ARJANTINAZO KURULU SAATLİ BOMBA – Ayşe Tansever
Düşünce ve Davranışta Yol, Sayı 3, Kasım 2002
Arjantin’in dünyanın 7. zengin ülkesi olduğu söylenir. Yeraltı ve üstü zenginlikleri açısından yokun belki de yok olduğu bir ülkedir. Bu zenginlik onun daha 1950 yıllarından itibaren hızlı bir şekilde sanayileşmesine yol açar. 1943’lerdeki popülist Peron Hareketi ve II. Dünya Savaşı sonrası sosyalizmin bir sistem olmasının kapitalizmde yarattığı korku, Arjantin’de sanayileşmeye özel ilgi gösterilmesini sağlar. Arjantin ekonomisi Brezilya dahil tüm Güney Amerika ekonomisi büyüklüğündeydi. Daha o günlerde tahıl ve büyükbaş hayvan dışında, orta düzey endüstrileşmiş bir ülke olmuş, manifaktür meta ihraç edecek duruma gelmişti. Arjantin bir İspanya, bir Portekiz gibi gelişkin ülkedir. İşçi sınıfı genel çalışan nüfus içinde %40’lara ulaşmış, ülke nüfusunun çoğunluğunun kentlerde yaşadığı bir ülkedir. 70’li yıllarda Arjantin kapitalist anayurtlarda görüldüğü şekliyle sendikalar, tarım kooperatifleri, iyi eğitim görmüş halkı ile kalkınmış bir ülke düzeyine ulaşmıştır.
Ama her zaman Arjantin’de çok zenginler olduğu gibi çok yoksullar da olmuştur. Çok zenginler ABD ve İngiliz zenginleri gibidirler. Örneğin başkent Bounes Aires kuzey ve güney olarak ortadan ikiye ayrılır. Kuzeyde manikürlü köpeklerini dolaştıran kürklü yüksek burjuvalara karşılık güneyde karnı aç dolaşan milyonlarca insan kartondan evlerde yaşarlar. Sokakta bırakılan çocukların kendi kendine büyümek zorunda olduğu, suç oranının korkunç derecelere ulaştığı, ahlaksızlığın akıllara durgunluk verecek bir durumda olduğu bir ülkedir.
Aradan bir yirmi beş yıl geçer ve 20 Aralık 200l’de Arjantin 150 milyar dolar dış borcu ile iflas etmiş bir ülkedir. Ne dış ne de iç borçlarını ödeyemeyecek hale gelmiş, yoksullaşmıştır. Burjuva legalliğini de çiğner. Özel mülkiyetin kutsallığını da kaldıramaz. Halkın bankalardaki hesapları dondurulur. Ya da hesaplarına el konulur.
Ülke nüfusunun üçte birinin yani 10 milyon insanın yaşadığı başkent Buenos Aires dahil tüm ülkede süpermarket talanları başlar. Halklar çoluk çocuk sokaklara dökülür. Kimisinin ellerinde tencereler, tavalar sokaklarda devleti protesto ederler. Karınlarının aç olduğunu dile getirmeye çalışırlar. Başkentin ana meydanında toplanırlar. Başta IMF gözdesi Maliye Bakanı Domingo Cavallo ve devlet başkanının istifasını talep ederler. Hiçbir politikacıya güvenlerinin kalmadığını bağırırlar.
Polis saldırır. Göz yaşartıcı bombaların, plastik ve sahici mermilerin, tazyikli suların kullanıldığı bir dövüş yaşanır. Hala resmi olarak açıklanmamasına karşın en az 30 kişi ölür. Yüzlerce yaralı ve bine yakın tutuklama yapılır. Halk öncüleri devlet sarayına girerler. Ortalığı yakıp yıkarlar. Cavallo istifa eder. Devlet Başbakanı Rúa da bir helikopterle devlet sarayının damından kaçmak zorunda kalır.
Başa halkın sevgilisi olduğu söylenen R. Saa gelir. “Ne devalüasyon, ne peso, ne dolar” der. Üçüncü bir para birimini çözüm olarak önerir. Bunun ne demek olduğunu anlayan halk yılbaşından bir gün önce yine sokaklara dökülür. Bu kez başa Eduardo Duhalde gelir. Şimdi olaylar durulmuş gibi. Arjantin yeni bir döneme girmiştir. Bu dönemin ne kadar süreceği ve olayların nasıl gelişeceği önümüzdeki günlerde yaşanarak görülecektir.
Böylesine zengin bir ülke yaklaşık 25 yıl içinde nasıl böyle borçlu bir ülke konumuna gelmiştir? Ya da getirilmiştir? Bir on yıldır neredeyse her gün Menemler ve Cavalloların uyguladıkları politikalarla beyinlerimiz yıkanıyordu. IMF ve Dünya Bankası ya da dünya finans-kapitali bu kişileri bize örnek olarak sunuyorlardı. Bu politikacıların neoliberal politikaları uygulamada gösterdikleri başarı dillerden düşmüyordu. Nasıl her şeyi özelleştirdikleri ve bunun ülkeyi nasıl kalkındıracağı ballandıra ballandıra anlatılıyordu. Evet, Arjantin bir mali kriz içindeydi; ama borçlarını ödeyecekti. Gayri safi hasılasına göre borçlanması çok sayılmazdı, diye duyuluyordu. Ve birden halk ayaklanarak nasıl da durumlarının içler acısı olduğunu dünyaya duyurdu. Evet, dünyanın bu 7. zengin ülkesinin halkı nasıl böyle yoksul bir halk konumuna getirilmiştir? Ve buna başkaldırma nasıl örgütlenmiştir? Altta yatan halk güçlerinin örgütlülükleri nelerdir? Bunları incelemek yerindedir.
Peronizmin Kökleri
1900’lü yılların, başından itibaren Arjantin işçi sınıfı hareketi başlar. 1930’lar kapitalizmin krizi en derin yaşadığı günlerdir. Sosyalizm kurulmuştur. Tüm dünyada işçi sınıfı hareketleri başlamıştır. Arjantin’de de işçiler sınıf mücadelesini artırmışlardır. İşçi Federasyonu etkinliğini artırır. Ve gelecekte bu güç Peronizm’in çekirdeği olacaktır.
Peron iktidarını 3 dönemde incelemek uygundur. Ordu iktidardadır. İspanya faşizminden etkilenerek faşizmin yararlarını savunmaktadır. Peron işçi komisyonunda komünizmin etkinliğini kurmuştur. İşverenlere giderek halkların durumlarının kötü olduğunu, sosyalizmi örnek alarak bir devrim gerçekleştirebileceklerini savunur. Cunta, Peron’u hapse atar. Halk sokaklara dökülünce de serbest bırakmak zorunda kalır. Peron’un iktidar olması ile ikinci döneme geçilir. 1946-55 yıllarındaki bu dönemde işçiler birçok hak elde ederler.
“Peron iktidarında sosyal güvenlik çok genişledi. 5 milyon işçiyi kapsadı. Yaklaşık bütün işgücünün %70’ini. Sağlık sigortası genişledi, yiyecek ve temel maddelerde sabit fiyat getirildi, işçilere ev kredisi garanti edildi; kamu sektörü genişledi ve gerçek ücretler 1946-49 arasında %60 yükseldi. İşçi sınıfının ulusal gelir içindeki payı 1946-50 arasında hızla yükseldi. (Shaping the Political Arena, Critical Junctures, The Labor Movement and Regime Dynamics in Latin America, Berins Collier ve David Collier, Princeton Uni. Press, 1991, sf. 341)
Bundan sonra Peron döneminin üçüncüsü başlar. Peron’un bu politikaları sonucu ilk yüksek enflasyon başlar. Dış ticaret durma noktasına gelir. Ekonomi kötüleşmeye başlar. Bu kez Peron verilen hakları geri almaya kalkar, kemer sıkma politikaları uygular. Sendikacılarla da anlaşır. Ama işçi sınıfı bu sendikacıları kapı dışarı ederler. Ve bundan sonra Peron ve anti-Peron iktidarlar bir iner, bir biner. Ve bu ara Peron ölür. Ancak Arjantin halkı Peron dönemini asla unutmayacaktır. Peron Partisi özünde sendikalizm temelinden bir işçi hareketi gibi çıkmış, popülist bir harekettir. Ve sonuçta devletçilikle beslenen finans-kapitalle kaynaşmış bir kesim yaratmıştır.
Borç Birikim Tarihi
1976-1983 yılları arasında iktidarda askeri cunta vardır ve de ilk ciddi borçlanmalar bu dönemde yapılır. Cunta Arjantin’in ABD ve İngiliz zenginleri kadar zenginleriyle kaynaşmış en zengin bir avucun iktidarıdır. Sınıflar savaşı yükselmiştir. IMF’ye borçlanılıp silah alınır ve halkın üstüne sıkılır. 30 bin genç bu dönemde katledilir. Başkent Buenos Aires’in en önemli merkezinde çocuklarının arkasından ağlayan ya da kaybolan evlatlarının fotoğrafları ellerinde onları arayan analar toplanırlar. Aynı bizim Galatasaray Meydanı’nda toplanan Cumartesi Anaları gibi. Bu meydana da bu nedenle Analar Meydanı denir.
İktidara geldiklerinde 8 milyar dolar olan borç, birkaç yıl içinde 45 milyara çıkar. Cunta üyeleri, silahtan geri kalan paraları İsviçre ve ABD’de bankalara kendi hesaplarına yatırırlar. 2000 yılında Arjantin Yüce Mahkemesi, cunta döneminde alınan kredilerin yasadışı harcandığı tespitini yaparak borçların ödenmemesi kararını aldı.
Yani bu dönemin borçları bu derece şaibeliydi ve cunta üyeleri tutuklanmışlardı. Ama yerine geçen Alfonsin hiç bunları önemsemedi, gözünü kırpmadan borçları üstlendi. 1989 yılına kadar iktidarda kaldı ve borçlara kendisi de bir 15 milyar ekleyerek bunu 60 milyara çıkardı. Döneminde en başta Renault ve ABD Citibank’ı gibi çok uluslu şirketleri zenginleştirdiği söylenir. Halklar yine sokaklara dökülürler. Peron Partisi’nin önde gelenlerinden -bizim halkımızın kanında Türklük olduğu için Türko dediği- Menem popülist talepleriyle ortaya çıkar ve iktidar olur. Menem 89-98 yılları arasında iki dönem devlet başkanlığı yapar.
Menem, Peronizm geleneğinden gelen burjuva temsilcisi olarak gerçekten neoliberal politikaların uygulanmasında parmak ısırtacak başarılar sergiler. Halk ayaklanması ile gelip orta burjuvaziyi zenginleştirmeye yarayacak neoliberal politikaları eşine az rastlanır bir şekilde uyguladı. Her şeyi, evet ama her şeyi, postasından tren yollarına, hava alanlarından emekli sandıklarına, ulusal petrol şirketlerinden bankalarına tüm ülke sanayini, her şeyi özelleştirir. Öylesine özelleştirme derdine düşmüştür, buna öylesine inanmaktadır ki borçlu özel şirketlerin borçlarını devlet borcu olarak üstlenir ve çok uluslu yabancı şirketlere satar. Bir yabancı bankacı o zamanlar özelleştirmelerle ilgili olarak “Herhalde bir servet elde edeceğiz, hayatımızda elimize bir daha böyle fırsat geçmeyeceğini biliyoruz.” diyor. (Financial Times, 19 Mart 2002) Hayvanat bahçesindeki aslanlardan sokaklardaki kaldırım taşlarına kadar her şey çalınır. Tüm dünyaya açıklık, şeffaflık nutukları çeken IMF, Dünya Bankası ve tüm dünya finans-kapitali bunu yapan kişileri gizleyerek de onların suçlarına aslında ortak olmuşlardır.
Menem, neo-liberal politikanın önemli diğer ilkesini de aynı özelleştirmedeki gibi aşırı uçta uygulayacaktır. Ülke para birim değerinin dalgalanmaya bırakılması, yani serbest kur politikası. Borçların kolay ödenmesinin yolu enflasyondur. Bu canavar %5000’lere tırmanır. Halk sokaklara dökülür. İlk süpermarket yağmalamaları yaşanır. Süpermarketlerdeki yiyecek madde fiyatlarının günde 3 kez değiştirildiği günler hala halkın anılarındadır. Halk 50’lerdeki gibi bir Peron aramaktadır. Ancak %5000’lere varan bir enflasyon yaşayan ülke parasının neresi artık dalgalanmaya bırakılacaktır. Kimsenin pesoya güveni yoktur. Ne yapılacaktır?
Bizim Derviş’le birlikte IMF’de çalışmış olan Domingo Cavallo pesonun dolara eşitlenmesinde bulur çareyi. Enflasyonun yarattığı peso korkusu, ancak doların yarattığı pembe düşler dünyasından yatışabilecek olsa gerektir. Kimsenin güvenmediği peso ancak dolar gibi tüm dünyanın güvendiği bir para biriminin şanı şerefi ile değer kazanacaktır. 1991 yılından itibaren 1 peso=1 dolar politikası uygulanır. Aslında bu devalüasyon yağmurundan kaçarken neo-liberalizm dolusuna tutulmak gibi bir şeydir. Ücretler de dolara bağlı olunca Arjantin dışarı mal ihraç edemez duruma gelir. Batı üretim tekniğinin yüksekliği ile Arjantin tekniği aynı değerde değildir. Üretim diğer ülkelerden daha pahalı hale gelmektedir.
Özelleştirme ve dolara eşit peso uygulamalarının bilançosu ‘96 yılında 120 milyar dolardır. Yani hem tüm ülke taşından toprağına satılmış hem de bu kadar borcun içine düşmüştür. Neoliberal politikalarla vadedildiği gibi tüm hizmetler hiç de ucuzlamamış aksine halkın yararlanma imkanlarının dışına çıkmıştır. Elektrik, telefon borçları ödenemez. Özelleştirilen okullara çocuklar yollanamaz. Özelleştirilen hastanelere gidilip tedavi görülemez. Ne trenlere binilir, ne uçaklara. Öte yandan verimlilik artırmak adına işçilerin yarısı işten çıkarılarak geri kalan yarısı 2 kat çalışmaya zorlanır. Yani bütün bu borçlara rağmen halkın yaşamında bir iyileşme değil, tam tersine bir kötüleşme yaşanmaktadır.
1998’de adı uluslararası yolsuzluklara da karışan Menem iktidardan gider, evinde göz hapsi yılları yaşamaya başlar. Devlet Başkanlığı’na Rua gelir. Artık ekonomide hiçbir iyileşme yoktur. İhracat gelirleri borçların ancak 5’te birini karşılamaktadır. IMF’den gelen kredilerle borç taksitleri ödenmeye başlanmıştır. Bunlar da yetmemektedir. Özel emeklilik paralarına el konulur. Ücretler %13 oranında azaltılır. Yerli bankalar devlet tahvili almaya zorlanır. İç borçlanma çok artmıştır. Buna rağmen aylarca devlet memurlarının maaşları ödenemez. Ordu paraları ödenemez. Yarım gün çalışmaya başlarlar. Bu kez borç taksitleri önüne gelen her şeyi yemeye başlamıştır.
1999 yılından beri kimsenin Arjantin ekonomisine güveni yoktur. IMF sürekli olarak ihracatı artırmak için ‘finans politikasına çekidüzen vermeye’ davet edilmektedir. Bunun anlamı ortadadır. Pesonun değerini dolardan ayır ve yine dalgalanmaya bırak. Devalüasyon yap. Halk bu nedenle tekrar dolara kaçmaktadır. Bankalarda dolar hesapları açılmaktadır. Zenginler paralarını dışarı kaçırmaya başlarlar. Bugün yabancı banka kasalarında Arjantin’e ait 150 milyar dolar olduğu söylenmektedir. Tam da dış borçlara denk düşen bir para miktarı.
İçeride bankalarda ise 45-60 milyar dolar paranın olduğu da tahmin edilmektedir. Rua hükümeti işte 19 Aralık günü bu paralara el koyar. Bankadan para çekilmesi ayda 1000 dolarla tahdit edilir. Aslında bu paranın da IMF’ye ödenebilmesi için atılacak son adımın bir öncesidir. Ya da artık 10 yıldır uygulanan I pesonun I dolara eşit olmasının yükünden Arjantin burjuvazisi kurtulmak istemektedir. Bunun bedelini halka yüklemek istemektedir. Dolarlara el koyup 10 yıllık devalüasyonu bir çırpıda yakacaktır. Halk ayaklanır. Zenginler paralarını zaten internet aracılığı ile borsalardan hisse senedi alarak kaçırmışlardır. Orta burjuvazi elindeki son dolarları kaybetmemek için sokaklara dökülür.
Arjantin bilindiği gibi futbolun anavatanıdır. Arjantinlilerin futbolla yatıp futbolla kalktığı söylenir. Gol kelimesi de aynı bu ülkeden alınmıştır. Arjantinliler gollerin golüne golazo derler. Yani gol kelimesinin arkasına bir azo eki ekleyerek bir katmerleme yaparlar. Cordoba kentinde halk ‘69 yılında ayaklanır. Ve devrin yönetimine karşı çok güzel bir direniş sergiler. Kentin adı o günden beri Cordabazo olmuştur. Arjantinliler 19 Aralık’taki direnişlerine de Arjantinazo diyorlar. Tercüme edersek Arjantin halkı hükümetlerine bir gol atmıştır. Ya da bu halk direnişi Arjantin’de her şeyi değiştirecek, onu daha güzelleştirecek, onu Arjantinlilerin Arjantin’i, Arjantinazo yapacaktır.
20 Aralık 2001 günü Arjantinazo dünya halklarına şunu duyurdu. IMF ve Dünya Bankası reçeteleri, özelleştirme ve liberal politikalar halklara refah değil borç, yoksulluk, açlık, hastalık, cahillik getirirler. Bu politikalar karları özelleştir, borçları millileştir demektir. Neoliberal politikalar halkların tüm birikimlerini, ellerinde avuçlarındakini almakla kalmaz, ayrıca geleceklerini de ipotek altına alır.
Arjantin halkı bunu tüm dünyaya ilan etmekte ve Arjantinazo yoluna çıktığını duyurmaktadır. Başa Sua geçer. Arjantinazo doğrultusunda sözde bir takım önlemler açıklar. Çok kısa bir zamanda 1 milyon işyeri açacak, halka bedava yiyecek-içecek dağıtacaktır. Ne devalüasyon ne de dolara eşitlenme çözümdür. Üçüncü bir para birimi çıkarılacaktır. Halk bu son maddenin ne demek olduğunu iyi bilmektedir. Tekrar halk sokaklara dökülür. Bu kez devlet başkanlığına Menem’in yaveri Eduardo Duhalde gelir. Batı finans kapitalini çok kızdıracak halk taleplerine uygun bir program açıklar.
Duhalde Programları
Bush ve AB’nin, Duhalde’nin bankaların millileştirilmesi, fiyatların dondurulması, IMF borç ödemelerinin durdurulması taleplerine kızmalarında anlaşılmayacak bir yan yoktur. Duhalde, yerli orta burjuvaları koruyan, iflaslarında onlara dolar borçlarını ödemede ayrıcalık tanıyan iflas yasası çıkarmıştır.
Ayrıca şimdi ortada açık bir gerçeklik vardır. Peso-dolar eşitliği bozulmalıdır. 10 yıllık devalüasyon birden yapılacaktır. Peki bu durumda bankalarda var olduğu söylenen 45-60 milyar arasındaki dolar ne olacaktır. Bir kez bu dolar, dolar olarak geri ödenmemelidir. Pesonun değer kaybetmesinden doğan zarar kimin hanesine yazılacaktır. Duhalde şu sözle iktidara gelmiştir: “100 bin doların altındaki miktarlarda I dolar 1.4 peso’ya eşittir.” Şimdi bunu kim ödeyecekti? Ayrıca dolar borçları 1 dolar=1 peso bazından borç olarak tahsil edilecektir. Peki bu farkı kim ödeyecektir? Duhalde başta bu zararın çok uluslu şirketlere yazılmasının planlarını yapmaya başlar.
Bütün bu önerileriyle Duhalde, çok yönlü bir dış baskı altına alınır. Bush karşı çıkar. İspanya eski hükümet başkanı özel olarak ricaya gider. Arjantin’e en çok yatırımı olan İspanya, kendi şirketlerinin üstünden yükün kaldırılması koşulunda I milyar dolarlık yardım önerisi ile gelir. AB dışişleri bakanları Brüksel’de “tavsiye kararları” alırlar. Bir yandan IMF, bir yandan Dünya Bankası baskı yaparlar. Tehditler başlar. Ülkedeki yabancı bankalar ülkeyi terk edeceklerini açıklarlar. Kısacası dünya finans kapital kurumlan bu kez Arjantin hükümetini top ateşine tutarlar. Tüm ilişkileri kesip yalnız bırakmakla tehdit ederler. Duhalde yumuşama belirtileri gösterir. Devalüasyondan doğacak bedellerin işte şu şekilde ödenmesi, yok bu şekilde filan diye geri adım atmaya başlar.
Bu sırada Devlet Yüce Mahkemesi Rua hükümetinin aldığı banka mevduatlarının dondurulması kararını anayasaya aykırı bulur. Bu uygulamanın derhal kaldırılmasını ister. Artık bu bir rastlantı mıdır, nedir bilinmez; Duhalde ikinci programını açıklar. Ve Menem gibi popülist politikası 180 derece dönüş yapar.
Millileştirmelerden vazgeçilir. Fiyatların dondurulmasından vazgeçilir. Peso dalgalanmaya bırakılır. 100.000 dolara kadar olan hesaplar 1 dolar=1.4 pesodan, gerisi ise 1 dolar=1 peso olarak ödenecektir. Böylece nispeten az doları olanların hakları korunmuş olacaktır. Ama temelinde tüm halka kazık atılmış ve 10 yıllık devalüasyon halka ödettirilme yoluna çıkılmıştır. Bu yazıyı kaleme aldığımız sıralarda 1 dolar, 4 peso olmuştu. Yani bir ay içinde %400’lük bir değer kaybı. Böylece enflasyonun yolu açılmış ve halk bir de bu yoldan soyulmaya başlanmıştır. Bu gidişle eskilerin %5000’li rekorları kırılacağa benzer.
Zaten halk perişan haldedir. Nüfusun yarısı, 19 milyon insan zaten yoksuldur. Şimdi 15 milyon insanın da yaşam için gerekli ihtiyaçlarını alamadığı söylenmektedir. Her gün 2000 kişinin yoksulların safına geçtiği, 10 çocuğun öldüğü söylenmektedir. Ücretler son zamanlarda %50 düşmüştür.
Ama Duhalde buna çözümü tekrar IMF kredilerinde bulmaktadır. Ülke bir kez daha neoliberal politikaların peşine takılmıştır. Tükürülenler tekrar yalanmış, suçun neoliberal politikalarda değil uygulamalarda olduğu, Arjantin’de sivil örgütlenmelerin eksik olmasının da bu yanlış uygulamaları azdırdığı sonucuna varılmıştır. IMF de boyuna eskisi gibi reform önerilerini sürdürmektedir. Duhalde son yaptığı reformlarla IMF kredi yolunun açılacağı umudunu besliyordu. Ama halkın ayaklanmadığını gören IMF ve ABD, daha da zorlayabilecekleri düşüncesine varmış olsalar gerek ki, Duhalde reformlarını yeterli bulmadılar. Alışık olduğumuz şekilde “sosyal harcamaları 7 milyar dolar kes, vergileri 4 milyar dolar artır” diyorlar. Bunların anlamını bir ekonomist incelemiş, aynı miktarda vergi artırımı ABD için 400 milyar dolarmış. “Acaba Bush bu kadar vergi artırımını bir çırpıda yapabilir mi?” diye soruyorlar.
Latin Amerika geneli ve Arjantin özelinde her şey aşırı uçlarda yaşanır. Bu bizdeki gibi koyu bir feodal baskı yaşama sonucu yoğurdu üfleyerek yeme alışkanlığı olmayışlarından mı geliyor, yoksa kapitalizmin disiplinini yaşamadıklarından mı kaynaklanır bilinmez, ama her şeyi aşırı yaşarlar. Bir 25 yıl içinde 150 milyarlara varan borçlanma. Kılıfını bulmadan minare çalmalar. İnsan aklına durgunluk verecek %5000’lere varan enflasyonlar ve sonra da 1 peso=1 dolar. Şimdi de 1 ay içinde 180 derece değişen politik hatlar. Bu gidişin sonu nereyedir? Arjantin halkı bir gol attı Arjantinazo oldu. Şimdi dünya finans kapitali ve ortaklarından bir gol yediler. Bunun adı nedir bilmiyoruz, ama acaba halk Arjantinazoların Arjantinazosuna hazırlanıyor mu? Şimdi biraz da halkları tanımaya çalışalım.
Halk Örgütlenmeleri
Duhalde hükümetinin birkaç yıl içinde değil, bir ay içinde 180 derece dönmesi, daha doğrusu dönebilmesinin nedenlerini elbette ki alttaki halk örgütlenmelerinde aramak gerekir. Halklar sokaklara dökülüyorlar, devlet başkanları helikopterle kaçıyor ve sonra yerine gelen hükümetin kararlarını beğenmiyor, onu da alaşağı ediyor. Sonra Duhalde iktidar oluyor. Programını bir ay sonra en baştakilere yakın yapıyor ve bu kez ses yok. Sanki ayaklanan halkla şimdi sesini çıkarmayan halk aynı değil gibi. Bunun nedenlerini sanırız halk örgütlenmeleri içinde aramak gerekmektedir.
Elbette çoğu sol çevreler Arjantin olaylarına büyük umutlarla baktılar. Batı’nın neoliberal politikalarına karşı bir halk direnişi nasıl ortaya çıkacak? Sosyalizm yıkıldıktan sonra yeniden bir sosyalist ülke kurulabilir mi? Kurulabilirse ve eskiyi tekrar etmeyecekse nasıl bir şey olur? Kimilerine göre de günümüz Arjantin’i hala devrimci bir durum yaşamaktadır. Devrim hazırlığı içindedir. Öyleyse alttaki örgütlenmelere daha yakından bakmak uygundur.
a) Sendikalar
Arjantin’de 3 sendika federasyonu vardır. Birincisi resmi olan CGT’dir. İkincisi muhalif CGT’dir. Arjantin’de yoğun bir işçi sınıfı geleneğiyle bu sendikaların grev yapmaları çok rastlanan şeylerdir. Hatta genel grevler bile bir uç olma özelliği taşır. Dünyada en çok grevin yapıldığı ülke Arjantin’dir. Arjantin’de herkes genel grevlerin ne anlama geldiğini çok iyi bilir. “Bir taksi şoförüyle konuşup sorun; ‘Bu genel grevle ilgili ne düşünüyorsunuz?’ diye. Hemen ‘Bürokratlar öfke atmak için kullanıyorlar.’ yanıtını alırsınız. Bunlar hiç aktif bir mobilizasyonun ya da fabrika işgalinin yapılmadığı bir günlük eylemliliklerdir. İşveren bilir ve devlet de bilir ki, eğer bir günlüğüne bir şey yapmazlar, karşı koymazlarsa ertesi gün her şey normale dönecektir.” (internet, www.zmag.org)
Bu gelenek ve alışkanlık içindeki sendikaların 20 Aralık ayaklanmasında olmadıklarını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yoktur. Herkes onların olaylar sırasında yataklarının altına saklandıklarını bilmektedir. “Arjantinliler, bakacak yüzleri yok demektedirler.” (a.g.y)
Üçüncü sendika federasyonu daha çok memurlar arasında örgütlü CTA’dır.
“CTA sendikaların içinde en radikal ve aktif olanıdır ve kamu çalışanları sendikası ATE şemsiyesi içindedir. İşsizlerle ve karakol kuranlarla bağlantılıdırlar.
“Çok önemli yapısal sorunlar ortaya koydular. Ama hiçbir noktada kapitalist sistemi sorgulamadılar. Dahası militan eylemlilikler içine girip, sonra geri adım atıp pazarlığa oturma eğilimleri var… İşçi sınıfı sorununun eylemden çok lafını yapıyorlar.” (a.g.y.)
Arjantin’de yoğun bir işçi sınıfı vardır. Toplam çalışan nüfusun %40’ı endüstri işçisidir. Bu az bir rakam değildir. Ve ilginç olanı, bunlar gruplar halinde bir arada işçi semtlerinde yaşarlar. Şimdi neoliberal politikalar sonucu bu işçilerin %20’si işsizdir. Sendikaların bu duruma tavrı %20’nin peşine takılmaktır. Yani bu %20’nin, ellerindeki çalışanların çıkarlarını savunmaktadır. Elbette bunda da şu anlamda anlaşılmayacak bir sorun yoktur. Neoliberalizmden başka bir ufuk taşımayınca ya da kapitalist düzenden kopuşmayınca başkası da düşünülemez. Sendikaların sarılıktan kurtulmaları yaşanan sosyalist sistemin eleştirisinin yapılması ile gerçekleşebilir. Böyle bir eleştiri ancak Marksizm’in de günümüz kapitalist üretimi çerçevesinde yeniden gözden geçirilmesi ile mümkündür.
b) Sol Örgütlenmeler
Sendikaların dışında sol örgütlenmeler de 20 Aralık ayaklanmasında bir öncü yol oynamamışlardır. Marksist ve Troçkist sol partiler bireyler olarak olaylara katılmışlar, bildiri ve gazetelerini dağıtmışlardır. Sol örgütler tüm dünyada olduğu gibi parçalıdırlar.
Arjantin Devrimci Komünist Partisi olayların içinde olmayışlarına bir gerekçe daha eklemektedir. “Devrimci hattımız vurucu güç içinde çalışma yürütmeden düşünülemez. Ordu içindeki bir kesim kazanılıp diğer gerici kesim pasifize edilmeden bir halk ayaklanmasının mümkün olamayacağını defalarca söyledik.” (Aufbau, Sayı 25, Mart 2002) Devrimci Komünist Parti, neden ordu içinde çalışma yapmamıştır ya da yapamamıştır?
20 Aralık olaylarına baktığımızda orduyu göremeyiz. Ordu barakalarından çıkıp polis ve kolluk kuvvetleri yanında yer almamıştır. Yukarıda da değindiğimiz gibi ordu, Arjantin finans kapitali, ABD ve İngiliz finans kapitalleri ile et-tırnak gibidir. ‘76-‘83 yıllarında cunta yönetimi halkı orduya düşman ettirmiştir. Halka kan kusturmuş, madden de soyup soğana çevirmiştir. Yaptıkları yolsuzluklara karşı Peronistler iktidarda orduyu lağvetmemişlerdir elbette; ama maddi manevi tüm yetkilerini ellerinden öylesine almışlardır ki kimi çevrelere göre Arjantin’in savunması ortadan kalkmıştır. Ve son parasızlık döneminde ordu personeli %50 çalışmaya başlamıştır. Yani ordunun arası halk kadar iktidarla da pek iyi olmamıştır. Ama elbette nihai olarak iktidar ile ordunun çıkarlarının birleşmesi kaçınılmazdır. Ancak son yaşanan olaylarda Peronistler, orduyu halka karşı ya kullanmadılar ya da kullanamadılar, daha büyük bir olasılıkla halkın nefretini üstlerine çekmek istemediler.
Bu durumda özelde Devrimci Komünist Parti değerlendirmesi ve genelde de tüm sol partilerin olayların gerisinde kaldıklarını söylemek sanırız yanlış olmayacaktır. Bizim ülkemizde devrimciler bir 12 Eylül yenilgisi yediler. Sonra üstüne bir de sosyalist sistemin yıkılması gelince kendilerini toparlaması zorlaştı. Aynı şekilde Arjantin devrimcileri de cunta altında 30.000 şehit vermişlerdir. Devrimci siyasetler birinci olarak bunun, ikinci olarak da sosyalizmin hatalarının altında ezilmektedirler. Kendilerini daha toplayamamışlardır.
c) Kaseterol Hareketi
Banka hesaplarının dondurulması 20 Aralık günü Kaseterol Hareketi’ni doğurmuştur. Aslında bu sol hareketlerin yapamadıklarını halkın kendi kendine yapmasıdır. Sanırız bundan da çıkacak sonuç, halk hareketlerinin ölmediğidir. Halklar hala yaşam koşulları kemiğe dayandığında ayaklanacaktır. İster sol örgütlere bağlı, isterse de bağımsız. Onların öncülüğünde ya da öncülüğü olmadan. Ama Kaseterol Hareketi böyle bir öncüsüz davranmanın sonuçlarını da göstermektedir.
Orjinal adı CACEROLAZO’dur. Cacerola büyük kazan demektir. Büyük lokantalarda kullanılan cinsinden. Sonuna azo ekleyince de en büyük anlamına gelmektedir. Kazanların kazanı anlamına gelecek bir kelimedir. Yani dilimize çevirirsek kaseteroller kasetoreli. Kazanların kazanı hareketi.
Bu hareketin anavatanı Şili’dir. Pinochet diktatörlüğüne karşı Şili halkı aç olduğunu dile getirmek için tencerelerle sokaklara dökülmüştü. Şimdi Arjantin halkı aynı şekilde sokaklara döküldüler. Bunlar Arjantin orta sınıf burjuvalarıdır, yoksul halk kesimleri değildir. “Toplantıya katılanların çoğu ideallerine ihanet eden, kendilerini kandıran politik partilerden bıktıklarını dile getiren gençler. Ancak içlerinde pek çok işsiz de var. İşini kaybetmiş esnaf, emekliler, öğretmenler ve birçok meslek sahibi de bu toplantılarda aktif rol oynuyor. Çoğu daha önce böyle vatandaşa dayalı bir eylemlilik içinde bulunmamışlar.” (internet, commondreams.org) Bunlar bankadaki hesapları dondurulunca yoksullaşan burjuva kesimlerdir. İflas eden küçük esnafından doktoruna, avukatına ve muhasebecisine kadar herkes katılmaktadır. Ama bunların ortak noktası bankada dolar hesaplarının olmasıdır. Ve şimdi ya iflas etmiştir ya da paralarına el konulmuştur.
“ ‘En az 20 kişi toplanınca toplantı yapılıyor. O mahallede oturan herkes bir oy ve bir sözle katılabilir.’ Köşe başında durmuş eline de bir megafon almış kadın elindeki kağıttan okuyor. Yüzün üstünde mahalle sakini de çevrelemiş kadını dinlemektedir.
“ ‘Yürütme komitesi toplantıdan 15 dakika önce toplanıp komşuların verdiği önerilere göre gündem belirleyecek.’ diye okumasını sürdürüyor ve megafonu yanındakine iletiyor. ‘Burada kimse bir şeyleri kontrol etmiyor herkes sırayla konuşacak.’ ” (a.g.y.) 20 mahalle sakininin bir araya gelmesi ile oluşmuş mahalle komiteleri halkın kurduğu örgütlenmelerdir. “Sonra bunlar birer temsilci seçiyorlar ve bu temsilciler her pazar günü mahalleler arası toplantı yapıyorlar. Buralara 4000’in üstünde temsilcinin katıldığı söyleniyor.”
Ayaklanmalar sırasında en çok duyulan slogan “Bütün politikacılar defolsun!”du. “Biz seçim sırasında oy atmakla tatmin olmuyoruz. Katılmak istiyoruz. Bizi de daha çok dinlesinler istiyoruz…” “Politikacılarsız yaşayamayız, bu anarşi demektir… Bizi soyanları istemiyoruz. Onların yerine geçenleri yakından izleyeceğiz.”(a.g.y.)
Bu grupların taleplerine bakalım. “Girişimlerin çoğu emeklilere ve işsizlere yardım etmek için gönüllüler ekibi kurmak ve hastane personelinin önerileri doğrultusunda yardım etmek. Ancak sorunları ulusal zemine çıkarmak önerisi öncelikli. Mahalle toplantıları yasaların yapıldığı binaya bütçe konuşmaları sırasında bir yürüyüş düzenlemeyi düşünüyor. Ya dolar birikimlerinin pesoya çevrilmesini protesto etmek için banka merkezine yürümek ya da IMF temsilcileri ülkeye geldiğinde onları protesto gösterileri yapmak gibi öneriler dile geliyor.” (a.g.y.)
Görüldüğü gibi bu burjuva halk mahalle örgütlenmelerinin talepleri, bankada dondurulan dolarlarının peso olarak ödenmesini protesto etme zemininde olmaktadır. Ve bunun düzenin temellerini sarsıcı bir yapısı yoktur. Elbette; ama giderek de radikalleşmektedirler. Ancak çok karışık örgütlenmelerdir ve çeşitli zaaflarla inmeli olmaları kaçınılmazdır. Herkesin tek oyla temsil edildiğinin ve kontrolün kimsenin elinde olmadığının söylenmesi aslında örgütlülüklere karşı duyulan bazı şüphelerin belirtisi gibi yorumlanabilir. Ayrıca bunların içinde devlet yanlısı faşist gruplar vardır. Hatta 20 Aralık olayları sırasında bunlar halkı provoke etmişlerdir. Sanırız Duhalde hükümetinin bir ay içinde 180 derece dönebilmesinin altında bu mahalle löse örgütlenmeleri gerçeği ve Kaseterol Hareketi’nin sırf tencereler tavalar vurup, düdükler çalarak dolaşmasında yatmaktadır. Sırf protesto zemininde kalmaktadırlar.
d) İşsizler Hareketi
20 Aralık olaylarının militan gücü, olaylara damgasını vuran asıl bu harekettir. İşsizler Hareketi isminden de anlaşılacağı gibi eskiden işçi, şimdi işsiz olanların örgütlü bir hareketidir. Ancak içinde eski işçiler kadar henüz hiçbir işte çalışmamış gençler de vardır. Kadınlar, hareketin %60’ını oluştururlar. “Daha ilginci eski endüstri işçilerinin eşleridir. Bu işçilerin eşlerinin yüksek katılımı ve militanlıkları kayda değerdir. Kocaları artık uzun işsizlik dönemi sonucu moralini neredeyse tamamen yitirdiği için aile sorumluluğunu daha çok üstlenmektedirler. Kocalarını grev alanlarına çağıran ya da iş elde etmek için daha çok eyleme katılmaya zorlayan onlardır. Çünkü eğer yol kesme eylemi sırasında orada bulunmazlarsa komite toplandığında iş alma hakları da yok demektir.” (www.zmag.org)
Hareket nasıl başlamıştır? “Özelleştirmenin sokağa attığı, üretim deneyi olan, bir fabrikada çalışmış ama şimdi işsiz olan işçilerin sorunlarını duyurmak amacıyla ortaya çıktı.
“Bu son harika başarılar birkaç yılın sabırlı ve genellikle de karmaşık örgütlenmeleri üstünde yükseliyordu. İşsizler belediyelere, devlete ve federal hükümetlere dilekçeler gönderdiler. Barışçıl olarak gösteriler yaptılar. Ancak bu taktiklerinden bir sonuç alamayınca daha direkt eyleme geçtiler. Devlet, belediye binalarını işgal etmeye, zaman zamanda ateşe vermeye başladılar. Yolları kapatmak ve kitlesel karakol kurmak eylemleri ülke içindeki Cutrol Co ve Plaza Huincal kentlerinde 1996 Haziran ve tekrar 1997 Nisan aylarında başladı. Bu gösteriler binlerce kişiyi işten çıkartmalara ve fabrika kapatmalarına karşı örgütledi. 1990’ların sonuna gelindiğinde kitlesel yol kesmeler Buenos Aires’in işçi sınıfı varoşlarında yaşanmaya başladı. Buralarda özelleştirilmiş elektrik santrali ve dağıtım şirketlerinin yolladığı yüksek elektrik faturalarını ve bu faturaları ödeyemeyen işsizlerin elektriklerinin kesilmesi protesto ediliyordu. 2000’lere gelindiğinde eskinin zengin petrol çıkarım kentleri Neuquen ve General Mosconi de kitlesel gösteriler başladı. Özelleştirme iş alanlarının kapatılmasına ve kitlesel işten çıkarmalara karşı devlet alternatif iş alanları açma sözünü IMF’ye borç ödemek için bütçe kısıntıları yaptığından yerine getiremeyince yapıldı.” (monthlyreview.org )
İşsizler Hareketi’nin örgütlenmesi ‘96 yılında, yani özelleştirmelerin sonuçlarının alınmaya başlamasına denk düşer. Hizmetlerin bu nedenle pahalılanması ve kitlesel işten çıkartmalara karşı bir eylem olarak başlamıştır. Ve de ancak legal zeminde dövüşmesinin bir sonuç vermemesi ile de şiddete kaymaktan başka seçeneği kalmamıştır. Daha sonra 2001 Eylül ayında hareket ulusal kongresini yaparak ulusal çapta bir örgütlenme olduğunu tüm dünyaya duyurmuştur.
İşsiz İşçiler Hareketi’nin (İİH) temelinde herhangi bir sendika ya da siyaset yoktur. Genellikle belediyeler çerçevesinde merkeziyetçi olmayan bir anlayışla örgütlenirler.
“Her belediyenin kendi sınırları içindeki tek tek varoşlar olarak örgütlüdürler. Her bir varoş alanı da büyüklüğüne göre çeşitli bloklardan oluşabilir. Her bloğun kendi gayri resmi lideri ve eylemcileri vardır. Her belediye tüm aktif eylemcilerinin katıldığı genel kongreyle örgütlenirler. Bu kongrelerde politika belirlenir. Talepler ve yol kesmelerin örgütlenmesi, tüm aktif üyelerin katıldığı genel kongrede ortak olarak yapılır. Bir otoyol ya da merkez yolun kesimi hedeflendi mi, kongre bloklar arası desteği de örgütler. Yüzlerce, hatta binlerce kadın, erkek ve çocuk bu yol kesmeye katılırlar, çadırlar kurulur, yol kenarlarına çorba mutfakları açılır. Eğer polis tehdit ederse, yüzlerce insan bölge varoşlarından akın ederler. Eğer hükümet görüşme kararı alırsa, hareket görüşmelerin tüm yol kesenlerin ortasında yapılmasını talep eder. Kararlar eylem yerinde ortak kongrede alınır.” (a.g.y.) Elde edilen işlerin ya da yiyecek paketlerinin dağıtılması herkesin eyleme katılış derecesine göre yapılır. Herkes eyleme katılış biçimi ile puanlar alır ve bunların toplanması da ganimetin paylaşımında temel ölçüdür.
Yıllardır bu yol kesme eylemleri başarıyla devam etmektedir. İİH’nin ne tür talepleri olduğunu görelim.
“İşsizler Hareketi’nin yerel yönetimlerin denetiminde devletin finanse ettiği istihdam alanı gibi acil taleplerinin dışında şunlar bulunur: Yiyecek paketleri dağıtımı; tutuklanmış yüzlerce işsiz militanın serbest bırakılması; su, yol ve sağlık hizmeti olanakları gibi kamu yatırımları. İstihdam talebi, karın tokluğuna geçici bir iş dışında geçim sağlayıcı kalıcı bir işte olabilir. General Mosconi’de hareketin liderleri 300’ün üstünde proje geliştirdiler. Bunların bir kısmı başarıyla işlemektedir. Taleplerde yiyecek dışında fırın, organik bahçeler, su arıtma tesisleri, mahalleye ilkyardım kliniği kurulması gibi birçok başka proje de vardır. Bir anlamıyla kent, bu yerel işsizler komiteleri tarafından yönetilmektedir. Yerel belediye kenara itilmiştir. Bazı işçi mahallelerinde İşsizler Hareketi sözde kurtarılmış bölgeler yaratmışlardır. Çünkü bunların gücü ve hareket yeteneği yerel yetkililerin ya elini koluna bağlamakta ya da onlardan daha üstün çıkmaktadırlar ve devlete ya da federal iktidara söz konusu konuda meydan okumaktadırlar. Sınırlı ölçüde de olsa yaratılan ‘paralel ekonomi’ işsizlerin kendileri ve çevrelerindeki insanların yaşamlarını kendi kendilerine yönetebilecekleri yeteneğini göstermekte olduğundan halkın desteğini de kazanmaktadır.” (a.g.y., s. 10)
Görüldüğü gibi varoşlarda halk kendi idarelerini kurmaya başlamakta yerel ve federal yönetimlere meydan okumaktadırlar. Tutukluların serbest bırakılması talebinden de anlaşılacağı gibi elbette zaman zaman çatışmalar olmaktadır. Ancak devlet çatışmanın kenar mahallelerden gelecek akın akın destekle ufak çaplı bir iç savaşa dönüşmesinden korkmaktadır. Sonuçta bu hareketler giderek yaygınlaşmakta, talepleri gelişmektedir.
Talepler güncel ihtiyaçlardan çıkmıştır. Eylül 2001 ’in başında 2000’in üstünde delege, sendikacı, öğrenci, sanatçı ve NGO gruplarının katıldığı Matanza ve La Plata’da iki ulusal toplantı yapıldı. Burada şu ortak kararlar alındı:
“Eylemlerin bağlantısını artırmak, fikir alışverişinde bulunmak, ulusal bir program oluşturmak ve bunun için mücadele planı yapmak.” (a.g.y., s. 11)
Bu toplantıda 6 tane acil talep belirlenmiştir. Kemerleri sıkan devlet politikasının kaldırılması, polislerin ateş açmasının yasaklanması, her işsize yiyecek yardımı ve küçük köylülüğe ödeme yapılması gibi konuları içerir.
“Kongre eylül ayında taleplerine destek sağlamak için iki tane ulusal bazda yol kesme eylemi gerçekleştirdi. Kongre ayrıca 5 tane stratejik hedef belirlemiştir. (1) Hileli ve yasadışı dış borçların ödenmemesi, (2) Emekli ödentilerinin kamu kontrolü, (3) Bankalar ve stratejik konumdaki işletmelerin yeniden millileştirilmesi, (4) Küçük çiftçilerin borçlarının affı ve ürünlerine uygun koşullarda fiyat ödenmesi, (5) Açlığa yol açan rejimlerin ve politikacıların indi hindisine son verilmesi. Kongre aktif bir 36 saatlik genel grev ve yasadışı Central de Trabajadores Argentinos (CTA) sendikası ile koordinasyon sağlayacak ulusal kongre çağrısı yaptı.” (a.g.y., s. 11)
Görüldüğü gibi İşsiz İşçiler Hareketi ulusal bazda örgütlenme, ortak eylemler yapma kararı ve eylemliliği dışında önemli bir adım atmış, güncel taleplerin dışında ulusal talepleri önüne koymuştur. Ancak ulusal talepleri koyuşu ve örgütlülüğünü yükseltme isteği 20 Aralık ayaklanmasından yaklaşık üç ay öncedir. Ve bu anlamda erken yakalanıldığını ya da gerekli seviyede bir örgütlülük ağı örülemediğini söylemek yanlış olmaz sanırız.
İİH’den ve Kaseterolculardan Çıkan Bazı Sonuçlar
Sosyalizm yıkılalı bir on yıl geçti. Kapitalizm neoliberalist ve global politikalarla dünyamızda cirit atıyor. Halklar inim inim inliyor. Kimse memnun değil, ama buna karşı iktidarı devirmek seviyesinde başkaldıran yok. Elbette bu olacak, ama acaba açılışı kim yapacak? Kim şu dünyada kapitalizme ‘Yeter be kardeşim!’ diyecek? Kim öncü olacak? Hangi kıtadan gelecek? Yoksulun yoksulu Afrika kıtasından mı? Yok yok, sömürünün katmerleştiği, yoksulluğun en dizginsizinin yaşandığı Asya kıtasından mı? Yok canım, bu olsa olsa Latin Amerika kıtasından mı çıkar? Acaba Arjantin olur mu? Arjantin halkı acaba bunu yapabilecek mi?
Belirleyici olan halk hareketleri. Bu anlamda Arjantin halk hareketleri iktidarın alınması anlamında yeni bir şeyler öğretiyor mu? Öyle ya sosyalist sistem varken bir devrim gerçekleşmesi bir şey, onun yıkılmasından sonra gerçekleştirmek başka şey. Bu anlamda Arjantin halk hareketlerine dışarıdan baktığımızda temel belki bazı tespitleri yapmak mümkündür.
1. Politikleşme
İlk olarak görülen en önemli olay herhalde halkların politikleşmesidir. Bizim ülkemizde de olduğu gibi dünya halklarında politikadan soğuma vardı. Burjuva politikalarının, halk kitlelerinin çıkarına bir şey getirmediğini gören halklar ilk önce kendi partilerini kurmuşlardır. Ama uzun bir süreç içinde sol partilerin burjuva politik arenasından ‘püskürtülmeleri’ sonucu, zor sonucu halklar kendi çıkarlarını savunan parti olmayınca, bu doğrultuda dövüşenler zindanlarda çürüdüğü için halklar politikadan uzaklaşmışlardır. Kitleler apolitikleşmiş, daha doğrusu ölmemek için apolitikleşmeye, politikayla uğraşmamaya başlamışlardır. Basın-yayın, eldeki tüm araçlar bu doğrultuda propaganda yapmaktadırlar. Politika öcü, kaka ve pistir. Sonuç bu işe karışmama olmuştur. Bırak ne halleri varsa görsünler. Burjuvazi boş politika alanında at koşturmuştu. Hele sosyalizmin yıkılmasından sonra da birbirlerinin pisliklerini ortaya dökmede sanki yarıştılar. Tüm dünyada burjuva politikacılarının üç kağıtçılıkları, rüşvet yemeleri, tüm pislikler hepsi ortaya döküldü. Halklar politikadan soğudukça soğudu. Tüm dünyada seçimlere katılma oranları düştü. Halkların güvenleri sarsıldı. Ama buna rağmen bir türlü de kendilerini savunacak partileri kurup desteklemek doğrultusunda kararlı olamadılar. Korktular.
Ama işte bu anlamda Arjantin halklarına bakarsak halkların kesinlikle tekrar politikaya dönmekten başla seçeneğinin olmadığını anladıklarını görüyoruz. Daha doğrusu eğer aç kalmak istemiyorlarsa, bu işe el atmaları gerektiğini ve bu kararı vermeleri gerektiğini anladıklarını görüyoruz. Politika insanların yaşamlarını belirleme uğraşı, yaşamın bir parçasıdır. Eğer bu görevi yerine getirmezsen kendi kaderini başkalarının eline bırakıyorsun demektir. Halkların bilinçlenmeye adım atması ve bundan kaçış olmadığını görmesi ve bundan zevk almayı öğrenmesi demektir. ‘İnsan politik bir hayvandır’ın gerçekleşmesidir.
Arjantin halkı politikayla uğraşmazsa ölümünü görmektedir. Demek ki artık bıçak kemiğe dayanmıştır. Ya da genellersek bıçak kemiğe dayandığında halklar politikleşmektedirler. Sokağa dökülmek bu işin başlangıcıdır.
Yoksul halklar politikleşin!
2. Örgütlenme
İkinci olarak politikleşme bir örgütlülük demektir. Arjantin halkı örgütlenme peşindedir.
İlk örgütlenmeye başlayanlar ilk soyulanlardır: İşsiz İşçiler Hareketi!
Bu nedenle doğmuştur. Onlar eğer aç kalmayacaklarsa örgütlenmek ve örgütlü davranmak gerektiğini zorla öğrenmişlerdir. Sorun iş bulmaksa ortak karar alınır. Eylem planlanır ve gerçekleştirilir. Eyleme katılanlar iş elde ederler. Örgütlenenler aç kalmaktan kurtulur. Bunun başka yolu yoktur. Örgütsüzlük ölüm demektir.
Bugün finans kapital dünyanın en örgütlü gücü. Devletinden basınına, bankalarından borsalarına, ordusuna kadar her şeyiyle örgütlü. Halkları, karşısında zayıflatmak için örgüt düşmanlığı yapıyor. Son örgütlenmelerde buna itiraz ettiği için zindanlarda çürütülüyor. Ve halkı politikasız, örgütsüz bıraktığı içinde onlara istediğini yaptırtıyor, kemiklerine, iliklerine kadar soyuyor.
Ne yazık ki solun bu dediklerini halklar ancak acı deneylerle öğreniyorlar. Arjantin orta burjuvazisi 20 Aralık banka hesaplarının dondurulmasına ilk tepki olarak, örgütlenme ihtiyacını yerine getirmeye çalışıyor. Burjuva mahalleler mahalle örgütlenmeleri kuruyorlar. Hayatlarında ilk defa mahalle komitesi içinde yer alıyorlar. Bölge komiteleri, ulusal komite, ulusal kongre, gündem, herkese eşit oy ve söz hakkı gibi kavramlarla karşı karşıya gelmektedirler.
Sonuçta Arjantin’de görüldüğü şekliyle de halkların canlarını korumaya karşı ilk tepkisi örgütlenme olmaktadır. Örgütlülük modern toplumun birincil ihtiyacıdır. Halklar gene bıçak kemiğe dayanınca örgütlenmenin değerini ve gerekliliğini anlamaktadırlar.
Ancak şimdi örgütlülüğün kalitesi gibi sorunlarla karşı karşıyadırlar. Örgütlülük hem çok basit hem de çok zor bir iştir. Bütün bunlar bir gün içinde derinliğine sağlanacak işler değildir. Ve şimdi görüldüğü kadarıyla da geç kalınmış yani hazırlıksız yakalanılmıştır. Halklar ne kadar erken bunu kavradılar ve çıkarlarına uygun örgütlülük içine girdiler, o kadar iyidir.
Yoksul halklar örgütlenin!
3. Ve diğerleri…
Politikleşme ve örgütlenmenin hemen arkasından elbette işler derinleşmeye başlamaktadır. Örgütlülük, ama hangi prensipler içinde?
Elbette demokratik. Halklar bunda hemfikirdirler. Herkes bir ağızdan demokraside hemfikirdir. Ama nasıl bir demokrasi?
Kaseterolcular burjuva demokrasisine, yani temsili sisteme itiraz ettiklerini dile getirmektedirler. 4 yılda bir oy atıp sonra kendisini kimin temsil ettiğini, nasıl temsil ettiğini, oylamalarda el kaldırdığı ya da kaldırmadığı zaman gerçekten halkın çıkarını mı, yoksa kendi çıkarını mı düşünerek davrandığından kuşkusunu dile getirerek burjuva demokrasisini sorgulamaya başlamıştır. Onun kendilerine hizmet etmediğini anlamış, tüm burjuva politikacıları lanetlemektedir. Onların hiçbirine en ufak bir güven duymamaktadır. İyi de nasıl bir demokrasi? Arada sanki bir fark gelişmektedir.
Modern üretim iki sınıf yarattığına göre iki sınıfın kendisine göre demokrasi anlayışı vardır. Burjuva demokrasisi ve proletarya ya da işçi sınıfı demokrasisi. Eleştirilen burjuva demokrasisidir. Arjantin halkı burjuva demokrasisi istemiyor. Ama proletarya demokrasisi istiyor mu? Canım başka alternatif yok mu? Anarşizm? Yok, onu da istemiyorlar.
Şimdi işler buraya gelince atılması gerekli ikinci adım karşımıza çıkıyor. Eğer başka bir alternatif yoksa, o zaman işçi demokrasisine bakmak zorundayız. Ama işte ne yazık ki 1917 Devrimi’nin işçileri iyi bir örnek veremediler. Eğer böyle diyorsak o zaman demek ki bir yanlışlık arama peşindeyiz.
Uzatmayalım. Arjantin halkı burjuva demokrasisini lanetleyerek sosyalist demokrasiye istese de istemese de adım atmıştır. Ama önce eskinin yanlışını bulduğu takdirde yaşayabileceğini bilmektedir. Ve de bunun korkusu ürkekliği ile yeni bir yoldadır.
Demokrasi kavramı ile eşitlik kavramı madalyonun iki yüzüdürler. Eşitlik görüldüğü kadarıyla İİH içinde peşinde koşulan bir değerdir.
Herkesin emeğinin karşılığını alması bazında bir eşitlik uygulanmaya çalışılmaktadır. Ama bu yine de bazı değerleri gözardı etmeden.
“Devlet fonlu geçici iş kotası talebi kabul ettirildikten sonra işlerin bölüşümü kolektif kararlarla ailenin ihtiyaçlarına ve yol kesme eylemine katılımdaki eylemliliğe göre yapılmaktadır. Eğer elde edilen iş sayısı işsiz sayısından az ise rotasyon sistemi uygulanmaktadır. Karakol kuranların her biri devletle pazarlıkta bulunurlar, çünkü iş dağıtmaya başlarlarsa aile dostları, arkadaşlar ve diğerleri kayırılmakta ve herkes kendisini liderlik konumuna getirmeye çalışmaktadır ve bizzat bu hareketin kendisini yozlaştırmaktadır.” (internet, monthlyreview.org)
İş dağılımı ya da ganimetin paylaşımı herkesin bileğinin hakkıyla kazandığı bir olaydır. Binlerini kayırma insan doğasında vardır. Belki de basit insan duygusunun kendisini ortaya koyuşu temelinde güzel bir doğallıkta olabilir. Ama bir hareketi yozlaştırmamak için buna karşı önlem alınmalıdır. İİH bunu yapmaktadır. İlk olarak herkes emeği karşısında eşelenmektedir. Herkes verdiği emek ile ürüne ortak olmaktadır. Elbette uzun süredir işsizlik, hastalık vs. gibi değerler dikkate alınmaktadır.
Kaseterolcular ya da mahalle örgütlenmeleri daha geri, daha yüzeysel düzeyde ve içinde burjuva pislikleri taşıyan örgütlenmedir, elbette bu işin çok başındadırlar. İİH içine baktığımızda da daha derinlemesine tartışmalar olması olasıdır. Ulusal kongrelerini yapmış olmaları böyle bir olasılığı artırmaktadır. Yani artık bölgesel zeminde değil ulus çapında sorunlarına çare arayıp bulma uğraşındadırlar. Ama henüz örgütlenmelerin sosyalist bazdaki derinlikleriyle ilgili bilgi yoktur.
4. Deklaselik (sınıf dışılık)
İşsiz İşçiler Hareketi adı üstünde işsiz işçilerden oluşmaktadır. Marksist terminolojide bunlar lümpen, dejenere, deklase, yani sınıf dışı unsurlardır. Ve Marksizm, sosyalizm mücadelesini üretim içinde olan işçilerle verir. Ancak onlar üretimi ellerinde tuttukları için işçi iktidarını kurabilirler. Diğerleri lümpendirler. Disiplinleri yoktur.
Oysa Arjantin’de İİH Hareketi 20 Aralık’ta ve daha öncelerinde örgütlü davranışlarla devleti sarsıcı eylemlilikler göstermiştir. Ulusal zeminde örgütlülük yoluna çıktılar ve bu düzeyde taleplerle karşımıza çıkıyorlar.
Brezilya’da Topraksız Köylü Hareketi ve Arjantin’deki İİH içinde 11 yıldır çalışan James Petras, Marksist teoriyi eleştiren bu soruyu sorduktan sonra yanıtlıyor:
“İşsizlerin yol kesmesi endüstri işçisinin üretim kayışında makinaları durdurmasıyla aynı işlevi görmektedir: Biri karın gerçekleşmesini, diğeri değerin yaratılmasını engellemektedir… Deneyler yeni kitle hareketlerinin mücadele yürütebileceğini, şiddete karşı durabileceğini ve geçici ve acil tavizler koparabileceğini göstermiştir… Ulusal koordinasyon komitesinin kurulması ve köylüler ve küçük çiftçiler arasında da benzer ulusal düzeyde örgütlenmelerin olması yerel hareketlerin ulusal hale gelebileceklerini ve devlete karşı çıkacak bir potansiyel taşıdıklarını göstermektedir.” (internet, monthlyreview.org)
Hiç şüphesiz James Petras doğru bir konuya parmak basmaktadır. İİH, yani işsiz olmalarına karşın gerçekten Arjantin burjuva devletinin temellerini sarsıcı eylemlilikler içindedir ve bu olgu giderek gelişmektedir. Ancak Petras’ın kendisinin de zaman zaman değindiği gibi bu işçiler zaten endüstri işçisi olmanın ne olduğunu bilen işçilerdir. Hatta bazıları eskiden sendika içinde bile çalışmışlardır. Ve bu deneylerini gençlerle paylaşarak yol kesme eylemlerini gerçekleştirmektedirler. Yani geçmişlerinde bir işçilik deneyi vardır. İşçilerin disiplini ve örgütlü çalışmasını bilmektedirler.
1900’lerin kapitalist üretimi ile günümüzün robotlu, bilgisayarlı üretimi arasında dağlar kadar fark vardır. Elbette özel mülkiyet temelinde bir değişiklik yoktur, ama sömürü biçimi çok değişmiştir. Bu nedenle Marksizm’in temel taşları günümüz koşullarına doğru daha geliştirilmelidir. İşsizliğin artması ve özelleştirme politikaları görüldüğü gibi kitlesel işten çıkarmalara yol açmaktadır. Merkezlerde işsizler sosyal şemsiye altındadırlar. Ancak bunun olmadığı merkez dışı ülkelerde sürekli işsizlikler ve iş bulma umudunun kalmaması işsizleri alternatif çözümler bulmaya itmektedir. Arjantin’deki şekliyle devletten zorla iş isteme ya da yiyecek paketi gibi şekillerde kendini göstermektedir.
5. Sendikalar
James Petras İİH’yi incelerken sendikalara da değinmektedir.
Daha 1945 yılında, Peron sendikaları devlet güdümüne almıştır. Arjantin finans kapitali daha o günden sendikal mücadeleyi kendi düzeninin çarklarına sıkıca bağlamıştır. Ancak şimdi bu sendikalar işsizleri kendi bünyeleri içinde örgütleyememekteler ve o işsizler düzenlerini sarsıcı hale gelmektedirler.
“İşsizler Hareketi, alttan yukarıya doğru ve varoşlarda yüz yüze örgütlenir. Sendika bürokrasisi aidatlarını ödemeyen işçilerle ilgilenmezler ve örgütlenirken ‘profesyoneller’ yollarlar. Sonuçta işsizlerin güvenini kazanmazlar ve onları örgütlemekte daha az başarılıdırlar. İkinci olarak İşsizler Hareketi yatay bir yapıya sahiptir ve liderleri ve sempatizanları aynı kesimden gelirler ve toplantılarda eşit olarak tartışırlar. Sendikalar dikey örgütlenmelerdir ve üst bürokratlara sadık olan kişiler bazında yapılanırlar ve çoğu işverenlerle karşılaştırılabilecek düzeyde maaş alırlar. İşsizler Hareketi direkt eylem yapar ve açık toplantılarda pazarlık kolektif olarak yapılır. Sendika elitleri sembolik protestolarla uğraşır ve devlet ya da işverenlerle kapalı kapılar arkasında pazarlık yapar ve işçilerin ana ihtiyaçlarını pek dikkate almayan anlaşmalar imzalarlar. Sonrada anlaşmayı üyelere ‘satarlar’ ya da dayatırlar. Sonuçta İşsizler Hareketi’nin liderleri sempatizanların güven ve desteğini kazanırken sendika patronlarına devlet ve işverenlerle işbirliği içinde olanlar olarak bakılmasalar bile kendilerine güven duyulmaz.” (internet, monthlyreview.org)
Bu alıntı bize İİH ile sendikal hareket arasındaki örgütlenme farkını çizmektedir. Neden işsiz işçiler sendika çerçevesinde örgütlenmemekte ve başka bir örgütlülük aramaktadırlar. Sendikalar işsizlerle ilgilenmezler. Onların hiyerarşik yapıları vardır. Eşitlik yoktur. Sendika liderleri işveren gibi olmuşlardır. Çok maaş alırlar. Yani satılmışlardır. Kendi bencil ve işveren çıkarlarını nihai olarak temsil ederler. Sendika tepesinin çıkarlarına hizmet eden eylemlilikler haline gelmiştirler.
“Hiçbir sendika patronu varoşların çamurlu, düzensiz yollarından geçip, buz kesen ya da cehennem sıcağındaki toplantı yerlerine gidip, ağlayan çocuklar, derhal yiyecek talep eden kadın militanlar ya da küreselleşme ve işsizlik konusundaki derslerden canları sıkılmış genç işsizler arasında toplantılara katılmaktan hoşlanmaz.” (a.g.y.)
“Hiçbir sendika patronu elinde sapan, karşısında sahici mermilerle, yanan araba lastiklerinden barikatların arkasında durmaz. Bunun yerine kemer sıkma politikalarının nasıl yumuşatılabileceğini ve böylece programın uygulanabileceğini tartışabilecekleri bir üçlü komite kurmak için İş Bakanı’ndan yarım saatlik bir randevu ayarlamayı yeğler.” (a.g.y.)
Yazımızın başında 20 Aralık olayları içinde sendikaların olmadığını söylemiştik. Sendikalar ve içlerindeki işçiler buradan da anlatıldığından çıkarılabileceği gibi toplumun ayrıcalıklı kesimi haline gelmiştir. Günümüz yaşam koşullarında ne koşullarda olursa olsun çalışıyor olmak bir ayrıcalıktır. Çalışıyor olmak iyi koşullarda yaşıyor olmak demektir. Artık işçi sınıfının koşullarından daha kötü koşullarda yaşayanlar da vardır. Elbette buna ne kadar yaşamak denecekse, yaşamaktır.
Marksizm’in teorisinin yapıldığı yıllarda Marx, işçileri zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayanlar olarak tanımlar. Ve de o dönemde işçiler gerçekten bir lokma ekmeğe saatlerce çalışırlarmış. Bugünkü işçiler yılların sınıflı mücadelesinde yığınla haklar elde etmişlerdir. Elbette merkez işçileri ve geri ülkeler işçileri yaşam koşulları arasında dağlar kadar fark vardır. Ancak her iki durumda da işçilerin yaşam koşullarından daha kötü durumda olanlar vardır. Elbette örgütlülük sonunda işçiler kapitalist üretimden elde ettikleri paylarını artırmışlardır. Elbette kardan aldıkları oranın yüzdesinden söz etmiyoruz.
Bütün bunlara bir de son globalleşme ve neoliberal politik uygulamaları katarsak ortaya şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Arjantin bunun en çarpıcı örneğidir. İşçi sınıfı yarı yarıya azalıyor. Çalışan nüfus içinde %40 olan işçi sınıfı %20’ye düşüyor. Biz solcular özelleştirmelerin yoksulluk getireceğini hep söyledik. Üçüncü Dünya Ülkeleri sanayileri merkezlerin ÇUŞ üretimi altında dayanamıyorlar. İflas ediyorlar. İşçiler sokaklara dökülüyorlar. Nasıl bir zamanlar traktörler, biçerdöverler kırlara girince kırlarda yoksul köylülük iflas edip kentlerin kenarlarında varoşlar kurdularsa, şimdi aynı şekilde ÇUŞ’lar sınırların inmesi ile Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne giriyorlar ve buradaki fabrikaları kapattırıyorlar. İşçiler ulusal sınırlara takıldığından dışarı çıkamıyorlar, kentlerde kalıyorlar ve İİH’ler doğuyor.
Eskinin kır işçileri işçi sınıfının deneylerine, disiplinine sahip değildiler. Onlar geri bir üretim biçiminin kalıntıları gibiydiler. Ama şimdi kent varoşlarındaki işsiz işçiler modern üretime çok yabancı değillerdir. Bu anlamda da burjuva devletini sarsıcı eylemlilikler içine girebilirler. Bunun elbette ayrıntılı şekilde incelenmesi ve Marksizm içinde teorikleştirilmesi gerektiği görüşündeyiz.
Öte yandan da özelleştirme ve global politikalar işi olan işçileri sanki burjuvalar haline getirmiştir. İşte kalmak demek bir ayrıcalık olmuştur. Burjuva politikalar işten çıkarılanlarla işte kalanlar arasında bir fark koyarak işçileri kendi saflarında tutmaya çalışıyorlar.
Ya da bunu modern üretim biçiminin doğurduğu başka bir sonuçla açıklamak mümkündür. İşverenleri işveren yapan yalnız sermayeleri değildir. Onlar aynı zamanda üretimin işçiler tarafından bilinmez örgütlenmesine de hakimdirler. Ancak günümüz modern üretiminde bilgisayarlar ve robotlar işverenleri işveren yapan bu özellikleri işçilerin bilgisine de açmıştır. Yani işverenlerin elindeki kendilerinin yokluğunda üretimi sekteye vurduracak özellikler şimdi işçi sınıfının da bilgisi içindedir. Bunun doğurduğu sonuç ise işçilerin daha yetkin ve bilgili olmasıdır. Ve ayrıca günümüz koşullarında zaten işverenler yoktur. Yönetim kurulları vardır. Bunlarda zaten üretimden kopuk, üretileni idare eden konumundadırlar. Eskinin mülk sahibi, fabrikasının başında sürekli durup denetim yapan fabrika sahipleri yoktur
Bu gelişim işçilerin üretimdeki gücünü çok artırmıştır. Yani artık işverenler ya da yönetim kurulları olmasa bile üretim süreci aksamadan devam edebilir. İşverenlerin ya da yönetim kurullarının bütün yaptıklarının belki de daha alasını işçiler yapabilirler. İşverenler de elbette bu değişimin farkındadırlar. Ve bundan sonsuz derecede korkmaktadırlar. Bu korkular işçi ücretlerinde kendisini göstermektedir. İşçi sınıfında bir kesim serbest meslekle uğraşan burjuvalar kadar maaş alabilirler. Bu da işçiler ve işsizler arasındaki gelir farklılığını artırmıştır.
Sonuçlandırırsak, kapitalizmin bu kadar zenginliğine karşın sömürüsü öylesine artmıştır ki, artık işi olanlar ayrıcalıklı konuma gelmişlerdir. Bu da işçi sınıfını bölmeye hizmet etmektedir.
6. İktidar sorunu
Bize göre sorunlar gelip bu noktaya dayanmaktadır. Kaseterolculara baktığımızda onların önünde henüz örgütlenip bankadaki dolarlarına kavuşmaktan öte bir hedef yoktur. Elbette olaylar gelişmektedir. Aralık ayından beri yaşananlar sonunda dolarlarına bir daha kavuşamayacaklarını ya da bir şekilde kavuşsalar bile o dolarların o dolar olmayacağını görüyorlar. Altlarındaki yoksullarla aralarındaki fark her gün korkunç bir hızla kalkıyor. Bu onları elbette iktidar sorununa isteseler de istemeseler de itiyor. Sendikalı işçiler bu grubun içindeler. Her geçen gün ya işlerinden olup işsizler saflarına katılacaklarını ya da aldıkları ücretin eriyip yok olacağını için için hissediyorlar. Şimdiye kadar iktidar sorununa hazırlıkları yoktu. Onun için güvenmediklerini dile getire getire yine aynı şeye razı oldular. ‘Al bizi yönet ama gözümüz üstünde, bizden yana, bizi düşünerek politika yap. Haa, sonra yine alaşağı ederiz.’ diye tehdit ederek iktidarı yine burjuvaziye temsil etmekten başka bir çözüm üretemediler.
İİH yoksullar kesimi. James Petras bu konudaki düşünce ve umudunu şöyle dile getiriyor:
“Mücadelenin örgütleyici ilkesi açlıktır… Üç düzey var. Birincisi temeldir. Burası dünyanın önde gelen tahıl ve et ihraç eden ülkesidir ve işçileri açtır. Etleri yok, ekmekleri yok, çocuklarını besleyemiyorlar ve on binlerce ton etin Buenos Aires’ten gemilere yüklenip Avrupa’ya götürülmek üzere trenlere yüklenmesini seyrediyorlar.
“Bu bir provokasyondur. Bir yanda işsiz kitleler ve Arjantin tarihinde görülmedik açları ile burası dünyanın en bereketli alanıdır.
“Bu birinci düzeydir. İkinci düzey de ise, anti-kapitalist ve popülist diyebileceğimiz yapısal değişiklikleri kavrayan bir liderlik doğuyor. Ve sonra da sosyalizm ve devrimin rol oynayabileceği bir üçüncü düzlem var.” (internet, zmag.org)
James Petras açlığın bu insanları iktidara yönlendireceğini görüyor. Ama nasıl bir iktidar kurulacaktır? Bir liderlik henüz doğuyor. Petras bunlara anti-kapitalist ve popülist diyor. Yukarıda taleplerini gördük. Borçların haksız olanlarının ödenmemesi. Bankaların ve stratejik düzeydeki fabrikaların millileştirilmesi ve sosyal güvencelerden söz etmektedir.
Ama Petras üçüncü düzeyde sosyalist bir boyuttan da söz ediyor. Bunlar Arjantin’in gelecek için önünde duran sorunlardır. Şimdilik burjuvaziden umut kesilmiş ama iktidarı alacak güçler henüz hazır değillerdir. Bunun ne zaman olacağını kestirmek zordur. Ama devlet başkanı Duhalde Arjantin’i patlamaya hazır bir bomba olarak değerlendirmektedir. Önümüzdeki günlerde ne şekilde patlayacağı belli olmaz. Ayrıca birde şunu unutmamak lazım. İktidar olmak deney işidir. Burjuvazi yıllardır yanlış yapa yapa doğruyu öğrendi. İşçi sınıfı da elbette yanlış yapacak. Sonra bunları düzeltecek. Dersler çıkaracak. İktidarda oturmak böyle oldu ve böyle olacak. Her şey yaşanarak öğrenilecek. Önemli olan öğrenme isteği, cesaretin bir kez elde edilmesi. Arjantin’de kitleler buna doğru adım atıyorlar demek yanlış olmaz sanırız.
Latin Amerika’ya Etkileri
Elbette sorunu sadece Arjantin sınırları içinde görmek yanlış olur. Günümüz modern üretim koşulları ülke sınırlarını çoktan aştı. Dünyamız birbirine üretim açısından sımsıkı bağlı. Herhangi bir ülkede üretilen çok az, belki de hiçbir ürün sırf ülke sınırları içindeki olanaklarla olmuyor. İğneden ipliğe her şey kocaman bir üretim sektörünün çarkları arasına girmiştir. Ülkeler yaşayabilmek için birbirlerinin yeraltı ve üstü zenginliklerine muhtaçlar. Gübresi, tohumu, taşıması, petrolü, kasası ve tutkalı derken mutlaka bir yerlerden dış bir ülkenin bir şeyine muhtacızdır. Yeryüzü işbirliği bu anlamda çok ama çok artmıştır. Ürünlerin globalleşmesi bu anlamda çok yüksektir. Arjantin’de yaşananlar bir şekilde herkesi etkilediği kadar, orada yaşananlar tüm kıtayı ve dünyayı görünen ya da görünmeyen bağlar kanalıyla bir şekilde etkilemektedir.
Arjantin, Latin Amerika’nın İsrail’i olarak tanınır. Yani İsrail nasıl Araplara karşı ABD’nin uşağı ise aynı şekilde Arjantin burjuvazisi de tüm Latin Amerika halklarına karşı ABD uşaklığı yapmaktadır. Latin Amerika’da en Amerikancı politika yürüten Arjantin burjuvazisi olmuştur. Hatta 20 Aralık’tan bir gün önce sırf ABD’ye yaranmak için Arjantin askerleri Afganistan’da dövüşmek üzere uçağa biniyorlardı. Bölge ülkelerinin kendi çıkarları doğrultusunda politika izlemelerine ABD, hep Arjantin burjuvazisi kanalıyla el koyar.
Ama Arjantin burjuvazisinin zor günlerinde ABD ne yapmıştır? Karışmamak değil, aksine IMF kredilerinin verilmesini engellemiştir. Latin Amerika’da en yakın dostu burjuvaziyi zor durumda bırakmıştır. Hatta bizzat küçük ve orta burjuvaziyi yoksullaştırmakta, onları soymaktadır. Kar tutkusu artık buradaki eski müttefiklerini de sömürmesini dayatmaktadır. Borçların ödenebilmesi için ayakta kalanların vergi vs. gibi yollarla daha çok gırtlağına sarılmasını istemektedir. Elbette bunlar tüm Latin Amerika burjuvaları için acı birer derstir. Yöre halkları zaten bugünkü yoksulluklarının kaynağının ABD olduğunu bilirler. Ama şimdi ABD soygunu orta burjuvalara kadar çıkmaktadır. İktidar güçlerine tırmanmaktadır. ABD kıtada sürekli destek kaybetmektedir. Yürüttüğü emperyalist politika onu her geçen gün daha yalnızlaştırmaktadır. Uluslararası terörün gerekçesi de zaten bu değil midir?
İkinci olarak Arjantin’in kaldırım taşlarına kadar özelleştirmesi dillere destandır. Latin Amerika’nın en gelişkin, en zengin ülkesinin özelleştirmeleri tüm dünyaya örnek gösterildiği için halklar merakla izlemektedirler. Arjantin yalnız özelleştirme değil, devletin tüm ekonomi ve hizmetlerden çekilmesi anlamına gelen neoliberal ve global politikaları dünya finans kapitalinin isteklerine uygun olarak harfiyen yerine getirdi. Şimdi de Arjantin halklarının ayaklanması, bu politikaların herhangi bir şüpheye yer vermez şekilde halkların soygunu anlamına geldiği gerçeğini hafızalara iyice kazımıştır.
Bundan birkaç yıl öncesi Meksika devlet başkanı özelleştirme yolsuzlukları nedeniyle sürgüne kaçmak zorunda kaldı. Aynı nedenle Peru Devlet Başkanı Fujimori Japonya gezisinden ülkesine geri dönemedi. Bu iki olay Latin Amerika halklarına özelleştirme ve neoglobal politikaların ne anlama geldiğini zaten öğretmiştir. Ve Arjantin olayları artık işin sağlaması oldu. Hatta bardağı taşıran son damla görevi gördü. Ekvador’da 17 elektrik dağıtım şirketinin %51 hissesinin özelleştirilme çalışmaları halkın tepkisi sonucu durduruldu. Kolombiya’nın kuzeyindeki yerliler özelleştirmelere karşı tüm belediyeyi işgal ettiler ve devlet geri adım atmak zorunda kaldı ve özelleştirmeler durduruldu. Peru’da elektrik şirketinin özelleştirmesine karşı halk sokaklara dökülünce devlet ordu yollamak zorunda kaldı. Birkaç köylü öldü. Sonuçta Arjantin halklarının ayaklanması tüm Latin Amerika ülkelerini ABD ve dünya finans kapitalinin politikalarına ve bizzat ABD’ye karşı örgütleyen bir politika haline gelmiştir. ABD’nin çok istediği Amerika Serbest Pazarı projesi bir yana Orta Amerika Serbest Pazarı projesi, hepsi birer hayal olarak kalma durumuna gelmiştir. Hiçbir kıta finans kapitali, büyük halk karşı duruşlarını göze almadan bu projelere katılamayacaktır. Ve Arjantin olayları sonrası bu projelere ölmüş gözü ile bakılmaktadır. Bush’un son Latin Amerika gezisi bu gerçekliği ortaya koydu.
Arjantin olayları yalnız ABD politikalarının gözden düşmesi, kapitalizmin umut olmaktan tamamen çıkmasına yol açmaz, aynı zamanda sol politikaların daha da itibar kazanmasını sağlar. Aslında çoktan beri var olan bu süreç ABD’nin büyük savaşlar, mücadeleler sonucu bastırdığı bu eğilimler bu kez daha da güçlü bir şekilde kendilerini ortaya koyarlar.
ABD sömürüsü Latin Amerika kırlarında söndürülemeyecek küçük toprak sahibi ve kır proleteri hareketlerini başlatmıştır. Brezilya’da Kırda Topraksız İşçiler, kır proleterleri (MST) hareketi vardır. Bunlar geçtiğimiz günlerde devlet başkanının özel çiftliğine saldırdılar ve 1000’e yakın yoksul köylü kredi ve toprak konusunda taviz elde etti. Dünyanın ikinci büyük kakao yaprağı üreticisi Bolivya’da Cocaleros kakao yetiştiricileri hareketi 20 yıldır ABD politikalarına karşı mücadele veriyorlar. Paraguay’da Köylü Fedarasyonu’nun mücadelesi vardır. Ekvador’da yerli köylü hareketi CONAİE giderek güçlenmektedir. Ama 40 yıldır mücadele veren FARC birkaç yıldır devletle barış anlaşması imzalamıştır. Ancak bu o kadar işine yaradı ve işgal altındaki bölge halkının öylesine sempatisini kazandı ki Arjantin olayları sonucunda devlet barış görüşmelerini bozup savaşı başlattı. Artık FARC’ın gücüne ne devlet güçleri ne paramiliter güçler ne de ABD güçleri yetti. ABD şimdi bölgedeki boru hattını korumak üzere aynı Afganistan’daki gibi burada savaşmak zorunda kalıyor. Kolombiya’daki mücadele kırlardan, içine kentleri de alarak hızla gelişiyor.
Orta Amerika köylü hareketlerinin en yenisi Meksika’da Zapatistlerdir. Meksika kentleri NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Alanı) sömürüsüne girince köylüler EZLN arkasında örgütlenmek zorunda bırakıldılar. ‘90’lı yıllara kadar Orta Amerika yoksul köylüleri Nikaragua Sandinistleri, El Salvador FMLN (Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi), Guatemala devrimci ve yerli hareketi vs. olarak ABD emperyalizmine karşı direniyorlardı. Sosyalizmin yıkılmasından güç alan ABD buralarda kıran kırana savaşlar verdi ve bu devrimci köylü hareketlerini burjuva hükümetlerin güdümüne aldı. Belki iktidarlar ABD yanlısıdır; ama “halkların sadece Honduras’ta %35’i, Nikaragua’da %24’ü, El Salvador’da %21’i, Guatemala’da %16’sı hükümetlerinden memnundur.” (internet, zmag.org)
Bu iktidarların uyguladığı politikalar sonucu 1.700.000 insan açlıkla yüz yüzedir. “Şimdi on binlerce orta Amerika halkı kuzeye doğru yola çıkmış. 1980 ve 1990’ların tersine savaş ve baskıdan kaçmıyorlar. Birçoğu globalleşen ticaret ve ABD tahıllarının dampingi sonucu iflas eden çiftliklerini terk ediyorlar. Diğerleri liberalleşmiş faiz oranlarının yüksekliği karşısında küçük bir iş yeri açma umutları öldüğü için kaçıyorlar. Yine bir başkaları ise fabrika sahiplerinin büyük devlet yardımı görmesine karşı işçilerin aldıkları ücretle yaşamalarının önünde engellerin olduğu serbest alanlardan kaçıyorlar.” (a.g.y.)
Bütün bunların sonucu bölgede eski silahlı mücadele veren gerillalar şimdi politik arenada iktidara doğru yaklaşıyorlar. Sandinistler Nikaragua’da son seçimlerde çok az oy farkla yenildiler. Oysa El Salvador’da 2004 seçimlerinde FMLN’nin iktidar olmasına %100 gözü ile bakılıyor. “FMLN en büyük 14 kentin 7’sinde, 19 belediyenin 12’sinde iktidarda… FMLN liderleri sosyalist mücadelenin yenildiği yerde demokratik devrimin kazanacağını umut ediyorlar.” (mondediplo.com, 03.09.2002, salvador)
Görüldüğü gibi tüm kıtada köylü hareketleri yılların baskılarının altından daha da güçlenerek ve arkalarına kentleri de alarak ya da kendileri kent çıkarlarıyla da bütünleşerek ortaya çıkmaktadırlar. Neoliberal global politikalar çok kısa zamanda soygunu görülmedik derecede artırarak anti-emperyalist, anti-ABD mücadelesini yeni boyutlara çıkarmıştır. Kırlara şimdi kentler de eklenmiştir. Son politikalar devrimci mücadeleyi kentlere taşımışlardır. Buna Arjantin en büyük örnektir. Dominik Cumhuriyeti’nde kent yoksulları Arjantin’e benzer şekilde mücadele vermektedirler. Burada kent ayaklanmaları günlük sıradan olaylar halindedir.
Kıtanın en sol iktidarı Küba’nın en yakın dostu Venezüella’dır. Devlet başkanı Hugo Chavez, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’i ziyaret eden birkaç devlet başkanından biri olarak ABD’nin cinlerini başına toplamıştır. Hugo Chavez, ABD’nin üçüncü büyük petrol sağlayan ülkesi olarak buna denk düşen hakkı almak istemektedir. Bu nedenle ABD petrol şirketlerinin 50 yıldır imtiyazlı anlaşmalarını değiştirip karlarından biraz daha fazla geliri yoksul gecekondu halkına dağıtmak istediği için her an ClA’in bir komplosuna kurban gidebilir. Zengin köylülerin işlemediği toprakları toprak reformu ile yoksul köylüye dağıtmak istediği içinde ülkesindeki tüm gericilik Arjantin’deki gibi işçi sendikaları ile birleşmiş karşısına dikilmişlerdir. Ancak popülist Chavez gecekondu halklarının ve yoksul kır proleterlerinin desteği ile ayakta durmaktadır. Ve gerçekten ülkesine şu anda hiçbir Latin Amerika ülke halklarının görmediği olanakları sağlamaktadır. İktidarda olduğu iki yıl içinde I milyon çocuğun okumasını olanaklı hale getirmiştir.
Latin Amerika’da bugün popülist politikaların ömrü tartışılmaktadır. Her kriz sonrası bir popülist politikacı gelmiştir. Örneğin Portekiz ve İspanya sömürgeciliğine karşı Bolivar mücadele vermiştir. Vahşi kapitalist sömürüye karşı daha sonra Peron ve Ailende ortaya çıkmıştır. Şimdi onların Venezüella tekrarı olarak sayılabilecek Hugo Chavez, sınıf mücadelesi bayrağını popülist politika ile ne kadar götürebilecektir, tartışılmaktadır. Kimilerine göre popülizm kıtada ömrünü tamamlamıştır. Bunun anlamı olsa olsa bir devrimci hareketin çıkması demektir.
Sonuç
Sosyalizmin yıkılması ile kapitalist sömürü dizginlerinden kurtulup neoliberal ve global politikalarla dünyamızı görülmedik şiddette sömürdü. Ancak sömürünün şiddeti halkların çok kısa zamanda bu politikalara karşı direnmesini ve örgütlenmesini getirdi. Kapitalist gelişimin yüksek olduğu Arjantin’de de ilk karşı duruş gerçekleşti. Bu politikaların sömürüsüne işçi sınıfının en gelişkin olduğu Üçüncü Dünya Ülkesi’nden gelmesine şaşmamak gerekir.
Yeni soygun bir yandan kısa zamanda kendini deşifre ederken, öte yandan da kapitalizmin başka bir ekonomik alternatifi olmadığı gerçeğini de gözler önüne sermiştir. Arjantin’de görüldüğü şekliyle bu politikalardan başkası üretilememektedir. Kapitalizmin politik çözümsüzlüğüne karşı elinde askeri çözümden başka seçenek kalmamıştır. Uluslararası terörizm politik ekonomik çözümsüzlüğe karşı ele alınmak istenen bir zor sopasıdır. Ancak bu ne kadar işe yarayacaktır? Arjantin’de görüldüğü kadarıyla halklar bu zora karşı örgütlenmek kararını almakta, giderek politikleşmektedirler. Elbette bu politikleşme onları sosyalizmin yaptığı yanlışları bulmaya ve dolayısıyla kendilerine daha çok güvenmeyi getirecektir. Ancak ondan sonra kendi kaderlerini ellerine alma doğrultusunda çıktıkları yolun son konağına varacak ve iktidarı kendi ellerine alma cesaretini göstereceklerdir. Arjantin’de 20 Aralık’ta atılan adım bir ileri adımdır. Ama arkasından tekrar geri adım atılmıştır. Ancak halklar bir adım ileri bir adım geri gide gele herhalde kendi güçlerinin farkına varacaklardır.