,

KADIN SOSYAL “SINIFIMIZ” – Dr. Hikmet Kıvılcımlı

Türkiye’nin Üç Katlı Sosyal Ehramı

Batı’da, yani ileri kapitalist ülkelerde, Sosyal Sınıf çelişmeleri ve çekişmeleri, aşağı yukarı iki yalın kata bölünmüştür. Onu her çocuk kolayca ezberleyebilir:

  1. İşçi Sınıfı,
  2. İşveren Sınıfı…

Bizde sosyal ehram başlıca üç katlı bir Bâbil Kulesidir. Sosyal katlardan her biri ötekilerini soysuzlaştırıp berbatlaştırır. O katmerli ve sunturlu üç kattaki sınıfların çelişki ve çatıştıkları bütün azgınlıklarıyla ayakta durur. 3 katı şöyle sıralayabiliriz:

1– Üst kat: Büyük şehirler, ayrı bir dünyadır. Ona modern kapitalizm dünyası diyebiliriz.

2– Orta kat: Kasabalar Türkiye’sidir. Orta dünyamız Antika Tefeci Bezirgân dün yası olarak adlandırılabilir.

3– Alt kat: Köyler Türkiye’sidir. Orası artık ne Modern, ne Antika toplum değil, söz yerinde ise Tarihöncesi dünyası sayılabilir.

Tekrar edelim: Bu üç ayrı dünya, üç ayrı Toplum Tarihi konağı birbirinden hem binlerce yıl ayrıdırlar, hem birbirleriyle aynı yerde bulunurlar.

Bu 3 sosyal katın üs tüste yığılı lânetlenmiş soysuz sosyal ehramı göz önünde tutulmadıkça ve ehram içindeki her katın ötekilerle olan ilişkileri ve çelişkileri dupduru kavranılmadıkça Türkiye’nin Sosyal Sınıflar problemi aydınlığa kavuşamaz.

Sosyal 3 Katın Karakteristiği

Her katın ayrı ayrı:

  1. Özel Ekonomi temeli,
  2. Özel Üst ve Alt sınıfları.
  3. Özel Birer Sömürge halkı… vardır. Bu özellikleri, biraz soyutlaştırma pahasına da olsa, ayrı ayrı değerlendirmedik çe, çevremizin somut kör dövüşünü içyüzü ile anlayamayız.

EN ALTTA: Köylülük katının ekonomi temeli. Barbarlık çağını bir türlü aşamamış toprak ekonomisidir! Bu ekonomi yapısı içinde, hiç şaşmaksızın gerçekliği kendi adıyla çağırmaktan çekinmeyelim. Köyün ilkel ön tarih ekonomisinde egemen üst sınıfı Babahan’lığın bütün olumlu yanlarını yitirmiş Köylü erkekleridir; alt sınıfı ne denli yumuşatılırsa yumuşatılsın, bir sosyal kast kadar donmuş ve sertleşmiş olduğu için sınıf adım atabilecek ayrılıkta Köy Kadınları Sınıfı’dır.

Bu bakımdan, köylülüğün, söz yerinde ise Sömürge halkı, bütünüyle köy Kadını’nın Türkiye’de azıcık yaşadığını düşünebilen hiç kimse, bu söylediğimiz karakteristik özelliğin anlamına yabancı kalamaz.

ORTADA: Taşramızın Kasabalık katında ekonomi temeli, tâ Bâbil çağından kalma Tefeci Bezirgân ekonomidir.

Bu ekonomi sistemi içinde, egemen sınıf karakterini bütün yamanlığı ile yaşatan üst sınıfı Tefeci Hacıağalar ile Vurguncu Bezirganlar ve onların derebeyleşmiş “Ayan”, “Eşraf”, “Agavat”, “Hanedan” adlı elemanlarıdır.

Kasabalığın en keskin anlamı ile içeride Sömürge Halkı: Genellikle Türkiye’mizin bütün Taşra Halkı, özellikle tüm kadın erkek Köylülüktür.

EN ÜSTTE: Modern merkezileşmek Şehirlilik katında ekonomi temeli genellikle “Modern” adı verilebilecek olan Kapitalizmdir. Ancak bu kapitalizm Meşrutiyet çağında Komprador Kapitalizm, Cumhuriyet çağında Finans Kapitalizm biçimiyle ağır basar.

Bu ekonomi temelinde egemen üst sınıf, Meşrutiyet ve Cumhuriyet çağlarına göre değişir:

Meşrutiyet çağında: Yerli Komprador Burjuvazi ile yabancı Finans Kapitalistler egemen sınıftır.

Cumhuriyet çağında: Tahakküm, Kompradorların yerine yerli Finans – Kapitalist zümresinin tekeline geçer ve bu tahakküm, yabancı Finans-Kapitalle ortaklaşa ayarlanıp yürütülür.

Mahkûm alt sınıf her çağ için daima Modern İşçi Sınıfı olur.

Büyük şehir Bankalarının, Kumpanyalarının, kodaman sanayici, tüccar ve büyük emlâk ve toprak sahiplerinin iç sömürgeleri: genellikle bütün Türkiye balkıdır, özellikle tüm kasabalısı köylüsü hep birden Taşralarımızdır.

Sosyal Yapımız

Yukarı ki kısa açıklamamızın ne bir şema, ne bir abartına olmadığını içimizde yaşayanlar iyi bilirler Ekonomik, Sosyal, Politik alanlarımızı mahşer yerine çeviren karamboller ancak o gerçekliğimiz açısından açıklanabilir. Bu somut realite ayrı bir önem taşır

Onun için Batıda sosyal sınıflar üzerine yapılmış genel tanımlamalar, genel olarak elbet Türkiye için de bütünü ile yürürlüktedir. Ancak, o genel gerçeklik ışığı altın da Türkiye’nin özelliğini gözden yitirmemek zorundayız. O zaman, sosyal yapı bakımından, bütün Türkiye haritasını, coğrafyası ve insanı ile kaplamış üç sütunlu şöyle bir levha gözlerimiz önüne dikilir.

 

Coğrafya Semti Tahakküm Eden Egemen Sınıf Sömürülen Yığın
Genellikle Özellikle
Köy……………………………. Erkek köylü Köy Ailesi Köylü kadın
Kasaba………………………. Tefeci Bezirgân Taşra halkı Köylülük
Meşrutiyette Komprador +

Yabancı kapitalist

Cumhuriyette Finans kapitalist

Türkiye halkı Taşra halkı

 

Başka ülkelerde bu çeşit sömürü ilişkilerinin hiyerarşisi ayrı konudur. Türkiye Sosyal yapısı ve Politikası üzerine elle tutulur fikir edinmek ve şaşırmadan yönelmek istenildi mi yalın kat Proletarya-Burjuvazi ayrımı yanında, yukarı ki levhayı hiç gözden kaçırmamak büyük önem taşır.

Türkiye’nin özel sosyal ve politik yapısında Köy – Kasaba – Şehir ayrımı basit bir mekanizma değildir. O üç sosyal ehram katı tam diyalektik bir tükenmez karşılıklı etki – tepki ilişki ve çelişkisi içinde bulunur. Her kat bir yandan birbiriyle etle tırnak olmuş ayrılmazlık içindedir. Öte yanda, (Fizik dilinde “hermetiqüement clos”: zerre sızdırmazca kapalı, deyimine uygunca) birbirine karşı kapalı yabancı, hatta bir hayli düşman bulunur.

Bizde Kadın Probleminin Yozlaştırıcılığı

Türkiye’nin öteki Sosyal ilişki ve çelişkilerine girebilmek için ve girmeden önce, başlı başına bir alt mahkûm Sosyal Sınıf durumunda olan en büyük mazlum sınıfımız, en büyük sömürülen sınıfımız: Kadın yığınımız üzerinde çok durulmalıdır.

Sosyal Stratejimizin hem en sonuncu hem en birinci gelen katı: Kadın-Erkek sınıflaşmasıdır. Bu sınıflaşmanın en açık ve keskin olanı Köy katında görünür. Ama gerçekte Kadının ezilen-soyulan bir mahkûm alt sınıf oluşu. Türkiye toplumunun Köy-Kasaba-Şehir: bütün katlarında en yaygın bir sosyal ve orijinal trajedimizdir.

O sosyal sınıf trajedimiz üzerinde birkaç tarihcil kesit yapıp, aydınlığa kavuşmadıkça. Öteki ne Modern Üst Sosyal katımızı, ne Ortaçağ artığı Orta Sosyal katımızı derinliğine kavramak olağanlaşamaz. Düşünce ve davranışlarımızda, boyuna takıldığımız bir boşluk ve eksik kalır.

Bütün sosyal yapımızı, bütün sosyal katlarımızı, bütün sosyal ilişkilerimizi iliklerine dek zehirleyen, soysuzlaştıran hep o boşluğun gizlediği acı gerçekliktir. Her insanımızla birlikte kadınımızın da değil yalnız yaşantısını, bütünü ile insanlığını, hele bütünüyle mutluluğunu kankıranlaştıran en ağır karmaşık ufunetlerimiz: Kadın – Erkek Sınıflaşmasının yarattığı Kölelik durumundan ve tutumundan ve psikolojisinden kaynak alır.

O nedenle, öteki Modern çağ Sosyal Sınıflaşması ve Ortaçağ kalıntısı Sosyal Sınıf ilişki ve çelişkisi konusundan önce, büsbütün ayrı ve ayrıcalı bir önceliği, kadın konusuna vermemezlik edemeyiz. Çünkü Kadın-Erkek Sınıflaşması: bir vuruşta, milletimizin yarısını hem sömürge mahkûm sınıf, ezilip soyulan alt sınıf durumuna sokuyor, hem Topluma ve İnsanlığa yabancılaştırıp yitiriyor, yok ediyor.

1965 Ekim 24 günü Türkiye’nin 31 mil yon 391 bin 207 nüfusu sayıldı. Bunun 15 milyon 445 bin 439 kişisi, kadın adlı Toplumca her şeysi örtbas edilen Alt mahkûm sınıf insanımızdır… Yarısı yadlaşmış, altlaşmış, var iken yok edilmiş bir milletten ha yır gelir mi?

Dün olduğu gibi, bugün de Türkiye’nin bütün ekonomik, sosyal, politik, kültürel ve ilh… problemlerini daha doğmadan boğan, bütün insancıl ilişkilerini son derece yozlaştıran, soysuzlaştıran birinci sakatlığımız burada toplanıyor. Ana-Kadın’ın Tarih ve Toplum-dışı bırakılmasından doğan dilsiz trajedi, dönüp dolaşıyor Türkiye’nin, topal eşekle bile Kervana katılamayan Uygarlık- dışı kalış dramına karıyor. Onu kavramadıkça hiçbir sosyal meselemizde ayık gezemiyoruz.

İster modern İşçi-İşveren ilişkilerimiz olsun, ister Ortaçağcıl Tefeci-Bezirgan ve Köylülük ilişkilerimiz olsun, bütün sosyal yapımızın özünde: Kadın-Erkek sınıflaşmamız yüzünden içinden çıkılmaz duruma düşmüşüzdür. Hepsinden korkunç yanı ise bu düşüklüğümüz ve çarpıklığımızın gübresi içine boylu boyumuzca yatıp, problemin dehşetini bir türlü milletçe kavrayamayışımızdır. Bir yol da onu kavrayamadık mı: “Yak çubuğunu keyfine bak” esrarkeşliği içinde, Amerikan zencisinin isyanı kadar olsun toptan mahkûm köleliğimizden silkinememişizdir.

Olimpiyatlara “erkek” koçlardan baş “pehlivanlar” süreriz. Uluslararası Bilim, Teknik, Kültür, Toplum, Politika ve ilh. yaratıcılığında “dokunulmaz” paryalık durumumuza boyun eğeriz. Ve düştüğümüz uçurumu biraz daha derinleştirmek isterse, gene kadını biraz daha köleleştirmekle dinlendirmeye çabalarız. Çünkü madde, moral yükünü kadına çullandırmakta bir “üstün erkeklik” şanı sayarız. Erkekler arası her haltı, her kaltabanlığı, sineye çekmekten sıkılmayız. “Biz bize”yiz, “erkek erkeğe” ne utanacak? Acısı nasıl olsa elsiz, dilsiz, belsiz kadından çıkarılmayacak mı?

Tarlamızda, İşyerimizde, Evimizde, Okulumuzda, Kışlamızda, Devletimizde, Kültürümüzde hatta Dinimizde ve İnsanlığımızda bütün sonuçlu ülkücülüklerimizi yarım, piç bırakıp çürüten, bozan baş illetimiz orada koygunlaşır: Kadın-Erkek ilişkilerimiz, bir Sosyal Sınıf çelişkisi kertesinde ortalığımızı kasıp kavurarak katmerlenir.

Bizde cins savaşının Sınıflar savaşı kılığında çıbanlaşması, kadın-erkek her insanımızı bilinçlice yiğit sosyal düşünce ve davranışta yaya bırakır. Bu gerçekliği göze batırmak için, Türkiye’nin başlıca iki hareketli çağında yapılacak birer basit kesitle örnekleyelim.

Gericiliğin Kadını Sömürüsü

Türkiye’de olanlar, belki Dünyanın hiç bir yerinde demeyelim isterseniz, ama pek az yerinde görülür. Halkı sömürüp ezen gerici sınıflar, ezip soydukları alt sınıfları her yerde aldatarak güderler. Ama hiç bir yer de bu aldatış, bizdeki kadar hep en utanmazca ve hayvanca gerekçelerle Kadın öne sürülerek yapılamaz.

Türkiye’de, alt sınıfların herhangi bağım sız bir düşünce ve davranışı daha ilk adı mini almaya görsün… Gericiler o saat Kadının saçlarını ellerine dolayıp, halkın karşısına, daha doğrusu vicdanına, ruhuna kazık gibi dikilirler, çalışan insanımızın ruhça, maddece sömürülmekten kurtulmaya doğru yönelmeyi denemesini felce uğratmak için kadın zehir gibi kullanırlar. Sömürenler, Dünyanın hiçbir yerinde gericiliklerini mahkûm kadın sınıfının durumu ile maskeleyerek bizdeki kadar utanmazca ve hinoğluhince Kadın adlı ırz ve namus demagojisinden en namussuzca yararlanmayı beceremezler.

Örnek mi aradınız? Tümenle, her gün, her yerimizi sarmış türlü türlü örnekler sonsuzdur. O alçak demagojinin Tarih sayfalarına geçmiş bir klâsik ve tiksinti veren, kusturucu açık biçimini “Hürriyet Devrimi” çevresinde buluruz. Egemen Üst Gerici Sınıflar, -Bugün Sosyalizm için yaptıkları gibi- “Hürriyet Nedir?” diye soranlara, sistemlice şu tanımlamayı yapmışlardır:

Hürriyet, herkesin karısını birbirine peşkeş çekme serbestliğidir! Koca, akşam işinden evine gelip şapkasını kapısı ardına takarken orada başka bir erkek şapkası görürse, zamparayı içerde kadınla baş başa bırakmak üzere, kendi şapkasını başına geçirir ve kapıdan dışarıya geldiği gibi çıkıp gider!”

Gerici demagoji Abdülhamit istibdadı zamanı Meşrutiyet için Meşrutiyet zamanı Hürriyet için. Cumhuriyet zamanı Demokrasi için, en sonra Sosyalizm için bıkmadan, usanmadan yalnız bu temayı işlemiştir. Ge niş halk yığınları içine hep o “Avrat elden gidiyor!” fobisini umacılaştırmıştır.

“Volkan”lı Derviş

Meşrutiyetin ilk yılı soyguncu gericilik “Derviş” kılığına girmiştir Yan kaçık, yarıdan aşın pompa ile şişirilerek şımartılmış “Derviş Vahdeti” adlı bilisi ansızın türer. Şimdi camii duvarına siyen benzeri itler gibi, ele alınmayacak bir satırı birkaç kez satılmış bir paçavra kâğıdı Gazete çıkarmaya girişir: “Volkan!” Artık “Hürriyet” var ya… kim engel olabilir meczup derviş adama?

Derviş Vahdeti kimdir? Soran bile çıkmaz. Türkiye’nin Sermaye ortaçağı dün Tefeci-Bezirgân ve Komprador, bugün Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirgan her geriliğe yatkın, bulanık suda balık avlayıcıdır. Her zamanki gibi, güvendiği kökü dışarıda iken, kazığı içeride halkın bağrında burgulanan sinsi bir zorbalıktır. Onun halkı intihar keşi yapmak ve öylece kendi alçakça soygun arabasına afyon yutturulmuş beygirler gibi bağlamak için kullandığı esrar, haşiş: İrtica’dır, gericiliktir.

Gericilikte en başarılı aygıt tipi, bin bir Saltanat soysuzluğu günlerinde İslâmlığın Hulefây’ı Râşidîn geleneğini çamura boğmakta parayla, çıkarla uzman yetiştirilmiş “sofu” görünüşlü yobaz softa, sözüm ona “Din adam”dır. İslâmlık, 14 yüzyıllık Tarih ötesinde kurulmamış mıdır? Muhammed Dini, kendi çayı için yeryüzünün en devrimci, en ihtilâlci hareketidir. Ama tarihin önüne geçilmez çarkları altında ezilerek geri kaldığı için, her İstibdat, hele Finans Kapital zorbalığı, İslâmlığı bir “Gericilik” mekanizması gibi gösterip kullanmayı pek becerir. Ve Müslüman kılığı sayılan Sofla ve Derviş biçimliler, “Gericiliğin” anadan doğma sözcüsü ve yetkilisi durumuna kolayca getirilebilirler.

Derviş Vahdeti, öylesi softalardandır. İslâmlığın kutsal ihtilâlciliği ile en ufak ilişki bilmez. Tam tersine, Müslümanlığın Hulefây’ı Kaşıdın çağında bu aktırılmış bütün devrimci prensiplerini ve geleneklerini tersine çevir menin usta demagogudur, Muhammed’in ruhaniyetini derebeyivari karşı Devrimciliğe âlet eden uluslararası Finans Kapitalin sistemlice yetiştirilmiş kurnaz uşağıdır.

Finans-Kapital, o seçme provokatör ajanlık rolünü iyi becerebilmesi için. Derviş Vali deli itini, Türkiye fukarası biçiminde, kendinden geçmiş, deli deryalı bir baldırı çıplak maskesi altında ortaya atar. Tıpkı “Said’i Nursi” gibi, Vahdeti’nin başına bir “Şıh”lık yuları takıp gezdirir

“Nur” saçan bir âhir zaman Peygamberi çalımında “seçim” bölgelerinde “oy davarları” içine son sistem, son model Amerikan arabasıyla kapılıp koyverilen “Şeyh Said’i Nursi” gibi, Derviş Vahdeti de, Din, Ahlâk Tanrı adına ağzından “Volkan’lar saçar. İçyüzünü bilmeyen herkes, onu görünce, Devlet otoritelerine metelik vermeyen Kıyamet alâmeti bir Evliya ile karşılaşıldığını sanıp ürperir!

Açlık Anıları

Derviş Vahdeti, kendi el yazısı ile kendisini zamanın Hakaan’ına (Abdülhamit’e) şöyle tanıtır:

“Babam, pabuççu esnafından, Kıbrıslı Mahmut Ağa. Babam bütün gün çalışır. Ufak bir evcikte, hepimiz yorgan altında kışın titrerdik. Bir sıcak çorba bile içemezdik.”

Ve bu açlıktan nefesi kokmuş, müflis esnaf tohumu zibidi, Osmanlı İmparatorluğunun astığı astık, kestiği kestik yetkiler yaşamış son müstebidi “Kızıl Sultan’a, kökünü anlatır anlatmaz, arsız arsız sırıtarak, senli benli oluyor:

“- Gördün mü hayal nedir?”

İşte Finans-Kapital’in sömürgesi eli böylesi aç köpeklerin üstünde duruyor. O kur sağı “kışın sıcak bir çorba” hasreti çeken zavallı küçük burjuva bile değil, onun süprüntülüğe döküntüsü kadar, fakir Türkiye hal kını duygulandıracak, can evinden vurmayı bilecek başka kim bulunabilir? Ondan da ha aşağılık, daha ezik, bitik, suyuk, yenik, çaresiz yarı sömürge paryası olamaz. Batı kapitalizminin en kahredici rekabetiyle Şark topraklarını doldurduğu acıklı, satılık esnaf yoksulluğunun eşantiyonudur Vahdeti.

Sömürge yaşantısının kaynar katran kazanı içinden fışkırmış aç Vahdeti ne yapacaktır? Artıranın üstünde kalmak için bütün çökkün Küçük-burjuva yavrulan gibi, çıktığı kabuğu inkâr etmekten başka çıkar yol bulamayacaktır.

Esnaflığı inkârın yolu: çırak olmaktansa, okula gitmektir. Vahdeti “Hârika Çocuk” tur. 4 yaşında okula başlar. Başlar da ne okur Osmanlı sömürgesinde? Emperyalizmin her sömürgede bol bol açtırdığı “Kur’an Kursları”nda Kelâm’ı Kadîm okur. Vahdeti, 6 yaşında Kur’anı Kerim’i hatmeder (bir yol baştan başa okur). Vahdeti, 14 Yaşında Kuranı ezberlemiş, “Hâfız olmuştur” bile…

İngiliz Entellicensine İt Seçiş

Kıbrıs, İngiliz Emperyalizminin Hint yolunu gözetleyen batmaz zırhlısı, İngiliz casus teşkilâtı Entelicens Servis, el altından devşirme arayıp koltuğu altında yetiştirir. Finans – Kapitalin çöplüğünde geçindirilip kullanılacak köksüz, yoluk insandan bol ne vardır? Emperyalizm o tümen tümen baldırı çıplak başıbozuklar içinden, böyle en “Hârika” olanlarını ayırt eder.

Seçtiklerini, kendi özel tezgâhından geçirerek, her utanç duvarının ötesine aşırtmanın yolunu, yordamını parayla bulur. Kışın ana baba, beş altı kardeş tek yorganın altında titreşmiş Vahdeti için, İngiliz ajanlığı: “Devlet Kuşu”nun başına konmasıdır. Vahdeti, İngiliz aslanının gölgesi altında, habezan çevresine ve sarılmış Ulu Hâkaan’a nasıl etki yapacağını öğrenmiştir. Gördüğü ve sürdüğü saltanatı, öğünerek şeyle açıklamaktan çekinmez:

“Kraliçe adına verilen balolarda, redingotla, eldivenli bir adam olarak göründüm” der.

Daha ne söylesin? Artık “ufak evceğiz” zindanının kabuğu kırılmış, Vahdeti’ye Emperyalist sarayların kapıları açılmıştır. Çünkü, İngiliz Entelicens Servis’i ona: “Yürü, yâ kulum!” demiştir. Yoksulluk Cehenneminden, Balolar Cennetine Redingotlu eldivenle giren Vahdeti, ajanlık stajını çabuk bitirir. Ansızın Kıbrıs’tan kalkar (kaldırılır), İstanbul’a gelir (getirilir).

“Bin bir kocadan kız oğlan kız olarak dul kalmış” İstanbul’da, önce İngiliz memurluğu yaparak, Entelicens uzmanlığını bütünler. Oradan, besbelli (bugünkü “Amerikan Dostu” gibi) “İngiliz Muhibbi” geçinenlerin görünmez elleriyle, hiç basamaksız, (Gökten İngiliz Entelicens zenbili ile), Türkiye Entelicensi (Hafiye Örgütü) içine indirilir, yahut çıkarılır. Zamanın İçişleri Bakanı Memduh Paşaya kapılanır. Bir yandan, -işsizler Türkiye’sinde başka adam kalmamış gibi- Göçmenler Komisyonuna “memur” edilir. (İmparatorluğun haşır neşir oluş zembereklerini izler) Öte yanda, -Softa kıtlığına kıran girmişçe- Paşa’nın yalısına Vahdeti “imam” yapılır. (Bütün gizli servislerin subaşını keser.)

İtin İngiliz Yapısı Kahramanlığı

Yetmez. Herifçioğlunun gözü İngiliz Finans Kapitalinin özüdür. Türkiye gibi geri ülkenin İçişleri Bakanı da kaç para eder? Vahdeti “Letafetmeâb Kraliçe Hazretlerinin ajanıdır” Görevi Saraya Ulu Hakaan’a sızmaktır. Namaz kıldırdığı Memduh Paşayı Abdülhamit’e jurnaller!

Ama Paşanın şanlı hafiyeleri de uyumuyorlar. Vahdeti’yi jurnali ile elense ederler. Ajan Diyarbekir’e sürülür… Şimdi ne oldu İngiliz casusu? Müstebit Padişah Abdülhamid’in zalim idaresine karşı, tıpkı Hürriyet fedaileri gibi kafa tutmuş, de ki Meşrutiyet İhtilâlcisi Kahraman! Vahdeti “mağdur” Gaddarlığı yapan Hamid’in baş hafiyesi Paşa…

Kahramanlık bitmez. (Vahdeti “Bektaşi Babası” kılığına girip sırra kadem gizliliğe ayak) basar. Ve bu sahte kıyafet, ajan Vahdeti’ye ondan sonraki rollerinin damgasını vurur: bir madalya gibi göğsünde taşıyacağı, herkesi hele cahil halkı aldatmakla kullanacağı “Dervişlik” pâyesini bağışlar.

Arada yakayı verir. Çok sürmez, “Hürriyet” güneşi, Abdülhamid’in “Meşrutiyeti ikinci kez ilân etmesiyle doğar. O zaman, Vahdeti Derviş, değme “İstibdat Düşmanları” gibi, göğsünü kabartarak, zulme kurban gitmiş son sistem kahraman pozunda kollarını sallayarak İstanbul’a döner.

Böylesi bir adamın bedeni muayene edilmiş midir? Bilmiyoruz. Yaptıklarıyla açıklanan bütün ruhu: herhangi Galata genelevinde etini parayla satan “Kötü kadın”dan farklı mıdır? Galata orospucuğu hiç değilse utanır. Göze çarpmamaya çalışır. “Derviş” abasını uydurarak sırtına geçiren Vahdeti’nin utanabilmesi için, belki Entelicens Servis’ten emir alması bile yetmez.

Neden utanmaz? Çünkü, nüfus kütüğünde “Erkek” yazılıdır. Türkiye’mizin üstün cins sınıfındandır. Ülke böyle imtiyazlı doğmuş “Erkeklerle doludur. Onların bütün “Namusları belden yukarıya çıkamaz. Belden aşağıdaki “Namus” ise yalnız kadınlarda yoklanır. Utanılacak ne var ki? İlk gelen düğün bayram Madem “Erkek”iz: bir şeycikten utanamayız.

Kadın olsaydı, Vahdeti’yi gören yüzüne tükürürdü. Vahdeti “Erkek” sayıldığı için, politika sahnemizde “mutlak çoğunluğu teşkil” eden nice benzerleri gibi, göbek atmaya fırlayıverdi. Türkiye, Hürriyetle iktidara çıkan Komprador vurgunu yüzünden, İrticaın mumla arandığı, gericiliğin afili afili kol gezdiği, sözde din çengilliği ile göbek attığı ortamın en elverişli çağlarından birisini daha yaşamaktadır.

“Meşrutiyet” trajedyasında da “Hürriyet”, gene “Kadın” kılığına sokulduğu için; şimdiki “Özgürlük” gibi, parayı verenin rahat rahat ırzına geçebildiği bir komedyaya çevrilmişti. Hâlâ Çekoslovakya’da bile özlemi çekilen “Özgürlük” adına gericiliğin bütün kerizleri uluorta sokağa boşaltıyordu.

“Hürriyet” Zamparalığı

O zaman Türkiye, her kapitalistin bir parça et kopardığı bir ikvanodon. Bulgaristan, Bosna-Hersek, Girit, İmparatorluğun Hıristiyan kesiminden cımbızla çekilerek ayrılıyor. “Vatan” görevli Ordu kimin eline geçecek? “Alaylı” denilen okuma yazma bilmeyip, beş vakit namazında “Padişahım Çok Yaşa!” dedikçe terfi eden subayları gericilik ele almış. “Mektepli” diye bıyık altından üstlerine tükürülen ülkücü, genç Subaylar ister istemez “devrimcileşmiş”.

Bin bir Emperyalist casusu, öyle bir ortamı kaçırır mı? Ülkenin her yanı ve her katı yıllar yılı yetiştirilip su başlarına yerleştirilmiş “Muhip” (dost) adlı yabancı ajanlarıyla dolu. O sayısı ve saygısı çok yerli ajanlar, hafiyeler, “Hürriyetle birlikte Türkiye’yi büsbütün dizginsiz bir tımarhane çarpıntısı içine sokmuşlardır. Türkiye ne denli çok zıplayıp kanarsa, Kumpanya (Şirket) ve Komprador kasalarına o denli çok altın akar, toprak parçaları kolay aşındırılır.

O anacık babacık günlerinde “Türkiye yığınları” ne âlemdedirler? Halk sözde Devrimden hiç mi İliç bir zerre yararlanmamış tır. Umutlanıp kıpırdayan körpe İşçi Sınıfı, en hayvanca baskılarla ezilip susturulmuştur. Aldatılan susmuş, tiksinmiş, küsmüş yığınlar önünde Meşrutiyet özgürlüğü: davul zurnalı bir karnaval alayı gibi gelmiş geçmiştir. Çalışan fakir fukara insanlarımızın ne madde yaşantılarında, ne ruh evrenlerinde en ufak bir olumlu değişiklik izine “müsaade” edilmemiştir.

“Yaşasın Hürriyet” Kimmiş o? “Adalet”, “Müsavat”, “Uhuvvet” gibi hep Arapça dişi anlamlı bir “kadın” sembolü. Demek kadınlar sokağa mı dökülecek?.. Dehşet!

Sonraları, Efendi-Ağa’larımızın “komünist” diyeceklerine yakıştıracakları “Avrat” hikâyesi: bütün “Mektepli Subaylara, devrimci gençlere sıvanacaktır. “Hürriyet”, kafes ardındaki karını sokağa çıkarıp, rasgeldiğine teslim etmektir. Koca, yorgun argın akşam evine döndü mü: kapının ardına bakacak. Orada yabancı bir fes (“Şapka İnkılâbı’ndan sonra fes: “Şapka” olacaktır.) görür görmez, kendi fesini tepesine bastırıp gerisin geri!.. “Hürriyet”, (tıpkı şimdiki “Gomonizlik” için yayıldığı gibi) hemen “aile”nin kaldırılarak, bütün kadınların bütün erkeklerle alabildiğine düşüp kalkma serbestliğidir.

Kim mi yutar bu martavalı? Türkiye erkeklerinin yüzde 99’u. “Hürriyet”in bir tek harfini görse mertek sanan o “erkek”lerin hepsi “Fâsık’ı mahrum”durlar: Hepsinin içinde, gördüğü “Karı”nın ardına balta olmak şeytanı yatar. “Hürriyet” herkesin “istediğini yapması” olunca, elinden başka hiçbir türlüsü gelmeyen fukaranın zamparalıktan başka yapacak ne “özgürlüğü” kalır?.. Hepsi “Hürriyetçi.. Gomoniz”… Vurun gomonize, vurun hürriyetçiye!

O “Hürriyet havası” içinde Batılı casusların kafalarını değil, baş ve şahadet parmaklarını azıcık oynatmaları yeter. Hele maddi manevi mastürbasyonla imanı gevremiş Medrese kubbesi altındaki “Talebe’i Ûlûm” (Bilimlerin öğrencileri) feslerinde sarıklarıyla göz önüne getirilsinler. Geçim ve kafa yapıları fedlacılıktan öteye geçememiş “Hoca”larıyla birlikte, yarı Arapça, yarı Türkçe hangi “bidat” (icat) üzerine ahkâm kesip, istenilen fetvaları yağdırmazlar?

Artık, Türkiye’nin geri ve kör politika harmanında dilediğin hergeleliği dörtnala koşturabilmenin yolu ne olabilir? Tek tutamağı evdeki “Nâmahrem”i (haram edilmemişi: Karısı) kalmış züğürt takımını ayaklandırmak mı istiyorsun? O son tutamağına dokun. Yüzde yüz etkili, biricik araç ne olabilir?… Kadın!

Ekmeğe – Avrata Oruç: Sömürge Afyonu

Türkiye’nin Bâbil artığı geniş ayaktakımı: “düşük” esnaf ve köylü döküntüleri Başkent kaldırımlarını sonsuz yoksullukları ile doldururlar, Hepsi de, eğer bir “ufak izbecik” bulurlarsa, aynı “Yorgan altında titreşerek kışın sıcak çorba dahi içemezler”. Batı Uygarlığının, makineden çıkmış malların uyuşturucu rekabeti ile aşındırıp köklerinden yolduğu o kalabalıklar, rasgeldiklerinin boğazına sarılacak durumdadırlar.

Ne var ki, kendi başlarına, kendi kurtuluşları için tek adım atamazlar. Önlerine modern İşçi Sınıfı çıkıp, balta girmemiş Bezirgan ormanında yolu açmadıkça, o sakar yığınlar, miskin illetine tutkun inmelilerdir. Toplum probleminde dünya batsa kıllarını kıpırdatmaktan çekinirler. Ama önlerine bir “Avrat” (Kadın) meselesi atın. Bak onu anlarlar. Ve hepsi birden “şahlanır”lar!

17 Ekim günü, Fatih Camiinde Kör Ali ve İsmail Hakkı adında iki Hoca, isyan bayrağını çektikleri gün, hangi parolayla yola çıktılar? Önce “kutsal sıfat” takınmaklar. Dokunulmaz kalmanın maskesi odur. Sanki “Din” elde ve cepte duran bir elle tutulacak “nesne” imiş gibi haykırdılar:

“— Ey Ümmet’i Muhammed!.. Din elden gidiyor!”

Halk, bu kerte soyut parolalara kulak kabartmakla kalır. “Dinin” nasıl elden gittiği ne somut örnek bekler. Din, elden niçin gidiyormuş? Yobaz, iki yüzü kesen iki sebep öne sürer:

  1. “Sokaklarda alenen oruç yiyorlar!”

Yâni mesele “Oruç tutmamak” değil, “Sokakta alenen (açık seçik) oruç yemek” suç. Bugün DP’yi imrendiren AP farmasonlarının “Mâneviyat” spekülatörlüğü (vurgunculuğu) başka türlü kahramanlık mı? Bütün Taşra kasabalarında “alenen” (herkes önünde) oruç tutturma kampanyası için, göze görünmez bir Hacıağa sıkıyönetim zılgıtı estiriyorlar. Orucu yeme değil: git evinde ye. Açlar seni görmesin… İşin içyüzü “oruç” değil, “Açlar” gibi görünmek!

Kör Ali Hoca da İsmail Hakkı Hoca da o kaygıdalar: “Alenen”, “Sokakta” yenmesin oruç. Yoksa, kendileri oruçlu mu? Softa sesleri aç açma böyle sıtma görmemiş tonda zor çıkar. Bu ikiyüzlülüğü halkımız da epey sezecek denli “ârif” (anlayışlı)dır. Maksat Allah’ı değil, kulu aldatmak. Aç fukara önünde aç dur: git evinde gizlice ne halt yersen ye! Orası pek iyi bilindiği için, kara yığının bam teline basacak asıl isyan gerekçesi hemen ardından şöyle bayraklaştırılır;

2. “Kadınlar, yüzleri açık geziyorlar!”

İşte buna, kursağı “sıcak çorba” görmemiş bütün yorganlı baldırı çıplaklarımız hiç dayanamazlar. Konu, “Avrat” diye alt mahkûm tuttukları düşman “sınıf”: Kadın-insandır. O dişi köle nasıl olur da gözünü yerden kaldırıp yüzünü açabilir? Ekmeğe de, Avrata da oruç “alenen” bozulamaz.

Kadına karşı, Efendilerden önce ve erkence erkek köleler çevik davranıp bir yağlı: “Aferin!” kazanmalıdırlar. Avrat kısmının hep “eksik etek”i uzatılmalı, iflâhı kesilmelidir, Yalnız bu yaradana sığınık savaşlarında köleler efendilerinden teşvik görürler. Namaz safında imişçe kadına vuruşta Efendileriyle birleşik cephe kurarlar.

Allah, Allah!.. Öyle kör dövüşüne girene ne mutlu: bütün Üst-Soyguncular çıkabilecek Sınıflar Savaşı, beygirin nalı altında kalır. Tüm çalışan erkekler, gönülleriyle soldan sıfıra düşüp, ülkeyi uşaklıktan köleliğe iterler. Ve “Elden gidiyor’ denilen “Din” tam İngiliz-Fransız-Amerikan-Alman ve ilh., gâvurcuklarının istedikleri gibi, sömürge afyonlu macununa döner.

Sosyal Patlayıcı Madde Kadın

Bizde gerici yobazlık, niçin Kadın’dan daha elverişli geri tepen silah bulamaz?

Esnaf-Köylü halk Dükkânın-Pazarın, Tarlanın-Toprağın Kölesidir. Ama evde ailede Kadının “Efendisi’dir. Alt sınıf ve tabakaların erkeği dışarıda: pazardan, ağadan, beyden yediği dayağın acısını, aile yuvasına dönünce karısına attığı dayakla çıkarır. Başka çıkar yol bulamamış bilinçsiz yaratığın yaşamaya dayanması bu çelişkiyle dengelenir. Bir lokma ekmek pahasına ezilip soyulan özellikle her köylü ve her esnaf, genellikle her züğürt çalışkan halk; evde, kırda, mahallede çoluk çocuğunu, hele “avratı” soyup ezmekle, en sancılı iç kompleksine ilâç arar.

Böyle bir Ekonomi ve Toplum ortamında: “Din elden gidiyor!” çığlığının anlam dayanağı: “Kadın elden gidiyor!” demek olur. Yoksa, hele Sümer’lerden beri soysuzlaşmış Doğu’da, Sokrates’lerden beri homoseksüelliği: “Eflâtuni Aşk” diye ülküleştirmiş bulunan kadın düşmanı softalıklar, Medrese ve Tekke köşelerinde en yıpratıcı cümbüşlerin esrarkeşi iken, normal “Kadın Aşkı” uğruna hiç isyan çıkarır mı?

Ondan başka, egemen sınıflar hayvancıl içgüdüleri ile sezmiş ve gelenekleştirmişlerdir ki, Kadın: “Cinsel İçgüdü” demektir. Cinsel içgüdü kadar sosyal patlayıcı madde ise güç bulunur. Parya erkekleri, istediğiniz denli aç bırakın, kırbaçlayın, tahkir edin: “Alınyazısı”, “Mukadderat” böyleymiş bilirler. En gaddarca eziyet, angarya işkence çeşitlerine boyun eğerler. Olan biten haksızlıklar aykırılıklar önünde en uyanıkları:

“Aklımız eriyor, gücümüz yetmiyor!” katlanışına cankurtaran simidi imişçe sarılırlar.

Gel, en kara cahil ve en beyinsiz erkeği, uçkuru, peşkiri yanından azcık gıdıklayın: o saat, gözlerini dört açacak, ilk fırsatta “şahlanacak”, umulmaz “aslanlıklar”la orman kanununda kükreyecektir. Kadın, her batağa gömülü, ayaktakımı erkeği, bir anda itilip boğulduğu yerin dibinden göklere doğru çıkartıp, fırlatır.

Gerici yobazlığın, Ekonomi-Politiği Marks’tan, derinlikler psikolojisini Freud’dan öğrenmeye ihtiyacı yoktur. 7 bin yıllık egemen sosyal sınıflar denemesi, anadan doğma kadın düşmanlığı eğilimini beslemeye yetmiş artmıştır. Modern derebeyliğin en azgın gericiliğine yaslanan Finans Kapital, o eğilimi son kertede itçil (sinik: kelbi) metotlarla sömürür. Bütün beden ve ruh kültürü alanlarına (Sinema, Spor başta gelmek üzere, Edebiyata, Güzel Sanata, Romana, Şiire) her gün tonlarla pornografi (açık saçık uçkur öyküsü) yağdırır.

Şu en koyu “mutaassıp” Müslüman geçinen bizim Babıâli sağcı gazetelerine göz atıla. Muhammed’in Ayetleriyle Amerikalı ve yerli kancıkların asma yapraksız kalçaları yan yana, yarış haline sokulmuştur. Sapıkların şehvet cinayetleriyle ayıcıların çıplak güreş serüvenleri, evliyaların kerametlerinden daha önemle kabartılandırılır. Çünkü, pornografi ve baldır bacak gösteresi, Antika gericiliğin de Modern gericiliğin de Kadın düşmanlığını tersine çevirip daha ince yollardan sergilemesi ve aşılamasıdır.

Onun için, Kör Ali Hocaların, Yıldız Sarayına dek kışkırtıp sürükledikleri kalabalık “yüzü açık kadın” düşmanlığı ortamını hazırlamıştı.

“Birkaç gün sonra, Beşiktaş’ta Todori adındaki Rum bahçıvana kaçan bir Müslüman kadın yüzünden olaylar çıktı. Karakola götürülen Todori için halk ayaklandı. Bahçıvan polisin elinden alarak linç etti.” (31 Mart isyanı).

Bugün ne görüyoruz? Amerikan Filosuyla gelen Con “Torori’ler, “Komünizmle Mücadele” dernekleri ve İmam Hatip Okulları” tarafından tekbir getire getire kanat altına alınarak savunuluyor. Gavurlukların Beyoğlu’nda Müslüman kadınlarıyla rahat rahat eşleşebilmeleri için, Bâbıâli’de çıkan buram buram baldır bacaklı “Mukaddesatçı” Hür Basın, Solculuğa karşı “Cihat” açıyorlar Amerikalılara ve uşaklarına “Yuh!” çeken Teknik Üniversitelileri Toplum Polisi yatakhane penceresinden baş aşağı atıp öldürüyor.

Amaç? Gene: “Din elden gidiyor”, “Namus elden gidiyor!” parolaları altında saklanıyor. Sonra, Amerikan Tuslog binasında bir otomobilin yakılışı üzerine, bir provokatör bahane edilerek, Öğrenci Yurduna baskın ediliyor: “Bar Karıları!” diye tahkir edilerek yataklarından kadınları Türk ve Müslüman kızlarının kadınlık organlarına sokulan kanlı coplarla öğünülüyor. Ne Allah’tan korkuluyor, ne peygamberden utanılıyor.

Bütün cinayetler, baldırı çıplak bilinçsiz cahil yığınları, şehir açık yüzlü kadını bahanesiyle geriye doğru teptirip Tefeci-Bezirgân Hacıağalarının kucağına düşürtmek. Çarşaf zindanına sokulamayan kadınların namuslarına kuşku kondurarak erkeği kadına karşı kışkırtmak, gericiliği ilericiliğe karşı daha saldırgan ve utanmaz kılmakta şehvet azgınlığına itelemek…

Nereden kalksak, düz veya ters yanıyla “Dişi” elemandan daha yararlı gericilik silahı bulunamıyor. Kara yığınları her zamanla kolayca kışkırtıp, kör körüne coşturan en sosyal patlayıcı madde Kadın oluyor.

Kadına Hücum – İlericiliğe Saldırı

31 Mart olayını kışkırtan Volkan gazetesinin paçavra düşünce yazılarını bir daha okuyalım. Orada hep, açıkça, hatta azgınca işlenen tek gericilik tezi: Kadındır. 24 Ocak 1909 günü Volkan’ın Şehabettin imzalı satırları şöyle sıralanıyor:

“Bugün, Avrupa’da birçokları DİNSİZLİKLERİNİ ilân ediyorlar. Bunun içindir ki KADINLARININ Birçoğu çıplak denecek şeklide umumi yerlerde geziyorlar.” (Majüskülliyen H.K.).

Gerici yobazın, görmediği hele hiç anlamadığı “Avrupa’ya dudak büküşü “DİN” perdesi altında “KADIN”dan geçiyor. Avrupa kapitalizmi büyük sanayi kurmuş. O mekanizmayla, gelip Türkiye’yi sömürgeleştirerek parçalıyor. Onlar olağan, önemsiz şeyler… Mâdem Avrupa Kadını herkesin ortasında çarşafsız geziyor: Yaşasın kadına burnunun ucunu göstertmeyen Avrat kölesi gericiliğimiz… Var olsun başımızdaki Kızıl Sultan müstebit – hürriyetçi Abdülhamit Han!..

Aynı “Volkan”ın kurucusu, İngiliz balolarında Entelicens madamlarının elini öpmüş Derviş vahdeti, Tiyatro’nun “Ahlâkımızı nasıl bozduğu üzerinde dururken şöyle diyor:

“Bir İslâm kadını ile bir Avrupalı madamı göz önüne getirirsek görürüz ki, birisi çarşıda-pazarda açık saçık, elinde bastonla gezer. Birisi başından tırnağına kadar örtünmüş, ya komşusunu, yahut akrabasından birisini bile görmekten bezer. Biri sokak süpürgesi, bir ev kadını”

Bunu kim yazıyor? Çarşıda “açık saçık”, “pazarda bastonlu” gezdiğine göre “sokak süpürgesi” olması gereken “İngiliz Kraliçesi”nin derviş Vahdeti’si!

Gerici Doğuda zalim üst sınıfların tükenmez isyan kışkırtıcı konuları kadın olur. Vahdetinin yazdığı günlerde “Avrupalı madamlar” denize fistolu paçaları topuklarına dek inmiş pijama – mayolarla giriyorlardı. Batı’dan gelecek her ileri düşünce ve davranışı baltalamakla görevli gerici ajanlar, Avrupa kadını “çıplak denecek şekilde” göstermekle, her ileri adımı, halkın gözüne bir namussuzluk gibi sokmaya çalışıyorlardı. Bu tutucu role en elverişli tipler, casusluklarını derviş ve hoca maskesi altında gizliyorlardı.

O gündüz külahlı, gece silahlı kişiler, Milli Mücadele yıllarının Molla casusları gibi, zanaatlarını ve çevrelerini iyi tanıyorlardı. Türkiye’nin ezilip soyulan züğürt yığınlarını, ateşe düşmüş akrep gibi, kendi kuyruğu ile kendini zehirleyip öldürmeye götürmenin en sınanmış yolu: Kadına karşı saldırı kışkırtmaktı. Sömürülen erkek, altında ezdiği “yumuşak” cinsi biraz daha yıldırmak uğruna kolayca kabadayılaşır ve ayaklanırdı. Güdücü egemen sınıflar o şaşkın saldırıları ağızlarını kulaklarına vardıran sırıtışlarla alkışlıyorlardı.

“Kadın da erkek kadar insandır” mı? Onu söylediğiniz gün Türkiye’nin bütün erkekleri, bir merkezden kumanda almışsa, tek cepheli olurlar, katır katır direnirlerdi. Bu erkeklerden hiçbirisi, -en homoseksüelleri bile- anasız dünyaya gelinemeyeceğini, kız kardeşsiz, eşsiz, kadınsız yaşanmadığını bilirlerdi. Ancak: “Kadın da sokakta gezebilir, ister bastonla, ister pantolonla, size ne oluyor?” diyemezdiniz. Yedisinden yetmişine erkek cinsi daha kundakta iken o çalımla eğitilmişti.

Başkentin ortasında, Toplum Polisinin göz göre göre, öğrenci kızın pantolonu içine avucunu sokup, ayıp yerini, bağırtıncaya dek koparıp kahkaha atması, tek bir soysuzun sadizmi, yahut satılık bir âmirin emri ile nedenlenemez. Bir Kıbrıslı kızın: “Yunan saldırganlarında bu canavarlığı görmedik” diyen gözlemi yalan değildir.

“İslâmlık” ve “Namus” o mudur? Muhammed’in ilk kadınlar da erkekler gibi, savaşa katılırlardı. Kadının insan eşitliği önünde, Hacıağasından Marabasına, Beyinden Yanaşma Çeri-çobanına dek Türkiye’nin bütün bıyıklı manyakları, namuslarına dokunulmuşça, kasıla kasıla kararırlar. Kadını insan soyuna karşı silahlı silahsız birleşmeye kalkışırlar… Neden?

Kadın Düşmanlığının Ekonomi Temeli

O “neden?” üzerinde ne denli basarak durulsa azdır Kadın altlığının, sömürülüşünün, ezilişinin kökü, Toplumumuzun Üretim geriliğinden kaynak alır. Onun için durum sanıldığından daha korkunç ve kahredicidir. Ekonomik temele dayanan sosyal ve psikolojik baskı, büsbütün dayanılmaz ölçülere varır.

En karanlık “ayaktakımı” her gün, ağasından, efendisinden, beyinden 24 saat çalışmasına karşılık yalnız hak yiyicilik, hakaret ve işkence görür. O durumun yarattığı aşağılık kompleksi ile patlayacak kertede dolar, şişer. Çatlamadan yaşayabilmek için, evindeki cariyeye, parayla satın aldığı kişi köleye işkence yapabilmenin boşalışlarına Sık sık başvurur. En mazlum erkeğimiz, hiç değilse eline geçmiş savunuşuz kadına zulüm yapmakla, kendi yürekler acısı sancılarını bastırmaya özenir. Bir dişi insana, haklı haksız “Saldırı Hürriyeti ve Hakkı” elinden alınırsa, başka bütün insanlık hakları ve hürriyetleri yok oluvermiş gibi gelir ona.

Gerçi Bâbil çağından orta kalmış Tefeci Bezirgânı Hacıağa, Kasaba Eşraf ve Âyanı, Firavun-Nemrut stilinde “Asilzade” adlı kapalı soyu çürümüşler, elbet kadın düşmanlığının en kör ve onmaz sadizmiyle kaşarlanmışlardır Ancak, kadının alt görülüp ezilişi ve soyuluşu yalnız gericilerin, tutalakların, asalakların gelenekcil anlayışlarında çöreklenip kalmaz. Antika tarihin başımıza belâ ettiği “Kara Koncolos”ların “Ölü ruhlarından tutulsun, en erkekliğini yitirmiş Modern Kapitalistimize dek: en kara cahil kızıl züğürt köylüden, en yüksek kültürlü aydına dek, herkes, toplumlunuzun o önlenemez eğilimi ve ağır baskısı altında yamyassıdır.

Kadına karşı şartsız kayıtsız bütün erkeklerimiz: maddeleri yazılmamış, ama herkes çe ezbere bilinen ve her gün saksağan gevezeliği ile tekerlenen bir “Anayasa’nın adsız fedaileri olarak sözbirliği ve işbirliği etmişlerdir Kadın düşmanlığı, kimi sosyal sınıf ve zümrelerimizde canavarca ağır, kimisinde daha yeğnikçe veya cilâlıca görünebilir. Toplumumuzun her sosyal sınıf, tabaka, zümre, grup ve kişilerinde Kadın ilk fırsatta gözünden vurulup, uçtuğu göklerden çamurlu er avcı ayaklarının altına yaralı düşürülmekle övünülen bir avdır… Niçin?

Çünkü o azgın erkek sadizmini besleyen kök, ekonomi geriliğimizin tabulaştırılmış derinliklerinden benliğimize fışkırıp dal budak salmıştır. Bırakalım Tefeci Bezirgân Hacıağanın kadın gethosu dilsiz cehennem harem dairesini. Bırakalım kozmopolit burjuva züppeliğinin boynuz tokuşturan salon flörtlü metres ticaretiyle kadını süslü bir paçavrası durumuna sokuşunu. En aşağı kul kölenin, evinde, tarlasında tepe tepe sömürüp ezdiği, etini ve ruhunu cımbızla didiklediği bir dişi kulu, ev kölesi, cariyesi vardır Geri üretim toprağında başka türlüsü de olamaz.

Sözde en “modern” burjuva üretiminin zina çocuğu olan gecekondu varoşları nedir? Ekonomi bakımından resmen kanunlarla emlâk sahipliğine her imtiyazı bağışlayan sermayenin, el altından, gizli gizli, illegal yollarla toprak iradını tırtıklama, çalışanları bir de o yoldan hırsızlığa ortak edip haraca bağlama oyunudur. Bu oyunda erkek işçi, sahte belgelerle “Mülk sahibi” olmak sevdasından bunalır. Arada, emeğiyle, sağlığıyla, insanlığıyla, haysiyetiyle kur ban edilen varlık: İşçi Kadındır. Çalışan şehir kadınının kaç türlü soyguna, ezgiye, bunalıma uğratıldığını burada saymaya kalkışmayalım. Bitiremeyiz.

Ötede, en “komünistinden, en faşistine dek bütün “aydınlarımız” toptan “Köylücü” geçinirler. Hiç değilse yılda bir övün, iş veya politika tezgâhlamak üzere İstanbul’dan Ankara’ya, yahut felekten gâm alıp safa sürmek için Ankara’dan İstanbul’a gidip gelmeyenlerimiz pek azdır. Kör değilsek, yollarda hep neyi gördüğümüzü görmezlikten gelemeyiz. Kesici ayaz yahut yakıcı güneş günleri, kara toprakta bunaltıcı toz, boğucu batak içinde uğraşanlar kimlerdir? Elde çapa orak, gevere, kıyasıya çalışan insanların inanılmaz büyük çoğunluğu her zaman kadınlardır.

Kadınların yanında, sözüm yabana “Erkek” olarak bir tek saksı boyunda çocuk varsa, ona karşılık ağır tarla işini köle katlanışı ile göğüslemiş sekiz on kadın sıralanmıştır. O nazar boncuğu “Erkek tohumu” tarlada çalışmakla değil, dişi köleleri gözetmekle görevli gibidir Nüfus istatistiklerinde sayıca kadınlara eşit bulunan erkekleri merak eder misiniz?

Bindiğiniz araç bir köy içerisinden geçerse, bütün yiğitleri kahveye kümeleşmiş bulursunuz. “Eksik etek avratlar” (Avrat: gözle görülmesi suç sayılan, demektir) açık yerlerde toprakla güreşirler. O cennetle müjdelenmiş “üstün cins” yaratıkları, bir yanda ağır aksak söyleşir, iskemle sefası sürerlerken, “Avrata göz açtırmayacak” politika demagojilerini geviş getirirler.

Köy erkeği hiç mi çalışmaz ve ezilmez? Anası ağlar. Ne var ki, bütün o kır ve kahve kabadayılarının hepsi kafa dengidirler. Kadın cinsine yukarıdan, delici, zehirli oklarla bakarlar. Soluk aldırmamacasına baskı yaparlar. Avratın insanlık hakkını sıfır saymakta en doğal işbirliği ve oybirliği içinde bulunurlar.

Her köy erkeği, üstteki Kasaba Tefeci-Bezirgânının toprak esiridir. Ama, tarlasında ve evinde boğaz tokluğuna Avrat Köleler çalıştırıp ezer. O yüzden, Tefeci Bezirgân politika ufunetine bütün sapıklığıyla oy vermeyi boynunun borcu bilir Kadına hak ve hürriyet mi? Ya çarıksız köylü, kimi kendi yerine nöbete çıkarıp köle olarak çalıştıracak?

Türkiye “Köylü memlekettir”. Ne şüphe? “Şehir” adını taşıyan bucaklarda köy üretimi ve köylü psikoloji “ağırlığını” bastırmıştır. Nereden gelirse gelsin, her ileri adımın karşısına gericilik: “Namus” meselesi yaptığı kadın avcılığı ile çıkar ve halkın oylarını sırf o demagojiyle ilahi çatır çatır koparıp alır. Hacıağanın emekçi halkla bilir bilmez kabul ettirdiği “Namus” sözcüğü: Kadının ev kölesi, toprak bent, tarla paryası durumundan ebediyen kurtulamayış kuralına takılmış bir uçkur etiketidir.

Onun için, geri üretim şartları tüm kalkmadıkça: kadın kurtuluşundan söz etmek gibi, serbest oylarla “Hür Seçim”den konu açmak da, kadınlı erkekli bütün insanlarla düpedüz alay etmek olur.

Kadın “Hiç”in Hep Oluşu

Türkiye’de kadın cinsinin neredeyse Antika çağlar artığı bir “Alt Sömürülen Sosyal sınıf” oluşu gerçekçiliğinden hangi ekonomik-sosyal sonuçlar çıkar?

Antika Tarihteki kölelerin durumu ile. Modern Tarihteki kadınların durumu arasında ana çizisiyle benzerlik vardır.

Antika Tarihin köleleri: hiçbir zaman Bilinçli bir Sosyal Sınıf olarak herhangi tutarlı bir Sosyal Devrim’i başaramamışlardır. Marks’ın pek güzel söylediği gibi, bir alt sınıf: “Eğer devrimci değilse, hiçbir şey değildir”. O bakımdan koca tarih boyu. Sosyal Devrim bilincine ve davranışına eremeyen Köle sınıfı, bir büyük “Hiç” olup gitmiş sayılabilir.

Doğrudan doğruya Köle sınıfın kendisi, Efendi sınıfını kaldırıp, başka bir düzen kuramamış ve tutunduramamıştır. Irak lâtifundiyalarında çalışan köle Karmıt’lar Devleti bile, sosyal tutarlı bir çözüm getiremediği için çelişkileri azarak çöküp gitmiştir. Efendilere isyan eden köleler, iktidara geçer geçmez kendileri efendi kesilmekten kurtulamamışlardır. O zaman, Anadolu içlerimize pusmuş kötümserlik felsefesi: “Gelen gideni aratır” deyimini hakikat kertesine çıkartmıştır.

Ancak, Devrimci olmayan alt sınıfın hiç oluşu gerçekliği, belirli bir uygarlık çerçevesi içinde mutlak hakikattir. Medeniyetlerin birinden ötekine geçilirken, her atlayışta görüldüğü gibi, diyalektik inkârlar ve inkârların inkârları kaçınılmaz bir başka gerçeklik olur. Belirli Medeniyet içinde Sosyal Devrimci olmayan alt sınıf, yalnız kendisini değil, bütünüyle Toplumu, Medeniyeti de hiçe indirir. Bir Medeniyetten ötekine sıçrayış basamağında, olayların önüne geçilmez diyalektiği o “hiç”liği “hep” yapmaktan geri kalmamıştır.

Antika Tarihte köleliğin kendi sosyal sınıfı ile birlikte Medeniyeti ve “Yok edişi sırf olumsuz bir olay değildir. Kölelik yok olurken, kendi Medeniyet biçimini yok etmekle ve yok ettiği için, gelecek yeni bir medeniyetin doğuşunu hazırlar: Barbar akınlarıyla bir Tarihcil Devrim doğması için tabanı olgunlaştırır.

Köle isyanlarının kör gücü, karanlık davranışı, her türlü Sosyal Devrim olanaklarını yok etmiştir. Ama Sosyal Devrimin yerine geçen Tarihcil Devrimin olanaklarını var etmiştir. Köleliğin sessiz ve dilsiz direnişi, en sonunda çürümüş toplumun üzerine gürbüz Barbar akınlarını mıknatıs gibi çekmiştir.

Demek, Tarihin en olumsuz güçleri bile, eğer gerçekten güç ve olumsuz iseler, yani olumsuzluk bir gerçek olay ise er geç ve ister istemez bir olumluluğa sıçrayabilirler. Kadının Modern toplumdaki “Hiç”liği, tıpkı Antika toplumdaki Köleliğin “Hiç”liğine benzer Kadın, madem sosyal çelişkinin “Hiç”e indirdiği gerçekliktir, bu “Hiç”liğin diyalektik tepkisi önüne geçilmez bir güç olmaktan geri kalamaz. Kadını, erkekler tahakkümü ve saltanatı istediği denli “Hiçe” saysın, onun kritik “Hepliğe” varan momentleri toplumda kaçınılmaz olabilir.

O tepki, bütün yasak edilmiş güçler gibi yeraltında gizli, sağır, derinden derine işleyen bir güçtür.