Dünya Komünist Hareketinin Sancıları
Çağdaş Yol, Sayı 9, Ekim 1989
Komünist Hareket zor günlerden geçiyor. Son birkaç yıldır Dünya basını Çin, Sovyetler, Polonya, Macaristan, Yugoslavya olaylarıyla dolup taşıyor. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin borçları, Nikaragua devrimine yapılan saldırılar artık haber değeri taşımıyor. Emperyalist basın büyük bir gayret ve keyifle komünizmin artık “iflas” ettiğini ispatlama çabasında… Her gün yeni bir haberle, Sosyalist ülkelerin nasıl en sonunda kapitalist ekonomi metotlarına boyun eğmek zorunda kaldıkları, bütün dünyada tekrar tekrar duyuruluyor.
Eski başkanlardan R. Nixon, seçimlerin hemen sonrasında “Bush’un gündemi”ni şöyle belirlemiştir.
“Yeni Yönetim Avrupa’ya en yüksek dış politika önceliğini vermelidir…
“Doğu, Avrupa Batı Avrupa’nın doğal politik inisiyatif alanıdır. Müttefiklerimizin yorgunluğu bir ölçüde şu gerçeklikten kaynaklanıyor: Kırk yıldır onların rolü olumsuz bir misyonla sınırlandırıldı -Sovyet yayılmacılığını durdurmak-. Bu yorgunluk, Demir Perde ötesindeki gelişen barışçıl değişime; olumlu bir misyonla enerji harcayarak giderilebilir.” (Foreign Aftairs, “The Bush Agenda”, R. Nixon)
Emperyalizmin dış politikasının odak noktası Avrupa (yani Doğu Avrupa) olacaktır. Avrupa’da kırk yıldır durgun görünen “Kapitalizm-Sosyalizm sınırı” olumlu bir misyonla enerji harcanarak değişime zorlanacaktır. Batılı liderlerin, duygulu nutuklarla ikide bir ortaya attıkları “Berlin Duvarı”nın yıkılması dileği bu sınır zorlamasının en nazik noktasıdır.
Emperyalizm böyle bir taktik yönelişe yalnızca kendi isteğiyle giremezdi. Bu konuda “kırk yıldır” hiç bir fırsatı zaten kaçırmamıştır. Ancak şimdi emperyalizmi böyle bir taktiğe çeken, Sosyalizmin tepe noktalarına tırmanan iç zorluklarıdır. Sosyalizm sınırları içinden emperyalizme heyecanla el sallayanlar çoğaldı. Üstelik bunlar “açıklık politikası” sayesinde artık emperyalizme oldukça rahat kur yapabiliyorlar.
Eskiden kapitalizmin, Doğu Avrupa’ya yönelik saldırı yoklamalarına kurulu bir yay gibi cevap veren Sosyalizm, son yıllarda bu gerilimden çıkmış görünüyor. Böylece Sosyalizm Sosyalizm olmaktan mı çıktı? Yoksa kendi sistem temellerini daha soğukkanlı esnek tepki gösterecek ölçüde güçlendirdi mi?
Konumuz Emperyalizm ve Sosyalizm karşılıklı taktik yoklamaları değil Dünya Komünist Hareketi’nin sancılarına genel nedenleri çerçevesinde yaklaşabilmek, daha derinliğine irdelemeler için bir çıkış noktası belirleyebilmektir.
Sorunun Konuluşu
1917’den beri Dünya Komünist Hareketi nitelikçe başlıca iki bölüğe ayrıldı: İktidarda olanlar ve iktidar için mücadele edenler. Dolayısıyla Komünist Hareketin içindeki partilerin problemleri ülke özelliklerine göre ayrıcalıklar göstermekten öteye sistem farklılıklarından gelen yepyeni sorunlarla yüz yüzedir. Bu süreç II. Dünya Savaşı sonrasında daha zengin bir nitelik kazandı.
Böylece Kapitalist Ülkelerdeki Komünist Partilerini iktidar için mücadelede izledikleri yol en iyi biçimde tanımlarken; iktidarın alındığı ülkelerde sosyalizmin kuruluşu için izlenen yol partilerin yapısının gerçek mihenk taşı olur. İkinci cümlecik şu soruyu peşinden getirir: İktidara proletarya adına el koymuş bir parti, sonraki süreçte, sınıf yapısında bir değişime uğrayabilir mi? Daha açık soralım; iktidar yıllarında ya da sosyalizmin kurulma sürecinde parti, genel olarak halktan, özel olarak proletaryadan kopuşabilir mi? Polonya deneyi bu soruya olumlu cevap vermemizi gerektiriyor.
Evet, kopuşabilir. Bu cevapcık 70 yıllık Sosyalizm deneyi dikkate alındığında gerçekten yepyeni sorunlarla yüz yüze olduğumuzu vurguluyor. Sosyalizmin kuruluş için mücadele yıllarında proletaryadan kopuşan bir “proletarya partisi”! Bu paradoks bugün bir emperyalist propagandası ya da uydurması değil, Komünist hareketin pratik akışında karşımıza çıkan açık bir gerçekliktir. Öyleyse üstünden atlanamaz. Çözümlenmelidir.
Bugün birkaçı hariç bütün sosyalist ülkelerde “reform”un uygulamaları gündemde. Bir kabuk değiştirme sancısı yaşanıyor. Polonya bir uç örnek, onun ardında Macaristan bekliyor. Sovyetlerde şimdilik “aşırı” yönelişler gözlenmiyor. Bu kabuk değiştirme sancıları elbette ki yalnızca pratik, pragmatik yönelişler olmakla kalmıyor, kendi teorik yaklaşımlarını da yaratıyorlar. İşte tam bu noktada on yılların sessiz birikimi gürültülü bir patlamayla etrafa saçılmıştır. Pek çok “tabu” konu tartışma gündemindedir.
Sosyalist mülkiyet biçimleri “pazar” ekonomisi, sanayide bile özel girişimciliğe dönüş, uluslararası planda sınıf mücadelesinin reddi, devrimler döneminin kapanıp evrimci değişimi tek gelişme yolu ilan etmek, militarizmsiz kapitalizm ve Yeni Sömürgecilik olmaksızın emperyalizm, hatta tekelci kapitalizmin “çürüyen” değil, belki de “kapitalizmin gerçek gelişme biçimi” olduğu tezleri, Komünist dünyada kıyamet alametleridir. Bu tabloya Batı kapitalist anayurtlarındaki komünist partilerin çoktan katılaşmış anti-Marksist görüşlerini de eklersek Dünya Komünist Hareketinde bir çöküşten bahsetmek hiç de abartmalı bir değerlendirme olmayacaktır.
Çöken nedir? Boyutları ve çıkış yolları nelerdir? Önümüzdeki yılların gündemindeki konular bunlardır. Bu konuda taslak düşüncelerimizi formüle etmeden, Komünist hareketin tarihinde yaşanmış önceki çöküşlere değinelim.
İlk Büyük Çöküş: II. Enternasyonal
Lenin “II. Enternasyonal’in Çöküşü” broşürünü Mayıs 1915’te yazdı. Enternasyonal üyesi partilerin savaşla birlikte “anavatanın savunulması” taktiğine sürüklenmeleriyle proletaryanın vatan tanımaz uluslararası örgütlenmesi çöktü. Oysa Balkan Savaşı nedeniyle Kasım 1912’de toplanan II. Enternasyonal olağanüstü Basel Kongresi’nde; “(1) savaşın ekonomik ve politik kriz yaratacağı; (2) işçilerin savaşa katılmayı ve kapitalistlerin kârları için birbirlerini vurmayı bir cinayet olarak kabul edeceği; savaşın işçiler arasında öfke ve isyan uyandıracağı; (3) sosyalistlerin görevinin, halkı ayaklandırmak ve kapitalizmin yıkılışını hızlandırmak için bu krizden ve işçilerin ruh halinden yararlanmak olduğu; (4) istisnasız bütün hükümetlerin hayati tehlike karşısında savaşa başlayabileceği; (5) hükümetlerin bir proleter devriminden korktukları; (6) hükümetlerin Paris Komününü (yani sivil savaş), 1905 Rus devrimini hatırlamaları gerektiği” (Lenin, Cilt 21, s. 213) tespit edilmişti.
İki yıl sonra savaş patladığında II. Enternasyonal partilerinin büyük bir çoğunluğu Basel Kongresi kararlarını unuttular ve proletaryanın sınıf çıkarlarına, kendi burjuvazilerinin hatırı için, ihanet ettiler.
Her şey bu iki yılda mı birikti? Savaşın olağanüstü koşullan mı Komünist partileri bozguna itti? Tarihi gerçeklikler bu büyük çöküşün ardında uzun birikim yıllarının ve emperyalizmin, kapitalist ekonomilerde yarattığı yapısal değişikliklerin olduğunu ortaya koyuyor.
“Bununla birlikte, “barışçıl” on yıllar kendi izini bırakmaksızın geçip gitmedi. Bu yıllar kaçınılmaz olarak bütün ülkelerde oportünizmin yükselmesine neden oldu ve onu parlamentolar, sendikalar, basın ve diğer “liderler” arasında egemen hale getirdi. Devrimci Proletaryayı çökertmek ve zayıflatmak için çırpınan tüm burjuvazi tarafından her yolla desteklenen oportünizme karşı şu ya da bu biçimde uzun ve dişe diş bir mücadelenin verilmediği tek bir Avrupa ülkesi yoktur. On beş yıl önce “Bernştayn” tartışmasının başlangıcında, aynı Kaustky, oportünizm bir tepki olmaktan bir eğilime dönüşürse, bir bölünmenin yakın olduğunu yazmıştı.” (Lenin, Cilt 21, s.98)
1870’lerden sonra Avrupa’da uzun barışçıl yıllar başlamıştır. Bu aynı yıllar “hareket her şey amaç hiçbir şeydir” parolasını atan Bernştayn oportünizminin doğuş ve serpiliş yıllandır. Komünizm nihai amacını günlük çıkarların dar ufkunda boğan ve inkar eden Bernştayn “barışçıl” on yılların oportünist birikiminin bir bakıma başlangıç noktasıdır. Dolayısıyla savaşa karşı Basel Kongresi’nde olumlu karar alabilen II. Enternasyonal partileri aslında on yılı aşkın süredir oportünizm mikrobuyla boğuşmaktaydılar. Savaşın olağanüstü koşullan uzun barışçıl yılların sivriltemediği sorunları bir anda üste çıkartmış, Enternasyonal partilerinde oportünizmin aktığı derin kanallar birden patlamış, çürümüşlük bütün iğrençliğiyle gözler önüne serilmiştir.
Demek ki II. Enternasyonal’i çöküşe götüren nedenlerden birisi, uzun yıllar, içinden geçtiği “barışçıl” on yıllardır. “Bu yıllar kaçınılmaz olarak bütün ülkelerde oportünizmin yükselmesine neden” olmuştu. Ancak böyle geniş boyutlu bir yıkılış için yalnızca uzun barışçıl yıllar yetmezdi.
Emperyalizm dönemi oportünist eğilimlere bir bakıma sağlam maddi temeller hazırlanmıştır. “Oportünizm, kapitalizmin gelişiminin özel nitelikli bir döneminde onlarca yıllık süreçte peydahlandı; bu dönem diğerlerine göre barışçıldı ve imtiyazlı işçi tabakasının kültürlü yaşamı onları “burjuvalaştırdı” onlara uluslar kapitalistlerin sofrasından kırıntılar vardı ye yoksul ve perişan yığınların acılarından, dertlerinden devrimci ruh halinden kopardı.” (Lenin, cilt 21, s. 243) “Burjuvalaşan” imtiyazlı işçi zümresi emperyalist talanın yaratığıdır. Ezilen ulusların zararına, bu yağmadan kırıntı çöplenen ve işçi sınıfının genel kitlesinden kopan ona yabancılaşan bu aristokrat işçi zümresi oportünizmin maddi dayanak noktası olmuştu.
On yılların birikimi ve oluşumu, savaşla bütün örtülerinden sıyrılmıştır.
“Bu çöküş, Sosyal-Demokrat partilerin ulusal işçi partilerine dönüşümü, oportünizmin tam bir zaferi anlamına gelmekle birlikte, aslında, II. Enternasyonal’in bütün tarihsel döneminin -on dokuzuncu yüzyılın kapanışı ve yirminci yüzyılın başlangıcı- bir sonucudur. Bu dönemin objektif koşulları -Batı Avrupa burjuva ve ulusal devrimlerinin tamamlanmasından sosyalist devrimlerin açılışına geçiş-oportünizmi yarattı ve besledi.” (Lenin, Cilt 21, s. 256)
Özetlersek, II. Enternasyonal’in çöküşünü başlıca üç koşulun yan yana gelmesi hazırlamıştır. İlki, uzun barışçıl on yıllardır, İkincisi; emperyalizm çağının işçi sınıfı içinde aristokrat bir zümre yaratması, üçüncüsü; burjuva devrimleri çağının kapanıp, sosyalist devrimler döneminin açılmasıdır. Artık egemen olan burjuvazi “her yolla” sınıf içinde oportünizmi besleyip kışkırtabilmiştir. Hatta tarihi ve siyasi olarak eyleminin başça yönlerinden birisi bu olmuştu.
Çöküşen teorik cephaneliğe de göz atarak tabloyu tamamlayalım. Barışçıl geçiş umutları; proletarya diktatörlüğünün reddi, “demokrasi”nin (burjuva demokrasisinin) kutsanması, “ultra emperyalizm” tezleriyle emperyalizmin yüceltilmesi, çelişkisiz, çatışmasız bir şekilde “süper emperyalizm”in, Dünyayı barışçıl sömürmesinin ve geliştirmesinin mümkün olduğu görüşleri, o yıllar oportünizmin, II. Enternasyonal döneklerinin bayrağına yazılmıştır. Savaşla birlikte aynı bayrağa “vatan savunması” ya da şovenizm de yazılınca çöküşü ilan etmek kaçınılmaz olmuştur.
Uluslararası işçi hareketinin önünden bu çürümüş cesedi ancak 1917 Rus Devrimi’nin patlamasıyla hızlanan Avrupa’daki devrimci kabarış süpürebilmiştir. III. Enternasyonal’i yaratan dönem, II. Enternasyonal yıllarından bambaşka karakterdedir. Bu yıllar derin ekonomik krizlerin ebelik yaptığı devrimci atılım ile faşizme karşı mücadelenin içiçe geçtiği yıllardır.
III. Enternasyonal, kimi önemli hatalarına rağmen, uluslararası proletarya mücadelesinin şanlı, unutulamaz yıllarının adı oldu.
İkinci Kriz: Sovyet-Çin Kopuşması ve “Avrupa Komünizmi”
II. Enternasyonal’in çöküşünden sonraki yıllar savaş ve kriz yıllarıydı. Avrupa’da en azından iki on yıl devrim ve faşizm ölümcül savaşa girişti. II. Enternasyonal’i içten çürüten “barışçıl” on yılların tersine III. Enternasyonal yıllan adeta düşüncenin olayların hızına yetişemediği yıllar oldu.
Komünist Enternasyonal sonrası yıllar ise, II. Enternasyonal yıllarına benzedi. En genel tarihi gidiş açısından I. ve III. Enternasyonal yıllarını, öte yandan da II. Enternasyonal yıllan ile 1950’ler sonrası benzetmek hatalı olmaz. Bu dönemlerin farklılığı devrim ve evrim arasındaki farklılığa denk düşer. Bu iki temel sosyal gelişim yolunun bambaşka özellikleri, kaçınılmaz bir şekilde ortamın içindeki partileri de etkilemiştir.
1950 sonrası yılları, II. Enternasyonal yıllarından ayıran elbette ki çok önemli özellikler vardır. Bu özelliklere gelmeden, Komünist Harekette önemli bir kriz yaratan Çin Sovyet kopuşmasının kapsamına değinelim.
1963’te şiddetlenen polemikler bir kaç yıl sonra kopuşma ile sonuçlanmış, Çin, Sovyetler Birliği’ni “emperyalist” ilan ederek karşı-devrim saflarında görmeye başlamıştır. Bu kopuşmanın, Dünya Komünist Hareketinde önemli bir kargaşa yarattığı açıktır. Ancak bu kaosun tek nedeni yalnızca Çin ve Sovyetlerin kopuşmaları gerçekliği değil, bizzat polemikleri böyle bir kopuşmaya götüren ortam ve olaylardır.
Çin Sovyet çatışması, teoride Stalin’in ölümünden sonra SBKP politikasındaki değişimler pratikte de Küba krizinde Sovyetlerin tavrı kışkırtmıştır.
22. Kongresinde kabul edilen yeni programla SBKP, o güne kadar Batı Avrupa komünist partilerince savunulan “barışçıl geçiş” tezlerini açıkça benimsediğini ilan etmiş oldu.
Küba krizindeki geri çekiliş ise Çin tarafından, Amerika’ya “teslimiyet” olarak görüldü.
Sonuçta belli konularda sivrilen bir siyasi çatışma başladı.
“Uluslararası komünist hareketin genel çizgisi, tek yanlı bir görüşle, “barış içinde bir arada yaşama”, “barış içinde yarış” ve “barış içinde geçişe” indirgenirse bu, 1957 Deklarasyonu’nun ve 1960 Bildirisinin devrimci ilkelerine aykırı hareket etmek, Dünya Proleter Devriminin tarihsel görevini hiçe sayma ve Marksizm-Leninizm’in devrimci öğretilerden ayrılmak demektir.” (ÇKP’nin SEKP’ne Mektubu, 14.7.1963)
ÇKP -genel olarak- “barış”çı tezlere karşıdır. Çünkü “çağdaş kapitalist dünyanın bünyesindeki çelişmelerin gelişmesinin, emperyalist ülkelerin birbirleriyle yoğun ve dönülmez bir savaşıma girecekleri yeni bir duruma zorunlu olarak yol açacağı”na (a.y.) inanmaktadır.
Öte yandan, “dünya sosyalizm sistemiyle kapitalizm sistemi arasındaki çelişmenin “ekonomik yarış”ın gidişi içinde kendiliğinden ortadan kalkacağını (a.y) savunan görüşlere karşı çıkan ÇKP haklı olarak başka bir alternatif ileri sürür:
“Bu yüzden, Dünya Proleter Devriminin tüm amacı bir bakıma, Dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan bu bölgelerdeki (Asya, Afrika, Latin Amerika b.n.) halkların devrimci savaşımlarının sonucuna dayanmaktadır.” (a.y)
ÇKP’nin SBKP ile giriştiği polemik, yalnızca SBKP’nin “barış içinde birlikte yaşama” politikasının farklı yorumları seviyesinde görülürse, dünya devrimci sürecinde yaşanmakta olan objektif değişimler dikkate alınmamış olur.
Çin’in o dönem politik saldırılarının diğer önemli hedefi Avrupa komünist partilerinde yaşamakta olan gelişimdi. Hemen hepsi sosyalizme “barışçıl” hatta “parlamenter bir geçişi” savunmaya başlamışlardı. Aynı zamanda kaçınılmaz bir şekilde “demokrasiyi” dokunulmaz tabu olarak görüp onu sınıf temellerinden koparıp kutsallaştırıyorlardı. Oysa bu pek “demokratik” ülkeler Asya, Afrika, Latin Amerika halklarına yeni sömürgecilik tuzağından başkasını layık görmüyorlardı.
O nedenle çatışma özünde Çin ile Avrupa Komünist partileri arasındaydı. Ya da yeni sömürgeciliğin artıklarıyla yeniden uyuşturulmaya başlanan batı proletaryası ile Batı’ya başkaldırmış olan ezilen halklar arasındaydı. Bu çatışma ortasında, SBKP, Çin’in tehlikeli noktalara varan görüşlerine karşı (savaşın kaçınılmazlığı görüşüne karşı) mücadele etmemekle kalmamış, bu saçmalıkları desteklemiştir de. İşte bu noktada mücadele “Çin-Sovyet çatışması”na dönüşmüş ve iki yönlü bir kopuşmayla sonuçlanmıştır.
Çin, Sovyetleri “emperyalist” olarak niteleyerek kopuşmuş; daha sonraki yıllarda ise Batı partileri “Avrupa komünizmi” parolasıyla, komünist partiler soyut bildiriden başka bir şey üretmeyen toplantı komedisine son vererek Sovyetlerden “bağımsız”laşmışlardır.
1963-1970 arasında olgunlaşan bu iki uç kopuşma Dünya Komünist Hareketinde yeni önemli bir sancının açık kanıtlarıydı.
O günlerin koşullarına bir göz atarak, olayın biraz daha derinliğine inmeye çalışalım.
Batı’da ekonomik gidiş eski “barışçıl yılları” geri getirmiştir. Ekonomik gelişme, işçi ariktokrasisini yeniden canlandırıp beslemiştir. Üstelik işçi demokrasisi artık, egemen burjuvaziyle kol kola devleti yönetmek gibi önemli bir deneye de sahiptir. İngiltere, Almanya, İsveç’te finans kapitalin gözlerini yaşartan deneyler yaşanmıştır. II. Enternasyonal partilerinin ihanetleri kolay unutulacak bir deney olmamasına rağmen, III. Enternasyonal’in Avrupa partileri daha 1955’lerde taktik sapıklığa düşerek, sosyalizme “barışçıl geçiş” yolunda sıralanmışlar; sanki II. Enternasyonal’in hatalarını tekrarlamaya soyunmuşlardır.
Bu dönüşü yalnızca, başlayan barışçıl yıllarla, açıklayamayız.
II Enternasyonal partilerinin devrime ihaneti Avrupa’da faşizmin tırmanışı için imkan yarattı. O dönemin kalabalık Sosyal-Demokrat partileri faşizmin önünde kirli bir yolluk oldular. Üstlerine basılıp geçildi. Ancak uzun faşizm yılları mücadele ufkunu proletarya devriminden burjuva demokrasisine geriletince, III. Enternasyonal partileri ile ihanet damgalı II. Enternasyonal partileri taktik ittifaklarda yan yana geldiler: Faşizmin korkunç pratiği, komünist partileri içinde de bir kere daha, II. Enternasyonal yıllarındaki gibi, demokrasi sevdasını tutuşturdu. Burjuva demokrasileri idealize edildi hatta sosyalizme geçişin rahat, zahmetsiz bir basamağı olarak görüldü. Netice olarak, faşizm yılları Avrupa komünist partilerinin devrim ufkunu köreltmişti.
Dönüşe ikinci neden, II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda Sosyalizmin tartışılmaz saygınlığı ve gücüdür. Bu güç “barışçıl geçiş” rahat yastığında uyuklamak için gerekçe oldu.
Bu iki neden, komünist partilerindeki taktik sapkınlığın hemen 1950’ler sonrası başlamasını açıklar, ancak ardından gelen uzun yıllarda koyulaşarak daha geri noktalara varmasını yeterince anlatmaz.
Burada üçüncü nedene, kapitalizmin 1950’ler sonrası yaşanan “refah” yıllarında işçi sınıfının yapısındaki değişimlere gelinir. Yeni sömürgecilik ve bilimsel teknik devrimle proletaryanın saflarında masa-hizmet işçilerinin sayısı her gün artmıştır. Sınıfta aydınlaşma artarken bu beraberinde uzlaşma eğilimlerini de beslemiştir. Sınıfın yapısında bu yöndeki değişim eğilimi esas olarak devam ettiği için yıldan yıla komünistlerin sosyal-demokratlaşması yükselen bir hızla devam etmiştir.
II Enternasyonal yıllarının aristokrat işçi zümresi 1955’ler sonrası hem daha yaygınlaşmış, hem de sınıf içinde masa başı çalışanları, “beyaz yakalılar” yıldan yıla artmıştır.
Batı’da sınıf mücadelesinin ortamı; sınıfın yapısındaki tedrici değişim ve üst üste yığılan barışçıl yıllarla donuklaşıp parlamenter hayallerle zehirlenmişken, “üçüncü dünya”da akan süreç bambaşkaydı. II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle Avrupa durulurken, ısınıyordu. Mücadele ortamları tam anlamıyla taban tabana zıttı.
Bu objektif zıtlık kendini teorik seviyede “üç dünya teorisi”nin saçmalıkları bir yana, bu teori, ulusal kurtuluş savaşlarının öneminin, sınıf mücadelesine kayıtsızlaşan batı proletaryasına duyurulma çabasıydı. Bu çaba saçmalık noktasına varan abartmalarla, savunmaya çalıştığı ulusal kurtuluş savaşlarına zarar vermek gibi bir sonuca varmıştır.
1963-70’Ler arasında ve sonrasında Dünya Komünist hareketi içindeki sancının iki kutbunu şöyle tanımlayabiliriz Komünist hareketi; bir yandan ulusal kurtuluş savaşlarından gelen köylü ya da küçük burjuva devrimciliği etkilenirken; öte yandan Batı’da “refah” yıllarını yaşayan kapitalizmin alıklaştırdığı imtiyazlı işçi kesimlerinin reformist hayalleri etkiliyordu.
Ezilen halkların devrimciliği radikal parolalara sarılırken, batıda proletarya “barış” bayrağı altında burjuva demokrasisi afyonuyla iyice uyuşturulmuş olarak bu radikalliğe korku ve tiksintiyle bakıyordu.
Ancak mücadele araçlarındaki devrimcilik Sosyalizme gidişin hiçbir zaman teminatı olmamıştır. Çin, bir yandan üçüncü dünya halklarının mücadelesini tek odak noktası olarak görürken, öte yandan bu halkları en önemli müttefikleri Sosyalist sistemden koparmaya kalkarak kendi tutarsızlığını açığa vuruyordu. Bu, milli burjuvaziye “sempatiyle bakan küçük burjuva (köylü) eşitçiliğinin Sosyalizm yolundaki kararsızlığının kendini açığa vurmasından başka bir anlamı gelemezdi. Çin’deki bu dönüş, aslında o yıllarda emperyalizmden bağımsızlaşan bazı üçüncü dünya ülkelerindeki genel sancının bir dile getirilişiydi. Onlar sosyalizmi kurmaya bile girişmeden kendi kapitalizmlerini çok az sağlamlaştırdıktan sonra yeniden emperyalizmin ağına takılmak için kapitalizm okyanusuna daldılar.
Özetlersek, Komünist harekette ikinci çöküş değilse bile krizin en genel anlamı, küçük burjuva devrimciliğiyle, imtiyazlı işçi zümrelerinin sosyal eğilimlerinin Marksizm zemininden kopuşmaları ya da bir süreci anlatmak istersek böyle bir kopuşmaya kuvvetle yönelmeleridir.
Dünya ölçüsünde finans-kapitalin ilk doğuş ve palazlanışı II. Enternasyonal’in çöküşünün maddi koşullarını yaratmıştı. 1950’ler sonrası ise, aynı finans-kapital, çöken klasik sömürgeciliğin yerine yeni sömürgeciliği geçirerek, tıkanan, kapitalist ekonomileri bilimsel teknik devrimle Sosyalizme karşı savunarak kendine yeniden çeki düzen verdi. Onun bu başarısı, Avrupa komünizminin ve ulusal kurtuluş savaşlarının sosyalizme yönelişte yalpalanmalarının maddi temeli oldu.
Üçüncü Kriz: İktidardaki Sosyalizmin Krizi
Kapitalizmin etkisinin asgari ölçülerde olduğu Sosyalist ülkelerde ne krizi olabilir? Sosyalizm “krizsiz gelişimin” yolu değil miydi?
Gorbaçov yeniden yapılanma eylemine giriştikten sonra konuşmalarında sık sık “çürümenin bu boyutlarda olduğunu bilmiyorduk” demek zorunda kalmıştır. Bizler için ise sosyalist ülkeler en genel bilgilerden öteye hep bilinmez kaldı. Sosyalist ülkeler kendi gerçek durumlarının açıklamayıp olumluluktan dünyaya duyurmakla yetindiler. Şimdi gerçekliklerin perdesi aralandıkça ya da aralanmak zorunda kaldıkça Sosyalist ülkeleri daha iyi tanıyoruz. Ve Gorbaçov’un sözlerini tekrarlamaktan kendimizi alamıyoruz: Çürümenin bu kadarını hayal bile edemezdik!
1980’lerde dünya komünist hareketinin en önemli bölüğünde, sosyalist ülkelerde, gizlenemez sancılar ortaya çıkmıştır. Olayların boyutları kendini ortaya koydukça sorunun, kimi aksamaları düzeltmekten öteye olduğu, köklerinin derin çözümünün zor ve acılı olacağı anlaşıldı.
Sosyalist ülkelerdeki sorunları doğrudan kapitalizmin durumuyla açıklamak elbette mümkün değil. Kapitalizmin bu sancılara dolaylı etkisi olabilir. Bu anlamda iki gelişmeden söz edilebilir.
Sosyalist ülkelerdeki krize sebep olan değil, ancak oradaki birikimin açığa çıkmasında bir ölçüde rol oynamış olan iki gelişmeden birisi ulusal kurtuluş savaşları döneminin kapanmış olmasıdır, hatta yalnızca kapamakla kalmamış, bağımsızlaşan ve sosyalizmle dost olan bu ülkelerin önemli bir bölümü yeniden emperyalizmin saflarına katılmıştır. Böylece II. Dünya Savaşı yıllarından beri oldukça hızlı bir gelişim gösteren Sosyalizmin dünyadaki yayılması duruyor, daha doğrusu bir kaç adım geriliyordu. Sosyalizmin yayılma hızının kesilmesi kaçınılmaz bazı sonuçlar doğurmuştur. Gelişim bazı sistemdeki zayıflıktan örterken, gerileme başlayınca bu zayıflıklar kendilerini daha kuvvetli hissettirmeye başlamıştır.
İkinci neden, kapitalizmin son kırk yıldır bazı önemli krizler yaşamasına rağmen gelişebilmesidir. Kapitalist sistem dünyada alanca daralmaya başladıkça üretimce yoğunlaşıp derinleşme yolunu seçmiştir. Bir bakıma Sosyalizm ekstansif bir yayılma yaşarken, kapitalizm entensif bir derinleşmeye zorlanmıştır. Bu, üretim tekniğinde olağanüstü sıçramalar yaratmıştır. Böyle bir gelişimin Sosyalizmi etkilememesi, hatta onu kuşatıp baskı altına almaması düşünülemezdi.
Bu iki neden Sosyalizmin sancılarını açığa çıkmasını hızlandırmıştır. Ancak bu sancıların nedeni olamazlar. Onlar bütünüyle Sosyalizmin kendi gelişim sürecinin ürünüdür.
Önce Sosyalizmde sancıların kendini ortaya koyuşundan başlayalım.
Ekonomide; teknik gerilik, tüketim mallarında kıtlık ve kalite düşüklüğü, üretimin artık böyle gitmeyeceğini gösteriyor.
Mülkiyet ilişkilerinde; “sahipsiz” ya da soysuzlaşan bir devlet mülkiyeti. Ancak bu mülkiyet ilişkisine aşağıdan, sıradan halk yönünden bakınca, devlet mülkiyeti el değiştirmiş görünüyor. Katı bürokratik yapı üretim araçlarının da “sahibi” olarak görünüyor “Görünsün, nasılsa aslında öyle değil” denilebilir. Ancak bu görüntü, değil sınıfsız topluma ilerlemek, sınıflaşmanın soysuzlaştırıcı etsini sürekli canlı tutan bir sonuç yaratıyor.
Politikada; ağır, pahalı, bürokratik bir devlet ve elbette bunun mantıki sonucu yığın inisiyatifinin çürümesi, yani ölü ya da donmuş halk demokrasisi.
Bu sonuçları gidermek için alınan önlemlere gelince; Sosyalist ülkelerin yapısına göre önlemler elbette ki değişiyor. Biz Sovyetleri temel alacağız.
Konumuz genelliği açısından detaylara girmeyeceğiz, alınan önlemlere baktığımızda sosyalist sistemin dokunulmadık alanının kalmadığını görüyoruz. Üretimden yığın örgütlenmelerine kadar her şey krizden payını almıştır.
Ekonomide, işletmelerin “kendi kendini finanse etmesi” prensibi benimsenmiştir. Kendi kendini öldüren planlamadan kısmi “pazar” koşullarına dönüş. Bunun anlamı ihtiyaçtan, tüketici tepkisinden kopan üretimin, kaçınılmaz şekilde korkunç savurganlığa kapı açmasıdır. Tüketilmeyen mal yığınlarının yanında, ihtiyaca karşılık veremeyen kıt üretim. Planlama, büroda hesaplama olarak uygulanınca, kapitalizmin kar için üretim hastalığının yerini, plan için üretim almıştır. Fakat planın ihtiyaçlara ne ölçüde cevap verdiği, daha da öteye üretilen malın kalitede ihtiyaca karşılık verip vermediğini kontrol eden mekanizmanın yokluğu plan ve israf kelimelerini eş anlamlı hale getirmiştir.
Yine ekonomide, özellikle küçük üretim ve hizmet alanlarındaki tıkanışa çözüm olarak özel girişime izin verilmiştir. Tamir bakım eğlence, taşıma vb. alanlarda “devlet” memurluğu ya da işçiliği yürümüyor. Özel girişim denenecektir.
Tarım da, atıl duran iş gücünü harekete geçirmek için toprak kiralama serbest bırakılmıştır.
Mülkiyet ilişiklerinde, çatıştığı fabrikadan hisse satın alabilmek, 50 yıl toprak kiralayabilmek, gibi önlemlerle özel mülkiyetin tılsımından medet umulmaktadır.
Politikada, genel yığın inisiyatifini harekete geçirmek için yollar bulunup uygulanmaya çalışılıyor. Bulunamazsa Polonya’da olduğu gibi yığınlar kendileri bazı çözümler dayatabiliyor. Dönmüş halk demokrasileri canlanıyor.
Bu kısa özetlemeden sonra Sosyalizmin sancılarının nedenlerine gelelim.
Birinci ve temel neden, Sosyalizmin kuruluşuna başlanırken, devir alınan geri mirastır. Sosyalizm gelmiş bir kapitalist ülkede değil, Avrupa’nın en geri ülkesinde kuruldu. Bu genel karakter sonraki deneylerde de değişmedi. Geriliğin, sanayi ve tarımdaki üretici güçlerin ilkelliği anlamına geldiği açık. Üretici güçler modern çağda başlıca iki bölük; teknik ve insan. Teknik geri olunca insan üretici gücün de bu ülkelerde çok geri seviyelerdeydi. Kapitalizm bir kaç yüz yılda üretim sürecinde keskin bir iş disiplini yaratmıştır. Oysa Rusya ve diğer ülkelerde bu disiplin kurulmadan Sosyalizmin kurulma yoluna çıkılmıştır. Kapitalizm koşullarında, kapitalist iflas, işçi ise açlık korkusuyla terbiye ediliyor. Sosyalizmde ise en önemli silah bilinç. Bunun ezberlenmesi değil, tüm davranışları belirleyecek şekilde sindirilmesi, deneylerin gösterdiği gibi uzun bir süreci kapsıyor. Gerçek bilinçlenme yerine cansız formüller ve talimatlar geçirilince üretime kayıtsızlık en öldürücü sonuç oluyor.
İşçinin, üretim sürecine gerçekten yaratıcı bir şekilde katılmasının her an yeni yolları bulunup denenmedikçe, Sosyalizmin şah damarı kesilmiş olur. Sosyalizmin bugüne kadarki deneyi, işsize iş bulmak ve iş güvenliği sağlamaktan çok öteye gidememiş. Türkiye devrimcileri bizim “devletçilik” deneyimizi iyi tanırlar. Özel sektöre göre daha “güvenli”, bir yumurtanın on kişiye taşıtıldığı hantal işletmelerdir. Sosyalizmin kolektif mülkiyeti böyle bir soysuzlaşmaya uğramıştır.
Kırda ise, binlerce yılın geleneğiyle yüklü küçük köylülük, kısa zamanda kolektif üretime ikna olamıyor, ve bu konu Sosyalist ülkelerin en zayıf noktasıdır. Bu geri mirası Sosyalizm içinde eğitmek ve modernleştirmek zor ve sancılı bir süreçtir. En küçük kestirmecilik, üretimde bir düşüş, üretici güçlerin israfı biçiminde karşı tepki üretiyor.
Bugünkü sancıları n ikinci nedeni demokratik devrim süreçlerinin zorlanmasıdır. Bunu şehirde küçük hizmetlerin özel girişime devrinden, kırda toprak kiralama imkanının tanınmasından çıkartabiliyoruz. Hele Polonya ve Macaristan’ı göz önüne alırsak, özel sektörün şehirde ve kırda hızlı adımlar atışından acaba bir geri dönüş süreci mi yaşanıyor? sorusunu insan sormadan edemiyor.
Sosyalizmin kuruluş deneyleri kolektif, üretime ve mülkiyete geçişin karar ve talimatlarla olamayacağını yeterince göstermiştir. Demokratik Devrim sürecinden kastımız, proletarya iktidarında şehirde ve kırda küçük üretimin kontrolü ve giderek tasfiyesidir. Bu sürecin zorlanması özellikle özelikle küçük burjuva tabakaların Sosyalizme karşı direncini yükseltip, bu hoşnutsuzluğu bilinçlerin derinliklerine püskürtmüştür.
Sovyetler Birliğinin koşulları, böyle bir zorlamaya büyük ölçüde haklı çıkarabilir. Ancak diğer ülkelerce Sovyet deneyinin taklit edilmesinin savunulabilecek bir yanı yoktur. Polonya buna en kötü örnektir. Böyle zorlamalar yalnızca üretici güçleri tahrip etmekle kalmamış, aynı zamanda ulusal duyguları beslemiş hatta Sovyet düşmanlığı yaratmıştır.
Eski hatalar bugün geri dönüşlerle telafi edilmeye çalışılıyor. Bu geç kalmış geri dönüşler belki problemlerin çözümüne yardımcı olacaktır, fakat aynı zamanda her tedbir bugün Sosyalizmin aczi anlamına gelmektedir. Dün Sosyalizme gidişte kaçınılmaz adımlar olarak görülebilecek tedbirler bugün Sosyalizmin işlemediği yürümediği izlenimini yığınlara yaymaktadır. Geç kalışa böyle bir bedel ödenmek zorundaydı.
Demokratik Devrim süreçlerinin zorlanmasının en doğal sonucu her şeye el atmak zorunda kalan hantal bürokratik devlet cihazı olmuştur. Şöyle bir soru akla gelebilir: İktidar alındıktan sonra Sosyalizm yolunda hiç zor gerekmeyecek mi? Bu soruya hayır demek çocukluk olur. İktidarda kalmanın zorlukları açıktır. Ancak zor kullanmanın sının, üretici yığınlardan kopuşmamak olmalıdır. Bu sınır “sosyalizm uğruna” da olsa ikide bir aşıldıkça sosyalist düzen tamiri güç yaralar alır. Bugün Sosyalist ülkelerde yığın inisiyatifinin zayıflığının en önemli nedeni bu dur.
Demokratik devrim süreçlerinin zorlanması genellikle iki zıt sonuç doğurmuştur. Geniş, küçük üretmen yığınlarının sinsi sistematik üretim sabotajı karşısında ya geriye dönülmüş ya da bu sistemli sabotaj üzerinde sistemli bir baskı kurulmuştur. Birincisi, özellikle kırda küçük üretimin etkisini arttırmış ve ömrünü uzatmıştır. Polonya, Macaristan ve Çin en tipik örneklerdir. İkincisi, tembel, yaratıcı üretimde gittikçe kopan kolhoz ve solhozlar yaratmıştır. Kişi yaratıcılığı ve inisiyatifinin ancak yüksek seviyelere çıkmasından sonra kolektif üretim yeni ve zengin bir üretim ortamı yaratabilir. Kör, ortaçağı durgunluğu ile inmelenmiş, binlerce yıl kendini tekrar etmiş küçük üretimden, kolektif üretime geçiş, bu yeni üretim ortamına ortaçağın bütün ataletini taşımadan edemiyor. Bu kaçınılmaz objektif ortam, yığın inisiyatifini ve tepkisini her an en detaylı biçimde yansıtan örgütlenmelerle alt edilebilirdi. Ancak Sovyet deneyinde olduğu gibi, olaylıların, korkunç zorluktan için de, böyle örgütlenmeler ya dağılmış ya da canlı özünü yitirip donuklaşmalardır. Sovyet örgütlenmeleri en iyi bilinendir. Cansız ölü biçimlere dönüşmüşlerdir.
Sosyalizmin bugünkü sancılarının üçüncü nedenine ya da onun sınıf temeline gelelim. Geri ülkede sosyalizmin kurulmasında en önemli problem yaygın küçük üretimin tasfiyesidir. Geniş küçük burjuva tabakaların varlığı, küçük burjuva mantık ve davranışının her an proletarya partisinin sınırlarından süzülme imkanına objektif bir temel oluşturur. Şu çok açık bir gerçekliktir ki, proletarya partileri iktidarı aldıktan sonra küçük burjuva akınıyla daha güçlü bir şekilde yüz yüze kalırlar. Gerek parti içinde ve gerekse devlet bürokrasisinde kaçınılmaz şekilde küçük burjuvazinin bir yükselişi yaşanır.
Geri üretim temeli, yaygın küçük burjuva etkiler, emperyalizmin kuşatması ve saldırısı koşullarında, imtiyazlı bir bürokrasi yaratmıştır.
Küçük burjuva etkiler kendini en açık biçimde: kaba eşitçilik ve kafa emeğinin küçümsenmesi kılıklarında ortaya koymuştur.
Ayrıca, emperyalist saldırıya hazırlık ve ardından onarım yılları ve bütün sosyalist ülkeler için soğuk savaş yılları doğrudan yığın denetimini neredeyse yoka indirmiştir. Denetimden kopan bürokrasi bizzat karşı etkiyle yığın inisiyatifini öldürmüştür.
Halk inisiyatifi büyük güçle Sosyalizmde her tıkanan sorunun bu inisiyatife havale edilmesi en azından lafta olsun sık rastlanan bir olay.
Kapitalizm koşullarında işçi sınıfı ve halk kendi inisiyatiflerini genellikle uzun birikim yıllarından sonra patlamalarla ortaya koyuyorlar. Kapitalistler ve onların adına davrananlar ise her günkü yaşamda inisiyatif göstermek zorundadır.
Sosyalizm ise, geniş halk yığınlarının rehberidir ya da öyle olmalıdır. Onlar adına davranan öncü Parti yığın örgütlenmelerine dayanmıyorsa sıradan bir zümre partisine dönüşür. Sosyalizm, geniş halk yığınlarının, örgütleri aracılığıyla günlük yaşamı inisiyatiflice, yönlendirmeleri olmalıdır. Ancak inisiyatif durup dururken değil bilgi ve deneyle beslenip gelişebilir; insan yaşamını ilgilendiren her alandaki örgütlenmeyle somutlaşır. Sosyalizmin bugüne kadar gelen pratiğinde, bilgi; Marksizm-Leninizm’in biraz da Skolastikçe okullarda aktarımı olmuş; deney ise; üst organlarda alınan kararların ruhsuzca uygulanışına dönmüştür. Sosyalist ülkelerden, Batı’ya iltica eden döneklerin biraz samimi olanları “sosyalizm teoride iyi ama pratikte rezalet” demektedir. Bu aslında bir gerçekliğin ifadesidir. Bürokrasi şekilleniş sürecinde teori ve pratiğin bağlarını kaçırmıştır. Ve koparabildiği ölçüde güçlenmiştir. Bu ise, gerek teoride gerekse pratikte sosyalist değerlerin soysuzlaşmasını getirmiştir.
Yüksek sosyete seçilen 12 yıllık bir kimya işçisi kadın, eski hataları eleştirilirken şunları da ilave ediyor.
“‘Halk uğruna’, ‘halkın yararına’ gibi deyimler sinirlendiriyor, çünkü böyle söyleyenler halkla-işçiler veya diğer kesimlerle ilgilenmeyip, yalnızca kendi kişisel iktidarlarıyla ilgileniyorlar.” (Moscow News, 16 Temmuz 89, Valentina Kıselyova)
En temel kavramlara tam tersi bir öz kazandıran bürokratik soysuzlaşmanın kökünde, Sosyalizmin küçük burjuva dar görüşlülüğüyle bozulması yatar. Üstelik bugüne kadar Sosyalizm yoluna çıkan ülkelerin hemen hepsinde, modern kapitalizmin yarattığı küçük burjuva tabakalar değil, kapitalizm öncesinden kalma antika (köylü, esnaf) küçük burjuva tabakalar kalabalık bir yığın teşkil ediyordu. Bunun üretim açısından anlamı, üretici güçlerin önemli bir bölümünde ortaçağ ataletinin güçlü etkilerinin yaşaması demektir. Kapitalizmin birkaç yüzyılda kırıp parçaladığı bu ataleti, Sosyalizm bir kaç on yılda tasfiye etmeyi denedi. Sonuç; önemli kazançların yanında dev, hantal bürokratik devlet mekanizmasının yaratılması oldu.
Böylece üretici güçlerdeki dağınıklık ve ataleti yenmek için karşı ağırlık olan bürokratik devlet, aslında ortaçağ ataletinin Sosyalizm içindeki uzantısı oldu. Bir dönem gelişime hız katan bu aparat, kısa zamanda gelişime engel hale geldi. Bürokratik mekanizmaların ömrünü uzatan en önemli koşul ise, emperyalizmle savaş durumudur. Güçler dengesinin kuruluşuna kadar olumlu misyonu önde olan devlet, bu deneyden sonra hız kesici, tutucu bir konuma düşmüştür.
Sonuç
II. Enternasyonal, 1917 Ekim devrimiyle aşıldı ve dünya komünist hareketi III. Enternasyonal’i yarattı. Fakat Çin-Sovyet kopuşması ve Avrupa komünizmi soysuzlaşması o yıllardan bu yana aşılamadı, tam tersine sancı iktidardaki sosyalizmin kriziyle bir üst konağa tırmandı, derinleşti.
Yani komünistleşmeyen radikal küçük burjuva devrimciliği gerileyip, gericileşirken komünizme parlamento sıralarından sıçramayı düşleyen Batı komünist partileri uzak ufuklarından komünizmi silip yerine “barışın korunmasını” koydular. Birkaçı hariç diğerleri II. Enternasyonal’de yeniden üyelik müracaatını bile gündeme getirdi. Yani sosyal demokratlaşıyorlar.
Öte yandan Sosyalizmin kuruluş pratiğinde ne kadar küçük burjuva zorlaması varsa hepsi tek tek dikiş patlatıyor. Sosyalizmin kuruluşundaki küçük burjuva hayaller ve kalıplar yıkılıyor. Sosyalizm böyle bir basamaktan geçmek zorunda mıydı? Objektif temel, yani Sosyalizmin devir aldığı geri ve yaygın küçük üretim temeli böyle sancılı bir dönemeci bir ölçüde kaçınılmaz kılmıştır. Dünya koşullan da bu gidişteki sancıları şiddetlendirmiştir.
Günümüzde, Sosyalist ülkelerde üretici güçlerin verdiği seviye, Sosyalizmin küçük burjuva tarzda bozulmasına daha fazla katlanmayacak noktaya gelmiştir. Sosyalizmin kuruluş ve geliş süreçlerine yapıştırılan küçük burjuva yamalar artık dökülmektedir. Bunlar çürümenin kaynağı olmuştur. Ancak bu sancılı süreçten, küçük burjuvaca bozulmalardan kopuşma tek yönlü ve kolay olacağı benzemiyor.
Soysuzlaşan “devlet mülkiyeti” kökleri kazınamamış özel mülkiyet duygularını güçlendiriyor. Kolektif inisiyatifi kolektif hantallığa ve tembelliğe dönüştüren bürokrasi, bunun bedelini şimdi kişicil inisiyatife yol açarak ödemek zorunda kalıyor.
Bazı sosyalist ülkelerde özellikle tarımda hala özel mülkiyetin güçlü olması, bu sancılı dönemden geçiş süremde emperyalizmin iştahını kabartıyor ve sosyalizmden geriye düşüş ihtimalini de iktidardaki sosyalizmin gündemine sokuyor.
Sosyalizmin çürüyen küçük burjuva yanları kendiliğinden proletarya sosyalizminin güçlenmesi sonucunu doğuramaz. Emperyalizmin çekim gücünü de düşünürsek kapitalizme doğru devriliş kimi sosyalist ülkeler için mutlak olarak imkan dışı değildir. İhtimaller üzerinde spekülasyon işimiz değil. Ancak bir Sosyalist ülkede ya da bu yolda ilerleyen bir ülkede şehir ve kırdaki sosyalist üretim emek üretkenliğinde başı çekemiyorsa o ülkede Sosyalizmin güçlenmesi için temel eksik demektir.
Dünya Komünist hareketi mevcut krizden nasıl çıkacaktır? Önümüzde, kısa dönemde dünyada bir devrimci durumun doğabileceği bir süreç görünmüyor. Dolayısıyla çözüme sıçramak devrimci yılların içinden geçerek varılmayacak. Yaşanan yıllar henüz birikim yıllarıdır.
Krizden çıkışta motor güçler ne olabilir?
Kapitalizm, tekniğin ve üretim ilişkilerinin daha gelişkin olduğu Babil, Yunan ya da Roma’da değil de daha geri İngiltere adasında alev aldı. Üretici güçleri çürüten aşırı iri tefeci-bezirgan sermaye eski medeniyetlerde böyle bir sıçrayışa engel oldu. Özellikle insan üretim gücünü daha diri ve canlı olduğu İngiltere ve Kıta Avrupa’sına, medeniyetin tekniği ulaşır ulaşmaz 7 bin yılda değil bir kaç yüzyılda kapitalizm filiz verdi, üretici güçleri çok daha devasa bir gelişime itti.
Sosyalizm ise, yine üretim tekniğinin daha gelişkin olduğu Kıta Avrupa’sında değil, daha geri olduğu Çarlık Rusya’sında patlak verdi. Kıta Avrupa’sında insan üretici gücü, başlıcası işçi sınıfı, sömürge talanlarının nimetleriyle uyuşturulabilmiştir. Uyuşmayanların can hıraş çabaları gidişi değiştirmedi. Tekniğin fırtınalı gelişimiyle yüz yüze gelen ayık Rus proletaryasının, sömürge talanlarıyla değil papaz gaponlarla uyuşturulma çabaları sökmedi, dünyada ilk işçi iktidarı kuruldu.
O yıllardan bugünün ortamına geldiğinden batı proletaryasının yeni sömürgecilik talanıyla afyonladığı ve aynı zamanda nükleer kıyamet tehdidiyle sindirildiği acı ancak açık bir gerçektir. Modern tefeci bezirganlık yani uluslararası finans-kapital Batı’da insan üretici gücünü önemli ölçüde dev maketlerin vitrinleriyle hipnotize edip çürütmüştür.
Geri kapitalist ülkeler ya da “üçüncü dünya”da ise, çalışan yığınların Batı’daki gibi afyonlanması ekonomik olarak mümkün değildir. O nedenle bu ülkelerde faşizm ve başka bin bir yolla insan üretici gücü, kelimenin gerçek anlamında çürütülüp paçavralaştırılmak isteniyor. Ancak bunu sağlayabilmek büyük ölçüde imkansızdır, işçi sınıfının geniş çekirdeği, bu ülkelerde gelişimin zembereği olmak özelliğini hala korumaktadır.
Bu ülkelerde 1970’ler sonrası mücadele karakter değiştirmektedir. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin yerini sınırları daha belirginleşmiş sınıf savaşları almaktadır. Bu konakta değişimi ve kendini ortaya koyuşu elbette yıllar almaktadır. İşte Dünya Komünist Hareketindeki çürümeler taze kan kaynaklarından birisi bu ülkelerdeki işçi sınıfı hareketleridir. Bu ülkelerdeki mücadelelerin nasıl gelişeceğini elbette ki gelecek günler gösterecektir, ancak bu mücadelelerin, kanı çekilip, cansızlaşan Dünya Komünist Hareketine yeni yaşam gücü vereceği açıktır.
Sosyalist ülkelerde ise, insan üretici gücü önemli yaralar alsa da, kendini onarabilecek imkan ve araçlara sahiptir. Fakat bu kendini yenilemenin kolay süreç olamayacağı her gün daha iyi anlaşılıyor.
Sonuç olarak, Dünya Komünist Hareketindeki çürümeyi aşabilecek iki güç; Sosyalist ülkelerde ve geri kapitalist ülkelerde işçi sınıfıdır. Batı proletaryası emperyalizme karşı pasif bir dirençle kendi misyonunu sınırlarken, geri ülke proletaryaları emperyalizme zayıf noktalarından vuran aktif saldırı misyonuyla yüklüdürler. Sosyalist ülkeler kendilerini yeniledikleri ölçüde emperyalizme genel saldırının ya da üstünlük kurmanın maddi ve psikolojik ortamını güçlendireceklerdir.
Dünya Komünist Hareketi krizli günlerden geçiyor.
Bu sancılı günlerin aşılmasında çürüyen yanların kesilip atılmasında, genel komünist hareketin taze kan almasında öncülük Sosyalist ülkelerce ya da birkaçı tarafından yapılırsa sorunlar daha kestirme bir süreçle aşılabilir. Fakat öncülük üçüncü dünya proletaryasının omuzlarına kalırsa sürecin çok sancılı olacağı açıktır.
Sosyalizm kendi problemleriyle boğuşurken, üçüncü dünya devrimlerinin sorunlarıyla yüz yüze gelmek istemiyor. Canlı olayların akışı öyle bir kendini kayırışa izin verecek mi?
Özetle, iktidardaki sosyalizmin sancılarıyla Dünya Komünist Hareketinin krizi tepe noktasına çıkmıştır. Küçük burjuva zorlamaları ve aristokrat işçi eğilimlerinin istikrarlı inatçı baskısıyla incelenen Dünya Komünist Hareketi, şimdi kabuk değiştirmeye zorlanıyor. Ancak ufukta, çürüyen cesedi yoldan süpürecek yeni bir 1917 devrimi görünmüyor.
Öyleyse kabuk değiştirme sancılı, dolambaçlı, inişli çıkışlı bir yol izleyecektir. Öyle görülüyor ki 1965’lerde kurulan güçler dengesi, dünya ölçüsünde yeniden kurulacak ve bu denge kendinden sonraki gelişime damgasını vuracaktır. Önceki denge Sosyalizmin itibarlı, kapitalizmin sancılı günlerinde kurulmuştu. Şimdi görünüş tersine dönmüştür. Sosyalizmin “iflas” ettiği, kapitalizmin geliştiğine dair çığlıkların atıldığı yıllar yaşayacağız.
Bütün bunlar Sosyalizmi, küçük burjuva dar kafalığı ve aristokrat işçi hımbıllığından kurtararak aşılabilir. O zaman Sosyalizm, ilkelliklerinden kopuşup sevice yükselecektir ve insanlık dünya ölçüsündeki tarihi hesaplaşmaya doğru büyük bir adım atmış olacaktır.