Kaypakkaya’da Sınıflar Yapısının Tahlili ve Devrim Sorunu – Barış Doğanay

Yol, Sayı 2, Temmuz 1991
(Yeni Demokrasi Dergisine Gecikmiş Bir Yanıt)

Türkiye sosyalist hareketinde 60’lı yılların sonları, ülkedeki sosyal sınıflar yapısının özellikleri ve devrimci strateji sorunları üzerindeki tartışmaların yoğunlaştığı bir dönem oldu. Kapitalist gelişmenin özellikle 50’lerdeki sıçramalarıyla biriken sınıf çelişmeleri ve bunun toplumsal bilinç üzerinde yarattığı ilksel sonuçlar 27 Mayıs’ın yukarıdan etkileriyle gerçekleşen göreli demokratik açılımın sağladığı olanaklarla su yüzüne vurmaya başladı. Alt sınıfların hızla boşalışa uğrayan tepki ve hoşnutsuzlukları, önceki on yılların suskunluğu altında pratik bakımdan dar ve güdük kalan sosyalist hareketin canlanmasına, giderek genişleyen kitlesel dayanaklar kazanmasına yol açtı.

Kırların geleneksel yapısındaki çözülmenin şehirlere taşıdığı mücadele potansiyelleri, işçi sınıfının saflarını genişletip eylem gücünü yükseltirken, şahlanan devrimci geleneğiyle öne fırlayan aydın gençliğimiz, sosyalist hareketin saflarına akmaya başladı. Toplumsal mücadelenin büyük kentlerdeki gelişimi, feodal kabukların çatlayıp dökülmesinden doğan derin farklılaşmaların şoku altındaki “köylülük” üzerinde de etkilerini duyurmakta fazla gecikmedi. Güçlü feodal kalıntıların uyuşturucu baskısı altında inmelenmiş kırların suskunluğu, modern sınıf ilişkilerinin özgürleştirici alanına girmeye zorlayan köylü kitleleri arasında baş gösteren taze kıpırdanışlarla bozuldu.

Proletarya sosyalizminin zor koşullar altında kazandığı teorik birikim ve siyasal deneyimin büyük ölçüde üstünü örten bu gelişmeler, devrimci hareketin saflarında ister istemez yeni ve kendine özgü şekillenmeler yaratmak durumundaydı. İşte 60’lı yılların strateji tartışmaları, kapitalist sınıf savaşımına ya da geleneksel tepkilerden modern devrimciliğe yeni yeni adım atan toplumsal güçlerin, üzerine bastıkları tarihsel ortamı tanıma, kendi tepkilerini tanımlayarak bilinçli bir savaş düzenine oturtma ihtiyacından doğmuştur. Doğal olarak, bu durum, en eski sosyalizmin kırk yıl önce ele alarak çözümlediği sorunların yeni baştan (sosyalist harekete yeni katılan genç kuşakların bilincinde sanki ciddi olarak ilk kez) ortaya konulmasına neden oldu.

Kapitalist gelişmenin çözücü etkisi karşısında yıkıma uğrayan küçük burjuvazi, tepkilerini sosyalizme, işçi sınıfı ile ittifaka yönelerek ortaya koyarken, kendi toplumsal karakterinden kaynaklanan gerilik ve ilkellikleri de sosyalist harekete taşımadan edemedi. Kapitalizmin ülke ölçüsünde yarattığı sonuçların bütünsel etkisiyle ciddi olarak henüz karşı karşıya gelen küçük burjuva mantığı, kırlardaki farklılaşma ve kente göçün sınıf savaşına yansıyan ilk elden sonuçlarını çıkış noktası alarak kapitalist ilişkilerin köksüzlüğü sonucuna vardı.

Kapitalist buhranların üretici sınıflar üzerindeki yıkıcı etkilerinin kırdaki pre-kapitalist kalıntıların varlığıyla birleşmesi, kapitalist dönüşümün sancılarını uzatıp yoğunlaştırarak, yığınlar için dayanılamaz hale getirmektedir. Artık, gerçek iktisadi konumuyla bir meta üreticisi olan köylü (bir avuç ayrıcalıklı kır zengini dışında) vergi ve fiyat kıskacında ezildikçe, üretim gücünü yitirmektedir. Tekeller egemenliğinin yarattığı bu ortamda yüksek tefeci faizi ve toprak rantı, bütün dehşetiyle köreltici etkisini duyuruyor. Yüzyıllardır küçük üretmenlerin kanını emerek büyük toprak mülkiyetiyle iç içe geçmiş tefeci-bezirganlık, modern tekelci ekonomi koşullarında dayanılmaz vurgunculuk olanaklarına kavuşmuştur. Bu durum, geçmişin acılarıyla yüklü köylü bilincinde, yeni kılıklara bürünmüş eski düşmanı (kapitalizmin tekelci gelişimine uyarlanmış pre-kapitalist kalıntıları) doğal olarak öne çıkarmaktadır.

Prusya tipi gelişmenin ağır sonuçları karşısında mücadeleye yönelen deneyimsiz ve sakıngan kır küçük burjuvasının, her gün yüz yüze geldiği “tali” güçlerin gerisinde gizlenen belirleyici ilişkiyi doğrudan doğruya görememesi veya kendi gündelik yaşamında ağır basan görüngülerin baskısı altında, kapitalist ilişkilerin gerçek karakterini kavrayamaması, son derece anlaşılır bir şey olmalıdır. 60’lı yıllarda mücadeleye yönelen küçük burjuvazinin pratik bilincinde kapitalizm, henüz silik bir imgeye sahiptir. Köylünün gündelik yaşamında öne çıkan derebey kalıntıları, tarihten gelen şartlanmaların katkılarıyla, -sosyal ve iktisadi ilişkilerin bütünlüğü açısından bakıldığında- abartılı bir önem kazanmaktadır. Onların kapitalist yapı içindeki konumları kavranamadığından modern ilişkiler silikleşmekte, olduğundan daha sınırlı, bize özgü olmayan, köksüz ve dışarlak bir görünüm almaktadır.

Küçük burjuvazi proletarya saflarına doğru İtildikçe, devrimci tepkilere eğilim gösterdi. Ama bu süreç, proleterleşme korkusuyla mücadeleye zorlanan küçük burjuvaların modern sınıflar savaşına karşı duydukları gerici tepki ve önyargıları da açığa çıkartmıştır. Hatta yeni proleterleşen ve sınıf mücadelesinde henüz istikrar kazanamamış unsurların proleter yaşam koşullarına karşı gösterdikleri tepkiler de küçük burjuva önyargıların proletarya saflarında etki sini duyurmasına neden olmuştur. 60’lı yılların yaygın ulusal kurtuluşçuluk eğilimi, sınıf savaşına karşı önyargılı, proleterleşmekten ürken küçük burjuvazinin kapitalist ilişkileri ülke dışına taşıma ve egemen sınıflara karşı mücadeleye -onları emperyalizmin basit işbirlikçi araçlarına indirgeyip, ulus dışına iterek- kendini ikna etme güdülerine dayandı.

Dünya ölçüsünde ulusal kurtuluş mücadelelerinin sosyalizme akışından etkilenen ve Maoculuğun güçlü ideolojik esintilerine kapılan küçük burjuva aydınları (MDD), modern sınıflar ortamına itilen küçük burjuvazinin bu kendiliğinden eğilimlerini teorileştirmekten öteye gidemedi. Pratik küçük burjuvaların gündelik yaşamında öne çıkan derebey kalıntıları, Türkiye ölçeğinde devrim hedeflerinin tasarlanması söz konusu olunca, teoride abartılı bir önem kazandılar.

Devletçilik döneminin sessiz birikiminden sonra yaşanan on yıllık hızlı dönüşümün sınıf savaşına patlama etkisiyle yansıyan sonuçları, kırdaki çözülme ve bunun yaydığı etkilerin geçici olarak mücadelenin pratik ağırlık noktasına oturmasına, küçük burjuva tabakaların öne çıkmasına yol açtı. Henüz sınıflar savaşındaki gerçek yerlerine oturmamış bu dinamiklerin anlık biçimlerini mutlaklaştıran (devrim durumu tespitleri hatırlansın) pragmatist küçük burjuva mantığı, toplumsal ilişkilerin bütünsel yapısını çözümlemede kırları merkez alan bir teorik yaklaşımı benimsedi. Bu tutum, devrimci strateji sorunlarına, yükselen sınıflar ve onların temsil ettiği modern üretim ilişkileri açısından değil, çözülen, kılık değiştiren güçler ve onların bugüne taşıdığı geleneksel bilinç formları açısından yaklaşmak olarak özetlenebilir.

Kapitalizmin kırlarda yarattığı sınıfsal potansiyelleri kavrayamayan, köylülüğü geri feodal koşulların bütünüyle devrimci çıkarlara sahip homojenik kitlesi olarak gören bu anlayışın tam bir tanımlanışını Kaypakkaya’nın şu sözlerinde bulabiliriz:

“Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme niçin baş çelişmedir? Birden fazla çelişmenin bulunduğu bir süreçte, bunlar arasından bir tanesi diğer çelişmelerin gelişmesini tayin ve onlar üzerinde tesir icra eder. Bu çelişme baş çelişmedir. Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme, ülkemizde hem burjuvazi-proletarya çelişmesi üzerinde, hem de emperyalizm-Türkiye halkı çelişmesi üzerinde belirleyici ve yönetici bir rol oynar. Feodalizm çözüldüğü ölçüde proletarya-burjuvazi çelişmesi ortaya çıkar ve keskinleşir. Öte yandan, emperyalizmin geniş köylük bölgelerdeki sosyal dayanağı feodal güçlerdir. Bu nedenle, feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin çözümü, emperyalizmi de önemli bir dayanağından yoksun bırakır, emperyalizmle Türkiye halkı arasındaki çelişmenin gelişmesinde ve çözümünde tayin edici bir rol oynar.” (Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 98)

MDD hareketinden gelen, ana kavramlarını ondan alan Kaypakkaya’nın buradan ulaştığı sonuç, önümüzdeki devrimin anti-emperyalist bir toprak devrimi olarak tasarlanmasıdır. Ayrıntılardaki farklılıklara rağmen, aynı kökten gelen Cephe ve Ordu hareketleri de, ana teorik yaklaşımlarında Kaypakkaya ile aşağı yukarı aynı bakış açısında birleşmektedirler. Ancak Narodnik özellikler taşıyan bu üç hareket arasında, teorik kavramlarındaki çok net kırsal belirlenimleri, kararlı gündelik örgütsel yönelimleri, kadrosal karakteri ve mücadelenin gündelik sorunları karşısındaki coşkusal tutumu dolayısıyla köylü devrimciliğine en çok eğilimli bulunanı, Kaypakkaya’nın önderliğindeki TKP-ML olmuştur. O yüzden biz, demokratik devrimi köylülüğe dayalı bir toprak devrimi olarak algılayan küçük burjuva anlayışlar içinde en tam kavramsal vurgulara sahip olan Kaypakkaya’nın görüşleri üzerinde duracağız.

Türkiye’de Burjuva Devriminin Özellikleri

Kaypakkaya’nın Türkiye’de sınıflar yapısına bakışı, MDD’nin izlerini taşımaktadır. Ülkemizin sosyal yapısı, işbirlikçi komprador burjuvazi, toprak ağalığı ve tefeci-bezirganlığın egemenliğindeki yarı-sömürge ve yarı-feodal bir yapı olarak tanımlanır. Kurtuluş Savaşıyla gerçekleşen burjuva devrimi Türkiye’nin sınıflar yapısında hiçbir değişiklik yaratmamış, emperyalist işgalin kırılması ve sultanlığın kaldırılmasıyla, “sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal yapı”nın yerine “yarı sömürge, yarı-feodal yapı” geçirilmiştir. 50 yıllık gelişim, var olan iktisadi yapı üzerinde niceliksel bir güçlenme olarak açıklanırken, burjuva devrimiyle gerçekleşen politik dönüşümler ve sonraki politik gelişmeler, komprador burjuvazi ve toprak ağalığının farklı klikleri arasında uluslararası güç dengeleri tarafından belirlenen iktidar değişimleri olarak açıklanmaktadır.

Ancak, burjuva devriminin çözümlenmesinde Kaypakkaya, Kemalizm’in sınıfsal karakterini belirsizleştiren “asker-sivil aydın zümre” yaklaşımlarından uzaklaştığı kadar, Kemalizm’i “anti-emperyalist küçük burjuva radikalizmi” olarak açıklayan Cephe ve Ordu tezlerinden de ayrılmaktadır. Kemalizm’in anti-emperyalist, devrimci özelliklerini abartan bu görüşler içinde en gerici ve açıktan açığa kuyrukçu sonuçlara varanı, onu “milli burjuvazinin devrimci kanadının ideolojisi” olarak gören ve M. Kemal’i “partimizin önderi” ilan eden PDA’nın yaklaşımlarıdır. PDA tezlerine göre, Kemalist kadroların önderliğinde iktidarı ele geçiren milli burjuvazi, dışa karşı anti-emperyalist bir siyaset izleyerek, devletçilik uygulamalarıyla kapitalizmi geliştirirken, kapitalist sınıf içinden sivrilen “işbirlikçi büyük burjuvazi”, iktidarı kendi eline almış ve devrimi durdurarak, ülkeyi yeniden emperyalist bağımlılık koşullarına itmiştir. PDA’nın bu tezleri, M. Kemal’in ölümüyle ülkeyi “1919 öncesine kaydıran” klasik MDD tezlerinin silik bir tekrarından ibarettir.

PDA’nın gerici anlayışına karşı devrimci bir zeminde mücadele yürüten Kaypakkaya, Kemalizm’in burjuva karakterini vurgularken, küçük burjuva devrimciliği üzerindeki Kemalist etkilerden kesin biçimde sıyrıldığını ortaya koyuyordu. Onun 60 sonrası devrimci hareket içindeki asıl önemi de buradan gelmektedir. Salt ilkesel belirlemeler çerçevesinde doğruluk taşısa ve Leninist formüllerin tekrar edilmesiyle yetinse bile, Kürt sorunu üzerindeki olumlu yaklaşımının anahtarı da burada yatmaktadır.

Kaypakkaya, Stalin’in Kemalist hareketin “işçilere ve köylülere, bir toprak devrimi imkanına karşı” geliştiği yolundaki sözlerini tekrarlarken, son derece haklıdır. Ancak, bu noktadan sonra sığ ve yavan saptamalara yönelmekte, burjuva gelişimin çalkantılı seyrini tam bir mizansene dönüştürmektedir.

“Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır. Devrimde milli karakterdeki orta burjuvazi önder güç olarak değil, yedek güç olarak yer almıştır.” (s. 140)

Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki sınıflar yapısı ise şöyle tanımlanır:

“Sosyal alanda, eski milli azınlıklara mensup komprador büyük burjuvazinin ve eski bürokrasinin, ulemanın hakim mevkiini, milli karakterdeki orta burjuvazi içinden palazlanan ve emperyalizmle işbirliğine girişen yeni Türk burjuvazisi, eski Türk komprador burjuvazisinin bir kesimi ve yeni bürokrasi almıştır. Eski toprak ağalarının, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların bir kısmının hakimiyeti devam etmiş, bir kısmının yerini yenileri almıştır. Kemalistler, bir bütün olarak, milli karakterdeki orta sınıfın çıkarlarını temsil etmemekte, yukardaki sınıf ve zümrelerin menfaatlerini temsil etmektedir.” (s. 141)

Kaypakkaya’nın Kemalizm’i bir komprador burjuva eğilimi olarak görmesine yol açan nelerdir?

Her şeyden önce, “Kemalizm’in Türk ticaret burjuvazisi ve toprak ağalığına dayanması, onların çıkarlarını temsil etmesidi”dir. Bu yüzden, Kemalist hareket “bir toprak devrimi imkanına karşı” gelişmiştir.

İkinci olarak, Kemalizm’in emperyalizme karşı yürütülen mücadeledeki kaypak ve tutarsız tavrıdır. İtilaf devletlerine karşı verilen savaşta Sovyet desteğine dayanılmış, ancak Bolşevik devriminin Kafkaslarda kazandığı güç karşısında paniğe kapılan burjuva hükümet, gündelik yönünü emperyalizm ve Sovyet cephesi arasında değişen bölgesel-askeri güç dengelerine göre belirleyen kararsız ve uzlaşmacı bir tutumu benimsemiştir. Emperyalizme karşı mücadelenin kendi inisiyatifinden çıkıp Bolşevizm öncülüğünde bir proleter devrimine dönüşmesi olasılığından korkan burjuvazi, sınıf düşmanlarından sakınırken, milli düşmanına ikiyüzlüce elini uzatmaktan çekinmemiştir. Sınıf kardeşliği, her zaman olduğu gibi, milli düşmanlığa ağır basmıştır. Bu yüzden Kemalizm, içerden gelen Sovyet Cephesinde yer alma istemlerini sinsi ya da açık oyalama ve provokasyonlarla bastırmış, emperyalizmle bütün köprüleri atmak yerine, iki cephe arasında fırsatçı denge politikaları izlemeyi yeğ tutmuştur. Daha Kurtuluş Savaşı yıllarında ortaya çıkan bu tutum, Lozan’da belirgin bir niteliğe bürünmüştü. “Yurtta sulh, cihanda sulh” parolası altında yürütülen denge siyaseti, içerde burjuva egemenliğinin güçlendirilmesine bağlı olarak, emperyalizm yönünde karar kılmıştır.

Üçüncü olarak, devrimin halkçı ve proleter karaktere dönüşmesinden duyulan korkuyla, cılız işçi örgütleri ve sosyalist hareketler bastırılmış, komünistlere ve Kürt halkının ulusal istemlerine karşı katliamlara varan vahşi bir terör uygulanmıştır. Bir kısım ağaların gerici tepkilerine rağmen, emperyalizme karşı mücadeleye samimice katılan Kürt ulusu üzerinde, Batı’dan öğrenilen sömürgecilik yöntemleri acımasızca uygulamaya sokulmuştur. Böylece, burjuvazinin emperyalist özlemleri, daha başından açığa vuruyordu. Ancak, bu özlemler, o günkü koşullarda, Misak-ı Milli sınırlarına daralmak zorunda kaldı.

Bunların sonucunda, ulusal kurtuluş, gerçek bir iktisadi kurtuluşa dönüştürülememiştir. Bu imkanı yaratabilecek asıl güçler olan işçi sınıfı ve köylülüğün örgütsüzlüğü ve bağımsız siyasi talepler ileri sürmekten uzak bulunmaları, bu yüzden yeni doğmuş komünist hareketin zayıf kalışı, burjuvazinin devrimi kolayca piç edebilmesine yol açtı, iktidar yapısındaki değişimlerle meydana gelen politik devrim, derin etkili bir sosyal devrime dönüştürülmediği gibi, Kurtuluş Savaşı yıllarının karmaşık iç ve dış etkiler altında gerçekleşen ve Cumhuriyetin ilanından sonra ancak birkaç yıl sürdürülen demokratik açılımları boğulup soysuzlaştırıldı. Bizzat Kuvayı Milliye önderlerinin “endüstri-sulh-toprak” parolasıyla ifade ettikleri sosyal dönüşümler, devrimci bir yoldan, halk yığınları lehine sancıları ılımlandırılarak değil, Prusya tipi gerici gelişme yolundan ağır, dolambaçlı, cehennemcil bir yöne sokuldu. Emekçi sınıfları olduğu kadar idealist genç subayları ve aydınları da hayal kırıklığına uğratarak pasifize eden devrimin bu biçimde boğuluşu, egemen politika katlarında da, değişen iç ve dış koşullara bağlı olarak, 12 Mart’a kadar sürüp gelen sürtüşme ve çatışmalara kapı aralamış oldu.

Ama bütün bunlar, Kurtuluş Savaşı’nın öncülüğünü, Kaypakkaya’ya göründüğü gibi, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının yürüttüğünü mü göstermektedir? Bunu söylemek sosyalizm biliminin kavramlarını aşırıca zorlamak olur. Kaypakkaya ve ardıllarının sık sık tekrarladıkları gibi, komprador burjuvazi, devrimci bir sınıf değildir. Hatta bir sınıf bile değildir. Varlık nedenlerini emperyalist nüfuz koşullarında bulan yarı-modern nitelikteki aracı bir zümredir. Ortada, halkçı bir devrime kıyasla sınırlı açılımlar yaratmakla kalmış olsa bile, bir burjuva devrimi bulunuyor. Öyleyse, bir devrimin devrimci olmayan sınıflar tarafından yönetildiğini söylemekle, her şey birbirine karıştırılmış olmaktadır.

Kurtuluş Savaşı’nda öncülüğü yürüten güçler, komprador burjuvalar ve feodal ağalık değildi. Mücadeleyi yöneten Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri (sonradan CHP), birer burjuva örgütleriydi. Ancak, toprak ağalığı ve tefeci-bezirganlığı da bünyelinde toplayan bu örgütlere, sınıf karakterini kazandıran güç, savaş yılları boyunca çeşitli vurgunculuk yöntemleriyle sermaye biriktirerek palazlanan milli nitelikteki Anadolu burjuvazisidir. Bu Anadolu burjuvazisi, “başta tefeci-bezirganlar, toprak ağaları ve çok az sayıda modern denebilecek işletme sahibi kapitalist”ten oluşuyordu.

M. Yılmazer’in Çağdaş Yol’un 8. sayısında yayınlanan Kaypakkaya’nın görüşleri ile ilgili yazısından tırnak içinde aktardığımız bu belirlemeye, TKP-ML önderinin görüşlerini savunmakla tanınan Yeni Demokrasi dergisinin yazarları, “burjuva olmayan burjuvalar”, deyimiyle itiraz ediyor. (sayı: 31) Bu itiraz, Kaypakkaya’nın, kendi görüşlerini doğrulamak için çok sık başvurduğu Stalin’in ve Sovyet yazarı Şnurov’un, milli burjuvazinin yapısına ilişkin açıklamalarına getirdiği yorumla da çakışmaktadır. Gerçekte ise, Kaypakkaya’nın “doğru” yorumlamaya çalıştığı Şnurov’un açıklaması, Kıvılcımının konuyla ilgili görüşleriyle uygunluk taşıyor:

 

“…Devrimin başına Türk ticaret burjuvazisi geçti. Türkiye tarım memleketi olduğu için, tüccarların başlıca alışverişi tarım ürünleri üzerine idi. Böylece ticaret burjuvazisi, ağalar ve büyük toprak sahipleri ile sıkı bağlar kurdu. Her Türk köyünde ağa ve toprak sahibi, aynı zamanda köylü ürünlerinin belli başlı alıcısı ve satıcısı idi. Bu ağaların bazen un değirmeni, yağ veya kuru meyva işleyen imalathaneleri ve diğer ufak tefek teşebbüsleri oluyordu. Ağalar aynı zamanda tarım ürünlerini toptan satın alan büyük ticaret firmalarının acenteleri durumundaydılar.” (aktaran: İ. K., s. 116)

Kaypakkaya, “…Şnurov yoldaş, toprak ağalarını ve tefecileri de ‘burjuva’ kavramı içinde düşünmektedir. (…) Burjuva kavramının bu şekilde kullanılışına, Stalin yoldaşta ve Dimitrov yoldaşta da rastlamaktayız.” diyor, (s. 117) Dahası “bu şekilde kullanılış”a Lenin yoldaşta, hatta Engels’te de rastlayabiliriz. Lenin’in Rusya’da kapitalist iç pazarın oluşum sürecini değerlendirdiği, “Rusya’da Kapitalizmin Gelişimi” adlı dev eserinde, feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde bin bir görünüm altında ortaya çıkan, sayısız gündelik iç bağlarla birbirine bağlı bu türden karmaşık biçimlere ait yüzlerce örnek sunulmaktadır. Verimli topraklarını az-çok modern yöntemlerle işleten kır burjuvaları (bunlar, yalnızca sertliğin kaldırılmasından sonra palazlanan kulaklar değil, aynı zamanda ve hatta en güçlüleri, feodal aristokrasinin üyeleridir), verimli olmayan topraklarını yoksul köylülere kiralamakta, küçük köylü ve zanaatçıya faiz karşılığında borç vermekte, köylü ürünlerinin alım-satım işleriyle uğraşmakta ve yeni yeni gelişen manüfaktür ve imalathaneleri ellerinde bulundurmaktadırlar. Aynı şekilde, daha 1525’te, “ılımlı” reformcu Martin Luther’in temsil ettiği burjuvaların nasıl burjuvalar olduğu, 1600’lü yıllarda İngiltere’nin köylü-zanaatçılarını ev proleterlerine dönüştüren tüccarların, henüz tohum halinde bulunmakla birlikte ne türden bir ilişkiyi temsil ettikleri sorulabilir?

Burada, iki ayrı tarihsel döneme ait farklı iktisadi biçimler bir arada var olabilmekte, binlerce gündelik bağla iç içe geçmiş bulunabilmektedir. İlkel sermaye birikimi veya feodalizmden kapitalist İlişkilere geçiş sürecinde, son derece çeşitli görünümler altında karşımıza çıkan bu ara biçimler ya da geçit tiplerinde iki farklı tarihsel ilişki biçimini birbirinden kesin olarak ayırt edebilmek ne mümkün, ne de gereklidir. Bunu ancak teorik soyutlama düzeyinde elde edebiliriz. Gerçek durumlarda ise, bu iki farklı ilişki türü ve bunların iç-içe geçmesinden doğan melez biçimler, çoğu kez aynı sömürücü bireylerde temsil edilmektedirler.

Kesin olarak bilinmesi gereken şey şudur: Ayrı tarihsel çağlara ait ilişkilerin bir arada varoluşu, tamamen diğer bazı maddi etkenlere bağlı olmak üzere, şu veya bu kadar süren bir dönem için geçerli olabilir. Çünkü pratik birlikte varoluş biçimleri, onların birbirlerini dıştalayan özelliklerini ortadan kaldırmaz. Tam tersine, bu çelişkinin birliğin yarattığı gerilim, kendisini, toplumsal yaşamın bütün katlarında duyurmadan edemeyecektir. Bizim için esas olan, bu çelişkin birlikteliğin varoluş koşullarını belirleyen yön, bizzat çelişkinin çözümünü de kendinde taşıyan yöndür. Bu yönün gelişkinlik derecesi, ikinci dereceden genel bir sorundur, onun varlığını ortadan kaldırmaz. Siyasal açıdan ise sorun, çözümün hangi biçimde gerçekleştirileceğidir: Burjuvazinin tercih ettiği tedrici ve dolambaçlı yoldan mı, yoksa proletarya ve kır yoksullarının doğrudan müdahalesiyle, devrimci bir yoldan mı? Çelişkilerin varlığı, onları çözebilme yeteneğine sahip olan güçleri de gerektirir.

Bizde Kurtuluş Savaşını güden burjuvazinin, Lenin’in Rusya’dan örneklerini sunduğu burjuvalardan nitelikçe pek farkı bulunmaz. Anadolu burjuvazisi içinde yer alan toprak ağalan ve te- feci-bezirganlar, saf pre-kapitalist ilişkileri temsil etmezler. Çeşitli yollardan bireysel sermaye birikimi gerçekleştiren, burjuva özellikler, eğilimler edinen unsurlardır. Sözü edilen milli ticaret burjuvası, geniş-çaplı ticaret yapabilme gücüne kavuşan bezirgandır. Aynı zamanda, büyük bir iktisadi bölgenin üreticilerini faizcilikle haraca bağlar. Burjuva toprak ağası, sermaye sahibidir. Bir kısım topraklarını kendisi işletir veya ticaret yapar veya imalathanesi bulunur. Kaldı ki, daha Osmanlı’nın son dönemlerinde ticari limanlara yakın olan ve verimli topraklara sahip bulunan Aydın-İzmir yöresi ve Çukurova’da, bazı toprak ağaları, modern yöntemlerle, dış-pazara yönelik kuru üzüm, incir ve pamuk üretimine geçmiş bulunuyorlardı. Kurtuluş Savaşının en canlı merkezleri de, hiç tesadüf değil, kapitalist ilişkilerin kısmen geliştiği bu bölgeler oldu. Hacı Ömer Sabancılar, bezirgan Vehbi Koç’lar, Atatürk’e Türkiye tarımının modernleştirilmesiyle ilgili sunduğu raporla yıldız parlayan babadan kalma üç- bin dönümlük çiftliğe sahip Adnan Menderes’ler, bu burjuvazinin üyeleriydi. Yoksa Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra Adıyaman’da bile banka kuranlar, nasıl burjuvalar veya tersi nasıl tefeciler ve toprak ağaları olabilirdi?

Kendiliğinden görülebilir ki, Anadolu burjuvazisi, gerçek anlamda modern bir burjuva sınıf da değildi. İçinde modern burjuvaların sayısı pek azdı. Henüz oluşum halinde bulunan bu burjuvazi (çünkü Anadolu’nun birçok yerlerinde kapitalist ilişkiler, çok geri ve ilkel biçimlerde var olabilirdi) “üst tabakalar” arasından doğmuştu. Girişimcilik niteliği oldukça zayıftı; doğuştan asalak özelliği ağır basıyordu. Burjuvalarımızın kendi bireysel kökenleri ve ülkemizdeki köklü bezirgan sermaye gelenekleri, başka türlüsüne izin veremezdi. Üretime karşı ilgisi zayii olan Anadolu burjuvazisi, feodal ilişkiden kapitalist ilişkileri geçiş çoğu kez aynı kimselerin şahsında gerçekleştiği için feodalizmden keskin bir kopuşu temsil etmez, böyle bir yeteneği taşıyamazdı. Kuşkusuz cesareti de. Bu yüzden, piyasa koşullarına uygun davranış gösterirken, geleneksel sömürü biçimlerini terk etmemiş, tersine, mümkün olduğunca pazar koşullarına bağlamayı kendi karakterine daha uygun bulmuştur.

Taşra “üst tabakalararı”nın bazı kesimlerini burjuvalaşmaya yönelten, onların doğasından gelen dönüşme yeteneği, kesinlikle değildir. Zaten, hiçbir yerde, hiçbir zaman, tefeci-bezirgan sermaye ve feodal arazi mülkiyeti, kendiliğinden burjuva özellikler edinmek durumunda bulunmamıştır. Buna yol açan şey, tarihsel koşulların ve bu koşulların etkin güçleri olarak devrimci sınıfların baskısıdır.

Bizde, bir kısım toprak sahiplerini ve antik sermayedarları ilkel sermaye birikimine iten, kapitülasyonların gelişen etkileri olmuştu. Liman kentlerinden kısmen Anadolu içlerine doğru yayılan pazar ilişkileri, toprak sahiplerini, giderek artı-ürünü pazara sürmeye zorladı. Bu durum, bezirgan sermayeyi de kapitalist dolaşım ağına doğru yöneltmiştir. Kuşkusuz henüz doğal ekonomi koşullarının ağırlık taşıdığı ve pazar ilişkilerinin ülke çapında derinlik kazanamadığı bu süreçte, gelişime ayak uydurabilenler, ancak taşranın en iri unsurları olmuştur. Fakat ne ciddi bir sanayileşme hareketinin baskısıyla yüz yüze geldikleri, ne de alt sınıfların devrimci bir zoruyla karşılaştıkları için, asalak özelliklerini sürdürmüşler, modern girişimciliğe uzak durmuşlardır.

 

Anadolu burjuvazisini bir tür feodal burjuvazi olarak da tanımlayabiliriz. Engels’in deyimiyle, kapitalist ilişkilerin yeni yeni filizlendiği ilkel koşullarda, burjuvazi, henüz bir feodal zümre durumundaydı. Eski üretim ilişkileriyle, yeni üretici güçler arasındaki çatışma daha olgunlaşmadığı için, burjuvazi, kendisini feodal geleneklerden ayırabilmiş, devrimci bir sınıf olarak ortaya çıkabilmiş değildi. Bizim, taşra üst tabakaları arasında oluşan burjuvalarımız da, geleneksel eşraf-ayan zümrelerinin dışında değildiler. Onları içinden geldikleri feodal ayrıcalıkları terk etmeye zorlayan hemen hiçbir etkiyle karşılaşmadılar.

Bu bakımdan, Anadolu burjuvazisini devrimci tutum almaya zorlayan şey, üretim koşulları içindeki girişim konumları değil, emperyalist işgal koşulları oldu. Emperyalist işgal altında, sahip oldukları konumu yitireceklerini gören bu güçler, Kurtuluş Savaşına katıldılar. Ancak, Kurtuluş Savaşını örgütleyen ve doğrudan doğruya yürüten unsurlar bunlar olmadı. Köylü halkın işgale karşı gösterdiği ilk, dağınık tepkilerini örgütleyenler, İstanbul’dan Anadolu’ya geçen yurtsever aydınlar ve Osmanlı ordusunun devrimci genç subaylarıydı.

Tanzimat’tan beri Avrupa devrimlerinin yükselttiği burjuva ideallerle yetişen, modern kapitalizme eğilimli aydınlar, dayanacakları sınıf temelini, Anadolu’daki en güçlü ve ayrıcalıklı konumlarından gelen doğal örgütlülüğe sahip bu unsurlarda buldular. Asya burjuvazisinin yaygın temelini oluşturan köylülük, bizde siyasal açıdan edilgin bir durumdaydı. Ve Osmanlı’nın köklü devletçilik geleneğini taşıyan öncü kadroların halk girişimciliğine karşı önyargılı tutumları dolayısıyla, köylü yığınları içinde sosyal geriliğin küflendirdiği dinamizmi açığa çıkartma gibi bir eğilimleri yoktu. Onların bu politik önyargıları kitlelerin devrimci atılımlarından ürken pısırık burjuvalar ve büyük toprak sahipleriyle rezonans bulmalarına yol açtı. Anadolu burjuvazisine cesaret veren, onları siyasal olarak örgütleyip önderliğe yükselten güçler, 1908 devriminin ikinci kuşağını oluşturan devletçi genç kadrolardı.

Anadolu burjuvazisi adına devrimci subayların yürüttüğü Kurtuluş Savaşını, İngiliz-Fransız işgalinden dolayı çıkarları zedelenen komprador burjuvazinin Almancı kanadı da destekledi. Fakat emperyalist sermayenin geri ülkelerdeki acentalığını üstlenen burjuvazinin bu kesimi, ulusal bağımsızlık gibi bir siyasi ufka sahip olamazdı. Onların ufku, bir emperyalist grubun nüfuzuna karşı, başka bir emperyalist ülke ya da grubun çıkarlarını desteklemekten öteye gidemezdi. Nitekim o yıllarda çok sınırlı bir oy farkıyla yenilgiye uğratılan mandacılık eğilimlerinin dayanağını oluşturan kesimler de bunlardı.

Mandacılık anlayışının yaygın etkisi bizde zayıf ve pısırık burjuvazinin ulusal dinamiklere karşı ne ölçüde güvensiz bulunduğunun da açık bir göstergesi sayılabilir. Genç subayların örgütçü yeteneği ve Sovyet hükümetinin güçlü desteği olmasaydı, bu kararsız burjuvazinin önderliğinde Kurtuluş Savaşının başarıya ulaştırılabilmesi olanaksızlaşacaktı. Buna, emperyalist savaş makinesinin yıpranmasından ve asıl ilginin Sovyet devleti üzerinde yoğunlaşmasından kaynaklanan avantajları da eklemek gerekir.

Kurtuluş Savaşında önderlik, mandacılık eğilimlerinin yenilgiye uğratılması, İngilizler tarafından desteklenen feodal isyanların bastırılması (ki, bu gerici güçler karşısında Kemalistler, komünistlerin samimi desteğini hep yanlarında buldular), komünistler ve halkçı güçlerin tasfiyesiyle, tamamen burjuvazinin elinde toplanmıştır. Burjuva devriminin rotası da, ancak o zaman belirginleşebildi.

Burada şunları anmakta yarar var: Burjuva devrimini yürüten kadroların, dayandıkları sosyal güçlerden daha ileri siyasal perspektiflere sahip olduklarını söyleyebiliriz. Kurtuluş Savaşı sonrasında uzun zaman süre giden “tek adam” ve “milli şef” üslubu ya da bir avuç yönetici kadronun “diktatoryal” yetkisi, aynı zamanda öncü kadroların, dayandıkları sosyal güçlerin sinsi ve kaypak özelliklerine karşı duydukları güvensizlikten kaynaklanmıştır. Cumhuriyet hedefinin son ana dek gizli tutulması, hilafetin kaldırılması için uygun koşulların beklenilmesi, laikliğin ilanından sonra bile dinsel kurumların sıkı bir denetim altına alınması, Kemalist önderlerin, dayandıkları güçler karşısında ne ölçüde temkinli adımlar atmak zorunda kaldıklarını göstermektedir.

Üst tabakaların burjuva siyasal yapı içinde örgütlenmesi, bilinçlice burjuva hedefleri benimseyen siyasal önderliğin temkinli ikna politikalarıyla mümkün olabildi. Toprak ağalığı ve tefeci-bezirganlığın kimi kesimlerinin burjuva uygulamalara karşı gösterdikleri direnç, zor yoluyla bastırıldı. Bu sınıfların gerici eğilimleri, laiklik parolasıyla baskı ve denetim altına alındı. Kemalizm’in siyasal gericilik eğiliminin iyice açığa vurduğu, faşizan uygulamaların ağır bastığı 30’lu ve 40’lı yıllarda bile, egemen güçlere dayatılan Türkçe ezan, Köy Enstitüleri girişimleri gibi ilerici politik uygulamalar, egemen güçler ve onların politik vasileri arasındaki açı farkını ortaya koyan paradoksal gerilim noktaları olmuştur. Ancak, öncülerin niyetleri ne olursa olsun, sonucu tayin eden, egemen gücün çıkarlarıdır. Kemalistlerin zorlamalarına rağmen devrimin gelişimi, burjuvazinin davranış yeteneğiyle sınırlı kalmıştır.

Kemalizm’in toprak ağalarının çıkarlarını temsil etmesi, Prusya tipi kapitalist gelişme biçimiyle tanımlandığı ölçüde doğruluk taşır. Yoksa Kemalist liderlerin toprak ağalığını salt toprak ağalığı olarak kabul etmedikleri çok açıktır. Türkiye’nin Bismarck’ları olarak Kemalist önderler, köylülük tarzında bir kapitalist gelişmenin değil, toprak ağalığının kapitalist gelişme yönündeki çıkarlarına sözcülük ettiler. Atatürk’ün, daha ilkokul çağlarındayken hafızalarımıza yerleştirilen traktör üzerindeki fotoğraflarından hatırladığımız modern çiftçilik girişimleri, büyük arazi sahipliğini kapitalizme teşvik etmek amacını taşıyordu. “Şapka devrimi”, “harf devrimi” uygulamaları, devlet kuruluşlarının düzenledikleri balolar vs. toprak ağalığının burjuva yaşam tarzına, burjuva düşünüş biçimine yöneltilmesiydi. Aç yığınlar için gülünçlüğe varan bu devletçi önderlik biçimleri, zaman zaman, şapka giymeyen bir ilin topa tutulması gibi trajik boyutlar kazandı. İşte, Kemalizm’in emperyalizmle uzlaşmaya yatkınlığı, toprak ağalığına dayanarak kapitalizmi geliştirme eğiliminden kaynaklanıyordu. Onun, Çin Devrimi’nin Çan-Kay-Şek’ine benzeyen özelliği, Kaypakkaya’dan çok önce, alaylı bir dille, “Çankaya-eşeğizm” olarak belirtilmişti.

Kaypakkaya’nın Kemalizm’i bir komprador burjuva eğilimi olarak görmesi, bir “toprak devrimi imkanı”nın yok edilmesine karşı gösterdiği tepkidir. Yoksul köylünün demokratik devrimin boğulmasına karşı gecikmiş tepkisidir. Ama düzdür. Kurtuluş Savaşını, yalnızca emperyalist işgalin ortadan kaldırılması olarak kavrar; Osmanlı’dan burjuva toplumuna geçiş olarak görmez. Kemalizm, bir kez “özünden karşı devrimci” sayılınca, burjuva devriminin yarattığı “sınırlı” açılımlar ve “CHP’deki bazı ilerici özellikler”, devrime “yedek güç” olarak katılan “milli-orta burjuvazice yüklenir. Ancak, somut olarak tanımlanmamış bu “orta burjuvazinin, bağımsız devrimci talepler öne süremediği, “büyük burjuvazinin çeşitli kliklerinin kuyruğundan ayrılamadığı halde, nasıl olup da ilerici uygulamaları dayatabildiği açıklanamadan kalır.

Kaypakkaya ve ardıllarının kavrayamadıkları şey, proleter devrimleri çağında, burjuva devimlerinin nasıl karşı-devrim süreçlerini kendi bünyelerinde taşıyabildikleridir. Kapitalizmin feodalizm karşısındaki devrimci rolü, sosyalizm düşmanlığıyla sınırlıdır. Alman birliğini sağlayan devrimci Bismarck, anti-sosyalist yasanın demir yumruklu uygulayıcısı, Paris Komünarlarının acımasız celladıdır. Monarko-faşist Şah rejiminin devrilmesine öncülük eden Iran Burjuvazisi, yığınların devrimci istemlerini boğmaktan çekinmeyen gerici bir yüze sahiptir. Ancak, burjuva devriminin daraltılmış sonuçlarından, Kurtuluş Savaşımızın yığınsal “temeli köylülüğün alt edilmesinden duyulan öfkeli tatminsizlik, Kemalizm’in geri, eğilimlerini komprador burjuvaziye yükleyerek, devrimin “sınırlı” açılımlarını nasıl olup da gerçekleştirdiği bilinmeyen “milli-orta burjuvazimi temize çıkartmak sonucunu doğuruyor.

Mao’dan yaptığı alıntılarla milli burjuvazinin ancak sınırlı bir devrimci role sahip olabileceğini tekrarlayan Kaypakkaya, Kemalizm’in sınırlı devrimciliğini yetersiz bularak, pratikte milli burjuvazinin rolünü abartmış olmaktadır. Bu, sınıflar mücadelesini “milli” ve “gayrı-milli” sınıfların çatışması olarak kavrayan, proletaryanın sınıf çıkarlarını emperyalizme karşı mücadele içinde eriten MDD’ci küçük burjuva mantığının tipik bir versiyonudur. Kapitalizmin bize özgü yapısını göremeyen, kapitalist ilişkileri “emperyalizmin basit bir uzantısı” olarak kavrayan küçük burjuva mantığı, dışsal bir emperyalist güce ve onun egemenlik aracına dönüşerek ulusal çıkarlara ihanet etmiş işbirlikçi güçlere karşı bir mücadeleyi hayal etmektedir. Böyle bir kavrayışın sınırları içinde kalındığı sürece, “ulus” yerine “halk” kavramını geçirmek, hiçbir şeyi değiştirmez.

Yeni Demokrasi yazarı Zaloğlu Ayşe, Çağdaş Yol’un bu yöndeki eleştirilerini, aynen eleştirilen görüşleri tekrarlayarak yanıtlıyor. Yılmazer’i “yetenek testi”nden geçiren ve “çakarlığı” bulunmayan bir “geri” olduğuna karar veren yazar, Zaloğlu Rüstem’in kılıç çekişi gibi parlayan öfkesiyle, Yılmazer’in “pespaye”lerini bakınız nasıl çürütüyor:

“Gerçekten de Kaypakkaya sınıfların siyasal reaksiyonlarını gündeme gelen siyasal gelişmelerin niteliğini emperyalizm He olan ilişki ve çelişkilerine göre değerlendirmektedir.”

“Kaypakkaya olayları sınıfların siyasal reaksiyonlarının cinsini emperyalizm karşısındaki tutumuyla ölçmektedir. Zat-ı alileriniz sınıfların siyasal reaksiyonlarının niteliğini hangi ölçütler çerçevesinde değerlendirmektedir acaba”

Heyhat! “O öylesine tezlere sarılmıştır ki, kağıtlar bu pespaye tezleri taşımak zorunda kaldığından ıstırap çekmektedir. Tabii bu ıstırap onu hiç de ilgilendirmemektedir.” (sayı: 26)

Yeni Demokrasi yazarının Ahmet Mithat üslûbuyla yönelttiği şikayete, kağıtlarımıza daha büyük ıstıraplar çektirmek pahasına “ilerlemenin diyalektiği”nin “kaçınılmaz kıldığı” Marksist bir yanıt vereceğiz.

Sorun, tam da sınıfların siyasal reaksiyonlarını emperyalizme karşı tutumlarıyla tanımlamakta yatmaktadır. Bayanlar, baylar! Bu mantıkla gidip BAAS partisine katılan bir devrimciye hiçbir söz söyleme hakkınız bulunamaz. Sınıfların siyasi reaksiyonlarını tanımlamanın yegane ölçütü emperyalizme karşı tutumlarıysa, proletaryanın çıkarlarını emperyalizme karşı mücadele içinde belirsizleştirmek kaçınılmaz olur. Proletaryayı burjuvazi ve küçük burjuvazinin kuyruğuna takmış olursunuz.

Sınıfların siyasi reaksiyonlarını belirleyen, onların birbirleri karşısındaki durumları ve çıkarlarıdır. Emperyalizme karşı gösterdikleri tepkiler, tepkilerinin aldığı somut biçim ve ulaşmayı hedefledikleri sonuçlar, bunun birer ürünü olarak ortaya çıkacaktır. Yoksa burjuvazi emekçi sınıflara duyduğu aşkla emperyalizme karşı çıkmaz ya da burjuvazinin emperyalizme karşı mücadelede yer alması onu proletaryanın dostu haline getirmez. Proletarya, emperyalizm karşı mücadelede kendi bağımsız amaç ve hedeflerini gözden kaçırdığında burjuvaziye yem olmaktan kurtulamaz. Böyle bir durumda, proletaryanın tepkisi devrimcidir ama sosyalist değil.

Burjuvazinin emperyalizm karşısındaki tutarsızlığı, kapitalist karakterinden, proletaryaya duyduğu düşmanlıktan gelir. Feodal kalıntılarla açık bir çatışmaya girmekten ürken burjuvazi, emperyalist işgal karşısında devrimci tutumlara zorlanabilir. Ve hiç şüphesiz, proletaryanın emperyalizme karşı mücadeledeki kararlı tutumu, şu veya bu nedenden değil, çıkarlarının özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı bir toplumda bulunması dolayısıyladır.

Türkiye’de Sınıflar Yapısı: Komprador Burjuvazi mi, Finans-Kapital mi?

Kaypakkaya Stalin ve Şnurov’un Kurtuluş Savaşına önderlik eden burjuvaları “milli burjuvazi” şeklinde tanımlamasının, onların Türk kökenli olmasından kaynaklandığını, yoksa bu burjuvaların komprador niteliği taşıdığını belirtir. Komprador burjuvazi, emperyalist sermayenin sömürgelerdeki acentalığını yürüten, yaratılan değerlerin kapitalist anayurtlara aktarılmasına aracılık ederek ulusal sermaye birikimini engelleyen unsurlardan meydana gelir. Sermayenin komprador niteliği, onun özünden değil, birikim sürecinde oynadığı rolden kaynaklanmaktadır. Doğal olarak, burada, sermayedarın ulusal kökeni önemini yitirir. Ancak, Osmanlı ticaretine egemen olan ve ana dolaşım mekanizmasını tekelinde bulunduran unsurlar, azınlık uluslararasından yetişmiş burjuvalardı. Türk kökenli taşra sermayedarlığı ise, bu liman burjuvazisi dışında kalan, kapitalist dolaşımda belirleyici olamayan unsurları ifade ediyordu. Gerçekte, uluslararası meta trafiğinin kesintiye uğradığı savaş yıllarında birikim yaparak burjuvalaşan bu unsurlar, bütün burjuva ulusal kurtuluş savaşlarında görüldüğü gibi, ulusal pazar üzerindeki yabancı egemenliğinin kendi aleyhlerine doğru gelişen bir biçim almasından dolayı mücadeleye yöneldiler. Fakat Anadolu burjuvazisi, komprador burjuva egemenliğini tasfiye ederken ülkenin üretim yapısında hiçbir değişikliğe girişmedi. Toprak ağalığı kırdaki varlığını koruyordu. Üreticilerin girişim yeteneğini güçlendiren dış ticaret ve kredi sistemini millileştirme yönünde devrimci adımlar atılmadı. Yalnızca, eskiden komprador burjuvazinin sahip olduğu ayrıcalıklı tekel mevkiine yerleşmekle yetinildi.

Anadolu sermayesinin, komprador burjuvazinin tasfiyesiyle boşalan egemenlik kanallarına yerleşmesi, eski gelişmelerin tekerrür ettirilmesinden ibaret midir? Hayır. Dış ticaretin esas olarak devletleştirme yoluyla yabancı sermaye karşısında güçsüz kalan milli sermayenin denetimi altına alınması, geniş-çaplı sanayiin örgütlenmesi ile iç iktisadi bütünlüğün sağlanması söz konusu olmadan, eski acentelik ilişkileri, iktisaden zorunlu olan meta dolaşımının sürdürülmesindeki önemini yitirmeyecektir. Bu durum, yalnızca burjuvazinin istek ve eğilimleri açısından değil, kapitalist gelişmenin İçsel zorunlulukları açısından, bağımsızlık savaşına katılan emekçi sınıfların istekleri ve eğilimleri açısından da değerlendirilmelidir. Kaldı ki, ulusal güçleri arkasında toplayarak, emperyalist işgaline son vermiş ve kendi siyasal egemenliğini kurmuş bulunan hiçbir ülkenin burjuvazisi, ulusal pazar üzerindeki yabancı nüfuzunu olduğu gibi korumayı tercih edecek kadar ahmak sayılamaz. Hatta bu, bizde olduğu gibi, ulusal kurtuluş savaşının sonuçlarından yararlanan komprador burjuvalar için de geçerlidir. Hiçbir ülkenin burjuvazisi, yabancı sermayeye karşı özünden sevdalı veya özünden milli çıkarlara bağlı değildir. Burjuvazi, yabancı sermaye ile ilişkilerini kendi varlık ve gelişme imkanlarına göre değerlendirecektir. Ve Türkiye burjuvazisi, Bolşevik devriminin güçlendirdiği uluslararası devrim ortamında olduğu kadar, emekçi sınıfların anti-emperyalist isyanında da kendi ulusal egemenliğinin imkanlarını bulmuştur. Yoksa bırakalım dün işbirliği eğilimi içinde bulunduğu yabancı sermayeye karşı cephe almayı, burjuvazi, çıkarını gördüğünde anasını bile satmaktan çekinmeyecektir.

Görünen odur ki, milli burjuvazi, siyasal egemenliğini kurmakla ülke pazarı üzerinde doğrudan hakimiyetini sağlayabilmiş değildi. 1850’lerden beri Türkiye pazarına egemen olan yabancı şirketler, 1929 yılına kadar yürürlükte kalan eski gümrük tarifelerine dayanarak at koşturmaya devam ediyordu. Ulusal Kurtuluş mücadelesinin Bolşevizm yönüne akmasından ürken Kemalist burjuvazi, emperyalizmle bütün köprüleri atmaya cesaret edememişti. Lozan’daki eski gümrük tarifelerine ilişkin tavizler, Osmanlı borçlarının olduğu gibi devralınması, yabancı şirketlere ait mal varlıklarının zoralımına çarptırılmasından uzak durulması, burjuvazinin devrimci bir kopuşu göze alamadığını göstermektedir.

Eski gümrük tarifeleri, ancak kapitalizmin dünya krizinden yararlanılarak kaldırıldı. Bir dış ticaret şirketiyle yabancı sermayeye karşı rekabet edemeyeceklerini anlayan Kemalistler, İş Bankası’nda sağlanan birikimle, “millileştirmeler”e geriştiler. İş Bankası, kurulur kurulmaz, zor durumdaki İtibar-ı Milli Bankasını ve İttihad-ı Milli Sigorta Şirketini yutuyor, Kozlu maden yatakları ve Ergani bakır işletmelerinin imtiyazlarını devralıyordu. Almanların imtiyazında bulunan demiryollarının millileştirilmesiyle gelişen süreç, Etibank’ın maden işletmeciliğini tekeline almasıyla güçleniyordu.

Millileştirmelerin yabancı hisseleri satın almak yoluyla gerçekleştirilmesi, pek tabii emekçi sınıfların derisi yüzülerek yapılan birikimin koşullarını ağırlaştırmıştır. Ancak, millileştirme yöntemlerinin bu gerici karakteri, onun sanayi yatırımlarının önkoşullarını sağlayan iktisaden olumlu niteliğini yok edemez. Bu durumda komprador burjuvazinin nasıl olup da, kendi varlık koşullarını ortadan kaldırmadan millileştirmelere ve büyük kamu sanayii yatırımlarına girişebildiği, açıklanması gereken bir sorun olarak kalmaktadır. Üstelik devletçilik döneminin modern sanayi yatırımları, yabancı sermaye ile ilişkileri sınırlandıran yoğun korumacılık önlemleri altında, büyük ölçüde Sovyet kredisi ve teknik yardımına dayanarak gerçekleştirilmiştir. O halde, Sovyet hükümetleri, kendi ülkesini yeniden emperyalizme peşkeş çeken komprador burjuvaziyi güçlendirmeyi göze alabilecek kadar ileriye gidebilen bir ahmaklar güruhu muydu, baylar? Sakın ola ki, Kruşçev’in “kapitalist olmayan yol” tezlerinden çok önce Sovyetler Birliği, emperyalist özellikler kazanmış bulunmasın! Acaba Stalin’in toz kondurulmaz önderliğindeki Komüntern’e bağlı olan revizyonist TKP, Kemalist iktidara yasadışı koşullardan dayattığı güçle Bolşevik hegemonyasına yol açan Sovyet yanlısı komprador burjuvaların sözcüsü müydü? Yeni Demokrasi yazarları, teorik kavramların içeriğini bu kadar zorlamak yerine biraz daha düşünmek durumundadırlar.

Kurtuluş Savaşını tamamlayan Türkiye, iktisadi kalkınma sorunuyla yüz yüze geldiğinde geniş-çaplı sanayiin örgütlenmesi açısından birikim koşullarının var olan geriliği tüm çarpıcılığıyla belirginlik kazandı. Türkiye’nin sermaye kaynakları ilkel ve yetersizdi. Sanayileşme ve pazar ağının genişletilmesi için zorunlu olan altyapı ve ulaşım şebekesi oldukça sınırlıydı. Pre-kapitalist köklerine aşırıca bağımlı bulunan zayıf burjuvazi, böyle yüksek maliyetli, rizikolu bir sanayileşme hamlesine atılabilecek iktisadi güce de, girişim yeteneğine de sahip değildi. Devleti, yukarıdan müdahalelerle sermaye birikimini hızlandırmaya, kapitalist gelişmenin öncülüğünü üstlenmeye zorlayan koşullar bunlardı. İlk yılların karmaşık yön arayışı içinde İş Bankası’nın kuruluşu ile başlayan süreç, 1929 bunalımının baskısı karşısında güçsüz ekonomiyi gümrük duvarları arkasına çekerek, koyu devletçilik uygulamalarına vardırıldı.

“Devletçiliğimiz”in ana hedefi, sermaye birikimini yoğunlaştırarak, zayıf kapitalist sınıfın temellerini güçlendirmekti. Burjuvazinin siyasi gericiliği, bu sonuca feodal kalıntıların tasfiyesi yolundan, özgür rekabet koşullarında ulaşılmasını olanaksız kılmıştı. Geriye kalan tek seçenek, pre-kapitalist sermayeyi burjuvalaştırmak olacaktı. Bu doğrultuda atılan ilk somut adım, 1925’te İş Bankası’nın kuruluşu oldu. Ardından diğer devlet bankaları ve şirketler sökün etti. Türkiye’nin sınırlı kapitalist sermayesi, devletin koruyucu şemsiyesi altında, tefeci-bezirgan sermaye ve toprak ağalığının en irileşmiş kesimleriyle sentezleştirilerek, ilk şekillenişini on yıl gibi kısa bir süre içinde tamamlayan ve sonraki gelişmelere damgasını vuran bir finans-kapital zümresi yaratıldı.

Lenin’in, finans-kapitalin tarihsel oluşum sürecini çözümleyen ve aramızda geçerliliği tartışma götürmez bulunan tezlerinin kaba mutlakçı bir yorumundan hareket eden Yeni Demokrasi yazarları, çoğu sosyalistlerimiz gibi, geri ülkelerde finans-kapital egemenliğinin imkansızlığını belirterek Kıvılcımlı’nın tezlerine karşı çıkmaktadır. Hele tefeci bezirganlık ve toprak ağalığının finans-kapital egemenliği biçiminde kapitalizme çekilmesi, hiç bir gerçek veriye dayanmayan basit akıl yürütmelerle peşinen reddedilmektedir.

Biz, bu yazıda, geri ülkelerde finans-kapital oluşumunun ayrıntılı bir teorik çözümlemesine girmek niyetinde değiliz. Üzerinde durmak istediğimiz asıl nokta, pre-kapitalist sermaye ile kapitalizmin, bu iki farklı tarihsel formasyonun, hangi koşullarda kaynaşma eğilimine sahip bulundukları ve bizde bu kaynaşmanın aldığı özel biçimler olacaktır.

Yeni Demokrasinin 31. sayısında yayınlanan bir yazıda, adı belirtilmeyen yazar, Marx’ın Kapital’inden yaptığı uzun alıntılarla, pre-kapitalist sermayenin tarihsel özelliklerini aktarıyor. Türkiye’de kapitalizm-öncesi ekonomi ve toplum biçimleriyle, özel olarak da antik yapıların modern süreçler üzerindeki etkileriyle somut ve derinlemesine ilgilenen ilk bilim adamı Kıvılcımlı olmuştur. Tezleri karşısında takınılan tutum ne olursa olsun, adı bu alandaki çalışmalarıyla anılan bir devrimcinin öğrencilerine tefeci-bezirgan sermaye üzerine ders vermeye kalkışmak, ukalalık değilse, tereciye tere satmak sayılır.

Tefeci-bezirgan sermayenin gücüyle kapitalist üretim arasında ters orantılı bir İlişkinin bulunduğu bilinir. Yeni ticaret yollarının keşfiyle küçük üreticileri meta üretimine yönelten bezirgan sermaye, komünal örgütlenmenin dış kabuğunu çatlatıp iktisadi eşitsizlikleri yoğunlaştırarak, kaçınılmaz biçimde tefeciliğin zeminini yaratır. Bezirganın “ikiz kardeşi” tefeci sermaye ise, haraca bağlanan emekçi sınıfların üretim gücünü iyice kırıp zayıflatarak, iktisadi ve sosyal dinamizmi köreltir, üretim temelini ilkelleştirir. Geri üretim koşulları ve kişisel bağımlılık İlişkileri içinde üretici güçleri boğan bu antik sermaye tekeli, kapitalistleşme imkanlarını baltalayarak egemenliğini sürdürür.

Tarihsel temelini küçük köylü ve zanaatçı üretiminde bulan pre-kapitalist sermaye biçimleri, üretim ilişkileri içinde doğrudan doğruya rol oynamazlar. Yani kapitalizm öncesi toplumda, sermaye, “bir üretim tarzına” sahip değildir. Toplumsal üretimin boşluklarında hareket imkanı kazanır.

Ancak, köreltici, asalak niteliğiyle kapitalist girişimciliğin en büyük düşmanı olan tefeci-bezirganlık, sermayenin üretime ilgisini zayıflatan modern tekelcilik koşullarında, kendi spekülatif karakterine uygun özellikleri keşfetmekte gecikmeyecektir. O zaman, dünya ölçüsünde kapitalizmin egemen biçimi olarak tekelcilik, geri ülkelerde dayanacağı yegane temeli tefeci-bezirgan sermayede bulmaktadır. Bu ayrı tarihsel dönemleri temsil eden sermaye biçimleri arasındaki kaynaşma yeteneği, kapitalizmin bir toplumsal eğilim olarak üretken yeteneğini yitirdiği üst, çöküş aşamasına özgü bir durumu yansıtır. Doğallıkla, bu kaynaşma, daha ileri bir toplumsal formasyonu oluşturan modern tekelciliğin zemininde gerçekleşmek zorundadır. Bu durum, toplumsal gelişmenin sancılarını yoğunlaştırarak, uzun bir süreç içinde, kapitalist dolaşım ağına çekilen tefeci-bezirgan sermayeyi modern küçük meta üretiminin çözülüşüne bağlı olarak sermaye biçimlerine dönüştürecektir.

Bizde tefeci-bezirgan sermayeye modern nitelik kazandırılması, en iri ve en etkin bireysel sermayelerin devlet girişimi ile kurulan bankalara ve büyük şirketlere çekilmesiyle başladı. Çoğu kez anlaşılmayan temel konu, finans-kapital oluşumunda tefeci-bezirgan sermayenin oynadığı bu roldür.

İlkin tefeci-bezirgan sermaye, bir sınıf veya bütünsel bir iktisadi kategori olarak bu oluşuma katılmamıştır. Sınırlı kapitalist sermaye ile bankalarda kaynaştırılan unsurlar, en iri bireysel sermayelerdir. Yoksa tefeci-bezirgan sermaye, bir sınıf olarak varlığını korumaktadır.

İkincisi, bu sentezleşmeye katılan bireysel sermayeler, tamamen yeni bir karakter kazanmış, dolayısıyla eski pre-kapitalist niteliklerini yitirmiş durumdadırlar. Finans-kapitalin antik ve modern sermayedarların ittifakı olarak kavranıldığını varsayan “eleştiriler”, tepeden tırnağa yanlıştır.

Üçüncüsü, tefeci-bezirgan sermaye ve sermayedar niteliği kazanmış toprak ağalığının en kodaman kesimleri, bu yöne kendiliğinden akmış değildir. Batı’da yaşanan klasik gelişmenin tersine, bizde finans-kapital, yukarıdan aşağıya, devlet müdahaleleriyle oluşturulmuştur.

Kuşkusuz, süreci yönlendiren siyasal güçler, bir finans-kapital zümresi yaratmak konusunda bilinçli hedefler gütmüyorlardı. Onların bilerek hedefledikleri şey, burjuva sınıfsal oluşumları hızlandırarak kapitalizmin temellerini güçlendirmekti. Dünyada kapitalizmin egemen biçimi ve bizde sermayenin tarihsel kökenlerinden kaynaklanan eğilimleri arasında gerçekleşen uyum gücü, bizzat tecrübeyle desteklenen pragmatik sezgilerle yönlendirildi.

Geri toplumsal üretim koşullarında bulunan ve egemenliğini kökleştirmek isteyen kapitalist sermaye, emperyalist rekabetin kendi üzerindeki baskısını devletin korumacı önlemlerine sığınarak hafifletmeye çalışacaktır. Ulusal sermaye, yabancı banka ve şirketlerin baskısına karşı, kendi güçlerini ulusal banka ve şirketlerde yoğunlaştırarak, hareket yeteneğini yükseltebilmektedir. Uluslararası rekabetin geri ülkeler üzerindeki etkileri, daha ilk aşamalarda, kapitalizmin tekelci biçimlere bürünmesine yol açmakta, bizde olduğu gibi sermayenin tekelci eğilimlerini açığa çıkartarak, gelişim koşullarını tekelleşme yönüne doğru itmektedir. Emperyalizmin egemen olduğu dünyada kapitalizme yeni giren ulusların serbest rekabetçi aşamayı bütün koşullarıyla yaşama şansı kalmamıştır.

Kapitalist kalkınmanın temeli sanayileşmedir. Sermayenin kendi doğasında taşıdığı eğilimler ne olursa olsun, kapitalist sınıfın ulusal hakimiyeti, asıl kaynağını sanayileşmeden almaktadır. Genç uluslar Avrupa’da manüfaktür üretimin uzun süreli yayılışından elde edilen birikimin ürünü olarak doğan modern sanayiye doğrudan doğruya ulaşmak zorundadır. Bu durum, birikim sürecini hızlandırmayı gerekli kılar.

Avrupa’da özgür rekabetin yol açtığı üretim yoğunlaşması, sermayenin merkezileşme eğilimini güçlendirerek, yatırım gücünü yükseltmişti. Tekelleşme, bu merkezileşme eğiliminden çıkmıştır. Çok geri bir ülke olan Türkiye’de ise ilişki bir bakıma tersine dönüştü. Yoğun üretim koşullarının elde edilmesi, sermayenin daha baştan merkezileştirilmesini zorunlu hale getirdi. Tekeller, iktisadi gelişimin kendiliğinden sonuçlarıyla aşağıdan yukarıya gelişmedi. Devlet müdahalesiyle yukarıdan aşağıya oluşturuldu. Dağınık para-sermayeleri bankalar ve şirketlerde toplanarak, yatırıma yöneltildi.

Kuşkusuz, modern toplumda en büyük para sahibi devlettir. Devlet, para kaynaklarını vergi gelirlerini artırarak yoğunlaştırdığı gibi, borçlanma yöntemleriyle genişletir. Ancak, bizde de sermaye birikiminin asıl yönünü oluşturan bu biçim, üreticilerin girişim gücü ve yeteneğini kırarak gerçekleşmektedir. İkinci olarak, az sayıdaki modern işletmeciler de az çok birikmiş para-sermayeye sahiptirler. Var olan sınırlı iktisadi güçleri bakımından üretim kaynaklarını denetleme imkanına sahip olamayan bu unsurlar, devletin sağladığı teşvik ve ayrıcalıklarla tekelci mevkiye kavuşmuşlardır. Fakat sermayenin bireysel girişim yeteneğini zayıflatan ayrıcalıklar, birde hazıra konma yolundan elde edilince teknik yaratıcılık büsbütün ortadan kalkmış olur. Üçüncü olarak, para-sermaye, tefeci-bezirganların ve büyük toprak sahiplerinin ellerindedir. Ancak, pre-kapitalist biçim taşıyan bu para-sermaye de, tarihsel doğası gereği, üretken yatırımlara ilgi duymamaktadır. Bankalar ve devlet şirketlerinde birleştirilerek, yatırıma yöneltilen ve birbirinden farklı birikim tarzlarına sahip olan para-sermaye kaynakları bunlardır. Bankaların topladığı mevduatlarla genişletilen para-sermaye, kamu yatırımları altında yoğunlaştırılan artı-değer sömürüsüyle çoğaltılır.

 

Batı’da ayrı kategorik özelliklere sahip bulunan ve tekelleşmenin sonucu olarak tekleşen banka ve sanayi sermayeleri, sanayi sermayesinin yok denebilecek kadar cılız olduğu ve sanayileşmenin bankaların doğrudan denetimiyle geliştirildiği Türkiye’de, daha baştan tek biçim kazanmışlardır.

Rekabetçi gelişme çağında, kapitalist üretimin dağınık önkoşullarını bireysel girişim yeteneği, ticari zekası ve çeşitli üretim dallarındaki uzmanlığıyla bir araya getiren kapitalist, sermayenin egemen karakter olarak bankalar ve anonim ortaklıklar biçiminde örgütlendiği tekeller çağında üretimden bütünüyle koparak basit bir hisse senedi sahibine, kapitalist ekonominin uzmanlaşma alanlarındaki farklılaşmayla gelişen iç kategorik belirlenimlerinden sıyrılmış bir para-sermayedara dönüşür. Para spekülasyonunun başlı başına, yaygın bir yatırım faaliyeti haline geldiği, üretimin gündelik pratik koşullarını kendine tabi kıldığı bu ortamda, para-sermayeyi meta-sermayeye, meta-sermayeyi yeniden para-sermayeye dönüştürenler, üretim araçlarının kolektif sahipleri durumundaki kapitalist ortakların kendileri değil, onlarla çeşitli yollardan organik bağıntı içine sokulmuş profesyonel uzmanlar olmaktadır. Bireysel kapitalistin üretim sürecinde zorunlu olan örgütleyici, düzenleyici, yürütücü rolünü, para-kapitalisti temsil eden, ama kendisi bizzat kapitalist olması gerekmeyen, bu amaçla eğitim görmüş, uzmanlaşmış ücretli elemanlar yerine getirmektedir. Rekabetçi dönemde genel olarak kapitalist üretimin zorunlu koşulunu oluşturan, dolayısıyla da iktisadi nitelik taşıyan kapitalistin bireysel özellikleri, bütün önemini yitirmiş bulunmaktadır.

Sermayenin anonim ortaklıklarda (günümüzde bankalar da bir anonim ortaklık biçimini taşır) toplanması, farklı birikim tarzlarına sahip bulunan sermayelerin tek bir sermayeye, bir ortaklık sermayesine dönüşmesi, adı üzerinde anonimleşmesi, sermayenin bireysel özelliğini belirsizleştirerek toplumsal işlevini açığa çıkartmakta, güçlendirmektedir. Bu, ortaklığa katılan, birleşerek tek biçimli bir sermayeye dönüşen farklı bireysel sermayelerin birikim tarzlarını önemsizleştirir ya da ancak, sermayenin yeni karakterini belirleyen değil ama genel toplumsal eğilimlerine pratik etkide bulunan bir yan faktöre indirger. Pre-kapitalist dönemlerin para beylerini modern çağın para babalarına dönüştüren tarihsel özellik budur. Ortaklığa katılan tefeci, bireysel olarak üretim ortamında en küçük bir yer edinmemiş, ama onun bireysel etkinliği dışında işlev gören para-sermaye, bir üretim tarzına kavuşmuş, mali karakterli kapitalist sermayeye dönüşmüştür. Niye tefeci-bezirgan sermaye, kapitalizme can atmasın.

Türkiye’de modern tekelcilikle pre-kapitalist sermaye arasındaki evrensel özellik taşıyan kaynaşma eğilimi para-sermayenin en büyükleri katında doğrudan senteze dönüştürülmüş, aynı eğilim, iç pazarın genişletilmesi, kapitalist ilişkilerin kırlara yayılması sürecinde bütün tefeci-bezirganlığın acenta-bayii ağları içine çekilmesiyle, aşağıya doğru örgütlenmiştir. Finans-kapitalin kırlardaki egemenliğini dayandırdığı güç, tefeci-bezirganlıktan başkası değildir.

Tefeci-bezirgan sermayenin kırlardaki egemenliğiyle finans- kapitalin ulusal ölçekte tamamlanan egemenliği arasındaki birbirini bütünleyen doğrusal İlişki, geri ülkeyi egemenliği altına alan emperyalizmle komprador burjuvazi arasındaki ilişkiye benzetilebilir. Geri ülkenin geleneksel üretim ortamı ve sosyal yaşam biçimleri açısından yabancı, dışsal bir güç olarak beliren emperyalizm, kendi egemenlik koşullarını, yerli sermayenin geleneksel egemenlik mekanizmaları üzerine kurmaktadır. Ancak, bu mekanizmayı olduğu gibi korumak yerine, onu kendi çıkarlarına uyarlamak durumundadır. Doğal olarak, emperyalist nüfuzun giderek derinleşmesine yol açan bu süreç, yerli sermayenin en iri, manevra gücü en yüksek unsurlarıyla başlatılarak aşağıya yayılır. Ülkenin en büyük tüccarları, yabancı şirketlerin acentaları şeklinde örgütlenerek, kapitalizmin ağlarına çekilirler. Varlık koşullarını emperyalist nüfuzun geliştirilmesinde bulan komprador burjuvazi, emperyalist ilişkinin kendisini değil, gerilik koşullarını yeniden üreten emperyalist nüfuzun yayılmasını sağlayan aracı oluşturmaktadır. Komprador burjuvazi, hem geri ülkede kapitalist ilişkilerin yayılışını sağlar, hem de yaratılan değerlerin anayurtlara kaçırılmasına aracılık yaparak, kapitalist gelişme imkanlarını yok eden, üretim koşullarını inmelendiren toplumsal geriliği dayanılmazlaştıran bir rol oynar.

Benzer şekilde, henüz kırların geleneksel yapısına dışsal, yabancı kalan finans-kapital, kırlardaki iktisadi egemenliğini tefeci-bezirganlığı büyük şirketlerin Anadolu bayileri şeklinde örgütleyerek, pre-kapitalist sermayeyi kapitalist pazar ağına yönelterek derinleştirdi. Bu durum, pre-kapitalist ilişkilerin saflığını tümüyle ortadan kaldırmıştır. Kırda sanayi mallarının dağıtımını sağlayan, küçük üreticinin metaını pazarına süren, dolayısıyla meta üretiminin yaygınlaştırılmasında aracılık yürüten bezirgan, kapitalizme dönük bir işlev kazanmış olmaktadır. Ama, varlık koşullarını ortaçağ kalıntısı küçük üretim yordamında bulan bu sermaye, aynı zamanda küçük meta üretiminin çözülüşünü engelleyerek, gelişme koşullarını geriye çekmekte, toplumsal gerilikleri yeniden üreterek pre-kapitalist rolünü de sürdürmektedir.

Finans-kapital, kapitalist sermayenin merkezileşme eğilimini temsil etmektedir. Oysa özellikle kırlarda yaygın temeli oluşturan küçük üretim, kendi geleneksel doğasında ilkel ve dağınık üretim koşullarım barındırmaktadır. Biri kapitalizmin ultra-modern biçimlerini oluşturan, öbürü ilkel birikim sürecinin gelişiminde, ortaçağ koşullarındaki dönüşümü, kapitalist ilişkinin filizlenişini belirten iki zıt kutbu ifade etmektedirler. Bizde, kapitalizmin yukarıdan aşağıya gelişi, kapitalist gelişmenin birbirinden farklı evrelerini bütün çelişki ve çatışmalarıyla aynı anda yaşamamıza neden oldu. Kırlarda ilkel birikim süreci, finans-kapitalin baskısı altında hızlandırıldı ve pek tabii ki, birikim sürecinin koşulları, kapitalizmin ultra-modern biçimlerinin belirleyiciliği altında örgütlendi.

1950’lere kadar şehirlerde İktisadi egemenliğini kurmuş bulunan finans-kapital, ticaret hacmini genişletmek, dış pazarın tıkanması ve iç pazarın darlığı yüzünden gerileyen yatırımların önünü açmak, daralan sermaye birikimini yoğunlaştırmak için kırlardaki egemenliğini derinleştirmek durumundaydı. Bu yüzden önceki yıllarda, büyük şirketlerin ortakları haline getirilen toprak ağaları, yüksek oranlı kredi ve teşviklerle modern çiftçiliğe yöneltildi. İlk örnekleri 1930’larda Şekerbank ve Sümerbank’ın öncülüğünde gerçekleşen bu yönelişler, 1950’li yıllarda Marshall kredi planıyla desteklenerek hızla yoğunlaştırılmıştır. Amerika’dan ithal edilen traktörlerle büyük toprakların modern tarım yöntemleriyle işletmeye açılışı, yarı-feodal ortakçılık ilişkilerini daraltır, yoksul köylüleri tarlalardan sürerken, otlakların ekili alan haline getirilmesi, tarımsal üretimin başlıca kolu olan hayvancılığı geriletti. Finans-kapital, modern ekime açılan büyük tarımsal işletmelerle, eskiden kırda zayıf kalan temellerini bir dereceye kadar güçlendirdi.

Bu, kırlara açılma sürecinin, üst tabakaların kapitalist dönüşümünü yoğunlaştıran egemen yönünü belirtmektedir. Öbür yandan, ülke çapında ancak kısmen pazara açılabilen ve hala büyük ölçüde geleneksel yöntemlerle ekim yapmakta olan küçük üreticiler, tefeci-bezirganların öncülüğünde pazar için üretime zorlanmıştır. İki sermaye biçimini ülke düzeyinde kaynaştıran, pre-kapitalist kalıntıları kapitalist şartlar içinde örgütleyen bu süreci şöyle tanımlayabiliriz:

Geleneksel yöntemlerle tarım yapan küçük üreticilerin pazar koşullarına uyum sağlayabilmesi, modern tarımsal girdi kullanımının yaygınlaştırılmasıyla mümkün olmaktadır. Aynı zamanda, tarımda kapitalizmin gelişimi kırların tüketim mallarına yönelik talebini de yükseltmektedir. Bu durum, tarımsal hammadde üretimindeki artışla birlikte düşünüldüğünde, kırda meta dolaşımının yoğunlaşması, bezirganlığın yürüttüğü geleneksel dağıtım mekanizmalarının geliştirilip modernleştirilmesi sorununu öne çıkartmaktadır. Devlet tarafından karayolları yapımının hızlandırıldığı bu dönemde, tefeci-bezirgancılığın manifaturacılık biçiminde sürdürdüğü ilkel dağıtım şebekesi, bayilik ağına dönüştürülerek kısmen modernize edilmiştir.

Aynı dağıtım ağı, köylü mallarının alımında da dayanılan başlıca mekanizmayı oluşturmaktadır. Geleneksel tüccar, büyük şirketlerin köylü nezdindeki aracısına dönüşmüştür. Tarımsal malların alımında, küçük üreticinin karşısına geleneksel çirkin yüzüyle çıkan tefeci-tüccar, büyük şirketler karşısında yüzünü kapitalizmin makyajıyla tazeleyen kart geline benzemektedir.

Lenin’den hatırlanacağı gibi, küçük üretici, kendi metaını uzak pazarlara doğrudan doğruya sürebilme imkanına sahip değildir. Üreticinin aynı zamanda tüccar haline gelmesiyle gerçekleşen kapitalist özellik, sermayeye sahip bulunmayan ya da ancak küçük- çaplı üretim masraflarını karşılamaya yetecek kadar sermayesi olan köylü açısından erişilmesi güç bir hevestir, iç ticareti üretici halk yararına düzenleyen kooperatifçilik, bizde sürekli engellenerek, engellenemezse yozlaştırılarak, sendikacılık gibi, hatta ondan daha beter ürkütücü bir görünüm kazanmıştır. Köylü mallarını pazara sürerek meta üretiminin yaygınlaşmasını sağlayan, bu yüzden kapitalizmin ön birikim sürecinde olumlu rol oynayan tüccar sermayesi, üretim masraflarını karşılamak için sermayeye ihtiyaç duyan köylüyü borç kıskacına alarak, ticaret ve tefeciliği birleştirmekte, alım fiyatlarını düşürmekte, üretim maliyetlerinin yükselişini kışkırtmaktadır.

Meta üretiminin yaygınlaşması, para-sermayenin dolaşımını da hızlandırıcı etki yaratacak, modern girdilerin zorunlu olarak artan kullanımı, üreticilerin para-sermayeye duydukları talebi yükseltecektir. Üretim girdilerinin fiyatlarındaki yüksek oranlı artışlar, bu talebi daha da şiddetlendirir. Yüksek faizli banka kredisinden teminat gösteremediğinden yararlanamayan küçük köylü, tefecinin kucağına itilir. Kapitalist gelişmenin küçük meta üreticileri üzerindeki yoksullaştırıcı etkisi, tefecilerin vurgunculuk imkanlarını alabildiğine genişletmekte, banka kredisi kullanan tefeci sırtını finans-kapitale dayayarak sömürü gücünü artırmaktadır. Dolayısıyla, banka faiz oranlarındaki artışı tefeci, faizlerindeki yükselişi kışkırtmaktadır. Nasıl, bezirgan sermaye, kırda meta dolaşımına aracılık ederek, dağınık küçük meta üretimi üzerinde finans-kapital hakimiyetini güçlendirmiş oluyorsa, halkın “köy bankası” adını verdiği tefecilik de, köylülüğün yarattığı değerlerin bankalara aktarılmasına aracılık ederek aynı sonuca varmaktadır.

Demek ki, Yeni Demokrasi yazarlarının söylediği gibi modern kredi sistemi “bir yanda”, tefecilik “öbür yanda” değildir. İkisi iç-içe geçmiş durumda ve karşılıklı birbirlerini beslemektedirler. Daha 1929 yılında bile, bir devlet kuruluşu olan Ziraat Bankası’nın “sermayesinin yarısından fazlasını Anadolu’da çiftçimizi istismar eden zahireciler kontrol etmektedir.” (Bu sözleri aldığımız haberin 1929 yılında Cumhuriyet gazetesinin hangi nüshasında yayınlandığını bulamadık.) Tarım Kredi Kooperatiflerinin nasıl bir tefeci yemliği haline getirildiği, köylülerimiz tarafından çok iyi bilinir. O halde, örgütlenmemiş sermaye piyasası olarak adlandırılan tefecilik, gücünü örgütlenmiş sermaye piyasasından almakta, bankalar ve şirketlerin dolayımından geçmektedir. Hele hele, banka şubelerinin en küçük kasabalara dek yayıldığı, borsa faaliyetlerinin bankalar yoluyla Anadolu’lu yatırımcının “ayağına görüldüğü” günümüzde tefecinin sahip olduğu para-sermaye, bütünüyle kapitalist dolaşım sürecine katılmakta, dolaşımdaki para-sermayenin farklı işlevleri, üretim ortamında oynadığı rollerin farklılığından gelmektedir.

Pre-kapitalist sömürü biçimlerinin kırdaki kalıntılarından yola çıkarak, onların bugün hangi koşullarda ve nasıl var olduklarını çözümlemeden “feodalizmin belirleyiciliği” sonucuna ulaşmak, üretim ilişkilerini olduğundan çok geri düzeyde görmektir. Aynı şekilde egemen sermaye yapısının komprador özellikte olduğunu ileri sürmek de, kapitalist üretim ilişkilerini hafife almaya, emperyalizmin ülkedeki varlığını ise olduğundan fazla genişletip abartmaya götürür.

Kaypakkaya ve ardıllarının “komprador burjuva” saydığı güçleri, bütün işletmeler içinde binde dörtlük bin azınlığı oluşturmalarına rağmen, toplam üretimin %60’ından fazlasını gerçekleştirmekte, istihdam hacmi içindeki payları % 40’lar düzeyinde bulunmaktadır. Teknik yaratıcılık taşımayan, spekülasyona ve hazır yiyiciliğe eğilimli olan bu sermaye, üretim ilişkilerinde güçlü bir temele sahiptir. Türkiye’nin bütün iktisadi, politik, kültürel, dinsel ilişkilerine egemen olan bu bir avuç azınlık, iktisadi olarak doğrudan ya da dolaylı biçimlerde emek kitlesinin çoğunluğunu kendi emrinde tutmakta, resmen bütün emek kitlesini gütmekte, sömürü koşullarını tartışmasız belirlemektedir.

Türkiye’de egemen olan sermaye, emperyalizmin basit bir işbirlikçisi sayılamaz. Tersine, uluslararası sermayenin bir parçasını oluşturmaktadır. Finans-kapital, yabancı sermayenin acentası değil, ortağıdır. Çokuluslu şirketlerle acentalık, mümessillik bağlarının varlığı, bu ilişkiyi “komprador” ilişki olarak tanımlamak için yeterli olamaz. Çünkü aynı türden ilişkilere Batılı şirketler arasında da bol bol rastlamak mümkündür.

“İşbirlikçilik” kavramı, gündelik ajitasyonda sakınca yaratmayabilir. Ancak, devrim stratejinin belirlenmesinde temel rolü oynayan bir kavrama dönüştürüldüğünde yanlış sonuçlara kapı açar. Çünkü her şeyden önce, “işbirlikçilik” bilimsel değil, ahlaki bir tanımlamadır. Kapitalizmin özünde var olan işbirliği eğiliminin kavranılmasını güçleştirerek, “işbirliği” yapamayan sermayeleri temize çıkartma tehlikesini taşır. Kapitalist sermayenin uluslararası niteliğiyle ortaya çıktığı, bu niteliğin her geçen gün daha çok derinleştiği günümüzde, sermayenin işbirliği yapmama olanağının da bulunduğunu kendiliğinden varsayar, dolayısıyla kapitalizmin “işbirlikçi” kesimlerinin hedefe konulması, “devrimin hedeflerini emperyalizmin ülkedeki varlığına kadar daraltan, buna karşılık ittifak güçlerini milli burjuvaziye kadar genişleten” bir ulusal kurtuluş stratejisine yol açmaktadır.

Finans-kapital, emperyalist değer aktarımından komisyon alan basit aracı değildir. Yabancı sermayeye kapıları açarken, ülke kaynaklarını peşkeş çekmekten çok kendi sömürü olanaklarını yoğunlaştırmayı amaçlar. “Buyrun, bütün kaynaklarımız emrinize hazırdır. Bana vereceğiniz küçük bir komisyon karşılığında istediğiniz gibi yiyebilirsiniz” demez. “Sömürü olanaklarımı geliştirmek istiyorum. Ancak bunun için sahip olduğum araçlar yetersiz kalmaktadır. Gelin, kaynaklarımı birlikte harekete geçirelim, birlikte yiyelim” der. Öncelikle kendi çıkarlarını düşünür. Bu çıkarları tehlikeye düşüreceğine inandığı dayatmaları kabul etmez veya pazarlık gücünü kullanmaya çalışır. Genellikle, emperyalist dayatmaların kabullenilmesi, zaman zaman emperyalist devletlerle çıkan anlaşmazlıkların son duruşmada emperyalizmin lehine çözülüyor olması, pazarlık gücünün zayıflığından başka bir şeyi göstermez.

Ortaklığın koşulları, ortaklığa katılanların karşılıklı güçleri tarafından belirlenmektedir. Ortaklık, ilişkilerdeki eşitliği varsaymaz, tersine eşitsiz ilişkilerin ürünüdür ve rekabetin sınırlarını çizer. Dünyanın en zengin yüz adamı içine giren Koç’lar ve Sabancı’lar, dünyanın en büyük bankaları arasında yer alan Türk bankaları, Batı’daki dostlarından, kardeş kurumlarından nitelikçe farklı hiçbir yan taşımazlar. Bağımlılık, sermayenin türüyle değil ülke ekonomisinin işleyişiyle, onun dünya ekonomisinde aldığı yerle tanımlanırsa anlam taşır. Yoksa Daiwa, Hyundai gibi dünyanın en büyük çok-uluslu şirketleri arasında yer alan devler, ekonomisi bizden daha az bağımlı olmayan Güney Kore kökenlidir.

Emperyalizmi dıştan dayatılan bir ilişki olarak kavrayan, Türkiye kapitalizmini bu dışsal ilişkinin basit bir uzantısına indirgeyen, iç siyasal gelişmeleri açıklamakta uluslararası belirlenimleri kabaca öne çıkartan küçük burjuva anlayışların tersine, emperyalizmin ülkemizdeki varlığı, tekeller egemenliği olarak içsel bir karakter taşımaktadır. Gümrük duvarları arkasına çekilerek, yoğun devlet korumacılığı altında güçlendirilen egemen sermayenin uluslararası kapitalizmle bütünleşmeye yönelik eğilimleri, özünde onunla aynı karakteri taşımasından kaynaklanmaktadır.

Öyleyse, emekçi yığınların “tam bağımsızlık” istemini “millici sınıflar”la, “gayri-milli sınıflar” arasındaki çatışmaya indirgeyen, sınıflar arası çelişkileri belirsizleştiren, devrimin hedeflerini yabancı kapitalistler ve onların yerli işbirlikçilerine daraltan küçük burjuva milliyetçi anlayışlar karşısında proletarya, anti-emperyalist mücadeleyi finans-kapital egemenliğine karşı yürüttüğü sınıf mücadelesiyle açıklar. Küçük burjuvazinin emperyalist bağımlılık koşullarına karşı gösterdiği tepkileri, sınıf mücadelesine yöneltmeye çalışır. Gerçekte milli karakterini yitirmiş olan tekel dışı burjuvalarla ittifakı vurgulamaz. Aksine devrimci küçük burjuvaziyle ittifakını güçlendirerek orta tabakaları tecrite yönelir. Türkiye’de asgari hedefi tekeller egemenliğine son vermekle (bu, emperyalist nüfuzun bütün biçimlerini ortadan kaldırmak demektir) belirlenen proletaryanın stratejisi, “milli burjuvazinin sol kanadını halk iktidarına razı etmeyi değil, onu diktatoryası altına almayı amaçlar. İktidardaki proletarya, dış ticareti ve kredi sistemini millileştirerek, yabancı sermaye ile kurulacak ortaklıkları devlet tekeline alarak, burjuvaziyi dünya kapitalizminden tecrit etmek durumundadır. Sosyalizmin kuruluşuna giden başka bir yol yoktur.

Devrimin hedefini “işbirlikçiler”le sınırlarsanız, “milli burjuvazinin sol kanadı”yla belki anlaşabilirsiniz, ama kapitalist ilişkileri proletaryanın iktidar sopası altına sokmaktan yola çıkan bir devrimi amaçlayanların, burjuvazinin bütün kesimleriyle aralarındaki sınırı çok kesin biçimde çizmiş olmaları gerekir. Bu sınır kalın çizgilerle belirtilmeden, burjuva ilişkilerin iktidardaki proletaryanın siyasal egemenliği altına alınması imkansızdır. “Milli burjuvazinin sol kanadı”nı ittifak gücü olarak gören demokratik devrim kavrayışınız “kapitalizm çerçevesinde” mi kalmaktadır? Yoksa bu devrimin antikapitalist hedeflere nasıl yöneltileceğini işçi sınıfına açıklamak durumundasınız.

“Hakim Üretim Tarzı”: Yarı-Feodal İlişkiler mi, Kapitalizm mi?

Kaypakkaya’nın görüşlerini açımlamaya çalışan Yeni Demokrasi yazarları, Türkiye kırlarında hala feodal ilişkilerin belirleyici olduğunu, ancak, sınıfların egemenliği ülke düzeyinde sonuçlara yol açtığından dolayı devlet içinde örgütlenen feodal yapının kentsel ilişkileri de egemenlik altında tuttuğunu ileri sürüyor. Feodal ilişkilerin belirleyici olduğu yarı-feodal bir “üretim tarzı”ndan söz ediliyor.

Burjuvazinin iktidarı ele geçirmesiyle bir ülkenin kapitalist sayılamayacağı, asıl sorunun “hakim üretim biçimini saptamak” olduğu belirtiliyor.

Kapitalist ilişkilerin iktisaden belirleyici olması, kapitalist sınıfın iktidarından ayrı düşünülemeyecek bir sorundur. Kapitalizm, en geri biçimleriyle bile eski üretim ilişkilerini çözen, daha ileri bir üretim biçimini ifade etmektedir. Yani, üretim koşullarını giderek daha fazla belirlemesine yol açan bir tarihsel üstünlük taşımaktadır. Ama siyasal iktidara feodal sınıfın egemen olduğu durumda, burjuvazi üretim güçlerini kendi çıkarları yönünde düzenleyebileceği araçlara sahip olamayacaktır.

Emek kitlesinin çoğunluğu burjuva egemenliği altına alındığı, toplumun burjuva çıkarları zemininde örgütlendiği ölçüde, bölgesel gelişme dereceleri ne olursa olsun, kapitalist yapının belirleyiciliğinden söz etmek gerekir. Burada, “emek çoğunluğunun denetim altına alınması”ndan anlaşılması gereken şey, Yeni Demokrasi yazarının düşündüğü gibi, iktisaden faal nüfusun çoğunluğunu proleterlere dönüştürmek değildir. Hele hele, açıkça söylenmemiş olsa da, üretken yatırımlardaki darlığın vurgulanmasıyla sezdirilen istihdam hacminin çapı hiç değildir. Nüfusun çoğunluğunun ücretliler haline getirilmesi, kapitalizmin ancak uzun dönemde gerçekleştirebileceği bir durumdur. İstihdam hacmi ise, iktisadi konjonktürün dalgalanmalarına göre daralıp genişler. Anlatılmak istenen şey, esas olarak, burjuva hukukunun egemenliğidir, iktisadi ilişkilerin burjuva hukukuna göre düzenlenmesidir. Burjuvazinin henüz feodal hukukun egemenliğine bağımlı olduğu durumlarda kapitalist üretimin önkoşulları serbest bırakılmış, burjuvazinin kullanımına hazır hale getirilmiş olmayacaktır. Burjuvazi, bunu kendisi özgürleşerek ve emek kitlesini “özgürleştirerek” sağlar. Onun için, siyasi iktidarı ele geçirir.

Toplumsal ilişkilerin tanımlanmasını siyasi iktidarın sınıf yapısından kesin biçimde ayırt edebilen bir anlayışla, proletaryanın iktidar olduğu, sosyalist hukukun egemen bulunduğu, ama iktisadi yapının henüz bütünüyle sosyalist özellikler taşımadığı, beş çeşit üretim tarzını bir arada yaşayan Lenin’in Rusya’sını nasıl tanımlayacağız? Proletaryanın henüz kollektivizasyona girişemediği, kendi iktidarı altında kapitalizmi geliştirdiği NEP döneminde, kapitalizm hakim üretim tarzı sayılmalı ve Sovyetler Birliği, kapitalist ülke olarak mı tanımlanmalıdır? Siyasi iktidarı elinde bulunduran veya iktidar blokunu yöneten sınıf, gelişmenin yönünü belirleyen sınıftır.

Adı belli olmayan Yeni Demokrasi yazarı, hakim üretim tarzının -yarı feodalizm” olduğu yönündeki kanıtlarını, artı-değer üretimi yanında faiz ve rantiye gelirlerinin bulunduğunu, sınai karın faiz ve rantlar tarafından sınırlandırıldığını, ücretli emek sisteminin “küçük meta üreticileri ve başka biçimlerde bulunan feodal emekle birlikte var olduğunu, kapitalist rekabet ve feodal mülkiyet tekelinin, kredi sistemiyle tefeciliğin yan yana bulunduğunu vs. söyleyerek sıralıyor.

Pre-kapitalist yapıların bir kalıntısı olan tefeci-tüccar sermayesinin bugün hangi koşullarda var olduklarını ve bu koşulların kimler tarafından belirlendiğini incelemiştik. Diğerlerine bakalım.

Artı-değer üretiminin faiz ve rant gelirleriyle yan yana bulunması, yarı-feodal yapıya mı işaret etmektedir? Kesinlikle hayır. Faiz getiren sermaye, üretim ortamında oynadığı rol bakımından iki ayrı biçim almıştır. “Nuh nebiden kalma” sermaye biçimi olarak tefecilik, küçük üretim koşullarına özgüdür. Paranın kendi başına var olan bir meta görünümüyle karşımıza çıktığı bu para ticaretiyle biriken sermaye, kendisine ait bir üretim tarzına sahip değildir. Giderek feodal mülk sahiplerini de haraca bağlayan tefecilik, varlığını esas itibariyle küçük meta üreticilerinin kanını emerek, üretim koşullarını daraltarak sürdürür. Onun en önemli özelliği, faiz oranlarının aşırı yüksekliğidir.

“Modern tefecilik” denilen kredi sistemi ya da banka sermayesi ise, faiz getiren sermayenin evriminden doğdu. Ama faiz getiren sermayenin pre-kapitalist biçimi olan eski tefeciliğe karşı geliştirildi. Para-sermaye tekelini elinde bulunduran tefecilik, yüksek faizle manüfaktür ve ilkel sanayi kollarını da denetim altına almaya yönelmiş, giderek artı-değer üretiminden alınan paya dönüşen faiz gelirlerinin yüksekliği sınai karın birikimini daraltan bir rol oynamıştır. Modern kredi sistemi, tefeciliğin para-sermaye tekelini kırmak, faiz getiren sermayeyi sanayi sermayesine boyun eğdirmek, ona tabi kılmak için kuruldu. Düşük oranlı faiz karşılığında sağlanan borçlanma, sanayicilere, kendilerine ait olmayan sermayeyi de kullanarak üretim güçlerini yükseltme olanağını sağladı. Artık para-sermayeyi kullanmanın karşılığı olarak ödenen faiz, işçinin ürettiği artı-değerden alınan sermaye kirasından başka bir şey değildir. Faiz getiren sermayenin kapitalist niteliği, artı-değer üretimine katılmasından gelir. Kapitalizmde faiz, artı-değerin bir bölümüdür.

Rantiye gelirlerine gelince… Rantın temeli, toprak üzerindeki özel mülkiyet haklarıdır. Tarih boyunca görülen üç rant biçimi içerisinde (emek-rant, ürün-rant, para-rant) kapitalizme geçişin önkoşullarını yaratan tek biçim, para-rant olmuştur. Para-rant, toprak rantının sermayeleştirilmiş biçimidir. Piyasada para dolaşımını arttırır, doğal üreticileri ürünlerini satmaya, dolayısıyla giderek meta üretimine zorlar. (Osmanlı’da görüldüğü gibi, üreticileri tefecinin kucağına düşürüp, derebeyleşmeyi azdıran tersine sonuçlar da yaratabilir.) Doğada hazır bulunan bir üretim nesnesi olan toprağı üretim aracı haline getirerek metalaştırır.

Kiracının toprağa uyguladığı, ancak sözleşme süresi boyunca tüketemediği, toprak mülkiyetine eklenerek, arazi sahibine bırakılmış sermaye, toprağın değerini arttırır. Kira bedelini yükseltir. Toprak rantı, hem önceden beri mülk sahibine ait bulunan toprağın kullanımı karşılığında ödenen kirayı, hem de toprak sahibinin kiracıdan karşılıksız olarak aldığı bu sermayenin kullanımına karşılık olarak ödenen faizi içermektedir. Toprak rantının faiz oranlarıyla belirlenmesinin nedeni budur. Kapitalist rantı, önceki rant biçimlerinden ayıran en önemli yan da burasıdır.

Kapitalist üretim koşullarında toprak rantı, arazi sahibinin artı-değer üretiminden aldığı bir paydır. Toprak rantının, artı-değerin bir bölümüne dönüşmesi, büyük arazi sahiplerini asalak niteliklerini koruyarak kapitalistleştirir. Feodal toprak mülkiyeti, toprağın sermayeleştirilmesiyle kapitalist mülkiyet biçimine kavuşmuştur. Ancak rantların, toprak üzerindeki tekelci mülkiyet koşullarından kaynaklanan yüksekliği, üretken sermayenin birikimini daraltan ve sanayileşme hızını yavaşlatan olumsuz etkiler yaratmaktadır. Bu durum, burjuvazi ve yoksul üreticileri büyük arazi mülkiyetini parçalamaya yöneltse de, özel toprak mülkiyetini kaldırmaya cesaret edemeyen kapitalist sınıf, rant yoluyla toprak tekelini güçlendirmekten kaçınamaz. Sonunda en büyük sanayici ve tüccarlarla, en kodaman toprak sahipleri bankaların kasalarında sentezleşirler. Yani finans-kapitali oluştururlar. Artık, artı-değer, kapitalist sınıfın değişik zümreleri arasında eskisi gibi paylaşamayacaktır. Sınai karın olduğu gibi faizler ve rantların da kaymağını finans-kapital yemektedir. Ülkemizde yaşanan da bundan başkası değildir.

Demek ki Yeni Demokrasi yazarının artı-değer üretimi ile faiz ve rantiye gelirlerini birbirinden apayrı şeyler olarak ele alan, günümüzdeki faiz ve rant gelirlerinden feodalizmi çıkarmaya çalışan anlayışı baştan aşağı yanlış ve zorlamalara dayalıdır. Faiz gelirleri içinde pre-kapitalist sömürü ilişkilerine tekabül edeni, bir tek tefeciliktir. O da yalnızca tarımda ve artık bazı bölgelerde varlığını korumaktadır.

Ücretli emek sisteminin küçük meta üretimiyle birlikte var olması da, kırda feodalizmin kanıtı olarak ileriye sürülemez. Bir kez, küçük meta üretimi ve tefeci-bezirgan sermaye, tek başlarına feodal ekonomi kategorileri sayılamazlar. En yaygın özelliğine kapitalizmin ilkel gelişme aşamalarında ulaşan küçük meta üretimi, genellikle sınırlı biçimlerde bulunsa da feodalizmden önce de vardı. Doğal üreticilerin pazara yönelişiyle güçlenen küçük meta üretimi feodal bir kategoriyi değil, feodalizmin kapitalizme doğru çözülüşünü belirtir. Küçük meta üreticisi feodal emekçi olamaz. Kaderi piyasa fiyatlarına göre belirlenen bir kapitalist ya da proleter adayıdır.

Diğer yandan ücretli emek sistemiyle küçük meta üretimi, iç içe bulunmaktadırlar. Küçük meta üreticisinin kısmen emek kiralayabilmesi ya da kendi emeğini başkalarına kiralamak zorunda bulunması, bu gerçekliğin en somut göstergesidir. Orta köylülüğün hali vakti yerinde kesimleri ve yarı-proleter yoksul köylülük, küçük üretimin kapitalist ilişkiye dönüşürken yarattığı ara kategorilerdir.

Küçük meta üreticilerini feodal emekçiler sayan anlayış, mantık sonucuna vardırıldığında kapitalizmi, işçi ve işveren arasındaki kişisel ilişkiye indirger. Oysa kapitalizm, her şeyden önce bir Pazar ilişkisidir ve kapitalist pazar ilişkileri küçük üreticileri burjuva bir kategori haline getirerek (adı üzerinde küçük burjuva) iki modern sınıfa doğru ayrıştırır.

Bugün Türkiye’nin bütün köşelerinde küçük üretim, çoktan pazar koşullarına yönelmiş bulunmaktadır. Bunun doğal sonucu olarak, tarımsal üretim, sanayiin büyük bir pazarı haline gelmiştir. Entansif yöntemlerle tarım yapabilen kapitalist azınlık için, tarım da bir “sanayi” dalı olmuştur. Aynı şekilde tarıma dayalı sanayi kolları da, tarımsal üretimin en büyük alıcısı durumundadır.

Bunun en somut göstergelerinden biri, tarımda bölgesel işbölümü, uzmanlaşma ve modern girdi kullanımının artmasıdır. Kapitalizmin gelişimi, çiftçiyi doğal üretim koşullarından çıkarmıştır. Yoksul üreticiler modern girdileri kullanamaz, pazara artık mal süremez hale geliyorlarsa ve burada üretimin doğal koşulları sermayenin yerini alıyorsa, bu feodalizmden değil, kapitalist rekabet ve bunalımlardan kaynaklanmaktadır. Günümüzde bir köylü işletmesinin doğal üretim şartlarına doğru itilmesi demek, işletmenin iflasa sürüklenmiş olması demektir. Burada feodal emekten değil, ancak proleter ilişkiden söz edebiliriz. Yeni Demokrasinin feodal emek saydığı kategori, kırların bu yarı-proleterleridir.

Yazınız açısından en önemli olanı ise kapitalist gelişmenin en doğal sonucu olarak kırlarda yaşanan sınıfsal farklılaşmadır. Feodalizmin doğal üretim koşullarında yaşayan homojen köylülüğü, bugün artık yerini modern sınıflara bırakmıştır ve kırlardaki yoksullaşmayla birlikte bu hala devam eden bir süreçtir.

Bugün bile küçük meta üreticilerini feodal emekçiler sayarak köylülükle feodal kalıntılar arasındaki çelişkileri devrimin tayin edici süreci gören Kaypakkaya ardılları, kırlardaki farklılaşmayı ısrarla gözden kaçırmaya devam etmektedirler. “Anti-emperyalist bir toprak devriminin “temel gücü” sayılan “köylülük”, bugün birbirinden farklı çıkarlara sahip bulunan ve değişik davranış eğilimleri gösteren sınıf ve tabakalara parçalanmıştır.

1973 rakamlarına göre kırda toprak tekeli-olarak adlandırılan kapitalist ağalık, tarımsal nüfusun yüzde1,1’ini oluşturmasına rağmen toplam ekilebilir toprakların yüzde 27,2’sini elinde tutmaktadır. Bu rakam, bütün yoksul köylülerin sahip oldukları toprağın bir buçuk katı fazladır. Bu kesim, modem üretim ve yarı-feodal ortakçılık biçimlerini bir arada sürdürmektedir. (Bugün kiracılık biçimleri içinde ortakçılık yüzde 0,5 düzeyine daralmıştır.)

Tarımda kapitalist sınıf, girişimci tarım burjuvalarıyla birlikte ele alındığında kırsal nüfusun ancak yüzde 4,8’ine ulaşmakta, ama işlettikleri toplam alan toprakların yüzde 40’ını geçmektedir.

Kırda, 1-20 dönüm toprak işleyen ve neredeyse bütün ailelerin yarısını oluşturan yoksul köylülük ( yüzde 45,3), ekili alanların yüzde 7,4’ünü işlemektedir. İşletmesi sürekli açık veren bu sosyal tabaka, düzenli mevsimlik işçiliğe çıkmaktadır.

Orta köylülük, bütün aileler içinde yüzde 24,7’lik bir yere sahiptir. İşlediği toprak miktarı ise, ekili alanların toplamı içinde %38,7’dir. Ancak, bu aileler içinde 100 dönümden daha az toprağa sahip olan üçte iki çoğunluk, bütün orta köylülüğün işlediği alanın yarısından azını işleyebilmektedir. Yoksul köylülüğün saflarına doğru itilen bu kesim içinde de mevsimlik işçiliğe çıkış, günümüzde gözle görülür bir gelişme kaydetmeye başlamıştır.

1980 yılına ait rakamlar ise, toprak dağılımı açısından farklılaşma boyutlarının daha da çarpıcı hale geldiğini göstermektedir. 120 dönüm arasında toprak işleyen işletmelerin toplam içindeki oranı yüzde 30,2’ye bütün topraklar içindeki payı ise yüzde 4,2’ye gerilemiştir. Buna karşılık ortalama işletme alanı yüzde 10,7’den, yüzde 8,5’e düşmüştür. Bu rakamlar, 1973-80 arasında en az 300.000 yoksul köylü ailesinin proleterleştiğini belirtmektedir. Kalanlarsa yoksullaşmanın son sınırına dayanmıştır.

Orta köylü işletmeleri ise 13 yılda 388 bin artmasına rağmen işlenen ortalama alanda (51.100)’lük dilim için 76’dan 65,5’e, (101-200)’lük dilim için 160 dönümünden 128,6 dönümüne doğru bir gerileme söz, konusudur.

Orta ve yoksul köylülük 1980’de kırsal işletmelerin yüzde 93,6’sını oluşturmasına karşın toprakların ancak yüzde 65’ini işleyebilmekte, kar burjuvaları ve büyük toprak sahipliği ise, yüzde 6,1’lik bir azınlığı (1980 istatistiklerine göre kır burjuvalarının sayısında oransal bir artış söz konusudur) temsil ettikleri halde toprakların yüzde 35’ini işletmektedirler. (Rakamlar K. Yılmaz’ın “Köylü Hareketinin Maddi Temelleri” adlı kitabından ve M. Yılmazer’in “Kırda Kapitalizmin Gelişimi” başlıklı yazısından alınmıştır.)

Açıkça söylenebilir ki, kırda yüzde 1,1’lik bir azınlığı oluşturan toprak tekeli dışında, kalan bütün köylülüğün çıkarları devrimde değildir. Birçok durumda toprak tekeliyle kaynaşmış, bankalarla sıkı- fıkı bulunan tarım burjuvazisi, bugüne dek kırda karşı-devrimin yedek gücü rolünü oynamıştır.

Demokratik devrimin kırdaki öncüleri, tarımsal nüfusun yarısını bulan proletarya ve yoksul köylü kitleleri olmak durumundadır. Orta köylülüğün üçte iki çoğunluğunu oluşturan ve yoksul köylülüğün saflarına iteklenen kesimler de (bunlara küçük köylülük denilebilir) devrimci tutumlara ilgi göstermektedir. Ama banka kredisinden yararlanan, makina ve yaygın modern girdi kullanabilme imkanına sahip olabilen artı-değer sömürüsüne az-çok katılabilen orta köylülüğün hali-vakti yerinde kesimleri ise, reformcu bir karaktere sahiptirler. Burjuvalaşma eğilimini taşıyan bu kesimlerin şikayetleri, topraksızlık ve tefeci faizleri değildir. Bunlar, banka faizleri ve yatırım maliyetlerinin yükselmesinden, toprak rantları ve fiyat kıskacından yakınmaktadırlar.

Proletaryanın köylülüğe yönelik stratejisi, büyük arazi sahipleri ve kır burjuvalarına karşı, yoksul ve küçük köylülükle ittifak, orta köylülüğün tarafsızlaştırılması olmalıdır. Kırdaki farklılaşmanın bu derinleşmiş seviyesini göz ardı eden “temel güç köylülük” sloganı ise, kır zenginleri ile geniş yoksul tabakalar arasındaki zıtlaşmayı, bunların çıkarlarındaki farklı yönelişleri belirsizleştirmektedir. Bu kavrayış, proleterleşmenin seviyesini ve işçi sınıfının kırda üzerine dayanabileceği sınıfsal potansiyelleri gizlemekte, sınıfın devrimdeki önderlik rolünü zayıflatmaktadır. Tek yanlı olarak Türkiye’nin geriliklerine yönelen abartılı vurgularla devrim potansiyelleri açığa çıkartılmış olmaz. Tam tersine, proletaryanın gücünü olduğundan zayıf göstererek kırdaki sınıf potansiyellerinin, demokratik devrimin derinliği ve işçi sınıfının azami hedefleri açısından taşıdığı önemi gözden kaçırarak, gerici bir anlam kazanır.

Feodal kalıntıların abartılması, proletaryanın sahip olduğu maddi gücün önemini azaltmaktadır. Bu mantıkla proletaryanın öncülük yeteneğinin açığa çıkartılması, sınıfın devrimci özgüveninin güçlendirilmesi, onun saflarındaki küçük burjuva köklerinden gelen geri eğilimlere, alışkanlıklara ve önyargılara karşı mücadele edilebilmesi imkansızlaşır. Köylülüğün pratik siyasal ilgilerini, işçi sınıfının gerisinde bulunan kendi konumlarına hapseder. Kır yoksullarının proletarya öncülüğüne yöneltilmesini güçleştirir. Köylülüğün hedeflerini işçi sınıfına tabi kılmak, işçi sınıfının hedeflerine yakınlaştırmak yerine, sınıfın öne çıkışını geciktirir, proletaryanın siyasi ufkunu köylülük hedeflerine doğru çeker. Küçük burjuvazinin devrimci demokrasiyle beliren azami hedefleri ile proletaryanın sosyalist amaçları arasındaki farkı, teorik olarak soyutça ifade etse bile, mücadelenin somut sorunları içinde ortaya koymaktan kaçınır. Nitekim Kaypakkaya ve ardılları, bu farklılıkları demokratik devrimden sonra ortaya çıkacak sorunlar olarak görmekte, proletaryanın kendini diğer sınıflardan ayırması ve bütün kapitalistlere karşı sınıf savaşının yükseltilmesini devrim sonrasına ertelemektedirler.

Feodal kalıntıların abartılması ve demokratik devrimin bir toprak devrimine indirgenmesi, sınıf mücadelesinin zeminini daraltan ve proletaryanın siyasi ufkunu demokratik devrimle sınırlandıran bir sonuç doğuracaktır. Proletarya açısından sınıf mücadelesinin ana vuruş yönü derebey kalıntıları değil, tekeller egemenliğidir. Kaldı ki, derebey kalıntıları bizzat tekeller egemenliğinin bünyesi içine çekilerek örgütlenmiştir.

Proletarya, sosyalizmin inşasına tekellerin tasfiyesiyle başlamak zorunda bulunuyor, işçi sınıfının önümüzdeki devrim için asgari hedef olarak önüne koyduğu bu sorun, toprak ve köylü sorununun da düğüm noktasını oluşturmaktadır. Kırda bu düğüm sosyalizme gidişi amaçlayan güçler için büyük arazilerin millileştirilmesi ile çözülebilir. Millileştirilen verimli büyük topraklarda kurulacak olan ziraat kombinaları, kollektivizasyon politikalarının yegane temelini oluşturacaktır. Proletarya kırdaki maddi gücünü ve propaganda üstünlüğünü buradan alacaktır.

İşçi sınıfı sosyalizmi, yoksul köylülüğün topraklandırılması sorununu, toprağın millileştirilmesi zemininde kavramaktadır. Köylüye dağıtılacak topraklar, boş duran hazine toprakları ve büyük arazi sahiplerinin kendileri tarafından işletilmeyen arazileridir. Ancak, dağıtılacak toprağın köylülerin mülküne mi, yoksa tasarrufuna mı verileceği, program açısından boşlukta bırakılan bir noktadır. Bu sorun esas olarak pratikte, proletaryanın köylü kitleleri üzerindeki eğitici, yöneltici etkisiyle çözülebilecektir.

Sosyalizmin inşasını amaçlayan proletarya, kırdaki rekabet koşullarını küçük üreticileri üretim kooperatiflerinde örgütleyerek kendi yönüne akıtmak durumundadır. Köylülüğün kooperatiflere cezbedilebilmesinin en somut yolu ise kredi ve teknik desteği olacaktır. Ziraat kombinalarının örgütlü teknik önderliği altında üretim kooperatifleri, kırda sosyalizme geçişin, köylülüğün sosyalizme yöneltilmesinin ana kaldıraçlarını oluşturacaktır.

Demokratik devrim uygulamaları sosyalizm hedefleriyle birleştirilecekse, proletaryanın toprak sorununun çözümüne yaklaşımı bu olmalıdır. Oysa büyük arazi mülkiyetini feodal tekel sayan, kır yarı-proleterlerini feodal emekçiler olarak gören Yeni Demokrasi yazarları, böyle bir çözüm yöntemine oldukça uzakta bulunmaktadırlar. Bu kavrayışın mantıksal sonucu, kapitalist tarım işletmelerinin parçalanması, küçük mülkiyetin güçlendirilmesi, proletaryanın kırdaki temellerinin yıkılmasıdır. Bu durumda bile, yoksul köylülüğün toprak istemi karşılanmış olacaktır. Ama proletarya kırda hangi güce dayanarak inisiyatif kazanabilecek, toprak reformunun sonuçlarını kollektivizasyon politikalarına nasıl yöneltebilecektir? Kazara, Yeni Demokrasinin görüşlerini benimseyen bir parti iktidara gelmiş olsa, bu mantıkla ya küçük burjuva demokrasisinin parlak bir temsilcisi haline dönüşür ya da kendisinin güçlendirdiği küçük mülkiyet tarafından “kırlardan kuşatılarak” iktidardan uzaklaştırılır.

Yoksa bu tür sorunlar, “bankaların millileştirilmesi” gibi, proletarya partisinin programında yer verilmesine gerek bulunmayan “ayrıntılar” mıdır? Bu “ayrıntı”ları çözümleyemeyen bir güç, iktidarı hayal bile edemez.