LATİN AMERİKA ÇIKARTMASI – Ayşe Tansever

Yol, Sayı 11, Mayıs-Haziran 2006

Mayıs ayı ortasında Batı basınının gözlerden uzak tutmaya, önemsiz gibi göstermeye çalıştığı, oysa yoksul Latin Amerika ülkeleri ve merkez ülkeleri güçler dengesi açısından önemli bir zirve yaşandı. Zirvenin sonucu Ortadoğu’ya da yayıldı. Latin Amerika ve Avrupa Birliği ülke liderleri Viyana’da bir araya geldiler. Dördüncüsü gerçekleştirilen bu zirvenin amacı Latin Amerika ülkeleri ile AB arasında ortak bir pazar kurmaktı.

Latin Amerika’nın bir avuç finans kapitali yıllardır ABD ile serbest ticaret antlaşması imzalama mücadelesi vermektedirler. Ancak daha orta burjuva dediklerimiz ise buna karşı Latin Amerika’yı AB ile bir birliktelik içine sokmak istemektedirler. AB ile yapılacak bir birliktelik ABD ile yapılacaktan daha bir az zalim olacaktır. Bu aslında dizginsiz bir sömürü yerine daha “adil” bir sömürü anlamına gelecektir. Latin Amerika halkları açısından ABD’nin serbest pazarı kurma baskılarına karşı durmak bir dövüş haline gelmişti.

Geçtiğimiz yaz aylarında Arjantin’de yapılan toplantıda yoksul halklar Amerikan serbest pazarına karşı büyük gösteriler düzenlediler. Ve burada gerçekleştirilen protestolarla bu pazar suya düşmüştü. Sadece birkaç gerici ülkenin ABD ile ikili anlaşması bazında kaldı ve ABD’nin tüm baskılarına karşılık yayılamadı. Bu toplantıda Chavez bir kahraman olarak ortaya çıkmıştı. Ancak Latin burjuvaları AB ile yapılacak bir pazar için çalışmaları sürdürdüler. İşte Viyana’da yapılan son zirve bu konuda çok önemli bir anlam taşıyordu.

Zirve Öncesi Hazırlıklar

ABD ve emperyalizme karşı yılların kahraman karşı durucusu Küba ve lideri Castro’ya son yıllarda Venezüella lideri Chavez katıldı. Bu yıl başında da ekibin sayısı Bolivya lideri Evo Morales ile üçe çıktı. “Karayip Korsanları” denilen üçlü aralarında yeni bir pazarın adımlarını attılar. Chavez’in önerisi olan ALBA anlaşmasını imzaladılar. Bu yeni model ne artık gerçekleşmesi imkansız olan Amerikan serbest pazarı idi ne de AB ile daha “adil” olacağı söylenen kapitalist bir ekonomik birliktir. Sosyalist bir “eşitlik” ilkesine dayalı sömürünün olmadığı bir pazar modelidir. Neo-liberal politikalara karşı, devletçiliğin ağır bastığı, ulusal yeraltı ve üstü kaynaklarının Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ) sömürüsüne karşı korunduğu bir modeldir. Bu çerçevede her ülke diğerini sömürmeden, karşısındakinin çıkarını koruduğu, yardımlaşma bazından, birbirini ezmeyen yok etmeyen, bir birliktelik örneği oldu.

ALBA kurucuları bu kurdukları çekirdeğe diğer ülkeleri de çeşitli şekillerde katmaya çalışıyorlar. Ana halkanın en yakınında Brezilya ve Arjantin durmaktadır. Bilindiği gibi bu ülkeler de neo-liberal politikaların en acımasızını yaşamış ve finans kapital sömürüsüne karşı durmaya çalışan ülkelerdir. Bu dış çemberin etrafında da çekirdeğe doğru yakınlaşma umutları olan ülkeler Peru, Ekvador bulunmaktadır. Kuzeyde Nikaragua bu çembere katılmak için elli kulağındadır. Sandinistlerin tekrar iktidara gelmesi ile bu gerçekleşebilecektir. Hatta yakındaki son seçimlerde Meksika bile bu halkaya katılabilir. Eğer ABD baskısının itilmesi başarılabilirse ya da çekirdek güç olduğu oranda da bölgedeki daha gerici rejimler bile geri adım atmak zorunda kalabilirler. Bunu sağlamak için Chavez bölgenin en gerici rejimi, hatta Latin Amerika İsrail’i denilen Kolombiya lideri ile bile ilişkiler geliştirmekte, bu ülkenin temsil ettiği ABD çıkarları kuşatılmaya çalışılmaktadır.

Castro, Chavez ve şimdi de Morales sık sık bir araya gelerek güçlü bir ortak dövüş vermenin anlaşmalarını yapmakta, kararlar almaktadırlar. Sonuçta şimdi ortada 3 tür pazar modeli vardır. Chavez’in tabiri ile artık tarihe gömülen Amerikan serbest pazarı, AB ile yapılabilecek yerli burjuvaların istediği bir ekonomik pazar ve şimdi bu çekirdeğin ileri sürdüğü ve örgütlemeye çalıştığı ALBA pazarı. Elbette bu ülkelerin kendi aralarında kurdukları Mercosur ya da Ant anlaşmaları gibi çeşitli ekonomik, politik birliktelikleri vardır. Ama bizim sözünü ettiğimiz merkez ülkelerle planlanan birlikteliktir.

Evo Morales, Castro ve Chavez ile görüşmesinin hemen arkasından 1 Mayıs günü ülke doğalgazını millileştirdiğini açıkladı. Doğalgazı çıkaran ÇUŞ’ları 180 gün içinde yeni anlaşma yapmaya çağırdı. Yoksa onları ülkesinden atacağını açıkladı. Ulusal zenginlikleri çevre koruma koşullarına göre işletmeyen, fahiş karlar almayı sürdüren, makul bir kar aldıktan sonra gerisini vermeyen şirketleri kovacak. Chavez de millileştirmeler yaptı. ÇUŞ karlarını kısıtladı. Hala onlara belirli şekillerde baskı altında tutuyor. Ama Venezüella petrol zengini ülke. Dünyanın beşinci büyük petrol ülkesi. Finansal gücü var.

Oysa Bolivya Latin Amerika’nın en yoksul ülkelerinden biridir. Ve finans kapital dayatmasına karşı dayanma olanağı az olan bir ülkedir. Şimdi arkasında bu iki ülke ile böyle bir yola çıkmaktadır. Tüm Latin Amerika ülkelerinin desteğine ihtiyaç duyacaktır. Hele hele millileştireceğini söylediği gaz şirketlerinden biri komşusu Brezilya’nın yarısı devletin olan Petrobras’dir. Böyle bir karar Latin Amerika’da kurulmak istenen ALBA birlikteliğine bile darbe aldırtabilir. Çok sıkı durulması gereklidir. ABD her an bu kararın karşısında olmadık şeyler yapabilir.

Ancak daha da önemlisi Viyana’da yapılacak AB ile Latin Amerika ülke liderleri zirvesi vardır. AB ile ekonomik birliğe bel bağlayan burjuvalar tarafından da kullanılabilir. Böyle bir millileştirme geçmişi olan Latin Amerika ülkeleri AB finans kapitali ile nasıl anlaşacaklardır? Bu anlamda bu millileştirme kararının momenti de çok açıdan önemlidir. Tüm Latin Amerika’yı parçalayabilir.

Sonuçta Latin Amerika ülkeleri bu son zirveye yalnız Amerikan pazarını tarihe gömmüş olarak değil, aynı zamanda arkalarında AB ile yapılması olası bir ekonomik pazara alternatif bir model sunan ALBA ile geliyorlardı. ALBA dışındaki ülkeler her ne kadar bu yeni modele soru işareti ile baksalar bile elbette pazarlık güçlerini artırıcı bir olay olarak da değerlendirmek istiyorlardı.

AB ise kendi açısından Latin Amerika ülkeleriyle böyle bir pazar peşindeydi. Latin Amerika ülkelerinin ABD’nin serbest pazar koşullarına direndikçe bıyık altından güler ve el altından desteklerdi. ABD’nin hakim olmadığı bir pazar ile Latin Amerika’yı sömürme hayalleri kurardı. Ancak şimdi ALBA gibi bir örgütlenmesi olan, millileştirmelere kendisini kapamamış ve bu “tehlikenin” giderek tüm kıtayı kaplama eğilimi olan bir Latin Amerika ile nasıl bir ekonomik birlik yapabilirdi. ABD’ye karşı kendini Kaf Dağı’nda gören AB şimdi ALBA’sı olan bir kıta korkusu ile karşı karşıyaydı.

Zirve

Bildiğimiz gibi AB ülkelerinde bile neo-liberal politikalara karşı yükselen bir halk hareketi var. Özelleştirmeye kimsenin bel bağladığı yok. Hatta karşılık giderek yükseliyor. Buna rağmen AB liderleri özelleştirme, serbest pazar ve demokrasi övgüleri yapmaktan başka bir şey bilemediler. AB başkanlığını yürüten Avusturya başbakanı millileştirmelerin güven ortamını zedeleyerek yabancı yatırımları kaçıracağını, asıl kalkınmanın açık ekonomilerde yaşandığının kanıtlandığını kısık sesle söyledi. Blair de hiç utanmadan petrol ve doğalgazın tüm halkların olduğunun bilinci ve bunun doğurduğu sorumluk ile hareket edilmesi gerektiğini söyleyerek Chavez ve Morales’i sorumlu davranmaya çağırdı. Kendi BP ve Shell’lerinin petrol üzerindeki iktidarlarında ne kadar sorumlu davrandıkları sorulsa herhalde bir yanıt veremezdi.

Ancak Latin Amerika ülkeleri içinde gericiliği örgütleme çabasını da elden bırakmadılar. Chavez, Castro ve Morales politikalarına karşı Meksika gerici lideri Fox’u öne çıkartmaya çalıştılar. Finans kapitalin ünlü gazetesi Financial Times Fox ile yaptığı bir söyleşiyi baş haber olarak verdi. Fox bu liderleri popülist olmakla suçladı ve popülizmin halkların kurtuluşu olmadığının kanıtlandığını söyledi. Yani neo-liberal politikalar ile gelecek refah için başta biraz halkın canının acıtılması gerekiyormuş. O biraz can acıtmaların ne olduğunu Latin Amerika halkları artık çok iyi biliyorlar. Elbette Fox’u, Castro bir yana Chavez karşısında bir kahraman yapmaya güçleri yetmezdi. Ama başarısız bir deneme de yaptılar.

AB bir de Bolivya ile Brezilya’nın arasını açmaya çalıştı. Belki Brezilya’nın Petrobras’ından kalkarak AB petrol şirketleri de bir cephe oluşturabilirlerdi. Morales bu hassas konuda biraz geri adım attı. Petrobras’ın 2.5 milyar dolarlık yatırımı için bir şeyler ödenebileceğini söyledi. Lula’nın da zaten karşı cepheden umudu yoktu. O her ne kadar iç politikada neo-liberal politikalar yürütse bile dış politikada Chavez ve Castro cephesinde kalmanın daha uygun olduğunu düşünmektedir. Arkasına Bolivya’daki petrol şirketlerini alarak bir yerlere varacağı düşüncesini taşımıyordu. Açıkçası ALBA dış halkasında olan ülke burjuvaları açısından bile AB büyük bir çekicilik taşımaz hale geldi artık. Onlar Dünya Ticaret Örgütü’nün Doha toplantılarında bu merkezlerin niyetlerini görmüşlerdir. Ya da onlar da ALBA korkusu ile merkez ülkelerle daha uygun koşullarda pazarlık edilebileceğini görüyorlardı. O nedenle Brezilya ve Bolivya’nın arası açılmadı. Olay Latin Amerika’yı bölecek bir boyuta yükselmedi.

Zirveden bir sonuç çıktı mı? Kamuya yansıyan bir açıklama yapılmadı. Kendi aralarında bir kararlar aldılarsa bile bu yayınlanmadı. Şimdi ki toplantılarda artık bu tür şeyler olağan oldu. Bir olumluluk oldu mu bağırılıyor. Basın toplantıları yapılıyor. Ama bir şey yoksa biz bir şey yapamadık, diye açıklamıyorlar.

Zirve Latin Amerika ülkeleri açısından başarılı bir zirve olarak değerlendirilmelidir. İçlerinde sosyalist yolda olduklarını söyleyen, millileştirmeler yapan bu radikal ülkelerle bir bütün olarak durdular. Millileştirme eylemlerine karşı saldırıyı püskürttüler. Ortak kalmayı başardılar.

Zirve neo-liberal politikaların artık başkalarına sunulamayacağını, yabancı yatırım gelir diye ülkelerin kandırılamayacağını gösterdi. Latin Amerika ülkeleri de aralarındaki ALBA ülkelerinin yeni millileştirmelerinin arkasında durdular. Böylece saflar daha keskinleşmiş olarak ayrıldılar. Elbette bu Latin Amerika’da yeni millileştirmeler yapmayı yüreklendirici bir sonuç doğuracaktır.

Chavez Gösterisi

Zirve başka şekillerde de Venezüella tarafından değerlendirilmeye çalışıldı. Chavez yaptığı iki ayrı toplantı ile ilerici güçleri çeşitli şekillerde örgütlemeye çalıştı. Bu toplantıları biraz daha ayrıntılı vermek gerekmektedir. Zirve, bikini giymiş çevreci gösterici ile magazin haberi haline sokulmaya çalışılsa bile Chavez, Viyana’da yankıları Avusturya sınırlarını aşan bir konuşma yaptı. Arkasından bir benzerini Londra’da gerçekleştirdi.

Chavez, Viyana’da zirve nedeniyle Batı liderlerini protestoya gelen AB ülkeleri sosyal forumcuları ve sol güçlerine seslendi. Chavez’in saat 18.00’de konuşma yapacağını duyan sol güçler erkenden toplantı salonunu doldurmaya başladılar. Chavez saat 22.00’de konuşmaya başladığında salon hınca hınç dolmuştu. Dışarıda kalan 5000 kişinin görebilmesi için kameralar yerleştirildi.

Chavez, kızıl bayrakların sık sık sallandığı ve sonunda enternasyonalin hep bir ağızdan söylendiği iki saat süren konuşmasında birçok konuya değindi. Asıl olarak gençleri hedef almıştı. Ülkesinde 21. yy sosyalizmini kurmaya çalışmasını, “biz tarih yazıyoruz” diye bağlayarak gençlerin yakından izlediği Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” teorisine saldırdı. “Tarih budur” dedi. AB gençlerini bu tarihi yazmaya çağırdı. Emperyalizmin çevreyi kirleterek dünyamızı tahrip ettiğini söyledi. Kadınların emperyalizmde parçalandığı ve sömürülerinin devam ettiğini dile getirdi. Amacı çevreci hareketten kadın hareketine hepsini anti-emperyalist potada birleştirmekti.

Gençlerin her birini Che gibi mücadele vermeye çağırdı. Rosa Luxemburg’un “insanlığın önünde sosyalizm ya da barbarlık gibi iki seçenek vardır” sözünü hatırlattı. Böylece anti-kapitalist ve anti-emperyalist güçleri arkasına aldı.

“Artık 50 yaşındayım. Benim neslim her gününü, her saatini ve dakikasını yoksulluktan, adaletsizlikten, eşitsizlikten arınmış daha iyi bir dünya için harcamalıdır. Bu dünya sosyalizmdir. Bir tek gençliğin devrim yapmak için enerjisi ve isteği vardır. Dünyayı kurtarmak için birleşelim. Hep birlikte bunu başarabiliriz” dedi. (www.venezuelanalysis. com)

Chavez, bu arada halkları da unutmadı. Aynı yoksul ABD vatandaşlarına yaptığı gibi yoksul AB vatandaşlarına da ucuz petrol vereceklerini söyledi. Onları da “Venezüella’dan ellerinizi çekin” ya da “Venezüella’ya dokunmayın!” kampanyasına katmaya çalıştı.

Chavez, daha sonra Londra’ya uçtu. Ama Şubat ayı içinde “ABD’nin bir pençesi” dediği Blair’i ziyaret etmedi. Londra Belediye Başkanı’nın özel davetlisi olarak sendikacı, ilerici milletvekillerinin olduğu 800 kişilik bir topluluğa 3 saat konuştu. Bu konuşmada hedefi Bush oldu. Onun uluslararası suç mahkemesinin katil olarak, jenosit yapan biri olarak yargılaması gerektiğini söyledi. Böylece ABD’yi direkt olarak karşısına bir kez daha aldı.

ABD ve İngiltere’nin Irak’taki gibi bir ittifakı bu kez İran karşısında kurmalarını engellemek için İran yanlısı açıklamalarda bulundu. Her ülkenin nükleer enerji geliştirmesinin uluslararası bir hak olduğunu ve bunun engellenemeyeceğini söyleyerek İran’ın arkasına geçti. Bu ülkenin nükleer silah yapmak niyetinde olmadığına inandığını açıklayarak eğer İran’a saldırırlarsa İngiliz orta sınıfının petrol fiyatlarının 100 dolara çıkma olasılığı nedeniyle arabalarını garajlarında bırakmak zorunda kalabileceklerini söyledi. Ayrıca bir tehdit yaptı. Eğer İran’a saldırırlarsa ABD’ye petrol verme konusunu düşünebileceklerini söyledi. Yani eğer İran’a saldırılırsa ABD’ye bu kez Venezüella ambargo koyabilecekti. Bütün bu nedenlerle yoksul halkları İran’a olası bir saldırıya karşı halkları birleşmeye ve ülkelerinin bu politikalarına karşı koymaya çağırdı.

“Biz sosyalistiz. Bu ruhumuzdan geliyor. Sevmeyen sosyalist olamaz. Emperyalizm son günlerini yaşıyor. Senden korkmuyoruz kağıttan kaplan” (ay) diye sözlerini bağladı. Chavez, sanki Blair’e karşı bir muhalefeti bizzat onun ülkesinde örgütlemeye çalışıyordu. İlerici İngiliz güçlerine cesaret vermeye çalışıyordu. Bir kapitalist merkez ülkenin sınırları içinde bir Üçüncü Dünya Ülkesinin böyle konuşması elbette çok çarpıcı ve yüreklendirici bir olgu olsa idi.

Sonuçta Chavez aslında Latin Amerika ve AB liderleri zirvesini bahane ederek AB ülkelerine bir çıkartma yapıyordu. AB ülkeleri içindeki ilerici güçlere kendi ülkesini tanıtmak, orada yaptıklarını kabul ettirip onları yanına çekme savaşı verdi. Londra’dan sonraki konağı Afrika’nın kuzeyinde Cezayir ve Libya’dır.

Sonuç

Bu zirveden AB şaşkın olarak çıkmıştır. Bir hafta önce AB, ABD başkan yardımcısı Dick Cheney’in tehditleri ile yüz yüzeydi. İran konusunda kendilerine destek olmazlar, Rusya petrolüne bel bağlarlar ve onunla iyi ilişkiler içine girerlerse AB’yi “eski” ve “yeni” olarak böleceklerdir. Eski Yugoslavya ülkelerinden de bir ateş yakabilirlerdi. ABD bu tehditlerle AB’yi kendi gerici politikalarının peşine takmaya çalışmıştı.

Şimdi ise Latin Amerika ülkeleri, Chavez ve Morales ile sosyalizm, millileştirmeler tehdidi ile gelmişti. Ne yapacaklardı? Şaşkındılar. ABD bu gel-gitli ittifakını iki atakla daha kendi yanında tutmanın son çırpınışlarını yaptı.

Chavez’e mutlaka ders verilmeliydi. Bush ile ilgili bu sözleri yutulur cinsten değildi. Onun için hemen zirve sonrası Venezüella’ya silah ambargosu konulduğu açıklandı. Elbette bu ülkede bulunan F-16’ların kullanılmasını etkileyecektir. Ama Venezüella zaten çoktandır ABD silahı almıyor. Rusya ve İspanya’dan aldığı silahlar konusunda da ABD zaten çok gürültü koparmıştı. Sonuçta hem ambargolar dönemi geçmiştir, günümüzde bunların bir işlevi kalmamıştır, hem de Venezüella ABD silahlarına muhtaç değildir. Ellerindeki F-16’ları da İran gibi bir ülkeye satabilecekleri üst yetkililer tarafından açıklandı. İran da zaten bunların yedek parçasızlığından yakınmaktadır.

ABD gene aynı gün ikinci bir karar aldı. Chavez öncesi Libya’ya yıllar önce koyduğu ambargoyu kaldırdı. Sanki Kaddafi’nin Chavez ile anlaşmasının zeminini bozmaya çalışıyor. Bir uzlaşma yapmalarını kendince engellemeye çalıştı. Bilindiği gibi bir zamanlar Kaddafi de Chavez gibi anti-emperyalist mücadele vermişti. Ve belki ortak yığınla şey bulabilirlerdi. Bu ortaklık konusuna, ABD kendine düşen kısmını kaldırıp aralarına bir engel koymaya çalıştı.

Zirvenin hemen ertesi günü Latin Amerika ülkesi Ekvador, ABD petrol şirketi Occidental’in mal varlığının millileştirilmesi doğrultusunda karar aldı. Ekvador da zirveden yüreklenmişti. ABD bu işe hemen tepki gösterdi ve Ekvador’u serbest pazar anlaşmasından çıkardığını açıkladı. Halklar herhalde bu karara en az millileştirme kadar sevinmişlerdir. ABD artık kendi kendinin altını kazmaktan başka bir şey yapmıyor.

Sonucu AB ülkeleri açısından da değerlendirmek istersek bir korku denilebilir. Ama acaba Dick Cheney korkusu mu, yoksa Chavez’in kişiliğinde somutlaşan başka bir korku mu?

AB zirvede Latin Amerika’nın yürüttüğü yeni politikalara, millileştirmelere, neo-liberalizm karşıtı politikalara alternatif getiremedi. Bu politikalara getirilen itirazları çürütemedi. Bu karşısında gördüğü yükselen güce karşı ABD’nin sonradan aldığı kararın pek bir önemi yoktu.

Hangi korkunun daha baskın geldiğini İran konusundaki yeni öneri ortaya koymaktadır. Belki İran sorununun Latin Amerika zirvesi ile doğrudan bir ilişkisi yoktur, ama elbetteki dünya güçler dengesi açısından önemlidir. Gerek Chavez’in İran’a saldırılırsa ABD’ye petrol satışını gözden geçirebileceklerini söylemesi ve gerekse Latin Amerika’da yükselen sosyalist havaya karşı durma gücünü ABD’de görmedikleri için ve Rusya vs. gibi çeşitli başka faktörlerin etkisiyle olsa gerek İran’a yeni bir barış dalı uzattılar.

Bu barış dalı özünde eski AB üçlüsünün önerisinden farklı değildir. Nükleer araştırmaları durdurma koşulunda en son teknik nükleer teknoloji verebileceklerini açıkladılar. Oysa Ahmedinecat ve diğer İran yetkilileri hiçbir gücün kendilerini nükleer araştırma yapmaktan alıkoyamayacağını açıklamışlardır. “Biz altınımızı verip şeker almayız” dediler. Ama bu yazıda bizi ilgilendiren kısmı Latin Amerika zirvesinin üstlerinde bıraktığı etki arkasından İran politikasında bir kez daha geri adım atıp ABD saflarından kopmalarıdır.

AB şu anda yükselen Latin Amerika halkları dalgasının ve ona bağlı olarak etkilenen Üçüncü Dünya Ülkeleri gücünü görmektedir. Bu güç karşısında ABD’nin bir başarı sağlayamayacağını kavramaktadır. Bu nedenle de saflarını ABD yanlarından karşıya doğru taşımaktadırlar. Chavez’in İran’a savaş açılması durumunda ABD’ye petrol ambargosunu düşünebilme önerisi AB finans kapitalinin kara düşü olmaktadır. Hele millileştirmeler karşısında bu zirvede bir başarı kazanamamaları, Latin Amerika ülkelerini kendilerine bağlayamamaları onları dünyanın başka bir noktasında daha ılımlı olmaya zorlamaktadır.

ABD gücünün bu yükselen yeni halk hareketini bastırabilme gücüne en yakın dostlarının bile güveni yoktur. Yangından kaçmaya çalışmaktadırlar. Zirve yalnız Latin Amerika halklarının başarısını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda bunun dünyayı bile sarmaladığını ortaya koyan bir anlam taşıyor. Bu sonuçlar üzerinden önümüzdeki günlerde ALBA çevresinde örgütlenen ülkelerin artacağını ve anti-emperyalist ve kapitalist politikalara karşı halk hareketlerinin yükseleceğini tahmin etmek yanlış olmayacaktır.