27 MAYIS-12 EYLÜL
Çağdaş Yol, Sayı 2, Temmuz 1987
12 Eylül, 27 Mayıs’la açılan politik dönemin kapatılması oldu. Her iki müdahale de Ordu eliyle yapılmıştı. 12 Eylül, 27 Mayıs’ın inkârı olduğuna göre aradaki 20 yılda neler akmış, hangi değişimler yaşanmıştı? 12 Eylül’ün sıcak etkisi altında bu sorulara cevap aranınca ilk şekillenen tepki “her türlü yukarıdan müdahaleye karşı çıkmak” biçiminde oldu. 27 Mayıs ve 12 Eylül her ikisi de “yukardan” geldiği için neredeyse aynı kefeye kondu. Düşünceler daha da geriye gidip Osmanlı döneminden soruna cevaplar arandı.
İlk yoklamalardan sonra, tarih boyunca hep yukardan buyuran “elit”e karşı toplumun aşağıdan davranışlarının yanında yer almak doğru göründü. “Toplum”, Cumhuriyet döneminde en açık biçimde DP ve AP’nin ardından gitmişti. Öyleyse, bu eğilim “elit”e karşı davranışta bir hareket noktası olabilirdi
Bütün bu yargılar, 12 Eylül’ün yarattığı ya da daha doğrusu derinleştirdiği yanılgılar olmaktan başka bir değere sahip değildir. Gerçekleri atlayarak, başka renklere boyayarak onlardan kurtulamayız. Ya da “yukardan müdahale olmasın” demekle, ikide bir karşımıza çıkan bu realitenin köklerini kavramış olmayız.
Bırakalım bütün geri ülkeleri, eski Osmanlılığın değdiği ülkelerde, Ordu müdahaleleri bir gerçekliktir. Hatta, Mısır’da, Irak’ta bizde ilk kurtuluş ve 27 Mayıs örneklerinde olduğu gibi; bu müdahaleler ülke koşullarına göre “ilerici” özellikler taşımıştır. En son Libya deneyi ilerici olmaktan öteye, sosyalizme doğru adımlar atma sancısı içindedir.
Ancak, yine Irak’ta Saddam, Mısır’da Sedat, bizde 12 Mart bir dönüşün en kesin belirtileri oldu. Bu dönüşün anlamı ve nedenleri kavranmadan olay açıklanamaz.
12 Eylül “bir daha müdahaleye yol açmayacak bir düzen” kurma niyetindeydi. Ve bu konuda herkes hemfikir görünüyor. Ancak değişen nedir? Sivil politikacıların her çekişmesinde yine gözler Ordu başlarına dönmeden edemiyor. Onların tepkisi bürün ağırlığıyla önemini koruyor. Demek ki istemekle ya da serzenişlerle gerçeklikler örtülemiyor.
27 Mayıs’tan 12 Mart’a
Hiç şüphesiz ki 27 Mayıs’ı doğuran koşullar 1950’lerde birikmeye başlar. 1950’deki değişimin anlamı neydi?
“Sosyal ilişkiler bakımından iki egemen zümreden Devletçiliğimiz, üstte güreştiği zaman bile, Türkiye’de sırf Finans-Kapital zümrelerini yetiştirmek ülküsü altında çalıştı. İkinci Cihan Savaşı Türkiye’nin Finans-Kapital zümrelerini yeni bir harp zenginliğine kavuşturup kemiklendirince, uluslararası Finans-Kapital’in Amerikan Emperyalizmi kanadına (“Amerikan Yardımı”na) var gücüyle dayanan özel Sermaye, artık Devletçiliğimize haddini bildirmenin zamanı geldiğini açıkladı.” (H. Kıvılcımlı, 27 Mayıs Devletçilik, Yön’ün Yönü, s.270)
Kurtuluş Savaşı’ndan beri “Çağdaş batı uygarlığına” ulaşmayı önüne hedef koyan devlet sınıfları, kendi yarattıkları bir avuç Finans-Kapital tarafından, 1950’lerde bir çırpıda ikinci plana itildiler. Osmanlılıktan beri devlet sınıfları üstte egemen görünmeye alışmış idiler. Sinik tefeci-bezirgan sermaye ise kendi gerçek egemenliğini sürdürdüğü müddetçe bu gidişe itiraz etmemişti. Ancak, kapitalizm kendi sınıf temellerini sağlamlaştırdıkça, vurgununu daha derinleştirmek isteyecekti. Bu yolda Devletçiliğimizi geri plana itmekten kaçınamazdı.
27 Mayıs, artık yeterince palazlanan Finans-Kapital’in “bu ülkede efendi, benim” deyişine gelenekçil güdüler içinde bir tepki oldu. Devletçilik üstte görünürken, “milyonerler yetiştirmek” hoş görülebilirdi. Ama palazlanan Finans-Kapitalin devletçiliği hor görmesine katlanılamazdı. 1950 sonrası Finans-Kapitalin vurgununu arttırması, kırdaki bütün eski kalıntıları kendine ortak etmesi, “yolsuzlukların” artması, devletçiliğimize, tek parti döneminde çizilmiş’ yoldan ayrılmak gibi göründü. .
DP’nin tahkikat komisyonlarıyla CHP’yi kapatma girişimleri bardağı taşıran son damla oldu.
27 Mayısçılar sınıflardan bağımsızmışçasına davrandılar. DP’yi Yassıada’ya, Menderes’i sehpaya yollayıp, ihbar edilen “vurguncuların bir kısmım Harp Okulu’na kapatmakla düğümü çözeceklerini sandılar. Devletçiliğimizin sınıflar gerçekliğini görememesi yalnızca kendi kusuru değildi. Antika kökenli cılız Türk burjuvazisi 1950’lere kadar hep devletçiliğin vesayeti altında gelmiş ve palazlanmıştı.
Ancak bir gecede hükümeti deviren 27 Mayısçılar, bir türlü iktidar olamadılar. MBK, ihtilâlin yürütücü organıydı. Ancak, bu organın önünde hiçbir somut plan yoktu. “Çağdaş batı’ya ulaşmak”, ya da “öngörülen reformlar” gibi, pratiğe akınca bin kılığa sokabilecek, bulanık hedefler vardı. Belki tek somut hedef; “derhal seçime gitmekti.
27 Mayısçılar bir sınıfa dayanamadıkları için her adım atışlarında kaçınılmazca bölündüler ve güçten düştüler. Türkiye Finans-Kapitali, bin bir yolla ilk gününden itibaren 27 Mayıs’ı nötralize etmek için didinip durdu, Ekonomi temelinde köklü değişimler yapılmaması karşılığı, 27 Mayıs Anayasası’na politik planda göz yumuldu. Ya da yumulmak zorunda kalındı.
27 Mayıs, DP örneğinde olduğu gibi bir siyasi partinin “çoğunluk oya” dayanarak kendi “keyfi diktatörlüğünü kurmasının” yollarını tıkayacak bir siyasi sistem getirmeye çalıştı. Buna karşılık “Tasarruf bonoları vb, davranışlarıyla sermayedarlara verilecek kredileri halktan devlet zoruyla koparttı. Bununla ispat etti ki Finans-Kapital sömürüsünü sınırlandırmak şöyle dursun, katmerlendirmek yolunu tutmuştur.” (H. Kıvılcımlı, a.y, s.284)
27 Mayısçıların iyi dilekleri sınıf gerçeklikleriyle karşılaştıkça bozulmadan edemezdi. Onlar sınıf gerçekliklerini göremedikleri için “kişilerle” uğraştılar. “Kişiler” tasfiye edilirse “kötülüklerinde” tasfiye edilebileceğini sandılar. Ancak Finans-Kapital egemenliğine dokunulmadıkça hiçbir köklü değişim gerçekleşemezdi. Nitekim, Finans-Kapitale kredi demek olan “tasarruf bonoları” ve “arazi vergisi” uygulamaları 27 Mayısçıları şehirde az gelirli tabakalardan, kırda köylülükten hızla tecrit etti, ilk seçimlerde AP’nin yeniden önemli bir oy toplamasına 27 Mayısçılar şaşıp kaldılar.
27 Mayıs politik planda yapılan bazı reformlardan ileriye gidemedi. Ancak bu durum Ordu içinde yeni tepkiler doğurdu. 27 Mayıs’ın üzerinden iki yıl geçmeden Aydemir isyanı patlak verdi. Ancak zayıf bir çığlık olmaktan ileriye gidemedi. Bu tepkinin nedenlerini F. Gürcan savunmasında şöyle sıralamıştır:
“Biz haklılığımızın savunmasını modern devlet görüşünde bulmaktayız. Bu görüşe göre, devletin bir fonksiyonu ve bu fonksiyonu gerçekleştirmek için de bir otoritesi vardır. Bu fonksiyonun gayesi halkın mutluluğunu sağlamaktır ve mutluluk sağlandığı müddetçe meşru bir devlet otoritesi var demektir…
“Olumlu bir toprak reformu, hem sosyal adaleti ve onunla birlikte hem de en azından büyük fakat aç ve çıplak Anadolu halkını besleyecek ölçüde İstihsal artışını sağlayacak toprak reformu nerede?
“Bu şartlar altında 27 Mayıs Öncesi statükoyu koruma hatta restore etmek rolünde olan başbakanla, parlamento, büyük halktan yana mı, yoksa onun karşısında mı?” (F. Gürcan Savunması)
27 Mayıs’ın yarattığı büyük umutlara rağmen, F. Gürcan “27 Mayıs Öncesi statükoyu koruma, hatta restore etme” gayretlerinin üste çıktığını acı acı görüyor. Bütün çabalar sanki boşa gitmiştir. Ne “halkın mutluluğunu” sağlayacak “modern devlet” ne de “toprak reformu” hâlâ ortalarda yoktur. Demek yalnız kılının gücü düğümü çözmeye yetmiyor. O, bir sınıfa sağlamca dayanmadıkça, İlk vuruşunda biraz toz kaldırsa da, ortalık durulunca her şey sınıf temelleri üzerindeki dengeye göre sıralanıyor.
Aydemir olayının kökleri, Mayıs’ın Finans-Kapitalce ustaca nötralize edilmesine karşı ordu gençliği içinde yükselen tepkide yatar. Eskinin yeniden “restore” edildiğini gören ordu gençliği halktan kopuk, halk adına, yeni bir atılıma kalkınca, statükonun duvarlarında parçalanmaktan başka bir sonuca varamadı. Bu olay, 27 Mayıs’ın Finans-Kapitalin rotasına oturtulmasına karşı son tepki olur. Artık sivil-demokrasi yürüyecektir.
27 Mayıs, Finans-Kapital için büyük bir uyarı olur. Kılıçlıların kritik günlerde “devleti kurtarma” gelenekçil davranışına bir şey denilmeyebilirdi. Ancak bu davranış, Finans-Kapitalden bağımsızca, “sınıflar üstü” ülkülerle yapılırsa, bu atılımlar, zaten cılız olan Finans-Kapital iktidarını zedeleyebilirdi. Devletçiliğimizi, DP iktidarının yaptığı tarzda horlamak olmuyordu. Türkiye’nin alın yazısı mademki bir avuç şirketin çıkarlarına oturtulmuştu, gelenekçil vurucu güç neden bunun dışında kakındı.
1960 sonrası şekillenen ORKA, OYAK ve VAKIF’larla şirketler çatısı altında Finans-Kapital ile geleneksel vurucu gücün davranışları sentezleştirilmeye çalışıldı. Bu çabaların ilk somut sonucu 9 Mart ve 12 Mart olaylarında kendini en açık biçimde ortaya koymuştur.
9 Mart doğmadan inmelendirilmiştir. Onun olmamışa çevrilmesi gerçeklikleri örtemez. Yaşayanlardan olayları dinleyelim.
“Ben, sağcı, totaliter özel sektör yanlısı bir müdahaleye karşı laik Atatürkçü, devletçi ve özgürlükçü bir müdahale hazırlığı içindeydim…
“…ben hep kendimi, İttihat Terakki, Hareket Ordusu, Kuvayi Milliye ve 27 Mayıs Devriminin bir çeşit mirasçısı sayarım…12 Mart ise 27 Mayıs’a karşı bir çeşit karşı devrim olarak gelişti.” (Celil Gürkan, 31 Ekim 1985, Cumhuriyet)
9 Martçılar tarihten gelen bir geleneğe sahip çıkarken, 12 Mart’ı “sağcı, totaliter, özel sektör yanlısı bir müdahale” olarak görmektedirler. Bir eski geleneği 1970’ler Türkiye’sinde yaşatma çabasındadırlar. İttihat Terakki, Kuvayi Milliye, 27 Mayıs, kendi dönemlerinde ilerici rol oynamışlardır. Osmanlılığın çöküş günlerinde, “çağdaş batıya ulaşma” az çok somut bir hedefti. Anlamı, Türkiye’de kapitalizmi kurmak oldu. Ve bu yolda Cumhuriyet döneminde bir elli yıl yaşandıktan sonra, gelenekçil kılıçlılar önlerine hangi hedefleri koyabilmişlerdir?
Celil Gürkan şöyle anlatıyor: “Köylüyü toprağın sahibi yapacak, toprağı üretim yeteneğine göre dağıtacak, üretimi arttıracak ve kooperatifçiliği gerçekleştirecek bir toprak ve tarım reformu.
“Dış ticaretin, bankaların devletleştirilmesi…
“Sermayenin ne bugünkü şekliyle fertlerin veya muayyen zümrelerin kontrolü ve istismarı altında toplanmasını ve ne de devletin mutlak ve ekonomik potansiyele sahip olup fertlerin sömürülmesin! Asla hoş görmeyen, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini ulusun emrine veren, devleti, ulusun ortak çıkar ve yararlan için bir denge bir hak/görev dağıtıcı unsur sayan bir ticaret düzeninin kurulması.” (C. Gürkan, 2 Kasım 1985, Cumhuriyet)
9 Martçılar, 12 Mart mahkemelerinde “Marksistlikle” suçlandılar. Oysa dile getirilen taleplerin bu suçlamayla hiçbir bağı yoktur. Onların taleplerinin en uzak ufku; Finans-Kapital çıbanıyla ikide bir hastalanan kapitalizmin birazcık ölsün reforme edilmesiydi. “Devleti, ulusun ortak çıkar ve yararlan için bir denge” unsuru olarak gören 9 Martçılar, nasıl Marksist olabilirlerdi? Onların istedikleri yeni bir devletçilikti.
Ancak kendileri istemeseler de 9 Martçılar “devrimcilerle” aynı safta sayıldılar ve suçlandılar. 1970’ler Türkiye’sinde bir avuç Finans-Kapitalin, ya da “muayyen zümrelerin” çıkarlarına dokunacak, “toprak reformu, devletleştirme” gibi talepler artık boşlukta, ya da sırf Kuvayi Millîye geleneğini sürdürme çabasında olanların iyi dileği olarak kalmıyordu, işçi sınıfı ve gençlik belli ölçülerde uyanmış, bu talepleri bir sınıf temeline ve sosyalizm hedefine bağlıyordu.
Demek, 1970’ler Türkiye’sinde Kuvayi Milliye geleneğinin samimi takipçisi olmak, insanı kaçınılmaz bir şekilde yeni, devrimci hedeflere varmaya zorluyordu. Bu sıçrama başarılamazsa geriye dönüş, Finans- Kapital ağlarının bir kenarına takılmak kader olur.
Nitekim C. Gürkan şöyle serzenişte bulunmadan edemiyor:
“Masaları yumruklamasına Toprak devrimi, toprak devrimi’ diye haykıran bu iki eski meslek arkadaşımın bugün ulaştıkları aşamalar devrim ile reform ile pek ilgili olmadıklarını kanıtlar niteliktedir.” (31 Ekim 1985, Cumhuriyet)
Kişilerin dönüşlerinden yakınmak, ya da 9 Mart olayını Batur ve Gürlerin tutumlarına bağlamak, safdillik olur. Bu ters yüz oluşları daha deneyli bir “cuntacı”dan dinleyelim.
“9 Mart’ta tasfiye edilen görüş, Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki radikal görüş ve eğilimleri ve bağımsızlaşmayı önermekte idi. 12 Mart ise, tutucu görüş ve eğilimlerle, vardığı sonuçlar itibarıyla, dışa bağımlılığı simgeler. Bu açıdan, 9 Mart bir dönüm noktasıdır.” (Talat Turhan, 11 Kasım 1985, Cumhuriyet)
Evet, 9 Mart bir dönüm noktasıdır. Dönen, değişen nedir?
“12 Mart, hem ‘hiyerarşik ihtilâl hem Jön Türk gelenekli İktidar mücadele yöntemlerinin, hem de ehvenişerci görüşlerin iflasını belgelemiştir. Bütün bu özlemlerin faşizmle noktalandığını, benim gibi faşist Özentisi uygulamaların hedefi olmuş herkes bugün anlamış bulunuyor.” (T. Turhan, ay.)
Demek 12 Mart, “Jön Türk gelenekli iktidar mücadele yöntemlerinin” yıkılışı olmuştur. T. Turhan, bu yıkılışı daha sınıfsal bir temele, çok soyutta olsa, oturtabilmiştir.
“Sol literatürde ‘küçük burjuva’nın kaypak olduğu yazılır. Benim bütün hayatım, bu gözlemin doğruluğunu yansıtmaktadır. Evet ‘küçük burjuva’ kaypağın kaypağı, kalleşin kalleşidir.” (T. Turhan, ay.) Öfkeye varan bu tepkinin kaynağı; vurucu gücün sınıflardan bağımsızmışçasına davranma yeteneğinin tükenmesi gerçekliği; hedefi ise; her davranışta bin bir bocalamaya düşen “eski meslektaşlardır. Onların çoğu “küçük burjuva” idi. Ve yalpalamak, ikide bir saf değiştirmek ise yapıları gereğiydi. Bir gün “devrim” ateşiyle tutuşmak, ertesi gün sönüp silikleşmek güçlüden yana meyletmek, onlar için doğaldı.
T. Turhan’ın tespitlerini sağlam temellere oturtmazsak, 9 Mart’ın dönüm noktası olma özelliğini açıklayanlayız.
Önce şu tespit edilmelidir; Jön Türk, ya da Kuvayi Milliye geleneğini sahiplenmek tek başına olumsuzluk değildir. Ancak bu geleneği 1980 Türkiye’sinin koşullarında bağımsızca sürdürmeye kalkmak en acıklı sonuçlar doğurur.
Neden 1960’lara kadar devletçi geleneğin en somut sahiplisi Kılıçlılar üstte göründü ve sınıflardan bağımsızmışçasına davranış gösterebildiler? Bu gelenekçil davranış neden 9 Mart’la inişe geçti? Ya da T. Turhan’ın deyimiyle “iflas” etti?
Bu soruların cevabı, küçük burjuvazinin kaypaklığında değil, Türkiye’de modern sınıfların en kör göze batarcasına güneşin altındaki yerlerini almalarında yatar.
Devletçiliğimiz kendi elleriyle, Türkiye ekonomi ve siyasetini tekelinde tutan Finans-Kapitali yarattı. Uluslararası Finans-Kapitalle de etle tırnakmışçasına kenetlenen bu egemen zümre, 1950 sonrası hızlı bir gelişim gösterdi. Bunun tam karşısında İse işçi sınıfımız kaçınılmaz bir şekilde saf tuttu. Ancak bu saflaşmanın siyaset suyunun yüzüne en açıkça ve yığınsal bir şekilde çıktığı yıllar 1965’ler sonrasıdır. Bu objektif gerçekliğin bilinçlerde geniş ve yaygın bir şekilde izler bıraktığı yıllar ise, Özellikle 15-16 Haziran 1970 sonrasıdır. Modern sınıflar, kendi tutumlarıyla aydınlık bir şekilde siyaset sahnesinde yerlerini aldıkça, eski, tarihten gelen gelenekçil davranışların misyonu ister istemez zayıflamış, değişime uğramıştır.
Bu gerçekçiler karşısında, Finans-Kapital, Kuvayi Milliye geleneğinin işçi sınıfımız ile kuracağı bağları boş düşürmek İçin didinip durmuştur. Başarısız olduğu söylenemez.
T. Turhan’lar, Ziverbey köşkünde Finans-Kapitalin gücünü, sınıfsız devrimciliğin zayıflığını yaladılar. Emekli Tümgeneral C. Gürkan’a gözleri bağlı sorguya giderken, bir er tarafından “parmaklarını gıtlatma lan” dedirten ayni güçtür. F. Gürler’i “ikinci Ordu Komutanlığı zamanından beri yakından takip etmekte olduklarını” (Cumhuriyet, 21 Kasım 1985) söyleyen gizli kuvvetin ardında yine Finans-Kapital yatar.
Evet, 9 Mart bir dönüm noktasıdır. Kuvayi Milliye geleneğini günümüz gerçeklerine uyumlandıramayışın, modern sınıfları göremeyişin ödenen bedelidir.
12 Eylül ve Sonuç
12 Eylül görünüşte yine eski bir geleneğin devamı oldu. Ordu yine “devlete sahip çıkma” güdüsüyle yönetime el koydu. Fakat benzerlik yalnızca görüntü de kalmaktadır. 12 Eylül, ilk gününden itibaren ve kararlı bir şekilde bir sınıfa dayanmıştır. 24 Ocak kararlan hiçbir itiraz görmeksizin uygulanmıştır. Ekonomi politikada en küçük bir bocalama olmaksızın Finans-Kapitalin çizdiği yolda yüründü. “Öngörülen reformlar” ya da “toprak reformu” lafta olsun gündeme gelmedi. Demek ki, bir sınıfa dayanmanın kaçınılmazlığı önceki deneylerden iyice öğrenilmiştir.
Benzeri bir dersi, Kuvayi Milliye geleneğine samimiyetle sahip çıkan başka unsurlar niye çıkartmasın!