ÖĞRENCİ HAREKETİNDEKİ TARTIŞMALAR VE SON DURUM – Nevruz Çağlar

Çağdaş Yol, Sayı 1, Mart 1987

1984, yenilgi psikozu içinde ve depolitizasyon etkisindeki öğrenci gençliğin bu havayı katmerleştiren örgütsüzlüğünü aşma yönünde ilk adımları attığı yıl oldu. YÖK, atılan adımları olabildiğince küçültüp yavaşlatan bukağıydı. İkinci bukağı ise bizzat dernekler yasasının kendisiydi. Sonuçta dernek kurarak örgütlenmeye çalışanlar için dernek kurma yıllara yayılan bir sürece dönüştü. Ve hemen hemen, sonra gelen üç yıl derneklerin tüzel kişilik kazanma mücadelesine sahne oldu. (84-87 dönemi) Bu süreç birçok sorunu da beraberinde getirdi. 86-87 öğretim yılına gelindiğinde, aşındırılmış ama kırılamamış bu lanet çemberini öğrenci gençlik hala boynunda taşıyordu. Örgütsüzlük, depolitizasyon, yenilgi psikozundan oluşan bu halkanın yok edilmesi yolunda girilen dernekleşme süreci bu noktada tıkanıyordu.

86-87 öğretim yılı bu tıkanıklığı çözme çabalarının başlangıcı oldu. Kısırlaşmayı sadece nesnelliğe bağlama yanlışına düşmemek için madalyonun öznelliğe bakan yüzünü de çevirip göze batırmak gerek. Bu yapıldığında “dernek kurma” doğru politikasını üretip halkayı yakalayan siyasi perspektifin zincirin diğer halkalarını sürükleyip getirecek politikalar üretemediğini ve kısırlığın nedenlerinden birinin de bu olduğunu görürüz. Dernek kurarken yalnız başına yola çıkmayı övünç kaynağı yapanlar, diğer güçlerin o günlerde içinde bulundukları koşulları dikkate almamanın yanılgısı içindedirler. Nitekim bu yanılgı başlarını yedi. Değişik perspektiflerin dernekleşme zeminine gelmesiyle başlayan hareketlilik kısırlık konusunda söylediklerimizi destekler nitelikteydi. Ama bizce önemli olan, 86-87 döneminde başlayan hareketliliğin demokratik öğrenci hareketi açısından ne ifade ettiğidir.

Öğrencilerin ekonomik demokratik taleplerini dile getirmeyi, elde etmeyi amaç edinen örgütlenmenin hak arama mücadelesi yolunda eylemler geliştirmesi kaçınılmazdı. 86-87 döneminde yaşananlar; derneklerin belli bir birikim sağlandığını, İkincisi var olan kitlenin mücadeleyi yükseltme talebinin yoğunlaştığını gösterdi.

Başlangıçta kangrenleşen ve nerdeyse muhalefetin manivelası olan atılma sorunu gündeme geldi. Kaç yıldır dilekçe vere vere döktükleri yüzsuyunun kendilerini boğacağını gören gençlik, bu kez daha üst ve etkili düzeyde bir biçim gerektiğini düşünerek, defalarca atılmalara ve tekrar tekrar alınmalara neden olan, yükseköğrenim kanununun 44. maddesinin değiştirilmesi yönünde bir kampanya başlattı. Gençlik yazgısını YÖK’ün lütfetmek zorunda kaldığı aflara bağlamak istemiyordu. Kimileri birtakım iyileştirmeler sağlamak düşüncesiyle, kimileri YÖK’ün tasfiyesi perspektifini yitirmeden atılmalar konusunda yoğunlaşan muhalefeti değerlendirmek düşüncesiyle şu veya bu biçimde kampanyaya katıldılar. Kampanyanın yürütüldüğü süre içinde M.Ü. öğrencisi İsa Tanrıverdi’nin okuldan atıldığı için intihar etmesi bardağı taşıran son damla oldu ve olaya yeni bir boyut kazandırdı. Öğrenciler “yürümekle aşınmayacak” sokaklara döküldüler. Sokağa taşmak bir birikimin ifadesinden başka nedir ki? Ayrıca gelişen tepki sadece İsa’nın ölümüne karşı değil, arkasında yatan nedenlere YÖK’ün gerici, ayrıcalıklı eğitim sistemine karşıydı. Gelişen ders boykotları, üniversite ve rektörlüğe bırakılan siyah çelenkler bu gerçeği dile getirdi. Peşi sıra, 44. maddenin değiştirilmesi için başkent yollarına düşüldü. Sürekli suçlanan, kamuoyuna bir çıbanbaşı gibi gösterilen gençlik, yürüyor, yürüdükçe kamuoyunun desteğini alıyordu. Böylesine haklı ve meşru zeminde yükselen hareket, elbette bu kırma eğitim sisteminden medet umanların eteklerini tutuşturacaktı ve tutuşturdu da. Eylemlerin meşruluğuna, dış mihraklar teranesiyle gölge düşürülmeye, kuşku yaratılmaya çalışıldı. Göz açtırmamacasına başlatılan soruşturma, tehdit ve gözaltılar aldı başını yürüdü. Evet yine aynı şey söyleniyordu: “Benden iste ama, kendin almaya kalkma!”

Öte yandan bizzat atılan öğrencilerin kendisi, bir dizi aynı nitelikte eylemi başlatacak bir açlık grevine başlıyorlardı. Açlık grevinin seyri defalarca anlatıldı basında. Tekrar etmeye hacet yok. Biçimi hakkında da çok şey söylendi. Biz sadece ilk açlık grevinin diğerlerine ışık yaktığı, yol gösterdiği ve ufkunu yalnızca 44. madde değişikliği ile sınırlamadığı, böylece yükselen mücadeleye daha geniş bir boyut kazandırdığını söylemekle yetineceğiz. Mihenk taşı bütün gerici eğitim sisteminin kaldırılması olduğunda, açlık grevine gidenleri hareketi bölmekle suçlayanların, gerçekte birtakım reformlar zemininde kalarak hareketi böldüklerini görmek kaçınılmaz oluyor. Ayrıca dayatmacı biçimde olayın gelişmesinin sorumluluğunu platformu kendi danışma meclisi gibi görenler taşıyor.

Sonuçta, yürütülen kampanya sona erdiğinde, YÖK’ün yaptığı yasa değişikliği resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi. Bunun istenen değişiklikle uzaktan yakından ilişkisi yoktu. Ayrıca öğrenci gençlik üzerindeki baskılar yoğunlaşarak artıyordu. İster istemez etki tepkisini doğurdu, yemek boykotları, açlık grevleri, YÖK’ün önüne siyah çelen bırakmayla yükselen hareket, üniversitenin sembolü hafine gelen İ.Ü. önüne siyah çelenk bırakılmasıyla doruğa vardı. Yemek boykotu hemen hemen her fakülteyi sardı ve kitle aktif bir biçimde baskıları ve 44. madde değişikliğini protesto etti. Bu sırada başlatılan gözaltılara tepki olarak bir dizi açlık grevi gelişti. Tartışmalı koordinasyonsuz ama haklı bir zeminde. Siyah çelenk ise bu protestoların, daha aktif ve üst biçimi oldu. Eylemler arasında zamanlama olmayışı, sağlam bir zemine oturmuş, bilinçli önderliğin olmayışı, eylemlerin birbirini destekler değil, nerdeyse köstekler şekilde gelişmesine neden oldu. Bütün bu eylemler, demirci çırağının örsteki demire indirdiği ilk çekiç darbelerinin acemiliğini yansıtıyordu. Acemice, kararsız ama coşkulu! Öyle ya, en uzun yolculuk bile küçük bir adımla başlar.

Eylemlerin anaforu içinde birtakım ayrılıklar su yüzüne çıktı.

Olayların girift örgütlenmesi bu ayrılıkları değişik biçimlerde açığa vurdu. Elbette bunları 7 yılda yapılmaya çalışıldığı gibi gelenekten koparak eğilimlerin dününü bir yana bırakarak değerlendirmek mümkün değil. Öyle ki, pratik bir sürecin tartışılması sırasında 60’lı yılların pasifistleri olarak suçlananlar bugün yine aynı ayrılığın gündeme getirildiğini öne sürdüler. Hayır. İllâ ki birilerinin gündeme sokmaya çalışmasına gerek yok. Ayrımlar nesnel nedenlerden doğdu ve herhangi bir kesitte ortaya çıkmalarını da kimse engelleyemez. Eğilimlerin sosyal zeminleri yok edilmedikçe de bu böyle olacaktır. Aşmanın yolu ilkelerden taviz vermeden asgari zeminde buluşmaktır. Ama yaşanan pratikte bırakın ilkeleri, dar köprüdeki inatçı keçiler masalı yaşanıyor. Benzetmeyi bir yana bırakırsak, bu ayrışma tek tek eğilimler arasında değil de eğilim grupları arasında keskinleşiyor. Bu olgu olumsuzluk barındırıyor gibi görünüyorsa da bizce olumluluk taşıyor. Geleceğe sadece 61 anayasası çerçevesinden bakmayanlar için olumluluk taşıyor ve geleceğin iki farklı yönelişine ışık tutuyor. Bu gerçeğin kendini çok dolaylı yoldan ifade edişine başka türlü söylersek pratikte yaşanan sorunlara göz atalım.

Birincisi, bir platformun dağılmasına yol açan böylece ortak davranış olanağını yok eden, açlık grevi sırasında takınılmış dayatmacı ve tasfiyeci tutum. Yarıncı baylar! Tekkkeciliği kimin yaptığı bu denli açıkken “tekkeciliğe hayır” diye ilke ilan etmenin alemi ne Allah aşkına! Birilerinin aynı şeyleri size karşı uygulamasından mı korkuyorsunuz. Birlik, birlikte olunmak istenenleri kollamakla olur. Ben yaptım, oldu mantığı birliğin parçalanmasından başka ne sonuç verdi. Geçmişin bölünmüş hareketine tepki duyarak, gelecek kuşağa bütünlüklü bir hareket bırakacaklarını söyleyip övünenler, bütünlüğü sağlamanın ayrılıkların üstünü örterek değil, tam tersine ayrılıklarla beraber olabileceğini öğrenmeli öncelikle. Ve ikinci olarak bu eğilim, meclisteki çoğunluğuna güvenerek, istediği tasarıları yıldırım çabukluğuyla çıkaran ANAP tavrını bir yana bırakmalı. Dengeler değişse bile, birtakım alışkanlıklar kolay kolay yok olmuyor. Ama yok etmek zorunlu.

Örnek oluşturacak bir başka sorun, dernek üyeliği sırasında neyin kriter olarak alınması gerektiğiydi. Yeterince açık koyabilmek açısından biraz ilerde ele alınması gerekli. Şu aşamada, bugün gelinen noktanın tespiti önemli. Bunu yapmak gelişen muhalefetin boyutunu saptamakla olacaktır. Derneklerin kendi potansiyel güçlerini yani nesnel koşulları itibarıyla muhalefete katılması gereken kitlenin genelini kapsamaktan uzak olduğu ortadadır. Nitekim gelişen hareketlilik, öndeki duyarlı kesimin (sadece öndeki duyarlı diyoruz) hareketliliği oldu. Her ne kadar 44. madde değişikliği için hazırlanan dilekçe on binin üzerinde imza topladıysa da, diğer eylemler de binlere ancak ulaşabildi. Kitleselleşmek dernek üyelerinin ağzında ekmek gibi günlük ve gerekli bir söze dönüştü. İ.Ü.’nün önüne siyah çelenk bırakılmasından sonra muhalefetin istenen yaygınlaşmaya ulaşamayışı, baskılara aktifçe direnemeyişi de bu sorunun ifade edilmesinden başka bir şey değildir. İkinci olarak bütün bu eylemlerle birtakım somut kazanımlar elde edilemedi. Elbette bu her eylemin birtakım somut kazanımlara varmak için yapılması gerektiği anlamına gelmez. Ama daha geniş kitleyi seferber etmek için dişe dokunur olmak gerekir. Sonuçta kısa vadeli pratik süreç açısından şu sorunlar karşımıza çıkıyor: Oturmuş bir birlik sağlamak, kitleselleşmek ve geniş kitleye ulaşmak anlamında somut talepler öne sürüp sonuç almak.

Kitleselleşmek sorunu ta başından itibaren gündemi işgal ediyor ve daha uzunca bir süre işgal edeceğe benzer. Ayrıca bu sorunun zorlamasıyla ve geçmişin yarı-politik örgütlenmelerine tepkiden ötürü, Yarın dergisinin sayfalarında derneklere “doğal üyelik” tartışıldı. Madalyonun diğer yüzünde Gökyüzü bunu açıkça savundu. Sonra Yarın “gönüllü üyelik” deyip sıyrılıverdi. Bir zaman sonra bunun yerine YÖK’e karşı olan herkesin üyeliği savunuldu. Nereden nereye! Kendi deyimleriyle belki bir zaman sonra anti-faşistlik ve yurtseverlik kriter olarak alınabilirdi. Ama şimdi değil. “Yeni Düşünce”nin de YÖK’e karşı olduğu hatırlatıldı, hatırlatılacak. Ayrıca gençliğin yurtseverlik geleneğinin üzerinden atlanamayacağı açık. Derneklerin tabanını genişletmek kaygısıyla demokratik öğrenci hareketinin ufkunu daralttıklarını ve “yeni ufuklara” yönelinilmesini engellediklerinin farkına bile varamıyorlar. Sendikalizm batağına öylesine gömüldüler ki öğrenci derneklerinde “anarko-sendikalizm” yapılamasını yasaklamaya kalktılar. Bu Barış derneğinin veya İnsan Hakları derneğinin iktidarı almaya çalıştığını söylemek kadar saçma. Sendikalizmin tarihi köklerini hatırlatmak zorunlu oluyor. Karşıt yüzü (anarko-sendikalizm) üzerinde bu denli tepinilmesini açıklayacak olan da bu gerçek zaten.

Yine kitleselleşme sorunundan yola çıkarak geniş kitlenin harekete geçirilmesinin ilk ve olmazsa olmaz koşulunun öndeki duyarlı kesimin hareketliliği olduğunu söylemekte yanlış. Geniş kitleler her zaman duyarlı bölüğü beklemezler. Ondan geri de, ileri de olabilirler. Tarihin değişik kesitlerinde kitlelerin çok daha önde olduğu da görülmüştür. Sorun yol gösterici olmak, kitleyi eyleme çekme yolunda birtakım öncü adımlar atmaktır. Kitlenin geriliğine tabii olmamakta önemli. Bu gerçeğin kavranamamasının sonucu kitleyle öncü arasında uçurum yaratmak bir uçta uçkunluk, öbür uçta yılgınlıktır. Yaşanan yılgınlığa yılgınlık katmanın alemi yok.

Kitleselleşmenin pratikte yarattığı sorunlarda var. Sık sık, haftada en az iki kez bir araya gelmek gibi. Ortak sorunlara karşı ortak tavır geliştirmenin yanı sıra bu denli sıkça bir araya gelinmesinin nedeni, birimlerin kendi kitleleşme sorunu üzerinden atlayıp, diğer birimlerin bilinen, kitlesiyle bir güç oluşturmaya çalışmasından başka nedir ki? Bu noktada birimlerin hareketin yarattığı temeller üzerinde kendi özgün sorunlarına yönelmeleri önemli. Unutmamak gerekir ki güçlü ve ilkeli birliklerin yolu, güçlü birimlerden geçer. Ama öte yandan bazılarının yaptığı gibi bu gerçeği geveleyip birlik oluşturma yolunda yürütülen çalışmalara katılmamak, kitle sözcüğünün ardına gizlenmek abesle iştigal etmektir, yılgınlığın, pratiğe soğuk bakışın açığa çıkmasıdır. Pratiğe kendi damgamızı vurmak cesaretindeysek eğer (ki bunun için elde bir damganın bulunması gerekiyor ve kimsede sizin damganızı arayıp bulmanızı beklemeyecektir) bizzat pratiğin içinde yer almalıyız. Erişemediğimiz üzüme koruk deme kurnazlığını bir yana bırakalım, iş yapmak niyetindeysek çaba gösterelim.

Ağızlardaki ikinci sakız birlik veya ilkeli birlik sorunudur. Her şeyden önce birliğin oturmuş, sağlıklı birimler temelinde gelişebileceğini ama öte yandan şu veya bu düzeyde gerçekleşen birliğin, birimlerin tabana oturmasına katkıda bulunacağını bilmek gerekli. Yeter ki ikisi arasındaki ince dengeyi kollayıp, terazinin topunu kaçırmamasını bilelim. Birlik ön plana çıkınca ilkeli olmasını açık net perspektiflerle yola çıkılmasını istemek kaçınılmaz oluyor. Amerika’yı yeniden keşfetmek gerekmediği gibi, geçmiş deneylerden süzülüp gelen ilkelerin yeniden keşfi de gerekmez. Ama bu Amerika bir kez keşfedildi zaten ne olduğunu nasıl olduğunu keşfeden bilir, orasını öğrenmeye gerek yok saçmalığına varıyor. Amerika’yı bilmeyen her insan için Amerika’yı öğrenmek yeni bir keşiftir aynı zamanda. Geçmişten veya ilkelerin neyi ifade ettiğinden ve nasıl bir bakış açısı sunduğundan habersiz kitle için ilkelerin yeniden keşfi önemli. Bunun sağlanması da hiç de azımsanmayacak bu kitlenin kendi siyasi pratiğiyle bilgilenmesi olacak. Yapılması gereken bu kitleyi faaliyeti içinde bilinçlendirmektir.

Yazının başında yapılan tespite dönersek daha genel bir bakış açısı yakalama olanağına sahip oluruz. Genel olarak örgütsüzlük, depolitizasyon ve yenilgi psikozunu vurgulamıştık ve sorunların çözümü yönünde önce bunların aşılması gerektiğini söylemeye çalışmıştık. Örgüt sorununu yaşanan pratik süreç açısından ele aldık. Yeni biçimler bulunabileceğini ve ayrıca derneklerin kendi özgün sorunları dışında sosyal kültürel faaliyetleri varsa bunları kendi bünyelerine alması gerektiğini yoksa yaratmak yönünde çaba göstermesi gerektiğini ekliyoruz.

Depolitizasyon sorununa gelince, öndeki duyarlı kesimin bile kendi içinde politik anlamda bir tartışma düzeyi tutturduğunu söylemek zor. Bu olguyu genel depolitizasyondan ayırmak mümkün değil. Sığ sulardaki balığın karaya vurmak kaygısıyla hareket yeteneğini sınırlaması gibi bir şey bu. Ya suyun çoğalmasını beklemek gerek veya daha derin sulara varmak gerek. Açıkçası daha geniş kitlelerin politik eyleme çekilmesi gerekiyor. Genel manzara yaşadığımız sürecin güç ve bilinç biriktirme süreci olduğunu, eylemlerin henüz bu birikimi sınamaktan öteye gidemediğini gösteriyor. Bilinç edinme noktasında yapılması gereken geniş kitleye, demokratik-özerk üniversite talebinden daha geniş perspektifler sunmaktır. Bu anlamda verili kültürün sıkı bir eleştirisi, eğitim-öğretimin çarpıklığının kökenlerini açığa vurma ve kitlenin kendi deneyimiyle bu gerçekleri bilincine çıkarması gereklidir.

Hem saydıklarımız açısından, hem de yılgınlığı yıkmak açısından sürecin karakterini de göz önünde tutarak somut kazanımlara varılmasını sağlayan ve moral yükselten kıvılcımlar tutuşturmalıyız. Örsteki demire inen elimiz kararlılık ve bilinç kazanılmalı.