SADECE KAHRAMANLIK MI? – Orhan DİNÇOK

Çağdaş Yol, Sayı 2, Temmuz 1987

 

12 Eylül öncesinde olduğu gibi bu yıl da Mayıs ayında çıkan bazı dergilerde Denizlere övgü yazılarını okuduk. Söylenen, Özetle: “Bu insanlar kahramandı.” Acaba böyle mi? Deniz ve Mahir’de simgeleşen Dev-Genç hareketi sadece kahramanlık mıdır? Yasal bir derginin sınırlarıyla zorla­narak da olsa bu konuya açıklık getirme­ye mecbur olduğumuzu düşündük.

Kapitalizmin hakim olduğu ülkelerde halkın sisteme karşı muhalif hareketinin motoru, ideolojik ve pratik mücadelenin öncüsü İşçi sınıfı. Öncülük şu veya bu süb­jektif iradenin değil, kolektif ve modern üretimle dolaysızca ilişkide bulunma mad­di temelinden kaynaklanan objektif bir du­rum. Ama pratik hayatta kendiliğinden ger­çekleşecek ve herkesçe hemen kabul edi­lecek bir konum değil.

Siyasal mücadele her şeyden önce pra­tik bir sorundur ve öncülük de pratikte ka­zanılacaktır. Öncülük verilmez, kazanılır. Kimse işçi sınıfının öncülüğünü maddi te­meli olduğu ve bilimsel olarak ispatlandığı için kabul etmez, işçi sınıfı ancak gerçek­ten siyasi öncülük yapabilirse; sınıf müca­delesini/bir bütün olarak/ ideolojisi, tak­tikleri ve becerisiyle pratikte yönetip yön­lendirebilirse öncülüğü kazanabilir.

Eğer işçi sınıfı sınıf mücadelesinin bütü­nünde veya herhangi bir alanında öncü­lüğü sağlayamazsa, o alanda oluşan boş­luk başka sınıf ve zümrelerce doldurulabi­lir. Çünkü sınıf mücadelesi Öncülük sorunundan ayrıca objektif bir temelden kay­naklanır ve durmaz. Her an tüm zenginli­ğiyle sürer ve yeni eğilimler doğurur. Ön­cü için sorun, bu zenginliği ve canlı akışı tümüyle kucaklayabilecek ideolojik sağlamlığa/genişliğe, taktik ustalığa/esnekliğe ve pratik cesarete/beceriye sahip olan bir ya­pılanma içinde olabilmektir. Eğer herhan­gi birinde eksiklik varsa bu, mücadele ala­nında etkisini hemen çeşitli zaaflarda gös­terecektir. Hele öyle bir yapılanmanın -ki onun çağımızdaki biçimi proletarya parti­sidir- olmaması hali olayları yönetebilmeyi imkansızlaştırabilir. Veya etkisini her ala­na yayıp derin zaaflar yaratabilir.

O noktada ve o zaaflı alanlarda öncü­lük yapılamayacaktır, ama işçi sınıfı tara­fından yapılamayacaktır. Fakat Panta rei /her şey akar/ hayat zengindir ve ürettiği her çözüm kesinlikle mükemmel değildir. O zenginlik içinde yana sıçramalar, yanlış eğriler ve hatta tersine akıntılar bol bol ya­şanır. Ve doğru eğilim bazı kere birçok san­cılardan sonra şekillenebilir. Zaten öncü­nün görevi o sancıların azaltılması değil mi­dir?

Gerçek öncünün, doğum sancısını azaltamadığı noktalarda başkaları pratiği kavrama cara doğrusu sezme yetenekleriyle açılışı açacak, o alandaki boşluğu dolduracak­tır Elbet her yiğidin bir yoğurt yiyişi var­dır. Herkes kendi stiliyle çalışacak, o boşluğu kendi stiliyle dolduracaktır. O stilleri eleştirmek, sancıları azaltmak için gerekir, ama daha önemlisi boşluğun varlığıdır.

1920’lerde “Ulusal Kurtuluş Savaşının” sıcak mücadele koşullarında oluşan işçi sı­nıfı hareketi o yıllarda mücadelenin en ön saflarında yerin; aldı. Bolşevizm’in dünya çapındaki prestiji ve kendi pratik mücadele yeteneğiyle siyasette etkin bir konuma sahip oldu. Bu canlı eylemcilik Cumhuri­yetin ilk yıllarında da korunabildi. Ancak Kemalizm’in işçi hareketine karşı taviz ver­mez baskısı ve ülkenin o günkü güçler den­gesinde bu baskının kalıcılaştırabilmesi, devrimci dalganın geri çekilmesi; işçi hareketinin de geri çekilmesi ve ağır gizlilik ko­şullarında yapkın faaliyetin tüm alanlarda hakimiyetini kurması sonucunu doğurdu.1 60’lı yıllara gelinceye kadar devrimci işçi hareketi yapkın çalışma veya bir başka de­yişle “Almanca konuşma” zemininde mü­cadele verdi. Bu, doğru bir taktikti. Ülke­nin o yıllardaki koşulları tarafından belirle­niyordu.

60’lı yıllar ülkede politik alanda önemli kopuşmaların yaşandığı bir dönemdi. Sı­nıflar ve hatta zümreler politika sahnesin­de daha canlı ve daha bağımsız biçimde ye­rini almaya başladı. CHP, devletçiliğin bas­kısı altında olsa bile Ecevit’in önderliğinde çatlayarak tekel dışı burjuvaların sosyal de­mokrat zeminine yönelirken, sosyalizm te­kelciler dışındaki sınıf ve zümrelere yayılı­yordu. TIP, tekel dışı burjuvaların, orta ay­dınların, çiftçilerin, sendikacılar zümresinin sosyalist eğilimi olarak şekillenirken doğal karakteri sonucu parlamentarizm-sendikalizm kıskacına takılıyordu. Küçük burjuva tabakalar ise dört bir yandan siyaset sah­nesine dalıyor. YÖN’le başlayan bu can­lanma çeşitli “cuntacı” eğilimler ve küçük burjuva sosyalizmleri olarak oluşma süre­cine giriyordu.

1951 TKP operasyonu ve 1957 VP tevkifatı ile dağılışa uğrayan devrimci işçi ha­reketi ise 601ı yıllarda 3 değişik kanaldan akıyordu. Bu, canlanan politik ortamın ufak nüans ayrılıklarını derinleştirmesidir. Birincisi, yurt dışına kaçan kanat, orada bir radyo istasyonunun yayını ile yetinen pra­tik(!) çizgi izliyor, TİP zemininde bir eğilim olarak şekilleniyordu. İkincisi M. Belli ve çevresiydi. Cuntacı akımlar, küçük burju­va sosyalizmi arayışları, Jön Türk eğilimli si­vil aydınlar hepsi değişik oranlarda kaynaş­mış biçimde geçici olarak ortak MDD çiz­gisi etrafında toplanıyor, sınıf mücadelesi keskinleştikçe bu geçici ortaklık eklem yer­lerinden dağılışa uğruyordu. Üçüncüsü H. Kıvılcımlı ve çevresiydi. TİP’i hedef alan eleştirileriyle netleşen burjuva sos­yalizminin baskısına ve sendikacı salta­natına karşı işçi sınıfının devrimci karak­terini üste çıkarmaya çalışırken, M. Bel­li ile yürüttüğü polemiklerde işçi sınıfı­nın öncülüğünü ve proletarya partisini savunuyordu. Dönemin sonunda “Anarşi Yok Büyük Derleniş!” parolası etrafında kendi eğilimi, M. Belli ve gençlik eğilimleri tarafından oluşturulacak devrimci bir partinin en acil görev olduğunu savunarak, di­ğer bütün faaliyetlerini belirleyecek temel çizgisi haline getiriyordu.

Siyasi kopuşmaların canlanması ve yı­ğınların yavaş yavaş eylemliliğini yüksel­terek seslerini duyurması, yasal sınırları zorlaması şeklinde gözüken sınıf mücade­lesinin keskinleşmesi mevcut düzenden yana olan açık-gizli güçleri de harekete ge­çirdi. Bir yandan bizzat devlet güçleri Ame­rikan Donanması’na karşı direnen gençle­rin merkezi haline gelen İTÜ yurdunu ba­sarak Vedat Demircioğlu’nu açıkça katle­derken, öte yandan sivil faşist harekette kurduğu komando kamplarıyla açıkça si­lahlı saldırıların hazırlığını yapıyor, “Kanlı Pazar’da kitlesel katliam denemesine giri­şiyordu.

Halk güçleri ise yoksul köylülerin seyrek de olsa toprak İşgalleri, yürüyüş-mitingleri, öğrencilerin eğitim düzenini protestodan başlayarak anti-emperyalist bir zemine yük­selen boykot, işgal, yürüyüş eylemleri ve en önemlisi işçi sınıfının yaygın grevlerden sonra bağımsız sendikalaşma hareketine (DİSK) yönelik saldırıya karşı 15-16 Haziran’da sokağa çıkmasıyla sesini duyuruyor, düzenin yasal sınırlarını zorlayan eylemler gündeme geliyordu. Doğu’da ise “özgür­lük mitingleri” yakıcı güneşin kuruttuğu ot­larla dolu ovalarda birer kıvılcım fonksiyo­nunu görüyordu.

Bütün bu kitlesel nitelikli “karşılıklı yok­lamalar” sınıf mücadelesinin yükselmesi­ne paralel olarak o güne dek kullanılma­yan bazı yöntemleri gündeme sokan bazı eğilimlerin yerin altında bir yerlerde yavaş yavaş canlandığının ve yukarılara çıkma sancısı çektiğinin göstergesidir. Evet, belki henüz ülke devrimci hareketi o yükselen eğilimi değerlendirebilecek bir karakterde değildi. İdeolojik ve örgütsel kaos devrim­ci harekete hakimdi. Ancak dünyanın hiç­bir ülkesinde burjuvazi devrimci hareketin tam bir olgunluğa ulaşmasına kadar sessiz kalmamıştır. Baskı ve sömürüyle bunalan halk da öncüsünün yetkinleşmesini beklememiştir. Ve zaten devrimci hareketlerde ancak sınıf mücadelesinin ateşi içinde dev­rimci anlamda bir olgunluğa ulaşabilirler.

İşte, o yükselen yeni eğilimi görmek, herkesten önce görmek, öncü olmak ve iş­çi sınıfının bağımsız/devrimci zemininde değerlendirmek gerekiyordu. Yakalanan temel halka, “proletarya partisinin oluşu­mu” ancak hayatın zenginliği ile kaynaştırılabilirse; doğan yeni eğilimlerin öncüsü olmakla, pratik mücadele içinde de öncü ol­makla sağlanabilirdi. O noktada proletar­ya sosyalizmi öncü olamamıştır. Sadece o eğilimin yanlış değerlendirilişini eleştirmekle yetinmiş, kendisi doğru kullanılışını pratikte gösterememiştir, daha doğrusu zindanlar­da geçen uzun yılların sonucu olan olağan­üstü yalnızlığı ve kadro anlamında güçsüz­lüğü proletaryanın kendisinin de bir sınıf olarak henüz düzene dair kof hayallerden kopuşamaması ile birleşince gösterme im­kânını bulamamıştır.2

İşte, Deniz ve Mahir’in şahsında simgeleşen Dev-Genç Hareketi’nin değeri bu noktada oluştu Onlar sınıf mücadelesinin akmaya başladığı yeni karakterin doğurdu­ğu bazı eğilimlerin doğal öncüleriydi. Sınıf mücadelesinin ülkede gelişimine genel bir bakış atarsak, 25’li yıllarda girilen dönemden sonra 60’lı yılların bir dönemeç olduğunu, 70’li ve 80’li yıllardaki yeni karakterin o dönemde oluşmaya başladığını görürüz. İşte aynı zamanda burjuva sosyalizminin iğrenç hımbıllığına/pısırıklığına ve proletarya sosyalizminin kendilerine pratik­te öncü olamayışına tepkiyi de içinde ba­rındıran cesaretli çıkışlarıyla Deniz ve Ma­hir’in şahsında Dev-Genç bir dönemin per­desini açtı. Türkiye işçi sınıfına ve emekçi­lerine “Fransızca” konuşmanın da gereke­bileceği ve bir bütün olarak sınıflar müca­delesinin daha üst seviyede şekilleneceği yeni bir dönemin açıldığını gösterdiler, öğ­retici oldular. Sadece kahraman değiller. Onları hâlâ bıyık altından küçümseyerek güya hatırlayanların hiç anlamadıkları ve sosyal demokrasi kuyrukçuluğuyla inme­linmiş beyinlerinin belki de hiç anlayama­yacağı bir şeyler söylediler. “Gün” dergisi yazıyor: Ölüme “karanfillerle” gitmişler. Hayır! Ellerinde “karanfiller” değil, başka şeyler yardı. Bunu herkes biliyor.

Bizim için önemli olan tam da “Gün” dergisinin atladığı noktadır. Sezdiler, dav­randılar ve öğretici oldular. Her türden eleştiri onların üstün sezme yetenekleri ve pratik cesaretleriyle sınıf mücadelesinde ye­ni dönemin yarattığı bazı eğilimlerin açılı­şını yaptığını göremediği sürece sağ opor­tünizmin bataklığında çürümeye mahkumdur. Öyleleri Eylül’den beridir sol liberaller, sivil toplumcular ve artık sosyal demok­rasinin bir nüansı haline dönüşen burjuva sosyalistleri tarafından taşınan sarı bayra­ğın peşi sıra gidebilirler İşçi sınıfı başka ren­ge tutkun ve çağrılı.

Proletarya sosyalizmi kendi bağımsız/devrimci zemininde oluşturacağı yeni taktiklerle yeni bazı eğilimlerin pratik ön­cülüğünü yapamayınca yetişen gençlik önderleri Deniz ve Mahir’in şahsında Jön Türk eğilimi ve küçük burjuva sosyalizmi karışımı, henüz tam netleşmeyen siyasi ya­pılarıyla yurtseverlik yanı ağır basan bir ze­minde o konularda öncülük yaptılar. Yurt­severlik bilinçli işçilerin karakteridir, ama sı­nıf hareketi bu zeminin üstüne oturamaz, işçi sınıfının herhangi bir sınırla bağdaşma­yan bağımsız sınıfsal görevleri vardır. Ay­rıca sınıf mücadelesi 70 ve 80’!i yılların Türkiye’sinde objektif olarak ve açıkça be­lirleyici durumda. Nitekim Deniz ve Mahir’in devamcıları o noktadan kendi köklerini aşmak (12 Eylül öncesi Dev-Yol) veya aşındırmak (12 Eylül öncesi Halkın Kurtu­luşu, TKEP/Kurtuluş) veya eskiye plato­nik bir özlem ve vefa duygusuyla yetinmek (T.D.Y.-D.K) zorunda kaldılar.4 Ancak söz konusu “aşma”, koşulların zorlanması ve el yordamıyla olduğundan, tutarlı bir teorik-örgütsel zemine oturtulamadığından yarım kalmış, Eylül sonrasında devamlılık sağlayamamıştır. Bugün T. Akçam sırtında papaz giysisi, elinde teslimiyet dininin İn­cil’iyle o eğilimin itibarını çürütebiliyorsa, bu­nun sebebini T. Akçam’ın gücünde veya konuştuklarının “dayanılmaz hafifliğinde” değil, başka yerlerde aramak gerekiyor.

Bugün hâlâ 70 Hareketi’nin aynen devamcısı olduğunu açıklayan eğilimler var. Bunlar 80’li yılların sınıf mücadelesi koşul­larında gerçeklere uymayan ve gerçekler tarafından zorlanmaya/aşınmaya mahkum ­ görüşlerdir. Mücadele yurtseverlik değil, sınıfsal temelde yürümek zorunda. Sınıfa karşı sınıf! Emperyalizmi başka yerlerde aram aya gerek yok: İşte, Finans-Oligarşisi. Ye karşıtını artık kimse görmezlikten gele­mez: İdeolojik ve pratik öncülük artık bu­günün koşullarında ancak işçi sınıfı tara­fından kotarılabilecek seviyeye yükselmiş­tir. Ve işçi sınıfı böyle bir öncülük için ha­zır olduğunu görmek isteyen herkese gös­termektedir.

***

Yazımızın sonunda, bizi bu yazıyı yazma­ya zorlayan bazı işçi arkadaşların eleştirile­rini ve cevabımızı aktarmak istiyoruz.

Bazı işçi arkadaşlar, 30 Mart 1972’nin yıldönümü olduğu için mart ayında çıkan 1. sayımızda Mahirlerin resimlerini basma­mızı eleştirerek, dergiyi satarken zorluk çek­tiklerini bildirdiler.

Birincisi, lokal/bölgesel bir eleştiri, YOL çoğunlukla fabrikalarda okundu. Ve baş­ka fabrikalardan bu yönde bir eleştiri gel­medi. Tam tersi de oldu, bir fabrikada der­ginin kapağının duvarlara yaptırıldığını duyduk.

İkincisi, haksız bir eleştiri. Haksız oldu­ğu için eğer Mayıs ayında çıkabilseydik De­nizlerin, Sinanların resimlerini basacaktık. Şimdi Mayıs şehitlerine atfen bir başka Ma­yıs şehidi için yazılan bir ağıtı yayınlamak­la yetineceğiz. Üstünde bulunduğumuz di­reniş zemininden tarihimize, kökümüze baktığımız zaman onları da görüyoruz. Ta­rihimize sahip çıkıyoruz.5 Daha farklı değerlendirsek de, 18 Mayıs 1973’te işken­cede katledilen İ. Kaypakkaya’yı da saygıyla anıyoruz.

Bilinçli işçiler işçi yığınlarının ufuklarını sendikal mücadelenin ötesine yükseltmek zorundalar. Yükselttiği anda Deniz ve Ma­hir işçilere başka şeyler ifade edecektir. Da­ha da önemlisi artık işçi sınıfı mücadele bayrağını kendi bağımsız/devrimci zemi­ninde çok daha yüksek mevkilere dikme­ye mecburdur.

(1) Burada Türkiye işçi sınıfının devrimci hare­ketinin değerlendirmesini yapma amacında de­ğiliz. O ayrı, daha kapsamlı bir konu. Sadece belirli bir çalışma stili açısından ve bu yüzden ek­sik olmayı baştan kabullenen bir açıdan bakıyoruz.

(2) Ve bu biraz da zorunlu eksiklik, sadece yanlış biçimi eleştiri zemininde kalış, bazılarını yanılt­mış; aslında “pili bitmiş” “Fransızca” konuşmak­tan ürken kim gençlik önderleri, devrimci hare­ketten kopmadan veya burjuva sosyalizmine yö­nelmeden önce proletarya sosyalizmi maskesi­ni giyme sahtekârlığına girişmişler ve Y. Küpeliler-İ. Sevenler, Kıvılcımlı’ya kara bir leke sürmüştür. Böyleleri ile birlikte onlarla aynı ze­minde üreyen ve kimi “yatmadan önce her gün ‘doktor” okuyacak denli keskin (!) eskimiş genç­lik önderleri H. Kıvılcımlı’dan sonra Kıvılcımlı’yla herhangi bir ilişkisi olmayan “Doktorculuk” diye bir eğilim şekillendirdiler. Onlar sonraları çok yanıldıklarını, proletarya sosyalizminin ateş­ten gömlek olduğunu anladılar ve soluğu kendi bataklık zeminlerinin ürettiği bataklık siyasetler­de ya da küçük burjuva dünyalarında aldılar. Ama boylarından çok büyük günahları hep peş­lerinden gidiyor, gidecek!

“Doktorculuk” sorununa değinmekle yetini­yoruz. Konuyu esas olarak 3. sayımızda işleye­ceğiz.

(3) Sınıf mücadelesinin 60’lardaki patlamasın­dan sonraki yeni aşamasını gençlik her alana ya­yılan ve yasaları zorlayan/aşan pratik mücade­lesi ile açarken, mücadele alanlarının gelecek­teki biçimleri hakkında ilk ışığı yakıyor, yol açı­yordu. Kıvılcımlı ise teoride yeni aşamada bir kez daha doğarken, aynı zamanda daha yüksek se­viyedeki mücadelenin çözmeyi zorunlu kıldığı teorik problemlerin açılışını yapıyor, pratikte ise her türden mücadelenin motoru olacak prole­tarya partisinin yeniden inşası için ilk adımın: atılıyor, bu konuda taviz vermeyen çizgisi ile gele­cekte yeniden oluşacak proletarya partisinin te­melini atıyordu.

(4) PKK şimdi artık farklı zeminde de olsa tarihi kökünün önemli bir beslenme kaynağı 70 Ha­reketi’dir. Ve 12 Eylül olmasaydı Dev-Yol’un hangi zeminlere sıçrayabileceğini kim bilebilir?

Olayları bazı kalıplar içinde değerlendirenler için hayatın zenginliği “fazla” gelebilir ama olay­ların dili olmakta ısrarlı olanlar, hayatı nüansla­rıyla kavrama titizliğinde olanlar şüphesiz başka yola çıkacaktır. Etrafı beton kalıplarla kaplı kü­çük havuzlarda yüzmektense, okyanusların enginliğinde kulaç sallamak. İşte bilinçli işçilere ya­kışanı budur!

(5) Bu uzun dipnotta üç önemli noktayı açıkla­mak istiyoruz.

a) 70 Hareketi’ni sadece 30 Mart veya Denizlerin Ankara, dışına çıkışı veya 31 Mayıs ola­rak değerlendirmiyoruz. 65’den itibaren gelişen bir direniş eğilimi var. Bu önce okullarda boykot/işgal/yürüyüşlerle başlıyor, grev yerlerini zi­yaret ve toprak işgallerine yardımcı olmakla sü­rüyor, 15-16 Haziran’da sokaklara taşan işçile­ri başlarındaki sendikacıları yalnız bırakırken aktif olarak destekleyerek gelişiyor. Biz 70 Hareke­ti’ni bu bütünlük içinde, yani Dev-Genç gelene­ğini, de içine alarak değerlendiriyoruz. Ortada ya­sal sınırları aşan bir halk hareketliliği ve o halkın önünde kendi karakterinin yettiğince direnen/mücadele eden gençler var.

Bugün halkın üzerinde estirilen teröre ve ar­tık tam bir talana çevrilen soyguna karşı direnen halk üçlerinin kendi tarihi kökleri içinde (bu di­reniş perspektifinden bakıldığında) Dev-Genç Hareketini de görmeleri gerekiyor.

b) Özellikle 65’den sonra (önce o isim kulla­nılmasa da) Dev-Genç eğiliminin öne çıktığını görüyoruz. Ancak bu eğilim içinde derinleşme­ye müsait zaafları da yaşıyordu. 12 Mart sonra­sı yaşananlar bir yönüyle de o zaafların derin­leşmesidir. Devlet terörünün yükselmesi ve da­yanılacak bir emekçi halk hareketinin de olma­yışı Dev-Genç eğiliminin öncülerini derinden sarsmış ve o sarsılış içinde zaaflar hızla derinleş­miştir. Burjuva sosyalizminden duyulan tiksinti önceleri yığın hareketleri ile ondan kopuşarak dile getiriliyordu 12 Mart’tan sonra yığın hare­keti geri çekilince yalnız kalan öncüler kendile­rini yakarak eleştiri yolunu tuttular.

c) Önemli bir ayrım var. Bunun atlanması bü­yük hatalara, yanlış eğilimlere sebep olabilir. Di­reniş çizgisi başkadır, proletarya sosyalizmi baş­ka. Direniş çizgisi mevcut durumda proletarya ve Küçük burjuvazinin devrimci eğilimlerinden oluşuyor. Proletarya sosyalizmi direniş çizgisinin içindedir, ama kendi bağımsızlığını ideolojik ve pratik zeminde hassasça korumak zorundadır

Önce MDD’den hoşnutsuzluğuyla proletarya sosyalizmine doğru yönelişin zeminini yakalayan M. Çayan, 1970 Haziran’ında yaptığı tespitlerde işçi sınıfına ancak “ideolojik öncülük”ü layık görerek küçük burjuva sosyalizmine yönelmiş­tir. 12 Mart’tan sonra 12 Eylül’e dek geçen günlerde ise bir yandan o netleşme süreci tamamlanırken, aynı zamanda çok geniş yığınlarla iç içe giren ve onlara önderlik etme durumuna yük­selen küçük burjuva sosyalizminin kendi kabu­ğunu kırarak proletarya sosyalizmi ile yeni bir ya­kınlaşması yaşandı. Ama “Birikim”, “Halkın Kur­tuluşu” vb. burjuva aydın siyasetlerinin etkisin de çürümesi de yaşandı. 12 Eylül küçük burju­va sosyalizmini derinden sarsmış ve eklem yer­lerinden parçalayarak yeni biçimlere doğru itmiş­tir.

Şimdi bu durum, yanı tüm karmaşıklığı için­de olsa bile proletarya sosyalizmi ile küçük bur­juva sosyalizmi arasındaki ayrımın netleşmesi. Türkiye devrimci hareketi açısından bir kazanç­tır. O ayrılığı bulanıklaştırmak, gericiliktir. O hal­de, evet, proletarya sosyalistleri direniş çizgisi içindedir, ama hemen belirtmelidir ki tarihi kö­kü çok daha derinlere gider, ideolojik ve politik bağımsız bir yapısı vardır. Ortak bir direniş hattı içinde bulunduğu dost güçlerin kendine doğru attığı her adımı desteklemeli, kararsızlaştığı veya burjuva liberalizmine doğru yönelişlerini eleş­tirmeli, hepsinden önemlisi kendi bağımsız ya­pısını her an titizlikle korumalıdır.