SOL İÇİ ÇATIŞMALARDA DEVRİMCİLERİN TUTUMU ÜZERİNE – İsmail SEÇKİNER

Yol, Sayı 5, Ağustos 1993

İnsanlarımızın kafasını sürekli meşgul eden bir soru var. “Sol neden bölük-pörçük, hedefleri aynı, hepsinin amacı sosyalizm olduğu halde neden birleşemiyor?” Bu soruda, demokrat insanlarımızın hatta birçok siyasi hareketin militanlarının güçlü olma, iktidara ulaşma özlemi var. Bu yanıyla olumluluklar da taşıyor. Ancak sorulara verilen cevaplar genellikle “liderlerin kariyerizmi, örgütlerin Çin, Sovyet, Arnavutluk yanlısı” olması vs. vs. çerçevesinde kalır. Bir yandan devrimci demokrat çevrelerin “Ah devrimciler bir birleşse” iyiniyetli sitem ve istekleri devam ederken bir yandan da örgüt tepelerinde birleşme toplantıları yapılır. Hatta zaman zaman bazı örgütler birleşir de. Politik faaliyetinin merkezine sadece birleşmeyi koyup yıllardır birlik hayallerinden başka hiçbir taktik yönelimi olmayan bir sürü siyaset tanırız. Ama her birlik toplantısı veya birlik, sonuçta yeni ayrılıklara neden olur. Başta izafi anlamda var olan olumluluk tam tersine dönüp kitlelerde demoralizasyon yaratır. Ayrılıkların temelleri kitlelere kavratılmadıkça bu döngü devam eder gider.

Nedir soldaki ayrılıkların nedeni? Kariyerist, beceriksiz yöneticiler mi? Neden devrimci örgütlerin önderliklerine bu olumsuzlukları taşıyan insanlar gelir, tersi olumlulukları ve yetenekleri olan insanlar yok mudur da önderliklere yükselemez? Bu ve benzeri bir iki basit soru dahi, olayı bu tür yaklaşımlarla çözemeyeceğimizi gösterir.

Bölünmenin parçalanmanın temelli üç nedeni var.

  1. Sınıflı toplumda yaşıyoruz. Toplum birçok sınıf, tabaka ve zümrelere bölünmüş durumda. İşçi sınıfı, işveren sınıfı, köylülük, tekel dışı burjuvalar, küçük burjuvalar. Her sınıfın kendi içindeki zümreleri; aristokrat işçiler, kara işçiler vs. vs. Bu sıralamayı daha da arttırabiliriz. Toplumsal bölünmelerin nedeni açık; ekonomik temelin kendisi veya üretim-tüketim-mülkiyet ilişkilerinde yer alış bizim gibi kapitalizm öncesi üretim biçimleri ve toplumsal yapının radikal bir burjuva devrimi ile kökünden yolunup atılamadığı, varlığını kapitalist düzen içinde de evrimleşerek veya entegre olarak sürdürdüğü ülkelerde toplumsal yapı daha da karmaşık, tabaka ve zümrelerin sayısı daha fazla. Hele hele bizim gibi 7000 yıllık antik ilişkilerin etkisini sürdürdüğü ülkelerde durum daha da karışık.

Toplumdaki her sınıf ve tabakanın farklı çıkarları varsa çıkar mücadelesi var demektir. Çıkar mücadelesi, iktidardaki bir avuç azınlık dışında düzenle çelişkileri, şu veya bu oranda düzene tepkileri varsa, onların politik güç ifadesi olan örgütleri de olacaktır.

  1. Bu sınıf ve tabakalar birbirinden izole edilmiş değildir. Karşılıklı etki ve tepkileri kaçınılmazdır. Dolayısıyla örgütsel yapılanmalarda ve siyasi yönelimlerde de bu ilişki kendisini gösterecektir. Bu nedenle toplumda var olan örgütler, sınıfsal bölünmüşlüğün birebir karşılığı değildir Ancak elimizde bilimsel kılavuz varsa, ülke ekonomi-politikasını, sınıflar yapısını doğru değerlendiren ideolojimiz varsa en genel hattıyla hangi örgütlerin, hangi sınıf ve tabakaların temsilcileri olduğunu kimlerin başka sınıf ve tabakalardan etkilendiğini kavramamız zor değildir.

1970’li yıllardaki durumu bir göz önüne getirelim. Dünya seviyesinde sosyalizmin yüksek bir prestiji vardı Ülkemizde de devrimci hareket tüm zaaflarına rağmen her geçen gün yayılmakta, etkinlik alanını arttırmakta idi. Böyle bir dengenin tüm ara tabakaları etkilememesi düşünülemez. Bir avuç finans kapital, tefeci-bezirgan iktidarı dışındakilerin umudu sosyalizmdi. Bunun tek anlamı vardır; işçi sınıfı kendi dışındaki toplumsal kesimleri etkisine almıştır. Herkes işçi sınıfı adına konuşmaktadır. Böyle bir durum siyasi yapıyı kavramada belli bir bulanıklık yaratacaktır.

Sınıflar mücadelesi ve dengeler dümdüz bir hat halinde yürümüyor. Gerek dünya, gerekse ülke seviyesinde dengeler zaman zaman değişiyor. Özellikle iki ana sınıf (işçi ve işveren sınıfı) dengeleri kendisine doğru değiştirebiliyor. İşte bu değişim esnasında ara tabakalara denk düşen örgütlenmelerde evrimleşmeler, politik kaymalar veya bölünüp parçalanmalar kaçınılmaz oluyor. 12 Eylül sonrası devrimci hareketin yenilgisi ile birçok siyasi eğilim finans kapitalin taktiklerinin peşinde düzen eğilimleri olmaya doğru evrilerek yok olup gittiler. TİP, TSİP, TKP, Dev-Yol en önemli örnekleri.

Eğer bölünmelerde önderlerin, kişilerin rolü varsa ancak bu temel üstünde olabilir. Toplumsal, maddi şartlar bir kere yolu çizdi mi o yolda yürüyecek kişiler kaçınılmazca yerini alır. Ama kimisi topallayarak, düşe kalka, kimisi zikzak çizerek veya ağzından kan damlayarak, kimisi de sağlam adımlarla yürür. Hepsi bu. Maddi şartların açtığı genel yoldan çıkmak hiçbir “kariyeristin” veya “kariyerist olmayan”ın elinde değildir.

Bu noktada bize düşen nedir? Doğru bir ülke tahlili ile bölünmüşlüğü kaçınılmaz olan sol siyasetlerin hangi sınıf ve tabakaya denk düştüğünü (ülke sınıflar orijinalitesi), değişik dönemlerde nasıl diğer sınıf ve tabakalardan etkilenildiğini (somut sınıflar savaşının dengeleri), hangi momentlerde ve nerelerde çıkar birlikleri, ortak hedefleri olduğunu (ittifaklar ve cepheler) kavramaktır. Özellikle en geniş yığınlara bu gerçekliği kavratabildiğimiz oranda boş hayallerin güçlendirdiği kafa karışıklığından, moral bozukluklarından kurtarabilir, halkın, proletaryanın öz örgütünün içinde yer almasını sağlayabiliriz. Yoksa umut ve hayal kırıklığı arasındaki dalgalanmalarla yığınların demoralize olması, yılgınlığa kapılması kaçınılmazdır.

Son zamanlarda Dev-Sol içindeki bölünme ve sonrası yükselen olumsuz davranışlar devrimci kamuoyunu alabildiğine meşgul ediyor. Bölünmenin gerçek nedenleri kavranmadan sadece olayların kaba, görünen yanlarıyla tepki ve yönelimler içine giriliyor.

Türkiye devrimci hareketi önemli bölünme süreçlerinden birini 12 Eylül öncesi yaşadı. 12 Mart’ın şokları atlatıldıktan sonra ülke, sınıflar mücadelesinde önemli bir yükseliş yaşadı. Grev, direniş, fabrika ve okul işgalleri, özellikle İzmir Tariş ve Gültepe olayları ile barikat savaşı seviyesine yükseldi. Devrimci hareket yer yer, fiilen de olsa yerel yönetimlerde etkili olmaya başladı. Ancak devlet de elbette boş durmayacaktı. Tüm baskı metotlarının yanı sıra MHP-Ülkü Ocakları faşist çetesi vasıtası ile devrimci mücadeleyi mahalle çatışmaları, kahve taramaları seviyesine kitleyebildi. Bir yandan derinleşen sınıf mücadelesi, bir yanda ona öncülük etmesi, günlük taktiklerle seviyesini sürekli yükseltmesi gereken devrimci hareket yerine sokak arası çatışmalara sıkışmış devrimci hareket; dönemin en tipik karakteri idi. Bu durum devrimci örgütlerde kaçınılmaz kırılıp dökülmeler yarattı.

Bölünüp parçalanmayan örgüt hemen hemen kalmadı. Ancak şunu söylemeliyiz; bölünmelerde geri zeminde tutunmaya çalışmak ile ileri görevlere talip olmak gibi iki eğilim vardı. Bu anlamda ileri görevlere talip olup, kendini yenilemeye çalışanlar devrimci zeminde idi.

İkinci önemli bölünme dönemi 1983 sonrası yaşadı. 12 Eylül’ün darbeleri örgütlerde fiziki yaralar açmıştı. Her eğilim saldırıları kendince belli bir noktada bentleyip, tutunmaya yaralarını sarmaya çalıştı. 1983 sonrası faşizm, saldırılarını ideolojik, teorik konulara yaydı, ideolojik sağlamlığı olmayan örgütler hızla kendilerini tasfiyeye yöneldiler. Yeni tip saldırılara karşı ideoloji hattında sağlam durabilen örgütler kendilerini geleceğe taşıyabildi. Bu süreçte87’ler sonrası Acil, Partizan Yolu gibi siyasetlerin hızla tasfiye sürecini yaşadığını gördük Bu da bir bölünme idi, örgütler bütünüyle sosyalizmden bölündü.

Günümüzde yeni bir sürece girdik. Dönemin en önemli karakteri nedir? Kürdistan devrimi, kendi partisi önderliğinde her geçen gün mücadeleyi yeni taktiklerle geliştirerek güçleniyor. Savaşı, sürekli bir kaliteye yükseltiyor. Türkiye Halk Hareketi ise bir durgunluk içinde. Her ne kadar zaman zaman gerek sınıfın, gerek kamu emekçilerinin ekonomik, demokratik çerçevede eylemleri olsa da devrimci hareket ona öncülük edip siyasal bir güç haline gelemiyor. Bu durumun devrimci eğilimleri preslemesi aşındırması kaçınılmaz.

80’li yılların sonunda, Dev-Sol bildiğimiz gibi mücadelesini, kendi tarzında yükseltmeye başladı. Özellikle başlangıçta işkenceci polislere vs. yönelen bu eylemlerin olumlu etkileri olmadı değil. Liberalleşmenin hastalıklarını alabildiğine yaydığı, devrimci değerlerin ayaklar altına alındığı bir dönemde bir çığlık oldu. Ancak günün taktik görevleri, yönelimleri ne olmalıydı? Günlük politik faaliyete bağımlı siyasal çalışmanın önünü açan, alanlardaki insanların enerjilerinin açığa çakmasını engelleyen bentlere yönelik bir tarz tutturulamadı. Silahlı eylemlerin etkileri kaçınılmazca kitlelerin başının üstünden geçip gitti. Sonuç bir çığlıktı ama yalnızca kuğu çığlığı olmakla kaldı. Bu kendi ideolojilerinin, dünya görüşlerinin sonucu idi. Eğer eylemlerin kritiği yapılacaksa ideolojik teorik zeminde yapılmalıydı.

Özet olarak söylersek; belli bir politik faaliyete dayanmayan, halka değmeyen, rasgele seçilmiş hedeflere yönelen eylemler teknik olarak ne kadar iyi örgütlenirse örgütlensin, ne kadar enerji sarfedilirse sarfedilsin yeni enerjiler üretmeyecektir. Yıllarca yeni enerji ve güç üretmeyen, sürekli tüketen bir tarzın örgüt içinde değişik gerilimler ve komplikasyonlar yaratması kaçınılmazdır

Dev-Sol bölünmesinin altında yatan en temel neden bu gerilim ve komplikasyonlardır. Öyleyse olay ancak örgüt ve genel taktik seviyelerden bakılırsa kavranılır ve çözülebilir.

Arada şunu belirtelim. Bugün birçok örgütün aşınma ve deformasyonu öyle noktalara geldi ki, bölünme enerjisini gösterebilmeleri bile mümkün değil. Sessiz bir süreçle hızla kendilerini tasfiye ediyorlar. Dev-Sol’un bölünebilmesi bile bir enerjinin varlığını gösterir. Dileğimiz ve isteğimiz bunun şu veya bu yanlış yönelimlerle çarçur edilmemesi, devrimin çıkarlarına ve günün gerektirdiği görevlere yönlendirilmesidir.

Bölünmenin su yüzüne çıkışındaki ilk değerlendirmelere baktığımızda tepkiler daha çok, filiz halinde de olsa, örgüt (partileşme süreci) taktik (milisler) vs. gibi noktalarda idi. Bu bakış açısının derinleştirilmesi olumlu noktalara varabilme şansını taşıyordu. Hem ortamın yarattığı sancı azaltılabilir, hem de ilgili taraflarda ciddi bir perspektif genişliği yaratabilirdi. Ancak bakış açısı hemen sübjektif, polisiye noktalara çevrildi. Bu tutum derinleştirildikçe davranışların subjektivizme kaçması kaçınılmazdır. Davranışları subjektivizm belirlemeye başladı mı neyin nerede duracağını kestirmek pek mümkün olmayacaktır. İşte bu noktada kişilerin rolü, kalitesi olayların üstüne bir kara bulut gibi abanır.

Son gelinen çerçevede her iki taraf da politik ideolojik değil, polisiye zeminden birbirine yıldırımlar yağdırıyor. Artık yayın organları kişilerin sübjektif değerlendirme ve yaklaşımlarının tekrarı ile pehlivan tefrikalarına döndü.

Devrimci militanları öldürmek, dergilerini basıp, devrimci dergi temsilcilerine küfür edebilmek kafaların ne kadar tortulaştığını gösterir. Olayların geldiği uç nokta bunu gösteriyor.

Ancak, olaylara gelinen en son noktalardan bakmak da kavramamıza hiç yardımcı olmaz. Dev-Sol bölünmesi sonrası olaylara Türk solundan değişik tepkiler geldi. Birçok açıklama toplantı yapıldı “Sol içi çatışmalar” konulu 10 civarında örgütün katıldığı bir toplantıda temsilciler görüşlerini açıkladı. Genelde görüş bildiren örgütlerin düşüncelerinin aşağı yukarı ortak bir yanı vardı. “Yapılanlar devrimciliğe sığmaz”, “bu panel bir komisyon oluştursun”, “sol içi çatışmalarda karar yetkisi olsun”. Bazı karakteristik görüşleri kısa cümleler halinde sıralayalım.

TKKÖ sözcüsü: “Sol içi çatışmaların nedeni sosyalizm anlayışıdır”. “Hayatı boyunca kitap bile okumamış, hiçbir iş elinden gelmeyen sünnetçilik bile yapamayan kişiler Merkez Komite üyesi oluyor, bunlar MK üyeliğinden başka hiçbir iş yapamaz”, “Burjuvazinin bile bir yargıtayı var, solun bir adalet divanı dahi yok.”

Ekim sözcüsü: “Devrimci hareket yeni tip insan yaratmak zorunda, her şeye evet diyen kullarla devrimcilik yapılmaz.”

TKP-ML Hareketi sözcüsü: “Dev-Sol’a ideolojik eleştiriler yöneltemiyoruz. Demek ki ayrılık ideolojik değil, DK önerilerimize olumsuz yanıt verip devrimci kanı akıtmaya başladı, ibret verici, mahkum edilmeli. “

TKEP sözcüsü: “80 öncesi sol, çocukluk dönemini yaşıyordu. Çatışmalar anlayışla karşılanabilirdi. Şimdi anlayışla karşılamak mümkün değil. Devrimci hareketler müdahale etmeli. Buradan somut karar alarak çıkmalı yoksa havanda su dövmüş oluruz. Buraya katılanlar bir komisyon oluştursun. Sol içi çatışmalarda yetkisi olsun.”

Dev-Sol sözcüsü (Devrimci Çözüm): “Bu bölünme sol içi çatışma, bölünme değil. Hareketimizi provoke edenler var. Bunlar karşı devrimcidir. (DK tarafının da panelde olmamasına rağmen benzer görüşlerde olduğunu biliyoruz.) Bu konuda tarafsız olmak hareketimize karşı olmaktır! DK solun bir kanadı olarak değerlendirilmemeli. Bu sosyalizme, halkların kurtuluşuna ve bize karşı saygısızlık olur “(Hadi size karşı saygısızlık olur anladık ama neden sosyalizme ve halkların kurtuluşuna saygısızlık oluyor?) “Burada kurulacak komisyon sol içi çatışmalara müdahale edebilmeli.”

Anti parantez bir konuya değinelim. Bölünme öncesi, sol ittifaklar konusunda Dev-Sol’un sekter, kastlaşmış tutumu biliniyor. Hiçbir ittifak, cephe çalışmasına gelmedikleri gibi böyle bir yaklaşımı adeta genel olarak reddetmek alışkanlıkları idi. Dün ittifak dahi yapılmaz dedikleri, “ittifak için kaç gerillan var” diye sordukları, sola bugün kendi içlerindeki bir problemde hakim yetkisi tanımaları hangi tutarlılığın veya çifte standardın ürünüdür? İkinci nokta, konuşmalarının başında devrimci kanı dökmenin ne kadar devrimcilikle bağdaşmadığını anlatan Devrimci Çözüm sözcüsünün konuşmasının son bölümünde nasıl karşı taraftan hesap soracaklarını, Dev-Sol adaletinden (!) kurtulamayacaklarını (yargısız infaza son diyenlerin yargılı infazı bu olsa gerek) ellerinin ayaklarının nasıl kırılacağını anlatması aynı çifte standardın bir ürünü olsa gerek

Panelde olmayan DK tarafının da aynı zeminde olduğunu söyledik. Tek fark, yönelimlerinde pervasız bir noktaya geldiler. Bu nedenle okların ucunun o tarafa yönelmesi doğal.

Bir konuşmanın veya bir metnin bazı cümlelerini alıp değerlendirme yapmak, ondan sonuçlar çıkarmak bizim metodumuz değil Sadece görüşlerdeki ortaklığı vurgulamaya çalıştık. Ortak olan yan, bölünmeyi sübjektif nedenlere dayandırmak (sosyalizm anlayışı, kitap okumayan, sünnetçi bile olmayan MK üyeleri, kul olan devrimciler vs. vs.). Bölünmeler sübjektif nedenlere bağlanınca çözüm de epey kolay olsa gerek: Liderler çok kitap okumalı, sünnetçilik öğrenmeli, yeni tip insan yetiştirmeli, karar yetkili yargıtaylar kurmalı.

Tekrar da olsa belirtelim; sol içi bölünmelerin nedeni toplumun sınıf ve tabakalara bölünmüş olması ve bunların birbirlerinden etkileşimleridir. Sınıf mücadelesindeki, somut dönüş momentlerinde (yükselme, yenilgi vs.) taktik yaklaşım farklılıkları şu veya bu sınıfın etkisinde kalıp onun zafer arabasına takılmaktır.

Dev-Sol’un bölünmesinde ki her iki tarafın politik zeminlerinin zayıflığını söylemiştik, zayıf da olsa bazı ipuçlarından yola çıkarsak öne çıkanlar şunlar:

1) Bölünme arifesinde partileşme sürecinin tartışılmakta olduğunu legal yayınlarında dahi görmek mümkün. Bir tarafın iddialarında şunlar var:

  • Dev-Sol’da MK hiç olmadı.
  • DK kafasına göre MK üyeleri atadı. Hatta her şehidi MK üyesi ilan etti.
  • Dev-Sol’un merkez seviyesinde ciddi darbeler almasına yol açan operasyonların soruşturması DK tarafından engellendi. (Bir örgütte bunları yapacak ilgili organlar gerekir) vs.

İddiaların görünen sübjektif örtülerini kaldırırsak, söylenenlerin üstünü kazırsak karşımıza örgüt problemleri çıkar. Dev-Sol gibi bir yapının veya yapısızlığın karşısına ikide bir örgüt probleminin çıkması, alt-üst organ ilişkisi olmayan kişisel inisiyatiflerin örgüt demek olduğu bir yapının kaos içine düşmesi kaçınılmazdır. Böyle bir örgütlenmeye-organlaşmaya daha adım atar atmaz gündeme parti konusunun oturması kaçınılmazdır.

THKP-C kökenli siyasetler neden parti konusunu ağızlarına alır almaz elektrik çarpmış gibi parçalanıyor? 1977’lerdeki Dev-Yol Dev-Sol ayrılığını hatırlayalım. Önemli nedenlerden birisi yine parti konusu idi. Dev-Sol kanadı Dev-Yol’un partileşmeyi sürekli ertelediğini, kendilerinin “bu işi 1-2 senede bitireceklerini” vs. eleştirisini yapıyorlardı. 17 sene sonra tarih tekerrür mü ediyor? Hayır tarih hiçbir zaman tekerrür etmedi. Olaylar başka seviye ve zeminlerde benzerlik taşıyor.

Partileşme nedir? 1. ideolojik kristalizasyon. 2. Gerekli organları oluşturacak kadro yapısı.

Gerek Dev-Sol, gerekse THKP-C kökenli gruplar partiye bambaşka bir anlam ve misyon yükleyerek idealize ediyor. Partiyi kurmak için büyük kitle, deneyli geniş kadro, adeta devrim yapacak bir güç, kafalardaki skolastik kalıplara göre savaşın bilmem ne aşamasına gelmek. Hepsi iyi güzel de bütün bu hedeflere hangi örgütle varılacak, mücadeleyi hangi organlar yönetecek? Gerekli organlaşmalar yoksa kişisel inisiyatifler öne çıkacaktır. Seçilmemiş önderlere her ne kadar secdeye varıp tapınsak da, tanrılara da bir gün isyan edilir. Tanrılar ise her zaman tek başlarına karar vermeye mahkumdur. Hayır, bu organlaşmalar var denilirse, öyleyse parti nedir? Grup yapısı bir hareketin doğuşunda bir süre anlaşılabilir. Ama bunun 10 yıllara yayılması ilkelliğin ebedileştirilmesinden başka bir şey değildir.

2) Taktik yoksunluğun sonuçları: Bildiğimiz gibi Dev-Sol ideolojisini Mahir Çayan’a dayandırır. “…Demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılmadığı -rafa kaldırıldığı- geri bıraktırılmış ülkelerde bu tip klasik kitle çalışması düşmanın askeri üstünlüğü ve baskısı karşısında güçsüzlüğe düşecek… giderek de sağa kayacaktır.” (Bütün Yazıları S.340) Öyleyse tarz ne olmalıdır? “Silahlı propaganda, halkın düzene karşı olan memnuniyetsizliğini ajite eder, …merkezi otoritenin görüldüğü gibi güçlü olmadığını, onun kuvvetinin her şeyden önce yaygara ve gözdağına ve demagojiye dayandığını gösterir.” (ay. s. 342)

Söylenenlerden çıkan ne? Kitle çalışmasının reddi. Devletin gücünün yaygara ve demagoji olduğu.

Her ne kadar teorik olarak reddedilse de hiç kimse kitle faaliyetinden uzak duramıyor. Bu Dev-Sol bile olsa. Ancak teori ile varolan bu çelişki kitle faaliyetlerinde çarpıklığı, darlığı getiriyor. Günlük sabırla işlenmiş taktikler, yönelimler yerine güç olma içgüdüsünün getirdiği savruk bir faaliyet.

İkincisi, devlet bir yalan ve demagojiden mi ibarettir? 25 yıl sonra hele hele devletin sınıflar mücadelesindeki deneyleri, basın-yayın televizyon gücünün geldiği nokta vs’den sonra bunu söylemek komedi bile değil, olsa olsa trajedi olabilir. PKK’nin yıllardır süren savaşı bize bunu kavratmış olmalı. Dev-Sol yaptığı eylemlerle kitleleri, ama kitleleri ne kadar “ajite” veya ne yönde ajite etmiştir? Son zamanlardaki kayıplar kitlelere “devletin ne kadar güçsüz olduğunu, yalan ve demagojiye dayandığını mı” göstermiştir? Yoksa devletin gücü konusunda tam aksine moral bozukluğu mu yaratmıştır? Kayıplar olmayacak mı sorusunu duyar gibi oluyoruz. Olacak. Ancak söz konusu olan kaybın olup olmaması değil. Halkın kendi örgütlü gücünü deneyerek enerjisini açığa çıkarması, düşmanını gerçekten tanımasıdır.

Kendi orijinalliğini dahi uygulayamayan bilinçsiz ve hedeften yoksun kitle faaliyeti ile karışık halktan ve somut politikalardan kopuk idealize edilmiş anormal misyonlar yüklenmiş parlak eylemler sonuçta uygulayıcısını bile sağa sola savuracaktır. Dev-Sol bölünmesi bu savrulmanın adıdır. İdeolojinin kritiği yapılıp, pratiğe bilinçle yönelmeden atılan her adım tökezlemeye mahkumdur.

Son söz

Papaz edasıyla olaylara dürüstlük, ahlak vs. açısından bakıp, vaaz vererek kimse ikna edilemez, ancak günah çıkarabilirler. Ama günah işlemeye devam edeceklerdir. Yapılan toplantılarda diğer sollara düşen hakimlik veya papazlık olmamalıydı. Evet, böyle toplantılardan somut kararlarla çıkılmalıdır. Ama somut kararlar Türkiye devrimci hareketinin seviyesini, kalitesini yükseltmeye yönelik olacaktır. Bunu yapabildiğimizde belki sol içi çatışmaları önleyemeyiz ama geleceğe talip olabiliriz.