DEVRİMCİ DEMOKRASİNİN PROGRAMI

Çağdaş Yol, Sayı 2, Temmuz 1987

Her önemli dönüş noktası, sınıflar mücadelesinde yaşanan her altüstlük beraberinde yeni görüşlerin, yeni arayışların da canlanmasını getirir. Hele yaşanan önemli bir yenilgiyse, eski dönemle ilgili tartışmalar, yeniden yorumlamalar kaçınılmaz bir şekilde canlanır.

12 Eylül’le birlikte, neredeyse Osmanlılıktan bugüne yaşanan gelişim süreci bütünüyle otopsi masasına konuldu, didik didik ediliyor. Bu çabaları küçümsemek aklımızdan geçmez. Ayrıca, böyle bir çaba, geleceğe yönelik sağlam düşünceler üretebilmek için gereklidir de.

12 Eylül’le birlikte, düşüncelere yükselen en önemli kilit soru, ikide bir patlak veren Ordu müdahalelerinin tarihi ve sosyal kaynaklarıydı. Müdahalelerin neredeyse on yılda bir kaçınılmaz alın yazısı haline gelmesi aydın beyinlerde derin öfke doğurdu. 12 Eylül, kendi yakın geçmişinin tartışılmasını yasaklamıştı, kafalar çokgenlere, Osmanlı düzenine dönerek oralarda bugünün sorunlarına cevap arandı. Günün sorunlarından kopuk gibi görünen bu tarihe dönüşler özünde, Kurtuluş Savaşı’yla şekillenen Cumhuriyet döneminin değerlendirilmesi, ya da Türk burjuva devriminin yargılanmasıydı.

Bizzat 12 Eylül, icraatıyla, hele hele MDP’yi iktidar etme girişimiyle eski ama köklü bir geleneği diriltmeyi denemişti. Tarihe böyle bir dönüş zorlaması, düşünen beyinleri de o günleri kritik etmeye itti. Bizde burjuva devrimi neleri başarabilmiş, hangi noktalarda Osmanlılıktan koparabilmiştir ve bütün bunların Özal hükümetinin “alternatifsiz” programıyla bağlantıları neydi? Böylece bir kere daha gündeme devrimci-demokrasinin program sorunu geliyordu.

Sorun hiç şüphesiz yeni değildi. Hatta eski, en azından elli yıldır açıklığa kavuşmuş konuları yeni koşullarda bir kez daha öne çıkartmak gerekli hale geldi. Sorunu tarihi kökleriyle birlikte açıklamak zorunda kalıyorsak, bu yalnızca 12 Eylül’ün tarihe ve geleceğe bakışla düşüncelerde yarattığı altüstlük nedeniyledir. Düşüncelerimizi “yeni” muhataplarının tartışma örsünde daha da yetkinleştirmek durumundayız. Bizim açımızdan yenilik bu noktadadır.

Devrimci-demokrat hareketin hedefleri ya da program çerçevesi hangi temeller üzerine kurulabilir? Dünyanın en iyi programlarını önümüze koysak, kendi gerçekliklerimize doğru cevaplar veremiyorsa, değeri hiçtir. Deneylerden öğreneceğiz. Ancak en başta kendi mücadele deneyimimizden öğrenmeyi bilmeliyiz.

Olayın çözümünde iki temel hareket noktası olmalıdır. İlki tarihi olarak, bizde burjuva devriminin yapabildikleri tespit edilmelidir. Bu program sorununu tarihi temellerine oturtur. İkinci olarak, yaşanan önceki mücadele deneyleri günümüzün sınıflar dengesi kriterinden geçirilerek geliştirilebilir. Çünkü devrimci-demokrasi programı, ya da işçi sınıfının asgari programı, bugün değil daha bizde burjuva devrimi ilk adımlarını atarken gündeme gelmiştir. Ve genel özü bakımından hâlâ aşılmamış olarak kalmıştır.

İşçi Sınıfı Açısından Bizde İlk Burjuva Devrimlerine Bakış

Burjuvazimizin yapısını ve biçare halini kavrayabilmek için Osmanlı düzenine bir göz atmak kaçınılmazdır. 12 Eylül ortamında Osmanlılığa bakan pek çok aydınımız bir tek şey görebiliyor: Her şeye hükmeden, “toplumu eriten” bir devlet!

“Doğallıkla, bu özgül ideolojik ve politik yapıda ne Batı anlamı ile mülkiyetten (hele hele özel mülkiyetten), ne de mülk sahiplerinin kendi aralarındaki yatay ilişkilerinin bir bölümünü özümleyen gene Batı anlamı ile sınıftan bahsedilme olanağı çok sınırlıdır… Ekonomi, Osmanlı düzeninin özü ile çelişir.” (Asaf Savaş, Alternatif Büyüme Stratejisi, s. 16)

12 Eylül şokuyla düşünceleri bulanıklaşan aydınlarımızın en kaba görüntülere saf gerçeklik diye sarılmaları kendi bakımlarından haklı görülebilir. Ancak bu öyle noktalara varmıştır ki olayların yalnızca bir yanı, ya da gerçekliğin sadece bir yüzü abartılarak düşünceler saçmalık haline getirilmiş, bu saçmalıklar üzerine “strateji” kurulmaya kalkılmıştır.

Osmanlılık ve Cumhuriyet dönemi neredeyse bir tek olgudan hareketle açıklanır. “Devlet”, “Devlet-i Ali”, “askeri bürokrasi” ya da “elit” gibi sıfatlar yakıştırılan bir güç yukardan, toplum denilen aşağıdakilere sürekli “komut” vermiş, “bireyi eritmiş” “sivil toplumun oluşmasını” engellemiştir. Hatta, A. Savaş, “ekonomi(nin), Osmanlı düzeninin özü ile çeliş”tiğini iddia ederek yazımızın ileriki bölümünde irdeleyeceğiz. Şimdi “ekonominin dışına itilen Osmanlı düzenine bir göz atalım.

Osmanlıların ilk Bursa yöresine gelmeleriyle birlikte kurdukları düzen, Bizans tekfurlarının (derebeği) topraklarında serfleşmiş köylülük için köklü bir toprak reformu anlamına geldi. Çoban ekonomisinden ötesini tanımayan, orta barbarlık konağındaki Osmanlı boyu için toprak işlemek, dolayısıyla toprakta özel mülkiyet henüz bilinmez şeylerdi.

Pazardaki satıştan “baç” alması kendine öğütlendiğinde Osman Gazi: “Baç da ne olur? Bir kişi ki malını kendü eliyle edinmiş ola, bana ne borcu varki akça vire?” (1) diyebilecek denli, bezirgan ekonomisinden habersiz, ilkel komüna geleneklerine bağlı bir komün şefiydi. Bizans tekfurlarından ve Selçuk derebeylerinden devşirilen topraklar, “komünün ortak malı” ilan edilmiş, köylünün tasarrufuna verilmişti. Komün şefleriyse bu toprakların ne mülküne ne de tasarrufuna sahip olmayan dirlikçiler konumundaydılar.

“Dirlikçi: Toprak düzeninin devlet adına güdücüsüdür. ‘Sahibül arz’ (toprağın sahibi) diye de anılır. Gerçekte toprağın değil mülkiyetine, tasarrufuna dahi el süremez. Tasarruf: (Topraktan işleyip yararlanma) köylünün, Mülkiyet: Bütün Müslümanların hakkıdır. Bugün bir şeyin sahibi, o şeyin mülkiyetini elinde tutan kişi anlamına geliyor. Oysa Arapça (‘sahip’ sözcüğünün Türkçesi ‘koruyucu’dur. (Sahabet: korumak). Nitekim dirlik düzenindeki ‘sahibül arz’ların başlıca görevleri toprağı, toprak üzerinde adaleti ve toprakta çalışanları her türlü haksızlıktan korumaktır. Sahip sözüne bugün verilen anlam o zamandan beri Türkiye’de yapılmış toprak hırsızlıklarının çok manidar karşılık soysuzlaştırmasıdır.”(2)

Osmanlı ilb’leri ilkel komüna geleneklerini henüz korudukları, yalan bilmez, doğru eşitlikçi oldukları için kolektif insan aksiyonu bakımından, çöken derebeyliklerin soysuzlaşmış ilişkilerinden üstündüler, ancak üretim temelinde feth ettikleri medeniyetlerden geriydiler. Medeniyet: Toprağa yerleşik üretim ve bezirgan yollarından malların akışı demekti.

Dirlik düzeni: Çöken antika Bizans medeniyetinin içine girdikçe medeniyette onun ilişkileri içine sızıyordu. Eski basit, doğru dirlik şefleri, bezirgan ekonomisinin sinik ve inatçı aşındırmasıyla soysuzlaşıyor, safahata düşkün derebeği taslakları oluyorlardı.

Şeyh Bedrettin isyanı dirlik düzeninin ilk derebeyleşmesine tepkiden başka bir şey değildir. “Malda ve mülkte ortaklığı” kendine parola edinen isyan, ilkel sosyalizmin her gün yitip giden geleneklerini umutsuzca yeniden diriltme çığlığı oldu. Demek ki Osmanlı boyunun Bizans topraklarına ilk girişinden 150 yıl sonra dirlik düzeni bozulmaya başlamıştı. Fatih, dirlik düzenindeki bu çürümelere karşı köklü bir reform yapmadan, Bizans çekirdeği İstanbul’a giremedi. Fakat girmesiyle birlikte Bizansın bütün gelenekçi çürümüş kurumlarının sinsi saldırısına uğradı. Bezirgan ekonomi imparatorluğun ticaret kanallarında işledikçe, yeni ve daha köklü çürümelerin yaşanması kaçınılmaz oldu.

1510’lara gelinince Celali İsyanları patlak verir. Celali İsyanları bir yandan dirlik düzeninin yozlaşmasına tepki olsa da aynı zamanda dirliğini kaybetmiş eski ilb’lerin, toprak yağmasında kendilerine bir pay kapma savaşı olmuştur. Celali İsyanları 1650’lerde durulduğunda artık yeni bir düzen: Kesim Düzeni egemendir. Sultan Süleyman’ın “kanuni”liği bu yeni düzeni kurumlaştırmasından gelir.

İsyanlar sırasında saraya sunulan bir arz’da olayların nedeni şöyle özetlenir:

“… çağırıp söylerlermişki: Bir dahi tımar satarlar mı, tımarımızı satın alı alı cemi rızkımız tükendi. Tımar almağı deve gerek, mal gerektir. Yoldaşa tımar yoktur. Nerede maldar etrak taifesi varsa, bezirgan oğuldan varsa, kadı oğulları, mütevelli oğulları varsa cümlesi ehl’i tımar oldular.” (3)

‘’Maldar etrak taifesi”, “bezirgan oğulları” o güne kadar elde kılıç imparatorluğu genişleten eski “yoldaş” dirlikçileri tımarlarından, sermaye gücüyle kovuyorlardı.

Osmanlı tarihinde hep üstün ve egemen görünen kılıç, böylece Sümerlerden beri ticaret yollarında semiren bezirgan sermayenin sinsi ve göze batmaz gücüne boyun eğiyordu. Elbette bu boyun eğiş sancısız ve sessiz soluksuz olmadı. Tam tersine yüz yılı aşkın Celali kargaşası, bu kanlı cümbüş tefeci-bezirgan sermayenin en sinik şekilde yıllardır yarattığı değişimin kendini açığa vurması oldu.

Aynı isyanlar ortasında tefeci sermayenin köylü üretmenle ilişkisi de şöyle tespit edilir:

“… ribahurlar (tefeciler, bn) reayaya onunu on beşe ve on altıya ve belki daha ziyade akçe verüp zamanı geldikte reayada akçe bulunmamakta veya ‘selem namiyle’ yani, bir malın parasını evvelden vermek süretiyle akçe verip fukara edaya kadir olmayıp ekserisinin bağ ve bahçe ve davarlarını ve tarlalarını zapt etmekte idilir.” (4)

Hâlâ küçük köylümüzün “selem namiyle” yani, ürününü sermayesizlikten peşin olarak tüccara sattığını düşünürsek, ne köklü bir ilişkiyle yüz yüze olduğumuz anlaşılır. Köylümüzün kendi ürününe kayıtsızlığı ve kaderciliğinin kökleri buralarda yatar.

Böylece Kesim düzenine gelinir. Osmanlı tarihine “yükselme” “alçalma” devirleri çerçevesinde bakmak adet olmuştur. Oysa gerçeklik daha iyi ifade edilecekse, iki birbirine zıt Osmanlı düzeni: Dirlik ve Kesim düzenleri, birbirinden duruca ayrılmalıdır.

Kesim düzeninde, devlet sınıfları ile üretmen köylü arasına artık başlıca iki sınıf: Kesimciler ve Tefeci-bezirgan sermaye girmiştir. Eskiden dirlikçinin koruması altına beli sayıda asker beslemesi için verilen dirliklerden onda bir anlamına gelen öşür vergisi alınırdı. Köylü ürettiğinin onda dokuzuna sahipti. Bu düzen oturaklaştıkça sefahata karan devlet sınıflarını beslemez hale gelince, dirlikler peşin vergi karşılığı “bezirgan oğullarına” devredildi. Bunlar kesimci adını aldılar. Kesimciler geniş toprakların işletimini mültezimlere (o zamanın girişimci çiftçilerine) bıraktılar. Mültezimler’de kesimciye verdiğinin birkaç kâtını köylüden çıkartmak için her yolu mübah gördüler.

“Kanuni çağında toprak üretiminin %20’si beytülmale, %4’ü kesimci, mültezim, sarrafa düşerken, çiftçi %76 alıyordu; 30 yıl sonra beytülmal %3.3, devlet kastları %4, kesim düzeninin sınıf ve zümreleri %34, köylü %50.6 nispetinde pay alırlar. Ve bu gidiş, gittikçe kötüye kararak Osmanlı nesil ve mirasçılara doğru uzanıp gidecektir.” (5)

Kesimcilerin üretimden aldıkları pay bir 50 yılda 8 katı aşkın artmıştır.

Osmanlı düzeni 1850’lerden sonra kapitalizme sıçrama sancılarını yaşamaya başlamadan önce, bu kesim düzeni içinde sınıflaştı.

Osmanlı tarihine kaba bir bakış, devlet sınıflarını tek egemen görme gibi yanılgılara kapı açar. Soyut bir “devlet ve toplum” ikilemi koymak, sonra da “devlete” verip veriştirmek sosyal gerçekliklerimizin en can alıcı yönlerini örtmekten başka bir işe yaramaz. Kesim düzeninde de devlet sınıfları yine egemenlik tahtında oturuyordu. Seyfiyye’nin kılıcı İlmiye’nin fetvası hâlâ tartışmasız kanundu. Ancak artık saray kesimcilere ve tefeci-bezirgan sermayeye dayanmaksızın edemezdi. Saraya akacak paranın musluğu onların elindeydi.

Bu gerçeklikler atlanınca Osmanlı devlet yapısının sınıflar üstü görüntüsüne kapılmak, Osmanlı düzeninin özünü, “ekonomi ile çeliştirmek” kaçınılmaz alın yazısı olur.

Osmanlılıkta devlerin sınıflar üstü görünmesinin kaynağında iki temel neden yatar. 1850’lere kadar hiç değilse şeriata göre bütün topraklar “Müslümanların ortak malı” idi. Bezirganların toprak düzenini yıllarca kemirmeleri, özel derebey toprak mülkiyetini meşrulaştıramamıştı. Saray eğer gücü yeterse, şeriata göre kesimciden tımarı geri alabilirdi. Bu devlet sınıflarına egemen görüntüsü veren ekonomi temelidir. Ancak, 1850’lerden sonra olaylar hep kesimcilerin bin bir yolla toprakları kendilerine mülk edinmesi yolunda akmıştır. Sarayın kılıcı pek ender durumlarda kimi kesimcileri yerinden edebilmiştir. İkinci neden, tefeci-bezirgan sermayenin karakteristiğinde yatar. Tefeci-bezirgan sermaye küçük köylü üretimini bitkinleştirinceye kadar sömürse de kendisi bir yeni üretim biçimine yol açacak girişimciliği, atlayışı hiçbir zaman gösteremezdi. Üretim temelinden kopukluğu, faiz vurgunu ve ticaret yolları ile beslenmesi onun kısır yazgısı oldu. Yedi bin yıllık antika tarihte medeniyetlerin batış çıkışında hep bu gerçeklik, tefeci-bezirgan sermayenin üretimi çoraklaşırması ama daha gelişkin üretim biçimine atlayamaması gerçekliği yatar. O nedenle tefeci-bezirgan sermaye iktidar hedef tahtasına hiçbir zaman çıplak, kendi haliyle oturmamıştır. Devlet sınıfları kendi çıkarlarına dokununca, en kancık kıyametleri koparabilmiş, fırtına güçlü eserse para kesesinin üzerine kapaklanıp sinmiş, ortalık durulunca bezirgan yollarında yine kımıldayıp, canlanmıştır.

Bu iki temel neden unutulunca, görüntüler gerçeklik gibi kendini ortaya koyar. Ve bu yanılgı günümüze kadar kılık değiştirerek akıp gelir.

Burjuva devrimleri. Osmanlılığın, en genel tablosunu çizdiğimiz) bağrından çıkacaktı. Ancak geçişin iyi kavranabilmesi için tabloyu tamamlamalıyız. Batıda kapitalizm gelişip top menzili içine bütün kıtaları almaya başladığında bizde kapitalist ilişkiler, yok denecek ölçüde cılızdı. Batı kapitalizminin kapitülasyonlarla metaları Osmanlılığa akmaya başlayınca, cılız kapitalizmimiz ölüm döşeğine yatarken, liman şehirlerinde Levantenler (komprador burjuvazi) batı acentalarının şubesi oldular. Bizdeki tefeci-bezirgan sermayenin en irilerinin komprador burjuvaziyle kaynaşması zor olmadı. Böylece Batı’da tekelleşme momentini yaşayan sermaye ile eski kadim tefeci-bezirgan sermaye Osmanlı liman şehirlerinde sentezleştiler. Tefeci-bezirgan sermayenin en irileri “eşraf’ ve “ayan’’lar, Batı sermayesi ile birleşip “kumpanya”laştılar. 1850’lerde kurulan Şirketi Hayriye, İstanbul deniz ulaşımında bir tekel çekirdeği oluverdi.

* * * *

Kemalist burjuva devrimine kadar gelen süreçte derebeyliğin çöküşü ve kapitalizme geçiş, atlayış sancılarının yaşandığı yıllarda Islahatlar, Tanzimatlar ve Meşrutiyetler hep Osmanlı sınırlarının ufku içinde kaldı. Levantenlere yeni imtiyazlar tanımaktan öteye gitmedi. Ancak aynı yıllar o güne kadar ticareti hor görmüş irili ufaklı devlet sınıflarının, iratçı hazır yiyicilik imkansız hale geldikçe, ticarete, kapitalizme itildiği yıllardır. Fakat Batı’dan mal ve sermaye akışı, Levantenlerin ve Ermenilerin elindeydi. “Bu itibarla denilebilir ki Türk burjuvazisi iktisadi ve siyasi idmanını, Ermeni burjuvazisinin sırtında denediği kılıç oyunu ile elde etmiştir.” (6)

Balkanlarda patlak veren burjuva devrimleri, emperyalizmin Osmanlı limanlarını işgali, Türk burjuvazisini Pan İslamizm hayallerinden koparıp daha realist olmaya itti. Kemalizm bu çerçevede doğdu.

Kurtuluş Savaşı’nın başarabildiği, Batı mallarının acenteliğini yapan komprador burjuvazinin tasfiyesi oldu. Kemalizm’in 1920’ler sonrası tuttuğu yola geçmeden onun dayandığı sınıf temelini aydınlatmalıyız.

Önce Kemalizm’in sınıfsız görünüşüne, ya da aynı şey demek olan “asker-sivil-aydın” zümrelerden ibaret sanılması yanılgısına değinelim. Bu görüntünün nedenleri açıklanabilirse altından Kemalizm’in sınıf temeli çıkacaktır.

“Sınıf teşkilatı: “Meşrutiyet burjuvazisinde ‘İttihad ve Terakki’, Cumhuriyet burjuvazisinde ‘Müdafaa-i Hukuk’ oldu. Fakat icra cihazı her iki devirde de aynı oldu: Ordu…” (7) Ancak Ordu yalnız “icra cihazı” olmakla kalmamış “çok kere… sınıf teşkilatına ağır basmıştır” (8) Bu gerçekliğimiz Kemalizm ya da son burjuva devriminin sınıf temeli konusunda köklü yanılgılar yaratmıştır.

Ordu’yu sınıf teşkilatına ağır bastıran nedenler nelerdi?

Ordu bakımından: Dağılan Osmanlı düzeninde her şeye rağmen en örgütlü güç Ordu idi. Ve devlet sınıfları içinde Seyfiyye (Ordu) Osmanlılığın ilk günlerinden beri en önemli yere sahipti. Osmanlılıkta temel üretim aracı olan toprağı feth eden ve köylü üretimini kollayan en önemli ekonomik güç Ordu’ydu. Osmanlılıkta kapitalizm sancıları başladığında ilk çekidüzen verilip, modernleştirilen cihaz Ordu oldu. (Yeniçeriliğin tasfiyesi Nizam-ı Cedid’e geçiş). Özel olarak, kapitalizm çağında dış savaşlar sırasında Avrupa’daki son gelişmelerle tanışan ve etkilenen, Batılaşmayı özleyen yine Ordu kadroları oldu.

Türk burjuvazisi bakımından:

Osmanlılığın son 100 yılında iyice şekillenen, liman şehirlerinde Batı mallarının acentalığını yapan komprador burjuvazi (Levantenler) açısından İngiliz ya da Alman sermayedarlığına bağlılık, geçici bir çıkar birliği değil, onlar için varlık koşuluydu. Emperyalizm Osmanlılığın şakağına silahı dayamış, paylaşım hesapları yapıyordu. Osmanlı liman şehirlerindeki burjuvazi için teslim olmak tek çıkar yoldu.

Öte yandan, hem emperyalizmin doğrudan işgali dışında kalmış hem de Batı sermayesi ile yeterince içli dışlı olamamış Anadolu burjuvazisi için teslimiyet ya da Amerikan mandalı^ çıkar yol gibi görünmüyordu. “Müdafaa-ı Hukuk” Anadolu burjuvazisinin bu koşullar altında doğan sınıf teşkilatı oldu. Ancak Anadolu burjuvazisi ne idi? Çok cılız modern kapitalist girişimciliğin yanında, büyük bir ağırlıkla; toprak beyleri “ayan” ve tefeci-bezirgan sermaye “eşraf” idi. Böyle bir sınıf yapısının, emperyalizme ve saraya karşı mücadelede iki de bir yalpalaması kaçınılmazdı. Çağın akışıyla kapitalizme sıçramaya zorlanan tefeci-bezirgan kökenli sermayenin, kişiliksiz pısırıklığı ve her an ortaya çıkabilecek satılıklığı, onu burjuva devriminde silik bir aktör haline getirmiştir.

İlk dönem (1920-23) Meclisin yapısı, burjuva devriminin sınıf bileşimini çok açık şekilde yansıtmaktadır. Meclisin % 56’sını devlet sınıfları, % 36’sını da tefeci-bezirgan sermayenin çeşitli temsilcileri meydana getirmektedir.

Burjuva devrimini Ordu yürütmüştür, ancak dayandığı sınıf temeli antika kökenli tefeci-bezirgan sermaye ve toprak ağalarıydı. Kemalizm’in çelişkili görüntüsü ya da dramı bu gerçeklikte yatar. Modern kapitalizmi özleyen devlet sınıfları bunu antika kökeni cılız burjuvaziyle yapmak zorundaydılar.

O nedenle, Kemalizm girişimci bir burjuva temele dayanmadığı için, kendisini sınıfsız ilan etmek zorunda kalmıştır. Oysa onun sınıfsızlık edebiyatının altında, cılız burjuvazinin Ortaçağ artığı toprak beyleri ve tefeci-bezirgan sermayeyle uzlaşması yatmaktaydı. Burjuva devrimimizin olağanüstü kısırlığının temellerinde bu uzlaşma yatar.

Batı’da burjuvazi, üretim gücü ve teknik yaratıcılığıyla kendi öncülüğünü toplum ölçüsünde meşrulaştırabilmişti. Oysa bizde yüzyılların egemeni batakçı bezirgan sermaye, üretimi çoraklaştırmakla geniş yığınların bilincinde yer etmişti, onun ne öncülüğü inandırıcı olabilirdi ne de böyle bir yeteneğe sahipti.

Kemalizm’in, sınıfsız ya da sınıflar üstü görünmesinin Türk burjuvazisi açısından durumu budur. Kemalizm’i “asker-sivil- aydın” zümrelerden ibaret saymak, burjuva devriminde yürütücü Ordu gücünü, sınıfın yerine koymak oldu. Yanılgının en korkunç sonucu ise Kemalizm’in dayandığı antika kökenli sermayenin, Türkiye insanının alın yazısını belirleme gücünün görülemeyişi ya da küçümsenmesi oldu. Bu nedenle yıllardır mücadelede sınıf şaşılığı sürüp gider, işçi sınıfının önüne hedef olarak ya da ne idüğü belirsiz “işbirlikçiler” ya da “gizli Amerikan işgali” konur, ama gerçek hedef bir türlü tutturulamaz. Ancak 12 Mart ve 12 Eylül gibi acı deneyler, ufukları biraz daha genişletmiş, sınıf gerçekliğimizi gözler önüne sermiştir.

Bizde Burjuva Devriminin Ekonomik Sınırları

Kemalist burjuva devriminin yaptıklarını ve yapamadıklarını irdelerken, hiç şüphesiz ki kriter, ortaçağ artığı kalıntılardan kopuşun, kapitalizmin özgür gelişimini ne ölçüde sağlayabildiği olmalıdır. Kemalizm’den kimse “anti-kapitalizm” umamaz. Kapitalizm kırda derebey artıklarının tasfiyesi ve teknik yaratıcılığı demekti. Ya da en azından genç kapitalizm böyleydi.

Ekonomi temelinde yapılanlardan başlamalıyız. Oysa Kemalizm’in “devrimleri” denince akla hemen şapka, harf, laiklik vb, kanunlar gelir. Bunlar kapitalizmin gelişmesi açısından manivela olmak anlamında bir değere sahip değildi. Batı’ya karşı Türkiye’nin vitrininde yapılan düzeltmelerdir. Ancak bu konuda yanılgılar oldukça köklüdür. “Kemalist dönemde, kapitalizmin gelişme koşullarının hazırlanması bakımından en önemli gelişme, hiç kuşkusuz hukuk alanındadır. Ticaret, sözleşme, mülkiyet, miras, aile hukuku konularında Türkiye’nin hukuksal düzeni kısmen şeriata dayanan, yoğun olarak kapitalizm öncesi hukukun öğeleriyle örülmüş bir hukuk sisteminden koparılarak kıta Avrupa’sının gelişmiş kapitalist ülkelerinin hukuk sistemine uyarlanmıştır. Bu hızlı ve köklü değişimin sonuçlan, gerek kırda, gerekse kentte kapitalizmin gelişmesinin yolunu açmak bakımından büyük önem taşır.” (11. Tez Kitap Dizisi 1)

Batı’dan aktarılan hukuk bizde “gerek kırda, gerekse kentte kapitalizmin gelişmesini” ne ölçüde hızlandırmıştır? Eğer bütünüyle tek parti dönemini dikkate alırsak, kırda kapitalizmin gelişmesi kaplumbağa adımlarla ancak yürüyebilmiştir. Kemalist hukuk, 1960’a kadar uzanan bir süreç içinde kırda Osmanlılıktan beri yağmalanmış “miri topraklan” beylerin, ağaların tapulu malı haline getirmekle kırda kapitalizmin gelişimini değil hızlandırmak en sancılı bir yola sokmuştur. Her toprak reformu söylentisinde ise ağa topraklarının sınırları akrabalara yapılan satışlarla küçülüverir. Demek hukuk yetmiyor.

Böylece bizde burjuva devriminin en önemli zaafına değinmiş olduk. Bizde burjuva devrimiyle kırda ortaçağ artıklarının tasfiyesi gerçekleşmemiştir.

Kemalizm bu mantığıyla toprak beyliğine dokunmamıştır. Şapka devrimi, laiklik üzerine koparılan fırtınalarla kır üretim ilişkileri en küçük bir değişime uğramamış, Paşa’nın hatırına şapka giyen toprak ağaları, “memleketin efendisi” köylülüğün canına okumaya devam etmişlerdir.

Burjuva devriminde ikinci önemli sorun: Sanayileşme ya da teknik yaratıcılığı açısından durum nedir? Kemalizm’in bu alanda yaptıkları, Cumhuriyet Türkiye’sinin kaderini çizmiştir. Dünyada kapitalizmin tekelci aşamaya sıçradığı ve bizde sermaye birikiminin henüz çok cılız olduğu bir ortamda hangi noktadan hareket edilmiştir?

“Bir de hususi menfaatler en nihayet, rekabete istinat eder. Halbuki yalnız bununla iktisadi nizam tesis olunamaz. Bu zanda bulunanlar kendilerini bir şarap karşısında aldatılmaya terkedenlerdir.” (9)

Serbest rekabet Cumhuriyet Türkiyesi’nde “serap”tır. O zaman devlet eliyle özel tekeller yaratmak ekonomi politikanın temeli olur. Kemalizm’in şapka vb. “devrimlerinden” çok daha önemli iki adımı, İzmir İktisat Kongresi ve İş Bankası’nın kuruluşudur. Bunlar ekonomik gidişte gerçek öneme sahip adımlardır. Böylece hızlı bir sermaye birikimi sağlanarak, doğrudan tekelci bir ekonomiye geçilmiştir. Bu kadarı belki yadırganmayabilir. Ancak Osmanlılıktan arta kalan üretimden kopuk tefeci-bezirgan sermayenin ekonomik ilişkilerdeki ağırlığı hatırlanırsa devlet eliyle tekeller yaratma politikasının ne korkunç vurgunlara kapı açacağı hemen kavranabilir.

Burjuva devrimi teknik yaratıcılığa dayalı sanayileşme sorununu çözememiş, bu sancı günümüze kadar akıp gelmiştir. Tek parti dönemi bankalarda en iri tüccar, sanayici ve toprak sahiplerinin domuz topu olup sentezleştikleri dönemdir. Bu gelişim belli bir olgunluğa varınca tek parti döneminin devlet vesayeti, özel finans-kapital tarafından kırılmış, böylece finans-kapital vurgunu daha dizginsizce yol almıştır.

1950’Ier Türkiye’de yeni modern ege men güçlerin şekillenmesinde önemli dönüm noktasıdır. Tek parti dönemi kırlarda durgun, ölü bir ekonomi politika izleyerek, kırların aleyhine şehirlerde sermaye birikimini yoğunlaştırmıştır. Ancak şekillenen finans-kapital en sopunda bir avuç azınlıktı. Kendi sınıf temellerini yaygınlaştırmadığında, egemenlik yalnızca “milli şef’ ve paşalar eliyle yürüyemezdi. 1950’ler aynı zamanda kırda kapitalizmin gelişiminin tek parti dönemiyle kıyaslanmayacak ölçülerde hızlandığı bir dönemdir. Finans-kapital kırlara ithal malı on binlerce traktörü bir anda boca etmiştir. Bakım, yedek parça eksikliğinden çok kısa süre sonra köyler traktör mezarlığına dönüp, pek çok üretim aracı israf edilmiş olsa da bu gidiş artık geriye döndürülemezdi.

Bu gelişim kırda kapitalizmin hızlanmasının yanında, finans-kapitalin köy ekonomisindeki ittifaklarının şekillenmesi açısından da çok büyük önem taşır. Kırda büyük toprak sahipleri tek parti döneminde siyasi planda CHP içinde yer almış, ekonomik planda İş Bankası, Ziraat Bankası ve büyük şirketler bünyesinde sentezleşmiştir. Fakat irili ufaklı her köy ve kasabada çöreklenmiş yaygın tefeci-bezirgan sermaye finans kapital kâbesine doğal olarak erişememişti. 1950 atılımıyla, bu sermaye gelişen zengin çiftçiliğin maddi temeli oldu. Aynı zamanda bütün Anadolu kasaba ve köylerinde benzinden, diğer tüketim gereçlerine kadar bütün malların bayilik ve dağıtım ağını aynı tefeci-bezirgan sermaye kurdu ve geliştirdi. Böylece kırda finans-kapitalin sağlam ve yaygın ittifak gücünü oluşturdu. DP, AP ve devamları artık böyle bir ittifakın güdücüsü oldular. Elbette ki bu ittifak, geniş ve yoksul küçük üretmenliğin zengin çiftçi, tefeci-bezirgan sermaye kıskacında iyice köleleştirilmesi pahasına kurulmuştur.

Özetlersek, bizde Kemalist burjuva devrimiyle başlayan süreçte teknik yaratıcılıktan uzak, ithalat-ihracat vurgununu her zaman üretim zahmetine tercih eden bol devlet kredisi ve para spekülasyonlarıyla şişirilmiş bir finans-kapital yaratılmıştır.

Kırda ise, derebey artıklarıyla uzlaşılmış, en irileri finans-kapital bünyesinde yer almış, diğerleri bayiler ağı ile finans kapitale bağlanmış, kırda kapitalizmin gelişimi en sancılı yola itilmiş, derebey artıklarının öncülüğüne terkedilmiştir.

Kemalist Burjuva Devriminin Siyasi Sınırları

Batı’da burjuva devrimleri siyasi planda demokrasiyle birlikte yürümüştür. Burjuvazi, feodal ortaçağa ne kadar cesaretle vurabildiyse, demokrasi o ölçüde gelişmiştir.

Bizde burjuva devrimi, demokrasi getirmek şöyle dursun hızla pahalı, bürokratik ve militer bir devlet cihazı yaratmıştır. Demek burjuva devrimleri kendiliğinden ve kaçınılmaz bir biçimde demokrasiyi getiremiyor.

Cılız Türk burjuvazisi Batılılaşmak için çırpınırken, hemen kuzeyinde Sovyet Devrimi ilerliyordu. Tarihi kişiliksizliği ve cılızlığına bir de “Bolşevik korkusu” eklenince, Türk burjuvazisi en küçük halk girişkenliğinden ölümü gürmüşçesine korkmuştur.

Kemalist burjuva devrimi için “kitlesiz devrim” yazgısı yaygındır. Oysa Kurtuluş Savaşı bu yargıyı yalanlamaktadır. Emperyalizmin işgaline karşı ilk örgütlü tepki Kuvayi-Milliye’den gelmiştir. Hepsi, kendiliğinden şekillenmiş, gönüllü halk çeteleridir. Dolayısıyla, Kurtuluş Savaşı’nda inisiyatif önce halkın gönüllü mücadele birliklerindeydi. Düzenli ordu, ancak İnönü muharebelerinde belirleyici olmuştur. Ordunun rolü arttıkça, halkın girişimciliği artmıştır.

Devrim sırasında burjuvazi kendini aşan her girişimden panik derecesinde ürkmüştür. M. Suphilerin katli, Ç. Ethem’in provokasyonla yok edilmesi, Halk İştirakiyyun Fırkası’nın Meclisteki etkisi karşısında baskıyla sindirilmesi yalnızca bilinen olaylardır.

Şeyh Sait isyanının ardından gelen Takrir’i Sükun Kanunu’yla (1926) Kemalist burjuva devriminin demokrasi bocalaması bitmiş tek parti diktatörlüğü kurulmuştur. Bu dönemdeki Serbest Fırka olayı burjuva devriminin ikiyüzlülüğünü ve ne derece şark kurnazlığıyla inmelenmiş olduğunu en açık biçimde göstermiştir. “Emirle” kurulan Serbest Fırka birdenbire genel hoşnutsuzluğun odak noktası olmuştur.

Kemalizm, “kurtarıcı” olmanın sağladığı itibarın verdiği rahatlıkla davranırken, Serbest Fırka olayıyla geniş yığınlardan ne kadar kopuk olduğunu hayretle görmüştür.

Halka Osmanlılıktan kalma devlet sınıfları geleneği ile yukardan bakan ve onun basit girişimciliğinden ürken Kemalizm aynı zamanda dayandığı tefeci-bezirgan kökenli sermayeye de yeterince güvenememiştir. Onun ikide bir geriyi özleyen tepkilerine karşı bir denge kurmak içgüdüsü ile hızla memurin devleti” yaratılmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında 26 memurla yürütülen devlet işleri zamanla memur ordusu arttıkça yürütülemez olmuştur.

Finans-kapital yeterince palazlanıp kırlarla bağlarını sağlamlaştırdıktan sonra tek partiden çok partili döneme geçilmiştir. Fakat DP yalnızca isminin demokrat olmasıyla yetinmiş bu ilk demokrasi denemesi kısa sürede yozlaşmıştır. 27 Mayıs’la daha demokratik bir ortama geçilmiştir. Elbette bütün bu gelişimlerin temelinde gelişen sınıf mücadelesi yatmaktadır. Fakat bizde demokrasi oyunu on yılda bir dinlendirilmeden yürümüyor. 12 Eylül’le birlikte adeta tek parti dönemi özlendi, geniş yığınların en basit demokratik hakları “bol” geldiği yargısıyla iyice daraltılıp, yok edildi.

Ancak konumuz devrimci-demokrasi programı olduğuna göre yaygın bir yanılgıya değinmemiz. Bizde demokrasinin hiçbir zaman yaşanmadığı iddia edilerek, bütün siyasi süreç “sürekli faşizm”le isimlendirilmektedir. Bu yargı çok devrimci görünse de sanıldığının tersine, burjuva demokrasisinin idealizasyonundan kaynaklanır. Faşizmi topraklarımıza rahatlıkla “sürekli” olarak yerleştirebilenler burjuva demokrasisini bizim için hep ulaşılmaz görürler.

1950 sonrası başlayıp 12 Eylül’le kapanan dönemde burjuva demokrasisi de yaşanmıştır, faşizm de. Burjuva demokrasisi sabit, değişmez bir norm değil, feodalizme karşı mücadele içinde şekillenmiş, burjuvazinin yönetim, egemenlik biçimidir. Burjuvazinin feodalizme ve işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi içinde gelişmiştir. İlk burjuva devrimleri sonrası genel oy hakkı bile yoktu. Yalnızca mülk sahipleri oy kullanma hakkına sahiptiler. Yine burjuvazi işçilere örgütlenme hakkını bahşetmemiş, sınıfın mücadele gücüyle koparılmıştır

Çelişki gibi görünse de Amerika kapitalizmin en özgür geliştiği ülke olmasına rağmen işçi hareketine karşı Avrupa’dan çok daha vahşi baskı uygulamıştır. Amerikan burjuvazi Avrupa işçi hareketlerinden öğrenmiştir.

Bizde de işçi sınıfı ve halk sesini yükselttiği oranda demokrasinin sınırlan genişlemiştir.

Ancak demokrasinin serbest rekabetçi kapitalizm döneminden, tekelci döneme geçerken uğradığı değişimi unutmamalıyız. Serbest rekabetçi dönemde, tüm burjuvazi sınıf olarak egemendi, seçim, parlamento gibi aygıtlar burjuvazinin çeşitli kanatlarının açık mücadele alanıydılar. Finans-kapital çağı gelip çatınca artık tüm burjuvazi değil, burjuva sınıfı içinden bir avuç zümre (finans-kapital) egemen durumdadır. Dolayısıyla ne parlamento ne seçimler, artık tüm burjuvazi için gerçek bir mücadele alanı değil, özü boşalmış, mizansenlerdir.

Bizde de yaşananlar finans-kapital demokrasisiydi. Demokrasi sınıfsız kavranamaz. Dün bütün burjuvazi için gerçek demokrasi vardı, 1910’lardan beri artık yalnızca bir avuç finans-kapitalist için gerçek demokrasi vardır. Bizde serbest rekabet “serap” olarak görüldüğü için, tüm burjuvazi için demokrasi hiç yaşanmamış, ancak kısır finans-kapital demokrasisi yaşanmıştır. Bu sınıf temelini atlamadan özellikle 1960 sonrası yaşanan döneme burjuva demokrasisi diyebiliriz.

Hitler faşizminin yanında bizimkiler masum çocuk kalacakken, “sürekli” mührü ile sabitleştirilirken, burjuva demokrasisine kıyılıp topraklarımıza indirilemez. Demokrasi illüzyonuyla gözler kamaşınca bu kaçınılmazdır.

“Batı’da demokrasi istikrarlı bizde ise ikide bir ortadan kaldırılıyor, O nedenle bizdeki demokrasi değil, duruma göre ‘açık ya da gizli faşizm’ vardır” gerekçesi, tam da dediklerimizi doğrular. Burjuva demokrasisinin bağrından faşizmin doğması bir işçi sınıfı devrimcisi için hiç de şaşırtıcı değildir. Faşizmin çıkıp geliverme yolunu tıkayan bir burjuva demokrasisi hayal etmek ancak bayağı liberallerin işi olabilir. Eğer Batı’da demokrasi “istikrarlı” ise bu bizim gibi ülkelerde burjuva demokrasilerinin ikide bir rafa kaldırılması sayesindedir. Yoksa “istikrar” Batı demokrasilerinin değişmez, kendiliğinden bir özelliği değildir.

Burjuva demokrasisiyle ilgili gereksiz hayallere kapılmadığımız için, biz kısır topraklarımıza onu sözü edilen dönemlerde indirmekte bir sakınca görmüyoruz. Bunun yığınlar açısından yanıltıcı olmaktan çok öğretici bir yanı vardır. Geniş çalışan insanlarımız burjuva demokrasisinin ikiyüzlü yanlarını tanıdılar, kanunlarla tanınan hakların nasıl başka kanunlarla hiçe indirilebileceğini yaşadılar. Güçlü ve örgütlü olduklarında alabildiklerini gördüler. Ve genel olarak burjuva demokrasisinin çürümüş özünü belli ölçülerde kavradılar. Bu halk demokrasisine sıçrayışta önemli bir birikimdir.

Özetlersek, tek parti dönemi devletçilik eliyle sermaye birikiminin yapıldığı, yılların gecikmişliğinin verdiği dürtüyle bu birikimin korkunç baskılarla sürdürüldüğü dönemdir. İşçi hakları ağıza alınmadan, cılız Türk burjuvazisi mutlak artı-değer devşirmeyi kendisi için tek yol görmüştür. Oysa işçinin aşağıdan baskısı, kapitalizmin teknik yaratıcılığını harekete geçiren en önemli zemberektir.

Türk burjuvazisinin demokrasi ufkunun son sınırının 27 Mayıs Anayasası olduğunu deneyler göstermiştir. Ancak bu anayasa Türkiye finans-kapitalini daima rahatsız etmiş ve sonunda 27 Mayıs’ın intikamını 12 Eylül’le almıştır. Artık 27 Mayıs Anayasası bile ulaşılmaz bir “serap” olmuştur. Emperyalizm kamburuyla bizde “demokrasi” bu kadar gidiyor.

Solda Burjuva Devrimine Bakış ve Program Sorunu

Türkiye’de devrimci hareket 1960 sonrası yeni boyutlar kazanmıştır. Yaşanan yıllar, Türkiye’nin sınıf yapısını derinlikleriyle devrimci hareketin önüne koymuştur. Bu konuda ilk önemli aşama 12 Mart’tır. O nedenle burjuva devrimine bakışları 12 Mart öncesi ve sonrası olarak irdelemek gereklidir.

12 Mart öncesi başlıca iki eğilim TİP ve MDD idi. TİP, Kemalist burjuva devrimini tamamlanmış olarak gördü. Böylece önüne sosyalist devrim adımını koymuştur. Oysaki Kemalist burjuva devrimi toprak, sanayi ve demokrasi konularında son derece sınırlı ve cılız adımlar atmıştı. TİP, işçi sınıfına düşen bu demokratik görevleri atlayarak, aslında bu atılması zorunlu adımları sosyal-demokrasiye ısmarlamış oluyordu.

MDD hareketi ise Türkiye’nin yeniden emperyalizme bağımlı hale gelmesi gerçekliğinden hareketle, mücadelenin önüne “bağımsızlık” parolasını koyup, yeni bir kurtuluş savaşı özlüyordu. Türkiye’de kapitalizmin gelişim seviyesini olduğundan çok geride gördüğü için, işçi sınıfının belirleyici rolünü göremiyor, “asker-sivil-aydın” zümrelere olmayacak misyonlar yüklüyordu.

12 Mart deneyi, hareket üzerinde kaçınılmaz etkiler yaratmıştır. Burjuva sosyalizmi eski çizgisinde daha da derinleşerek yeni biçimler altında aynı yolu yürümüştür. “Ulusal burjuvazi”den -yani sosyal-demokrasiden- tekellere karşı mücadele uman burjuva sosyalizmi işçi sınıfının demokrasi programını sosyal-demokrasiye ısmarlamıştır. Bütün taktik tutumu ve ittifak arayışı sosyal-demokrasi zemininde kalmıştır.

Küçük-burjuva radikalizmi çeşitli parçalanmalara uğramış en önemli eğilim, 12 Mart sonrası “işçi sınıfının mücadeledeki öneminin arttığı” tespitini yapmıştır Böylece geri bağımsızlık savaşı parolasından daha gerçekçi zemine yaklaşılmış oluyordu. “Amerikan işgaline” karşı mücadeleye dayandırılan mücadele ufku, “tekelci burjuvaziye” ya da “oligarşiye” karşı mücadeleye evrimleşerek Türkiye gerçekliklerine yaklaşılıyordu. Ancak 12 Eylül’e gelinceye kadar küçük-burjuva radikalizmi program sorununu çözememiştir. 12 Eylül’den hemen önce yayımlanan program ise büyük altüstlüklerden sonra olmamışa dönmüştür.

12 Eylül önemli bir dönüm noktası olsa da sınıf ilişkilerinde bir altüstlük anlamına gelmediği için işçi sınıfının asgari program hedeflerinde bir değişikliği gerektirmemektedir. Fakat 12 Eylül bir yandan burjuva sosyalizmini adeta sosyal-demokrasinin bir nüansı olmaya doğru evrimleştirirken, öte yanan eski küçük burjuva radikalizmi zemininde tersine evrimler yaratmış, 12 Eylül’e has bir eğilim “sivil toplumculuk” türemiştir.

Ana hatlarıyla “sivil toplumculuğun’ demokrasi programı açısından ne anlama geldiğini tespit etmeliyiz. Sivil toplumcular bugüne kadar sol hareket içinde yoğun tartışmalara sebep olan Türkiye’nin sınıflar yapısını son derece basit bir formülasyonla çözdüler: “Devlet ve sivil toplum”! Saflaşma böyle idi. Sivil toplum gelişerek devleti Batı’daki gibi “kontrol ve denetimine” alacaktı.

“Sivil toplum” deyimi 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin kullandığı feodal aristokrasiye karşı gelişmekte olan tüm burjuva toplumunu kapsayan bir ifadeydi. O dönemde, feodal ayrıcalıklara karşı mücadelede ileri bir rol oynayan burjuvazi kendisini, işçileri ve köylüleri bir tek “sivil toplum” çatısı akında toplamakta haksız sayılmazdı. Ancak, burjuva toplumunun yeni modem sınıflan şekillendikçe ve kendilerini eylemleriyle ortaya koydukça “sivil toplum” kavramı yok olup gitmiş, yerini sınıflar, altyapı, üstyapı kavramlarına terketmiştir.

“Sivil toplum” kavramı burjuvazinin feodal aristokrasiye karşı mücadelesinde ilerici bir rol oynamıştır, ancak bizde şimdi aynı kavramın türetilmesi sınıf farklılıklarını örtüp bulandırdığı için tam anlamıyla gerici bir rol oynamaktadır. Yalnızca “toplum”daki sınıf farklılıkları örtülmekle kalınmaz, aynı zamanda “devlet” ya da “elit”in de sınıf temelleri gizlenmiş olur. Üstelik bizde “sivil” kavramı Batı’daki anlamından öteye bir de “üniformasız” anlamına geldiği için ve bu kavram 12 Eylül’e karşı türetildiği için üniformalılar ve onlarla uzlaşık olanlar dışındaki bütün kesimleri kapsadığından iyice belirsizleşmektedir.

Osmanlılıktan beri gelen kalıntılara tepki duyan sivil toplumcular böyle davranarak hayal ettiklerinin tam tersine bir sonuçla o kalıplan kırmak yerine onların içinde sıkışıp kalmış oluyorlar.

Sivil toplumcuların ilk ve en önemli yanılgıları sınıfsızlıktır. Ya da sivil toplumcularımıza haksızlık etmeyecek isek şöyle demeliyiz. “Elit”e karşı davranışta toplumdaki sınıf farklılıkları belirleyici değildir. Elit dışında olmak ortak davranmak için yeterli bir nedendir. Böylece Demirellerden “sosyalistlere” kadar uzanan “demokrasi cephesi” kurulmuş olur.

İkinci olarak, sivil toplumcular önümüze “Batı”yı hedef olarak koymaktadırlar. Batı’daki gibi bir sivil toplum oluşturulabilmelidir. Batı’da “sivil toplum” denen şey, burjuva demokrasisidir. Böylece, Demirellerden sosyalistlere kadar uzanan “toplum”un hedefi aydınlanmış oluyor; burjuva demokrasisi!

Kemalizm ve sivil toplumculuk birbirine çok zıt gibi görünse de temel kalkış noktalarında üst üste çakışmaktadırlar. Kemalizm kapitalizm yoluna çıkarken sınıfların varlığını inkâr ederek ilk adımlarını atmıştı. Bu inkâr, cılız ve pısırık Türk burjuvazisinin çıkarları uğruna işçi sınıfı ve köylülüğün kökleştirilmesi anlamına geldi. Şimdi sivil toplumcular, devletle toplumu karşı karşıya koyarak hem devlerin sınıf temellerini gölgeliyorlar hem de “toplum” içindeki sınıf çıkarlarını bulanıklaştırıyorlar. Sivil toplum parolasıyla işçi sınıfı ve kötülüğün çıkarlarını genel olarak burjuvazinin çıkarlarına tabi kılıyorlar.

İkinci olarak, Kemalizm’in hedefi “çağdaş Batı medeniyetlerine” ulaşmaktı. Kemalizm, bunun için ekonomi manivelasına basarak bir avuç tekelci finans-kapital yaratmaktan öteye bir yol tutamamıştır. Sivil toplumcular ekonomik gerçeklikleri çevik bir hareketle atlayıverip, “çağdaş Batı toplumunu” (sivil toplumu) varılacak hedef olarak ilan ediyorlar. Kemalizm insanı unutarak, sırf en kaba mutlak sömürü yollan ile Batı ya ulaşmayı denedi. Olmadı. Sivil toplumcularımız, ekonomiyi unutarak sözde demokrasiyle Batılılaşmayı umuyorlar. Atladıkları ekonomik gerçekler taşına takılıp yere kapaklanmaktan başka şansları yok.

Üçüncü olarak, Kemalizm, yukardan “devrimlerle” Batılılaşmayı umdu. Halka güvenmediği için en sonunda ortaya dev bürokratik ve militarist bir devlet cihazı çıktı. Ekonominin pek çok kaynağını yiyip tüketen pahalı devlet varılmak istenen hedeflerin önünde en önemli engel oldu. Sivil toplumcular yukardan “komut” yerine aşağıdan “toplumun” kendi davranışını öne çıkartarak Batılılaşmak istiyorlar. Ancak işçi sınıfı ve köylülüğün bağımsız davranışı ya da bu sınıfların çıkarlarını öne çıkaran bir davranış onlara fazla “dogmatik” göründüğü için halk kitlelerini sivil toplum adı altında yaygın liberal ve sosyal-demokrat ön yargıların ağına terk ediyorlar.

Sonuç olarak, Kemalizm’le sivil toplumcuların varmak istedikleri hedef aynıdır: “Çağdaş Batı”! Bu hedefe gidiş yolları farklı görünüyor. Öyleyse sivil toplumculuk Kemalizm’in tersine çevrilmişidir. Biri eldivenin içi ise öbürü dışıdır. Ama artık geniş halk yığınlarının aynı eldiveni tersinden ya da düzünden giymeye niyeti yok.

“Alternatif’’ Program

T. Özal, 12 Eylül’ün gücüne sırtını yaslayarak, “alternatifsiz” olduğunu ilan etmişti. Ve finans-kapital ekonomi politikası açısından gerçekten başka alternatif de yoktu. Ancak ne ekonomi ne de siyaset sırf finans-kapitalin keyfince yürüyemezdi. O günlerde işçi sınıfının görüşlerini dile getirmeye çalışanlar 12 Eylül düzeninin dışına itildiler. Dolayısıyla “alternatiflerini” açıkça ileri süremediler. Ancak aynı ortamda “alternatif ’ olma iddiasını taşıyan görüşler kendini ortaya koymadan edemedi.

A. Savaş Akat’ın “Alternatif Büyüme Stratejisi” önümüzde. Onu atlayarak devrimci demokrasinin programını açıklayamazdık. Aynı “strateji” sivil toplumcu görüşlerin bir ekonomik programını da içerdiği için günümüzde ayrı bir önem taşıyor.

“Önce Demokrasi”: “Kendi cenahımda, değer verdiğim çok sayıda aydının üretim güçlerinin gelişmesini birincil, demokrasiyi ikincil kriter aldıklarına rastlıyorum. Bence sıralama tersine olmalı: Demokrasi birincil, üretim güçleri ikincil alınmalı.” (A.S. Akat, Alternatif Büyüme Stratejisi, s. 27) Bu skolastik “üretim güçleri-demokrasi” çatışması, demokrasinin sınıf temelini unutmaktan kaynaklanır. Demokrasinin birincil ya da ikincil alınması kişilerin dileğinden öteye bir şeydir. Demokrasi sınıfların varlığını ve bir sınıfın egemenliğini varsayar. Antika Roma’da da demokrasi vardı. Ancak köleler bu demokrasinin sınırlan dışındaydılar. Burjuva rakibini özgürce yenebilmek, metasını aristokrasinin surlarına takılmadan pazarlayabilmek ve hepsinden önemlisi artı-değer devşirebilmek için pazarda özgür işgücü bulabilmek için,  eşitlik, özgürlük çığlıklarını attı. Ancak burjuva demokrasisinin sınırlarını Birinci ve İkinci Dünya Savaşları en açık biçimde ortaya koydu. Burjuvazinin iktidarı tehlikede ise demokrasi oyunu faşizmle bozuluyordu. Dünyaya demokrasiyi tanıtan Batı, faşizmi de tanıtmadan edemedi. Saf-sınıfsız demokrasi yoktur.

Bizde “demokrasi”, “devlete aşırı önem vermek”ten, böyle bir “tercihin” yapılmasından dolayı mı ikincil kalmıştı? Bismark Almanya’sı da köklü bir Yunker geleneğine sahiptir. Hatta orada da burjuva devrimi bir otuz yıl “yukarıdan” yürümüştür. Aynı ülke uzun yıllar “anti-sosyalist kanunla” birlikte yaşamıştır. Ancak yine de burjuva demokrasisi kurumlaşabilmiştir. Bir gelenekcil tutuma her şeyi bağlamak belki kolay bir çözüm, ancak olaylar yine karanlıktadır. Kapitalizm genlikli geliştikçe demokrasi de nefes alabilmiştir. Aynı zamanda yığınlar aşağıdan vurdukça demokrasinin sınırlan genişlemiştir. Sorun üretim temelinden çıkıp gelen güçler dengesine takılıp kalıyor.

“Devlet değil, bireyin özgürlüğü”: “Batıcı-Doğucu ya da ilerici-gerici ayrımları işlevlerini yitirdiler, yerlerini sanayi toplumunun muhafazakâr, liberal sosyal-demokrat ve sosyalist fikir akımları (ve toplum projeleri) almalı. Bütün bunlar, sivil toplumun hızla kurulmasını, yani devletin özgürlüğünü sınırlayıp bireyin özgürlüğünü teminat altına alan kurumların birbiri ardından devreye girmesini zorunlu kılıyor, işte, ekonomide yeniden bölüşümcü devletin iflası, sivil toplum projemizin hayati bir unsuru olarak piyasa mekanizmasını gündeme getirir.” (ay, s. 38)

Yine “devlet” ve “birey” karşı karşıyadır. Devlet ne ölçüde özgürdür? Örneğin bizde “devlet” neden 24 Ocak kararlarına mahkûm oldu? Özgürce daha başka türlü davranabilir miydi? Ya da “elit” neden başka bir yol izleyemedi? Bu sorular uzar gider. Önemli nokta kişi özgürlüğünün “piyasa mekanizmasına” bağlanmasıdır. Serbest rekabet mi özleniyor? Hayır! A. Savaş şöyle diyor: “Piyasayı tümüyle reddeden bugünkü yeniden bölüşümcü devletin alternatifi 19. yüzyıl değil, güçlü bir piyasa sistemini daha etkin ve politik-toplumsal hedeflerle tutarlı biçimde işletmek üzere yoğun müdahalede bulunan bugünün Batı Avrupa’sıdır.” (ay, s. 18)

Hedef noktasına varmış olduk: Bugünün Batı Avrupası!

Demek, Kemalizm’in onca zahmeti boşa gitmiştir. Şimdi yeniden aynı yola bir de sivil toplumcuların öncülüğünde çıkacağız! Bu yolda atılacak adımlar ise şöyle sıralanır: “Bankacılık reformu:… Bu kesimde normal rekabet koşullarına geçişin ön koşulu, bankaların devletleştirilmesidir.” … “Piyasa reformu: … Piyasada rekabet koşullarını sağlayacak şekilde devlet müdahalesini gerektirmektedir. Bu amaçla, tekelcilikle mücadele mevzuatı derhal çağdaş bir düveye getirilmeli, hiçbir resmi ya da fiili tekelin oluşmasına olanak vermeyecek şekilde kamu denetimi sağlanmalıdır.” Mükemmel!

Bir adım daha atıp, “alternatif büyüme stratejisinin” sihirli değneğine dokunalım: “Bence, kaynakların dağılımında ağırlığı piyasaya veren, ama büyüme, istihdam ve gelir bölüşümü alanlarında yoğun devlet müdahalesine giden yeni bir devletçilik anlayış geliştirmeliyiz. 60 yıldır süregelen ceberrut devlet kapitalizmi/vahşi özel kapitalizm ikilemini önümüzdeki dönemde aşmanın tek yolu devlet müdahaleciliği ve girişimciliğine getireceğimiz ademî merkeziyetçi ve katılımcı bir yeni içerik.” (ay, s. 96)

Bankaların ve tekellerin üzerinden silindir gibi geçtikten sonra dönüp dolaşıp kürkçü dükkânına döndük: “Yeni bir devletçilik”. Nedense 12 Eylül sonrası en küflü ve eski düşünceler hep “yeni” etiketiyle piyasaya sürülüyor. 12 Eylül’ün en büyük yeniliği bu olsa gerek.

“Kaynakların dağılımında ağırlığı piyasaya veren… yeni bir devletçilik!”. Devleti, gece rüyasında yapacağı girişimleri gören “birey”e penceresinden “kaynak” dağıtan Noel baba mı sanıyorsunuz? Devlet ancak ait olduğu sınıfa kaynak dağıtır. Fakat A .S. Akat’ın yeni devletçiliği hiç de böyle değildir. O, bütün bireylere özgürlük sağlayacak, “ademi merkeziyetçiliği” geliştirecek bambaşka bir devlettir. Sınıflardan bağımsız bireylerin yeni Noel babasıdır. Babasıdır, çünkü bankaları kendi bünyesine katarak bütün sermayenin tek egemeni haline gelmiştir. Ayrıca tekeller de “çağdaş bir mevzuatla” gömülmüştür. Geriye ise yerli girişimci “bireyler” kalmıştır. Babalarından piyasa mekanizması aracılığı ile kaynak temin edeceklerdir.

Kemalizm farklı bir yol izlemedi. Neticede bugünlere geldik. A. Savaş’ın “birey’lerinin bizi Çağdaş Batı”ya vardıracağına nasıl inanalım. Tam bu noktada, stratejistimiz Kemalizm’in, tekelci bir yoldan yürüdüğünü haykıracak, önümüze çağdaş Batı’ya ulaşmak için yepyeni bir mekanizma sürecektir: Piyasa!

Güzel, eğer kör değilsek, çağdaş Batı’nın piyasa yolunda bugünkü dev tekelci ekonomiye vardığını hemen görebiliriz. Yolun yarısından geri mi döneceksiniz?

Bilinçli bir işçinin gözüyle bakıldığında, maskaralık ölçüsüne varan bu “strateji”, tekel dışı burjuvaların gözünde bambaşka bir anlam taşır.

Tekel dışı burjuvalar, 24 Ocak’la başlayan dönemde, yüksek faizle bankalardan sıkı bir tekme yediler. KİT zamlan ile atölyelerine aldıkları ucuz girdilerden oldular ve şimdi alternatif büyüme stratejisi salıncağında güzel rüyalar görüyorlar. Devlet, hep yollarını kesen tekelleri görmüyor, piyasa oyuncağı ile kendilerine kaynak dağıtıyor. Güzel rüyasının sonunda tekel dişi burjuva keyifli şöyle mırıldanır: Tekeller öldü, yaşasın “yeni” tekeller!

Alternatif büyüme stratejisinin hazin sonu budur.

Ancak, maskaralık bu noktada bitmez.

“Yazı, bir sosyalizm projesi olmadığı gibi bir sosyalizme geçiş önerisi de değildir. Sadece, kapitalizme sancılı geçiş dönemini bitirip olgun bir sanayi toplumuna ulaşmak için kapitalizm-öncesi kalıntıların temizlenmesinin yolunu göstermektedir (burjuva demokratik devrimi?), o kadar.” (ay. s. 40)

Saçmalığın böylesine zirveleşmesini, 12 Eylül vuruşuyla tekel dışı burjuvalarımızın bugüne dek görmedikleri ölçüde aşağılanmalarına bağlamak zorundayız. “Strateji” banka ve tekellerin tasfiyesini (?), “kapitalizm-öncesi kalıntıların temizlenmesi” olarak görürken, toprak reformuyla ilgili tek söz etmez. Ya da küçük üreticiye yeni bir darbe olacak “ciddi bir arazi vergisi” onun bu alandaki tek reformudur. Böylece en önemli “kapitalizm-öncesi kalıntı”: Büyük toprak sahipliği, A. Savaş’ın Noel Baba devletinden kaynak devşirmeyi sürdürecektir.

Bütün kötülük “ceberrut devlet kapitalizmine bağlanınca, gözler bu “ceberrut” ışıktan körleşince, onun bütün yarattıkları, bankalar, tekeller “kapitalizm-öncesi kalıntı” gibi görünür.

Oysa, “bankalar, tekeller” yani finans- kapital, ulaşılmak istenen “bugünün Batı Avrupa”sının ekonomi temelidir. Bizde finans-kapitali, “ceberrut devlet kapitalizminin” yaratmış olması, onları kapitalizm-öncesi kalıntı haline getirmez. Bu düşünce şaşkınlığı finans-kapital vurgunu ile işçi sınıfı korkusu arasında ezilen tekel dışı burjuvazinin çaresizlik ve zavallılığının aynasıdır. Onları çaresizlikleri ile baş- başa bırakıp, devrimci demokrasinin programına geçelim.

Devrimci Demokrasinin Programı

Kemalist burjuva devrimi ne başlangıcında ne de ardından gelen yıllarda başlıca üç sorunu, Demokrasi, Toprak reformu ve Sanayileşme’yi çözememiştir. Bu gerçeklik o günlerin “elit”inin sübjektif yanılgılarıyla açıklanamaz. Tersine, burjuva devriminin dayandığı sınıf temeli, gelişimin alın yazısını çizmiştir.

Cılız Türk burjuvazisi, ağılıkla tefeci-bezirgan kökenliydi. Türkiye finans-kapitali bu sermayenin en irileri arasından şekillenmiş, hem toprak ağalığı ile uzlaşmış hem de yaygın tefeci-bezirgan sermayeyi yedeğine almıştır. Bu yapı bir de uluslararası tekelci sermayeyle içli dışlı olunca, bugünlere gelmek kaçınılmaz olmuştur.

Bu gidişi, A. Savaşların sözcülüğüne soyunduğu tekel dışı burjuvazi yeni devletçilikle değiştiremez. Onların ufku, en son tahlilde piyasa mekanizması gibi dolambaçlı yollardan kendi tekelci ekonomilerini kurma hayaline varır. Ancak treni çoktan kaçırmışlardır.

Devrimci-demokrasinin programı hiç şüphesiz ki henüz sosyalist uygulamaları içermez. Kapitalizmin bütünüyle tasfiyesi değildir. Kapitalizm-öncesi kalıntıların ve üretim güçlerinin gelişmesini engelleyen asalaklığın tasfiyesini içerir.

Bu yoldaki ilk önemli sorun, iktidar sorunudur. Bu konuda en küçük bulanıklık en güzel programlan gevezeliğe dönüştürür. Bugüne kadar burjuva iktidarlarıyla gelindi. Gelinen nokta gözler önünde. Geniş çalışan yığınlara oy davarı olmaktan öteye bir hak tanınmadı.

İşçi sınıfı ve köylülük, yani değer yaratan insanlarımızın yönetimi denenmemiş olarak duruyor.

Gerçekten çağdaş, teknik yaratıcılığa ulaşabilmek isteniyorsa, uğrunda mücadele edilecek hedefler şöyle özetlenebilir.

Demokrasi konusunda:

—Halkın örgütlenme özgürlüğüne getirilen bütün sınırlamaların kaldırılması, serbest örgütlenme hakkı,

—Nispi demokratik seçim;

—Üretim ve tüketim alanlarında kurulan halk teşekküllerinin kendi alanlarında söz sahibi olması, kırtasiyeci ve militarist olmayan ucuz devlet;

—İşçi sendikalarının, iş kanunlarında gerçek söz sahibi olması, kısıtsız grev hakkı, işçiye iş, bulunamazsa tazminat hakkı;

—Milletvekillerine ortalama hayat standardına göre maaş, seçimle gelip, seçmenine hesap veremediğinde her an seçmen çoğunluğunun isteğiyle geri çağrılması;

—Mahkemelerin jürili ve halka açık olması;

—Bütün mahalli idarelerin yukardan atama ve buyurmalarla değil, halkın kendi seçtiği özerk yönetimlerle yönetimi;

—Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı;

Sanayileşme konusunda:

—Her türlü devlet himayesiyle, ekonomiye asalak bir yük haline gelen finans-kapitalin tasfiye edilmesi;

—Bankaların millileştirilmesi, kaynakların planlı devlet yatırımlarına yönlendirilmesi, verilmiş her türlü imtiyazın tasfiyesi;

—Hayali ihracatlarla milyonların çarçur edildiği dış ticaretin millileştirilmesi;

—Reklam yükü ve spekülasyona dayalı iç ticaretin, kooperatifler eliyle ucuz ve pratik hale getirilmesi;

— Gelire göre yükselen, ilerleyen vergi ve bu konuda her türlü imtiyazın kaldırılması;

—Devletin en ucuz ve pratik hale getirilmesinden, dış ve iç ticaret reformlarından ve toprak reformundan gelecek kaynaklarla, montaj sanayi yerine en son teknikli planlı ağır sanayinin kurulması;

Köylü Sorunu konusunda:

—Yoksul ve topraksız köylünün sorunu “taban fiyatları” ve “girdi fiyatları” değil, topraksızlıktır, bu nedenle gelişimin önünde engel olan derebey artıkları tasfiye edilip, yoksul ve topraksız köylüye toprak dağıtımı;

—Ziraat kombinaları ile hem küçük üreticiye örnek olunup, kooperatifleşmesinin sağlanması, hem de ona teknik, usul ve alet yardımı;

—Tefeciliğin tasfiyesi, modem kredi sistemiyle başta kooperatif üretiminin ve yoksul köylülüğün desteklenmesi;

En özet şekliyle devrimci-demokrasinin program çerçevesi böyle olmalıdır. Yeni devletçilikle piyasa mekanizmasını özlemek işimiz değil.

Şehirde, üretenin yaratıcı katılımıyla, planlı ağır sanayi en ucuz ve pratik yoldan kurulmalı. Kırda büyük sanayiin alet ve tekniğiyle beslenen ziraat kombinaları ve kooperatif üretimle, küçük üretimin verimsizliği süratle aşılmalıdır.

Hepsinden önemlisi bu gelişim, gerçekten çalışan yığınları temel alan bir demokrasi içinde olabilir.

Halkın örgütlü girişimciliği, hem şehirde ve kırda üretimi zenginleştirecek, hem de yığınların beyinlerine yüzlerce yıl sinmiş olan “yukardakiler bilir” kayıtsızlığının yerini kendi özgür davranışları alacaktır.

* * * *

Kaynaklar:

  1. H. Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm.
  2. H. Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm.
  3. Ç. Yetkin, Türk Halk Hareketleri.
  4. Calali İsyanları, M. Akdağ.
  5. Osmanlı Tarihinin Maddesi, H. Kıvılcımlı.
  6. Yakın Tarihten Birkaç Madde. H. Kıvılcımlı.
  7. Yakın Tarihten Birkaç Madde. H. Kıvılcımlı.
  8. Atatürk Ekonomi Politikası, M. Aysan.
  9. Atatürk Ekonomi Politikası, M. Aysan