POULANTZAS’LA DÖNÜŞÜME BAKMAK Sinan Mert

Yol, Yaz 2013

AKP İktidarında Yeni Olan Nedir? Gerçek Yeni Nasıl İnşa Edilir?

2012 yılında yoğun olarak yaşanan ve toplumun başta Kürt halkının siyasi temsilcileri olmak üzere çeşitli muhalif, direngen kesimlerine yönelen operasyonlar sadece darbe günlerini hatırlatmakla kalmadı. İlk olaraksloganvari bir söylem olarak ortaya çıkan “AKP faşizmi” vurgusu yaşanan siyasi sürecin, devlette yaşanan dönüşümün okunması biçimiyle ilgili de bir tartışmaya yol açtı. 12 Eylül referandumu, sözümona demokratikleşme yönünde anayasa değişikliklerinin gerçekleşmesini sağlamıştı. Fakat 2012 kazın ayağının hiç de öyle olmadığını en uslanmaz ‘yetmez ama evet’çiye bile gösterdi-en azından büyük kısmına-. Haftada iki defa yaşanan KCK operasyonları, devrimci hareketin çeşitli bileşenlerine dönük saldırılar, hayatın her alanını saran teknik takipler, mahkemelerden çıkan anlaşılması güç iddianameler ve kararlar yeni bir sürecin mayalandığına dair bir intiba yarattı. “AKP faşizmi” tartışması ise tam da bu zemine oturdu. Ulusalcılar bu söylemi çok daha rahat benimsedi. CHP’liler tarihlerinde hiç olmadığı kadar “faşizme karşı omuz omuza” sloganı attılar. Fakat Marksistler açısından faşizm kavramı bir olağanüstü devlet biçimini imlemekte idi. Bu olağanüstü devlet biçiminin ise ortaya çıkması ile ilgili kimi süreçler, aşamalar ve koşullar tespit edilmişti. Dolayısıyla özellikle FotiBenlisoy, yazdığı bir dizi yazıda 2012 Türkiye’sinde yaşananların neden faşizm ile nitelenemeyeceğini gayet başarılı bir biçimde ortaya koydu. Ergin Yıldızoğlu ise ortasında konumlanmaya çalıştığı ulusalcı ve Marksist pozisyonların bir melezleşmesinden yola çıkarak yaşanan dönüşümde faşizmi anımsatan birçok yön bulunduğunun altını çizdi. Aslına bakarsanız yaşanan tartışma oldukça önemli bir ihtiyaca yanıt üretmekteydi. Türkiye’de yaşayan herkes AKP iktidarının ustalık döneminin farklı nitelikte bir devlet yapılanması ortaya çıkardığını hissetmekteydi. Ulusalcı kanat bu yeni yapıyı “Cumhuriyet’le rövanş” mantığı çerçevesinde değerlendiriyordu. 2. Cumhuriyet, Yeni Osmanlı gibi daha ziyade çağrışımları “gericilik” ile referanslı, dönüşümün daha ziyade İslamcılar eliyle gerçekleştirildiğini vurgulamaya çalışan kavramlar kullanıma sunulmaktaydı. Liberaller için ise çeşitli zorluklara rağmen “her şey yolundaydı!”. Türkiye normalleşiyordu. Nihayet ortaya çıkan “otantik burjuvazi” burjuva devrimini tamamlamaktaydı. Bürokratik otoriterizm ortadan kalkmaktaydı. Türkiye demokratikleşiyordu.

Sosyalist-devrimci hareket bu dönüşümü anlamlandıracak çok etkin bir kavram seti ortaya koyamadı. Süreci faşizm olarak nitelendirmek aslında anlamlı bir yanıt olabilirdi. Fakat faşizm olgusu ile ilgili birikim, bu sürecin gözü kapalı bir biçimde faşizm olarak nitelenebilmesini gerçekten de imkânsız kılmaktaydı. Bu yüzden alınan genel tutum temel olarak devlette önemli bir değişiklik olmadığı yönünde tespit edildi. Devlet egemen sınıfın baskı ve zor aygıtı idi ve öyle olmaya da devam etmekteydi. Böylece Lapalis’in doğruları tıkanılan her noktada olduğu gibi bir kez daha yardıma çağrıldı.

Fakat otoriterleşme ve hatta totaliterleşme ile ilgili işaretler her geçen gün çoğalmakta idi. Erdoğan 12 Haziran seçimleri sonrasında iyice kuşandığı aşırı özgüveni ile her gün bir başka konuda tüm toplumun sinir uçlarını zorlayan icraatlar ve söylemler geliştirmeye devam ediyordu. Toplumun Necip Fazıl’ın manifestosu kalıbına dökülmek istendiğine dair emareler güçlendi. En son AKP İstanbul İl Başkanı’nın veciz bir şekilde ifade ettiği gibi tasfiye süreci tamamlanmış, artık inşa süreci aşamasına geçilmişti.

Devletteki dönüşümün yeni mimarisinin hukuki altyapısı ise yeni anayasa ile inşa edilmeye çalışılmaktaydı. Anayasa oluşan yeni güçler dengesini, fiili durumu hukukileştirerek kalıcılaştırmayı amaçlamaktaydı.  Türkiye’nin devasa ve dağ gibi birikmiş toplumsal sorunlarından ziyade hazırlanmaya çalışılan yeni Anayasa’nın en gerilimli noktasının başkanlık sistemi etrafında oluşması tesadüf olabilir miydi? AKP ve Erdoğan, zaman zaman meseleyi geriplana çekse de sonuç olarak güçlü bir yürütmenin inşası noktasında başkanlık sisteminin Erdoğan’ın hayallerini süslediği ortada. Biz bu durumun aslında sadece Erdoğan’ın kişisel hırsları ve özgüveni ile açıklanamayacağı, aslında kapitalizmin genel trendleri ile uyumlu ve neo-liberal kapitalizmin ihtiyaçları ile ilişkili olarak düşünülmesi gereken bir otoriterleşme süreci ile ilişkili olduğunu düşünüyoruz. Evet, 1989’da duvarlarla beraber sosyalizmin de çöktüğü yıllarda yaşanan demokrasi iyimserliği artık hiçbir yerde yok. 2008 küresel krizinin şiddeti, Çin’in ve genel olarak BRICS’in güçlenmesi ile ortaya çıkan çok kutupluluğun yarattığı tekinsizlik, zayıflayan küresel dengeler ve yeni yükselen güçlerin hammadde ve Pazar arayışları ile şiddetlenen küresel rekabet, küresel blokların karşılıklı konum aldığı bölgesel savaşlar ve de en önemlisi kapitalizmi yenemese de görece terbiye etmeyi beceren, demokratikleşmesini sağlayan “devrimci sınıf” hareketlerinin geri çekilmesi dünya devletlerini daha otoriter bir vasata doğru çekmekte. Tüm dünya kapitalizme açılan Çin’in ne zaman çok partili, Batı tipi demokrasiye geçeceğini düşüne dursun neo-liberalizm ile otoriter siyasi rejimlerin hiç de uyumsuz olmadığına dair bir bilinç şekilleniyor. Demokrasi denen rejimin aslında sivil toplum, AB, piyasa, özelleştirme vs. ile değil de aslında en çok düzeni yıkmak isteyen, başka bir dünya isteyen işçilerin,ezilenlerin mücadelelerinin ürünü olduğu birkaç yıl sonra çok daha açık bir biçimde anlaşılacak. Neo-liberalizm otoriter devletle rabıtasını geliştirdikçe her şey çok daha açık bir biçimde ortaya çıkacak.

Dolayısıyla AKP iktidarının 10.yılını tamamladığımız ve küresel/bölgesel hesaplaşmaların şiddetlendiği bu konakta birkaç önemli soruya cevap vermek zorundayız:

AKP iktidarı Türkiye Devleti’nin yeni bir evresine tekabül ediyor mu? Eğer böyle bir dönüşüm söz konusu ise yeni dönem ile geçmiş dönem arasındaki süreklilik ve kopuşlar nelerdir? Böylesi bir yeni evre nereden kaynaklanmaktadır? Bu yeni evrede yaşanan yeni devlet biçimi ile ilgili neler öne çıkarılabilir? Bu gelişmelerinneo-liberalizm ile otoriterizm arasındaki yakınlaşma ile bağlantısı nedir? Ne kadar ulusaldır ne kadar küreseldir?

Soruların; cevaplarını daha sonra açmak kaydıyla, şöyle cevaplanması gerektiğini düşünebiliriz:

Evet, Türkiye’de devletin temel koordinatları ile ilgili kimi önemli dönüşümlerin yaşandığı ve yaşanacağı bir evreye bir süredir girilmiştir.

Bu gelişme AKP’nin, egemen sınıfın 2001 krizi ile doruğuna çıkan karşı hegemonya krizine yanıt üretmeyi başaran özne olması ile mümkün olmuştur. Devletin sınıflar mücadelesi ile ortaya çıkan güç dengelerinin bir yansıması olduğu düşünülürse, sermayenin hâkimfraksiyonunu temsil etmeyen bir siyasi partinin hegemonya krizine yanıt üretmesi ister istemez güç dengelerinin dönüşümüne yol açmaktadır.   Süreklilikler egemenlik kurma biçimlerinde, kopuşlar ise topluma dayatılan hegemonya projesi ile ilgili olarak yaşanmaktadır. Hegemonya projesi yeni güç dengesi çerçevesinde bir araya gelen iktidar bloğunu bir arada tutan kabuller, hedefler ve ideolojiler bütünüdür. AKP iktidarı ile özellikle kentli, laik orta sınıfları ve Alevileri aşırı tedirgin eden muhafazakârlaşma, hatta Sünni İslamlaşma olgusu yeni iktidar bloğunun ve hegemonya projesinin yansımasıdır. Yeni-Osmanlıcılık çerçevesinde bölgesel güç olma yönünde girişilen maceralar da bu yeni paradigmanın önemli bir bileşenidir. Bu yeni hegemonya projesi sayesinde neo-liberalizm 1980’ler sonrasında Özal döneminin kısa bir dönemi dışarıda tutulursa ilk kez hegemonik olmayı başarmıştır. Yani toplumun ezilenlerinin önemli bir kısmından zoru çok fazla kullanmadan rıza devşirebilmeyi başarmıştır. Yoksullardan rıza devşirilebilmesinin en önemli araçları, sadakaya dayanan bir yoksullukla mücadele programı ile birlikte devletin din ile daha şümullü bir biçimde buluşturulmasının sağlanmasıdır. Bu hegemonya projesi çerçevesinde ülkenin tarihi de yeni baştan yazılmaktadır.

Uzun süreli hegemonya despotlaşma eğilimi gösterir. AKP’nin kültürel ile ekonomik olanı birlikte kullandığı popülizmi bir tür otoriterizmin en önemli destek noktası olarak Erdoğan tarafından kullanılmaktadır. Neo liberalizmi kabullenilebilir yapan-bunu büyük oranda neo-liberalizmi görünmez kılarak da başarmaktadır- bu otoriterizm, küresel sermayenin 2008 krizine yanıt olarak ürettiği, devletlerin batan piyasaları kurtarmak için devreye girdiği sürecin nitelikleri ile de uyumludur. Kapitalizm, hem Türkiye’de hem de dünyada burjuva demokrasilerinden ziyade otoriter rejimlerle daha uyumlu olacağı iktidar teknikleri istihdam etme eğilimindedir. Batı’da gelişen faşist hareketler, Macaristan’da gözlenen otoriterleşme, Avrupa’nın birçok ülkesinde kurulan teknokrat hükümetleri ve siyasi istikrarsızlıklar bu yöndeki olası gelişmelerin zeminini güçlendirmektedir.

Dolayısıyla yaşanan gelişmeler faşistleşme süreci olarak nitelenemez belki ama zaman zaman faşistleşme süreçleri ile olağanüstü paralellikler taşıyan yönler de içeren bir otoriterleşme olarak isimlendirilmeyi fazlasıyla hak etmektedir.

Yeni Devleti Anlamak İçin Poulantzas’a Bakmak

Olağanüstü devlet biçimleri meselesinde hiç kuşku yok ki dünya Marksizm’inin yetiştirdiği en yetkin isimlerden birisi Poulantzas’dır. Faşizm ile ilgili yaptığı kapsamlı değerlendirmeler bu konuda Marksizm’in çeşitli tartışmalar sonunda ulaştığı bir olgunlaşma noktası olarak değerlendirilebilir.

Kapitalist devleti ele alırken kullandığı kavramlar da aslında özellikle en önemli eseri gözüyle bakabileceğimiz Devlet, İktidar, Sosyalizm eserinde sunulduğu biçimiyle oldukça işlevseldirler. Marksizm’e özgü bütünlüklü bir devlet teorisi inşasında Poulantzas’ın katkısı gerçekten önemli seviyededir. Althusserci pozisyondan uzaklaştıkça çok daha kalıcı eserler ortaya çıkarmıştır.

Poulantzas’ın kavram setinin konumuz açısından öne çıkan bileşenleri Sermaye Fraksiyonları, Hegemonya Krizi ve İktidar Bloğu’dur.

Poulantzas’a göre kapitalist bir toplumda siyasal egemenlik tek bir sınıf ya da fraksiyon elinde değildir. Egemen sınıf fraksiyonları arasındaki çelişkiler ile bunların hangi çerçevede çözüme kavuşturulduğu devletin ve rejimin biçimi konusunda belirleyicidir. Fraksiyonlardan birisinin zorla iktidarını dayatması daha ziyade olağanüstü devlet biçimleri ile mümkündür. Bunun haricinde daha olağan dönemlerde sermaye fraksiyonları arasındaki ilişki Hegemonya Projesi çerçevesinde ortaya çıkan bir İktidar Bloğu inşasına yol açar. Fraksiyonlar dönemin güç dengelerini yansıtır bir biçimde eklemlenirler. Yine güç dengelerinin bir uzantısı olarak devlet içinde de mevzilenirler. Var olan hegemonya projesinin işlevsiz hale gelmesi, egemen sınıflarla alt sınıflar ve egemen sınıf fraksiyonlarının kendileri arasındaki ilişkileri düzenleyemez duruma düşmesi halinde bir hegemonya krizi ortaya çıkar. Hegemonya krizi en genel haliyle toplumsal sınıfların kendilerini temsil eden siyasi partilerle bir kalıcı kopuş yaşaması şeklinde gözlemlenir. Egemen sınıf hegemonik olma özelliğini yitirir. İktidarın sürdürülmesinde zor daha belirgin bir biçimde ön plana çıkar. Kitleler o döneme kadar destekledikleri temsiliyetlerden koparlar. Yaşanan bu hegemonya krizi büyük oranda iktisadi krizin, sınıflar savaşının yarattığı gerilimlerin bir ürünüdür. Alt sınıfların hegemonik hale gelmesi ve devrimci dönüşümle sonuçlanma gibi bir çözümü olabileceği gibi egemen sınıf fraksiyonlarından birisinin öne çıkıp hegemonyayı yeniden tesis etmesi ile de sonuçlanabilir. Egemen sınıf fraksiyonları arasındaki çelişkiler çoğu zaman bunların ezilen sınıfın talep ve mücadelelerine verdiği farklı tepkilerle ilişkilidir. Fakat işçi sınıfı mücadelesinin devrimci bir çerçeveden uzaklaşarak daha ziyade reformist bir zemine sıkışması, ezilenlerin tehdidi karşısında omuz omuza verme eğiliminde olan egemen sınıf fraksiyonlarının daha net karşı karşıya gelebilmelerine ortam sağlar.

Hegemonya krizine yanıt olarak hangi sınıf fraksiyonu iktidar bloğunun inşasını başarırsa hegemonikfraksiyon olma hüviyetine kavuşur. Fakat siyasal krizlerin ortaya konma ve çözülme biçimi nasıl ki her zaman iktisadi krizin birebir yansıması değilse, doğrudan ekonomik olgularla açıklanamazsa hegemonikfraksiyonun kim olacağı da doğrudan yaşanan mücadelenin olumsal bir sonucudur. Ekonomik anlamda hegemonik olan fraksiyonun her zaman siyaseten de hegemonikfraksiyon olmasına dair bir zorunluluk söz konusu değildir. Yani burada da bir tür Bonapartizm mümkün olabilir. Ekonomik olarak hakim sınıf fraksiyonu elindeki siyasi araçlarla hegemonya oluşturamaz ya da yıpranan siyasi araçlarını hızla yenileyemezse tamamen oluşan hegemonya krizinin çözümünün mücadeleyle belirlenen bir sonucu olarak ekonomik olarak başat olmayan bir fraksiyon, hegemonik sınıf fraksiyonu haline gelebilir. Fakat iktidar bloğu tabii ki sadece tek bir fraksiyonun çıkarlarını savunamaz. Muhakkak hegemonik olmayı hedefleyen fraksiyon tüm sermaye fraksiyonlarının uzun vadeli çıkarlarının savunucusu bir rol oynamak durumundadır. Aksi yönde bir dayatma olağanüstü devlet biçimlerini çağrıştırır uygulamalara yol açar.

Yeni hegemonya projesinin sermaye sınıfının tümüne sağladığı en büyük olanak hiç kuşku yok ki alt sınıfların sağlanan rızasıdır. Hegemonya kavramına vurgu yaparken Gramsci’nin “zor zırhına bürünmüş hegemonya” vurgusunu unutmamak gerekir. Hegemonya sadece rıza olarak algılanamaz. Zorun destek vermediği hiçbir hegemonya bir sömürü ilişkisinin sürdürülebilmesine zemin hazırlayamaz. Fakat ezilen sınıfların karşıt hegemonya kurma girişimlerini zayıflatacak bir hegemonyanın egemen sınıf açısından saymakla bitmeyecek faydaları vardır. Ezilen sınıflardan sağılan artı-değer miktarı en az ekonomik faktörlerle olduğu kadar karşıt hegemonyanın meydan okuma yeteneği ile de ilişkilidir. Egemen sınıf hegemonyası, ezilen sınıfların organik bütünlüğünü parçalar. Karşıt hegemonya ancak mücadele ile oluşabildiği için egemen sınıfların hegemonyası ezilen sınıfları hareket edemez noktaya kadar- tabii ki geçici olarak- taşıyabilir. Böylesi bir hegemonyayı kurabilme yeteneği gösteren fraksiyon, sermaye sınıfının tümüne sağladığı bu büyük hizmetin karşılığını da hegemonik sınıf fraksiyon olarak alır. Devlet içinde etkinliği en üst seviye olan fraksiyon budur.

Poulantzas’ın bu analizinin en önemli boyutu ekonomik determinizm dışında siyasete bir alan açmasıdır. Bu anlamda devlet, iktidar bloğunun örgütlenmesinin en önemli aracı ve sınıflar/fraksiyonlar arasındaki güçler dengesinin bir yansıması olarak analizin çok merkezi bir yerinde konumlanır. Bu analizde devlet “kendinde bir şey” olarak işlemez. Yani sınıfsal ilişkilerden bağımsız, toplumsal ilişkilerin üzerinde bir devlet yapısından bahsedilemez. Devlet, toplum içinde cereyan eden mücadelelerin bir yansımasıdır. Bu mücadelelerden bağımsız, kendisi adına var olan ya da kendi varoluşunu sadece bir gelenekle meşrulaştırabilecek bir devlet olamaz. Ve daha da önemlisi bu devlet salt ekonomik gerekirliklerin bir sonucu olarak, altyapının bir gölge fenomeni olarak da kurulamaz. Devleti yaratan güç ilişkileri canlı kanlı toplumsal öbeklerin mücadelelerinin sonucudur. Bu mücadelelerin ne yönde bir denge oluşturacağı ise olumsaldır, var olan üretim ilişkileri ve sınıfların örgütlenmiş güçleriyle koşullanmıştır. Ancak ekonomik anlamda en etkin fraksiyon her zaman hegemonya inşa etmeyi başaramayabilir. Ya da kendisine alan açma, birikimini hızlandırma telaşındaki bir sınıf ya da fraksiyonun bunu siyaset üzerinden başarmaya çalışması mümkündür. “Devlet eliyle burjuvazi yetiştirme” meselesi tam da budur. Zaten bütün sermaye iktidarları devletler tarafından inşa edilir. Devlet dışında oluşan bir sermaye iktidarı anlamsızdır, böyle bir tarihsel olgu da gösterilemez.

Bob Jessop, “toplumu ya da devleti öncelikli kılan yanlış ikilemleri reddetmek zorundayız, bunun yerine devleti bir toplumsal ilişki olarak gören Poulantzas’ı takip etmeliyiz” derken bunu vurgulamaya çalışmaktadır. Salt toplum merkezli vulger Marksist yaklaşımlar için devlet meselesi önemsizdir, çünkü siyaset ekonomik ilişkilerin birebir yansıması üzerinden oluşur. Burada aslında siyasetin alanı yoktur. Kendisine özgü bir sonucu yoktur. Bu anlayış için aslında devrimin ve ciddi toplumsal dönüşümün de imkânı yoktur, çünkü devrimler ancak büyük iktisadi krizlerin sonucu olarak yaşanabilirler, oysa kapitalizm tarihi sermayenin aşamayacağı bir ekonomik krizinin olmadığını göstermiştir. Fakat bazı siyasal mücadeleler sermaye iktidarını paralize edebilmişlerdir. Siyasetin kendine özgü anlamını çözümleyemeyen, siyaseti ekonominin gölge oyunu olarak gören anlayış sosyalizmin yaşadığı başarısızlıkların da birinci dereceden sorumlusudur.

Devleti kadir-i mutlak bir güç olarak, aşkın ”özne” olarak görmek de bir başka uçtur. Bu sınıflar üstü devlet bakışının varacağı son nokta bir biçimiyle sivil toplumculuk ve liberal duruş olmaktadır. Sınıfların üstünde bir kendinde devlet, sınıflar arasındaki mücadelenin bir konağında mümkün olabilir ancak bu durum ancak geçicidir. Güç ilişkilerini istikrarlaştıran hakim fraksiyon devleti denetimi altına alır.

Şimdi Poulantzas’ın bu kavram seti ile Türkiye’de yaşanan dönüşümün nasıl yorumlanacağını ortaya koymaya çalışalım:

AKP İktidarı ve Yeni İktidar Bloku

1980 askeri darbesi sınıf siyasetini gündemden düşürmek amacını başarıyla tamamladı. Sınıf siyaseti, 1990’larda kısmen kendini toparlayabilmiş gibi gözükse de 2000’li yıllarla birlikte gittikçe silikleşerek iktidar alternatifi olmaktan uzaklaştı.(BSB, 2008; 23)

1980’li yıllarda sermaye sınıfı yoğun bir hegemonya sorunu yaşamadı. Askeri darbenin temizlediği, muhalif sesleri kıstığı, emek örgütlerinin dağıtıldığı bir ortamda ihracata dayalı bir birikim stratejisi ekseninde bir hegemonya yaratıldı. Özal’ın dört eğilimi birleştirdiği iddiasındaki partisi ANAP, sermaye sınıfının farklı fraksiyonlarını birleştirmeyi başararak kendisini egemen sınıf partisi olarak örgütlemeyi başardı. (Akça, 2011)

Bu dönemde yaşanan gelişmelerden en önemlisi hiç kuşku yok ki sermayenin farklı fraksiyonlarının hızla gelişen küreselleşme süreciyle eklemlenmeye başlamasıdır. İthal ikameciliğin ve korumacılığın hâkim olduğu 60-80 arası sürecin aksine 1980’lerde devletin ekonomiden geri çekilmeye, bürokrasinin etkinliğinin sınırlanmaya çalışılması dünya kapitalizmiyle ilişkilenirken devlet dolayımından geçme zorunluluğunu tamamen ortadan kaldırmasa bile azalttı. Böylece devlet kanallarında yeterince etkin olamayan, devleti kendi sermaye birikimleri için bir araç olarak kullanacak kadar ağırlığı olamayan kesimleri, dünya piyasalarıyla bütünleşerek sermayelerini genişletme olanağı ile buluşturdu. 1990’larda ortaya çıkan ve Siyasal İslam kökeninden beslenen yeni hegemonyacı projenin taşıyıcısı sermaye fraksiyonu olan Anadolu sermayesi, yukarıda anılan süreçten ciddi olarak yararlandı. Dünya piyasalarına doğrudan açılabilme olanağı, bu şekilde devletteki tekelci sermaye ağırlığının yarattığı dezavantajları Anadolu sermayesi açısından aşılabilmesi olanağını yarattı. (ESI, 2005)

“Hükümet erkinin yitirilmesi, egemen sınıflar açısından taşıdığı olası tehlikelerin ötesinde (bütün bir dizi maddi ayrıcalıklardan yoksun kalınması anlamına gelir) ama aynı zamanda da önemini devletin içindeki belirgin rolünden devşiren bir parti için dağılma riskleri taşır”(Poulantzas, 2004; 264). ANAP da aynen burada bahsedildiği biçimde iktidardan düştükten sonra bir daha toparlanamadı. Demirel’in 1980’lerin sonundaki geri dönüşü de iktidar bloku açısından hegemonyanın tesis edilebilmesinin önünü açamadı.

1990’larda tekelci sermayenin hegemonyacı bir proje üretemeyişinin en önemli sebebi uygulanan ekonomi politikalarının dışlayıcılığıdır. Washington Konsensusu doğrultusunda uygulanmaya çalışılan monetarist politikalar, KİT’lerde çalışan işçiler ve tarım sektöründe çalışanlar için devletten maddi tavizler koparmanın çok daha zor olduğu bir dönemi simgelemekteydi. 1989 Bahar Eylemleri her ne kadar sanayi işçilerinin 1980’lerdeki ücret kayıplarını kısmen telafi edebilmesini sağladıysa da özelleştirmeler, sendikal örgütlenmenin önündeki çok yönlü engeller, işçi sınıfına dayatılan ve esnekleşmeye dayanan yeni çalışma biçimleri işçileri büyük oranda hegemonyanın kapsamı dışına atıyordu. Tarımsal sübvansiyonların kesilmesi, devletin alıcı olduğu birçok ürün için piyasadan çekilmesi,  merkez sağın geleneksel kalesi kırları kaybetmeye başlamasına yol açtı. Neo- liberal politikalar, tekelci fraksiyonun merkez sağ ve sol hegemonya projelerinin manevra alanını daraltmakta, alt sınıfların eklemlenmesinde başarısız olmaktaydılar. Ayrıca aynı dönemde Kürt ulusal mücadelesinin dizginlenemez yükselişi de finans kapital partilerinin hegemonik hale gelebilmesini imkânsız kılan faktörlerin başında geldi.

Siyasal İslam’ın bir hegemonya projesine doğru evirilmesi böylesi bir konjonktüre yaslanmaktadır. 1990’ların fenomen sanayi kuruluşları KOBİ’ler ve Anadolu Kaplanları idi, post fordist çalışma koşullarına ve küreselleşmeye hızlıca uyum sağlayan Anadolu sermayesi 12 Eylül’ün yarattığı ucuz işçi cennetinden hızlı bir sermaye birikimi için yararlanmayı çok iyi becerdi. 1960’ların taşra tüccarları, tekelci firmaların yerel acenteliğinden sanayi burjuvaları haline terfi ettiler. Denizli, Çorum, Maraş, Gaziantep öne çıkan sanayi şehirleri olarak sivrildiler. (Somer, 2007) Fakat bu büyüme hiçbir zaman finans kapitalin güneşin altındaki yerini tehdit edecek bir noktaya da ulaşamadı.

Sermaye birikiminin gelişimi ve Anadolu sermayesinin artan sosyal ağırlığı farklı bir hegemonya projesi yaratmadan edemezdi. Refah Partisi bu projenin adı olarak okunabilir. Yerel seçimlerde kazanılan başarılar sonrasında 1996 seçimlerinde “Adil Düzen” kampanyası ile birinci parti olan Refah Partisi, koalisyon hükümeti kurdu, Genel Başkanı Necmettin Erdoğan Başbakan seçildi. (Tuğal, 2010)

Poulantzas’ın bahsettiği gerçek iktidar- biçimsel iktidar ayrımı burada kendisini hızlıca gösterdi. Çok yönlü bir psikolojik, politik ve askeri manevra eşliğinde hükümet 28 Şubat müdahalesi ile düşürüldü. Refah Partisi kapatıldı. Tekelci sermaye, henüz yeterince uysallaşmamış Siyasal İslam’ın hegemonyacı projesi ile uzlaşmadı.11 Eylül öncesinde uluslararası sistemin de İslam’ın massedilmesi ile ilgili çok daha ciddi rezervleri söz konusu idi. Türkiye gibi önemli bir NATO ülkesinde tam sınanmamış, Batı karşıtı bir zemine oturan bir partinin kabul görmesi beklenemezdi.

1997-2002, Öcalan’ın yakalanması gibi çok önemli bir olay, hiçbir hegemonik projeyi temsil etmeyen Ecevit’in partisi DSP’ye geçici bir iktidar fırsatı sağladı. Fakat Cumhuriyet tarihinin en şiddetli krizlerinden biri olan 2001 krizi, o ana kadar var olan neredeyse tüm partileri tasfiye ederek Siyasal İslam’cı hareketin modifikasyona uğramış hali AKP’yi iktidara taşıdı. AKP önemli bir hegemonya projesini temsil etmekteydi. Toplumun farklı kesimlerinin rızasını temin etmek için oldukça dolambaçlı bir güç biriktirme ve mevzi kazanma mücadelesi yürütüldü.

Uluslararası sermayenin desteğini temin etmek için çok önemli adımlar atıldı. AB ile ilişkilerin gelişmesi için tavizler verildi. ABD’nin olası Irak operasyonuna açık destek verildi. 1 Mart 2003’te ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a girişine imkân tanıyan tezkerenin mecliste kabul edilmemesinin siyasi mesuliyeti ordunun üzerine yıkıldı. Böylece ABD’nin ve uluslararası sermayenin Türkiye içindeki en önemli partneri olma vasfı ordudan alındı. Önce 11 Eylül’ün sonra da Arap Baharı’nın yarattığı koşullarda İslam dünyasının Batı’ya açılan uyumlu penceresi rolüyle iç siyasetteki mücadelelere tahvil edilecek önemli bir güç kaynağı yaratıldı.

Tekelci sermayeye sunulan barış çubuklarından ilki ve en önemlisi ise öncelikle Kemal Derviş tarafından başlatılan dönüşümün aynen devam ettirilmesi oldu. Var olan paketin istikrarlı bir parti tarafından sürdürülmesi tekelci sermayenin kendi ekonomik programının istikrar kazanması anlamına geldi. İşçi sınıfı üzerindeki düşük ücret baskısının sürdürülmesi de Anadolu sermayesi ile tekelci sermayenin ortaklaştığı politik gündemlerden biriydi. Türkiye kapitalizmin çok köklü meselelerinden biri olan kırların boşaltılması meselesi, çok güçlü kırsal hegemonya rezervlerine sahip olan AKP tarafından halledildi, kırların nüfusu kentlerin altına indi. Bu durum da, emek gücü arzını arttırarak işçi ücretleri ve örgütlenmeleri üzerinde sermaye lehine basınç yaratacak bir biçimde başarıldı.(Boratav, 2010; 434)

Alt sınıflarla kurulan ilişkide de hegemonyacı yaklaşım etkili sonuçlar doğurdu. 1990’larda ortaya çıkmaya başlayan ve ciddi siyasi gerilimlere gebe görünen kentlerdeki çöküntü alanları-varoşlar- AKP aracılığıyla denetim altına alındı. İşsizlik ve yoksulluktan kaynaklanan güvencesiz işçilerin tepkileri, belediyelerin ve tarikatların yardımlaşma mekanizmaları aracılığıyla hegemonya projesine eklemlendi. İşçi sınıfı içindeki parçalanma, güvencesiz işçilerin desteğinin kotarılması için araç haline getirildi. Kamu çalışanlarının ve sendikalı işçilerin geliştirdikleri mücadeleler, güvencesiz işçilerin daha da mağdur oldukları, dolayısıyla güvenceli kesimlerin karşı çıkışlarının meşru olmadığı gerekçesiyle yalnızlaştırıldı. Yeşil Kart, okul kitaplarının ücretsiz dağıtılması gibi kimi adımlarla sağlık ve eğitimde yaşanan piyasalaşmaya rağmen hegemonyaya destek devşirildi.

Türkiye Cumhuriyetinin özgün tarihsel gelişiminden kaynaklanan sosyal gerilimler de AKP’nin kırsal kökenli kesimlerden yoğun destek devşirmesine hizmet edecek biçimde değerlendirildi. İslami duyarlılıkları olan, özellikle 28 Şubat sonrasındaki atmosferden rahatsızlığı diri kalan kesimler kendilerinden gördükleri AKP kadrolarına yoğun destek verdiler. Alt sınıflara sağlanan ve maddi tavizler olarak algılanabilecek kimi uygulamaların yanı sıra bu kültürel hegemonyanın da alt sınıfların rızasının devşirilmesinde çok önemli bir rolü olduğu düşünülebilir. (Durak, 2011)[1]

AKP iktidar blokunda kendi pozisyonunu geliştirmeye çalışan Anadolu burjuvazisinin hegemonya projesi olarak okunursa devlet aygıtlarının AKP’ye karşı geliştirdikleri direnç de tekelci sermayenin iktidar blokundaki hegemon pozisyonunu koruma refleksleri olarak okunabilir. Gerçekten de özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile birlikte yükselen gerilim AKP’ye geri adım attırmaya dönük çok yönlü devlet baskısı ile birlikte ilerledi. 28 Şubat’ta Siyasal İslam’ı geriletmeyi çok rahat başaran hegemonfraksiyon aynı başarıyı 10 sene sonrasında gerçekleştiremedi.

AKP’nin 2007 seçimlerinden oy oranını arttırarak çıkması, iktidar bloku içi çatışmada yeni bir seviyeye sıçranmasına yol açtı. O ana kadar temkinli davranan ve altta güreşen Siyasal İslam, askeri darbe girişimini de boşa düşürünce mevzi savaşından siper savaşına sıçradı.(Akça,2011b)   Burada da hukuk çok önemli bir organizasyon aracı olarak devreye sokuldu. “Yasallığın bastırılabilemez yeteneği” iktidar bloku içi çatışmalarda en önemli etken olarak ortaya çıktı. “Bugün siyasal bir rakibi saf dışı etmenin en etkili yolu çatışmayı hukuk alanına taşımaktır” (Poulantzas, 2004) Ergenekon davası ile başlayan süreç ardı ardına davalarla ordu başta olmak üzere birçok devlet organının yürüttüğü direnişin kırılmasında araç olarak kullanıldı. Hukukun kendisinin yeniden tanzimi ile hegemonyayı güçlendirmek için referandumlar devreye sokularak devlet içindeki direnç odaklarının kırılması için gereken yasal düzenlemeler yapıldı. Böylece HSYK gibi çok önemli bir kuruluş muhalefet odağı olmaktan çıkartılarak, yeni hegemonya projesine uygun bir biçimde yeniden yapılandırıldı. (Ertekin, 2011)  Gelinen son noktada birçok gözlemci tarafından 10 yıldır hükümet olan AKP’nin artık devlete bütünüyle hâkim olduğu tespitleri yapılmaktadır. Güç dengelerindeki bu dönüşüm iktidar bloğunun yeni bir mimariye kavuşturulduğunun, çatışma potansiyeli tam olarak ortadan kalkmasa da hegemonfraksiyonun bir denge durumu yaratmayı başardığının işareti olarak okunabilir.

İktidar blokunun yeni şekillenmiş halinin kalıcı hale getirilebilmesi, istikrarsız dengeden istikrarlı dengeye geçiş ise yeni anayasanın hazırlanması ve oluşan yeni blok içi güç ilişkilerinin hukukileştirilmesi ile resmi ideolojinin yeni döneme uyarlanması ile mümkün olacaktır.

Faşizm Tartışmaları ve Otoriterleşme

AKP iktidarının özellikle 2011 seçimleri sonrasında başlattığı saldırı süreci topyekûn bir otoriterleşme tartışması başlattı. Kimi kesimler anlatılmak isteneni kolayca anlattığı için “AKP faşizmi” söylemini tercih ettiler. Biz de 2012 yılı propagandamızda bu söylemi yaygın bir biçimde kullandık. Çünkü AKP gerçekten de Kürt halkı başta olmak üzere devrimcilere, muhalif unsurlara geliştirdiği saldırılarla topyekûn bir hüruç hareketi başlatmıştı. Bir taraftan Başkanlık sistemi tartışmaları ile neredeyse tamamen Erdoğan kültü ekseninde devletin yeniden inşası iddiası, bir taraftan “dindar gençlik” istiyoruz diyerek topluma bir yaşam biçiminin dayatılmaya çalışıldığına dair işaretler, sınıf örgütlenmelerine yönelik çok yönlü saldırılar, medyayı tamamen zapturapt altına almak için geliştirilen yöntemler “faşizm” kavramının çağrıştırdıkları ile çok da uyumluydu.

Fakat şurası açıktır ki Marksizm’in faşizm üzerine ürettiği genel yaklaşımlar çerçevesinde AKP’yi tipik bir faşist parti çerçevesine sokmak da mümkün olmamaktaydı. Fakat bu bilimsel bilgi yaşanan durumu açıklamak için daha etkin bir kavram geliştirme zorunluluğunu da ortadan kaldırmamakta. AKP iktidarının devlet içerisine nüfuz etmesi ile yoğun bir otoriterleşme ile karşı karşıya kalındığı ortadadır. Yani AKP’nin askeri vesayeti ortadan kaldırması Türkiye’yi demokratikleştirmediği gibi tam tersine AKP hegemonyasını güçlendirerek otoriter bir rejim inşa etmektedir. Makyavel’in düşündüğü gibi toplumsal demokrasi çatışma yeteneği olan toplumsal sınıfların birbirlerine tam olarak güç yetiremedikleri momentlerde daha belirgin olarak gözlenmektedir.

Hegemonya tehdit edilemez bir hale geldikçe otoriterleşme eğilimi gösterir. Tehdit altındaki hegemonya ise ayakta kalmak için kendi dışındaki kimi unsurların desteğini temin edebilmek için kendisini bütünüyle dayatamaz. Fakat tehdit unsurları ortadan kalkınca hegemonya projesi daha katı bir biçimde empoze edilebilir. Aslında Türkiye tarihi böylesi bir bakış açısıyla ele alındığında egemen sınıfların hegemonik olabildikleri dönemlerde alt sınıflar üzerindeki baskının arttığını, iktidar bloğu içindeki çatışmaların döneme damgasını vurduğu süreçlerde ise alt sınıfların görece hareket alanlarını geliştirebildikleri söylenebilir. CHP’nin tek parti iktidarı karşısında demokrasiyi temsil eden DP’nin iktidara gelir gelmez CHP’ninkini bile aratan bir vesayet rejimi inşa etmeye soyunması gibi AKP iktidarı da askeri vesayetin özünü bir süreklilik olarak edinmiş gözükmektedir.

AKP dünya kapitalizmi açısından sıra dışı bir örneği temsil etmemektedir. Özellikle işçi sınıflarının dünya kapitalizmine ölümcül tehditler ve alternatifler oluşturmaktan uzaklaşması, otoriter devletlerin gelişimini mümkün kılmaktadır. İşçi sınıfının öldürücü saldırılarının geri çekilmesi aslında kitlelerin siyasal karar merkezlerinden hızla geri çekilmesine yol açmaktadır. Toplumsal demokrasi günlerinden geriye kalan kurumlar, aynen Sovyetler Birliği’nde Sovyetlerin başına geldiği gibi içi boş tartışmaların yapıldığı anlamsız kurumlar haline gelmektedir. Verimlilik ve etkinlik söylemleriyle yürütme kanalının elini güçlendiren yeni düzenlemeler yapılmaktadır. “Otoriter devletçilik demokrasideki çok büyük dönüşümlere tekabül etmektedir. Bu dönüşümler kitlelerin siyasal karar merkezlerinden hızla dışlanmasında, devletin toplumsal yaşamın bütününü istila ettiği bir anda devlet aygıtları ile yurttaşların ayrılmasında ve aralarındaki büyüyen mesafede, devletin erişilmemiş bir dereceye varan merkeziyetçiliğinde, “katılım” girişimleri aracılığıyla kitleleri yaygın bir biçimde zapturapt alma eğilimlerinde (güçlü bir sivil toplumculuk ve yönetişim eleştirisi b.n), kısacası siyasal düzeneklerin artan otoriterizminde özetlenmektedir” (Poulantzas)

Teknolojik dönüşümlerin de otoriterleşme eğilimlerini beslediğinin altını çizmek gerekiyor. “Üretici güçlerin” gelişimi hegemonik olabilen bir devletin toplumu kuşatabilme yeteneğini arttırıyor. (bu imkânlar kriz dönemlerinde devrimci güçler açısından da yeni olanaklar yaratmaktadır. Ve tek başına RedHack bile aslında devletin otoritesinin kırılganlığını göstermeye yetmektedir.)

“Siyasi demokrasinin kurumlarının sınırlanması ve dönüştürülmesi dışında, günümüz toplumlarını belirleyen şey, siyasi demokrasi ile toplumsal demokrasi arasında giderek büyüyen mesafedir. Parlamentoda ete kemiğe bürünen ve atıfsal çerçevesini evrensel bir akılcılığın oluşturmuş olduğu meşrulaştırma, yürütme idarede cisimleşen etkililiğin araçsal bir akılcılık düzenini meşrulaştırmaya doğru kaymaktadır”. Etkililik ve performans, otoriterizmin en önemli meşrulaştırma kaynağıdır. Erdoğan’ın birkaç ay önce “kuvvetler ayrılığının ayak bağı “olmasından bahsetmesi rastlantı değildir. Başkanlık sistemi ile kurulmak istenen siyasi mimaride, yüksek yargının tek çatı altında birleştirilmesi girişimlerinde görünen, AKP’nin egemen kitle partisi konumunu kullanarak devlet aygıtını egemen sınıflar adına daha etkin kullanabilmek için daha otoriter bir biçimde inşa etme çabalarıdır.

AKP’nin temel sınıfsal dayanağı olan Anadolu Burjuvazisinin ekonomik anlamda en etkin egemen sınıf fraksiyonu olmaması, onu daha da devletçi ve otoriterizm destekçisi yapacaktır. Çünkü Anadolu burjuvazisinin zenginleşmesi meselesi CHP’nin finans kapitali devlet fideliğinde büyütmesine oldukça benziyor. Böylesi süreçlerde siyaset ve otoriterizm daha fazla ön plana çıkıyor.

AKP’nin otoriterizmi inşa ederken kullanacağı en büyük imkân da hiç kuşku yok ki egemen kitle partisi olabilmesidir. Kemalizm Cumhuriyet tarihinde neredeyse hiçbir zaman hegemonik olabilen bir hegemonya projesinin temel hikâyesi olamadı. ‘Türkiye Sağı’nın onu eğip bükmesi, milliyetçilik ve İslamcılık ile aşılaması da çok verimli bir sentez yaratamadı. Oysa bugün AKP görece daha organik bir ideolojik duruştan, İslamcılıktan, besleniyor. Ve de bu ideolojik etkinlik devlet kadrolarının da büyük oranda parti kadroları ile doldurulabilmesine olanak sağlıyor. Egemen kitle partisi, devlet idaresinin yürütmenin tam anlamıyla güdümüne girmesinde önemli bir volan kayışı işlevi görüyor. Bu imkân, yürütmenin etkinliğini de otoritesini de arttırıyor.

AKP’yi ve Türkiye egemen sınıflarını otoriterizme doğru çeken en önemli koşullardan birisi de Ortadoğu’da yaşanan yeniden paylaşımdır. Sykes-Picot anlaşması ile 20.yüzyılın başında çizilmiş sınırlar bugün artık çok açık bir biçimde aşınma sürecine girmiştir. Suriye’nin geleceği üzerine yapılan hesaplar, Sünni-Şii cepheleşmesi, İran’la ilgili planlar ve daha da önemlisi Türkiye egemen sınıflarının küresel ölçekte sınıf atlamak açısından enerji kaynaklarına duydukları açlık Erdoğan’ın Yeni Osmanlıcılık hayallerine yön veriyor. “İnsanlık ve uluslararası sistem genel bir restorasyondan geçerken bölgemiz ve özellikle son 2-3 yıl içinde Ortadoğu bölgesi büyük bir iç restorasyondan geçiyor, yeniden yapılanıyor. Geçenlerde verdiğim bir röportajda bunu 100 yıllık parantezin kapanması olarak nitelemiştim. Evet, 100 yıl içinde yaşanan sömürgecilik döneminden ve soğuk savaşlarla, suni çizilmiş sınırlarla, ayrıştırılmış ulus devlet tecrübelerinin üzerinden geçen acılı yıllardan sonra bütün bir bölge tekrar bir bütünlük, bir iç restorasyon arayışı içinde. Ve bu bölge bizim kadim medeniyetimizin doğduğu bölge.” (Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 15 Mart 2013 Diyarbakır konuşması) Türkiye’nin bölgede restorasyondan anladığı bölgenin hamisi rolüne sıçramak, yeniden paylaşımda etkin rol almak, Türkiye egemen sınıflarının bölgenin yağmasından en çok faydalanabileceği konumu garanti altına alabilmek. Böylesi koşullarda Türkiye’nin bunca gerilimli bir coğrafyayla ilgili böylesi yükselmiş beklentilerinin olması da savaş dahil bölgede çeşitli hesaplaşmaları gündeme getirecektir. Böylesi bir momentten geçerken otoriter bir devlet aygıtı işlevsel olacaktır.

Foti Benlisoy bu yazının girişinde bahsedilen makalelerinde 2012 Türkiye’sinde yaşanan gelişmeleri faşizm olarak nitelemenin aşırı olacağını vurgularken kimi tespitler yapıyor. Bu tespitler, faşizm için gerekli koşulların sağlanmadığını vurgulamak için kullanılmış. Örneğin “sadece faşizmin bile değil, genel olarak bir siyasal rejimin çözülüp yerine yenisinin şekillenmesi bir politik krize denk düşer”. Foti’ye göre böylesi bir kriz yaşanmamıştır. Oysa 2000’lerin ilk on yılı aslında tam da böylesi bir krizin doruk yapma ve çözülmesi olarak okunamaz mı? 27 Nisan muhtırası, 2007 seçimleri, AKP’ye kapatma davası, Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi ve 12 Eylül referandumu, Ergenekon-Balyoz davaları, AKP’nin HSYK yönetimini ele geçirmesi böylesi bir kriz olarak rahatlıkla okunabilir. Askeri vesayet tam da böylesi bir krizin çözümü olarak ortadan kalkmıştır. Dönemin politik gerilimleri rahatlıkla kriz olarak nitelenmeye müsaittir. Foti, Troçki’den alıntı yaparak “Faşizm, proletaryanın şekilsiz bir duruma indirgenmesi demektir, kitlelerin içine derinlemesine sızan ve proletaryanın bağımsız billurlaşmasını engelleyen bir idare sisteminin yaratılması demektir” demektedir. Bu noktadan bakıldığında da AKP’nin ciddi mesafe kat ettiği ortadadır. 2000’li yıllar Tekel direnişi dışında işçi sınıfının büyük resimden büyük oranda silindiği bir dönem olmuştur. Hak-İş, Memur-Sen gibi örgütlenmeler işçi sınıfının bağrına saplanmış hançerler olarak AKP’nin çok özel gayretleriyle büyütülmektedir. Yine “faşizmin özerk bir siyasi akım olmasını” vurgulayarak AKP’nin faşizme yol açamayacağını vurgulamıştır. Fakat Türkiye İslamcılığı ile faşist hareketinin kaynakları arasındaki paralellik ve birbirinden beslenme de unutulmamalıdır. Erdoğan’ın üstad-ı azam statüsüne eriştirdiği Necip Fazıl aynı zamanda faşistlerin de sevgilisidir. Bugün iktidara ulaşan Siyasal İslam’ın doğuş adının Milli Görüş olması şaşırtıcı değildir. Yine Troçki’den alınan bir bölüm: “Faşizm, küçük burjuvaziyi finans kapitalin çıkarları için seferber etmenin ve örgütlemenin özgül bir yoludur”. AKP de yoksulların rızasının farklı bir biçimde de olsa örgütlenmesine yaslanarak hegemonya üretmektedir. “Sermaye için de faşizm, kendi cennetini muhafaza etmek için yeraltında cehenneme, yani kitlelerin kapitalist buhran koşullarındaki tepki, öfke ve hayal kırıklığına başvurması anlamını taşır”. Finans kapital de benzer şekilde AKP iktidarına bir biçimde katlanmak zorunda kalmıştır, AKP finans kapitale cennetini muhafaza imkânı sunmuş, onu politik istikrar ve süreklilik ile ödüllendirmiştir. Süreç içerisinde AKP-finans kapital ilişkisi çok daha uyumlu bir biçime dönüşmüştür. Fakat ilk etapta Derviş yasaları ile uyum için daha tavizkar görünen AKP, iktidarlaştıkça daha dengeli bir ilişki kurmayı başarmıştır. Askeri vesayetin büyük oranda geriletilmesi ile finans kapital şimdi AKP ile daha da uyumlu davranmaya kendisini mecbur hisseden taraf olmuştur.(Türkiye’nin en zengini Şahenk’lerin haber kanalı NTV’nin 12 Haziran seçimleri sonrasında yaşadığı dönüşüm bu uyumlaşmanın akılda kalıcı bir örneği olarak algılanabilir)

Sonuç olarak Foti, “AKP faşizmi” kavramının ajitatif anlamdan öteye taşınmamasını isterken haklıdır. Fakat AKP eliyle otoriter bir rejimin yeniden inşa edilmesine yaptığı vurgunun yetersiz kalması onu sonuç olarak  “işçi direnişlerine asılmak” dışında bir politik çıkış noktası öngöremez hale getirmektedir. AKP’nin otoriter rejim inşa süreci ile faşizm arasında bol miktarda benzerlikler mevcuttur. Bu benzerlikler sadece tüm devletlerin zaten sahip olduğu baskı ve zor aygıtlarının bolca kullanılması ile ilişkili değildir. Olağanüstü devlet biçimlerini çağrıştıran –başta yürütmenin diğer tüm devlet unsurlarına göre güçlenmesi olmak üzere- politik gelişmeler bol miktarda yaşanmaktadır.

Bugün Kürt Sorununun çözümüne dair atılan adımlar, hangi sonuca varırsa varsın otoriterleşme sürecini tersine çevirme yeteneğinde olamazlar. Çünkü AKP’nin temsil ettiği otoriterleşme salt Kürt sorunu ile koşullanmamıştır. Bu aslında küresel kapitalizmin girdiği bir trendin Türkiye’ye yansımasıdır. Hatta sürecin şimdiye kadarki gelişiminin de gösterdiği gibi AKP barışı  otoriter devlet inşa sürecinin önünü açacak bir biçimde kurgulamaktadır. Fakat bu kurgunun ne kadar başarıya ulaşıp ulaşmayacağı diğer öznelerin de müdahale ve tutumlarına bağlı olarak olgunlaşacaktır.

Sonuç Olarak

Poulantzas’ın kapitalist devleti analiz etmek için kullandığı kavramlar, AKP iktidarı ile yaşanan süreci anlamlandırmak için oldukça açıklayıcı olabilmektedir. Bu çalışmayla bunu ortaya koymaya çalıştık.

AKP iktidarını Cumhuriyet tarihinin diğer burjuva iktidarlarından ayıran kimi yönler mevcuttur. Cihan Tuğal’ın analizinde kullandığı İslami hareketin düzene “massedilmesi” kavramı sürecin sadece bir boyutunu açıklamaktadır, çünkü düzenin içine çekilen hareket de düzenin kimi parametrelerinde değişimlere yol açmaktadır. Bu değişimler ulusalcıların sürekli dile getirdiği gibi sadece din ve laiklik eksenli ideolojik konularda yaşanmamaktadır. Tam tersine egemen sınıf fraksiyonları arasındaki koltuk kapma oyununun yeni bir sonuç verdiği bir momente denk düşmektedir. 2000’li yılların ilk on yılında ülkede yaşanan politik kriz ve yerine oturmamışlığın sınıfsal zeminde bir karşılığının olmadığını düşünmek, Tarihsel Materyalizm ile köprüleri tamamen atmak, siyasetin çerçevesini oluşturan maddi dünyayla ilişkilenmesini varsaymamak anlamına gelir. Tarihsel Materyalizmi rafa kaldırınca da Marksizm’den geriye de pek bir şey kalmamaktadır.

Sınıf mücadelesinin büyük resmin temel etmenlerinden biri olmaktan düşmesi egemen sınıf fraksiyonları arasında böylesi bir hesaplaşmanın yaşanmasını mümkün kılan ana koşuldur. Bu koşul 2000’lerin ilk on yılında Türkiye siyasetine damgasını vurmuştur.

AKP 2010 referandumu ve 2011 seçimleri sonrasında tek ve kesin iktidar haline gelmiş, 3. Cephe vurgusunu gereksizleştirecek düzeyde karşıtı üzerinde hâkimiyet kurmuştur. Dolayısıyla AKP’nin tasfiye sürecinden inşa sürecine geçeceği momentte (AKP İl Başkanı’nın terminolojisi) iktidarın temsil ettiği neo-liberal hegemonyaya Kürt, Alevi, işçi, kadın ve gençlerden oluşan bir direniş cephesi oluşmasının zemini doğmuştur. Ulusalcı güçlerin 2011’de yaşadığı dağılma da toplumun çok geniş kesimlerinin gözünü aslında yukarıdaki direniş cephesine çevirmesine yol açmıştır. Bu imkân bizlerin de içinde bulunduğu birçok politik özne tarafından belli biçimlerde somutlanmaya çalışılmıştır. Bu dönemde Türkiye’deki bir devrimci politik dönüşümün çok önemli momentlerinden biri olan Kürt-Alevi yakınlaşması konusunda önemli adımlar atılmıştır. AKP’nin yoğun operasyonları bu bloğun her geçen gün daha da büyümesini engelleyememiştir. 2011 ve 2012 1 Mayıs’ları da bu atmosferin yansıdığı dev mitinglere dönüşmüştür. Tam bu dinamiklerin üzerine HDK oldukça toparlayıcı bir güç olarak oturmuştur fakat HDK’nın bir önceki dönemin liberal hayallerinden AKP karşıtı bir devrimci muhalefeti örmeye soyunmasına kadar belli bir süre geçmiştir.

Bütün bu gelişmeler AKP’nin Suriye meselesinde tökezlemesi ve AKP-Cemaat geriliminin ortaya çıkması ile yeni bir boyuta taşınmıştır. 2012 yazında Şemdinli eksenli yaşanan çatışmaların ulaştığı boyut ve devletin bazı alanlarda hâkimiyeti kaybetmesi AKP için bir makas değişikliğini mecbur kıldı. Bu tablo AKP’yi Kürt Sorunu konusunda yeni bir manevra yapmak zorunda bıraktı.

Bu manevranın ne sonuçlar vereceğini hep birlikte göreceğiz fakat bu yazının bir diğer önermesi bu sonuçlar ile ilgili beklentileri kısmen sınırlamaya da çalışıyor. AKP’nin gitmek istediği nokta birçok sebepten dolayı otoriter bir devlet inşası yönündedir. Kürt meselesinde ne noktaya gelineceği AKP’nin otoriterleşme eğilimleri açısından çok da belirleyici olmayacaktır. Erdoğan’ın başkanlık ısrarı, bu niyetlerin şu andaki en açık işaretidir. Hiç kuşku yok ki yeni anayasa tartışmalarının AKP açısından en kritik boyutu burasıdır: Erdoğan’ın en az bir 10 yıl daha, inşa sürecinin gerektirdiği yetkilerle donatılmış bir biçimde Başkanlık koltuğuna oturması. İnşa süreci kesinlikle sadece “laiklik elden gidiyor”  kaygısı ile anlaşılmamalıdır. Esas olan Türkiye’nin İran aleyhine Ortadoğu’ya daha fazla nüfuz etmesi, Türkiye’nin bunun gerektirdiği kadar Ortadoğulaşması ve bu yağmanın paylaşılmasında Anadolu sermayesinin Finans kapital karşısında avantajlı bir konumda tutulmasıdır.

Foti, “faşizm doğuşundan itibaren içsel bir gerilimle damgalanmış bir siyasal akımdır” der. AKP iktidarı da benzer bir biçimde çok yoğun içsel gerilimlerle damgalanmıştır. Ekonomik olarak en güçlü olamayan bir sermaye fraksiyonunun kurduğu iktidar bloğu içsel olarak gerilimli olmaya mahkûmdur. Ancak AKP’nin gerilimleri sadece bunlarla sınırlı değildir. Neo-liberalizm ve hegemonya kavramlarının bir arada bulunması bile aslında sürdürülmesi ne kadar zor bir proje ile karşı karşıya olunduğunun göstergesidir. AKP’nin bölgesel hırslarının çok rahatsız ettiği birçok bölgesel güç bulunmaktadır. AKP’nin kendi hüviyetinden bir ülke yaratma ve muhafazakârlaşma projesine ne pahasına olursa olsun direnecek kesimler bulunaktadır. En önemlisi de sömürü koşullarının yoğunlaşması, buna karşılık bir yerlerde büyük bir zenginliğin birikmesi büyük bir öfkeyi alttan alta biriktirmektedir. İnşaat balonu üzerinden döndürülen ekonomi, bölgesel güç olma hayallerini destekleyebilecek bir ekonomik altyapı ortaya koyamamaktadır. Harvey’in “İspanya’nın 5 yıl önceki haline çok benziyorsunuz” sözleri kulaklarda çınlamaktadır.

AKP’nin inşa etmeye çalıştığı otoriter rejimin ayakları sanıldığı kadar sağlam değildir. Yıkılmaya mahkûm bu inşaya karşı istikrarlı ve tüm kesimleri kucaklamayı hedefleyen bir devrimci mücadele kazanmaya mahkûmdur. Kardeşçe, özgür ve işten atılma, aç kalma  korkusuyla yaşanmayacak  bir ülke ancak böylesi bir mücadele sonunda mümkün olacaktır.

 

 

[1] Kültürel hegemonya meselesini oldukça önemseyen Durak, sermaye birikim sürecine meşruiyet sağlayan mekanizmaların ağırlık merkezinin hukuki-siyasal üstyapıdan ideolojik-kültürel üstyapıya doğru kaydığını düşünmektedir. Bu pozisyon genel olarak AKP hegemonyasına alt sınıfların eklemlenmesinde maddi tavizleri önemsiz gören bir bakış açısının etkisi ile oluşturulmaktadır. Fakat bütünüyle yanlış olduğu düşünülemez. Kültürün hegemonya inşasında bu kadar baskın bir rol oynamasında Türkiye’nin yukarıdan modernleşmeci geleneğinin etkisi büyüktür.