SENDİKAL ORTAM VE İŞÇİLERİN GÖREVLERİ – Emir BAYHAN

 

Çağdaş Yol, Sayı 4, Haziran 1988

12 Eylül… Yaşamın gerçekçiliğini kavrayamadan, onu değiştirmeye kalkanlara, yine yaşamın attığı ağır bir tokat… Hem öyle bir tokat ki atılmasının üzerinden geçen 8 yıla karşın izleri sıcaklığını halen koruyor. Asıl önemlisi, tokadı atanların attıklarıyla yetinmek gibi bir niyetleri yok! Niyetleri yok diyoruz, çünkü onlar çok iyi biliyorlar ki, tokat attıkları bir gün tokat yemekten vazgeçince yalnız tokat atan ellerini engellemekle kalmayacak, onları kırıp atacaktır. Bütün amaçları kendilerini olduklarından çok güçlü, karşılarındakileri de olduklarından çok güçsüz göstererek, tokat yemenin onların kaderleri olduğuna inandırmak ve tokat yiyenlerin karşı çıkmak yerine diğer yanağını uzatacak şekilde düşünmesini sağlamak.

Tüm dertleri de tokatladıklarının sırtına basarak sürdürdükleri yaşamlarını biraz daha uzatabilmek.

Fazla söze gerek yok!..

Tokadı yiyenlerin en başında gelen işçi sınıfı 12 Eylül’ün kendisi için ne anlama geldiğini çok iyi biliyor. Çünkü 12 Eylül’ü en iyi biçimde “yaşayarak öğrendi” ve her gün biraz daha öğreniyor. Vatan, millet… nidalarıyla gelip, ilk iş olarak DİSK’i kapatan ve ilerici-devrimci işçileri zindanlara doldurup, yüzlercesini katledenlerin, nasıl ekmeklerinden her gün biraz daha çaldıklarını, küçücük özgürlüklerini tümden nasıl yok ettiklerini ve kendinden gasp edilenlerin kimlerce paylaşıldığını da çok iyi biliyor.

Var olanı bilmek!.. Yaşamı değiştirmek isteyenler için olmazsa olmaz koşul, ama yeterli değil, nasıl değişeceğinin teorisi ve pratiğinin, yaşam içinde dövüştürülmesi ve sınanması gerekiyor.

Var olanı anlatmaktan başlayalım.

Depolitizasyon: 12 Eylül’ün genel mantığı geniş emekçi yığınları politika dışı tutmak ve onların kendi yaşamlarına ilişkin sez haklarını gasp etmek. Bunun için ne gerekiyorsa yapılacak, tüm demokratik kuruluşlar, partiler, sendikalar kapatılırken, sadece ‘düzenle bütünleşmiş ona muhalefet etmeyen örgütler açık tutulacak, böylece yırtık-pırtık da olsa hem demokrasi maskesi takılacak, hem de yükselmesi kaçınılmaz olan yığınsal muhalefet düzen örgütlerine akıtılacak.

…Kuruluşundan itibaren tekelci bir nitelik taşıyan Türkiye kapitalizmi, yukarıdan aşağıya gelişimini hızlandırdığı 1940-50’li yıllarda, kendi yaygınlaşmasının zorunlu sonucu olarak işçi sınıfını da geliştiriyordu. Sınıfların var olduğu her toplumsal biçimin, içinde taşıdığı sınıf çatışmasının kendi gelişme dinamiğine bırakıldığında, kısa zamanda sınıf ideolojisi ile kucaklaşacağını 1946 yılında kurulan ilk sendikalar pratiğinde yaşayan finans-kapital, kendi varlığının ve sömürü egemenliğinin can düşmanı olan işçi sınıfını Türk-İş’in kurulmasıyla kendi denetimine alıyordu.

Kendi oluşum biçimlerini toplumun tüm kesimleri için “tek yol” olarak gören ve işçi sınıfının sendikal birliğinin, yukarıdan-aşağıya Türk İş adı altında oluşturulmasını, açıktan destekleyen finans-kapitalin yanıldığını anlaması için 15 yıl gerekti.

1967 yılında kurulan DİSK’in anlattığı bir gerçeklik vardı.

“Ne şekilde olursa-olsun, kapitalizmin egemen üretim biçimi olduğu yani burjuvazi ve proletaryanın uzlaşmaz, çelişkileri olan, iki sınıf olarak yer aldığı bir toplum biçiminde, iktidar kozunu elinde tutan burjuvazinin, proletaryayı sonuna kadar kendi güdümünde tutması olanaksızdır.”

Kuşatıldığı tek yanlı bilinç alma merkezlerinden (radyo, TV, okul, gazete vb.) yaşamı boyunca “itaat” emri alan işçi sınıfı, sorunların egemenlerin kendisine söylediği yollarla çözülmediğinin farkında, nasıl çözüleceğinin ise bilincinde değildi.

Önemli zaaflarıyla da olsa, düzen örgütü Türk-İş’e göre ileri devrimci bir özelliğe sahip olan DİSK, işçi sınıfının haklarının “itaatle” değil ‘mücadele edilerek alınacağını kanıtlarken, bunun doğal sonucu olarak da sınıf içinde hızla yaygınlaşıyordu. Her türlü engellemeye karşın, kısa zamanda gelişip işçi sınıfı içinde yaygınlaşan DİSK’in bu yükselişinde “kendi ölümlerinin doğumunu görenler” paniğe kapıldılar.

Kendileri dışında gelişen bu harekete tahammül edemeyenler, kolay olur zannederek DİSK’i kapatma kararı alırken; 15-16 Haziran direnişi sonrasında geri adım atıyorlar ve ikinci kez yanılıyorlardı.

Bir yanda icazet dışına çıkan ve hızla devrimcileşmeye aday işçi hareketi, diğer yanda üniversite gençliğinin sürüklediği devrimci yükselişten ürkenler, 12 Martla bu yolu tıkamaya çalıştılar. Ama olmadı, 12 Mart sonrası kısa süren sessizlik eskisini aşan çok daha gelişmiş ve yaygın bir devrimci potansiyelin oluşmasıyla sonuçlandı.

Ve 12 Eylül… geçici önlemlerle devrimci yükselişi önleyemeyenler, bu süreçte Demirel’in “bu anayasayla memleket idare edilmez” sözüyle anlattığı gibi, son çare olarak sistemin yeniden düzenlenmesi yoluna gittiler. Finans-kapital ve yandaşları sarsılan egemenliklerini eski biçimiyle sürdüremediği, 12 Eylül öncesi dönemden sor kozu 12 Eylül’e çıkarken, egemenliğini sürdürmesi için gerekli olan her şeyi en ince ayrıntısına kadar gerçekleştirmek konusunda kararlıydı.

Eylül öncesi hızla devrimcileşen geniş halk yığınlarının yolunu 12 Eylül’le kesenler, bu geniş yığının etkisizleştirilmesi amacıyla hazırladıkları “depolitizasyon” programında, en önemli yeri işçi sınıfına vermekte tereddüt etmediler. Üretim sürecindeki doğal örgütlülüğü sömürünün direkt muhatabı olması özelliği ile bütünleşince, devrimci muhalefetin en örgütlü ve en etkin kesimini oluşturmaya aday işçi sınıfının etkisizleştirilmesi, devrimci muhalefetin etkisizleştirilmesi ile aynı anlama geliyordu.

Bu temel tespitle yola çıkan egemenlerin, yaptığı ilk iş, ilerici-devrimci işçilerin örgütü olan DİSK’i kapatmak oldu. Baskı ve zorun tek egemenlik biçimi olduğu bu dönemde, devrimcileşen işçi sınıfının sendikal örgütü DİSK’i kapatanlar, sendikasız kalan işçiye “tek yol Türk-İş” komutunu veriyordu.

Egemenlerin neden böyle davrandıklarını anlamak kolay; onlar zamanlan dolmasına karşın, yaşamak konusunda ısrar ediyorlar ve sonu yakın ömürlerini, birazcık daha uzatabilmek için ne gerekiyorsa onu yapıyorlar.

Peki egemenleri bu yaptıklarına karşı sosyalistler ne yaptılar, ne yapıyorlar?

12 Eylül’le birlikte mücadele tarihinin en büyük yenilgisini alan devrimci hareket, Eylül öncesi süreçte yaşadığı çok çeşitliliğin: bugün çok daha berrak ve ayırt edilebilir şekilde yaşamaya devam ediyor.

“İleri demokrasi” tezini savunan burjuva sosyalistleri, eylül öncesi işçi sınıfının ilerici sendikal birliği DİSK içindeki, etkin konumlarını sürdürebilmenin tek yolunu, diğer sosyalist akımları tasfiye etmekte görüyordu. Reformist-uzlaşmacı politik anlayışlarını, işçi sınıfına tek sosyalist anlayış olarak benimsetmeye çalışanlar, kendi dışlarında yer alan diğer devrimci düşüncelerin sınıf içinde tanınmaması için her yola başvuruyorlardı.

İşçi sınıfının sendikal birliği, örgütsel bağımsızlık demagojileri ile DİSK içinde sosyalist siyasetlerin yer almasını “sosyalizm’ adına engelleyen burjuva sosyalizmi, kendisi dışındaki devrimci eğilimleri “maoculuk”, “goşizm” ve “bozgunculuk”a suçluyordu.

1978’de CHP’li sendikacılar tarafından tasfiye edilen burjuva sosyalistlerinin, birlik konusunda ne kadar samimi oldukları, kurdukları yeni sendikalarla (Keramik-İş’e, karşı Beton-İş; ASlS’e karşı, Ağaç-İş) anlaşılıyordu. Onların birlikten anladıkları kendi egemenliklerinin birliğiydi.

Yenilgi dönemlerinin en olumlu yanı, kimin gerçek devrimci, kiminde sahte devrimci olduğunun açık bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamasıdır.

12 Eylül’ü alkışlama kervanına katılanlar yalnızca finans-kapital ve yandaşları değildi; birileri daha vardı bu kervana katılan ve adına “sosyalist” diyen. 12 Eylül’ü her ne kadar genel sosyalist hareket zarar görse de, asıl olarak “maoculara” ve “goşistlere” karşı yapılmış olan bir hareket olarak görüp, utangaçça destekleyen bu baylar, bizim burjuva sosyalistlerimizden başkası değil.

Burjuva sosyalistlerinin 12 Eylül’den sonra tek hedefleri var. Egemenlere kendilerinin ne kadar zararsız olduğunu kanıtlamak.

12 Eylül’ün ilk dönemlerinden başlayarak düzene destek veren ve bu desteğin ölçüsünü giderek arttıran bu baylar bugün için hedeflerine ulaşamadılarsa da, vazgeçmek niyetinde değiller. Genel seçimlerde demokratlık kıstasını “ANAP’a hayır” çerçevesinde oluşturulan, bugünlerde ANAP’a değil, bazı kötü uygulamalarına karşı olduklarını söyleyerek, biraz daha şirin gözükmeye çalışıyor.

Varlık nedenleri egemenlerin icazeti üzerine kurulan ve egemenlerle hiçbir zaman devrimci bir çatışma zeminine girmeyen, bu bayların, bugünkü, işçi sınıfının sendikal örgütlenme taktikleri, finans-kapitalin emrettiği “tek yol Türk-İş’ten” başka bir şey değil.

Burjuva sosyalizminin, uzlaşmacı teorisinin bugünkü adı “Türk-İş’te birlik” olarak belirlendi.

12 Eylül’e DİSK’in Genel Başkanı olarak giren A. Baştürk ve temsil ettiği akımın, 12 Eylül karşısında ve sonraki süreçte aldıkları tavrın değerlendirilmesi, halen DİSK’e özgürlük sloganının başını çeken bu kesimin, işçi sınıfının bugünkü sendikal mücadelesinde nasıl bir yerde konumlandırılması sorusuna ışık tutacaktır.

12 Eylül öncesinde sosyalizm lafını ağzından hiç düşürmeyen ve her koşulda “demokrasinin” en önde gelen savunucularından olduğunu iddia eden A. Baştürk ve arkadaşları 12 Eylül’ün hemen arkasından ellerinde bavullarıyla uslu uslu teslim oldular. 12 Eylül öncesinde, sınıf sendikacılığı temelinde yürüttükleri muhalefeti, aktif CHP destekçisi bir çizgiyle siyasi mücadeleye yansıtan A. Baştürk ve arkadaşlarının, 12 Eylül’deki teslimiyetçi tavırları, uzun soluklu sınıf mücadelesinde, işçi hareketinin yaşadığı bir konağın gerici konukları olduğunu kanıtladı.

A. Baştürk’ün DİSK davası süresince, DİSK’i ve çalışmalarını kararlı bir şekilde savunması 12 Eylül sonrasındaki en olumlu tavrı. Buna karşın işçi sınıfına “DİSK’e özgürlük” sloganından başka hiç yol göstermeyen Baştürk; DİSK’e özgürlük talebinin, ancak ve ancak örgütlü güçlerin mücadelesiyle gerçekleşeceğine inanarak, sınıf sendikacılığı temelinde oluşturulan bağımsız sendikalar karşısındaki suskun tavrıyla, olumlu tek yanın bile pratik mücadele anlamında olumsuz sonuçlanmasına yol açıyor.

12 Eylül’ü devrimci bir zeminde tahlil eden, ama 12 Eylül sonrasında en önemli darbeyi alan hareketlerin başında gelen küçük burjuva sosyalizmi, sınıf mücadelesinde “ideolojik önderlikle konumlandırdığı işçi sınıfı içinde ağırlıklı bir örgütlüğe sahip değildi. Sosyalizm mücadelesinin ön adımı olarak görülen “demokratik halk devrimi” mücadelesinde, temel gücü köylülük, olarak saptayan, somut pratik içinde ise ağırlıklı anlamda gençlik örgütlenmesi niteliğini taşıyan bu kesiminin, işçi sınıfının içinde önemli bir örgütlüğe sahip olmayışı, 12 Eylül öncesi ve sonrasında sınıfın sendikal/politik örgütlenmesi bazında net program ve taktiklerinin olmaması sonucunu getirdi. Böyle bir programları olsaydı bile, 12 Eylül sonrasında içine düştükleri panik ve çözülme koşullarında, bunu uygulayamayacakları açıktı.

12 Eylül’ün öncesi ve sonrası, her sosyalist eğilimin kendi mücadele anlayışları çizgisinde aldıkları tavırların, doğal mantık sonuçlarına vardıklarını kanıtlıyor

İşçi sınıfının bugünkü sendikal örgütlenmesine ilişkin önermeler, “Türk-İş’te birlik” ve “Türk-İş içinde muhalefet + bağımsız sınıf sendikaları” olmak üzere iki ana başlıkta toplanıyor. A. Baştürk’ün temsilciliğini yaptığı ve “DİSK’e özgürlük” ile somutlanan akımın ise pratik mücadele için, somut bir önermeden çok, soyut bir “nostalji” olduğunu görüyoruz.

Türk-İş’te Birlik

Burjuva sosyalizminin öncülüğünü yaptığı ve işçi sınıfına bugünün taktiği olarak sunulan bu anlayıştan, 12 Eylül’ün depolitizasyon programında ne denli başarılı olduğu sonucu çıkmaktadır.

Finans-kapital ve yandaşları sömürü egemenliklerini tehdit eden halk muhalefetini, 12 Eylül müdahalesi ile zor yoluyla dağıtırken bir şeyi çok iyi biliyordu. Kendisinin varlık nedeni, geniş halk yığınlarının sömürülmesine bağlıydı ve her koşulda bu yığınlarla birlikte yaşamak zorundaydı. Ama karşısındaki halk yığınının içinde yer alan işçi sınıfının varlık nedeni, toplumsal üretimin temel koşulu olan “emeğin” sahibi olmasından kaynaklanıyordu. Yani işçi sınıfının olmadığı bir toplum biçimi olanaklı değil iken, burjuvazinin olmadığı işçi sınıfına özgü bir toplum biçimi vardı. İşte tüm bunların bilincinde olan egemenlerin, geriye bir tek yolları kalıyordu. Birlikte yaşamak zorunda olduğu halkın muhalefetini, özellikle işçi sınıfı muhalefetini denetim altına almak.

DİSK’i kapatıp ilerici-devrimci işçileri açık tutulan Türk-İş’te örgütlenmek zorunda bırakılan bu mantık bütünlüğüydü.

Özetlendiğinde, sendikasız kalan işçiler için Türk-İş’te örgütlenmek, bir devrimci seçenek değil, 12 Eylül egemenlerinin bir dayatması bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyordu.

Burjuva sosyalistlerinin her zamanki teslimiyetçi tavırları bu konuda da açığa çıktı. Sanki bir seçenekmiş ve işçi sınıfının başka gidecek bir yeri varmış gibi! Türk-İş’te birlik, hedefini ortaya koyan bu baylar, sınıf mücadelesini yalnızca egemenlerin buyurduğu bir zeminde yürütebileceklerini kanıtladılar. “Teslim olmanın” teorisini Türk-İş’i içten fethedip dönüştürmek ve “işçi sınıfının kalesi yapmak” olarak ilan edenler işçi sınıfının temsilcisi olarak da Cevdet Selvi’yi görüyordu.

Acaba bu olanaklı mıydı? Egemenler kendi örgütleri olarak görüp, açık bıraktıkları Türk-İş’i, kendi oyunlarına gelerek işçi sınıfının gerçek anlayışına kaptıracaklar mıydı?

Bu sorulara “sosyalistlik” adına olumlu yanıt verenlerin sınıf mücadelesinin önemli bir parçasını oluşturan sendikal mücadelede, sendika içi mücadelenin karşıt taraflarının eşit koşullarda olduğu varsaymaları gerekiyordu. Daha açık anlatımıyla, bugünlerde oldukça gözde olan sivil-toplum mekanizmasının var olduğuna inanmak, yani devletin “tarafsız olduğuna” dolayısıyla toplumu oluşturan kesimlerin, kendi örgütlerindeki mücadelelerinde koşulların eşit olduğunu kabul etmek gerekiyordu.

Oysa gerçek bu değil; devlet çatısı altında örgütlenmiş sınıflı toplumlarda, sınıflar arasında sürekli bir çatışma vardır ve devlet mekanizması da bu çatışmanın o andaki egemeni olan sınıfın elindedir. Devletin temel işlevi de, toplumsal ilişkilerin ana yönünü oluşturan sınıflar çatışmasında (burjuvazi ile proletarya), çatışmanın düzen sınırları içinde kalmasını sağlamaktır.

Kurulduğu günden bu yana devlet sendikacılığı ilkelerini benimseyen ve temel işlevi işçi sınıfı muhalefetini düzen sınırları içinde eritmek olan Türk-İş’in, egemenlerin açık desteğiyle süren yapısını, egemenlerin en güçlü olduğu bu dönemde ele geçirmeye inanmak, sosyalizmin “burjuva yorumundan” başka bir şey değil.

Bağımsız Sınıf Sendikaları ve Türk-İş İçi Muhalefet

12 Eylül sonrasında teslimiyetin adını Türk-İş’te birlik diye koyan burjuva sosyalistlerinin yanı sıra, sınıf mücadelesinin uzlaşma ile değil, devrimci bir zeminde gerçekleşeceğine inanan ve kapatılan DİSK’in olumlu geleneğinin, sınıf sendikacılığı ilkesinde örgütlenecek bağımsız sendikalarda yaşatılacağını gören “proletarya sosyalistleri” de vardı.

12 Eylül’ün hemen ardından, baskı ve zorun tek hükmetme biçimi olduğu karanlık dönemlerde başlatılan ve teslimiyeti kabul eden bazı sosyalist çevrelerin “polis çalışması” diyecek denli, provoke etmelerine karşın, kararlı bir şekilde sürdürülen bu çalışmalar, sendikalar yasasının yürürlüğe girmesinden hemen sonra bağımsız sendikaların örgütlenmesiyle ilk ürünlerini verdi.

Finans-kapital ve yandaşları tarafından Türk-İş’te örgütlenmeye mahkûm edilen işçi sınıfının, her türlü baskıya karşın yok edilemeyecek devrimci bir geleneği vardı. Bu geleneği Türk-İş içinde yok etmeyi planlayan egemen sınıfın bu politikası karşısındaki tek devrimci tavır, başlangıç aşamasında zayıf da olsa, sınıf sendikalarının yaratılmasını gerektiriyordu. Devrimcilerin kendi tercihleri olmayan ama yenilgi sonrasında Türk-İş içinde örgütlenmek zorunda kalan önemli kesimin muhalefet çalışması ancak böyle bir perspektifle bağımsız sınıf muhalefetini yaratabilirdi.

Özetlendiğinde kendi içinde yer alan, işçi sınıfı zeminindeki her çıkışı işverenlerle birlikte yok etmeyi ilke edinen Türk-İş’te oluşacak muhalefet, ancak bu temelde ayakta tutabilirdi.

Bağımsız sınıf sendikacılığı anlayışını savunan proletarya sosyalistleri, Türk-İş içi muhalefet çalışmasının başarıya ulaşmasının temel koşulunu, sağlıklı taban örgütlenmesinin yaratılmasında görüyordu. Genel olarak tüm sınıfın sorunu olan ama özellikle, düzen yanlısı ve gerici sendikalarda daha acil bir gereksinme olan, sınıfın mücadele sürecine aktif katılımının sağlanması ancak “işyeri komiteleri” ile olanaklıydı.

12 Eylül’den sonraki süreçte, başta Türk-İş olmak üzere hemen herkesin bu yasalarla grev yapılmaz düşüncesini çürüten Netaş, Derby ve Pirelli grevleri bağımsız sendikaların devrimci bir örgütlenme anlayışı olduğunu kanıtladı.

Türk-İş’te Mevcut Durum

Proletarya sosyalizminin, kuruluşundan itibaren düzen yanlısı ve gerici bir nitelikte gördüğü Türk İş’in bugünkü konumunun ne olduğunu anlamak için, 12 Eylül sonrasında nasıl bir gelişim süreci izlediğini tespit etmek gerekiyor.

En radikal dönemini yaşadığı bugün bile, “Partiler üstü sendikacılık” ve “siyasette tarafsızlık” ilkelerine sımsıkı sarılan Türk-İş’in 12 Eylül’ü onaylayan anlayışı. 1982 referandumunda “Anayasaya evet” tavrıyla somutlandı. Türk-İş işçi haklarının kuşa çevrildiği ve tamamen finans-kapital ve yandaşlarının çıkarlarına göre düzenlenen 1982 Anayasası’na evet derken, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çatışmada, kendi kuruluş amacına uygun olarak, dolaysız bir biçimde burjuvazinin yanında yer aldı.

12 Eylül egemenlerinin açık baskısı ve Eylül öncesi dönemi kötüleyen yoğun demagojik propaganda, en büyük işçi örgütü olan Türk-İş’in de onaylaması ile bütünleşince, toplumun büyük kesimi ile birlikte işçi sınıfının çoğunluğu da 1982 Anayasasını onayladı. Böylece 1980-82 arasında generallerin emirleri olan uygulamalar, 82 Anayasası ile yasallaşmış oldu.

1982 referandumu öncesi koşullarında, anayasanın ne olduğunu tartışamadan “evet” diyen işçi sınıfının, anayasanın ne anlama geldiğini ve kimin çıkarlarına göre düzenlendiğini anlaması uzun sürmedi.

24 Ocak kararları adı verilen emperyalizm güdümlü ekonomik uygulamalar, işçi sınıfının sömürülmesine katbekat arttırırken, işçi sınıfı içindeki kendiliğinden hoşnutsuzluklarda giderek artmaya başladı. Ağır sömürü koşulları altında ezilen işçi sınıfı, kendisine bir çıkış yolu ararken, karşısında bulduğu ilk engel, yine kendi örgütü olan Türk-İş’in “bu yasalarla grev yapılmaz” tavrı oldu. İşçi sınıfının susturulduğu dönemde “Anayasaya evet” diyen Türk-İş yönetimi, aynı anayasanın kendisine yansıyan sonuçlarından rahatsız olan işçi sınıfına, “yavuz hırsız” örneği “bu yasalarla grev yapılmaz” diyordu.

Yaşamak için kalıcı çözümler üretme yeteneğini kaybetmiş burjuvazinin, kendi güdümündeki işçi örgütü Türk-İş’te aynı özellikleri taşıyordu. Yaşanan her yeni durumda, birbirinden farklı olduğu görüntüsünü veren, ama sonuç olarak işçi sınıfının burjuvaziye “koşulsuz boyun eğişini” sağlayan bu tavırlar Türk-İş’in gerçek karakterini yansıtıyordu.

Türk-İş’in yalan ve demagoji üzerine kurulu politikasını “bu yasalarla grev yapılmaz” diye ifade ettiği bu dönemde, önce bağımsız sendikaların, hemen ardından Türk-İş içindeki ilerici özelliklere sahip sendikaların yaptığı ve başarılı olan grevler, Türk-İş’in nasıl düzen yardakçısı bir örgüt olduğunu tüm topluma kanıtlıyordu. İşçi tabanında yaşanan her hareketlilikte, işçilere hükümetle diyalog halinde olduklarını ve yeni düzenlemeler yapılacağına inandıklarını söyleyen Türk-İş, işçi tabanının artık bu oyalamalarla da dizginlenemeyeceğinin bilincine varmıştı. Yaşanan her olayın, kendi söylediklerini yalanladığını gören Türk- İş, işçi tabanının gözünde iyice teşhir olduğunu ve inisiyatifi elinden kaçıracağını hissettiği bu dönemde, inisiyatifi yeniden ele almak için bir dizi eylem kararı aldı.

Eylem kararları, Türk-İş’in iradesi değil, dayanılmaz sömürü koşullarının, kendiliğinden de olsa harekete geçirdiği işçi tabanının zorlamasıdır.

Yemek boykotuyla başlayan ilk eylemde yüksek bir katılımın sağlanması, işçi tabanının tepkisinin ne denli yüksek olduğunu kanıtlıyor.

Türk-İş’in bugünkü taktiği, yer yer denetiminden çıkmaya başlayan ve kendine başka çıkış yollan arayan işçi hareketini, yeniden kontrol altına almak, bugün bunun için yarım ağızla da olsa, düne kadar nefretle andıkları genel grev sözünü bile kullanıyorlar. Türk-İş’in geleneksel pasif politikası göz önüne alındığında, fazlaca aktif gibi görünen, bugünkü muhalefetin, öz olarak ne olduğunu, daha açık anlatımıyla, işçi sınıfının gerçek muhalefetiyle bir yakınlaşma olup olmadığını tespit etmek gerekiyor.

Hangi hükümet olursa olsun, tümüyle diyalog zemininde bir işçi muhalefeti sürdüren Türk-İş, bugün hükümete karşı açık bir muhalefet sürdürüyor.

Türk-İş’te birlik tezinin yaşam içinde doğrulanması gibi görünen bu durumun, gerçek içeriğinin anlaşılması için ülkeye genel bir bakış yeterli.

En başta 12 Eylül sonrası “demokrasi havarisi” kesilen Demirel; tekel dışı burjuvaların yer aldığı ticaret odaları, sanayi odaları; toplumun tüm kesimleri ve en önemlisi finans-kapital zümresinin en büyük örgütü “TÜSİAD” bile hükümete karşı tavır alıyor. Ve Türk-İş’in muhalefeti bu genel muhalefetten bir adım bile önde değil. “Sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz” sözünü onaylamasına, toplumu oluşturan tüm sınıf ve katmanlarla el-ele, kol-kola “işçi muhalefeti” yürütüyor.

İşçi tabanının zorlaması sonucu aldığı eylem kararlarını böyle bir zeminde eritmeyi planlayan Türk-İş; geleneksel “hükümet-diyalog” politikasını yine de elden bırakmıyor ve her fırsatta “kötü” bir niyetleri olmadığını sadece biraz daha hak istediklerini belirtiyor.

Öz olarak Türk-İş’in teslimiyet çizgisinde gelişen “eylemlilik süreci”nin, olumlu yanları da var. En önemlisi işçi sınıfının hep birlikte işçiler, yeniden yalnızca kendi güçlerine inanmaları gerektiğini görüyorlar. Adana mitinginde, bölge işverenlerinin zorunlu mesai vb. türlü engellemelerine karşı 40 bin kişinin toplanması ve Türk-İş yöneticilerinin mitingi planlanandan kısa sürede bitirmelerine yol açan gerçek sınıf tavrı, işçi sınıfı hareketindeki doğru gelişmenin habercisi. Bu olumluluğun işçi sınıfının geneli için, sınıf çizgisinde bir bakışa dönüşemediği ne kadar açıksa, dönüşebilmesinin de ancak proletarya sosyalizmine inanan devrimcilerin kararlı ve kahırlı çabalarıyla olacağını biliyoruz.

İş yeri Komiteleri

Oluşum ve mücadele tarihi fazla uzun olmayan, ama buna karşın birçok deneyim; kısa sürede yaşayan işçi hareketinin en önemli eksikliği taban örgütlenmesinin yaratılamamış olmasıdır. O çok büyük! Çok güçlü! gibi görünen işçi örgütlerinin, egemenlerin her saldırısında kâğıttan şatolar gibi kolayca dağılmasının temel nedeni olan bu zaafın, işçi sınıfına nelere mal olduğunu sömürüyü nasıl azgınlaştırdığını, yeterince yaşayan yine işçi sınıfı…

Örgüt içinde örgütsüzlüğü yaşayan ve bunun bedelini çok pahalıya ödeyen, işçi sınıfının, en acil görevi işyeri komiteleri zemininde taban örgütlenmesinin yaratılmasıdır.

Gerçek anlamda iktidar perspektifli sınıf muhalefetinin örgütlenmesinin olmazsa olmaz bir koşul olan işyeri komiteleri, işçi sınıfının muhalefette olduğu bugün, sınıfın mücadeleye aktif katılımını sağlarken, işçi sınıfının iktidar olduğu günlerde de tabanın yönetime aktif katılımını sağlayacaktır.

İşyeri komitelerinin işlevli olabilmesinin temel koşulu, işçi sınıfının komiteleri öz örgütlenme biçimi olarak benimsemesiyle olanaklı. Sımsıkı kuşatıldığı düzen tarafından edilgenliğe mahkûm edilen, yaşadığı sorunların çözümünü “büyüklerinden’, yani egemen sınıftan beklemeye şartlandırılmış işçi sınıfı, geçen her günün kendisini iyiye değil, kötüye götürdüğünü “en iyi” ama “en pahalı” biçimde yaşayarak öğrendi. Çaresizlik içinde kıvranan ve kendiliğinden geliştirdiği ama sınıf perspektifi olmayan her tepkisini egemenlerin duvarına çarpan işçi sınıfının, kendisi için “alternatif” bir örgütlenme biçimi olan işyeri komitelerini benimsemesi, komiteyi oluşturan öncü işçilerin, kararlı, atak ve direnişçi bir mücadele yürütmeleri ile olanaklı.

Bu her şeyi yaşayarak öğrenmek zorunda bıraktırılmış işçi sınıfının komiteleri de yaşam içinde sınayacağı ve gördüklerine göre, “benimseyeceği” ya da “benimsemeyeceği” gerçeğinden kaynaklanıyor.

Sosyalizme ve devrimci mücadeleye inanan öncü işçiler, bunu başardıkları ölçüde, işçi sınıfına yalnız ve yalnız kendi öz gücüne inanması gerektiğini kavratacaklar ve işçi sınıfı hareketinin sağlam temellerini atacaklardır.

Genel anlamda en basit işyeri sorunundan, en genel sınıf sorununa kadar, geniş bir tartışma ve mücadele zeminine oturması gereken işyeri komiteleri, sınıfın çıkarlarına uygun sendikal/politik taktikler üretebildiği ve yaşama geçirebildiği ölçüde, işçi sınıfı tarafından sahiplenilecektir. Bunun yalnızca bir tek yolu var, direniş çizgisinde oluşturulacak aktif mücadele”, aksi takdirde bu komiteler, sohbet toplantılarından başka hiçbir işlevi olmayan ve sınıfın haberinin bile olmadığı yapılar haline dönüşecek ve kısa zamanda da yok olup gidecektir.

Ülkemizin somut durumuna bakıldığında, işçi sınıfının, çoğunluğu Türk-İş’te olmak üzere, Hak-İş, bağımsız sendikalar ve sendikasız işçilerden oluşan, dağınık bir zemin de toplandığını görüyoruz. Sınıfın böylesine dağınık olması, genel bir örgütlenme biçimi olan işyeri komitelerinin önüne, içinde yer aldıkları konuma göre, farklı görevler ve hedefler koymasını gerektiriyor.

Bu farklılığı Türk-İş ve Hak-İş’in oluşturduğu düzen yanlısı ve gerici sendikalar; sınıf ve kitle sendikacılığını benimseyen bağımsız sendikalar ve sendikasız işçiler olarak üzere üç başlıkta değerlendirmeliyiz.

Türk-İş ve Hak-İş’te Oluşacak İş Yeri Komitelerinin Görev ve Hedefleri

Yukarıda belirttiğimiz, komitelerin sınıfça benimsenme koşulunu sınıfın geneline önerdiğimiz için, Türk-İş ve Hak-İş için ayrıca anlatmaya gerek yok.

Ama üzeri örtülmemesi gereken önemli bir farklılığı da var!

Bu özellikle, Türk-İş ve nüansı Hak-İş içinde yer alan işçilerin, egemenlerin geleneksel “itaat” politikasından en fazla etkilenen sendikalı işçiler olmasından kaynaklanıyor. Her tepkisinin karşısında, egemen sınıftan önce kendi yöneticisini görmeye alışmış bu işçi kesiminin, işyeri komitelerini benimsemesi bağımsız sendikalara göre daha uzun ve zorlu bir süreci gerektiriyor.

Bu sendikalarda oluşacak her işyeri komitesi, yalnız işverenlerle ve egemen sınıfın baskılarıyla değil, sendika yöneticilerinin de, diğerleriyle yan-yana olan baskısını da görecektir. İşyeri komitelerinin burada yaşayacağı mücadele sürecinin olumsuz yanını oluşturan bu durumun, en olumlu yanı ise, yıllarca işveren ve sendika işbirliğini görerek çaresizlik içinde kıvranan ve kendine çıkış arayan büyük bir işçi kesiminin içinde çalışacak olması.

Kendini işçi sınıfının bu kesimine kabul ettirme sürecini belirttiğimiz koşullarda yaşayacak olan işyeri komitelerinin birincil görevi… Türk-İş’i (Hak-İş) bugünkü muhalefet noktasına iten bu tabanın, Türk-İş’in her zaman yaptığı gibi, bugünde fırsatını bulduğu anda yine egemen sınıfın önünde diz çöktüreceği gerçeği konusunda bilinçlendirmektir.

Bu temel görev gerçekleştiği oranda, bu büyük potansiyel daha kalıcı olacak ve Türk-İş’in geriye dönüş manevralarının önü önemli bir şekilde kesilecektir. Yazımızın ana mantığını oluşturan nokta burada da karşımıza çıkıyor. Türk-İş’in geriye manevralarını belli ölçülerde engelleyecek bu oluşum, Türk-İş’i, tümden dönüştüremez mi?

Bizce hayır, düzen varlığını sürdürdükçe, Türk-İş’te var olacaktır. Türk-İş’in sınıf muhalefetini düzen içinde eritme amacının, ne oranda gerçekleşeceği ve gücünün ne düzeyde olacağını belirleyecek tek şey ise sınıf mücadelesidir.

Sınıf mücadelesinin temel örgütlenmesi olan işyeri komitelerinin, Türk-İş içinde örgütledikleri muhalefetin önüne nasıl bir hedef koyacaklarını, yani bağımsız sendikalar ile Türk-İş ikileminden hangisini tercih edeceklerini belirleyecek tek şey, sınıf mücadelesinin o andaki konumudur.

Daha açık anlatılırsa, işyeri komiteleri ile güçlendirilmiş işçi sınıfı muhalefeti bağımsız sendikalara akıtılabileceği gibi, Türk-İş içinde de kalabilir.

Bağımsız Sendikalarda İş Yeri Komiteleri

Temel aldıkları sınıf sendikacılığı anlayışının doğruluğunu, 12 Eylül sonrasında, hiçbir şey yapılamaz dendiği dönemde, yaptıkları başarılı grevlerle kanıtlayan bu yapılarda, işyeri komitelerinin oturtturulması Türk-İş ve Hak-İş’e göre daha kolay bir süreç izleyecektir.

Olumlu yanlarının ağır basmasına karşın, içinde yaşadığımız dönemde işverenlerin açık hedefi haline gelen bu sendikaların, özellikle Otomobil-İş’in güç kaybına uğraması, taban örgütlenmesi olan işyeri komitelerinin yaratılamamasından kaynaklanıyor.

İşçi sınıfının yalnız ve yalnız kendi öz gücüne güvenmek zorunda olduğunu ve ne denli işçi sınıfı yararına düşündüğünü ilan etse de, her şeyin sendika yöneticilerine bırakılmaması gerektiğini, bağımsız sendika işçileri yaşayarak öğreniyorlar.

Bağımsız sendikalarda oluşacak işyeri komitelerinin unutmaması gereken, çok genel bir doğru var. “Son tahlilde insanın bilincini belirleyen, içinde yaşadığı toplumsal ilişkidir.” Daha açık anlatırsak, sendika yöneticiliği ile üretim sürecinin direkt ilişkisinden kopan işçinin, bilinci ne denli yüksek olursa olsun, yaşadığı yeni ilişki sürecinden olumsuz anlamda etkilenmemesi olanaksızdır. Küçük de olsa oluşması kaçınılmaz olan bu olumsuzluğun, işçi hareketinin bütününe zarar vermesini ve uç noktalara varmasını engellemek ancak işçi tabanının çok sıkı ve aktif denetimiyle olanaklıdır.

İşyeri komitelerinin bağımsız sendikalarda iki ana görevi var.

1- Bağımsız sendikaların bugün karşı-karşıya oldukları işveren saldırısının giderek artacağını ve bununla sınırla kalmayıp düzenin diğer güçlerinin de bu saldırıya katılacağını görmek kehanet değil. Bu saldırıların püskürtülmesi ve bundan işçi sınıfının kazançlı çıkması için bir tek yol var, “direniş”. İşyeri komitelerinin acil görevi, işçileri bu konuda direniş sürecine ha zırlamak ve saldırılar gündeme geldiğinde programlı bir şekilde “direnmek”tir. Ve işyeri komiteleri, özellikle tek-tek işyerleri düzeyinde geliştirilen bu işveren saldırıları karşısında, önerenler sendika yöneticileri de olsa “direnmekten” başka hiçbir çözümün olmadığını bilmelidir. İşverenlerin örgütlü ve düzen güçleri ile desteklenen bu saldırıların püskürtülmesi için, tek tek işyeri direnişlerinin çözüm olmadığını ve ne denli güçlü olursa olsun, tek bir işyerinde sıkışan direnişin kırılacağını görmeleri gerekiyor.

Öyleyse yapılacak bir tek şey var, olası saldırıların hazırlığını bugünden yapmak ve saldırı gündeme geldiği anda yalnızca saldırıya uğrayan birimde değil, genel olarak direnişe geçmek!

2- Belirli bir düzeyi olan işçi kesiminin görüş ufkunu genişletmek. Sadece kendisiyle ilgili sorunlarda değil, işçi sınıfının tüm sorunlarına duyarlı olmasını sağlayan, bu temelde ülkede ve dünyada yaşanacak tüm olayları doğru yorumlayabilmesi için, gerekli olan işçi sınıfı bilinciyle donatmak. Sosyalizmi öğrendikleri ölçüde, işçi sınıfı iktidarı gerçeğini tam anlamıyla kavrayacak olan bu kesim, kalıcı ve sağlıklı işçi örgütlerinin temelini oluşturacaktır.

Bağımsız sendikalarda oluşacak işyeri komitelerinin, sendikalarının ve dolayısıyla kendilerinin üstlenmesi gereken bir görev daha var. Bu 12 Eylül sonrası ilk grevlerle başlayan ve toplumun diğer kesimlerinin devrimci demokrat akışlarına verdikleri aktif desteklerle süren olumluluğu artırarak sürdürmek zorundadır.

Bu anlamda kendi işçileriyle ilgili sorunlarda örnek devrimci bir mücadele sürdürürken, işçi sınıfının tabandaki genel birleşmesinin sağlanması için de yoğun bir çaba göstermeleri gerekiyor.

Somut olarak, geçtiğimiz dönemde farklı sendikaların, şubeler ve temsilciler düzeyin de bir araya gelmesi ve ortak tavırlar üretmesi amacıyla oluşturulan geçici birliğin, kalıcı olması ve genişlemesi için önderliği üstlenmek durumundadır.

Sendikasız İş Yerleri

İş yeri komitelerinin işçilerce benimsenmesinin en zor olduğu bu kesimin özelliği, kötü de olsa bir sendikal örgütlülüğün olmayışıdır. İşverenin, karşısındaki işçinin örgütsüzlüğünden aldığı rahatlıkla pervasızca sömürdüğü bu kesimin en önemli sorunu, işçilerin birbirlerine olan güvensizliğinin, birçok işçide kendi durumu iyileştirmek amacıyla patron yardakçısı olma özelliğini yaratmasıdır.

İşverenin doğal karşıtlığı, işçilerin zaaflı yanlarıyla bütünleşince, sendikasız iş yerlerinde oluşacak iş yeri komitelerinin gelişim süreci oldukça zor koşullarda yaşanacaktır.

Burada oluşacak işyeri komitelerinin temel hedefi “sendikalaşma” olmalıdır. İşçi kesimini bu anlayışla yönlendirmesi gereken, işyeri komiteleri, sendikalaşmanın ölçülerini, işçi sınıfının bağımsız sınıf çizgisine göre oluşturacaktır. Yani seçme şansının olduğu yerde tercihini sınıf ve kitle sendikacılığını benimseyen sendikalar lehine kullanmalıdır.

Ara çözümler üretme yeteneğini kaybetmiş finans-kapitalin, sürekli artan ekonomik krizi, işçi sınıfına baskı ve sömürüden başka verecek hiçbir şeyinin kalmadığını gösteriyor. Düzenin kendisine sefalet ve eziyet dışında, bir şey veremeyeceğinin bilincinde olan işçi sınıfının giderek artan tepkileri önünde-sonunda kendine bir çıkış yolu bulacak. Bu çıkış yolu işçi sınıfının gerçek kurtuluşu olan sosyalizm olabileceği gibi çok daha gerici bir yolda olabilir.

Proletarya sosyalizmine inananların, işçi sınıfını devrimci bir zeminde sosyalizm mücadelesine çekmeleri için, işçi sınıfına direnişten başka hiçbir yolları olmadığını kanıtlamaları gerekiyor.

Bunun da bir tek yolu var! “Direniş” hattının örülmesi mücadelesinde en ön saflarda yer almak!