DEVRİMCİ SOL ELEŞTİRİSİ – Hüseyin Ali KEMAL

 

Yol, Sayı 2, Temmuz 1991

Türkiye’de sınıf savaşımı önümüzdeki günlerde yeni ve keskin dönemeçlere ilerliyor. Her dönemeci atlatıp devrim yolunda şaşmaz adımlarla ilerlemek Türkiye gerçeğini doğru kavramaktan geçiyor. Gerçeğin ekonomi yüzü Türkiye kapitalizminin tarihi oluyor ve bu tarihi yanlış öğrenmek-öğretmek devrim müdahalesinin içeriğinde, biçiminde ve sınırlarında ister istemez sapmalar doğuruyor. Bu yazıda THKP-C önderi Mahir Çayan’ın Türkiye kapitalizmine ilişkin kavrayışına kısaca değindikten sonra Devrimci-Sol’un bakışını irdeleyeceğiz.

THKP-C önderi Mahir Çayan “Kesintisizler”de toplanan Türkiye kapitalizmine ilişkin analizlerini Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan başlatıyor. “Feodal-komprador devlet mekanizması parçalanmış yerine, tek parti yönetimi altında küçük-burjuvazinin diktatörlüğü egemen kılınmıştır…” Ekonomik plandaki yönetimi ise özetle şudur: Özel mülkiyet ve karı temel alan, kendi sınıfsal ve ekonomik örgütlendirmesini genişleten, giderek de “milli burjuvazi” sınıfını yetiştirmeye yönelik küçük üretime dayanan, özünde boş bir milli ekonomi (abç) yaratılmıştır.1 Çayan, Cumhuriyet yönetiminin milli kapitalizmin gelişmesi için devletin bütün imkanlarını kullandığını “Ancak gittikçe gelişen politik ve ekonomik plandaki küçük-burjuvazinin örgütlenmesinin giderek ticaret burjuvazisi ile işbirliği içinde olan ve devletin imkanlarını bu alanda kullanan bir bürokrat burjuvazi (abç) oluşturduğunu”2 yazarak ilginç bir saptamaya ulaşır. İş Bankası’nın kuruluşunu buna örnek olarak gösteren Çayan, şöyle devam eder:

“Giderek Cumhuriyet yöneticilerinin bir kesiminin bürokrat burjuvazi haline dönüşmeleri ticaret burjuvazisi ve eşrafla birlikte ekonomik yatırımlar yapmaları başlangıçta ekonomide özel kartelleşme ve tröstleşmeye yabancı sermaye yardımlarına ve işbirliğine karşı olan devlet (abç) üzerinde politik gücünü yavaş yavaş arttırmayı doğurmuştur. Yavaş yavaş bu konuda meclisten imtiyazlı kanunlar çıkartılmış, yabancı sermaye ile “işbirliği” gelişmiş ekonomide reformist-burjuvazi ile bürokrat-burjuvazi işbirliği sonucu tekelleşmeye doğru gidilmeye başlanmıştır.

“Aslında sanayii ellerinde tutan (abç) İş Bankası grubunun büyük yatırımlara burnunu sokup tekel elde etmesi, bunun yanında perde arkasında bir şirket kurup o fabrika mamullerim ithal edip yüksek tuttuğu fabrika fiyatları ile piyasaya sürmesi reformist-burjuvazinin İş Bankası içindeki bir kanadının sivrilmesine ve tekelleşmesine giderek yol açmıştır. Türkiye’de tekelci burjuvazinin uç vermeye başlamasında en etkin grup İş Bankası grubu olmuştur.” (abç)3

Anlaşılıyor ki, Çayan’a göre önceleri bürokrat burjuvazi doğuyor (1923-32 evresi), ardından bürokrat burjuvazi ticaret burjuvazisi ve de yabancı tekellerle işbirliği yapıp tekelci burjuvaziye doğru dönüşmeye başlıyor (1932-42 evresi) ve daha sonra savaş yıllarında Marshall-Truman yardımları paravanası altında Amerikan emperyalizmi ülkeye iyice giriyor. (1942-50 evresi), “Küçük burjuva milli ekonomisi emperyalist istismara cevap verecek şekilde değişikliğe uğramış (1950-71 evresi) oluyor. Emperyalist tekellerle baştan bütünleşmiş olarak doğan yerli tekelci burjuvazinin gerçek anlamda gelişip yaygınlaşması bu devrede (1950-71’ler) olmuştur.”4

Türkiye gerçekliğimiz doğru kavranamayınca Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın önderliğine küçük burjuvazi getiriliyor ve diktatörlüğü ilan ediliveriyor! Özünde anti-emperyalist olan Ulusal Kurtuluş Savaşı ister istemez tüm ulusu kapsayan sınıf ve katmanları müttefik kılmıştı; komprador burjuvazi hariç. Müttefikler ise eşraf, ayan, tefeci-bezirganlar, kısmi de olsa sanayiciler, işçiler ve köylüler idi. Emperyalizm 1915’de İstanbul’u işgal edip ardından Anadolu’yu parsel parsel işgal etmeye başlayınca, canı daha fazla yanmaya başlayan eşraf-ayan ve tefeci-bezirganlarımız anti-emperyalist eksene giderek daha hızla girmeye başlamışlardır. Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri ve ardından Kuvayi Milliye hareketi ekonomi temelinin siyasi şekillenmesinin birer ifadeleri oluverirken “devlet sınıfımız” 1919-19 Mayısıyla Kurtuluş Savaşının “yürütücü gücü” olarak sahneye çıkmıştır. Erzurum Sivas Kongreleri birer tesadüf değildir. 500 yıllık Osmanlı devlet geleneğinden güç alan devlet yöneticilerimiz Seyfiyelerimizden (Kılıçlılar) Harbiyeli Mustafa Kemal, İttihat Terakki’cilerin yani Jön-Türklerin on yıllarca uğraşıp didindikleri milli burjuvaziyi yaratma misyonunun kendisiyle devam ettiğini ve bunun için de “çalınacak kapının” hangisi olduğunu biliyordu T.C. kurulana kadar Osmanlı içinde de, sorunlar hep Gordion düğümüne döndüğünde bir kılıç darbesiyle vurucu gücünü öne çıkaran Kılıçlılarımız pısırık Anadolu burjuvazisinin -eşraf, ayan, tefeci-bezirganlarımız- önderlik edeceği ulusal kurtuluş savaşının “yürütücü gücü” olmaya çoktan aday oluvermişlerdi. Çünkü “devlet ve millet elden gidiyordu, memleketi kara bulutlar kaplayıvermişti”, Kılıçlılarımızın müdahale etme günü gelip de çatıvermişti.

Yüzyılların gelenekli Kılıçlımızı, bir anda kapitalist ekonominin küçük burjuva kategorisine indirgeyiveren Mahir Çayan, kendi mantığıyla şaşmaz bir şekilde ona diktatörlüğünü de kurdurup ve ardından bir hilkat garibesi “bürokrat burjuvaziyi” vücuda getiriveriyor!

Cumhuriyet yöneticilerinin bir kısmının bürokrat burjuvaziye dönüşüp ardından ticaret burjuvazisi ve eşrafla birlikte ekonomik yatırım yapmaya başladıklarını yazan Çayan, bunun “devlet üzerinde politik gücünü yavaş yavaş arttırdığını” belirtir. Yani bürokrat burjuvazi, ittifaklarıyla küçük burjuva diktatörlüğüne, yani devlete Karşı politik gücünü arttırmaya başlamıştır. Devlet, yani küçük burjuva diktatörlüğü kendi küçük üretime dayanan ekonomisine darbe vurmamak için! kartelleşme ve tröstlemeye ve ayrıca yabancı sermaye yardım ve işbirliğine karşıdır! Önce buradan başlayalım ardından İş Bankası gibi Cumhuriyet ekonomik-politikasına damgasını vuran gerçekliğin nasıl yanlış kavrandığını görelim:

Tarih 1923 Şubat-Mart ayları. Ne tesadüftür ki! Cumhuriyet ilan edilmeden önce onun tüm ekonomik politik hattını belirleyecek İzmir İktisat Kongresi yapılır. Kongredeki şu sözler Mustafa Kemal’e aittir:

“Zannolunmasın ki ecnebi sermayesine düşmanız: Hayır bizim memleketimiz geniştir. Çok emek ve sermayeye ihtiyacımız var. Kanunlarımıza riayet şartıyla (abç) ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeğe her zaman hazırız.” Kemal Atatürk’ün buna benzer görüşlerini daha sonraları İnönü ve dönem bakanları dile getirirler. Emperyalizmin Osmanlı ülkesini müstemleke (sömürge) haline getirdiğini bilen yönetici kadro emperyalizmle eski tarzda bir işbirliğine karşıydı o kadar. Kendini, İttihat Terakki’den devraldıkları milli burjuvaziyi yaratmaya hasreden devlet yöneticilerimiz nasıl ki “ülkeyi sınıfsız” ilan etmişlerdi, “köylüyü milletin efendisi” yapıvermişlerdi; ülkede serbest rekabet cehenneminde yaşayamayacağını bildiği vurguncu asalak karakterli tefeci-bezirganlarımızın birden tekel tahtına oturmasını değil engellemek, tam tersine hızlandırdı. Bunu daha sonra ayrıntısıyla göreceğiz.

Şimdi dönelim İş Bankası gerçekliğine. Hint Müslümanlarından gönderilen yardımın 250 bin lirası Atatürk tarafından bir alana yatırılmak istenir. Atatürk’ün ilk akıl hocası kayınpederi “bir ihracat- ithalat şirketi” kurmasını önerir, ne de olsa kendi işi de budur ve bu olaydan faydalanabilir. Atatürk daha sonra Celal Bayar’a danışır. Bayar bu alana yatırımın pek yararlı olamayacağını, bunun yerine bir banka kurabileceklerini dile getirir. Atatürk ikna olur ve 250 bin lira “başlangıç” yaratacak sermayeyi kendisi, geri kalan 750 bin lirayı ise dönemin eşraf ayan, tefeci-bezirganları sağlar. CHP yöneticilerinin bir kısmı -kimisi Anadolu burjuvazisinden, kimisi devlet yöneticisi- da bankaya ortak olur. Bayar, anılarında banka kurulmadan önce onun “sanayi kuruluşlarına ortak olmasını planladığını”5 belirtir. Bayar’ın planı adım adım hayata geçer ve İş Bankası madencilik, tekstil, cam, şeker, ihracat, ithalat gibi birçok alanda yatırımlar yaparak sanayi ile son derece canlı ilişkiler kurup banka-sanayi sermayesi sentezleşmesinin kubbesi oluverir. Başlangıçta 1 milyon lira sermayeli, 2 şubeli kurulan banka kısa sürede gürbüzleşip 1926’da sermayesini 2 milyona, İttihat Terakkiciler tarafından Osmanlı döneminde kurulan İtibar-i Milli Bankası’nı yutarak 1927’de 4 milyona ve 1938’lerde 5 milyon liraya çıkarır. 1938’de 5 milyon lirayla o dönem Türkiye’de faaliyet gösteren tüm bankaların toplam sermayesinin yüzde 50’sine sahip olur. Ziraat Bankası ile birlikte mevduatın yüzde 70’inin üstünde bir bölümünü kontrol eder hale gelir.

Birçok sanayi sektörüne yaptığı yatırımlarla bankacılık alanındaki tekel konumunu sanayi alanında da pekiştirir. Daha sonra tekrar değineceğimiz gibi bugün 371 milyar lirayla tüm bankalar içinde sanayi ortaklıkları bakımından 1 numara olur. İş Bankası bunu 1924’lerden itibaren attığı dev adımlarla sağlamıştır. Öyle dev adımlar ki emperyalist Avrupa ülkelerinin birçoğunda hiçbir bankanın sağlayamayacağı hızda sermaye birikimini 10-15 yıl gibi kısacık bir zamana sığdırabilmiş ve Cumhuriyet’e hükmetmeye başlamıştır. Türkiye’de o dönem atılan birçok sanayi adımın arkasında dolaylı veya dolaysızca İş Bankası bulunuyordu. Mahir Çayan ve daha sonra ayrıntısıyla irdeleyeceğimiz Devrimci Sol, İş Bankası’nın sanayi, müteahhitlik, ihracat-ithalat işleriyle içli dışlı olduğunu yazıyor, hatta Çayan “tekelci burjuvazinin uç vermeye başlamasında en etkin grup İş Bankası grubu olmuştur” diyerek daha da ileri gidiyor. Ama tüm bu söylenenlerin ardından ortaya çıktığını iddia ettikleri ise hilkat garibesi “bürokrat burjuvazi” oluyor. Oysa gerçekliğe bu derece teğet değip geçmemek gerekirdi! Ama kişilerin veya örgütlerin “ellerinde olmadan” dünyaya bakış tarzlarıyla doğrudan bağlantılı olarak İş Bankası gerçekliğini farklı anlamaları kaçınılmazdır. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda yürütücülük yapan Kılıçlılarımıza nasıl küçük burjuva diktatörlüğü kurduruluyorsa, kimi bürokratların da İş Bankası ortaklığı içinde yer alması bürokrat burjuvaziyi yaratıyor!

Bankanın kuruluş sermayesi bile, baştan farklı sermayelerin bir araya gelip domuz topu olmalarının ilk aşamasıdır. Sermayeler burada birleş ip güçlenirken sanayi ve her türlü alana yaptıkları yatırımlar bürokrat burjuvaziyi değil banka-sanayi sermayesinin organik ilişkisinden doğan FİNANS KAPİTALİ döllenmiştir. Bundan sonra çocuğun doğması, büyümesi, delikanlı ve gençlik dönemlerini hep beraber Türkiye kapitalizminin tarihinde izleriz. İş Bankası’nın öncülük ettiği, finans-kapital kervanına daha sonraları birçok devlet ve özel banka sanayi ortaklıkları canlı ilişkisiyle katılacaktır: 1930’larda Etibank, Sümerbank 1940’larda Akbank, Yapı Kredi Bankası, Garanti Bankası, Pamukbank ve Ağabey İş Bankası’ndan sonra dünyaya yeni finans-kapitalist kardeşler doğar ve bunlar Türkiye’nin egemeni haline gelirler. Şimdi de 1923’lü yıllardan özellikle 1950’li yıllara kadarki kapitalist gelişmenin ana hatlarına bakalım:

İç Dinamik mi, Dış Dinamik mi?

Mahir Çayan ve mirasçılarından Dev-Sol’un genel değerlendirmelerinde kapitalizmin tarihi gelişimini dış dinamik eksenine yerleştirmek ağırlıktadır:

“Bu ülkelerdeki (Türkiye ve benzeri ülkeleri kastediyor-bn) emperyalist hegemonya bağımsız bir milli burjuvazinin gelişmesine engel olduğundan ülke kapitalist bir ülke olsa bile, varolan kapitalizm kendi dinamiğiyle gelişmediğinden (abç) çarpıktır, emperyalizme göre biçimlenmiştir. Emperyalist hegemonya toplumun kendi içi dinamiği ile gelişmesine engel olduğu için ülke alt yapı ilişkilerinden üst yapısına kadar milli bir kriz içindedir.”6  veya “… Ancak gelişen yerli burjuvazi iç dinamikle değil, emperyalizmle baştan bütünleşmiş olarak gelişmiştir…”7 Son olarak da “Artık geri bıraktırılmış ülkelerdeki oligarşik devlet aygıtı, mevcut üretim ilişkilerini -buna ülkedeki kapitalizm iç dinamikle gelişmediği için emperyalist üretim ilişkileri (abç) demek yanlış olmayacaktır- uzun bir süre koruyabilecek seviyeye gelmiş, bu ülkelerdeki halk kitlelerinin özellikle geniş emekçi yığınlarının tepkileri pasifize edilerek, bu tepkiler ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur.”8 cümleleri kapitalist gelişmeyi emperyalizm eksenine dayandırıyor. Aynı yaklaşım daha da geliştirilmiş olarak Dev-Sol’da da vardır:

“Kapitalizmin kendi iç dinamiğiyle geliştiği ülkelerde ticari sermaye sanayileşmeye yöneldi. Uzun sömürge yıllarından sonra, geri üretim biçimleri içinde bocalayan ülkelerde ise sermaye birikimi ağırlıkla devlet eliyle sağlandı.” Bir başka paragrafta ise şu görüşlere yer veriliyor:

“…Zira tekelci burjuvazi, ABD emperyalistleri tarafından desteklenmesine karşın iktidarı tek başına ele alabilecek kadar güçlü değildi. Ülkede kapitalizm kendi iç dinamiği ile değil, daha baştan emperyalizmle bütünleşerek gelişmiştir.” 10 (abç)

1923’lerden itibaren kapitalist gelişmeye bakıp özellikle emperyalizmle yeniden sıkı ilişkilerin kurulmaya başlandığı 1850’li yıllara kadar geçen sürede iç dinamik-dış dinamiklerin nasıl işlediğini görelim.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi İzmir İktisat Kongresinde Cumhuriyet ekonomik-politikasının tüm ana hatları çizilirken emperyalist sermayeye de bir rol verilmiştir. Zaten, hem Atatürk ve diğer yönetici kadrolar emperyalizmle bağların tamamen kesildiği bir durumu düşünmüyorlardı hem de Anadolu burjuvazisinin önderi tefeci-bezirgan sermaye üretimden uzak asalak-vurguncu yapısıyla emperyalizmin asalak-vurgunculuğundan uzak duramazdı. Ama sorunu yöneticilerin veya sınıfların niyetleriyle açıklarsak bu koskoca bir sübjektivizm olurdu. Soruna; yani iç-dış dinamiklerin işleyişini ancak Türkiye’nin içindeki tüm gelişmeleri dünyada gelişmelerle sentezleştirdiğimizde anlayabiliriz.

Kemalizm Ulusal Kurtuluş Savaşı ile komprador burjuvaziyi tasfiye etmiş, kendi iç pazarına sahip sömürü düzenini geliştirebilmesi için burjuvaziye tüm olanakları sağlamaya çalışmıştı. 1923-1929 dönemine “liberal dönem” denmesinin altında yatan şey işte budur. Kurtuluş Savaşı sona erdikten sonra burjuvaziye “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” politikasıyla, alanda istediği gibi at koşturmasına zemin hazırlamıştır. Bir yandan liberal politikayla burjuvazinin artık bir şeyler yapmaya başlayacağı beklenirken, öte yandan da İş Bankası gibi adımlarla “kısmi olarak” müdahalelerde bulunulmuştur. 1923-29 yılları ekonomik göstergelerine baktığımızda tarım, sanayi, milli gelir artışında önemli gelişmeler sağlanmıştır. Sınai üretim yüzde 8,5, tarım üretimi yüzde 16,2 ve yıllık Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) yüzde 10,9 artmıştır. Rakamlardaki sıçrama sanki kapitalizmde hızlı bir sınaileşme temposuna girildiği izlenimini veriyor. Oysa bu aldatıcıdır. Savaş öncesi yani Osmanlı döneminden kalma sanayi ve tarımsal yapı savaş sonrasının getirdiği hızla 6 yılda kendisini yeniden üretmiştir, yani atıl kapasitelerini kullanmıştır, o kadar. İthalatın genel yapısından da daha sonraki dönemlerle karşılaştırıldığında hızlı bir sanayileşme temposuna girilmediğini gösteren veriler vardır: 1924 yılında Türkiye’nin ithalatı içinde yatırım malları yani makinelerin toplam ithalat içindeki payı yüzde 4 iken bu 1929’da yüzde 9’a çıkmıştır. Tüketim mallarının payı ise yüzde 66’dan yüzde 51’e kadar gerilemiştir. “İthal ikamesi süreci” zayıf da olsa başlamıştır ama esas tempoya 1930’lardan sonra girilecektir.

Hızlı bir tempoya girilmemesinin nedenlerini ise kısaca şöyle açıklayabiliriz: Savaştan çıkış, Lozan Anlaşmasıyla ithalattan alınan gümrüğün 1929 yılına kadar yüzde 3 tutulmasının zorunlu kılınması, Kürt-Kürdistan, Musul-Kerkük gibi iç sorunlar, tefeci-bezirgan, sermayenin üretimden kopuk asalak-vurguncu karakteri, Osmanlı borçlarının devlet harcamalar üzerinde yaratacağı olumsuzluklar. İç dinamik faktörlerini açalım. Bunların belli kanallardan işlemeye devam ettiğini ve 1930’lardaki devletçi kapitalist gelişmenin önünü açtığını görüyoruz: İzmir iktisat Kongresi ile işçilerin sendika kurma, grev hakkı gibi tüm ekonomik-demokratik hakları yok sayılmıştır. Bu, sanayide artı-değer birikimini sağlarken, köylünün ürününü iç-dış piyasalara pazarlayan tefeci-bezirganlarımız önemli bir spekülatif birikim yapmaya devam etmişlerdir. Müteahhitlik hizmetleriyle devletin milyonerler yetiştirmeye başlaması da ticari alana yönelik sermaye birikiminin önemli bir manivelası olmuştur. Bir diğer sermaye birikim kanalı İş Bankası olmuştur. Başta İş Bankası, Ziraat Bankası olmak üzere yerli bankalarda toplam mevduat 1924’de toplam mevduatın yüzde 22’si iken (yabancıların payı yüzde 78) 1929’da bu yüzde 43’e yükselmiştir (yabancıların payı yüzde 57). Aynı dönemde bankalar tarafında açılan kredide yerli bankaların payı 1924’de yüzde 47 iken (yabancıların payı yüzde 53), 1929’da yüzde 53’e çıkmıştır (yabancıların payı yüzde 47). Aynı dönemde dolaşımdaki para 12 milyon lira iken 1924’de yerli-yabancı tüm bankalardaki toplam mevduat 76 milyon liradan 211 milyon liraya, kredi hacmi de 123 milyon liradan 204 milyon liraya yükselmiştir. Bankalardaki toplam küçük cari hesapların yaklaşık yarısı 1924’de yerli bankalarda iken 1929’da toplam 59 bin 600 hesabın 53 bin 200’ü yerli bankalarda ve özellikle İş Bankası’ndadır.11

İç dinamik faktörlerinin 1929 yılı sonrası etkinlikleri ise çok çarpıcı bir liberal dönemi sona erdiren iç ve dış koşullar devletçi kapitalist gelişmeyi, yani devlet eliyle kapitalistleşme sürecini hızlandırmıştır. 1929’a gelindiğinde emperyalizmin dünya çapında yaşadığı kriz onun kolunu kanadını kırmış, “ahtapotça kollarını” birçok yerden çekmek zorunda kalmıştır. Dış faktör olarak Lozan Anlaşması’nın getirdiği yüzde 3’lük gümrük vergisi zorunluluğu 1929’da; yani dünya bunalımıyla tesadüfi olarak aynı tarihte sona ermiştir. İçte yeni sınai yatırımlara para babalarının gösterdiği ilgisizlik, bazı iç sorunların kısmi olarak çözümü, yukarıda belirttiğimiz birçok sermaye birikim kanallarının da bir yandan işleyişiyle birlikte düşünüldüğünde 1929’lar sonrası önemli bir kapitalist genişlemenin koşullarının olgunlaştığı anlaşılır. 1930-39 dönemi genişlemesi hangi kaynaklarla finanse edilmiştir. Emperyalizmin buradaki etkinliği zayıftır. Bunu birazdan tekrar ayrıntılı olarak ele alacağız. O halde genişlemenin finansmanı içeriden sağlanmıştır. Bunu açalım.

Bankalardaki mevduat ve kredi hacmindeki çok çarpıcı gelişmenin rakamlarını aktarmaya devam edelim. 1929’larda dünyada yaşanan kriz Türkiye’nin ihracat-ithalat dengesinden vurmuş; bu ekonomide belli bir durgunluk yaratmıştı. Buna rağmen bankalardan açılan kredinin GSYİH’ya oranı 1930-39 dönemi boyunca yüzde 0,15 gibi 1950’lere kadar ulaşılamayacak bir seviyedeydi. Ayrıca bankalardaki mevduat ve kredi dağılımında yeril bankaların payı da üst düzeye çıktı. 1938 yılında toplam mevduatta yerli bankaların payı yüzde 78’e kadar yükselirken 1924’deki yüzde 22’lik oranı fersah fersah aşmıştı. Aynı gelişme bankalardaki kredi dağılımında da oldu. Yerli bankalar banka kredilerinin 1924 de yüzde 47’sini, 1929 yılında yüzde 54’ünü ve 1938’de yüzde 75’ini kontrol etmeye başladı.

1930-39 dönemindeki bir diğer çarpıcı gelişme ithalatın yapısındaki değişmeydi. Yine 1938 yılında ithalat içinde tüketim mallarının payı yüzde 20’lere kadar gerilerken, ara malların payı yüzde 41’e ve yatırım mallarının payı yüzde 23’lere yükseliyordu. Bu göstergeler, 1929’a kadar atıl kapasitelerini dolduran sınainin, 1930-39’da kaydettiği büyük gelişmeyi açıklamaktadır 1930-39 arasında sınai üretim her yıl ortalama yüzde 11,6 artarken, tarımsal üretim yüzde 5,8 ve GSYİH’da toplam yüzde 6,8 artırıyordu. Sınai üretimdeki artış o kadar önemliydi ki, bu dönem sağlanan büyüme Cumhuriyet tarihinin rekoru oldu ve hala geçilemedi. Sanayideki bu genişleme önemli sermaye birikim kanallarını da beraberinde genişletti. Bir kere 1927’de genişletilen Sanayii Teşvik Yasası ile kapitalist kuruluşlara üretim araçları ithalatından vergi bağışıklığı, ürettiği üründen 5 yıl gibi vergi bağışıklığı, bedava arsa, ucuz faizli devlet kredisi sağlıyor üretimde tekel konumu, işçilerin sendikasız-grevsiz sömürü koşulları yüzde 318’lere varan sömürü oranları, birikimi sıçratıyordu. Yine aynı dönemde devletin gelir yapılanmasına baktığımızda 1930-1940 yıllarında gelirin yüzde 77’si (yıllık ortalama) gelir ve dolaylı vergilerden sağlanmıştır. Bu ise işçi-emekçilerin tüm sömürü koşulları yetmiyormuş gibi ücretlerinden kesilen vergilerle kapitalizmin dolaylı olarak yeniden finanse edilmesidir.

Devlet fideliğinde kapitalist yetiştirme tarzı tutmuştu. Devlet bir yandan kapitalistlere her karlı alanda sermayesiyle ortak oluyor, onu teşvik ediyor “dikensiz gül bahçesiyle” eşsiz sömürü koşulları yaratıyordu. Öte yanda onun girmeye cesaret edemeyeceği; özellikle alt yapı yatırımlarına giriyor, kapitalizmi genişlemesine ve derinliğine geliştirmenin yolunu açıyordu. Tüm bunlar serbest rekabetçi bir ortamda yapılmadı. Celal Bayar bir tekstil fabrikasının açılışında “açılan fabrikaların karşısına rakip dikmeyeceklerini” ilan ederken12 bunu vurguluyordu. İster istemez açılan fabrikalar kendi alanlarında tekel oluveriyorlardı. Nasılsa Lozan anlaşmasının zorunlu gümrük vergisi şartı sona ermiş, yeni vergilemeyle sanayiye gerçek anlamda koruma duvarı yükselmiştir. Araştırmacı Orhan Kurmuş’un hesaplamalarına göre Lozan sonrası gümrük tarifesi ile ortalama koruma oranı yüzde 45,7’ye yükselmiştir.13

Tekelci kapitalizmin, tüm bu koşullara karşın gelişmemesi olanaksızdı. 1923’de teşvikten yararlanan şirket sayısı 1509, 1931’de 2300’dur. 1932 yılında şirket sayısında belirgin bir düşüş göze çarpar. 1932’de teşvikten yararlanan şirket sayısı 1473’e, 1933’de 1397’ye gerilemiştir. 1935 ve 1937 yıllarında bu sayı sırasıyla 1161 ve 1116’ya düşmüştür. Şirket sayısındaki bu azalma, esasen sermayenin merkezileşmesinden kaynaklanmaktadır. Azalan şirket sayısına karşılık 1931’de toplam şirketlerin sabit sermayeleri, yani değişmeyen sermaye değeri 55 milyon lirayken, bu 1935’de 62 milyon liraya çıkar. Şirket sayısı 281 adet azalmış, şirketlerin sermaye yapıları güçlenmiş şirket başına çalışan işçi sayısı da artış göstermiştir. Çalışan işçi sayısı ortalama 47 kişiden 72 kişiye çıkmıştır. 1939 yılında yapılan başka bir istatistik olayın daha ayrıntısını gösteriyor. Sanayi ve Teşvik Yasasından yararlanan şirket sayısı 1144’dür. İşletmelerin ürettikleri değer yıllık 341 milyon liradır, işletmelerin sayıca yüzde 10’u yani 113’ü tüm üretimin yüzde 73’ünü kontrol ediyor ve tüm işçilerin yüzde 73’ünü çalıştırıyor.14

Zamanı biraz daha ileriye; 11 yıl sonraya kaydırdığımızda da farklı tabloyla karşılaşmayız; tüm imalat sanayiinde yapılan istatistikler tekelci yapıyı daha da berraklaştırmaktadır. 1950’de 103’ü kamu, 2515’i özel büyük kapitalist kuruluşlar ve 79 bin 713’de özel küçük kapitalist işletmeler olmak üzere 82 bin kapitalist kuruluş istatistiklerde görünür. Tüm işletmelerin yüzde 3,2’si olan kamu ve özel büyük kapitalist kuruluşlar tüm işletmelerin ürettiği katma değerin yüzde 78,3’ünü kontrol etmekte işçilerin ise yüzde 70,6’sını çalıştırmaktadır. Zamanı 1960, 1970, 1980, 1990’lara kadar uzatsak da karşımıza çıkacak olan yine tekeller, yine tekellerdir. Diyalektik olarak değişen geçmişe göre sanayi üretimine hükmeden şirket sayısındaki azalma yani finans kapitalin, dolaysız olarak tekellerin irileşmesidir. Bunun en iyi göstergesi, Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşunun Türkiye toplam sanayi üretiminin yüzde 60’ından fazlasını kontrol etmesidir. 500 büyük sanayi kuruluşu tüm sanayi kuruluşların sayıca yüzde değil binde 4’üdür.15

Evet, 1930’lardaki gelişmeler tekellerin nasıl doğup geliştiklerini açıkça gösteriyor. Sanayideki bu açık tekelleşme özellikle altyapının ciddi bir sıçrayışa uğratıldığı bir dönemde doğmuştur. 1923’de karayolu uzunluğu 13 bin 900 kilometre İken 1945’de 20 bin kilometreye çıkmış; aynı dönemde demiryolu ağı 4100 kilometreden 7500 kilometreye kadar yükselmiştir. “Demirağlarla ördük anayurdu” sloganı “Tekellerle ördük anayurdu”na dönmüştür! Tekellerin banka-sanayi sarmalından çıktıklarını daha önce belirtmiştik. 1924’lerde başlayan bu süreç olanca hızıyla devam etmiş ithal ikameci kapitalist genişleme doludizgin sürerken finans-kapital de iyice şekillenmiştir.

Aynı dönemde; 1923-1939 yılları arasında dış dinamiklerin kapitalist gelişme üzerindeki etkileri nedir? Şimdi buna bakalım.

Dış dinamikler başlıca emperyalist sermaye yatırımları, dış ticaret dış borç ilişkileridir. Kemalizm’in emperyalist sermayeye karşı tutumuna değinmiştik. Cumhuriyetin ilanından sonra Osmanlı döneminden kalan ama uygulanamayan Chester projesi (limanlar, demiryolu yapımı, petrol işletmeciliği) TBMM’de yeniden onaylandı. Başka bir anlaşmayla tarım makinaları ve gereçleri ithalatı bir Amerikan grubuna veriliyordu. Bu anlaşmalarla Türkiye’ye 400 milyon liraya yakın bir sermayenin gireceği bekleniyordu. Ama Musul-Kerkük bölgesi Misak-ı Milli sınırları dışında kalınca tüm hesaplar suya düştü.16 1924’de yine yabancıların Türkiye’de belediye sınırları içinde taşınmaz satın almalarına olanak sağlayan yasa çıkarıldı, yabancı şirketlerin yüzde 49’luk paya sahip olabilmeleri ve sanayi teşvik yasasından yararlanmaları da getirilen kolaylıklar arasındaydı. 1923-29 dönemine baktığımızda kurulan 71 milyon lira sermayeli anonim şirketlerin sermayesinin yüzde 43’ünün yabancı sermayeli kuruluşlar olduğu ve bu yabancı sermayeli şirketlerdeki sermayenin yüzde 75’inin de yabancıların elinde olduğu görülür. Yıllara göre baktığımızda ise 1929’a kadar artan sermayenin 1930’lardan itibaren giderek azaldığı ortaya çıkar. 1926’da, gelen sermaye miktarı 6,5 milyon lira, 1927’de 5,3 milyon lira, 1928’de 8,1929’da 12 milyon lira. Gelen para 1930’da bıçak gibi kesilir. 1930’da 1,2 milyon lira, 1931’de 0,8 milyon lira, 1932’de 4,2 milyon lira ve 1933’de 1,1 milyon lira.

Emperyalizmin dünya bunalımının etkileri açıkça görülüyor. Yukarıdaki satırlarda bankalardaki mevduat ve krediler kontrolünde yeril bankaların payının nasıl arttığını görmüştük. Bu hem çıkarılan bazı yasalarla yerli bankaların kollanması, hem yabancı bankaların yavaş yavaş alanı terk etmesi hem de dünya bunalımından kaynaklanıyordu. Osmanlı’dan devraldığı ekonomik yapıyı 1929’lara kadar fazlasıyla değiştiremeyen Cumhuriyet yöneticileri emperyalist sermayeye karşı tutumlarını da “gel, ama yasalarıma uyum göster”le dile getiriyorlardı. Emperyalist sermayenin zayıflaması daha da belirginleşti. Hem dünya ekonomik bunalımı hem de arlık defalarca kar elde etmiş olmanın verdiği rahatlıkla emperyalist sermaye millileştirmelerde “alan razı, satan razı” hesabı direnç göstermedi. 8 şirket demiryolu ve limanlar sektöründe, 12’si belediye hizmetlerinde, 2’si imalat sanayi ve 2’si de madencilik alanında toplam 24 şirket 154,7 milyon lirayla millileştirildi.17

Emperyalizmle olan ilişkilerin bir başka boyutu dış ticarettir. 1939’lara kadar Osmanlı’dan devraldığı dışa açık yapısını sürdüren Cumhuriyet ekonomisi 1930’lardan itibaren içe kapanmaya başlar, ihracatın ve ithalatın payı da yüzde 15’den yüzde 7’ye gerilemiştir. İçe kapalı yapı devletten devlete ihracat, klearing anlaşmaları ve ithal ikamesi süreciyle baş başa gidince 1930-1939 döneminde (1938 hariç) Türkiye dış ticaret fazlası veri bu da bir Cumhuriyet dönemi rekoru olmuştur.

Dış borçlanmada da benzer zayıflama eğilimleri 1930’lara denk düşer. Osmanlı borçlarını saymazsak Cumhuriyet yöneticilerinin birçok dış borç bulma girişimleri sonuçsuz kalmış ve en nihayet bu konuda ilk borç veren ülke SSCB olmuştur. 8 milyon dolarlık kredi daha çok Sümerbank’a kullandırıldı. Daha sonra ise İngilizler Karabük Demir Çelik Fabrikasının yapım ihalesini alır ve 3 milyon sterlinle ihaleyi finanse ederler. Ekonominin tüm bu saydığımız parametrelerinde görülen manzara şudur:

Dış dinamik açısından emperyalist sermaye-ister doğrudan yatırım, ister doğrudan kredi vermek şeklinde olsun -1930’lardan itibaren başlayan devlet kapitalist gelişiminin- genişlemenin içinde etkin olamamıştır. İç ve dış koşulların toplamından çıkan bu gerçek iç dinamik belirleyiciliğini öne çıkarmakta ve 1940-50’li yıllara kadar ekonominin temel karakteristiklerinin oluştuğu bu süreçte sermaye birikiminin iç dinamiklerle içe dönük büyümesinin ağırlık kazandığını kanıtlamaktadır.

Bu konuda son olarak, Türkiye’nin 1929-1950 yılında kat ettiği mesafeyi, kendisine yakın diğer ülke gelişmeleriyle karşılaştırdığımızda daha iyi anlayabileceğimiz rakamlara bakalım. Türkiye’nin Gayri Safi Yurt İçi Hasılası (GSYİH) 1929-1938 döneminde yüzde 61 artarken, aynı dönemde Hindistan’ın GSYİH’sı yüzde 9, Mısır’ın yüzde 17, Yugoslavya’nın yüzde 13 ve Yunanistan’ın ise yüzde 13 artmıştır. 1929-1950 yıllarına yani 21 yıllık genel gelişmeye baktığımızda ise şu tablo karşımıza çıkmaktadır: Türkiye’nin GSYİH’sı yüzde 83, Hindistan’ın yüzde 21, Mısır’ın yüzde 59, Yugoslavya’nın yüzde 30 artarken Yunanistan’ın yüzde 12 azalmıştır.

1950’ler Sonrası

Finans-kapital 2. Emperyalist Savaş’a kadar iyice şekillenmiş, maddi temeli tekeller giderek tüm alanlara yayılmaya başlamıştır. Savaş yılları onun için yeni bir spekülatif birikim kaynağı olmuştur. 1950’lere kadarki birikimin savaş sonrasında katlanması gerekiyordu. Ekonomi temelinde iyice güçlenirken, artık devlet vesayetinden kurtulup tahtına oturmalıydı. O yıllar dünyanın sosyalist- emperyalist kamplara bölündüğü ve soğuk savaşın başladığı yıllardır. Türkiye’nin tercihi tabii ki emperyalist kamp olacaktır. Hem finans-kapitalin siyaseti artık doğrudan kendisinin yapması hem de uluslararası finans-kapitalle buluşma isteği Çok Partili dönemi gündeme getirdi. Finans-kapitalin sözcüsü Celal Bayar hazırlatılan parti programını kendi elleriyle İsmet İnönü’ye götürür ve onayı alındıktan sonra DP kurulur. Parti programı CHP’den farklı değildir. At değişikliği gerekiyordu; Cumhuriyet döneminin dizginsiz sömürü koşullarının tüm faturası CHP’ye çıkarıldı, DP iktidara geldi. DP’nin izlediği ekonomik politika taktik olarak tarımdan meta, insan, sermaye kaynaklarını daha fazla transfer etmek idi. Bunun sonucunda 1946-53 döneminde tarımsal üretim her yıl ortalama yüzde 13,2 sınai üretim ise yüzde 9,2 arttı. 1954-1961’de ise Cumhuriyet kapitalizminin hem uzun yıllar içe kapanmasının ardından dışa açılması, hem de yeniden dış borç girdabına girmeye başlamasıyla başlayan tıkanıklıkla tarımsal üretim artışı ortalama yüzde 1,8’e geriledi, sınai üretim artışı ise yüzde 4,3’de kaldı.

Bu genel tarihi gelişmeleri ve özellikle Türkiye’nin emperyalizmle girdiği ilişkinin anlamını Dev-Sol nasıl açıklamaktadır.

“Emperyalizm, yerli işbirlikçi sermayeyi montaj nitelikli (abç) orta ve hafif sanayie yönlendirirken getirdiği geri, modası geçmiş teknik bilgi ile onu denetimi altına aldı… Ülkemizdeki tekeller, emperyalist ülkelerdeki örneklerinden farklı olarak kendi doğal evrimini geçirmeden emperyalizmin ve devletin destekleriyle yaratılmışlardır. Başta 1950-60 arasında (abç) kurulanlar olmak üzere emperyalizm ve devlet desteği olmadan ayakta kalanlar pek yoktur.”18

Çarpık kapitalizmin (abç) gelişmesi kentlerde ‘montaja dayalı’ sanayi tesislerindeki artış, hızlı bir kentleşmeyle birlikte yeni sosyo-kültürel sorunları da birlikte getiriyordu”!20 ve son olarak:

“Ayrıca, suç ortaklığının yatırım yaptığı alanlar ciddi sektörler olmaktan uzaktır. Emperyalist tekellerle geliştirilen bu ilişki çarpık bir kapitalist yapı (abç) ortaya çıkarmıştır. Ülkemizde sürekli yaşanan (abç) krizin kaynağı burasıdır. Yani işsizlik, enflasyon, zamlar, devalüasyonlar, sanayinin çarpık gelişimi ve montaj sanayinin varlık sebebi emperyalizm ve onunla girişilen bu ilişkilerdir.”20

Dev-Sol savunmasının, Türkiye’nin emperyalizmle yeniden flörte başladığı 1950’lerdeki gelişmelerinden çıkardığı ders; montaj sanayii, çarpık kapitalizm, sürekli kriz ve yine sanki 1950’li yıllara kadar bir şeyler yaşanmamış gibi, her şeyi bir anda yoka çevirerek emperyalizmle Türkiye kapitalizminin miladını başlatmaktır!

Savunmada, tıpkı Kemalizm değerlendirmesinde olduğu gibi abartılar, olayları sentezleştirmek yerine ayrı ayrı olgularmış gibi ele almak, yerli sermayedarlarımızı cılız gördüğünden emperyalizm dinamiğini her şeyi başlatan konuma getirmek mantığı işliyor. Önce bazı kavramları yerli yerine oturtalım, ardından 1950’ler sonrası emperyalizmin yeni yönelişlerinde Türkiye-emperyalizm ilişkilerini görelim.

Finans-kapitalin sermaye birikimini sıçratacağı yeni alanlar 2. Emperyalist Savaş’tan sonra özellikle tarım ve sanayidir. Tarımdaki Prusya tipi; yani kaplumbağa hızıyla gidişatı bir süre için olsun hızlandırmak gerekir. Bunun için öncelikle tarım makine-ekipmanlarının hızla devreye girmesi, kredilerin genişlemesi ve kırlarda mülksüzleşmenin derinleşmesine gidilir. Tarım makine-ekipmanları Türkiye’de üretilmemektedir. Bunun yolu öncelikle bunları ithal etmektir. Finans-kapital ithalattan bir kez vurgununu vurduktan sonra sıra bunları üretmeye gelmiştir. Bunun da ilk evresi parçaların getirilip monte edilmesi idi Genellikle tüketim malları sanayiinde özelde dayanıklı tüketim mallarında örneğin buzdolabı, çamaşır makinesi gibi mallarda da aynı süreç başlatılır. Montaj sanayii tüm imalat sanayiinin alt sektörleri incelenirse bunun sadece madeni eşya ve makine teçhizat alt sektöründe uygulanabileceği görülür. Bu da bu sektörlerin özelliğinden ileri gelir. Finans-kapital 1950’lerde tüm sanayii içinde yüzde 8 gibi bir katma değer payına sahip madeni eşya ve yüzde 8 gibi paya sahip makine-teçhizat sektörlerinde kimi ürünler için bu yöntemi uygular ama hızla da yerlileştirmeye gider. Tamamen montaj buzdolabı, otomobil vb, ürünler 1950’li yıllarda tarihe gömülür. Bugün bu ürünlerin büyük bölümü yüzde 90-100 arasında yerli üretilmektedir. 1950’lerde montajla başlayan buzdolabı üretimi şimdi Türkiye dışına sıçrıyor. Koç Cezayir’de buzdolabı ve televizyon üretemeye başlıyor. Koç’un Tofaş’ı Mısır’a teknoloji satıyor ve “Tofaş teknolojisiyle” Murat 131 model otomobiller Mısır’da üretilmeye başlanıyor! Nereden nereye… Bir döneme özgü üretim yöntemi Dev-Sol tarafından tüm ekonomik yapıya ve tüm zamanlara uyarlanıyor. O zaman da ortaya Türkiye sanayi montaj sanayii mantığı çıkıveriyor.

Aynı mantık, 1950’lerde hızlanan mülksüzleşme sürecini; milyonların şehirlere göçünü, kırların ıssızlaşmasını çarpık kapitalizm olarak değerlendiriyor. Kapitalizmin en basit anlaşılacak işleyiş yasası ilkel sermaye birikimi: bu da kır ve kent emekçilerinin mülksüzleştirilmesidir. Bu süreç olmazsa olmaz bir şekilde tüm ülkelerde; ülkenin orijinallikleri, iç-dış koşulların bileşeni olarak işler. Türkiye’de de bu yaşanmıştır, yaşanmaktadır başkaca bir şey değil!

Sürekli kriz tespitinin eleştirisine geçmeden önce bir alıntı daha yapıp emperyalizmin 1950 sonrası stratejisinin nasıl çarpık kavrandığını görelim:

“1950’lere kadar iç ticaret, emperyalist firma acentacılığı, müteahhitlik vb. üretim dışı sektörlerde ilk birikimini sağlayan burjuvazi, 1950’lerden sonra uluslararası tekellerle girilen ilişkiler ve günden güne artan bütünleşme ile birlikte sanayii ağırlıklı (abç) faaliyetlere yönelmiştir. Bu sanayi, ağırlıkla dayanıklı-dayanıksız tüketim malları alanını kapsar, makine-teçhizat ve girdi yönünden dışa bağımlıdır.”21

Daha önceki paragraflarda finans-kapitalin doğuşunu, sanayiye yatırımı vb, süreçleri tek tek irdelemiştik. Dev-Sol, savunmada ısrarla burjuvazinin 1950’li yıllar öncesinde üretim dışı faaliyetlere yöneldiğini ve sanayi yatırımlarını emperyalizmle başlattığını yazıyor. Bununla da kalmıyor sanayiinin yüzde 10’u civarındaki bir bölümünü alıyor bunu bütün sanayi yapıyor, buradaki gelişmeleri tüm sektörlere yayıyor. Her şey emperyalizmle başlıyor ve bitiyor! Ne mantık!

Emperyalizmin 2. Emperyalist Savaş’tan sonra girdiği evre kavranamayınca, Türkiye gerçekliği de onunla başlatılınca tarih alt-üst oluyor ABD, savaştan galip çıkmıştır ve İngiliz emperyalizminin yürüttüğü jandarmalık misyonunu devralmıştır. Sosyalist sistemin varlığı emperyalizmi SSCB’nin çevresini ekonomik ve siyasi açıdan tahkim etme gereğini doğururken, elinde bulundurduğu dev sermaye birikimi, klasik sömürgeciliğin bitişi onu yeni sömürgecilik ilişkilerini yaratmaya zorlamıştır.

Ekonomik planda dünyanın yeniden paylaşımı için tüm alanların; kıta, bölge ülke, kapitalize edilmesi gerekir. Emperyalizm 1950’lere kadar zaten meta ve sermaye ihracı yöntemleriyle birçok bölge, ülkeye girmiştir. Yeni dönemde bunlar sürecekti ama burada klasik sömürgeciliğin bitişi yeni sömürgeciliğin başlangıcı olarak bir başka sermaye türünün: üretken sermayenin devreye girmesini gerektirmektedir, Emperyalizm böylece kapitalizmin üç sermaye türünü: Meta-sermaye, para-sermaye (krediler) ve sonuncusu; üretken-sermayeyi (yatırımlar) evrenselleştirmeye başlamıştır. Bunun en belirgin kanıtı çokuluslu şirketlerdir (ÇUŞ).

“Birinci Dünya Savaşı’ndan önce 122’si Amerikan kökenli, 60’ı İngiliz kökenli ve 167’si de diğer Avrupa ülkelerine ait olmak üzere yabancı ülkelerdeki yavru firmaların sayısı 350’yi bulmaktaydı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce sayıları ancak 350’ye varan yavru firmaların sayısı 1968’de 27 bini geçmiştir.”22

ÇUŞ sayısı arttıkça dünya ölçeğindeki üretken sermaye yatırımları da patlama gösterir. ABD’nin 1914’de doğrudan ve dolaylı yatırımları 3,8 ve İngiltere’nin de 18,3 milyar dolar iken ABD’nin 1967’de yatırımı 59,5 milyar dolara ve 1971’de 86 milyar dolara yükselir. İngiltere’nin ise 1967’de 17,5 milyar dolarla önemli bir gelişme göstermezken, 1971’de 24 milyar dolara çıkmıştır. ÇUŞ’lar doğrudan-dolaylı sabit sermaye yatırımlarını arttırırken birçok faktörü: ucuz emek, iç pazarda tekel koşulu vb, faktörleri göz önüne alırlar. Yatırıma gittikleri ülkeye; pazarın büyüklüğü, önemine göre geri teknoloji-ileri teknoloji, az-çok sermaye transfer ederler. ÇUŞ’ların sayıca artışı emperyalizmin üretken sermaye faktörüyle “tüm ülkelerde” devreye girmesine yol açar. Emperyalizmin bu; yeni sömürgeciliği geliştirme yöntemi tabii ki kapitalizmin en temel dürtüsü olan karlılığa göre yönelişlere girer. Emperyalist ülkelerin karşılıklı olarak birbirlerine yaptıkları yatırımların toplam yatırımlarda ağırlık kazandığı verilerden ortaya çıkarken, gelişmekte olan kapitalist ülkelere ve azgelişmiş kapitalist ülkelere yapılan yatırımlar toplam içinde azalmaktadır:

Tablo 1
Kümülatif doğrudan yatırımların coğrafi açıdan dağılımı
1967 1971 1979
Toplam (Milyar Dolar) 105 158 259
Coğrafi dağılım(%)  
Gelişmiş Ülkeler(%) 69 72 74
Azgelişmiş Ülkeler(%) 31 28 26
Kaynaklar: Fidel Castro Dünya Bunalımı

Tablo 1’de görüldüğü gibi emperyalist sermayenin yatırıma yönelişi ağırlıkla sayısı 15-20’yi bulan emperyalist ülkelere olmaktadır. Bir de bu ülkelerde yaşayan insanların alım güçlerinin yaşam standartlarının yüksek olması, tüketimin yani pazarın muazzam büyüklüğü emperyalist sermayenin emperyalist ülkeler arasında doğrudan yatırıma girmesine yol açmaktadır. Bugün emperyalizmin ekonomik liderliğini yürüten Japonya’nın ABD’de 100 milyar dolara yakın sabit sermaye yatırımına yönelişini başka türlü açıklamak veya ABD ÇUŞ’larının İngiltere’deki otomobil endüstrisinin yüzde 50’sin- den fazlasını, Almanya’da, petrol sektörünün yüzde 40’ını, Fransa’da telgraf, telefon elektronik, istatistik araçları sektörlerinin yüzde 40’tan fazlasını kontrol etmesini23 anlamak güçleşir. Demek ki, sabit sermaye bakımından böyle bir tablo çıkıyor karşımıza. Peki, para-sermayede yani kredilerde nasıl bir tabloyla karşılaşabiliriz acaba? Rakamlara bakalım:

Tablo 2
Az gelişmiş ülkeler farklı sermaye akışlar (%)
  1970 1980 1982
Resmi kredi 32 25 23
Özel kredi 39 45 51
Doğrudan yatırım 8 15 14
Kaynak: FideI Castro Dünya Bunalımı

Ne kadar çarpıcı! Basite indirgeyecek olursak azgelişmiş ülkeler her 100 dolarlık emperyalist doğrudan yatırımdan 26 dolarlık pay alırken, kredilerde her 100 doların 74 doları payına düşmektedir.

Bu gerçeği daha çıplak görebilmek için son bir tabloya daha yer verelim:

Tablo 3
Çeşitli gelişmekte olan ülkelerde yabancı sermaye stoku
(Milyar dolar)
  Sabit ser. yat. Mevcut toplam dış borç
Ülkeler 1973 1983 (1983 sonu itibariyle)
Arjantin 2,5 5,7 40,7
Brezilya 7,5 23,6 87,4
Şili 0,5 3,0 17,4
Kolombiya 1,0 2,4 10,7
Hindistan 1,8 2,5 26,2
Endonezya 1,7 6,9 32,6
G. Kore 0,7 1,4 40,4
Malezya 1,2 7,1 13,4
Meksika 3,1 12,8 90,0
Nijerya 2,3 3,8 17,1
Filipinler 0,9 3,0 24,9
Singapur 0,6 7,3 0,6
Güney Afrika 8,4 17,1 17,4
Tayland 0,5 1,4 13,7
Türkiye 0,4 1,3 17,5
Petrol üreticisi olmayan gelişmekte olan ülkeler toplamı 7 138 668,6

 

Dünyadaki genel gelişme karakteri Türkiye’yi de etkisi altına almadan edemezdi. Türkiye’nin Güney Kore-Kuzey Kore savaşından sonra stratejik önemi artınca o ana kadar kaç kere başvurup da giremediği NATO’ya girişi kolaylaşır ve Marshall Yardımı’na Türkiye’de dahil edilir. Emperyalizmin Türkiye’yle ekonomik-siyasi ilişkilerinin yeniden derinleşmesi beraberinde borçlanma, yatırımlar, üsler, devalüasyon gibi olguları da getirir. Uluslararası finans-kapital Türkiye’yle yeniden sıkı-fıkı olurken karşısında yerli finans-kapitali bulur. 6224 sayılı yasayla yabancı sermayeyi teşvik yasası çıkarılır, petrol üretimi konusunda İzinler çıkarılır. Bunun yanında dış borç, o dönem tüm bize benzeyen ülkelerin kullandıkları ucuz finansman yöntemidir. Emperyalizm savaştan çıkmış, dev sermaye rezervlerini yatıracağı alanlar aramaktadır. Kredi faizlerinin ucuzluğu da özellikle bizim gibi ülkelerde 1980’lere kadar ömrü sürecek bir dış borçlanma furyası başlatır. 1950’lerden 1990’lara baktığımızda 40 yıllık dönemde Türkiye’ye açılan kredilerin Türkiye’deki toplam sabit sermaye yatırımlarını katladığı görülür.

Tablo 4
Türkiye’de Emperyalist Sermaye
Yıllar itibariyle gelen emperyalist sermaye
Dönemler Sermaye Miktarı
  Kümülatif (milyon dolar)
1954 öncesi 2,8
1954-1979 225,3
1980-1983 695,2
1980-1987 2110,6
Emperyalist kuruluşların Türkiye’ye geliş tarihi
Dönemler Firma sayısı
1954 ve öncesi 8
1955-59 14
1960-69 46
1970-79 12
1980-86 530
Kaynak: YASED-Yabancı Sermaye Koordinasyon Deneği Yayınları

Tablo 4’de görüldüğü gibi 1980’lere kadar Türkiye’ye gelen yabancı sermaye tüm çabalara, tüm teşviklere rağmen patlama yapamamıştır. Ama aynı dönemde Türkiye’nin borçlanması rekor düzeyde artmıştır. Buna geçmeden önce bir kaç noktaya daha dikkat çekelim. Yabancı sermaye yatırımlarının ülkedeki toplam sabit sermaye yatırımlarına oranı oldukça düşüktür. 1962’de bu, yüzde 0,4 dür. 1970’de yüzde 0,4’lerde kalmaya devam ederken, 1980’li yıllarda yüzde 2,5-3 seviyelerine çıkabilmiştir. Yani Türkiye’de yapılan her 100 liralık sabit sermaye yatırımının en üst düzeye çıktığı 1980’li yıllarda 2,5-3 lirası yabancı sermayeyle yapılmıştır. Yine makro düzeyde bakacak olursak Türkiye’ye yapılan yatırımların emperyalist sermayenin dünyada yaptığı yatırımlar içindeki payı yüzde 0,7’dir. Gelişmekte olan ülkeler kategorisine baktığımızda ise Türkiye’nin aldığı pay yüzde 1,6 olmaktadır.

Şimdi gelelim sabit sermaye yatırımı-dış borç ikilemine:

Tablo 5
Türkiye’nin Dış Borçları ve Yabancı Sermayeye Yatırımları
1965-1986 Milyon Dolar
Yıllar Toplam dış borçlar Yabancı sermaye
(birikimli) yatırımları (her yıl)
1965 986 11,6
1970 1816 9,0
1973 2576 67,3
1980 16277 97,0
1987 40895 536,5
Kaynak: YASED          

      

Tüm bunlar Türkiye’de emperyalizm gerçekliğini yatırımlarda değil dış borçlarda aynı zamanda teknikte ve askeri ittifaklarda aramamız gerektiğini anlatır. Finans-kapital uluslararası işbölümünün bir parçası olarak kapitalistleşirken bugün artık bir devrim programı sorunu olan tekniği yaratamadı, yaratmadı. Finans-kapital tekniği yaratamayınca yerinde duracak değildi. Yoluna devam etmek için teknik gerekiyordu: bunu lisans, know-how anlaşmaları, joint-venture gibi yöntemlerle para ödeyerek, ortak olarak transfer etti. Kapitalizmde üç sektörden biri olan üretim araçları yani makine üreten makineler sektörünü yaratamadı: Ne sermayesi buna elverdi, ne karakteri buna uygundu, ne emperyalizmin genel gelişimi buna izin verebilirdi! Emperyalizm geri teknik mi satıyordu, onu satın alacaktı? Dış borç batağı ve teknik tuzaklar finans-kapitalin kaçınılmaz tercihleri oldu. Montaj sanayiyle başlayan ortaklıklar dönemi Türkiye’ye milyarlarca doların yatırım için gelmesine yol açmadı. Ülkedeki kapitalist gelişme; tekellerin derinleşmesi, finans- kapitalin yeni yeni kuşaklarla egemenliğini perçinlemesi sürecinde emperyalizm doğrudan yatırımlardan çok, kredi-teknik ikilemi ile Türkiye’nin üzerine yeni sömürgecilik ağını ördü.

Emperyalizmin üretim devresindeki söz sahipliğini -doğrudan yatırımlarla- daha yakından görebilmek için yeniden bazı rakamlara dönelim.

Tablo 6
Türkiye’nin 500 büyük sanayi kuruluşunda yabancı sermayeli kuruluşların payı (%)
  1988(%)
Üretimden satış 17,7
Brüt katma değer 14,9
Bilanço karı 26,0
İhracat 21,4
Kaynak: YASED

 

Dev-Sol savunmasında emperyalizmi yanlış yerlerde arıyor! Yanlış arayış ve buluşu sonunda ise yanlış çözümlere ve ister istemez abartmalara varıyor. Bu yanlış çözümlerden bir diğeri de yukarıdaki alıntılardan hatırlayacağımız gibi sürekli krizdir. Emperyalizmin sanayi kaydırma çerçevesinde bizim gibi ülkelerde yaptığı yatırımlarda geri teknik kullanması veya satarken geri teknikleri satmasının yol açtığı gelişmeleri mantık olarak Dev-Sol şuraya vardırıyor: Geri teknik yoğun sömürüyü gerektiriyor, sonunda emperyalizm kurduğu çarpık ilişkilerle montaj sanayiyle yoğun sömürünün ancak yoğun baskı koşullarıyla yanılabileceği bir yapıyı Türkiye’ye getiriyor. Teknik geri olunca üstelik emperyalizmin III. bunalım dönemini yaşadığımıza göre Türkiye’nin ekonomide sürekli krizde olması; ülkede devrimin objektif koşullarının hazır olması; ülkenin sürekli -belli düzeylerde değişen- milli kriz içinde olması kaçınılmazlaşıyor!

Evet, bu mantık silsilesiyle varacağımız çözüm de ister istemez Çayan’da olduğu gibi Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi (PASS). Oysa emperyalizmi hangi bunalım dönemini yaşarsak yaşayalım, hangi teknikle hareket edersek edelim her şeyden önce kapitalizmde kapitalist yasalar geçerlidir. Ve eğer kapitalizm kapitalizm olarak -emperyalistleşmeyle kapitalizmin temel yasaları değişmez- hala kalıyorsa onun krizleri de sürekli değildir, devreseldir:

“Modern sınai yaşam birbirini izleyen ılımlı faaliyet, gönenç, aşırı üretim, bunalım, duraklama dönemleri halini alır… her sınai çevrimde metaları ucuzlatma amacıyla ücretleri zorla emek-gücünün değerinin altına düşürme çabalarının ortaya çıktığı bir döneme gelinir.”24  K. Marx, kapitalizmi çözümlerken bu sonuca ulaşıyor. Kapitalizm emperyalizme ulaştıktan sonra da aynı yasa işlemeye devam eder. Emperyalizmle, kapitalizmin tüm çelişkileri daha da ağırlaşır; yoksa dünyada devrimin objektif koşullarını yaratmaz:

“Tekelci kapitalizmin kapitalizmdeki bütün çelişkileri ne denli ağırlaştırdığı herkesçe bilinmektedir. Çelişkilerdeki bu ağırlaşma, dünya mali sermayesinin kesin zaferiyle açılmış olan geçici tarihsel dönemin en büyük itici gücü olmuştur.”25 ve “…Ancak bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Emperyalist dönemde bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı katmanları, bazı ülkeler, bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak kapitalizm eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir.”26

Emperyalizmin bilimsel teknik devrimle nasıl bir gelişme gösterdiği, bir Japonya, pasifik bölgesi ülkelerindeki genel gelişmenin diğer kapitalist anayurtlara göre; büyüme, istihdam, ihracat yatırımlar vb, parametrelerle nasıl daha pozitif olduğunu her gün gazete haberlerinden bile rahatlıkla görebiliyoruz. Bunalımı emperyalizme sürekli kılmak; demek ki kapitalizmin yasalarının işleyişi açısından ve onun varlığını sürdürmesi açısından olanaksızdır. Diyalektik materyalist yönteme başvurduğumuzda doğada ve toplumların gelişme yasalarında bir şeyin sürekli olamayacağını anlarız. Süreklilik, bir statiklik-durağanlık demektir bu da diyalektik değil metafiziktir!

Kapitalizmin yaşadığı krizler sermaye birikiminden kaynaklanır. Kapitalistin her zaman istediği şey artı-değer oranını yükseltmek, daha fazla kar elde etmektir. Artık değeri arttırmanın iki yolundan; mutlak ve nispi artı değer arttırma yolundan birini tercih eden kapitalist ister istemez bir süre sonra birikimde tıkanıklarla yüz yüze gelir. Bu öncelikle kullanılan tekniğin geri veya ileri artık ömrünü doldurmasından ileri gelir. İşçi sınıfının yükselttiği mücadeleyle artı- değerin pastasından daha büyük dilimler almaya başlaması, enflasyonist süreç, dünya çapında yaşanan rekabet, ülkenin genel yapılanmasından kaynaklanan darboğazlar-döviz, nitelikli işgücü, teknik vb tüm bunlar sermaye biriminde azalışa yol açar. M-P-M-P devresinde baş gösteren yavaşlama piyasada malların daha uzun süreli, bazen büyük stoklarla satılmasını gündeme getirir. Zincirin bir halkasında meydana gelen kopma ardı ardına tüm diğer halkaları da etkisi altına alır. Bu genel döngü sürekli kriz içinde değildir. Türkiye gibi ülkelerde ırlıklı olarak -Çünkü Türkiye imalat sanayiinin kullandığı tekniğin yüzde 20’ye yakını uluslararası standartlarda ileri teknolojidir- ikinci teknolojiler kullanılsa bile sermaye birikiminin sadece bu faktörden dolayı sürekli krizde olduğunu öne sürmek ne sınıf mücadelesini, ne kapitalist sermayenin dönem dönem yaşadığı altın yılları açıklamak olanaklıdır. Türkiye’de 10 yılda bir baş gösteren ekonomik-politik krizlerin öncesi ve sonraları vardır. Bu bize Türkiye ekonomisinin krize yakalanma süresini göstermekte: Yaklaşık 5,5 yıllık devrelerle sermaye birikiminin kriz nöbetine tutulduğu her iki kapitalist refah dönemi arasındaki sürenin ise yine 1924-1987 yılları arasında 5,4 yıl olduğu görülmektedir. (Doç. Süleyman Özmuçur, Boğ. Üniversitesi, Türk ekonomisinde eğilim, dalgalanma, referans tarihlerini belirlenmesi üzerine bir deneme, 1923-1987) Kriz nöbetlerini atlatan finans-kapitalin kriz sonrası yaşadığı altın yıllarda; en yakın örnek olarak 1980’den sonra en fazla 1987 sonlarına kadar sürebilmiştir. Ama aradaki bir yedi yıllık dönemden sonra altın yılların en güzel göstergesi olarak finans-kapital her kriz döneminden sonra olduğu gibi irileşmiştir. Koç, bir kaç milyar dolarlık yıllık cirodan 1990 yılında 7,8 milyar dolarlık ciroya, Sabancı da keza aynı dönemde devleşerek 4-5 milyar dolarlık bir ciroya erişmiştir. Türkiye’de 1980’lerde sanayi üretiminin yüzde 35’lere yakın bölümünü kontrol eden 500 büyük sanayi kuruluşu 1990’larda yüzde 60’a yakın bölümünü kontrol eder hale gelmiştir. Finans-kapital yaşadığı altın birikim yıllarıyla -sanayide, bankacılıkta, ihracat-ithalatta ve diğer sektörlerde- devleşmiş ve sayıca daha aza düşmüştür.

Oligarşi ve İşçi Sınıfı

“1960 sonrası montaj sanayinin hızlı gelişimi, iç pazara dönük yatırımlardaki artış işbirlikçi tekelci burjuvazinin güçlenmesini de beraberinde getirmiştir. Artık işbirlikçi tekelci burjuvazi oligarşi içinde etkin bir güç haline gelir…”

“Oligarşinin ‘tek bir vücut’ olduğu sanılmamalıdır. Çünkü oligarşik azınlık da kendi içinde farklı çıkar gruplarından, farklı hedefleri ve farklı programları olan sömürücülerden oluşmaktadır… 1950’lerden 1980 tere gelindiğinde 1950’lerde oluşan oligarşik yapıdan herhangi bir kesimin tasfiye edilmediğini sadece güç dengelerinde değişmeler olduğunu görüyoruz. Ancak işbirlikçi tekelci burjuvazi güç kazanırken diğer kesimlerin (Savunmaya göre diğer kesimler: prekapitalist sınıfların en irilerinden oluşan tefeci-tüccar ve büyük toprak sahipleri- bn) güç kaybına uğradığı ekonomik ve siyasi hayatta eski etkinliklerini yitirdikleri de bir gerçektir.”27

Dev-Sol’un mantığı yine konuşuyor: Türkiye’de kapitalizmin 70 yıla yakın tarihi gelişimi içinde tekelci burjuvalarla, prekapitalist sınıfların en irileri tefeci-bezirganlarla büyük toprak sahiplerinin arasında ÇİN SEDDİ vardır. Bunlar bir avuç ve yan yana olmalarına rağmen ne ilginçtir ki birbirlerinin etkinliklerini kırmaktan başkaca bir ilişki içine girmemektedirler! Tıpkı serbest rekabet dönemindeki ticari, sınai ve toprak burjuvazisi gibi bunların; oligarşinin farklı kanatları vardır ve Türkiye’deki her ekonomik-politik çalkalanışta kanatlar arası savaş yaşanmaktadır! Zaten darbelerin mantığında bunlar değil midir belirleyici olan?!!!

Tarihin akışını bu derece tersten ve metafizik yorumlamak olabilirdi. 1924’lerden itibaren iş Bankası’nın nasıl sınai yatırımlarla içli dışlı olduğunu, bunun daha sonra kurulan bankalarca da yeniden üretildiğini İş Bankası kubbesinde tefeci-bezirganlarımız eşraf-ayanlarımızın nasıl domuz topu olduğunu gördük. Tarih bize bunları gösteriyor. Hiç mi gözümüze iş Bankası gerçeği batmıyor? Hiç mi şu meşhur holdinglerimizin faaliyet gösterdiği alanları tek tek irdelemek içinizden gelmiyor? Hiç mi etrafınıza bakmıyorsunuz? Kim bu büyük toprak sahipleri, tefeci-bezirganlar? İktidar bunlar mı? Tabii ki hayır!

Görülemiyorsa biz gösterelim: Türkiye’de tekellerin maddi gerçeklik haline gelişlerini 1930, 1950’li yılların istatistiklerinden göstermiştik. Şimdi de sıra, kökü Cumhuriyetin o görülemeyen tarihlerinde bulunan bankaların sanayi kuruluşlarına ortaklıklarına bakalım:

Tablo 7
Türkiye’de bankaların sanayi kuruluşlarındaki iştirakleri
Özel Bankalar (Milyar TL)
İş Bankası 371
Pamukbank 170
Yapı Kredi 188
Garanti 110
Akbank 102
Kamu Bankaları  
Etibank 300
Sümerbank 131
Vakıfbank 69
Emlak Kredi 57
Ziraat 44
Kaynak: Para ve Sermaye Piyasası Dergisi 1988 Haziran-Türk Bankalar Birliği raporu
Not: 1988’de bankaların sanayideki iştirakleri 1 trilyon 730 milyar liradır. 1980’de bu 29 milyar liradır. 1980-88 yıllarında iştirak artışı yüzde 5865 ya da 58 kattır (cari fiyatlarla). 1988’de Türk Bankacılık sisteminde iştiraki bulunan 40 bankanın 1,7 trilyonluk iştirak toplamının yüzde 80‘ini yukarıdaki 10 banka kontrol etmektedir!

Not: 1988’de bankaların sanayideki iştirakleri 1 trilyon 730 milyar liradır. 1980’de bu 29 milyar liradır. 1980-88 yıllarında iştirak artışı yüzde 5865 ya da 58 kattır (cari fiyatlarla). 1988’de Türk Bankacılık sisteminde iştiraki bulunan 40 bankanın 1,7 trilyonluk iştirak toplamının yüzde 80‘ini yukarıdaki 10 banka kontrol etmektedir!

Görüldüğü gibi İş Bankası 371 milyar lirayla başı çekmektedir. Etibank, Sümerbank, Yapı Kredi Bankası, Pamukbank, Akbank, Ziraat Bankası vd bankalar hepsi Cumhuriyet dönemlerinde faaliyete geçmişlerdir -Ziraat Bankası Osmanlı döneminde kurulmuştu-. Eğer hala banka-sanayi sermayesinin bu capcanlı iç içe girişinin finans-kapitali yaratmadığını göremiyorsanız yani hala bir avuç tekelci burjuva, bir avuç tefeci-bezirgan, toprak sahibi arıyorsanız şimdi de şunu okuyun:

1990 yılı hesaplamalarına göre Koç Holdingin cirosu 24 trilyon liradır. Koç, bu korkunç ciroyu -ki Türkiye milli gelirinin yaklaşık yüzde 10’udur- imalat sanayi, tarım sektörü, hizmet sektörü: bankacılık, turizm, ulaştırma, ihracat-ithalat, sigortacılık alanlarından sağlamıştır. Sabancı’ya bakalım: yine karşımızda kapitalizmin tüm sektörlerine ve alt sektörlerine hükmeden bir finans-kapitalist 1990 cirosu 14 trilyon lira Eczacıbaşı, Kuvayı Milliyeci Karamehmet’ler ve diğerleri. Koç 1990’da39 bin işçi, Sabancı 33 bine yakın işçi çalıştırırken her iki finans kapitalistin ihracatları da toplam 1 milyar doları geçti… Türkiye milli gelirin yüzde 70-80’ini kontrol eden finans-kapital hazretlerimiz karşınızda duruyor, eğer hala oligarşi diyorsanız o anladığınız, oligarşi değil MALİ OLİGARŞİDİR. Bir avuç demek olan ve Yunanca oligark kelimesinden gelen oligarşi sözcüğü ancak mali oligarşi yani maddi temeli tekeller olan ve banka-sanayi sermayesinin sentezleşmiş yapısını anlatan bir şekilde anlaşılabilir.

Tefeci bezirganları ise iktidarda değil finans-kapitalin kırdaki ayağı olarak görmeli. Ekonominin hükümdarları ister istemez iktidara hükmediyor tefeci-bezirganlar onun: kurdun sofrasındaki kırıntılarla besleniyor.

Dev-Sol Savunma’da işçi sınıfının yapısını da montaj sanayiine bağlamayı ihmal etmiyor:

“Kendi iç dinamiğiyle gelişmeyen sanayiinin istihdam ettiği işçi sınıfı çoğunlukla köylülükle bağlarını koparmamıştı. Gecekondu bölgeler de yarı-köy, yarı-kent görünümüyle barındırdığı insanların sosyal durumunu yansıtıyordu. İşçi sınıfı saflarında yarı- işçi, yarı-köylü (abç) özellik onun bilinç ve örgütlülüğünü olumsuz yönde etkiliyordu… Henüz ‘kendisi için sınıf’ olamamış işçi sınıfı en küçük demokratik-ekonomik istemleri karşısında devletin zoru ve şiddetini görerek siniyordu. Köylü özelliklerinden kurtulamaması da bunu pekiştirdi.

“Ağır sanayiinin gelişmemiş olması proletaryanın sağlam bir çekirdekten yoksunluğu demekti… SSK raporlarına göre 1984 yılında 335 işyerinde 500-995 arası; 182 işyerinde ise 1000’den fazla işçi çalışmaktadır. Bu rakamlar Türkiye işçi sınıfının fabrikalardaki yoğunlaşmasının yüksek olmadığını, genel olarak da orta düzeyde bir yoğunlaşma olduğunu göstermektedir.”28

Türkiye kapitalizmini uzunca bir süre yarı feodal, yarı-kapitalist gören siyasi eğilimin mirasçısı bir hareketin işçi sınıfına yarı-işçi yarı-köylü damgasını vurmasında şaşılacak bir şey yok! 15-16 Haziran’da yüzbinlerce işçi kendiliğinden de olsa yarattığı eylemlilikle Türkiye’yi sarsarken o dönemin küçük burjuva sosyalistlerinin işçi sınıfının varlığını tartışmaları gibi Türkiye’de ağır sanayi yok diye(!) proletaryanın sağlam bir çekirdekten yoksun olduğunu söylemesi de garip kaçmıyor! Burjuvazinin eti neyse budu o! Türkiye’de montaj sanayii mi var! Montaj sanayiinin işçileri de demek ki böyle oluyor!

Kısaca değinecek olursak; Türkiye’de işçi sınıfının Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın saptamalarına göre 1930’da sosyal bir sınıf olduğunu görüyoruz. 1930’da 300 bin olan sanayi proletaryası sayısı, 1955’de 1 milyon 123 bine, 1965’de 1 milyon 474 bine ve 1988’de 3 milyon 130 bine çıkmıştır. Türkiye’de sanayi-tarım-hizmet sektörlerindeki ücretliler sayısı 1930-1985 dönemlerinde yani 55 yılda yüzde 610 artarken, Türkiye’nin nüfusu yüzde 260 artmıştır. 1930’da her 46 kişiden biri sanayi proleteri iken 1988’de her 17 kişiden biri sanayi proleteri olmuştur.29

İşçilerin büyük mü, küçük mü işletmelerde yoğunlaştığını da tekrar kısaca hatırlatalım. 1939 istatistiklerinde -yukarıdaki paragraflarda ayrıntılı anlatılıyor- 1114 işletmeden 113’ünde işçilerin yüzde 73’ü çalışmaktadır. 1950’de toplam kapitalist işletmelerin yüzde 3,2’sinde toplam işçilerin yüzde 70,6’sı çalışmaktadır. Gelelim 1970 ve 1980’lere: 100 ve üstü işçi çalıştıran ve toplam kapitalist işletmelerin yüzde 0,4’ü olan fabrikalarda Türkiye imalat sanayiinde çalışan tüm işçilerin yüzde 47,3’ü (1970) ve yüzde 48,7’si (1980) çalışmaktadır.30 Büyük fabrikaların hem de bir avuç fabrikanın yüz- binlerce işçiye hükmetmesi Dev-Sol’a göre yeterince yoğunlaşma olmuyor herhalde?!

İşçilerin yarı-işçi, yarı-köylü olduğu edebiyatı ise 1980’ler öncesinde yaygın bir bakıştı. Türkiye’de yaşanan her darbe finans- kapitalimiz gerçekliğini yeterince göstermiyor mu? İşçi sınıfımızın içinde yaşıyoruz, onun köyle bağını acaba yaşamdan mı dile getiriyoruz, yoksa bakışımızın bir uzantısı olarak yani anlamak istediğimiz gibi mi anlıyoruz?

Türkiye’de imalat sanayii kuruluşlarında yapılan araştırmalar işçi sınıfının kuşaklar yarattığını gösteriyor.1 38 işletmede yapılan araştırmaya yanıt veren işçilerin babanızın mesleği nedir sorusuna verdiği yanıt yüzde 24 sanayide işçi olmuştur. Süreç bir yandan baba işçi-çocuk işçi-torun işçi zincirini yaratırken diğer yandan mülksüzleşmenin sürdüğünü gösteren bir delil olarak işçilerin yüzde 39’u baba mesleği olarak çiftçiliği göstermiştir.31 Belki bunlarda yeterli değil. Tam da toprakla bağın olup olmadığını anlamamız için Demiryol-İş Sendikasının yaptığı araştırmaya bakmamız gerekecek. Araştırmada işçiler “toprağınız var mı” sorusuna yüzde 95 gibi çok yüksek bir oranda hayır demişlerdir. Eğer yarı-işçi yarı-köylülük varsa 15-16 Haziran direnişleri, 1979 Tariş, Gültepe, 1989 Nisan Bahar direnişleri, 1990 madenciler direnişi, metal-tekstil işçilerinin direnişi ve tüm Türkiye’yi sarsan eylemlilikleri kim yaptı? Herhalde köylü işçiler.

Ama bu da olmaz. Ancak, devrimde kendisi için sınıf olan işçi sınıfının bu örgütlülük ve politik seviyesini görmek istiyorsunuz, göremeyince de “işte, köylü işçiler” diyorsunuz ve devrimde fiili öncülüğü elinden alıyorsunuz.

Sonuç Yerine

Dev-Sol Türkiye kapitalizmi tarihini çözümleyeme çalıştıkça olmadık sonuçlara; dev aynasında emperyalizm, montaj sanayii, cüce aynalarda işçi sınıfı, kapitalizm görüyor. Her karşı devrim saldırısından bir parça ders çıkarmasını beceren küçük burjuva sosyalizmin bu konuda da en azından modernleşmeye çabalaması gerekir, beklenirdi!…

 

 

Başvurulan Kaynaklar:

1- M. Çayan Kesintisizler s. 354

2-     ”                             ”                              s. 355

3-     ”   ”                                 s.                     356

4-     ”   ”                                 s.                     357

5- Banka ve Ekonomik Yorumlar dergisi sayı: 1986 Eylül, C. Bayar’la söyleşi.

6- M. Çayan Kesintisizler s. 321

7- a.g.e.                               “                         s.331

8- a.g.e.                               “                         s. 335

9- Dev-Sol Savunma Derleyen Dursun Karataş, s. 230

10- ”     ”  ”               ”             ”          s. 250

11- Yahya Tezel Cumhuriyet Döneminin iktisadi Tarihi

12- Banka ve Ekonomik Yorumlar dergisi, sayı: 1986 Eylül

13- Korkut Boratav Türkiye İktisat Tarihi s. 36

14- Çağdaş Yol sayı: 9, Türkiye’de Proletarya

15- İstanbul Sanayi Odası (ISO) istatistikleri

16- Yahya Tezel a.g.e.                             s. 168

17- Yahya Tezel a.g.e.  s.176

18- Dev-Sol Savunma                              s. 256

19- “                “            s. 253

20- “                “            s. 284

21- “                “            s. 585

22- Cevdet Erdost Sermayenin uluslararasılaşması, s. 145

23- Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı Paul Sweezy, s. 177

24- K. Marx Kapital 1, s. 464

25-Lenin V. l. Emperyalizm, s. 150

26- “                   “                                      s.      150

27- Dev-Sol Savunma,                             s. 593

28- “                 “       s. 605-607

29- Çağdaş Yol, sayı: 12, Türkiye’de Proletarya

30- “           “            “

31-  “          “            “

32- Demiryol-İş Sendikası demiryol-işkolu işçileri araştırması