SINIFSAL YAPI TAHLİLLERİNE 12 EYLÜL’ÜN KATKILARI – Mehmet Yılmazer

“EMEK” eleştirisi

Çağdaş Yol, Sayı 7, Mayıs 1989

I

12 Eylül’ün devrimci saflarda yarattığı düşünce anaforu, yaşadığımız günlerde artık ilk hızını yitirmiş görünse de, hala varlığını korumaktadır. Pek çok “değer” ya da teorik yargı 12 Eylül’le birlikte terkedildi. Ve kaçınılmaz olarak terkedilenlerin yerine “yeni”leri konul­du.

Konumuz Türkiye’deki sınıflar yapı­sı. Her devrimci strateji, taktik ve pa­rolanın en başta dayanması gereken temel, sınıfsal yapı tahlilidir. Bu konu­da bir bulanıklık her kişi ya da siyaseti günlük olayların akışında bunaltır. He­le önemli politik alt üstlükler karşısın­da böyle siyasetler kaçınılmaz kader­leriyle baş başa kalır; düşünce bakımın­dan silahsızlandırılırlar. 12 Eylül bu konuda umduğumuzdan da öteye zen­gin örnekler sundu. Bu örneklerin bol­luğu elbette ki sevinç değil utanç kaynağı olmalıdır. Fakat öte yandan gerçektir. Görmezlikten gelinemez, atlanamaz.

12 Eylül’le Türkiye sınıflar yapısı ya da “egemen sınıfların” tahlili başlıca iki yönden deforme edildi.

İlki, bütünüyle 12 Eylül yaratığı, onun karanlık günlerinin liberal beyin­lerde yankılanmasının bir ürünüdür. Yeni Gündem (M. Belge)’le başlayan sonra D. Yol’un önemli bir bölümünü kapsayan “sivil toplumcu” akımdır. 12 Eylül’ün siyasi çocuğu “sivil toplumcu” düşünce, sınıf kavramını bir kenara atarak, yaşanan bunalımları bir tek nede­ne, “elit toplum” çelişkisine bağladı. Sı­nıf çizgilerinin yerine gelenekcil devletçi “elit” ve “sivil tolum” ayrımı geçirilerek düşünce deformasyonunun zirvesine çıkıldı. Aslında bu “yeni” tahlil, 12 Ey­lül darbesinin, yenilgi şokunu uğramış beyinlerdeki ilk kaba izi ya da yansımasıydı.

Her şeye bir gecede egemen olan “elit” ile boyun eğmeye zorlanan, Ça­nakkale’de demokrasi çığlıkları atan Demirellere kadar uzanan geniş mağ­dur “sivil”ler… Bu bakış açısı Türkiye’deki egemen zümreyi, kullandığı araç­lardan bir tanesiyle eş tutmak, ya da aynılaştırmak oluyordu. Böylece ger­çek egemen zümre gölgelenmiş hatta mağdur “sivil”lerin içine dahil edilerek aklanmış oluyordu.

İkinci görüş, bu “sivil toplumcu” çü­rümeye karşı bir tepki olarak yükseldi. Henüz devrimci siyasetlerin toparlanamadığı günlerde olumlu bir rol oyna­dı. Y. Küçük ve daha sonra Gelenek çevresi bu ikinci kutbu meydana geti­rir. “Tüm burjuvazi”yi egemenler katı­na yükselten bu görüş, böyle yapmak­la bir avuç asalak Finans-Kapital züm­resini “tüm burjuvazi” içinde eritip ört­müş oluyordu. Bugünlerin popüler isimlendirmesiyle egemen “40 Harami­ler”imizi en keskin dileklerle de olsa halkın bilincinde gölgelemiş oldular. Ancak bu tespit 12 Eylül günlerine öz­gü değildir, kökleri 12 Mart sonrası TİP içindeki bölünmeye kadar dayanır. 12 Eylül’le yeniden bir sıçrama yapmayı deniyor.

12 Eylül’le Türkiye ekonomisindeki tekelci yapı en kör göze batar hale gel­mesine rağmen. Y. Küçüklerin “tüm burjuvazi” içinde tekelleri gölgelemeleri anlaşılmaz kalabilir. Ancak onlar Türk­iye’de kapitalizmin bu ölçüde gelişme­sinden kalkarak doğrudan sosyalizme sıçramayı hedefledikleri için egemen sınıfın yapısını ayrıca irdelemeyi gerekli bulmuyorlar.

Bu iki uç sapkınlığın dışında özellik­le 12 Eylül deneyinden sonra siyaset­ler içinde ağırlıklı eğilim, tekelci yapı­nın kavranması doğrultusundadır. An­cak bu kavrayışlar sağlam teorik temellere dayanmak yerine, daha çok pragmatik seziler seviyesinde kalmaktadır.

II

Emek dergisi buna belki de en son ve en iyi örneklerden birisidir. İlk sayı­sında 12 Eylül uygulamaları değerlen­dirilirken şu önemli tespit yapılır:

“Böylece; banka, ticaret, imalat sa­nayi ve tarım-sanayi sermayesinin bü­tünlüğü, diğer adıyla mali oligarşinin egemenliği oluşmuştur. Lenin’in deyi­miyle sanayi sermayesiyle kaynaşmış banka sermayesinin mali diktatörlüğü; yani küçük bir azınlığın egemenliği olan, mali oligarşi Türkiye’de egemen­liğini kurmuştur.” (Emek, Ocak 1989)

Bu tespitte iki önemli yön vardır. 12 Mart’tan beri genellikle sol literatürde “tekelci” ya da “işbirlikçi tekelci burjuvazi” deyimi egemen zümreyi ni­telendirmek için kullanılır oldu. Oysa bu tespitte “tekelci” nitelemesi ile yetinilmeyip “banka, ticaret, imalat sana­yi ve tarım sanayi sermayesinin bütün­lüğü”nden söz edilmektedir. Bu sente­zin bilimsel adlandırması Finans-Kapitaldir. Emek dergisi Türkiye’de “mali oligarşi”nin egemenliğini tespit ediyor. Bu inkâr edilemez bir gerçek­liktir. Ancak tespitin ikinci yönü, bu egemenliğin kurulduğu dönemle ilgi­lidir: Emek dergisine göre, mali oligar­şi, 12 Eylül’le egemenliğini kurmuştur.

Türkiye’de Finans-Kapital egemen­liği inkâr götürmez bir gerçekliktir, an­cak bu egemenliğin 12 Eylül’le kurul­duğunu sanmak ise görünüşe aldan­maktır.

Emek bu tespitini nasıl açıklıyor?

“İşbirlikçi burjuvazinin güçlenerek iş­birlikçi tekelci boyutlara yükselmesiy­le artık devleti sadece bir ‘arpalık’ ola­rak kullanmakla yetinmemiş, devlete ait olan ve kâr getiren devlet işletme­lerini de kendisinin belirlemiş olduğu bedeller karşılığı özel sektöre devrini sağlamıştır.

“İşbirlikçi tekelci sermaye bunu en açık ve en engelsiz haliyle 1980’den sonra 12 Eylül yönetimi eliyle gerçek­leştirmiş ve gerçekleştirmeye devam etmektedir.” (ay)

İşbirlikçi burjuvazi giderek tekelcileşmiş, daha sonra da devlet işletmeleri­nin özel sektöre devrini sağlamıştır. 1980’le birlikte devlet işletmelerinin yağması ise en açık hale gelmiştir. Emek, süreci böyle özetliyor.

Bu anlatılanlar, “mali oligarşi” ege­menliğinin 12 Eylül’le kurulduğunu ye­terince ispatlayamıyor. Türkiye’de dev­let işletmelerinden “özel sektör”ün bes­lenmesi olgusu Cumhuriyet tarihi ka­dar eskidir. KİT’lerin yağması ilk kez önemli ölçüde 1950’lerde gündeme gelmiştir ve o yıllardan beri devam edi­yor. KİT’lerin özel sektöre devri ya da onların pazarına özel sektörün girmesi olgusu 1965’lerde hızlanmış en önemli adımlar 12 Mart sonrası atılmış­tır. 12 Eylül bu konuda çok özel bir ye­re sahip değildir. Emek dergisi, “mali oligarşinin” niteliğinden çok niceliğiyle ilgileniyor. Çünkü üretimde tekel, sa­nayi, ticaret ve hatta tarım sermayesi­nin bankalarla sentez olması yeni bir olgu değil, İş Bankası’nın tarihi kadar eskidir. Ancak hiç şüphesiz ki devlet­çiliğin beslemesi “özel” Finans Kapital, Cumhuriyet tarihi boyunca her on yıl­da bir en kör göze batarca sıçramalar yapmış, sermaye yoğunluğunu arttırmış, siyasi egemenliğini tartışılmaz hale getirmiştir. Fakat onun nitelik olarak yapısı Cumhuriyetin ilk onuncu yılında kesin olarak şekillenmiştir.

Kapitalist anayurtlarda tekelleşme ve Finans-Kapital egemenliği 1890’larda başlar. Bu tarih bir nitelik dönüşümü­nü belirtir. Ancak herhalde o günlerin finans kurumları ve tekelleri bugünkü­lerle karşılaştırılınca olağanüstü cılız ve çocukça kalır. Fakat bu cılızlık onların karakterini değiştirmez. Bizde de İzmir İktisat Kongresi ve İş Bankası’nın ku­ruluşu, biri teorik diğeri pratik olarak, ekonomide üretim biçimine tekelci finans-kapitalist karakteri tartışılmaz bir şekilde kazandırmıştır. Ardından gelen yıllar bu yapının gelişmesi ve daha yo­ğunlaşmasını sağlamış fakat ona yeni bir nitelik kazandıramamıştır.

Emek dergisi, “mali oligarşinin” 12 Eylül’le egemenliğini kurduğunu iddia ederken, devlet işletmelerinin özel sek­töre devrinden başka bir de son yılla­rın en önemli mali spekülasyonunu, “bankalar ve faiz hadleri” olgusunu öne çıkartmaktadır.

“Faiz hadlerinin yükselmesi, ham­madde fiyatlarının artması sonucu ma­liyetin altından kalkamayarak iflasa sü­rüklenmiş olan binlerce işletme, borç sahibi bankalar tarafından ölü fiyatına kurtarılmaya başlandı. Banka kredisi ile işletilen tarım-sanayi kuruluşları ve topraklar bankaların ipoteği altına girmek zorunda kaldı. Böylece banka sa­hibi olmayan işletmelere adeta yaşam hakkı tanınmadı… Şu durumda ban­kacılık bütün sektörler üzerinde önemli bir egemenlik kurmuştur.” (ay)

Bankacılığın egemenliği gibi görünen şey, Finans-Kapital’in kayıtsız şartsız egemenliğinin günlük pratik ekonomik gidişte kendini ortaya koyuş biçimidir. Emek, faiz hadlerinin yükselmesinden sonra işletmelerin iflası ve topraklara ipotek konmasıyla, bankaların “bütün sektörler üzerinde egemenlik” kurdu­ğunu düşünmektedir. Oysa 12 Eylül’de yaşanan para oyunlarının (faiz had­leri, bankerler olayı) bankaların ege­menliğine yol açtığını düşünmek yeri­ne; zaten var olan egemenliğe dayana­rak böyle tedbirlerle Finans Kapital’in sermaye yoğunlaşmasını arttırdığını, krizin kaçınılmaz olarak bunu dayattı­ğını düşünmek, gerçekliklerimizle uy­gunluk taşır.

Emek, önemli bir gerçekliği tespit et­mektedir:   “banka sahibi olmayan işletmelere” 12 Eylül krizi “adeta yaşam hakkı tanı”mamıştır. Eğer bu söylene­ni, holdinglerin ya da tekelci işletme­lerin doğrudan bir bankaya sahip ol­ması olarak yorumlarsak olayı aşırıca basitleştirmiş oluruz. (Örneğin Koç Holding’in, Sabancı Holding’in Akbank’ı ölçüsünde bir bankası yoktur.) Sorun, çeşitli alanlarda sivrilmiş, tekel­leşmiş sermayenin bankalarda sentezleşmesi, üretim ve dağıtımda mali ege­menliğini kurmasıdır. 12 Eylül bir ke­re daha Finans Kapitalin tartışılmaz egemenliğini çıplak biçimde ortaya koymuştur. Yoksa tersi doğru değildir. 12 Eylül’le “mali oligarşi” egemenliği kurulmamıştır.

Faizlerin yükseltilmesi, bankerler olayı, daha sonraları kooperatifler ve fonlar, bunların hepsi bir tek amaca yö­neliktir; ekonomik kriz daha yüksek sermaye birikimini dayatmıştır. Finans- Kapital yukarıda sayılan mekanizma­larla, kısa sürede ve sarsıcı bir şekilde sermaye yoğunlaştırması yoluna girmiştir. Bu birikimlerin 12 Eylül süresince nasıl kullanıldığı konumuz değil. Önemli olan, kriz yıllarının, Finans-Kapital’i kendi dışındaki bütün kesim­lerden sermaye devşirmeye zorlamış olmasıdır. Dolayısıyla 12 Eylül’le yaşa­nan faiz oyunu bankaların “üstünlü­ğünü” sağlayan bir adım değil, var olan egemenlik temelinde, sermaye biriki­mini hızlandıran bir yoldur. 12 Eylül ekonomisinin çatlaklarından sızmak isteyen ve sırf spekülasyona dayanan Hisarbank, faiz oyununu aşırıya vardır­dığı için eski finans devleri tarafından hemen afiyetle yenildi.

12 Eylül, hiç şüphesiz ki bazı gerçek­liklerimizi daha örtüsüzce gözler önü­ne serdi ya da sermek zorunda kaldı. Ekonomik alanda bunların en önem­lilerinden birisi belki de bankaların pa­ra sahibi ve kapitalist arasında “müte­vazı aracılar” olmadığı, tersine dev fi­nans imkânlarıyla ekonomiye doğru­dan yön verdiği gerçekliğinin 1960’lardakinden daha keskin şekilde ortaya çıkmasıdır.

Emek dergisi, 12 Eylül’le birlikte mali oligarşi egemenliğinden söz ediyorsa, bu derginin teorik kavrayışına 12 Ey­lül’ün bir katkısıdır. Ancak olayların gö­rünen yanlarıyla yetinen, bu anlamda pragmatik ve sığ bir katkıdır.

III

Konunun bir diğer yönü genel ola­rak devrimci hareketin bilincinde 1960’lardan bugüne sınıf yapımızın ya da daha dar anlamda egemen güçle­rin durumunun tahlilinin geçirdiği aşa­malardır. Bu aşamalar devrimci hare­ketin genel bilinç seviyesini ve kaynak aldığı sınıf ve tabakaları ortaya koyması açısından son derece öğreticidir.

Egemen sınıf yapısına bakışta dev­rimci hareket 1960 sonrası başlıca üç basamak çıkmıştır. İlki, 12 Mart’a ka­dar hakim olan bakış açısıdır. Egemen sınıflar “işbirlikçi” nitelemesiyle tanım­lanıyordu. Bütün MDD, ardından Cep­he literatüründe egemen olan tanım böyledir. Ve bu niteleme hâlâ tamamen terkedilmemiştir. “İşbirlikçi burjuvazi” tespiti doğrudan o dönem harekete egemen olan küçük burjuva ulusalcılığının en tipik kendini ortaya koyuşudur.

Dünya ölçüsünde yaygın olan ulu­sal kurtuluş savaşlarının etkisiyle, ha­reket zaten genellikle şehirlerdeki ay­dın küçük burjuva tabakalara dayan­dığı için mücadele ufku emperyalizme karşı yeni bir kurtuluş savaşı olarak şe­killendi. Emperyalizmin ülkeyi “işgali” temel alındı. Daha sonraları, “açık ya ­da gizli işgal” biçiminde aynı seviyeye indirgenerek çözümlendi. Bir bakıma, küçük burjuvazi devrimci mücadeleye katılmak için ülkesini “işgal” altında gör­mek istiyordu.

Böylece o dönemin sınıf saflaşması kaçınılmaz şekilde bu ulusal kurtuluşçu bakış temeline oturdu. Emperyaliz­mle iç içe olan “işbirlikçi burjuvazi” ve “millici sınıflar” karşıtlığı mücadelenin karşılıklı safları olarak belirlendi. Sınıf­lar değerlendirmesi ülkedeki egemen üretim biçimine göre değil, emperya­lizmin ülkedeki uzantılarına göre yapıl­dı. Hatta ülkede kapitalizm, “çarpık”, “emperyalizmin dışarıdan dayatması” olarak görüldü. Olaya böyle bakılınca her şey dış düşman Emperyalizm ve onun yerli “işbirlikçileri”ne göre saflaş­tırıldı.

12 Mart’a çok kısa bir süre kala, Cephe hareketi MDD’den kopuştuğunda, “Kesintisiz Devrim”de ülkemizdeki “tekelci burjuvazi”den söz edilse de “ül­kemizdeki tekelci kapitalizm kendi iç dinamiği ile gelişmediğinden” (M. Çayan, Kes. Devrim), yine tüm mücade­le ufku emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesi seviyesinden öteye gide­miyordu.

Bütün bu görüşler 12 Mart’la sınav­dan geçti. 12 Mart sonrası yıllar, dev­rimci hareketin genel bilinç seviyesin­deki ikinci basamaktır. Bu basamak­ta, 12 Mart öncesinin ulusal kurtuluşçu bakış açısı oldukça aşınmıştır. Ülke­deki ekonomik yapı biraz daha gerçek­çi kavranmış, tekelci üretim temeli en kaba yönleriyle de olsa kabul edilme­ye başlanmıştır. Böylece, “işbirlikçi bur­juvazi” evrimleşerek “işbirlikçi tekelci burjuvazi” olmuştur.

Aslında sınıf tahlilinde bu evrimleş­me üretim temeliyle ilgili tekel gerçe­ğini dile getirirse de hâlâ küçük burjuva ahlakçı yaklaşımını aşamamıştır, “işbirlikçi” nitelemesi, bir bakıma burjuvazinin bu kesimine yöneltilen bir aşağılamadır. Ancak o sınıfın yapısını açıklayan bilimsel bir niteleme değildir. Kapitalizm evrensel bir sistem oldu­ğundan beri hangi burjuva işbirliğini, özlemez ve istemez. Ya da örneğin biz­de 1946’lara kadar burjuvazimiz em­peryalizmle bugünkü ölçüde “işbirliği” içinde değildi. Böyle olması, o yıllar için egemen zümreyi aklar mı? Onla­rın sınıf karakterini bir değişikliğe uğ­ratır mı? Elbette ki hayır.

Bütün küçük burjuva ulusalcı izlere rağmen 12 Mart deneyi, tekelci ekonomi yapısını açıkça gözlere batırmış­tır. Ünlü TÜSİAD 12 Mart’Ia yaşıttır.

Üçüncü basamak, 12 Eylül deneyi, yazının girişinde de belirttiğimiz gibi devrimci harekette köklü bozulmalara yol açmıştır. Bu teori düzeyinde de ka­çınılmazca yaşandı. Liberal düşünce­ler sosyalizm olarak sunulmaya çalışıl­dı.

Ancak bütün bu teorik sapkınlıkla­ra rağmen 12 Eylül pratiği, egemen zümrenin yapısını daha açık olarak ser­gilemekten geri durmadı. Artık ege­men zümrenin emperyalizmle “işbirliği”nden çok onun iç yapısı, birbiriyle bağlantılı araştırmalara konu olmakta­dır. “40 Haramiler”in sanayi, ticaret, ta­rım, bankacılık alanında durumları, yıl­lardır var olan Finans-Kapital gerçekli­ğini inkâr götürmez şekilde kanıtlamaktadır. 12 Eylül küçük burjuva ah­lakçı ya da ulusal kurtuluşçu yaklaşım­lara önemli darbeler vurdu. Finans- Kapital’in bizdeki egemenlik biçimi, siyasi taktikleri artık başlı başına bir yak­laşım gerektiriyor. Bütün bunlar, eski­si gibi “emperyalizmin işbirlikçileri” de­ğerlendirmesiyle çözülemez, çözülemiyor.

IV

Emek dergisi, özellikle 24 Ocak uygulamalarıyla günlük basında birinci konu haline gelen bankaların konumundan hare­ketle, “sanayi sermayesiyle kaynaşmış ban­ka sermayesini” teorik tahlillerine eklemek zorunluluğunu duymuş olmalı. Fakat bu yapılırken, Türkiye’de Finans-Kapital ege­menliğinin varlığını geçmişten beri savunan bizler şöyle eleştiriliyoruz:

“Yine belirtmekte yarar var ki mali oligarşinin diktatörlüğü geçmişte kimi siyasi akımların yanlış olarak tahlil edip adlandırdığı sanayi, ticaret, banka sermayesinin ve toprak ağalığının hatta ‘tefeci bezirganlar’ın ittifakından oluşan bir egemenlik değil, tersine, tarım, imalat sanayi ve banka sermayesinin sadece azınlığın elinde bütünle­şip birleşmesiyle oluşmuştur. Feodalizmin bir unsuru olan toprak ağalığı, ‘tefeci-bezirganlar’ gibi kapitalizm öncesi kesimle­rin de katıldığı geniş bir ittifakın oluşturdu­ğu ‘oligarşi’ türünden ‘melez oligarşi’ tahlil­leri. Türkiye tekelci sermayesinin egemenliğinin gerçek biçimini yansıtmıyor” (Emek, ay)

Bu söylenenler doğrudan hangi “siyasi akımları” hedef alıyor bilemiyoruz. Çünkü benzer görüşleri geçmişte D. Yol da savunmuştur. Daha doğrusu eleştirilen görüşlere yakın şeyler bazı Cephe kökenli siyasetlerce açık ve net biçimde olmasa da, yazı­lıp savunulmuştur. Eğer bu söylenenler H. Kıvılcımlı’nın Finans-Kapital tahlilini hedef alıyorsa, yazar görüşlerimizi önce çarpıtıp sonra da eleştiriyor.

Önce, H. Kıvılcımlı “oligarşi”yi hiçbir yer­de “sanayi, ticaret, banka sermayesinin ve toprak ağalığının hatta ‘tefeci bezirganlar’ın ittifakından oluşan bir egemenlik”(altını ben çizdim) olarak tanımlamamıştır.

“Serbest rekabetçi kapitalist sınıfının sis­temi, kimya bilimindeki halitaya alaşıma benzetilse, finans-kapital oligarşisi bir bile­şimdir denilebilir. Yani birleşen kapitaller zümre özelliklerini (yalnızca banka veya en­düstri yahut ticaret kapitali oluşlarını) ko­rumazlar. Tersine gerek kredi, gerek üretim biricik bir nitelik başkalaşmasına uğrar. Endüstri veya banka kapitalleri bambaşka biricik bir finans kapital haline geçmiş bu­lunurlar. Kapital ta özünden değişmiştir…

“Finans-Kapital içinde büyük bankerler, endüstriciler ve büyük tüccarlar gibi büyük arazi sahipleri de bulunur.” (Emperyalizm Geberen Kapitalizm, H. Kıvılcımlı)

Sorun Emek dergisinin ileri sürdüğü gibi konulmaz. Söz konusu olan, çeşitli bur­juva kesimlerin “ittifakı” değil, büyük sermayelerin ve toprak sahipliğinin sentezleşmesidir. İttifak farklı unsurların ayrılık­larını koruyarak aynı doğrultuda davran­malarını anlatır. Oysa sentez olmakla, eski özellikler yitirilir, yeni bir özellik ortaya çıkar. Finans Kapital budur.

Finans Kapital sırf banka, sanayi ya da ticaret sermayesi değildir. Bütün üretim, ancak bize yabancı olmayan “tefeci bezirgan”lık finans oligarşisi içine dahil edilip, sonra da “melez oligarşi” diye bir deyim ileri sürülerek H. Kıvılcımlı’nın görüşleri mi eleştiriliyor, bilemiyoruz. Atılan taş ortada kalmasın, üstümüze alalım.

Tefeci-bezirganlık, Türkiye’deki mevcut kitlesiyle Finans oligarşisi içinde değildir. Ancak taşra şehir ve kasabalarına Finans oligarşisinin egemenliğini bayiler ağı ile aktaran onun en sadık yedek gücüdür.

Fakat Türkiye’de finans oligarşisi şekillenirken içinde büyük toprak sahipleri ve iri tefeci bezirganlar da yer almıştır. İş Banka­sı’nın kurucularına bakılabilir. Aynı zaman da Ziraat Bankası’nın gelişim tarihi toprak ağası ve tefecilerden en irilerinin banka içinde nasıl mevzilendiklerine zengin örnekler sunar. Oysa Emek dergisi finans oligarşisi olgusunu ancak 1980 sonrası görebildiği için, onun ancak bugün görünen en kaba özellikleriyle yetiniyor.

Türkiye’de 1968’lerde kapitalizmin var­lığı ya da yokluğunu tartışan siyasetler sonra olayların çarpıcı uyarısıyla kapitalizmden öteye, üstelik tekelci bir ekonomik yapıyla yüz yüze gelince tam zıt uca sıçrayıp ülkemizde kapitalizm öncesi kalıntı üretim ve mülkiyet biçimlerini yok varsaymayı yeğlediler. Bizde tekelci ekonomik yapının 1920’lerden beri şekillenip gelişmesi ince­lendiğinde nasıl büyük toprak sahipliğiyle iç içe girdiğini ve tefeci-bezirgan sermayeyi özellikle 1050‘lerle birlikte nasıl yedeğine aldığı hemen görülebilir.

Sonuç olarak, Emek olayların pratik zor­lamasıyla “mali oligarşi”nin egemenliğinden ya da sanayi, ticaret banka tarım vb. ser­mayelerin “bütünlüğü”nden söz etmektedir. Ancak bu “bütünlüğün” doğum tarihi ola­rak 12 Eylül dönemini kabul ediyor.

Sorun böyle konulunca 1080 öncesi egemen zümrenin niteliğini açıklamak Emek’in kendi sorunu. Fakat Türkiye’de Finans Kapital egemenliğini geçmişten beri savunan bir görüş, devrimci dürüstlük ve bilimsel olmanın gereği doğrudan (dolaylı değil) ve olduğu gibi ele alınarak (çar­pıtılarak değil) eleştirilmeliydi.

Pratik öğretir. Buna şüphe yok. Ancak teorik sağlamlık olayların ilk görüntüsünden öteye gidebilmekle, olayların ilk bakışta görülemeyen iç bağlarını kavrayabilmekle mümkün olur. Aksi pragmatiklik olur ve teoride eklektisizmden öteye gidilemez.