniz­masının yaratılması oldu.

Böylece üretici güçlerdeki dağınık­lık ve ataleti yenmek için karşı ağırlık olan bürokratik devlet, aslında ortaçağ ataletinin Sosyalizm içindeki uzantısı oldu. Bir dönem gelişime hız katan bu aparat, kısa zamanda gelişime engel hale geldi. Bürokratik mekanizmaların ömrünü uzatan en önemli koşul ise, emperyalizmle savaş durumudur. Güçler dengesinin kuruluşuna kadar olumlu misyonu önde olan devlet, bu deneyden sonra hız kesici, tutucu bir konuma düşmüştür.

Sonuç

II. Enternasyonal, 1917 Ekim devrimiyle aşıldı ve dünya komünist hareketi III. Enternasyonal’i yarattı. Fa­kat Çin-Sovyet kopuşması ve Avrupa komünizmi soysuzlaşması o yıllardan bu yana aşılamadı, tam tersine sancı iktidardaki sosyalizmin kriziyle bir üst konağa tırmandı, derinleşti.

Yani komünistleşmeyen radikal küçük burjuva devrimciliği gerileyip, gericileşirken komünizme parlamento sıralarından sıçramayı düşleyen Ba­tı komünist partileri uzak ufuklarından komünizmi silip yerine “barışın korunmasını” koydular. Birkaçı hariç diğer­leri II. Enternasyonal’de yeniden üyelik müracaatını bile gündeme getirdi. Ya­ni sosyal demokratlaşıyorlar.

Öte yandan Sosyalizmin kuruluş pratiğinde ne kadar küçük burjuva zor­laması varsa hepsi tek tek dikiş patlatı­yor. Sosyalizmin kuruluşundaki küçük burjuva hayaller ve kalıplar yıkılıyor. Sosyalizm böyle bir basamaktan geç­mek zorunda mıydı? Objektif temel, yani Sosyalizmin devir aldığı geri ve yaygın küçük üretim temeli böyle san­cılı bir dönemeci bir ölçüde kaçınılmaz kılmıştır. Dünya koşullan da bu gidişte­ki sancıları şiddetlendirmiştir.

Günümüzde, Sosyalist ülkelerde üretici güçlerin verdiği seviye, Sosya­lizmin küçük burjuva tarzda bozulma­sına daha fazla katlanmayacak nokta­ya gelmiştir. Sosyalizmin kuruluş ve geliş süreçlerine yapıştırılan küçük bur­juva yamalar artık dökülmektedir. Bunlar çürümenin kaynağı olmuştur. Ancak bu sancılı süreçten, küçük burjuvaca bozulmalardan kopuşma tek yönlü ve kolay olacağı benzemiyor.

Soysuzlaşan “devlet mülkiyeti” kökleri kazınamamış özel mülkiyet duygularını güçlendiriyor. Kolektif ini­siyatifi kolektif hantallığa ve tembelli­ğe dönüştüren bürokrasi, bunun bede­lini şimdi kişicil inisiyatife yol açarak ödemek zorunda kalıyor.

Bazı sosyalist ülkelerde özellikle tarımda hala özel mülkiyetin güçlü ol­ması, bu sancılı dönemden geçiş süre­mde emperyalizmin iştahını kabartı­yor ve sosyalizmden geriye düşüş ihti­malini de iktidardaki sosyalizmin gün­demine sokuyor.

Sosyalizmin çürüyen küçük burju­va yanları kendiliğinden proletarya sosyalizminin güçlenmesi sonucunu doğuramaz. Emperyalizmin çekim gü­cünü de düşünürsek kapitalizme doğru devriliş kimi sosyalist ülkeler için mut­lak olarak imkan dışı değildir. İhtimal­ler üzerinde spekülasyon işimiz değil. Ancak bir Sosyalist ülkede ya da bu yolda ilerleyen bir ülkede şehir ve kır­daki sosyalist üretim emek üretkenli­ğinde başı çekemiyorsa o ülkede Sos­yalizmin güçlenmesi için temel eksik demektir.

Dünya Komünist hareketi mevcut krizden nasıl çıkacaktır? Önümüzde, kısa dönemde dünyada bir devrimci durumun doğabileceği bir süreç gö­rünmüyor. Dolayısıyla çözüme sıçra­mak devrimci yılların içinden geçerek varılmayacak. Yaşanan yıllar henüz birikim yıllarıdır.

Krizden çıkışta motor güçler ne olabilir?

Kapitalizm, tekniğin ve üretim iliş­kilerinin daha gelişkin olduğu Babil, Yunan ya da Roma’da değil de daha geri İngiltere adasında alev aldı. Üreti­ci güçleri çürüten aşırı iri tefeci-bezirgan sermaye eski medeniyetlerde böyle bir sıçrayışa engel oldu. Özellik­le insan üretim gücünü daha diri ve canlı olduğu İngiltere ve Kıta Avrupa’sına, medeniyetin tekniği ulaşır ulaş­maz 7 bin yılda değil bir kaç yüzyılda kapitalizm filiz verdi, üretici güçleri çok daha devasa bir gelişime itti.

Sosyalizm ise, yine üretim tekniği­nin daha gelişkin olduğu Kıta Avrupa’sında değil, daha geri olduğu Çarlık Rusya’sında patlak verdi. Kıta Avrupa’sında insan üretici gücü, başlıcası işçi sınıfı, sömürge talanlarının nimetleriy­le uyuşturulabilmiştir. Uyuşmayanla­rın can hıraş çabaları gidişi değiştirme­di. Tekniğin fırtınalı gelişimiyle yüz yü­ze gelen ayık Rus proletaryasının, sö­mürge talanlarıyla değil papaz gaponlarla uyuşturulma çabaları sökmedi, dünyada ilk işçi iktidarı kuruldu.

O yıllardan bugünün ortamına geldiğinden batı proletaryasının yeni sömürgecilik talanıyla afyonladığı ve aynı zamanda nükleer kıyamet tehdidiyle sindirildiği acı ancak açık bir gerçek­tir. Modern tefeci bezirganlık yani uluslararası finans-kapital Batı’da in­san üretici gücünü önemli ölçüde dev maketlerin vitrinleriyle hipnotize edip çürütmüştür.

Geri kapitalist ülkeler ya da “üçün­cü dünya”da ise, çalışan yığınların Ba­tı’daki gibi afyonlanması ekonomik olarak mümkün değildir. O nedenle bu ülkelerde faşizm ve başka bin bir yolla insan üretici gücü, kelimenin ger­çek anlamında çürütülüp paçavralaştırılmak isteniyor. Ancak bunu sağlaya­bilmek büyük ölçüde imkansızdır, işçi sınıfının geniş çekirdeği, bu ülkelerde gelişimin zembereği olmak özelliğini hala korumaktadır.

Bu ülkelerde 1970’ler sonrası mü­cadele karakter değiştirmektedir. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin yerini sınırları daha belirginleşmiş sınıf sa­vaşları almaktadır. Bu konakta değişi­mi ve kendini ortaya koyuşu elbette yıl­lar almaktadır. İşte Dünya Komünist Hareketindeki çürümeler taze kan kaynaklarından birisi bu ülkelerdeki işçi sınıfı hareketleridir. Bu ülkelerdeki mü­cadelelerin nasıl gelişeceğini elbette ki gelecek günler gösterecektir, ancak bu mücadelelerin, kanı çekilip, cansız­laşan Dünya Komünist Hareketine ye­ni yaşam gücü vereceği açıktır.

Sosyalist ülkelerde ise, insan üreti­ci gücü önemli yaralar alsa da, kendini onarabilecek imkan ve araçlara sahip­tir. Fakat bu kendini yenilemenin ko­lay süreç olamayacağı her gün daha iyi anlaşılıyor.

Sonuç olarak, Dünya Komünist Hareketindeki çürümeyi aşabilecek iki güç; Sosyalist ülkelerde ve geri kapita­list ülkelerde işçi sınıfıdır. Batı proletaryası emperyalizme karşı pasif bir di­rençle kendi misyonunu sınırlarken, geri ülke proletaryaları emperyalizme zayıf noktalarından vuran aktif saldırı misyonuyla yüklüdürler. Sosyalist ül­keler kendilerini yeniledikleri ölçüde emperyalizme genel saldırının ya da üstünlük kurmanın maddi ve psikolojik ortamını güçlendireceklerdir.

Dünya Komünist Hareketi krizli günlerden geçiyor.

Bu sancılı günlerin aşılmasında çü­rüyen yanların kesilip atılmasında, ge­nel komünist hareketin taze kan alma­sında öncülük Sosyalist ülkelerce ya da birkaçı tarafından yapılırsa sorunlar daha kestirme bir süreçle aşılabilir. Fa­kat öncülük üçüncü dünya proletaryasının omuzlarına kalırsa sürecin çok sancılı olacağı açıktır.

Sosyalizm kendi problemleriyle boğuşurken, üçüncü dünya devrimlerinin sorunlarıyla yüz yüze gelmek is­temiyor. Canlı olayların akışı öyle bir kendini kayırışa izin verecek mi?

Özetle, iktidardaki sosyalizmin sancılarıyla Dünya Komünist Hareke­tinin krizi tepe noktasına çıkmıştır. Küçük burjuva zorlamaları ve aristok­rat işçi eğilimlerinin istikrarlı inatçı baskısıyla incelenen Dünya Komünist Hareketi, şimdi kabuk değiştirmeye zorlanıyor. Ancak ufukta, çürüyen ce­sedi yoldan süpürecek yeni bir 1917 devrimi görünmüyor.

Öyleyse kabuk değiştirme sancılı, dolambaçlı, inişli çıkışlı bir yol izleye­cektir. Öyle görülüyor ki 1965’lerde kurulan güçler dengesi, dünya ölçü­sünde yeniden kurulacak ve bu denge kendinden sonraki gelişime damgasını vuracaktır. Önceki denge Sosyalizmin itibarlı, kapitalizmin sancılı günlerinde kurulmuştu. Şimdi görünüş tersine dönmüştür. Sosyalizmin “iflas” ettiği, kapitalizmin geliştiğine dair çığlıkların atıldığı yıllar yaşayacağız.

Bütün bunlar Sosyalizmi, küçük burjuva dar kafalığı ve aristokrat işçi hımbıllığından kurtararak aşılabilir. O zaman Sosyalizm, ilkelliklerinden kopuşup sevice yükselecektir ve insanlık dünya ölçüsündeki tarihi hesaplaşma­ya doğru büyük bir adım atmış olacak­tır.­

­

­