SINIFSAL YAPI TAHLİLLERİNE 12 EYLÜL’ÜN KATKILARI – Mehmet Yılmazer
“EMEK” eleştirisi
Çağdaş Yol, Sayı 7, Mayıs 1989
I
12 Eylül’ün devrimci saflarda yarattığı düşünce anaforu, yaşadığımız günlerde artık ilk hızını yitirmiş görünse de, hala varlığını korumaktadır. Pek çok “değer” ya da teorik yargı 12 Eylül’le birlikte terkedildi. Ve kaçınılmaz olarak terkedilenlerin yerine “yeni”leri konuldu.
Konumuz Türkiye’deki sınıflar yapısı. Her devrimci strateji, taktik ve parolanın en başta dayanması gereken temel, sınıfsal yapı tahlilidir. Bu konuda bir bulanıklık her kişi ya da siyaseti günlük olayların akışında bunaltır. Hele önemli politik alt üstlükler karşısında böyle siyasetler kaçınılmaz kaderleriyle baş başa kalır; düşünce bakımından silahsızlandırılırlar. 12 Eylül bu konuda umduğumuzdan da öteye zengin örnekler sundu. Bu örneklerin bolluğu elbette ki sevinç değil utanç kaynağı olmalıdır. Fakat öte yandan gerçektir. Görmezlikten gelinemez, atlanamaz.
12 Eylül’le Türkiye sınıflar yapısı ya da “egemen sınıfların” tahlili başlıca iki yönden deforme edildi.
İlki, bütünüyle 12 Eylül yaratığı, onun karanlık günlerinin liberal beyinlerde yankılanmasının bir ürünüdür. Yeni Gündem (M. Belge)’le başlayan sonra D. Yol’un önemli bir bölümünü kapsayan “sivil toplumcu” akımdır. 12 Eylül’ün siyasi çocuğu “sivil toplumcu” düşünce, sınıf kavramını bir kenara atarak, yaşanan bunalımları bir tek nedene, “elit toplum” çelişkisine bağladı. Sınıf çizgilerinin yerine gelenekcil devletçi “elit” ve “sivil tolum” ayrımı geçirilerek düşünce deformasyonunun zirvesine çıkıldı. Aslında bu “yeni” tahlil, 12 Eylül darbesinin, yenilgi şokunu uğramış beyinlerdeki ilk kaba izi ya da yansımasıydı.
Her şeye bir gecede egemen olan “elit” ile boyun eğmeye zorlanan, Çanakkale’de demokrasi çığlıkları atan Demirellere kadar uzanan geniş mağdur “sivil”ler… Bu bakış açısı Türkiye’deki egemen zümreyi, kullandığı araçlardan bir tanesiyle eş tutmak, ya da aynılaştırmak oluyordu. Böylece gerçek egemen zümre gölgelenmiş hatta mağdur “sivil”lerin içine dahil edilerek aklanmış oluyordu.
İkinci görüş, bu “sivil toplumcu” çürümeye karşı bir tepki olarak yükseldi. Henüz devrimci siyasetlerin toparlanamadığı günlerde olumlu bir rol oynadı. Y. Küçük ve daha sonra Gelenek çevresi bu ikinci kutbu meydana getirir. “Tüm burjuvazi”yi egemenler katına yükselten bu görüş, böyle yapmakla bir avuç asalak Finans-Kapital zümresini “tüm burjuvazi” içinde eritip örtmüş oluyordu. Bugünlerin popüler isimlendirmesiyle egemen “40 Haramiler”imizi en keskin dileklerle de olsa halkın bilincinde gölgelemiş oldular. Ancak bu tespit 12 Eylül günlerine özgü değildir, kökleri 12 Mart sonrası TİP içindeki bölünmeye kadar dayanır. 12 Eylül’le yeniden bir sıçrama yapmayı deniyor.
12 Eylül’le Türkiye ekonomisindeki tekelci yapı en kör göze batar hale gelmesine rağmen. Y. Küçüklerin “tüm burjuvazi” içinde tekelleri gölgelemeleri anlaşılmaz kalabilir. Ancak onlar Türkiye’de kapitalizmin bu ölçüde gelişmesinden kalkarak doğrudan sosyalizme sıçramayı hedefledikleri için egemen sınıfın yapısını ayrıca irdelemeyi gerekli bulmuyorlar.
Bu iki uç sapkınlığın dışında özellikle 12 Eylül deneyinden sonra siyasetler içinde ağırlıklı eğilim, tekelci yapının kavranması doğrultusundadır. Ancak bu kavrayışlar sağlam teorik temellere dayanmak yerine, daha çok pragmatik seziler seviyesinde kalmaktadır.
II
Emek dergisi buna belki de en son ve en iyi örneklerden birisidir. İlk sayısında 12 Eylül uygulamaları değerlendirilirken şu önemli tespit yapılır:
“Böylece; banka, ticaret, imalat sanayi ve tarım-sanayi sermayesinin bütünlüğü, diğer adıyla mali oligarşinin egemenliği oluşmuştur. Lenin’in deyimiyle sanayi sermayesiyle kaynaşmış banka sermayesinin mali diktatörlüğü; yani küçük bir azınlığın egemenliği olan, mali oligarşi Türkiye’de egemenliğini kurmuştur.” (Emek, Ocak 1989)
Bu tespitte iki önemli yön vardır. 12 Mart’tan beri genellikle sol literatürde “tekelci” ya da “işbirlikçi tekelci burjuvazi” deyimi egemen zümreyi nitelendirmek için kullanılır oldu. Oysa bu tespitte “tekelci” nitelemesi ile yetinilmeyip “banka, ticaret, imalat sanayi ve tarım sanayi sermayesinin bütünlüğü”nden söz edilmektedir. Bu sentezin bilimsel adlandırması Finans-Kapitaldir. Emek dergisi Türkiye’de “mali oligarşi”nin egemenliğini tespit ediyor. Bu inkâr edilemez bir gerçekliktir. Ancak tespitin ikinci yönü, bu egemenliğin kurulduğu dönemle ilgilidir: Emek dergisine göre, mali oligarşi, 12 Eylül’le egemenliğini kurmuştur.
Türkiye’de Finans-Kapital egemenliği inkâr götürmez bir gerçekliktir, ancak bu egemenliğin 12 Eylül’le kurulduğunu sanmak ise görünüşe aldanmaktır.
Emek bu tespitini nasıl açıklıyor?
“İşbirlikçi burjuvazinin güçlenerek işbirlikçi tekelci boyutlara yükselmesiyle artık devleti sadece bir ‘arpalık’ olarak kullanmakla yetinmemiş, devlete ait olan ve kâr getiren devlet işletmelerini de kendisinin belirlemiş olduğu bedeller karşılığı özel sektöre devrini sağlamıştır.
“İşbirlikçi tekelci sermaye bunu en açık ve en engelsiz haliyle 1980’den sonra 12 Eylül yönetimi eliyle gerçekleştirmiş ve gerçekleştirmeye devam etmektedir.” (ay)
İşbirlikçi burjuvazi giderek tekelcileşmiş, daha sonra da devlet işletmelerinin özel sektöre devrini sağlamıştır. 1980’le birlikte devlet işletmelerinin yağması ise en açık hale gelmiştir. Emek, süreci böyle özetliyor.
Bu anlatılanlar, “mali oligarşi” egemenliğinin 12 Eylül’le kurulduğunu yeterince ispatlayamıyor. Türkiye’de devlet işletmelerinden “özel sektör”ün beslenmesi olgusu Cumhuriyet tarihi kadar eskidir. KİT’lerin yağması ilk kez önemli ölçüde 1950’lerde gündeme gelmiştir ve o yıllardan beri devam ediyor. KİT’lerin özel sektöre devri ya da onların pazarına özel sektörün girmesi olgusu 1965’lerde hızlanmış en önemli adımlar 12 Mart sonrası atılmıştır. 12 Eylül bu konuda çok özel bir yere sahip değildir. Emek dergisi, “mali oligarşinin” niteliğinden çok niceliğiyle ilgileniyor. Çünkü üretimde tekel, sanayi, ticaret ve hatta tarım sermayesinin bankalarla sentez olması yeni bir olgu değil, İş Bankası’nın tarihi kadar eskidir. Ancak hiç şüphesiz ki devletçiliğin beslemesi “özel” Finans Kapital, Cumhuriyet tarihi boyunca her on yılda bir en kör göze batarca sıçramalar yapmış, sermaye yoğunluğunu arttırmış, siyasi egemenliğini tartışılmaz hale getirmiştir. Fakat onun nitelik olarak yapısı Cumhuriyetin ilk onuncu yılında kesin olarak şekillenmiştir.
Kapitalist anayurtlarda tekelleşme ve Finans-Kapital egemenliği 1890’larda başlar. Bu tarih bir nitelik dönüşümünü belirtir. Ancak herhalde o günlerin finans kurumları ve tekelleri bugünkülerle karşılaştırılınca olağanüstü cılız ve çocukça kalır. Fakat bu cılızlık onların karakterini değiştirmez. Bizde de İzmir İktisat Kongresi ve İş Bankası’nın kuruluşu, biri teorik diğeri pratik olarak, ekonomide üretim biçimine tekelci finans-kapitalist karakteri tartışılmaz bir şekilde kazandırmıştır. Ardından gelen yıllar bu yapının gelişmesi ve daha yoğunlaşmasını sağlamış fakat ona yeni bir nitelik kazandıramamıştır.
Emek dergisi, “mali oligarşinin” 12 Eylül’le egemenliğini kurduğunu iddia ederken, devlet işletmelerinin özel sektöre devrinden başka bir de son yılların en önemli mali spekülasyonunu, “bankalar ve faiz hadleri” olgusunu öne çıkartmaktadır.
“Faiz hadlerinin yükselmesi, hammadde fiyatlarının artması sonucu maliyetin altından kalkamayarak iflasa sürüklenmiş olan binlerce işletme, borç sahibi bankalar tarafından ölü fiyatına kurtarılmaya başlandı. Banka kredisi ile işletilen tarım-sanayi kuruluşları ve topraklar bankaların ipoteği altına girmek zorunda kaldı. Böylece banka sahibi olmayan işletmelere adeta yaşam hakkı tanınmadı… Şu durumda bankacılık bütün sektörler üzerinde önemli bir egemenlik kurmuştur.” (ay)
Bankacılığın egemenliği gibi görünen şey, Finans-Kapital’in kayıtsız şartsız egemenliğinin günlük pratik ekonomik gidişte kendini ortaya koyuş biçimidir. Emek, faiz hadlerinin yükselmesinden sonra işletmelerin iflası ve topraklara ipotek konmasıyla, bankaların “bütün sektörler üzerinde egemenlik” kurduğunu düşünmektedir. Oysa 12 Eylül’de yaşanan para oyunlarının (faiz hadleri, bankerler olayı) bankaların egemenliğine yol açtığını düşünmek yerine; zaten var olan egemenliğe dayanarak böyle tedbirlerle Finans Kapital’in sermaye yoğunlaşmasını arttırdığını, krizin kaçınılmaz olarak bunu dayattığını düşünmek, gerçekliklerimizle uygunluk taşır.
Emek, önemli bir gerçekliği tespit etmektedir: “banka sahibi olmayan işletmelere” 12 Eylül krizi “adeta yaşam hakkı tanı”mamıştır. Eğer bu söyleneni, holdinglerin ya da tekelci işletmelerin doğrudan bir bankaya sahip olması olarak yorumlarsak olayı aşırıca basitleştirmiş oluruz. (Örneğin Koç Holding’in, Sabancı Holding’in Akbank’ı ölçüsünde bir bankası yoktur.) Sorun, çeşitli alanlarda sivrilmiş, tekelleşmiş sermayenin bankalarda sentezleşmesi, üretim ve dağıtımda mali egemenliğini kurmasıdır. 12 Eylül bir kere daha Finans Kapitalin tartışılmaz egemenliğini çıplak biçimde ortaya koymuştur. Yoksa tersi doğru değildir. 12 Eylül’le “mali oligarşi” egemenliği kurulmamıştır.
Faizlerin yükseltilmesi, bankerler olayı, daha sonraları kooperatifler ve fonlar, bunların hepsi bir tek amaca yöneliktir; ekonomik kriz daha yüksek sermaye birikimini dayatmıştır. Finans- Kapital yukarıda sayılan mekanizmalarla, kısa sürede ve sarsıcı bir şekilde sermaye yoğunlaştırması yoluna girmiştir. Bu birikimlerin 12 Eylül süresince nasıl kullanıldığı konumuz değil. Önemli olan, kriz yıllarının, Finans-Kapital’i kendi dışındaki bütün kesimlerden sermaye devşirmeye zorlamış olmasıdır. Dolayısıyla 12 Eylül’le yaşanan faiz oyunu bankaların “üstünlüğünü” sağlayan bir adım değil, var olan egemenlik temelinde, sermaye birikimini hızlandıran bir yoldur. 12 Eylül ekonomisinin çatlaklarından sızmak isteyen ve sırf spekülasyona dayanan Hisarbank, faiz oyununu aşırıya vardırdığı için eski finans devleri tarafından hemen afiyetle yenildi.
12 Eylül, hiç şüphesiz ki bazı gerçekliklerimizi daha örtüsüzce gözler önüne serdi ya da sermek zorunda kaldı. Ekonomik alanda bunların en önemlilerinden birisi belki de bankaların para sahibi ve kapitalist arasında “mütevazı aracılar” olmadığı, tersine dev finans imkânlarıyla ekonomiye doğrudan yön verdiği gerçekliğinin 1960’lardakinden daha keskin şekilde ortaya çıkmasıdır.
Emek dergisi, 12 Eylül’le birlikte mali oligarşi egemenliğinden söz ediyorsa, bu derginin teorik kavrayışına 12 Eylül’ün bir katkısıdır. Ancak olayların görünen yanlarıyla yetinen, bu anlamda pragmatik ve sığ bir katkıdır.
III
Konunun bir diğer yönü genel olarak devrimci hareketin bilincinde 1960’lardan bugüne sınıf yapımızın ya da daha dar anlamda egemen güçlerin durumunun tahlilinin geçirdiği aşamalardır. Bu aşamalar devrimci hareketin genel bilinç seviyesini ve kaynak aldığı sınıf ve tabakaları ortaya koyması açısından son derece öğreticidir.
Egemen sınıf yapısına bakışta devrimci hareket 1960 sonrası başlıca üç basamak çıkmıştır. İlki, 12 Mart’a kadar hakim olan bakış açısıdır. Egemen sınıflar “işbirlikçi” nitelemesiyle tanımlanıyordu. Bütün MDD, ardından Cephe literatüründe egemen olan tanım böyledir. Ve bu niteleme hâlâ tamamen terkedilmemiştir. “İşbirlikçi burjuvazi” tespiti doğrudan o dönem harekete egemen olan küçük burjuva ulusalcılığının en tipik kendini ortaya koyuşudur.
Dünya ölçüsünde yaygın olan ulusal kurtuluş savaşlarının etkisiyle, hareket zaten genellikle şehirlerdeki aydın küçük burjuva tabakalara dayandığı için mücadele ufku emperyalizme karşı yeni bir kurtuluş savaşı olarak şekillendi. Emperyalizmin ülkeyi “işgali” temel alındı. Daha sonraları, “açık ya da gizli işgal” biçiminde aynı seviyeye indirgenerek çözümlendi. Bir bakıma, küçük burjuvazi devrimci mücadeleye katılmak için ülkesini “işgal” altında görmek istiyordu.
Böylece o dönemin sınıf saflaşması kaçınılmaz şekilde bu ulusal kurtuluşçu bakış temeline oturdu. Emperyalizmle iç içe olan “işbirlikçi burjuvazi” ve “millici sınıflar” karşıtlığı mücadelenin karşılıklı safları olarak belirlendi. Sınıflar değerlendirmesi ülkedeki egemen üretim biçimine göre değil, emperyalizmin ülkedeki uzantılarına göre yapıldı. Hatta ülkede kapitalizm, “çarpık”, “emperyalizmin dışarıdan dayatması” olarak görüldü. Olaya böyle bakılınca her şey dış düşman Emperyalizm ve onun yerli “işbirlikçileri”ne göre saflaştırıldı.
12 Mart’a çok kısa bir süre kala, Cephe hareketi MDD’den kopuştuğunda, “Kesintisiz Devrim”de ülkemizdeki “tekelci burjuvazi”den söz edilse de “ülkemizdeki tekelci kapitalizm kendi iç dinamiği ile gelişmediğinden” (M. Çayan, Kes. Devrim), yine tüm mücadele ufku emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesi seviyesinden öteye gidemiyordu.
Bütün bu görüşler 12 Mart’la sınavdan geçti. 12 Mart sonrası yıllar, devrimci hareketin genel bilinç seviyesindeki ikinci basamaktır. Bu basamakta, 12 Mart öncesinin ulusal kurtuluşçu bakış açısı oldukça aşınmıştır. Ülkedeki ekonomik yapı biraz daha gerçekçi kavranmış, tekelci üretim temeli en kaba yönleriyle de olsa kabul edilmeye başlanmıştır. Böylece, “işbirlikçi burjuvazi” evrimleşerek “işbirlikçi tekelci burjuvazi” olmuştur.
Aslında sınıf tahlilinde bu evrimleşme üretim temeliyle ilgili tekel gerçeğini dile getirirse de hâlâ küçük burjuva ahlakçı yaklaşımını aşamamıştır, “işbirlikçi” nitelemesi, bir bakıma burjuvazinin bu kesimine yöneltilen bir aşağılamadır. Ancak o sınıfın yapısını açıklayan bilimsel bir niteleme değildir. Kapitalizm evrensel bir sistem olduğundan beri hangi burjuva işbirliğini, özlemez ve istemez. Ya da örneğin bizde 1946’lara kadar burjuvazimiz emperyalizmle bugünkü ölçüde “işbirliği” içinde değildi. Böyle olması, o yıllar için egemen zümreyi aklar mı? Onların sınıf karakterini bir değişikliğe uğratır mı? Elbette ki hayır.
Bütün küçük burjuva ulusalcı izlere rağmen 12 Mart deneyi, tekelci ekonomi yapısını açıkça gözlere batırmıştır. Ünlü TÜSİAD 12 Mart’Ia yaşıttır.
Üçüncü basamak, 12 Eylül deneyi, yazının girişinde de belirttiğimiz gibi devrimci harekette köklü bozulmalara yol açmıştır. Bu teori düzeyinde de kaçınılmazca yaşandı. Liberal düşünceler sosyalizm olarak sunulmaya çalışıldı.
Ancak bütün bu teorik sapkınlıklara rağmen 12 Eylül pratiği, egemen zümrenin yapısını daha açık olarak sergilemekten geri durmadı. Artık egemen zümrenin emperyalizmle “işbirliği”nden çok onun iç yapısı, birbiriyle bağlantılı araştırmalara konu olmaktadır. “40 Haramiler”in sanayi, ticaret, tarım, bankacılık alanında durumları, yıllardır var olan Finans-Kapital gerçekliğini inkâr götürmez şekilde kanıtlamaktadır. 12 Eylül küçük burjuva ahlakçı ya da ulusal kurtuluşçu yaklaşımlara önemli darbeler vurdu. Finans- Kapital’in bizdeki egemenlik biçimi, siyasi taktikleri artık başlı başına bir yaklaşım gerektiriyor. Bütün bunlar, eskisi gibi “emperyalizmin işbirlikçileri” değerlendirmesiyle çözülemez, çözülemiyor.
IV
Emek dergisi, özellikle 24 Ocak uygulamalarıyla günlük basında birinci konu haline gelen bankaların konumundan hareketle, “sanayi sermayesiyle kaynaşmış banka sermayesini” teorik tahlillerine eklemek zorunluluğunu duymuş olmalı. Fakat bu yapılırken, Türkiye’de Finans-Kapital egemenliğinin varlığını geçmişten beri savunan bizler şöyle eleştiriliyoruz:
“Yine belirtmekte yarar var ki mali oligarşinin diktatörlüğü geçmişte kimi siyasi akımların yanlış olarak tahlil edip adlandırdığı sanayi, ticaret, banka sermayesinin ve toprak ağalığının hatta ‘tefeci bezirganlar’ın ittifakından oluşan bir egemenlik değil, tersine, tarım, imalat sanayi ve banka sermayesinin sadece azınlığın elinde bütünleşip birleşmesiyle oluşmuştur. Feodalizmin bir unsuru olan toprak ağalığı, ‘tefeci-bezirganlar’ gibi kapitalizm öncesi kesimlerin de katıldığı geniş bir ittifakın oluşturduğu ‘oligarşi’ türünden ‘melez oligarşi’ tahlilleri. Türkiye tekelci sermayesinin egemenliğinin gerçek biçimini yansıtmıyor” (Emek, ay)
Bu söylenenler doğrudan hangi “siyasi akımları” hedef alıyor bilemiyoruz. Çünkü benzer görüşleri geçmişte D. Yol da savunmuştur. Daha doğrusu eleştirilen görüşlere yakın şeyler bazı Cephe kökenli siyasetlerce açık ve net biçimde olmasa da, yazılıp savunulmuştur. Eğer bu söylenenler H. Kıvılcımlı’nın Finans-Kapital tahlilini hedef alıyorsa, yazar görüşlerimizi önce çarpıtıp sonra da eleştiriyor.
Önce, H. Kıvılcımlı “oligarşi”yi hiçbir yerde “sanayi, ticaret, banka sermayesinin ve toprak ağalığının hatta ‘tefeci bezirganlar’ın ittifakından oluşan bir egemenlik”(altını ben çizdim) olarak tanımlamamıştır.
“Serbest rekabetçi kapitalist sınıfının sistemi, kimya bilimindeki halitaya alaşıma benzetilse, finans-kapital oligarşisi bir bileşimdir denilebilir. Yani birleşen kapitaller zümre özelliklerini (yalnızca banka veya endüstri yahut ticaret kapitali oluşlarını) korumazlar. Tersine gerek kredi, gerek üretim biricik bir nitelik başkalaşmasına uğrar. Endüstri veya banka kapitalleri bambaşka biricik bir finans kapital haline geçmiş bulunurlar. Kapital ta özünden değişmiştir…
“Finans-Kapital içinde büyük bankerler, endüstriciler ve büyük tüccarlar gibi büyük arazi sahipleri de bulunur.” (Emperyalizm Geberen Kapitalizm, H. Kıvılcımlı)
Sorun Emek dergisinin ileri sürdüğü gibi konulmaz. Söz konusu olan, çeşitli burjuva kesimlerin “ittifakı” değil, büyük sermayelerin ve toprak sahipliğinin sentezleşmesidir. İttifak farklı unsurların ayrılıklarını koruyarak aynı doğrultuda davranmalarını anlatır. Oysa sentez olmakla, eski özellikler yitirilir, yeni bir özellik ortaya çıkar. Finans Kapital budur.
Finans Kapital sırf banka, sanayi ya da ticaret sermayesi değildir. Bütün üretim, ancak bize yabancı olmayan “tefeci bezirgan”lık finans oligarşisi içine dahil edilip, sonra da “melez oligarşi” diye bir deyim ileri sürülerek H. Kıvılcımlı’nın görüşleri mi eleştiriliyor, bilemiyoruz. Atılan taş ortada kalmasın, üstümüze alalım.
Tefeci-bezirganlık, Türkiye’deki mevcut kitlesiyle Finans oligarşisi içinde değildir. Ancak taşra şehir ve kasabalarına Finans oligarşisinin egemenliğini bayiler ağı ile aktaran onun en sadık yedek gücüdür.
Fakat Türkiye’de finans oligarşisi şekillenirken içinde büyük toprak sahipleri ve iri tefeci bezirganlar da yer almıştır. İş Bankası’nın kurucularına bakılabilir. Aynı zaman da Ziraat Bankası’nın gelişim tarihi toprak ağası ve tefecilerden en irilerinin banka içinde nasıl mevzilendiklerine zengin örnekler sunar. Oysa Emek dergisi finans oligarşisi olgusunu ancak 1980 sonrası görebildiği için, onun ancak bugün görünen en kaba özellikleriyle yetiniyor.
Türkiye’de 1968’lerde kapitalizmin varlığı ya da yokluğunu tartışan siyasetler sonra olayların çarpıcı uyarısıyla kapitalizmden öteye, üstelik tekelci bir ekonomik yapıyla yüz yüze gelince tam zıt uca sıçrayıp ülkemizde kapitalizm öncesi kalıntı üretim ve mülkiyet biçimlerini yok varsaymayı yeğlediler. Bizde tekelci ekonomik yapının 1920’lerden beri şekillenip gelişmesi incelendiğinde nasıl büyük toprak sahipliğiyle iç içe girdiğini ve tefeci-bezirgan sermayeyi özellikle 1050‘lerle birlikte nasıl yedeğine aldığı hemen görülebilir.
Sonuç olarak, Emek olayların pratik zorlamasıyla “mali oligarşi”nin egemenliğinden ya da sanayi, ticaret banka tarım vb. sermayelerin “bütünlüğü”nden söz etmektedir. Ancak bu “bütünlüğün” doğum tarihi olarak 12 Eylül dönemini kabul ediyor.
Sorun böyle konulunca 1080 öncesi egemen zümrenin niteliğini açıklamak Emek’in kendi sorunu. Fakat Türkiye’de Finans Kapital egemenliğini geçmişten beri savunan bir görüş, devrimci dürüstlük ve bilimsel olmanın gereği doğrudan (dolaylı değil) ve olduğu gibi ele alınarak (çarpıtılarak değil) eleştirilmeliydi.
Pratik öğretir. Buna şüphe yok. Ancak teorik sağlamlık olayların ilk görüntüsünden öteye gidebilmekle, olayların ilk bakışta görülemeyen iç bağlarını kavrayabilmekle mümkün olur. Aksi pragmatiklik olur ve teoride eklektisizmden öteye gidilemez.