SOSYALİST MÜCADELEDE EĞİTİMLE VARILMASI GEREKEN HEDEF VE MİLİTAN KADRONUN NİTELİĞİ NE OLMALIDIR? – Ahmet AYDEMİR

Çağdaş Yol, Sayı 6, Ocak 1989

Yazımızın daha önceki iki bölümünde, sosyalist mücadelede eğitimin rolünü, toplumların gelişiminde eğitim ve kadrolaşmanın önemini ele alıp incelemiştik. Özellikle eğitim konusunu, mücadelemizin güncel durumu ve ihtiyaçlarıyla birlikte ele alıp incelemeye çalıştığımız yazının birinci bölümünü, bu konuda atılan pratik adımların deneylerinden de dersler çıkararak biraz daha derinleştirmemiz gerekiyor. Yazımız bütünlüklü bir biçimde yeniden okunursa görülecektir ki, biz, sosyalist mücadelede eğitim çalışmasını, genel pedagojik bir sorun biçiminde ele almıyoruz. Ayrıca söz konusu eğitim faaliyeti, bir seminerler dizisi, okuma gruplarının ve dar kadro faaliyetlerinin ötesinde daha geniş alanı kapsıyor. Soruna metot anlamında da yeni yaklaşımlar getirmeye çalışıyoruz.

Sosyalist mücadelede, bireysel okumadan tutalım, grup eğitimleri, seminerler, dergi, kitap yayınlama, konferans, panel vb. toplantılardan, kitlelerin kendi öz deneylerinden öğrenmelerini sağlamak için yürütülen ajitasyon-propaganda çalışmalarına kadar sürdürülen faaliyetlilik sosyalist mücadelemizin ve yaşamamızın zaten akıp giden süreci oluyor. Yani bu işler her gün her saat yapılan ve yapılması gereken alışageldiğimiz sosyalist çalışmalar, bir anlamda otomatik işleyen bir faaliyetlilik olmak durumundadır. O halde eğitim konusuna mücadelemizin bugünkü ihtiyaçları açısından getirmeye çalıştığımız yeni boyut ne oluyor? Gerçi bu sorunun cevabına da yazımızın ilk bölümünde çok kısa bir biçimde değinilmişti. Orada, bugüne kadar sürdürdüğümüz klasik bir anlamda artık alışılan ve otomatik işleyen eğitim faaliyetlerine değinilirken, bir eğitim ve aydınlanma hareketi haline gelmek, dönüşmek-yenilenmek, düzenden koparıp almak gibi faaliyetlerimize yeni perspektifler sunmaya çalışmıştık.

Şüphesiz bugün, dün değil ve bizlerden daha yüksek devrimci görevler istiyor. Hatta denebilir ki dönem bir bakıma yenileşme ve dönüşümü emrediyor. Bugüne, dün gibi bakanlar gözlerine at gözlüğü takmış ahmaklardır. Politikada iyi niyetten de olsa ahmaklık yapılacak hataların insanı en fazla yerle bir edenidir. Ve insanda ayağa kalkacak mecal bırakmaz. Lenin’in bu konuda çok güzel bir özdeyişi vardır. “Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir” der Lenin. İyi niyetli ahmak olup cehenneme gitmektense, politik uyanıklığı elden bırakmayıp, içine girilen yeni dönemin somut şartlarının somut tahliliyle ve bu tahlilden çıkan yine somut görevlerin yerine getirilmesiyle geleceğin üstüne yürümek gerekiyor. Kararlılık, cesaret ve azimle…

Günümüzün somut şartları neler? Egemen sınıfların, sistem içinde aşamayacakları boyutta bir krize sürüklendiğini tahlil ediyoruz. Bütün ekonomik ve siyasi göstergeler bunu ortaya koyuyor. Yine sistem içinde Özal politikalarının öteki muhalifleri, gerçekten de alternatif olamayacak bir “silikliği” ve “çözümsüzlüğü” yaşıyorlar. Sistem bir Naim’i özel uçak ile Güney Kore’den getirip devlet töreni düzenleyip, yurt gezilerine çıkaracak kadar sorunları çözme veya örtmede bir tükeniş ve zavallılığın, deyim yerindeyse günü kurtarmanın peşinde. Yani egemen sınıflar cenahında durum tarihlerinde karşılaşmadıkları boyutta kötüye gidiyor. Düzen kitlelere, işsizlik-pahalılık-açlığın yanı sıra ya intiharı ya da “namusunu” pazara çıkarıp satmayı dayatıyor. Bu durum kitle bilincinde ve bilinçaltında korkunç etki ve tepkiler yaratıyor. Kitlelerin nabzı birkaç yıl öncesiyle kıyaslanmayacak denli yüksek atıyor. “Yeter artık” sözlerinin yanında, daha yüksek devrimci görevler, bizzat kitlelerin kendisinin talebi olarak gündeme giriyor.

İşte ülkemizde birkaç cümleyle özetleyebileceğimiz tablo bu ve biz sosyalistler bu tablonun neresindeyiz? Bir bölük sosyalist ki, biz, bunlara burjuva sosyalistleri diyoruz; çözümü sistem içinde gördüklerinden (reformizm) en bayağı teslimiyeti yaşıyorlar. Çünkü gerçekten sistem kendi içinde çözümler üretip, “istikrar”a kavuşmaktan ve “istikrar”a kavuşmuş haliyle de kitlelere kırıntı kabilinden -reformlar- verebilecek durumda, bulunmuyor. Hal bu olunca “huzur” ve “istikrar” adına sisteme soldan yapışma ve adeta onun bir parçası olmak isteme gibi iğrenç bir durum sergileniyor. Veya çözümsüz burjuva muhalefetin “gizli” ve “gizemli” bir çeşnisi oldukları, kendileriyle ilgili söyleyebileceğimiz en iyimser, iltifat kabilinden bir niteleme oluyor. Küçük burjuva sosyalizmleri, geçmişin Dev-Yol, Dev-Sol, Kurtuluşçuluk vb.leri ise o küçük burjuvazinin karakterinden kaynaklanan, bir yanıyla tutuculuğu, bir yanıyla da iflas (tasfiyeyi) yaşıyorlar. Yani eldeki dükkân ne kadar eski de paslı da olsa, dükkâncığa bağnazca yapışmak veya iflas eden dükkânı tasfiye edip düzene doğru savrulmak, işte tartı da bu noktada sosyalist mücadelenin doğası gereği, proletarya sosyalizminin, kaçınılmaz öne çıkışı yaşanıyor. Proletarya sosyalizmi, burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin enkazını aralayıp, politik arenaya adımını emin ve ideolojik olarak kendini yenilemiş bir biçimde atarken, muazzam bir tarihsel sorumluluğun ağırlığını da omuzlarında taşıyor. Sorumlulukların ağırlığı büyük, ama bu büyüklüğe uygun bir büyüme sağlamaktan başka yapacak bir şey yok. İş başa düşüyor. Politik ortama hâkim olmak, küçük burjuva, burjuva sosyalizmlerinin katastrofunun olumsuz sonuçlarını ve kitleler üzerindeki etkilerini ortadan kaldırmak gerekiyor.

Ülkemizdeki siyasal tablo en özet biçimiyle böyle çizilebilir. Ve bu tablonun bundan böyle daha çok proletarya sosyalizmi ve devrimcilik lehinde hızlı bir değişim süreci de yaşayacağını söylemek pek abartma olmasa gerektir. Proletarya sosyalizminin geçmişte en çok sıkıntısını çektiği “adam kıtlığı” ve “kitleselleşememe” önemli oranda aşılmış bulunuyor. Şimdi gündeme kaçınılmaz olarak dönemin yüklediği tüm görevleri çözebilecek, düzene sadece ideolojik ve sınırlı bir güçle değil, ulusal çapta alternatif hale gelebilecek güçlü bir proleter sosyalist ve devrimci hareket yaratmak sorunu giriyor. Günün görevi geçmişin görevlerinden kat kat büyük ve mutlaka çözülmesini dayatan adeta emreden bir hal almış durumda.

Politikada yeni ortaya çıkan durumlar ve görevler, mutlaka bunları görebilmeyi ve pratiklerini üretmeyi de zorunlu kılar. İşte bugüne kadar sürdürülen sosyalist mücadeleyle, yeni bir atılım için sağlanabilecek birikimler önemli oranda sağlanmış bulunuyor. Süregelen mücadele tarzımızı, dönemin bizlerin önüne koyduğu yeni görevleri yerine getirmemizi sağlayacak tarzları da bulup hayata geçirerek zenginleştirmemiz gerekiyor. Bu sosyalist mücadelemizin birkaç alanıyla sınırlı olmadığı gibi, eğitim de dahil tüm alanlardaki çalışmalarımızı kapsıyor. Hatta sosyalist hareketimizin politik ortamı, teorisiyle olduğu kadar, pratiğiyle de aydınlatan, netleştiren, herkesi bulunması gereken yere koyan bir niteliğe ulaşması zorunlu. Yani ortamı muazzam aydınlatma, netleştirme, birleşilmesi gerekenle birleşme, aynı zamanda ayrıştırma ve çözümlemenin yapılabildiğince yapılması gerekiyor. Bu çalışma tarzımızı zenginleştirme, mücadelenin muhtevasına dönemin katalizör unsurun katılmasını da kapsıyor.

Hiç şüphesiz içine girilen yeni dönemler, yeni mücadele biçimlerinin gündeme getirilmesinin yanı sıra, bu mücadele biçimlerini yaşama geçirebilecek kadroların üretilmesini hazırlanmasını da zorunlu kılar. Eğer işler kendiliğindenciliğin akışına bırakılmayacaksa, sorunun çözümüne bilinçli ve planlı yaklaşmak gerekiyor. Önceden görü (öngörü) ve güçlü yapılan somut durumun tahlilleri planlı bir sosyalist çalışma ve bu çalışmanın zenginleşen ve yenileşen biçimlerine uygun kadroları yine belli bir plana dayanan eğitimle hazırlamayı gerektirir. Aksi tutumlara girildiğinde süreçle ilgili tahlil ve iddialar, boş ve anlamsız hale gelebileceği gibi, bayağı bir demagog veya politik sahtekârlar durumuna düşülmesi de kaçınılmazdır.

Devrimci çalışmalarımızda, sözünü ettiğimiz yeni mücadele biçimlerinin bu aşamada rolü büyüktür. O var olan kazanımları pekiştirdiği gibi, gelişmeyi de teminat altına alabilir. Ve en az bunun kadar önemli olan sahte olanı gerçek olandan ayırmada da büyük kolaylık sağlar. Bu yolla sosyalist mücadelemize katılımın tam ve özlü mü yoksa sahte ve görünüşte mi olduğunun aydınlatılması gerçekleşebilir. Bu aydınlanma veya netlik bir kez sağlandı mı orada sosyalist örgütlenme ve eylemin tutturabilmesi olağanüstü kolaylaşır. Kof ve sahte gelişmelerin, hatta balon gibi şişme veya şişinmelerin pek de anlamlı olmadığı, bir Dev-Yol pratiğinde bütün çıplaklığıyla, trajik hatta trajikomik sonuçlarıyla yaşanmıştır. Sosyalist hareketimizin ideolojik ve yeni politik perspektifleri, eğer pratiğe güçlü bir biçimde geçirilebilirse, bu konudaki yetmezlik ve ilkellikler aşılabilirse gerçekte bir eğitim ve aydınlanma hareketi durumuna gelmek işten bile değildir. Yalnız bu noktada gerçekten aldatmamak ve aldanmamak samimi ve dürüst olmak gerekiyor. Sahtelik veya aldatmacılıkla hiçbir şey kurtarılamayacağı gibi var olanın da yitirilmesi, bayağı bir tasfiyeci konumuna düşülmesi tehlikesi vardır. Dönemin sosyalistlere dayattığı görevler ertelemecilikle veya birilerinden beklemeyle kendiliğinden yerine gelmez. İradi ve özlü çabaları şart koşar. Dürüstlük, kararlılık ve sağlamlıkla görevlerin üstüne yürümek gerekir.

Bir eğitim ve aydınlanma hareketi nasıl olunabilir?

Sosyalist hareketimizin yenilenebilmesi günümüzde bu soruya yanıt bulmaktan geçiyor. Düzene muhalif milyonlar var. Ama ne yazık ki bu milyonlarla bağlar oldukça zayıf. Devrim dediğimiz büyük eylemin milyonların hatta on milyonların eseri olacağını söyleyebiliyoruz. Ama gerçekte bu yönde yürütülen çabalarımız bir türlü amatör olmayı aşamıyor. Milyonları ve on milyonları eğitmek devrim ve sosyalizm davasına kazanmak gerekiyor. Ama nasıl?

Günümüzde her sosyalistin elbette en çok başını ağrıtan sorun budur. Şüphesiz devrim diye bir sorunu olmayanların başı da ağrımıyordur. Bu biliniyor. Onlara göre insanlık zaten sosyalizme gidiyor, toplumlar bu yönde evrimleşiyor. Biz rahat koltuklarımızda oturup pipomuzdan iki nefes çekip sosyalizm geldiğinde hangi mevkiinin bize uygun olacağını düşünürsek, biraz da yazı yazarsak her şey hallolacaktır. Tabi böyle bir insana sosyalist demek bile bu yüce kavramı kirletmekten başka bir anlama gelmiyor. Bir de soruna diğer uçtan, aşırı basit yaklaşım var. Temel-tali sorununu çözdük mü her şey hallolacak sanılıyor. “Strateji muskasını sınıf pusulası yerine geçirme” diyebileceğimiz bu tutumda bir şeyi kurtaramıyor. Gerçekte devrim denilen sorunun çözümü bu kadar basit olsaydı, ne kadar iyi olurdu. Ama ne yazık ki sanıldığından karmaşık, inişli-çıkışlı ve oldukça dolambaçlı bir ana yola bağlı birçok ara yolu da yürümek gerekiyor.

Var olanla yetinmek bir sosyalistin işi olamaz. O zaten vardır ve kazanılmıştır. O zaman kazanılması gerekenleri görebilmek, kazanılmıştaki eksik ve yetersizlikleri gidermek -verimli bir bahçedeki ayrık otlarını söküp tarlanın kenarına atmak, yakmak- lazım. Sosyalist hareketimiz nedense bu konuda yeterli uyanıklık ve enerjide değil. Öyle çevreler ve kişiler var ki on on beş yıllık sosyalist yaşamlarında adeta yanlışlarını bünyesinden söküp atmayı ölümü sayıyor.

Bir türlü yanlışlarından arınamıyor, ilkellikler, grup alışkanlıkları, ahbap çavuşluklar, sonuna kadar modern biçim ve ölçülerle sürdürülmesi gereken sosyalist mücadelede, onlarca hatta yirmilerce yıl sürdürülebiliyor. Yanlışlarıyla bütünleşmiş, sahte ile gerçek olanı kişiliğinde karma karışık hale getirmiş öylesi sosyalistler var ki insan hayret etmekten kendini alamıyor. Bayağı bir sendikacı sahtekârlığından tutalım, yozluk ve lümpenliğe, köylü kurnazlığından, aydın hastalıklarına kadar sosyalist saflara getiriliyor. Ve bu hastalıklar sosyalist ortamda kendisini dayata dayata yaşayabiliyorlar. Hem de hiç kimse burnundan bir tek kıl koparılmasına katlanamıyor, işte tam anlamıyla bir curcuna ve karmakarışık olan böylesi bir sosyalist ortamın elbette ki güçlü bir eğitim ve aydınlanma hareketini örgütlendirmesi beklenemez. Çünkü o sosyalist ortamın en baştan kendisinin aydınlatılmaya ve eğitime dayanılmaz bir boyutta ihtiyacı vardır.

Sosyalizm bilimsel sosyalizm olduğundan beri gerçeğin sadece gerçeğin peşinden koşmaktadır. Bu da her türlü sahteliğin -kendi içinde ve dışında- yüzündeki maskenin indirilmesini şart koşuyor. Gerçek öyle sanıldığı gibi kendiliğinden üste çıkmaz. Öyle olsaydı sosyalizm gerçeğinin dünyamızda en az yüz yıldır egemenliğini kurmuş hatta insanlık sınıfsız topluma çoktan varmış olurdu.

Olanı olduğu gibi kabul etmemek gerekiyor. Sosyalist ortamı da keza olduğu gibi kabul etmemek onun eğitim ve aydınlanmasını tam yapmak şart. Elbette sosyalist de olsa kişiler ve gruplar alışkanlıklarında direneceklerdir. Alışkanlıkların gücü sanıldığı kadar az değildir. Grup veya birey eğitim sürecine alındığında, biraz kendisini tanıması için yönelindiğinde adeta kendini yere atmakta, bu benim kişi özelliklerim diyebilmektedir. Gerçekte sosyalizmde kişi özelliği denilen şeyin de son tahlilde sınıf özelliği olduğunu, başka sınıfların meyhane v(…) getirdiği özellikler olduğunu kabul etmek istememekte, param parça edilmiş kişiliğinin yeniden devrimci bir tarzda birleştirilmemesi için muazzam bir direnç göstermektedir. Sıradan özgeçmişiyle ilgili bilgi vermekten tutalım, eksiklerini ve zaaflarını saklamaya kadar bin bir manevra çevirmekte ve kendisine verilmek istenen eğitimi boşa çıkarmak için elinden ne geliyorsa onu yapmaktadır. Elbette ki aydınlanmama ve kendini tanımama için gösterilen bu muazzam direnç aşılmaz bir şey değildir. Hatta o kişi veya grup durumunu haklı çıkarmak için sosyalist ortamda geri ve çarpık ne kadar ilişki varsa onları kendine dayanak yapıp karşımıza çıkarmak istemektedir. O dayanaklarında ne denli çarpık ve sahte olduğunun gösterilmesi mümkün olduğu gibi, hiçbir koltuk değneğine dayanmaya ihtiyacı olmadan da bir sosyalistin ayakta durabileceğinin kanıtlanması mümkün olmaktadır.

Birey veya grup yeni bir durumla karşılaşmıştır. Kendilerinin sırtları okşanıp haydi aslanlarım denmemektedir. Aldatılmamakta ve aldanmamaları istenmektedir. Böylece kendisini otomatik olarak bir eleştiri-özeleştiri süreci içinde bulmakta, kişiliğindeki sahte yanları atarak gerçek bir proleter sosyalist kişiliğe ulaşma çabasına girmektedir. İşte böyle bir süreci yaşamış birey veya grupların, kendini tanıma, devrimci görevlerini kavrayıp muazzam uygulama gücü kazanması, şiddetli bir iç çatışma yaşayarak kişiliğindeki sahte yanları atması büyük bir aydınlanmadır. Aydınlık bir sosyalist ortam ve aydınlanmış birey bu biçimde ortaya çıkabilmekte, düzenden getirdiği alışkanlık ve tutkuları bazı bireyler tam atamasa da bunlar artık onun kişiliğinde iğreti bir hal almakta, bireyin kendisince tanınmakta yenilgi ve yok olmaya giden bir sürece girmektedirler. Böyle bir eğitim sürecini yaşamış bireyler kolay kolay kimseyi kandıramayacakları gibi kendilerinin kandırılmasını da kabul etmeyeceklerdir. Ayakları üstüne sağlam basabilen, kendi özgüven ve disiplinini, politik uyanıklığı kazanmış böylesi sosyalist için gelişememe, yaratıcı olamama gibi bir durum önemli oranda aşılmış bulunmaktadır. O, artık gerçeğin sadece gerçeğin sözcüsüdür. Sözüyle eylemini birleştirebileceği gibi. Türkiye sosyalist hareketindeki düşüncede başka, eylemde bambaşka bir durumu yaşamaya savaş açacak ve sosyalist ortamında muazzam bir aydınlatıcısı olacaktır. Sosyalist ortamımızın bireyler ve gruplar şahsında bu biçimde çözümlenmesi ve aydınlatılması elbet- teki zamanla tüm ortama egemen olabilir. Ve ortamdaki sahte grup, eğilim, alışkanlıklar vb. yerle bir edilebilir. İşte bu aydınlık ortamdan kitlelerin geri duygu ve eğilimlerine doğru da yazılı, sözlü, örgütsel bin bir olanak yaratılarak savaş açılabilir. Onların da kendini tanımaları ve devrimde gerçek rollerini oynayabilecek bir konuma gelmeleri sağlanabilir. Şüphesiz bu bizdeki antikalığa ve küçük burjuva alışkanlıklara karşı verilmesi zorunlu olan bir savaştır. Burada araçları ve imkânları son sınırına kadar genişletip bin bir zenginliğiyle uygulayabilmek gerekli hatta zorunludur. Küçük burjuva eleman sınıf intiharına uğratılmalı, proleter kesimler üzerindeki burjuva ve küçük burjuva etkilere karşı da acımasız bir mücadele verilmelidir. Sosyalist ortamda değil, yozluk, lümpenlik, sendika ağası türünden tutumlara, en küçük burjuva ve küçük burjuva etkiye karşı savaşımda, bu hastalıkların bünyeden sökülüp atılması için içte de sınıf mücadelesini alabildiğine şiddetiyle sürdürmek gerekmektedir. İçte sınıf mücadelesi, görevlere karşı sosyalist bir yarışmayla birlikte yapılmalıdır. Yoksa Türkiye sosyalist hareketinin müzminleşmiş diğer bir hastalığı olan tasfiye olma ve atomlarına kadar parçalanma kabul edilebilir bir şey olmadığı gibi, sosyalist ortamımıza böylesine bölünme, parçalanma ve dağılmayı dayatanlara da, işçi sınıfının en beter düşmanı olarak tarif edilen demagoglar, hatta işçi sınıfı saflarında burjuvazinin objektif ajanlığını yapan kimseler olarak bakılmalıdır. Şüphesiz bu demagogluğun ve objektif ajan tutumların, sosyalist mücadelemizin aydınlık ortamında tanınmamaları mümkün değildir. Onlar teşhir edilmeli, gerekiyorsa özeleştiri, tecrit, uygulama sürecine alınmalıdır. Bu tutumlarında ısrarlı olmamaları mutlaka sağlanmalı, karanlık ortamı seven yarasalar olmaktan çıkarılmalıdırlar. Aydınlanmış bir ortamda özgür ve devrimci bir yaşama kavuşturulmalıdırlar.

Sosyalist hareketimizin kendi iç bünyesinde, grup-yuvan alışkanlıkları, ahbap-çavuşluk, sırt sıvazlama gibi sahte ve ilkel ilişki tarzından arındırılması yani modernleşme ona muazzam bir iç dinamizm kazandıracaktır. Kimsenin birbirini eleştirmeye cesaret edemediği, bile bile zaaflara göz yumulduğu hatta onlara tabi olunduğu durum aşılabildiğinde, sosyalistler görevler karşısındaki tutumlarına göre, yetersiz ve yanlış yaklaşımlarının aşılması için eleştiri-özeleştiri sürecine alınabildiği gibi, başarılı bir pratiğin sahibi olanlar da bileğinin hakkına yükselebilecektir. Bu, sosyalist ortamımızın yatay ve karmakarışık durumuna son verebileceği gibi, Marksizm’in asla toprağın altına saklanmamasını istediği, eleştiri silahı da aydınlatmacı ve eğitici görevini başarılı bir biçimde yerine getirebilecektir. Böylesi bir ortamda elbette ki bir proletarya partisinin ‘inşası ve önderliğin kurumlaşabilmesi mümkün olabilecektir. Bu kurumlaşma, modern ilişki ve hareket tarzıyla halk saflarına taşırılabildiğinde, genelde var olan kitle potansiyelini de daha örgütlü ve dövüş gücü yüksek bir duruma sokabilecektir.

Sosyalist mücadelede “parti çekirdeğinin sağlamlığının gelişmelerde belirleyici bir rol oynadığı bilinmektedir. Böyle bir sağlam parti çekirdeğine ulaşmak, kimyadaki zincirleme reaksiyon gibi, basın-yayın, sendikalar, kadın, gençlik vb. tüm alanlarda zincirleme reaksiyonu ve kurumlaşmayı mümkün kılabilecektir.

Günümüzün sosyalist mücadelesinde bir eğitim ve aydınlanma hareketi haline gelmek dendiğinde öncelikle bunların anlaşılması gerekiyor. Yani ilkel ilişkinin yerine modern ilişkiyi koymak. Önderliği kurumlaştırmak. Ve bu kurumlaşmayı halk saflarına taşırarak binlerle, on binlerle sayılan kitle hareketinden milyonların hareketi haline gelmek. Eğitimsiz ve yetersiz kadro adaylarını çözümlemek ve onları gerçek halk önderleri haline getirerek militanlaşan, örgütlendirilen kitlelerin gerçek özü yapmak. Elbette ki bu tarihsel görevin yerine getirilmesi, muazzam bir çaba ve enerjiyi, çok çeşitli araç, imkân ve eğitimleri birleştirmeyi gerektiren, kendiliğindenliğe, düzenden kaynaklanan alışkanlıklara büyük bir savaş açmayı temel alan bir yaklaşımla başarılabilecektir. Hesap alıp veren görevler karşısında yüksek bir sorumluluk duygusuyla hareket eden ve kadrolarına bu yaklaşımları egemen kılan bir sosyalist yapı şüphesiz ki gelişmelerin ve geleceğin teminatı olabilir. Eskide direnmek, ilkelliği ebedileştirmek, sosyalist hareketimiz için ancak yıkım getirebilir. Eğer karışık ve karanlık sosyalist ortamla bir yere varılamayacağına kesin gözüyle bakılıyorsa, sosyalist hareketimiz bir eğitim ve aydınlanma, netleştirme hareketi biçiminde yeniden yapılandırılmalıdır.

Eğitimin, dönüşme ve yenilenmede etkisi ne olabilir?

Türkiye sosyalist hareketinde “dönüşüm” ve yenileşme kavramlarını hiç şüphesiz ilk defa biz ortaya atmıyoruz. “Dönüşüm” kavramını Türkiye sosyalist ortamına sokan Dev-Yol zemininde üremiş dönek bir kliktir. Bu klik Dev-Yol’un bütün ilkel ve gerici yanlarını teorileştirerek adeta kendiliğindenliğin, burjuva kuyrukçuluğunun, bağımsız sosyalist bir çizgi ve örgütsel hattın uygulanmasını reddetmenin mükemmel bir teorisini oluşturmuştur. Ortaya çıkan sonuç ise biliniyor. Sonuçta, Avrupa emperyalizminin yüzlerce Dev-Yol kadrosunu özümsemesi ve maskaraya çevirmesi yaşanmıştır. “Yenileşme” ise daha çok TBKP mimarlarınca “yeni düşünce”yle gündeme getirilmiştir. “Yeni düşünce’de bilgilenebildiğimiz kadarıyla en kaba ve bayağı reformizmden başka bir şey değildir. Kaldı ki “yeni düşüncelin önderi ve sözcüsü H. Kutlu ve N. Sargın burjuva yayın organlarında bol bol kamuoyuna bu “düşünceyi” tanıtmışlardır. Hepsi biliniyor. Sonuç TBKP’yi yasallaştırma adı altında gelip Evren-Özal yönetimine teslimiyet olmuştur.

Hiç şüphesiz proletarya sosyalizminin dönüşmek-yemlenmekten anladığı bunlar olamaz. Dev-Yol ve TBKP biçimindeki dönüşmek ve yenilenmek, gericilik yıllarının tasfiyeciliğini kitlelerden gizlemek için yüze geçirilmiş birer maskeden ibarettir. Proletarya sosyalizminin bugün bu kavramları nasıl anladığım açıklamak sanırım şu anda biraz gerekli olmaktadır. Önce işçi sınıfı cephesinde ortaya çıkan yeni gelişmelerden başlayarak, “dönüştürücülük” biçiminde formüle ettiğimiz yeni görevlerimizi açmaya çalışalım.

Bizim, işçi sınıfına yaklaşımımız 80-85’teki yaklaşımımızdan oldukça farklı olmalıdır. Yenilen ağır Eylül tokadı, dağıtılan siyasal, sendikal örgütler ve Eylülizme karşı toplu bir direnişin yaşanmayışı, o dönemde ağır bir moral bozukluğunu ve çekingenliği sınıfa yaymıştı. Biz sınıf içindeki çalışmalarımızda bunu dikkate almalıydık. 1983’teki sendikalar alanındaki hareketlenmeyle başlayan yılgınlığın atılma girişimleri 86-87’teki Netaş-Derby-Kazlıçeşme grevleriyle önemli yol katedildiğini göstermiştir. Bu satırların yazıldığı sıralarda petrol ve belediye işkolunda yasal sınırları zorlayan direnişler pasif karakterde de olsa yapılıyor. 1 Mayıs gösterileri ve Türk-İş mitingleri önemli kıpırdanışlardır. Bu “yılgınlık”tan sonra yılgınlığın atılmasının bitme sürecinde olunduğunu ve direnme eğiliminin pasif seviyede de olsa üste çıkmaya başladığını gösteriyor. Elbette bunun bizim pratik faaliyetimize sınıfa yaklaşım tarzımıza doğrudan etkisi olmalıdır. Biz şimdi sınıfın içindeki yılgınlık eğilimlerine anlayışlı davranmak yerine tecrit etmek, direnme eğilimlerinin başına geçerek önünü açmak ve sendikal zeminden doğrudan düzene karşı politik direnişlere doğru yön vermeliyiz. Bugün yılgınlığı hâlâ ağır bir biçimde yaşayanlar, sınıfın en geri kesimidir. Biz, direnişçi öncü kesimle kaynaşarak, kararsızlara anlayışlı davranıp kazanarak, yılgınları ortaya çıkan direniş hattına tabi kılmalıyız. Öncü işçilerin direnme perspektifi esas itibariyle sendikal zeminde olup, 1 Mayıs gösterileri ve Türk-İş mitinglerinde politik zemine sıçrama sancıları çekiyor. Görev: Sancıların aşılmasını sağlamak, öncü işçilerin direnişçiliğine politik bir karakter verebilmektedir. Bu görev bizim sınıfa yaklaşım tarzımıza her zamankinden daha fazla ve göze batar biçimde “dönüştürücü” bir karakter kazandırıyor. Sınıfın mevcut sübjektif durumu ile objektif olarak toplumdaki diğer halk güçlerinin proletaryanın öncülüğünü kabullenme eğilimi içine girmeleri, bizim sınıfa öncülük konumuna sıçrayabilmesini sağlamamızı ve açıkça sınıfa bu konumu dayatmamızı gerektiriyor. İşçiler kendi hallerine bırakıldıklarında sendikal zemindeki kalkışmalarının ötesine çıkamaz, çıkarsa da oldukça zaaflı çıkar ve yenilgiye açık plansız – sonuçsuz patlamalara dönüşebilir. Bu noktada bilinçli bir sıçramanın yaşanması gerekiyor. Proletaryanın önündeki en acil sorun budur. İşte biz bu sıçramanın bilinçli yönlendiricisi olmalıyız. Sıçramayı pratik bir alternatif olarak sınıfın önüne koymalıyız. Tabii bu denli büyük bir sıçrama birden olmayacak. Sınıf derin bir iç hesaplaşma yaşıyor, yaşayacak. Biz bu hesaplaşmayı sınıfın önüne açıkça koyacağız ki bu zaten objektif olarak kendiliğinden ve sancılı olarak yaşanıyor. Biz bunun bilinçlice yapılmasını sağlayabiliriz. Hem de bu iç hesaplaşmada uygulayacağımız bir çizgiyle devrimden yana ağırlığımızı koyacağız. Sınıfın geriliklerini, yılgınlık kırıntılarını kabullenmeyeceğiz. Sınıfa öncülük konumunu dayatacağız, bir iç hesaplaşmaya iteceğiz, öncü konumuna dönüşmesini sağlayacağız. Zaten bizim istediğimiz dışında da oldukça sancılı ve yavaş biçimde yaşanan bu süreçte sınıfa yardımcı olacağız. Sancıları azaltarak ve hızı arttırarak.

Tabii burada akla hemen sekterleşme ve sınıfın bütününden kopma tehlikesi gelebilir. Biz sınıfla iç içe ve gerçek bir kaynaşmayı yaşıyor olmamızdan dolayı böyle bir tehlikenin varlığını göremiyoruz. Sekterlik tehlikesi yok. Cesaretle ileriye atılmak gerekiyor. Bu atılım, sınıfla mevcut ve bir yanıyla da belirsiz kaynaşmamızı bir üst seviyeye sıçratarak politik öncülük karakterinde bir kaynaşmaya dönüştürecektir. Direnişçi öncü işçilerle böyle bir bütünleşmenin en önemli adımı da günümüz Türkiyesi’nde özgürce ve insanca yaşamanın en güzel ve gerçek biçimi olarak partili yaşamda bütünleşmek partili ruhunun kazanılmasını sağlamaktır. Biz günlük yaşamın sıradan küçük sorunlarına karşı, hiçbir kısıtlamaya tabi tutmaksızın partili yaşamı, politik öncülüğün belirleyici adımı olarak öncü işçilerin önüne hedef olarak koymalıyız.

12 Eylül, ağır baskı koşullarının yanı sıra, Türkiye halkına ve proletaryaya sıradanlaşmayı dayatmıştır. 12 Eylül’ün kitlelerde oluşturmaya çalıştığı felsefe ve ruh halini şöyle özetleyebiliriz: Gözlerimizi gerçeklere kapamalıyız. Günlük hayatın sistemin yarattığı bataklığında üreyen bitmek bilmeyen sorunlarıyla boğulmalıyız. Sonuçta bilinmeyen bir yerlerden bir kurtarıcının gelmesini beklemeliyiz. Ya da saman alevi türünden küçük parlayışlarla düzene nefretimizi-hıncımızı köreltmeliyiz. İşte Eylülizmin yaratmak istediği sıradan işçi tipi böyle. Böyle bir işçinin bırakalım devrimci öncülüğünü, sıradan demokratlığı bile şüphe götürür. Şimdi sınıfa ve sosyalist hareketimize gerekli olan, pratik içinde yeni yeni oluşmaya başlayan işçi tipi, günlük sıkıntıların kaynağını görmüş ve oraya yönelmiş, kin ve nefretini, cesurca dile getirip düzenin üstüne çözümleyici bir biçimde yönelen, tek bir vuruşla soluğu kesilmeyip sürekli mücadeleyi göze alan, sıradanlık yerine öncülüğü temel alan ve pratikte uygulayan Kenan Budak türünden devrimci- direnişçi kahramanlığı hedefleyen proletarya sosyalisti işçidir.

Sınıfa dönüştürücü yaklaşımın zıddı, liberal-eyyamcı yaklaşımdır. Sınıfın günlük sıkıntılarına tabi olunur, her zaafa bir kulp takılır, yeteneksizlikler ve ilkellikler uyum sağlanacak kaçınılmazlıklar olarak görülür. Sınıf, böyle bir yaklaşımın etkisi altında kalırsa, olduğu yerde patinaj yapar, ama bir yolu daha vardır. Eyyamcıya tekmeyi vurarak yoluna devam etmek. Biz eğer sınıfa liberal yaklaşımı prensipleştirirsek en başta kendi yeteneksizliğimizi -çapsızlığımızı- ilkelliğimizi ve politik öncü olamayışımızı, sınıfa hayran olup ona tapan uvyeristler olduğumuzu ilan etmiş oluruz. Elbette bir proletarya sosyalistinin böyle bir tutuma girmesi kadar utanç verici bir şey olamaz. O işçi sınıfına olduğu kadar tüm halk sınıf ve tabakalarına devrimci yönde dönüşmeyi dayatan bir tarzda yaklaşmalıdır. Eleştiri silahını “silahların eleştirisine” varmayacak bir tarzda etkili bir biçimde kullanmalı, esnek yaklaşma adına bayağı liberal-eyyamcı durumuna asla düşmemelidir. Bu da en baştan kendisinin kitle kuyrukçuluğu değil, kitlelere öncülük yapan bir pratiğin sahibi olmasıyla gerçekleştirilebilir.

Dönüşümle ilgili buraya kadar söylenenler elbette ki güçlü ve yoğunlaşmış eğitim programlarını gruplara ve bireylere uygulamayı zorunlu kılar. Yoksa sınıfın kendisi ve sosyalist kadro adayları kendiliğinden öyle değil, böyle yapamazlar. Öncelikle neden öyle değil de böyle yapılması gerektiğinin kavranılması gerekir. Eski ve alışılmış olanda ısrar etmemenin neden zorunlu olduğu yeni dönemin nasıl bir çalışma tarzını dayattığı ve bu tarza uygun ölçünün ne olacağının da pratikte uygulayıcıları noktasına ulaşmak lazım. Bu da ancak bireylerin ve grupların alındıkları eğitim sürecinde kendi pratiklerindeki yanlışları kavramaları, kendi kişilik sorunları da dahil kendilerini tanımalarıyla ve bu tanımayla birlikte yanlış ve çarpık olan yanlara karşı acımasız bir savaş verilip, dönemin yüklediği görevlere teorik, pratik, teknik vb. hazır hale gelmeleriyle mümkün olabilir. Kadro adaylarının kişiliğinde dönüşüm sağlanması, dönemin kendisine yüklediği görevlere yüksek bir hücum ruhuyla saldırabilir hale gelmesi sorunun çözümünde temeldir. Yine böyle bir sosyalist kadro, sosyalist ortamdaki çarpık ve yanlış olan her şeye karşı da savaş verebilir. “Efendi-kul” veya “anarşist bireyler” biçimindeki sosyalist ortama yabancı ilişkileri tasfiye eden, düzenin üzerimizdeki etkilerine karşı sosyalizmin yüce değerlerini koruyan ve geliştiren yaratıcı bir insan durumuna gelebilir.

Her toplumsal mücadelede olduğu gibi sosyalist mücadelede de güç büyüdükçe tek tek kadroların önemi azalmak şöyle dursun daha da artar. Sosyalizm savaşçısının kişiliğinde sağlanacak dönüşümle ancak gelişme teminat altına alınabilir. Ve pek çok alana yayılmış gücün denetimi ve gelişimi, modern çalışan, insiyatif sahibi kişiliklerce sağlanabilir. Modern sosyalist çalışmanın kendine özgü bir zemini ve işleyiş mekanizmaları da vardır. İşe buradan başlamak sosyalist hareketimizi adeta yeniden inşa etmek gerekiyor. Herkesin her yerde değil, görevli olduğu belirli yerlerde çalıştığı; sorumluların kişiler değil komiteler olduğu; insiyatifin parti kuralları içinde gelişip yükseldiği, denetimin aksamadan ve başarıyı kriter alarak sürdürüldüğü; faaliyetin önceden tartışılarak belirlenen bir pratik plan çerçevesinde her alana yayıldığı; her alanın kendi bağımsız yapısı ve liderliği olduğu modern çalışma zeminini bütünüyle ve günlük tersi zorlamalara, alışkanlıklara karşı tavizsiz olarak uygulamak zorundayız.

Dönüşüme, içine girilen eğitim ve aydınlanma sürecinde toplumun temeli olan bireyin çözümlenmesiyle başlamak gerekir. Çözümlenmiş ve dönüşüme uğratılmış bireyler modern çalışma tarzıyla bunu içten dışa doğru yayabilirler. Kitleleri de çözümleyip dönüştürebilirler. Bu her türlü düzenden kaynaklanan, alışkanlık, eğilim ve bağların koparılıp atılmasıdır. Sosyalist kadro kendi kişiliğinde böylesi bir devrimi yapabilirse, şüphesiz ki kitlelere de dönüşmeyi ve devrimcileşmeyi dayatabilecektir. Kitlelerin devrimden başka hiçbir şeyi yaşamayan bir kadro karşısında durumlarını gözden geçirmeleri ve dönüşmeleri objektif durumlarının da etkisiyle hiçte zor olmayacaktır. Elbette ki bu öyle birden bire değil, uzun deneme, birlikte mücadele süreçlerinden sonra gerçekleşebilir.

Düzenden koparıp almada eğitimin rolü nedir?

“Düzenden koparıp alma” daha çok düzene ve onun sosyalist saflardaki etkilerine bir yönelim tarzını ifade etmektedir. Bu tarz nasıl gerçekleşir? Veya düzenden koparılıp alınacaklar nelerdir?

Gerçekte, kapitalist düzende kapitalistin “benimdir” dediği şeylerin hiçbirisi kendisine ait değildir. Tüm üretim araçları ve para-sermaye işçi sınıfının yarattığı değerden, koparılıp alınmış artı-değerden başka bir şey değildir. Kapitalistler, işçi sınıfından sömürdükleri artı-değerle sabit ve değişen sermayeye sahip olurlar ve bunu sürekli büyütürler. Tüm üretilenlerin meta haline geldiği kapitalist toplumda bu sermayelerinin gücüne dayanarak kapitalistler her şeye sahip olurlar. Yani gerçekte proletaryaya ait olan artı-değer (iş gücünün ödenmemiş bölümü) burjuvazi tarafından proletaryanın kendisine üretim süreçleri içinde yabancılaştırılıp biriktirilerek sermaye biçiminde bizzat proletaryanın işgücünü de satın alabilen muazzam bir güç olarak karşısına çıkar. Sadece kapitalistlerin “sermayesi” değil, pek çok küçük burjuvanın devletten veya kapitalistlerden “maaş” vb. biçiminde elde ettiği geçim imkânlarının kaynağında da biraz düşünülürse işçi sınıfından çekilen artı-değerin olduğunu görmek o kadar zorda değildir.

Kapitalistlerin muazzam becerisi, gerçekte kendine ait olmayan ve üretmediği değerleri kendi “özel mülkü” haline getirebilmesi ve toplumun gözünden böylesine yalın bir gerçeği saklamayı başararak iktidar olmayı, toplumu yönetmeyi başarmasıdır. Yani burjuvazi tüm toplumu kandırma ve kendi öz çıkarlarına yabancılaştırma temelinde kitleler üzerindeki hakimiyetini sürdürüyor.

Eğer biraz durumu kavrayıp gözünüzü açarsanız, karşınızda o haşmetlû -ordu, polis, cezaevleri teşkilatı demek olan- “devlet babayı” bulursunuz. Burjuvazi, “sermayesinin” kuvvetiyle devlete de hakim. Yani yine kaynağı işçi sınıfından çekilen artı-değere dayanan sermaye bu kez de devlet örgütünün “kanuncul” veya kanunsuz zoru olarak karşınıza çıkıyor. Keza aynı kaynaktan emekçilerin beyinlerini afyonlayıp, elini kolunu bağlayan basın-yayın, din vb. kurumlaşmaları sağlanıyor. Aslında buralarda çalışan insanların %99’u küçük bir maaşçıkla geçinmek zorunda bırakılan memur adlı emekçilerden başka kimse değil. Böylece emekçiler, emekçilere karşı, burjuva düzenini kandırma ve zor temelinde korumakla görevlendirilmiş oluyorlar. Bizde birde her on yılda patlatılan kanlı-kansız ordu darbeleriyle bu durum büyük bir korku ve pasifikasyon ortamı yaratılarak sürdürülüyor.

Tüm bu genel geçer şeyleri söylememizin nedeni bu düzenden nelerin koparılıp alınması gerektiğine bir açıklık getirmeye çalışmak içindir. Yani düzenle, emekçiler arasında alıp verilecek şeyler “kırıntı” kabilinden şeyler mi olmalı -ki bu yaklaşım tarzı reformizmdir- yoksa düzenin, yasalarla kutsadığı kapitalistlerin özel mülkü haline getirilmiş her şey mi? Eğer fabrikalar, yollar, köprüler, tarlalar, siyasi iktidarın ve her şeyin kaynağı iş gücümüzün ödenmemiş bölümü (artı değer sömürüsü)dür diyorsak, egemen sınıflardan koparılıp alınması gerekenler bu üretim ve yönetim aygıtlarının tümü olmak zorundadır.

Düzene böyle bir yaklaşım beraberinde neyi getirebilir? En baştan düzen ister yasalarla kutsamış olsun, isterse yasal alanın dışında bıraksın, düzenin kendine ait olduğunu iddia ettiği her şeye, -gerçekte bizden koparılıp alınmış olan her şeye- yüksek bir hücum ruhuyla saldırıp fethetmeyi. Burada fethetmek sözünden kastedilen şüphesiz dar askercil anlamda bir fetih değildir Tabii fethedebilmek için biraz güç-zor vb. anlamda da otoriteyi yaratmış olmak gerekir. Siyasi iktidarın emekçilerce fethedilmesinde nasıl bizde finans-kapitalin sadece söz ve yazıyla ikna edilmesi mümkün değilse, düzenin çeşitli kurumlarının fabrika, okul, şehir-kasaba-köy, semt, tarlalar vb. de öyle sadece konuşma ve tartışmayla fethedileceğini sanmak ahmaklıktan da öte bir şeydir.

Slogan olarak atılan “Fabrikalar bizim kalemiz olmalıdır.” cümlesinin, sadece fabrikalar için değil, tüm alanlar için hayat bulması isteniyorsa, fetheden ve vurup düşüren yaklaşım tarzını sosyalist mücadelemize egemen kılmamız gerekir. Günümüz Türkiye’sinde en çok ihtiyaç duyulan böylesi yaklaşım tarzına sahip sosyalist ve devrimci bir hareket yaratabilmek ise ancak her sosyalistin önce kendini düzenle olan bin bir ince bağdan koparmasını gerektirir. Yani öncelikle kendi kişiliğinde bir devrim yaparak kendi kendisini düzenden koparıp alamamış, sosyalist ve devrimciler, her türlü uzlaşma, düzenle, devrim arasında orta yerde kalmış olmaktan kurtulamazlar. Ortayolculuk ise insanı ancak politik iflasa götürebilir. Alışkanlıklardan tutalım, aile bağlarına, düşüncede devrim savunulurken, düzenin yaşanmasına kadar yığınla tutuculuk bir sosyalist için hiç de iç açıcı bir durum değildir. Gerçekte böyle bir sosyalistin öncelikle kendisinin fethedilmesi, düzenden koparılıp alınması gerekmektedir.

Bu yaklaşım tarzı, sosyalizm adına yapılan çeşitli işçi, gençlik, kadın vb. örgütlenmeleri içinde geçerlidir. Sendika – dernek vb. çeşitli örgütlenmeler, işçi veya halk adına işçiler ve halkla birlikte kurulmalarına rağmen, bizdeki sosyalizm anlayışı ve pratiğiyle çoğunlukla devrimle, düzen arasında ortada bir yerde durmaktan kurtulamazlar. İster ilkel güdüler olsun, isterse devrim davasına katılımı sahte bir biçimde -yani özde değil görünüşte- yapmaktan kaynaklansın, objektif durum budur.

Elbette devrim, düşünceler ne kadar devrimci olursa olsun, düzenden koparılıp alınmamış veya böyle bir sürece sokulmamış, objektif olarak düzeni ve reformizmi yaşayan örgütlenmelerle gerçekleştirilemez. Bizim en çok sözünü ettiğimiz, düşünce ve eylemin bir bütün olması veya “Düşünce ile davranış birbirinden ayrılmaz” sloganı devrimde çözümleyici ve anahtar bir yaklaşım tarzının ifade edilmesidir. Buraya kadar söylediklerimizin en özlü anlatımıdır. Lenin bu konuda gerçek sosyalisti sözüyle değil eylemiyle devrimci olan olarak tanımlar.

Önümüzde, böyle bir sosyalist olmanın, güçlü bir sosyalist ve devrimci hareket yaratmanın onur verici görevi duruyor. Göreve, yüz kez, bin kez tekrar da etsek şu sözcükle, cüret!, cüret!, yine cüretle! sahip çıkmamız gerekiyor.