OBLOMOV ve OBLOMOVLUĞUMUZ – Kemal SARUHAN
Çağdaş Yol, Sayı 4, Haziran 1988
Eylül darbesi, caddelere, meydanlara dökülen kalabalıkları dağıttı. İnsanları evlerine, işyerlerine, okullara kapatmaya; yalnızlaştırılmış, atomize edilmiş bireylerin talimatlarla yan yana eklendiği ıssızlaştırılmış bir toplumsal hayat yaratmaya çalıştı. Amaçlananın ne ölçüde ve nereye kadar başarıldığı ayrı bir konu. Ancak, yığınlarla bağları uzunca bir dönem boyunca zayıflatılmış devrimcilerin, içe dönük bir okuma ve kültürel gelişme, faaliyeti için hatırı sayılır bir “boş vakit” kazandıklarını da söylemeden edemeyeceğiz.
Emekçi yığınlar yaşamak için daha çok çalışmak zorunda bırakılırlarken, onların az- çok aydınlaşmış kesimleri ve doğal olarak, öğrencilerin önemli bir bölümü, her ne kadar yılgınlık izlerini taşıyarak da olsa, sanatın ve edebiyatın güçlü insanı doğasına sığınarak, günlük yaşamın amaçsızlığını yırtmaya; büyük toplumsal ideallerle beslenen insanlık özünü diri tutmaya çalıştılar.
Kuşkusuz, toplumsal enerjinin baskı altında tutulduğu, yığınları saran devrimci ruh halinin yok edildiği bir ortamda, bu doğal İnsanî çabalar, gözle görülebilir ölçüde açık ve ciddi bir ideolojik bulanıklığı, en uç noktalara varabilen soysuzlaşma eğilimlerini de kendi içinde taşımaktadır. Ancak, olağanüstü daraltılan ve etkinliği kısıtlanan toplumsal muhalefeti daha geniş alanlara yayarak, halk hareketinin geneline mal edilebildiği takdirde, mücadeleyi zenginleştirebilecek olumlu bir birikimi de sağlamaktadır.
Son yıllardaki canlanma eğilimlerine rağmen, az-çok durgun geçen sekiz yıl boyunca, aydın gençliğimizin -özellikle aydın gençliğimizin- en diri kesimleri, başka birçok şeyin yanında, dünya edebiyat klasikleriyle de daha yakın bir tanışıklık içine girmiştir. Görece sınırlar içinde düşünülmek kaydıyla, geçmiş ve günümüz dünyasıyla kurulan bu entelektüel yakınlık, devrimci davranış gücüyle birleştirildiğinde, geleceğe daha güvenli yürümenin olanaklarını da yaratacaktır. Devrimci hareketin aydınları olarak, Bakaçları ve Tolstoy’ları daha yakından tanıyoruz; Mozartlara, Beethovenlere daha yakınız artık; bu az şey değildir.
Burada, kişisel ve bu yüzden sınırlı bir gözleme dayanarak da olsa, dünya edebiyat klasikleri içinde, genç insanlarımızın en çok ilgisini çeken eserlerden birinin de, Gonçarov’un ünlü romanı olduğunu söylemek istiyoruz. Eskiden dünya edebiyatına özel ilgi duyanların ve dikkatli Lenin okuyucularının bilebildiği Oblomov ve Oblomovluk kavramları, bugün çok sayıda gencin dilinde dolaşıyor. Kaba genellemeler ve kişisel yakıştırmalar içinde Oblomov’un asıl tipik özellikleri çoğu kez güme götürülüyor, Lenin’in dilinde büyük bir toplumsal ifade gücü kazanan Oblomovluk deyimi, harcıâlem bir lâf haline getiriliyor olabilir. Önemli olan bu değildir. Asıl önemlisi, bu ilginin ya da etkinin yaşanan hangi pratik durumdan kaynaklandığını ortaya koymaktır.
Gençliğimiz. 12 Eylülden bu yana itildiği boşlukta, yıpratıcı bir ataletin sancılarını yaşıyordu. Bugün, ataletin kabuklarını kırıp eyleme doğru yönelirken, içinden çıktığı gerçekliği zihninde sorgulamakta; Gonçarov’un romanında, Eylülist dönemin kaba yılgınlık ve eylemsizlik psikolojisine az çok denk düşen gerçek bir tipolojiyi bulmaktadır. Oblomov’a ilgi Oblomovluktan kopuşun bir göstergesidir. Onun Rusya’daki doğuşuysa, gözler önünde serili duran gerçek bir durumun toplumsal bilince aktarılışıyla olmuştur.
***
Gonçarov eserini, Avrupa ülkelerinin hemen tümüyle kapitalizme geçtiği, 1848 devrimlerinin yaşlı kıtayı yangın yerine dönüştürdüğü bir dönemin ardından yazdı. Rus çarlığı, yükselen proletarya hareketi karşısında Avrupa gericiliğinin Kutsal İttifakı içindeki yerini almakta gecikmemiş olsa da, kendi ülkesini bu büyük sarsıntının dışında tutmayı başarabilmişti. Fakat 1789’dan beri burjuva devrimlerinin yarattığı düşünce birikimini özümleyerek, büyük ütopyacıların etkileri altında sosyalizme yönelen Rus aydınlarının önde gelenleri, yüzyıllardır süregelen toplumsal geriliğin ardındaki feodal egemenliği görmüş ve ezilen Rus köylüsünün kurtuluşu uğruna çoktandır mücadeleye girişmiş bulunuyordu.
Puşkin’in de katıldığı, 1825 yılındaki ünlü Dekabrist ayaklanması, kendileri de soylu sınıf içinde yetiştikleri halde, gördükleri eğitim sonucu, toprak soyluluğunun olanca asalaklığını ve toplumsal gereksizliğini içinden kavramış olan Rus aydınlarının ilk sarsıcı girişimi oldu. Dekabristlerin yaktığı bu kıvılcım, Rus devrimci-demokratlarının yazdıkları eserlerin yönlendiriciliğinde, yüzyılın son çeyreğinde devrimci eyleme damgasını vuran Narodnik hareketini yarattı.
Rusya’da kapitalizme yönelik ilk girişimler, aşağı yukarı, Osmanlının “Batılılaşma” çabaları ve Tanzimat dönemi reformlarına denk düşer. Fakat Büyük Petro’nun başlattığı reformlar, bizdekinden daha geniş ve kapsamlı yapısı itibariyle, nispeten yaygın sonuçlar doğurabilmiş, büyük kentlerde burjuva ilişkilerin hızla yoğunlaşmaya başladığı bir sürecin ilk adımlarını oluşturmuştur.
Bunun sonucu olarak, kent yaşamının gittikçe artan canlılığı, yüzlerce yıllık feodal geleneğin kabuğu içinde kendi kendine çürüyen taşra aristokrasisini kentlere doğru çekiyor; satın alma ve rekabet sarhoşluğu karşısında iyice güçsüz düşen büyük feodal çiftliklerin gelirleri, yüksek sosyete yaşamının lüks harcamalarını karşılayamaz hale geliyordu. Gelişen yeni yaşamın köklerinden kopartarak kentlere fırlattığı aristokrasi, kaçınılmaz çözülmenin baş dönmesi içinde denetimsiz bir tüketim çılgınlığına kapılıyor; bu çılgınlık, çözülmenin toplumsal sonuçlarını daha da yoğunlaştırarak dayanılmaz kılıyordu.
Büyük feodal mülklerin sancılı parçalanışı, geleneklere bağlı Rus mujiğini ezdikçe eziyor, bilgisizlik ve sefalete batmış köylü yaşantısını içler acısı bir yıkılışa sürüklüyordu. Ezilen ve kurtuluşu efendisinden kaçmakta arayan mujiğin karşısında, üretim temelinden tümüyle kopmuş, hesabını çoktan unuttuğu çiftlik gelirleriyle yaşayan asalak Rus rantiyeri, her türlü çalışmayı bayağılık sayan feodal zihniyetle, Rus topraklarında yeterince kökleşme olanağı bulamayan burjuva girişimciliğine veryansın ediyor; ama öbür yandan, kendi toplumsal yazgısını paranın sinsi egemenliği sayesinde ellerine geçirmiş bulunan bu yeni güce tutunmadan edemiyordu.
İşte bu durum, toplumsal gelişmeyi sancılı bir düğümlenişe uğratmış, günlük yaşamı tepeden tırnağa çürümüşlüğe itmişti.
Kent yaşamı ve eğitimin gelişimi sayesinde Batı kültürüyle rezonans kuran Rus aydınları, ezilen köylü halkla ve onun geleneksel kültüründe canlılığını sürdüren insancıl-demokratik öğelere duyduktan derin sempatiyle, bu çürümüşlüğü güçlü bir eleştiriden geçirerek, dünyanın en büyük edebiyat eserlerini yarattılar. Gonçarov’un Oblomov’u, Rus toplumunu çok canlı renklerle yansıtan usta gerçekçiliğiyle, bu dev eserlerin önde gelenlerinden biri olmuştur.
***
Bütün törensel gösterişçiliği, budalaca kibarlığı, tek yanlı duygusallığı ve amaçsızca koşuşturmacılığı içinde, sonsuz bir tembelliği ve ataleti gizleyen aristokrasi, 19. yüzyılın ortalarında, olanca düşkünlüğü, asalaklığı ve toplumsal gereksizliğiyle gözler önüne serilmeye başlamıştır.
Bu durum, çoğunluğu soylu sınıf içinden gelmiş Rus aydınlarının bilincinde şiddetli çatışmaların doğmasına yol açar. İyi eğitim görmüş, incelmiş duygulara ve Avrupa burjuvazisinin esinlendirdiği reformcu düşüncelere sahip soylu gençler, kendi toplumsal çevrelerinin bayağılığı ve amaçsızlığı karşısında dehşete düşmüştür. Şatafatlı bir zenginliğe bürünmüş banal gösterişçiliğin, kibar davranışların ardındaki ikiyüzlü bencilliğin, hararetli salon tartışmalarının gizlediği düşünce yoksulluğunun farkına varmışlardır. Maddi zenginlikle bir arada yürüyen manevi tatminsizlik, her türlü insancıl değerin parayla ölçüldüğü bir ortamda, birey olarak kendini gerçekleştirmenin olanaksızlığı, şiddetli bir nefret ve küçümseme duygusuyla dolan bu gençleri, gündelik aristokrat yaşamın dışına doğru iter.
Ancak, aynı eğitim ve yetişme tarzından dolayı, her türlü maddi çalışmayı küçümseyen feodal görüşün bilinçlerinde yarattığı sınırlılık, bütün maddi değerlerin gerçek yaratıcısı olan köylü yığınlarına da yabancı kalmalarına yol açmıştır. Mujiğin içinde bulunduğu yaşama koşullan, romantik düş gücünün soluk renklerinden ne kadar da uzaktır.
Güneşli seralarda yeşermiş narin çiçeklere benzeyen bu soylu hayaller, bilgisizlik ve sefaletin, gelenek ve hurafelere körü körüne bağlılığın inmelendirdiği kır hayatının katı gerçekliği karşısında kırılıp dökülür. Romantik hayallerle beslenmiş hassas iç dünyaları, kaçınılmaz düş kırıklıklarıyla çarpılır. Kira gelirlerinin sağladığı maddi olanak, dehşetli bir manevi olanaksızlığa dönüşür. Gerçekliğe değmeyen, soyut ve bu nedenle de dayanıksız insan sevgisi, derin bir öfke ve küçümseme krizi içinde boğulup gider. Bütün insanlara yönelen bu şiddetli küçümseme krizleri, romantik kahramanı toplum dışına düşmüş, asalak ve yararsız biri haline getirir. Sevgi ve toplumsal uyum düşleri, bu koşullar altında, uyumsuz, geçimsiz, hırçın bireyler yaratır. Yaşama isteğinin yerini, ölüme tutkunca bağlılık alır. İdeal ve gerçeklik arasındaki çatışmadan doğan sınırsız eylem gücü, kararsız ve dengesiz bireysel yaşamın uçurumlarında parçalanır; ruhun başıbozukluğunda soysuzlaşarak eylemsizliğe dönüşür.
Romantik kahraman, şeytanın arkadaşıdır. İkiyüzlülüğe ve bencilliğe karşı duyduğu tepki, ikiyüzlülük ve bencillik doğurur. “Kendini yakabilme” cesareti, korkakça bir böbürlenmeyle kaynaşır. Kendini bütün toplumun üzerinde bir konuma yerleş tiren, insanlara tepeden bakan, kahramanımız, insanlık için kılını bile kıpırdatmaz. Büyük işler peşinde koşturur, ama küçük ve yararsız işlerin kalabalığı içinde kendi kendini yitirir. Tembellik ve ataletten kaçmıştır; sonu gelmez bir uyuşukluğun batağında trajik bir yok oluşla hiçliğe karışır. Gerçek bir kahramandır o, alnında hiçliğin ve gereksizliğin damgasını taşır.
Puşkin’in Onegin’i, Lermontov’un Peçorin’i ve Rus edebiyatının aynı dönemlerde yarattığı başka birçok “lüzumsuz kahraman”, gerçekliğin bu acımasız görünümünden türemişlerdir. Rus gençliğini bir dönem için sonuçsuz başkaldırılara iten nihilist akımın köklerinde de hep bu aynı gerçeklik yatar. Turgenyev’in ünlü “oğul” Bazarov’u da, ancak 20. yüzyıl başında proleter dirilişin son verdiği bu toplumsal bilinç bunalımının çocuğu olmuştur.
Fakat 19. yüzyıl Rus edebiyatının son derece çarpıcı üsluplarla tipleştirdiği, olgunlaşmamış sınıf mücadelesinin ürünleri olan, gerçekte hep güdük kalmış, gelişememiş bu “kahramanlar”, trajik yok oluşları içinde tümüyle hiçliğe karışıp gitmediler. Tek tek bireyler olarak, ne ölçüde bir boşluğa ve gerçeksizliğe yuvarlanıp gitmiş olsalar da, toplumsal olarak üzerlerine düşen rol itibariyle, aslında ucu Bolşevizm’e varan mücadele toprağını kendi kısır yaşamlarıyla besleyip verimli hale getirdiler. Bu bakımdan, onları, gelecekteki proletarya devriminin, kendi rollerinin farkında olmayan müjdecileri sayarsak, yanılmış olmayız. Gerçekten, aynı toplumsal karakterin farklı görünümlerini yansıtan Onegin, Peçorin, Oblomov gibi tiplerin yaratılışı, Rus toplumsal bilincinin Bolşevizm’e varan evriminde birer sıçrama noktasını oluşturmuşlardır.
Ancak, bu evrim, hiç de bir ırmağın dümdüz ve sakin akışı içinde gerçekleşmedi. Tam tersine, coşkun kabarışlar ve geri çekilişlerle, sancılı çelişmeler ve hesaplaşmalarla gelişip gürbüzleşti, Onegin’ler, Peçorin’ler ve Oblomov’Iar, Rus aydınının yaşadığı toplum içindeki kendi gerçekliğini tanıma, kendi kendisiyle hesaplaşma çabalarının ürünleridirler. Rus aydını, bu ölümsüz tiplerin kimliğinde, kendi toplumsal hastalıklarını kavramış ve Oblomovluk adı verilen bu hastalıktan kurtulmadan, özlenen, güçlü bireyler yaratılamayacağını görmüştür.
Gonçarov, bütün insani duygu ve sezişiyle, Oblomov’u kulağından tutup toplumsal bilincin aydınlığına çıkarmış, bu hastalığın gerçek köklerini gözler önüne sermiştir. Devrimci demokratların, Gonçarov’un eseri karşısında kapıldıkları büyük coşku, bu anlamda, rastlantı değildir. Oblomovluğa karşı savaş, Rus aydınının bu kendi kendisiyle hesaplaşması, toplumsal düzene karşı yürütülen mücadeleye bağımlı olarak gelişti ve o gün için asıl temellerini devrimci demokratların ezilen köylü yığınlarının kurtuluşu yolundaki militan çabalarında buldu.
Büyük Puşkin ve Levmontov, bu zincirin belki ilk halkalarını oluşturdular. Puşkin, Dekabrist ayaklanmasına fiilen katıldı. Lermantov’un Dekabristlere duyduğu yakınlıksa, şiirlerinin coşkun lirizminde yankılanıp durur. Fakat Çarlık düzeninden kopuşun bu ilk ve erken habercileri, sınıf mücadelesinin çok ilkel koşulları içerisinde, belirli bir sistemliliğe ulaşmış devrimci demokrat düşünce ve eylem programından yoksunluğun sancılarıyla yoğruldular. Coşku ve umutsuzluğun birbiriyle kaynaştığı şiirlerindeki yoğun trajik kuruluş, gerçekçiliğin güçlü belirtilerini ve kaynaklarını taşımasına rağmen, eserlerine hâkim olan romantik yapı, esas olarak bu nedenden kaynaklanır. Onegin de, Peçorin de, bu büyük sanatçıların kendilerinden izler taşırlar.
Mujiğin ezilişini daha derinden kavrayan ve bu kavrayışı düşünce planında somutlaştıran sonraki dönemin devrimci demokratlarında, Nekrassov’da, Çernişevski’de ve benzerlerinde ise, yoğun ve kararlı bir ideolojik vurguyu, daha kapsamlı ve derin bir gerçekçi Kuruluşu buluruz.
Peçorin’in küllerinden Rahmetov doğmuştur artık. Ve Rahmetov, bilinçli ve ödünsüz eylemciliğiyle, anarşik yönler taşısa da devrimci olan görüşü ve mücadeleyi yücelten tutumuyla, Oblomovluğun karşısında yer alır. İşçi hareketinin doğum sancıları arasında yükselmiştir. Bütün güdüklüğüne, az gelişmişliğine rağmen, Bolşevik aydının prototipini oluşturur. Bolşevik aydın, Oblomovluğun anti-tezidir.
***
İlya İlyiç Oblomov, kentlerde gelişen yeni ve hareketli yaşamın cazibesine kapılarak, köklerinden kopan taşra aristokratlarından biridir, Yüksek sosyetenin merkezi Petersburg’ta, doğup büyüdüğü, babadan kalma çiftliği Oblomovka’dan kilometrelerce uzakta yaşar.
Çocukluğundan beri yanından ayrılma yan uşağı Zahar’la, kasvetli bir dairede olur maktadır. Uzaktaki çiftliğinden, yüzünü bile görmediği kâhyasının gönderdiği, her geçen yıl azalan toprak gelirleriyle geçinir. Çiftlikte, uşağı Zahar gibi, hallerini bilmediği üç yüz kölesi daha vardır.
İlya İlyiç, baba toprağı Oblomovka’da, bütün zevk düşkünü aristokratların çocukları gibi, her istediğini karşılamaya hazır hizmetkârların çevresinde dönüp durduğu, nazlı ve şımartılmış bir asilzade olarak yetişmiştir. Dinlerine ve geleneklerine aşırıca bağlı, modem dünyanın bütün yeniliklerine kendilerini kapatmış; çalışmaya karşı kötürüm bir ilgisizlikle, her gün bir öncekinin aynısı olan sakin ve uyuşuk bir hayat sür düren yaşlı büyüklerinin koruyucu kanatları altında geçmiş, rahat ve tasasız bir çocukluktur bu.
Büyüyüp yetişkin bir adam olduğunda bile, onu hâlâ kendisinden birkaç yaş büyük olan uşağı Zahar giydirir. Çocukluğundan beri bir gün olsun kendi işini kendisi görmemiş, babadan kalma zenginliğine ve hizmetkârlarının bağlılıklarına güvenmiştir.
Bu yüzden, son derece inisiyatifsiz, günlük yaşamın en küçük zorlukları karşısında korku ve paniğe kapılan, kararsız, beceriksiz birisi olup çıkmıştır. Babasından devraldığı, babasına da Babalarının babalarından kalan zenginliğe bir tek ruble bile eklememiştir.
Kölelerinin emeği üzerinde sürdürdüğü bu asalak ve bağımlı yaşama öylesine alışmış, bu şekilde yaşamayı öylesine doğal ve kaçınılmaz bir üstünlük olarak benimsemiştir ki, bir kez olsun, kendi toplumsal konumunu sorgulamayı aklından geçirmez. Buna karşılık, ne kendisini soyup soğana çeviren kâhyasının dürüstlüğünden, ne de üç yüz baş kölesinin sadakatinden kuşku duyar. Başkalarının uyanlarıyla gerçekliği görmeye zorlandığı anlarda bile, kendi kendisini aldatmaktan kaçınamaz.
Hoş, gerçek durumunu bütün çıplaklığıyla hissettiğinde de, ne işlerini düzeltip yoluna koyabilecek gücü bulur kendinde, ne de güveni. Bunların düşüncesi bile, Oblomov’u yormaya yeter. Ne diye bu sakin ve rahat yaşamı bozup, sonu gelmez küçük işler peşinde koşturup dursun. O, bütün insanlardan doğuştan farklı, üstün niteliklere sahip, soylu bir kişidir. Günlük yaşamın sayısız küçük ayrıntıları içinde boğulup gitmek istemez. Hayır, o soylu duygularını ve düşüncelerini korumak zorundadır. Büyük ideallerin adamıdır o; ufak tefek işlerle uğraşmayı kendisine yakıştıramaz. Para kazanmak, her gün birilerine dert anlatmak, bilileriyle bir şeyler uğruna sürekli uğraşıp didinmek… Nasıl olsa, kendisi adına bunları yapacak birileri bulunur.
Sekiz yıldır oturduğu daireden taşınmak zorunda mı kaldı; of, ne sıkıcı bir iş! Böyle anlamsız sorunlar için kafa yormaya değer mi canım, nasıl olsa, üç kağıtçı Tarantiyev yeni bir ev bulur ona.
Bu yıl havalar kurak gitmiş, ürünler yok pahasına satılmış, köylüler çoluk çocuklarını alıp çiftlikten kaçıyormuş. Ne nankör şeyler şu insanlar! Adamı bir an bile rahat bırakmazlar. Oysa efendileri, onlar için yıllardır düşünmekte, kafa patlatmakta, geceleri uykusuz kalmaktadır. O olmasa nasıl yaşarlardı kim bilir? Bilseler ki, Oblomov, yıllardır kapanıp kaldığı dairesinde, çiftlikte yeni düzenlemeler yapmak, yollar, köprüler, hastane ve okul inşa ettirmek, köylüleri okutmak, yaşamlarını iyileştirmek için ne yorucu çabalara katlanarak, ince ince planlar kurmaktadır.
Bütün gün yatağında, çalışma yatışma geçerek düşünmekte, düşünmekten yorulduğunda da dinlenme vaziyeti alıp, kafasını yumuşak yastıklara gömerek, hayaller kurmaktadır. Tam da planlarını tamamlayıp harekete geçeceği bir sırada kâhyadan gelen mektup, nasıl da birdenbire her şeyi alt üst edivermiştir. Neden bütün belâlar Oblomov’u bulur sanki? Şimdi, daha zamanı gelmeden apar topar yola koyulmak, bu kış kıyamet ortasında günlerce süren yolculuğun yorgunluğuyla çiftlik işleriyle uğraşmak zorundadır. Of, of! Ne berbat bir durum! Hem, Oblomov, çiftlik işlerinden de hiç anlamaz ki! İyisi mi, işten anlayan binlerini buldurup, çiftliğe göndermeli!
Oblomov, bu iflâh olmaz tembelliği ve beceriksizliği yüzünden, sürekli olarak, çevresindeki çıkarcılar takımının istismarına uğrar. Uşağı, Zahar bile, efendisinin kendisine olan bağımlılığından yararlanıp, ufak tefek hırsızlıklara girişmiştir. Bu nedenle, İlya İlyiç, gün geçtikçe daha berbat bir duruma düşer, insanlardan giderek daha da soğur. Ama ne diye bu değersiz, aşağılık kimselerle uğraşıp dursun ki! Böyle aptalca bir işe kalkışıp bayağılaşmaya değer mi hiç? Hem, nasıl olsa arkadaşı, tek güvendiği dostu Ştoltz, onu bu kötü durumdan kurtaracaktır. Ştoltz, akıllı, becerikli bir adamdır. Ah, bir Ştoltz gelse!
Oblomov, okuma çağına geldiğinde, ailesi onu sırf zamanın bilgilerine yabancı kalmasın diye -istemeye istemeye- komşu çiftlikte ders veren Alman öğretmenin yanına gönderir. Burada, öğretmenin oğlu Ştoltz’la derin bir arkadaşlık kurarlar.
Oblomov’un tek arkadaşı, Ştoltz’dur. Ancak, birbirlerini çok sevdikleri halde, hiçbir zaman birbirlerini tam olarak anlayabilmiş değillerdir. Oblomov, daha baştan, uyuşuk, hareketsiz, kararsız bir kişidir. Ştoltz ise, babasından aldığı Alman işadamlığı özellikleriyle yapkın bir karakter kazanmış, kendine güveni tam, cesaretli ve girişken biri olarak yetişmiştir.
Ortak öğrenim yıllan kısa sürer. Oblomov, okulda öğrendiği bilgilerin hayatta ne işe yarayacağını bir türlü anlayamadığından, derslerinden gittikçe soğur. Zeki ve ince ruhlu bir genç olduğu halde “bir şey yapmaya alışmamıştır, dolayısıyla neyi yapabileceğini, neyi yapamayacağını tam olarak belirleyemez, bu yüzden de bir şeyi ciddi bir biçimde ve var kuvvetiyle isteyemez… istekleri biçimseldir ve istek olarak kalır” (Dobrolyubov, Oblomovluk Nedir, s. 35)
Duygulu ve romantik ruh hali, onu edebiyata ve şiire iter. “…şairler bütün gençler gibi onu da sarmıştı. O da bütün gençler gibi şairlerle coşmuş iyi bir insan olmak, çalışmak, dünyada bir iz bırakmak isteğini duymuş kalbinin hızlı attığı günlerde o da coşkun sözler söylemiş, mutlu gözyaşları dökmüştü. Zekâsıyla duygularının birleştiği zamanlar olmuş, uyuşukluktan kurtulup var gücüyle yaşamak sevdasına kapılmıştı. Ştoltz, Oblomov’un bu hayat hamlelerini elden geldiği kadar sürdürmeye çalışırdı.”
Ancak, iradesiz, maymun iştahlı biri olarak yetiştiğinden, hiçbir işte karar kılamaz. Bir kitabı sonuna kadar okuduğu pek görülmemiştir. Okusa bile, edindiği bilgilerin bir birleriyle ve hayatla bağını kurabilme yeteneğinden yoksundur. Çünkü “kafasında hayat ayrı şey, bilgi ayrı şey”dir; “onca, hayatla bilgi arasında bir uçurum” bulunmaktadır. “Kafası bir kitaplıktı; ama ayrı ayrı ve hiçbiri tamam olmayan ciltlerle dolu bir kitaplık.”
Birlikte oldukları süre boyunca “Ştoltz’un taşkınlığı Oblomov’a da geçmiş, ona çalışmak, pek uzak bir ülkü uğrunda didinmek isteğini aşılamıştı. Ne yazık ki, bu hayat çiçeği açılıp döküldü ve meyve vermedi.”
Hayat, bu iki zıt karakterli arkadaşı geleceklerini ayrı yönlerde kurmaya sevk eder. Ştoltz, kısa sürede başarılı bir işadamı olarak sivrilir. Oblomov’sa, kendine daha uygun gördüğü bir işi, memurluğu tercih etmiştir. Ama Petersburg’ta bir devlet dairesinde edindiği işinde de ancak altı ay dayanabilir. Bir gün “önemli bir yazıyı Astrahan’a gönderecek yerde Arhangeisk’e” gönderir. Yaptığı hatayı anladığındaysa, büyük bir paniğe kapılır ve amirlerinden işiteceği azarların korkusuyla hemen ertesi gün işinden istifa eder.
Bundan sonra, insanlarla kurduğu seyrek ve zayıf ilişkileri gitgide körelir. Kirada oturduğu dairesine çekilerek, tümüyle kendi içine kapanır. İçindeki solgun hayat alevi, birkaç titrek canlanıştan sonra tamamen sönüp gider. Zayıf yaşama enerjisi, daha ilk hamlelerinde tükenmiş; Oblomov, genç yaşta canlı bir cesede dönüşmüştür.
Oblomov’un “felaketini” Dobrolyubov şöyle dile getirir:
“…hayatın kendisi için olan anlamını anlayamıyor, hayattan kendisi için bir anlam çıkaramıyordu” (age, s. 41)
İlya İlyiç, İlyinskilerin kızı Olga’ya karşı duyduğu aşkla, son bir kez daha yaşamın çekiciliğine kapılır. İçinde uykuya yatmış gizli yetenekleri, kısa bir süre için, belli belirsiz bir canlılık kazanırlar. Hayata son derece bağlı canlı ve neşeli bir kız olan Olga, birdenbire bütün coşkunluğuyla Oblomov’un güçsüz ruhunu kuşatıvermiştir. Fakat İlya İlyiç’in toplumsal yaşamın akışı dışında kurduğu içsel denge, iki insan arasındaki aşkın güçlü tutkularına uzun süre dayanamayacak kadar zayıf ve kararsızdır.
Olga, Oblomov’un ruhunun derinliklerinde gizli kalmış, harekete geçirilemediği için kimsenin görüp anlayamadığı yetenekleri daha ilk tanıştıkları gün fark eder. Onları günışığına çıkartmaya, türlü küçük kurnazlıklarla Oblomov’u yatağından kopartıp hayata bağlamaya çalışır. Ancak, Oblomov’u yatağına çivileyen kuvvet öylesine büyüktür, yaşamaya duyduğu güvensizlik öylesine derindir ki, Olga’yla ilişkilerinin kendisinde yaratmaya başladığı değişimi kavrar kavramaz, bin bir sahte mazeretle ondan kopar. İçinde yeşeren duyguları inatla bastırır, ipe sapa gelmez bahanelerle bu ilişkinin yürümeyeceğine kendini inandırmaya çalışır.
Bu noktada, Oblomov, olanca açıklığıyla kendi durumunun bilincinde olduğunu gösterir bize. Oblomov olarak kaldığı sürece, Olga’yla birlikte olmasının olanaksızlığını görmektedir. Olga’nın yaşama bakış: yaşamdan beklentileri, kendisinin beslediği hayallerden çok farklıdır. Olga, yaşama tutkuyla bağlıdır, aşkı, kişiliğini devindiren manevi güçlerini besleyip dışa vuran bir itte güç olarak algılar. Oysa Oblomov’un bütün beklentisi, Olga’yla doğduğu köye yerleşip, tıpkı atalarının ve onların da atalarının yaşadığı gibi, hareketsiz durgun ve mutlak huzurlu bir münzevilik geleneğini sürdürmektedir. Onun dünyasında hareket ve değişime, alışkanlıkları zorlayan tutku ve istek patlamalarına, beklenmedik olaylara ve sürprizlere yer yoktur. En küçük sürprizler ya da alışkanlıklarını değiştirmeye zorlayan olaylar karşısında, paniğe kapılır, şiddetli bir güvensizlik ve boşlukta kalma kriziyle sarsılır. Onun gözünde aşk, yalnızlığın ikiye çarpılışıdır. Aşk, onu dışa açmaz; tersine, mutlu bir içe kapanışı özler. Olga’yı da kendi hapishanesine girmeye zorlamaktadır.
***
Oblomov’un gerçek hastalığı Oblomovluktur. Bu illet, ona, içine doğduğu toplumsal konumunun armağanı olmuş, yetiştiği aile ortamının kendine özgü biçimlendirmeleri içinde bireysel renkler kazanmıştır. Ancak Oblomov, yetişkin biri haline geldiğinde de, çocukluk çağlarında edindiği köklü alışkanlıkları terk edemez. Toplumsal durumunun asalak niteliği, kendisini sürekli bir edilgenliğe iten yetişme tarzıyla bütünleşince, İlya İlyiç, kendine özgü bir kişilik edinebilme fırsatını bulamamış; eline geçen ender fırsatlarıysa, nasıl ve neden değerlendirmesi gerektiğini bir türlü kavrayamamıştır.
O, hep başkalarının yönlendirmeleri altında büyümüş, hayatı boyunca başkalarının yönlendirmelerinden kurtulamamış bunun için de hiçbir çaba sarf etmemiştir. Olga’ya duyduğu sevgi bile, bu edilgen ruh halinin ürünü olarak doğmuştur. Aralarındaki ilişkiyi yürüten, bu ilişkiyi başlatan ve sürdüren, hep Olga’dır. Oblomov, bu ilişkinin gelişmesi için gerçek anlamda bir gayret göstermemiştir. Zaten iş ona kalsaydı Olga’nın farkına bile varmayacağı kesindi:
İşte, o noktada, Oblomov, Oblomovluğunun bilincindedir. Ama bu durumu o kadar doğal bir biçimde benimsemiştir ki başka türlü olabileceği pek aklına gelmez. Başkalarına benzetilmekten hiç hoşlanmazsa da (başkaları onun gözünde sıradan ve önemsiz kişilerdir), ara sıra kendi durumu nu başkalarıyla kıyasladığı, ilk gençlik çağrılarının gerçekleşmemiş özlemlerini hatırladığı zaman, kendi edilgen halini pek acık bularak, pişmanlık nöbetleri ve vicdan azapları içinde kıvranır. Ne var ki, bu nöbetlere pek sık yakalanmaz ve düşünmek ten yorulup ruhundaki fırtınalar yatıştığın da, gene eski haline döner. Gerçekte, o her zamanki halinden hiç ayrılmamıştır.
Ştoltz’la her görüşmelerinde, Oblomovun içinde, birlikte geçirdikleri çocukluk günlerinin anıları depreşir. Bir an için, yatağından çıkıp insanlar arasına karışmak, gezin eğlenmek, hayatın tadını çıkarmak isteğiyle yanar. Ama sırtüstü yattığı yerden bile, dışarıda, insanlar arasındaki ilişkilerin boşluğunu ve anlamsızlığını görmektedir. Kapitalist ilişkilerin gittikçe genişlemeye başlayan egemenliği altında bozulan, giderek çürüyen, dağılan toplumsal hayat, Oblomov için çekici değildir. Onu yatağına çivileyen güç, her değdiği şeyi değiştiren, o güne dek ataerkil geleneklerin ve değişmez kutsal inançların gizlediği her türlü gayri-insani eğimi çırılçıplak ortaya seren, ama Ruslarla hiçbir zaman gerçek toplumsal derinliğine ulaşamayan kapitalizmin yüzeyselliğinden daha büyük ve inatçıdır.
Elbette ki, Oblomov, kapitalizm sözünü ağzına almamıştır; ama Ştoltz’un karşısında döktürdüğü şu zekice felsefi nutuk, tek başına ele alındığında, kapitalizmin insan hayatında yarattığı sonuçların şaşırtıcı bir betimlemesi olarak karşımıza çıkar.
“Toplum! Senin beni bu adamların içine götürmen onlardan iyice nefret etmem için herhalde. Hayat; amma da hayat, ha. Ne bulabilir insan orada? Fikir meseleleri mi var? Duygu meseleleri mi var? Bu hayatın bir ekseni yok; derin hayati hiçbir yanı yok. Bütün bu salon adamları benden çok daha uyuşuk, çok daha ölü. Hayattaki gayeleri ne? Benim gibi yatakta uzanmıyorlar, ama bütün gün sinekler gibi aşağı yukarı inip çıkıyorlar. Ne çıkıyor bunlardan?”
“Ne biçim hayat bu? İstemem eksik ol sun. Benim oradan alacağım bir şey yok.”
Oblomov devam eder.
“Her duydukları şey üzerinde inceden inceye fikir yürütürler ama aslında hiçbir şeyle candan ilgilendikleri yoktur. Ha böyle gürültü patırtı etmişler, ha uyumuşlar, hepsi bar. Konuştukları şeyler, kiralanmış elbiseler gibi, kendi malları değildir. Yapacak işleri olmadığı için güçlerini öteye beriye harlarlar. Her şeye sarılan ilgileri, ruhlarının boşluğunu ve sevgi yoksulluklarını kapsayan bir örtüdür. Ama orta halli bir yol seçmek ve orada derin bir iz bırakarak yürümek; çok şey bilmek o zaman işe yaramaz, gösterişe yer kalmaz.”
“Hayır, bu yaşamak değil, tabiatın önümüze koyduğu yasaya, ideale ihanet etmek.”
Oblomov’un bu konuşması, romanın belki en dokunaklı bölümlerinden birisidir. Bu yaşamın kendisine manevi hiçbir şey kazandırmayacağını düşünmekte, ahlaksal olarak kendini ondan üstün görmektedir. Ancak, bu ahlaksal üstünlük bilinci, kalıtımsal güçsüzlüğüyle öylesine birleşmiş ve silikleşmiştir ki, gerçek yaşamında hiçbir pratik sonuç doğurmaz. Bilinciyle iradesi arasında derin bir uçurum söz konusudur. Hiç bir somut yaşama problemi karşısında gösteremediği kararlılığı eylemsizliğinde direnmekle gösterir. Ama bir irade gücünün sonucu olarak değil, doğal ruh halinin kendiliğinden uzantısı olarak.
Ahlaksal üstünlük, onda salt zihinsel bir tasarım olarak bulunur, eyleme dönüşmez. Olga’ya ilişkilerinin yarattığı son yaşama umudunu da inatla reddeder. Olga’ya gönderdiği mektupta, gerçekte onun kendisini sevemeyeceğini, bu yüzden ona acı çekmemek için ilişkilerine son verdiğini bildirir. Oysa bu mektubun Olga’yı nasıl bir sarsıntıya iteceğini çok iyi görmektedir ve aslında Olga’da yol açacağı bu acılı durumdan gizli bir tat bile alır. Oblomov, bir Oblomov’dur. Yatağıyla sınırlı mutlak zihinsel yaşantısında ahlaklı olabilir ancak; gerçek durumlar karşısında ise, ikiyüzlü, korkak bir egoist olmaktan kaçınamaz.
“Oblomov istekleri, hevesleri, gönül akışları olmayan, duygusuz, küt bir tembel değildir; onun da hayatta aradığı, düşündüğü bir şeyler vardır. Ama isteklerini, arzularını kendi çabasıyla değil de başkalarının çabasıyla yerine getirme alışkanlığı bu rezil iğrenç alışkanlık ondaki gevşekliği, duyumsamazlığı, hareketsizliği geliştirmiş ve onu ahlaki bakımdan zavallı bir köle durumuna dönüştürmüştür. Bu kölelik, Oblomov’daki efendilikle öylesine iç içe geçmiş ve bunlar birbirlerini öylesine belirler duruma gelmişlerdir ki, aralarına bunları birbirinden ayırabilecek küçücük de olsa bir sınır çizgisi çekebilme olanağı kalmamış gibidir.” (age, s. 38)
Gene Dobrolyubov’un belirttiği gibi, “o her kadının, karşısına çıkan herkesin, onu dolandırmak isteyen her üç kağıtçının kölesidir. O, kölesi Zahar’ın bile kölesidir ve bu ikisinden hangisinin ötekine söz geçirdiğini kestirebilmek kolay değildir.” (age, s. 39)
Gerçekte, Oblomov’un mutlak zihinsel tasarım olarak ahlaksal üstünlük bilinci ile gerçek durumdaki ahlaksal köleliği belirgin bir uyum içinde bulunur. Diğer yandan, ahlaksal üstünlük duygusu, kendinde doğal bir hak olarak gördüğü çalışmadan yaşamak fikriyle (ömrü boyunca çoraplarını bir kez bile kendi giymemiş olmakla övünür), yani hiçbir kez sorgulamak gerekliliğini duymadığı soylu görüş açısıyla bütünlük halindedir.
Oblomov neden erdemli görünür? Yatağından çıkmaz da ondan. “Uyuşuk kişiliği içinde yalana ve sahteliğe” yer yoktur. Ama eğer Oblomov, tanrı vergisi olarak gördüğü efendilik “hakları”nı korumak ve geliştirmek için eyleme geçmiş olsaydı, kendini belki de hiç ummadığı boyutlarda ahlaksızlığın ve erdemsizliğin içinde bulacaktı. Oblomov’un ahlak görüşü, işte o zaman somut bir gerçeklik kazanabilirdi. Böyle bir durumda, köleleriyle arasındaki çıplak ilişkinin sonuçlarıyla yüz yüze gelecek; ya “efendilik haklarında direnerek açıkça manevi soysuzlaşmanın bataklığına yuvarlanacak, ya da ruhsal temizliğini korumak için kendi toplumsal konumunu bilinçlice terk etmeye zorlanacaktı.
Somut ve pratik ahlak, toplumsal yaşamın çatışmalı yapısı içinde, ancak böyle zorlu bir sınavdan geçerek kurulabilir. Rusya’nın o günkü koşullarında, toplumsal ahlak kavgası, gerçek neferlerini ezilen köylü yığınları arasında bulabilirdi. 19. yüzyıl aydınları, bu devasa yığma yöneldikçe, toplumsal ahlak kavgasının gerçek öncüleri olabildiler. Klasik Rus edebiyatını temelinden kavrayan bu kavga, gerçekçi seziş güçleriyle dünya görüşlerinin gerici niteliği arasındaki çelişkiden ötürü, Gogol, Dostoyevski ve Tolstoy gibi büyük yazarlarda Hıristiyan değerleri üzerine oturmaya yönelirken, devrimci demokratlarda, dünyasal maddi kurtuluşun araçlarıyla bütünleşmiştir. O yüzden, gerçek ahlaklı bireyler yaratma mücadelesinin asıl şerefi, o günkü koşullarda, devrimci demokratlara aittir. Oblomov, yukarıda sözünü ettiğimiz ikinci yolu tutmuş olsaydı, eninde sonunda kendisini devrimci demokratlar arasında bulabilirdi.
Olabilir miydi? Pek mümkün gözükmüyor. Buna her şeyden önce uyuşuk kişiliği engeldir. Ancak, bir kez harekete geçtiğini varsayalım; sonunda ne olurdu bilemeyiz ama yukarıda andığımız ve birazdan yeni ayrıntılar ekleyeceğimiz görüşlerden, ilk planda, olsa olsa parlak edebi niteliğiyle bir tür “feodal sosyalizmi” çıkardı.
***
Ştoltz’la aralarında geçen tartışmada Oblomov, burjuva yaşam tarzını “tabiatın önümüze koyduğu yasaya, ideale ihanet” olarak değerlendirir. Ştoltz’a göre, hayatın amacı çalışmadır. Ne için yaşarız?” İşin kendisi için; başka bir şey için değil. Çalışmak hiç değilse benim hayatımın gayesi, içi, dışı, her şeyidir.”
Ştoltz’a duyduğu bütün sevgi ve hayranlığa rağmen, Oblomov onunla uzlaşmaz. Yaşama ideali, burjuva anlayışın tam karşısındadır. “Peki, insan ne zaman yaşar öyleyse?” diye sorar arkadaşına. Ona göre hayat, çalışmanın dışında kurulabilir. Çalışmayı “hayatımızı berbat eden” bir şey olarak görür Oblomov. Gerçek aristokratlara yaraşır bir görüştür bu.
Oblomov’un zihnindeki ideal hayat tasarımı, parlak bir pastoral şiiri andırır. Kırda, şehrin karmaşa ve gürültüsünden uzakta geçen, dingin ve tasasız bir yaşama özlemidir onun duyduğu. Orada her şey alışılmış sınırlar içinde akar. Sürprizlere kapalı, düzenli ve güvenli bir hayattır bu. Herkes huzurlu, bütün konuşmalar, candan ve samimidir. “Bir tek solgun, üzgün çehre” görünmez orada. İnsanların kendilerini üzen “hiçbir dertleri olmaz. “Ne Danıştay davaları, ne borsa, ne şirket, ne rapor, ne bakan, ne rütbe, ne terfi…”
Oblomovcu doğa anlayışı, bu ideal hayat tasarımıyla tam bir uyum gösterir. Oblomov, her şeyi çok ince ayrıntılarla tasarlamıştır. Onun hayalindeki doğada “ne deniz var(dır), ne yüksek dağlar, ne kayalar, ne derin uçurumlar, ne kapkara ormanlar… Heybetli, vahşi, kasvetli hiç bir şey yoktur” orada. “Her şey tabiatın çizdiği yolda düzenli düzenli yürür gider.” Kavurucu güneş, ya da dondurucu soğuk uzaktır ondan, “ani fırtınalar olmaz, kar tarlaları kaplayıp ağaçları kırmız.” Oblomov’un hayalindeki doğada vahşi hayvanlar da yoktur. “Geviş getiren inekler”, “meleyen koyunlar”, “gıdıklayan tavuklar” bulunur yalnızca.
Bu sakin doğa ortasında Oblomov, karısı ve çocuklarıyla mutlu bir içe kapanışı yaşar. Ağaçların altında uzanıp dinlenir, kitap okur, müzik dinler, gezintiye çıkar, kırların güzelliğini seyreder, çocuklarının mutlu gülüşleriyle ruhunu şenlendirir, örgü ören karısının tombul bileklerine dalıp kendinden geçer.
Oblomov’a göre, “hayat bir şiirdir”, onu insanlar berbat eder. Onun hayatında yabancı yüzlere yer yoktur. İnsansız bir şiirdir onunkisi. Gerçi tarlalarda, hep efendileri için uğraşıp didinen köylüleri görmek ister ama bu mutlu insanlar, çalışkan birer karınca gibidirler, onun başını hiçbir zaman derde sokmazlar.
Gerçek bir kır şiiri. Yalnız, bu şiirin eksik olan bir yönü vardır. Hareket ve lirik coşku. Ama Oblomov, bunu da bir eksiklik olarak görmez. Çünkü ona göre hareket, kalbi yoran bir tehlikedir. O yüzden, biz bu ideal hayat tasarımını tek bir deyimle özetleyebiliriz: Mutlu bir seyre dalma ya da Mutlak içe yönelik bakış.
Ancak, bu kadarla kalsaydı, belki o denli önemli sayılmayabilirdi. Fakat Oblomov, her şeyi düşünmüş, inceden inceye planlamıştır. Onun köylüleri çalışkan ve efendilerinin çıkarlarına bağlı insanlardır; mutluluklarını bu iki şeyde bulurlar. “Hiçbir güçlü tutku, hiçbir korkusuz girişim”, bu insanları bir yana çekip götüremez. Orada herkes “haddini bilir”, efendi efendiliğini, köle de köleliğini.
Öyle iyi insanlardır ki bunlar, “kendi işlerinden başka tasaları yoktur; çıkarları başkalarının çıkarlarıyla çatışmaz” Hiçbir yere gitmezler, hiç kimseyi görmezler. “Yaşayışlarını karşılaştıracak başka insanlar olmadığı için iyi mi kötü mü yaşadıklarını, zengin mi, fakir mi olduklarını bilmezler; kendilerinde olmayıp da başkalarında olan şeylerde gözleri yoktur.”
“Bu mutlu İnsanların inancına göre hayat olduğundan başka türlü olamaz, olmamalıdır. Zaten herkes de onlar gibi yaşıyordun başka biçimde yaşamak günahtır.”
Gelin, bunun nasıl bir erdem olduğunu sormayın artık. Oblomov, her zaman Oblomov’dur. Hayatını kısırlaştıran felâketin sorumluluğunu köylülerinde bulur. Bir şeye mi öfkelendi, hırsını zavallı uşağından çıkarır. Zahar’cığın burnuna indirdiği tekmeler de cabası. Hayalindeki çiftlikte genç kızlar, efendilerinin tatlı kaçamaklarına göz yuman birer şehvet aracıdırlar.
***
Oblomov’da burjuva yaşam anlayışına karşı bir tepki varsa, bunun bütün somut içeriği, aristokrat tasarımlara dayanmaktadır. İnsanî görünümü, bu tasarımların eyleme dökülemeyişinden gelir.
Bu noktada, Gelenek dergisi yazarlarının baştan beri söylediklerimize karşı çıkacaklarını biliyoruz. Gelenek’in Aralık 86 tarihli 2. sayısında Cemal Hekimloğlu, Oblomov’un “geleneksel aristokrat ideoloji”ye sahip olmadığı görüşünü savunur. (Bir Gelenek Nasıl Doğar- Oblomov’a Şükran Borcumuz başlıklı yazıda)
Bu görüşün nereden çıkartıldığı pek açık değil. Ancak, Oblomov’daki tembelliğin “oto didaktik bilinç” yönünü ön plana çıkartarak, burjuvalaşma sürecini tek başına “tembelliği nedeni ile değil, tembelliğine bir alternatif olmadığı için iteliyor” sonucuna varılır ve üstelik bunu tam bir “bilinçle” yaptığı savunulursa, bu görüşün asıl kaynakları da ortaya serilmiş olur.
Oblomov’un sıradan bir aristokrat olmadığı (bu, belirli ölçülerde doğrudur), onun çiftliğinde yapmayı tasarladığı düzenlemelerin kaba aristokrat görüşün ötesine geçtiği mi ileri sürülecek! Bunun pek de böyle olmadığını hemen belirtebiliriz.
Birincisi, daha 1812 Fransız-Rus savaşından önce. Savaş ve Barış’ın ünlü kahramanı Piyer Bezuhov gibi genç soyluların kafalarında, bu tür reform tasarılarının yaygınlaşmaya başladığını biliriz.
İkincisi, Oblomov’un tasarıları, salt bireysel taşanlardır. Kendisi onlara toplumsal bir genellik atfetmez. Üstelik sadece zihinde ve olgunlaşmamış bir halde bulundukları için de somut bir gerçeklik taşımazlar.
Üçüncüsü, Oblomov romanının yayınlanışından üç yıl sonra Rusya’da kölelik kaldırılmış ve kırda burjuva ilişkilerin gelişim süreci, önemli ölçüde açıklık kazanmıştır. Oblomov’un hayali tasarıları, Rusya’yı saran bu genel isteğin çok gerisindedir.
Dördüncüsü ve konumuz açısından en önemlisi, Oblomov’un zihinsel tasarımlarının temelinde, ataerkil-aristokrat ahlak ideali yatar. Soylu, kişi, kendi köylülerinin yaşamlarından da sorumludur. Köylülerin rahatı, efendilerine bağlılıklarının ve üretim deki bolluğun da garantisidir. Oblomov, bunu bir hâk olarak değil, köylülere bahşedilen bir lütuf olarak algılar. Her ne kadar üstünlük belirtisi soyut bir ideal olarak dile gelmiş olsalar da, bu tasarılar, çiftlik gelirlerindeki azalışı önlemek için pratik bir durumdan yola çıkmaktadırlar ve köleliği’ kaldırılmasının zorunlu hale geldiği bir ar da, gerçeklik halini alsalar bile, çiftlik gelirlerini uzun süre güvence altına almakta’ çok uzakta kalacaklardır.
Gelenek yazarı, Oblomov’un gerçek konumundan yola çıkmaz. Onun Ştoltz’a çektiği parlak retorik değer taşıyan söylevi abartıp, iç bağlantılarından soyarak, bir tür “antikapitalist bildiri” haline sokar. Artık, buradan, ne yana çeksen oraya uzayan soyut bir erdem türetip geleneğe devretmek, o kadar zor olmasa gerek.
Hekimoğlu, Oblomov ve Peçorin’i acıklı bir felâkete sürükleyen, iflâh olmaz atalet hiç de önemli görmüyor. Oblomov’da erdemden, Peçorin’de kendini yakma cesaretinden başka bir şey bulamamak ve üstelik bunu devrimci geleneğe zorla yamamaya çalışmak, en hafif deyimiyle, Rusya’da devrimci kavganın gelişimini anlayamamak demektir.
Rus aydını, bütün toplum katlarını saran Oblomovluk hastalığından kurtulamasaydı, 1917’ye doğru kesinlikle ilerleyemezdi.
Eğer, soyut ahlaksal değerlerle yetinip bunlardan bir miras çıkarmaya çalışsaydık, her dönemde, toplumun her kesiminden alacak çok şeyler bulabilirdik. Gelenek’in yapmaya çalıştığı, böyle bir seçmeciliktir. Bu eklektik mantık, devrimci mücadelenin gelişimini gerçek bağlarından soyduğu gibi “1917 ruhu”nu da soyut ahlaksal ve teorik kategorilere indirgemiş olur. Gerçekte olan da budur. Gelenek dergisi, bütün kötürüm eylemsizliğiyle, Oblomov’un eylemsizliğini önemsizleştiriverip, ondaki soyut ahlaksal nitelikleri öne çıkararak, “1917 ruhu”nu da anlamsız bir ahlak yazıcılığına dönüştürmüştür.
Hekimoğlu, Dobrolyubov’un çözümlemesini bugün açısından yetersiz görerek yola çıkmış, ama 130 yıl sonra bir sosyalist olarak Oblomov’dan çıkardığı “dersler”le onun çok daha gerisinde kalmıştır. Hekimoğlu karşısında biz, geleneğe eklenen bir halkadan söz etmek durumundaysak, bu halkayı Oblomov’un kendisinde değil, Oblomovluğu gün ışığına çıkartan Gonçarov’da yakalayabiliriz.
Öyleyse, bir kez daha soralım: Oblomovluk nedir?