KAPİTALİZM ve SOSYALİZM ÜZERİNE RAPOR
Yol, Sayı 1, Mart 1991
Kapitalizm
Dünyamız, kelimenin tam anlamıyla tarihi bir dönemden geçiyor. İkinci Dünya savaşıyla birlikte kurulan dengeler insanlık tarihi açısından ne kadar büyük önem taşıdıysa, şimdi o dengelerin geriye doğru bozuluşu da en az o denli önem taşımaktadır.
Sosyalizm, özellikle doğu Avrupa ülkelerinde, çözülüyor. Sovyetler Birliğindeki gelişmelerin varacağı sonuçları bugünden kestirmek oldukça zor. Ancak şimdiden söylenebilecek olan, Sovyetlerde de sosyalizmin geleceğinin çok ciddi bir tehdit altında olduğudur.
Kapitalizm bu gelişmeler karşısında belki de tarihi boyunca varabildiği en yüksek moral üstünlük noktasına ulaşmıştır. Bu açık gerçeklikler, insanlığın bilincinde kaçınılmaz yankılarını yaratıyor. Bunların en önemlisi kapitalizmi ebedileştiren sosyalizmi ütopyalaştıran tezlerdir. Sovyetler Birliği’ndeki en yetkili teori ve politika üreten merkezler çoktan kapitalizmle İlgili “kriz ve çöküş” teorilerinden, “iki sistemin zaman içinde yakınlaşması” teorisine geçtiler bile… Kapitalizm, İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan “barışçıl yarışta” üretici güçleri geliştirme yeteneğini yitirmediğini gösterdi ve sosyalizmi çok gerilerde bırakan bir teknik üretkenliğe ulaştı. Yaşadığımız dönem, bu yarışın ilk etabın bittiği yıllardır ve dünya sosyalizmi bu yarışta yenik düşmüş, soluksuz kalmıştır.
Bu yepyeni koşullarda, kapitalist dünyayı değerlendirirken sistem içindeki son güçler dengesine bakmak artık yeterince açıklayıcı olamaz. Kapitalist gelişimin genel tarihine ve özelliklerine topluca yeniden yaklaşmak kaçınılmaz olmuştur.
Kapitalizm gelişmesi sırasında farklı dönemlerden geçmiştir. Birbirinden başlıca farklı iki dönem; serbest rekabetçi ve tekelci kapitalizm dönemleridir. Ancak bu kaba ayrım, kapitalizm sürecinde evrimleşen üretici güçler ve üretim ilişkilerinin durumunu yeterince açıklamaz. Onun temel özelliği olan üretim araçlarındaki özel mülkiyet ile artı-değerin sermayeye dönüşmesi, aynı kalırken üretim tekniği ve mülkiyet İlişkilerinde değişimler yaşanmıştır.
Serbest rekabetçi kapitalizm, manifaktür ve makina (fabrika) üretimi dönemlerini kapsar. Üretim aletlerinin bir yere toplanması olan manifaktür üretimde, işçi henüz zanaatkar özelliklerinden sıyrılmamıştır. O nedenle yüz yılı aşan bu dönemde, gerçek anlamda bir işçi hareketi şekillenmemişti.
Makinalı üretim, sanayi devrimi ile başlamış büyük işçi topluluklarını bir araya getirmiştir. Artık işçi, aletin (makinanın) bir parçası durumundadır, İşi tek düze ve hiçbir yaratıcı özelliğe sahip değildir. Fabrika üretimine geçen kapitalizm, aşırı üretim krizleriyle birlikte yaşamaya başlamıştır. 19 yy., devri krizlerin kapitalizmi her 6-8 yılda bir sarstığı yüzyıl olmuştur.
Serbest rekabet, hızlı teknik gelişimin iticiliğinde yüz yıla kalmadan zıddını, tekelci üretim ilişkilerini yaratmıştır.
Tekelci kapitalizm yıllarını başlıca üç farklı döneme ayırabiliriz. İlki, İkinci Dünya Savaşının bitimine kadarki dönemdir; İkincisi, savaş sonrasından 1970’lerin ortalarına kadar; üçüncüsü, içinde yaşadığımız dönemi kapsar.
İlk döneme finans kapitalin doğup gelişmesi damgasını vurmuştur. Sürekli yoğunlaşan ve merkezileşen sermaye birikimi, kaçınılmaz bir şekilde finans kapitali yarattı. Finans kapital ya da somut biçimiyle anonim şirketler, üretimin giderek daha fazla sosyal karakter kazanması karşısında, mülkiyet ilişkilerinde de, kapitalizm çerçevesinde bir “sosyalleşme” anlamına geliyordu. Kapitalizmin serbest rekabet yıllarına denk düşen işletmesinin başındaki kapitalist tipi, finans kapitalin şekillenmesiyle ortadan kayboldu.
Emperyalist anayurtlarda şekillenen dev tekeller, kaçınılmaz bir şekilde dünya pazarının yeniden paylaşımını gündeme getirdi. Tekelci kapitalizmin ilk kırk yıllık tarihine paylaşım savaşları damgasını vurmuştur. Yine aynı dönem, kapitalizmin yıkılış sancılarını en yüksek noktasına vardırmış, bunun sonucu olarak 1917 Rus devrimi daha sonra da doğu Avrupa’daki devrimler yaşanmıştır. Tekelci kapitalizmin ilk dönemine damgasını vuran daha yüksek sermaye birikimi için dev tekellerin dünyayı en korkunç paylaşım savaşları, sosyalizmin doğuşuyla pazarların topyekün kaybına varınca sürdürülmesi imkansız hale gelmiştir.
Tekelci kapitalizmin ikinci dönemi, 1940’lar sonrası başlar ve öncesi ile bazı önemli farklılıklar taşır. Bu farklılıkların en önemlisi devletin bir kapitalist gibi ekonomiye katılmasıdır. Keynes’in ismiyle anılan bu uygulamalar 1930’larda filizlenmiş, 1940’lar sonrası ise kapitalist anayurtlarda genel bir özellik haline gelmiştir. Devlet, bir yandan az kârlı alanlarda temel yatırımlara girişip, aynı zamanda büyük tekellerin dev müşterisi gibi davranarak doğrudan talep yaratırken; öte yandan, sosyal harcamaları yükselterek hem iş edinmeyi hem de çalışanların yaşam koşullarını yükseltiyordu.
Bu gelişme, üretim ilişkilerindeki bu yeni durum hiç şüphesiz ki kapitalizmin iki dünya savaşını kapsayan büyük krizine karşı bir tepkidir. Aşırı üretim krizleri ve rekabetin yıkıcılığı, insanlık tarihinde yeni bir dönem başlatmış, sosyalizmi yaratmıştır. Dünya kapitalizmi 1917’den sonra, artık hiçbir zaman öncesi gibi olamazdı. Kapitalizm, sosyalizmin doğuşundan önemli dersler çıkartmıştır. John Galbaitn’ın dediği gibi “refah devleti tarafından katı ve sert kenarları yontulmasaydı eğer, kapitalizm yaşayamazdı”.
Devletin tekelci ekonomide devreye girmesi sermaye birikiminde yüksek bir yoğunlaşmanın doğal sonucudur. Ekonomiye egemen hale gelen finans kapital zümresi, devleti de bütün kapitalistlerin egemenlik aracı olmaktan, kendi egemenliğinin aracı haline getirmiştir. Devlet bir bakıma, finans kapital için daha yüksek sermaye birikimi sağlamada kollektif sermaye biriktirme aracı olmuştur.
Kapitalist ekonomiye plan uygulaması da 1945’ler sonrası girmiştir. Aşırı üretim krizlerinin yıkıcılığı ekonomiyi planlı davranmaya zorlamış, teknik haberleşmedeki gelişmeler de planlamayı mümkün kılmıştır. Bu özellikler kapitalizmin gelişmesinde, yaşanan büyük krizlerden sonra bir bakıma kaçınılmaz basamaklar olmuştur.
Öte yandan, 1950’ler sonrası kapitalizmde sosyal harcamaların artması-eğitim, sağlık, işsizlikte iyileşmeler- yani ünlü deyimiyle “refah devleti”nin şekillenmesinde ise en büyük etken, sınıf mücadelesinin sosyalizmin iktidarıyla sonuçlanmasıdır. Emperyalizm kırılmamak için esnemiş, daha doğrusu esnemek zorunda kalmıştır. Kapitalist anayurtlarda yaşam koşulları ve sosyal haklar öncesiyle kıyaslanmayacak ölçüde gelişmiştir. Bugün pek moda olan “İsveç modeli” kendi orijinalliğini Sovyet devrimine aşırı derecede yakın olmakla kazanmıştır. Üretim biçimi olarak sosyalizmle ilgisi olmayan hatta tekelciliğin en sivri olduğu bu ülke, sosyal haklar açısından sosyalizmden ileridir. Bir İsveç sosyal demokratının dediği gibi, “İsveç modeli” “güçlü bir kapitalizmle güçlü bir işçi hareketinden doğmuştur”. İsveç işçi hareketinin gücünü Sovyet devriminden aldığı çok açıktır.
Kapitalizm, kendi arasındaki rekabet kadar sosyalizme karşı yürüttüğü soğuk savaşın itici gücüyle de üretici güçleri geliştirmiştir. Öte yandan, “refah devleti”nin temellerinde yeni sömürgecilikle geri ülkelerin soyulmasının çok önemli bir payı vardır. Eğer bu gerçeklik unutulursa, bütün değerlendirmeler emperyalizmin övgüsüne dönüşür.
Emperyalist merkezler, kapitalizmin yalnızca bir yüzüdür; diğer yüzü ise geri ülkelerdir. Birinde üretici güçler gelişirken, diğerinde büyük ölçüde çürümekte, israf olmaktadır. Geri ülkeler aleyhine sermaye biriktirebilen emperyalizm gelişirken, diğerlerinin nefes boruları her geçen gün daha fazla tıkanmaktadır.
Savaş sonrası emperyalist ideologlara “sanayi ötesi” toplumun kurulduğu çığlıklarını attıran gelişmeler 1970’lerin ortalarında yaşanan derin krizle birlikte yok olup gitti. 1970’lerin ortasından itibaren tekelci kapitalizm üçüncü dönemine girer. Keynes’in ismiyle anılan uygulamalar terkedilirken yeni döneme Friedman damgasını vurur.
Tekelci kapitalizmin 1970’ler sonrası belirginleşen yeni özelliklerine gelmeden, 1973 krizini yaratan koşullara ve krizin özelliklerine göz atalım.
Kriz kendini üretimde keskin bir düşüş ve doğal olarak kullanılmayan kapasitelerde bir artışla ortaya koymuştur. Bütün kapitalist ülkelerde 1961-1973 arası yüzde 6 olan sanayi üretimindeki yıllık artış oranı, 1974-1985 arası yüzde 1,8’e düşmüştür. Üçte birden daha fazla bir düşüş… Bu düşüşün diğer yanı kullanılmayan kapasitelerdeki artıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası 1970’lerin ortalarına gelinceye kadar atıl kapasite en fazla 1966 da yüzde 6’ya ulaşmıştır. Oysa bu oran 1974’de yüzde 25’e sıçrarken, 1982 de yüzde 33’e tırmanmıştır. Yalnızca bu oranlardan kalkarsak, sabit sermayenin üçte biri değersizleşmiştir.
Hemen görülebileceği gibi 1930’lara kadar daha sık ve daha derin yaşanan derin krizler 1940’lardan 1973’e kadar aynı ölçüde yaşanmamıştır. 1973 krizine kadar üretimde dalgalanmalar yaşansa da bunlar kriz noktasına varmamıştır. Bu yapısal değişimin nedenleri açıktır. Devletin de ekonomiye doğrudan müdahalesiyle tekelci kapitalizm üretimi az çok planlı hale getirebilmiştir. Ülke ve dünya pazarına yukarıdan bakabilen finans kapital, doğal olarak üretimdeki eski anarşiye belli düzenlemeler getirebilmektedir.
Kapitalizmin savaş sonrası otuz yılı aşkın krizsiz döneminin diğer önemli nedeni, iki dünya savaşının öncekilerle kıyaslanmayacak ölçüde yarattığı yaygın ve derin yıkımdır. Kapitalizm bu yıkıntı üzerinde kendini yeniden kurdu. ABD sermayesinin öncülüğünde Avrupa (özellikle Almanya) ve Japonya yeniden kuruldu.
Öte yandan, aynı yıllar klasik sömürgeciliğin yaygınlaştığı yıllardır. Kapitalizm, doğuş yıllarında ilk büyük sermaye birikimini sömürge talanlarıyla yapmıştı. Savaş yıkımından sonra uzun “refah” yılları için yoğun sermaye birikimini bu sefer yeni sömürgecilikle sağlamıştır.
Fakat 1970’lere gelindiğinde kapitalizmin anayurtlarda savaş sonrası yeniden inşası bir ölçüde tamamlanmış, daha da öteye yeni güç merkezleri şekillenmeye başlamıştır. Diğer yandan, yeni sömürgecilik ilk iflas işaretlerini vermeye başlamıştır.
Böylece 1970’lere gelindiğinde aşırı sermaye birikiminden doğan kriz kendini bütün şiddetiyle ortaya koymuştur. Kâr oranlarındaki düşme üretim araçlarının yenilenmesi için gerekli yatırımları yavaşlatmıştır. 1961-1970 arasında yüzde 9,1 olan kâr oranı 1970-74 arasında yüzde 7,6’ya 1974-1982 arasında ise yüzde7,3’e düşmüştür.
1973-75 de derinleşen, kısa bir iyileşme eğiliminden sonra 1980-82 de yeniden patlak veren krizin temel özellikleri şöyle sıralanabilir.
– Kriz daha çok tüketim malları, sanayi (tekstilden arabaya) ile eski günlerin ağır sanayi dallarını (demir çelik üretimi) etkilemiştir. Yeni yüksek tekniğin kullanıldığı kimya ve elektronik sanayi krizlerden fazla etkilenmemiştir. Yeni üretim tekniklerinin eskittiği ve değersizleştirdiği sermaye 1973 kriziyle yenilenmeye zorlanmıştır. Ve bu süreç kaçınılmaz bir şekilde işsizliği arttırmıştır. Örneğin giyim, otomobil ve çelik sanayilerinde ABD ve Avrupa’da bir kaç milyon işçi işlerini kaybetmiştir. Krizin hafiflediği yıllarda bile işsizlik azalmamıştır.
1973 ve 1980 krizleri, savaş sonrası şekillenen üretim tekniklerinin eskiyip, değersizleştiğini ve yenilenmesi gerektiğini anlatmaktaydı.
– Kapitalizmin 1973 ve 1980 krizleri, aynı zamanda enerji ve ham madde kaynaklarındaki bunalımla çakışmıştır. Emperyalist ideologların çok sık tekrarladığı gibi petrol fiyatlarındaki yükselmeyi krizin nedeni olarak koymak sorunu tam tersinden ele almak olur. Geri kapitalist ülkelerin ham madde kaynaklarının, emperyalizm tarafından pervasızca yağmalanması, bu ülkelerin şu ya da bu yolla direnişlerini ortaya çıkartmıştır. Bu aslında kapitalizmin ileri ve geri yüzü arasındaki çelişkinin kendini bir biçimde ortaya koymasıydı. Enerji ve ham madde kaynaklarındaki riskin artması, aslında kapitalizmin ekstansif gelişiminin sonuna varıldığını gösteriyordu. Böylece kaynakların spekülatif israfı yerine zamanla kaynakların kullanımında tasarrufa bıraktı. Ham madde kaynaklarındaki tasarruf zorunluluğu ise yeni tekniklerin kullanımını kaçınılmaz kılıyordu. Geri ülkelerin bir direnci anayurtlarda teknik gelişime zemberek oluyordu.
Aynı kriz kapitalist ekonomilerdeki tarım sorununu da öne çıkartmıştır. Sabit sermayenin yenilenmesi için gerekli birikim ihtiyacı, tarım sübvansiyonlarına yapılan harcamalarda bir indirimi zorlamaktadır. Böyle bir gelişim, uluslararası planda tarım ürünleri rekabetini arttırır ve kaçınılmaz olarak kimi kapitalist anayurtlarda ve özellikle de geri ülke kırlarında yıkıcı etkiler yaratır. Eğer böyle bir gerişim olursa, şimdiden kapitalist anayurtları belli ölçüde bunaltan İllegal işgücü göçü çok daha yüksek boyutlara fırlar. “Refah devleti” adacığının etrafına yığılan bu “barbarlar”, uyuşuk “medeniler arasında ister istemez sosyal huzursuzluklara kapı açar.
-Enflasyon ve yerinde sayan üretkenlik, düzelme yıllarında bile kapitalist ekonomilere yapışık bir hastalık haline gelmiştir. Enflasyonun esas kaynağı dev tekelci devlet harcamalarıdır. Fakat öte yandan önceki yıllarda “ılımlı” bir enflasyon, donuklaşan tekelci yapıları canlandırmak için istenen bir uygulama olmuştur. Artan fiyatlar, sabit sermaye yatırımlarının hızlı amorti edilmesini sağlıyordu. Fakat bu süreç bir kez işlemeye başlayınca tırmanan enflasyon koşullarında sabit sermayenin yenilenmesi zorlaşıyor, sermayenin eskime süreci yavaşlıyor, para üretim devresinden çıkıp spekülasyona kayıyordu. Bu da beraberinde üretkenlikte bir durgunlaşmayı getirmiştir. 1983 sonrası belli bir düzelme yaşanmasına rağmen kapitalist ekonomiler hala bu kısır döngüden kurtulamamıştır.
– 1930’lardaki kriz devleti ekonominin içine çekerken, 1973 krizi tersi yönde bir eğilim doğurmuştur. Savaş sonrası gelişmede devletin ekonomiye girişi sermaye birikimini arttırsa da, tekelci üretimin yapısında zaten var olan donuklaşmayı yıllar geçtikçe biriktirmiştir. Yeni üretici güçler kriz yoluyla bu yapıyı zorluyor. Ancak sorun tekelci ekonominin yapısından devleti tümüyle çıkartmak, yani 1930 öncesi ekonomik yapılara dönmek biçiminde konursa, böyle bir geriye dönüş imkansızdı. Tekelci devlet kapitalizmi bir avuç finans kapitalin tüm ekonomiye egemen olmasının bir mantık sonucudur. O nedenle, bu yönde kimi eskiyen uygulamalardan vazgeçilebilir, fakat esas yapı fazlaca değişemez. Çok gürültüsü yapılan özelleştirmeler, kapitalizmin mantığı gereği karlı üretim alanlarıyla sınırlı kalacak; öte yandan verimsizleşen ya da karlılığı azalan alanlarda da “devletleştirme” süreci işleyip gidecektir.
1978 krizi esas olarak “refah devleti”nin harcamalar yönünü etkilemiştir. Oranlarındaki düşmeyi engellemek için bir yandan işverenlere yeni yeni avantajlar getirilirken, devletin sosyal harcamaları da azaltılmıştır. Bu dönüş çok önemlidir. Savaş sonrası ilk kez, krizlerini geri ülkelere aktarma yollarının tıkanması sonucu, “refah devletleri” kendi “imtiyazlı” halklarının cebine ellerini atmışlardır. İngiltere ve ABD’nin başını geçtiği “yeni sağ”ın “ekonomide liberalizm” parolası daralan devlet imkanlarının öncelikle finans kapitale sunulmasından başka bir anlama gelmiyor. 1970 öncesi uygulamalar genişleyen bir ekonomiye denk düşüyordu. Kredi imkanları ve sosyal harcamalarla çalışan kesim ve küçük işletmelerde bu genişlemeden payını almıştır. 1973 krizi sonrası uygulamalar ise daralan ekonomik gidişe denk düşmektedir.
– 1973 kriziyle işaretleri görülen 1980 krizinde ise daha açık ortaya çıkan diğer önemli özellik kapitalist dünyanın öbür yüzüyle ilgilidir. Trilyona varan borç krizleriyle yeni sömürgecilik iflasın eşiğine varmıştır. 1980 sonrası geri kapitalist ülkelerden sermaye kaçışı artmış, iki yüz milyar doları bulmuştur. Gelişmiş ülkeler lehine sürekli kan kaybeden bu ülkeler, üretimlerini yenileyecek sermaye birikimine hiçbir zaman ulaşamadıkları için yeni borçlar da soruna çözüm olmamakta, borçla borç ödenirken üretim temeli çürümektedir. Emperyalizm tıpkı 1950’lerdeki gibi üçüncü dünya karşısında yeni bir dönüm noktasındadır. Geri ülkeler ulusal bağımsızlık savaşlarıyla önce “politik bağımsızlıklarını kazandılar. Yeni sömürgeciliğin iflasıyla sıra ekonomik bağımsızlıkların kazanılmasına gelip dayanmıştır. Ama bu önce emperyalizmle iyice içli dışlı olmadan, onun bütün soygun yolları deşifre olmadan olamaz.
Krizin ortaya çıkarttığı gerçekleri tespit ettikten sonra tekelci kapitalizmin yaşadığımız döneminde öne çıkan özelliklerine gelelim.
Üretici güçlerin durumu açısından: Bilimsel teknik devrim üretici güçlerin gelişmesinde yeni bir dönem başlatmıştır. Bilim, önceleri üretim sürecinin dışında ve üstünde görünürdü. Artık bilimsel araştırma laboratuvarları ile pratik üretim süreci arasındaki uzaklık olağanüstü kısalmıştır. 19.yy.’da bilgi birikimi ancak 50 yılda ikiye katlanıyordu. 1950’ler- de 10 yılda, 1970’lerde ise 5 yılda bir insanlığın bilgi birikimi iki katına çıkmaktadır. Şimdiden yüzde 75’i ABD de olan 1300 bilgi bankası vardır ve ciroları bir kaç milyar doları çoktan aşmıştır. Bu konuda “Japon mucizesi” ilginç örnek oluşturmaktadır. Japonya 1950-1979 yılları arasında 26 bin patent hakkı satın almış, yani yılda ortalama 800’den fazla yeni teknik bilgi Japon ekonomisine girmiştir. 1970’lerden sonra, bu birikimin sonucu taklitçiliğin yerini yaratıcılık almaya başlamıştır.
Bilim ve tekniğin böyle fırtınalı ilerleyişi üretim araçlarının ömrünü hızla azaltmakta, her yeni gelişimle eskiler çarçabuk değersizleşmektedir. Böyle hızlı değişime küçük ya da orta sermayeli işletmelerin ayak uydurmaları imkansızlaşmaktadır. Yeni teknikle üretim artık dev boyutlu tekelleri gerektirmektedir. Öte yandan, bilim ve teknikteki hızlı gelişim tekeller ölçeğinde rekabeti hızlandırmaktadır. Teknik gelişim buluşları olağanüstülükten kurtarmış, gündelik yenilikler haline getirmiştir. Uluslararası seviyeden olaya bakıldığında üretici güçlerdeki bu yenilenme hızı kapitalist pazarlardaki gerilimi önceleriyle kıyaslanmayacak ölçüde yükseltmiş ve süreklileştirmiştir.
İnsan üretici gücünün durumuna gelince kol emeği düzenli bir şekilde azalmakta, yerini otomatik sistemlere bırakmaktadır. Buna karşılık bilgi ve hizmet sektöründe çalışanlar artmaktadır. Kompüterle birlikte “kafa emeğinin üretime aktarılması önemli değişikliklere uğramıştır. Yeni teknik kafa emeğini de sıradanlaştırıyor. Onu da yaratıcılıktan uzak monoton, birbirini tekrar eden bir sürece dönüştürüyor. Az sayıda bilimsel araştırma grupları dışında hizmet işkolunda çalışanların ezici çoğunluğu tek düze “kafa emeği” harcamaktadır. Bu kafa ve kol emeği arasındaki imtiyazlı farklılığın kalkması yolunda büyük bir adımdır. Ancak insan düşüncesinin yaygın yaratıcı kullanımından henüz çok uzaktadır.
Sınıfın gittikçe çoğalan bu kesiminin sınıf mücadelesinde belirgin bir deneyi yoktur. Konumundan dolayı henüz sınıf zıtlıklarını proletaryanın klasik çekirdeği ölçüsünde algılayamamaktadır. Bu “beyaz yakalıların işi tekdüzeleştiği, bu alanda işgücü fazlası oluşmaya başladığı ölçüdeki süreç böyle akıyor kendilerinin de işgücü pazarına dahil olduklarını kavrayacaklardır. Böylece sınıf mücadelesine “kol emeği”nin militanlığının yanına belki de “kafa emeği”nin taktik ustalığı katılacaktır.
Üretim ilişkileri açısından: 1970’ler sonrası öne çıkan gelişme uluslararası tekellerin artan önemidir. Bugün çok uluslu tekeller dünya sanayi çıktısının üçte birini; dünya ticaretinin yarısını; patent ve teknoloji satışının yüzde 80’ini kontrol ediyorlar, Tahmin edilebileceği gibi çok uluslu tekellerin yüzde 75’i gelişmiş ülkelerdedir.
Çok uluslu tekellerin gelişmesi emperyalizmin sermaye ihracıyla yaşıttır. Ancak onların esas güçlendiği dönem savaş sonrası Avrupa ve Japonya’nın yeniden inşa yıllarıdır. Bilimsel teknik devrimin üretici güçleri sürekli yenilemesi ve yeni emperyalist güç merkezlerinin şekillenmesi uluslararası tekellerin gelişimine hız vermiştir. Sermayenin, emperyalizm çağıyla ulusal çitleri yıkışının günümüzdeki bir örneği olan uluslararası tekeller insanlığın gelişiminin kaçınılmaz yönüne işaret ediyor. Ancak, kapitalizm koşullarında onların konumunu abartmak, hatta uluslararası tekellerle merkez ülkeler arasında uzlaşmaz çıkar çatışmaları görmek insanı Kautsky’nin “süper emperyalizm” görüşüne götürür. Emperyalizm koşullarında, pazarı paylaşmak ya da korumak için zor hayati bir öneme sahip olduğu müddetçe, uluslararası tekeller esas olarak ana ülkelerin uzantısı olarak davranacaklardır. Aslında uluslararası tekeller, eskisi gibi topyekün savaşlarla dünya pazarının paylaşılmasının imkansız olduğu koşullarda dünya pazarının her gün yeniden paylaşımında emperyalist merkezlerin öncü gücü ya da ileri karakollardır.
Emperyalist merkezler arası güç dengesi açısından: Savaş sonrası sosyalizmin zaferi karşısında ve ABD’nin egemenliğinde kapitalist anayurtlar rekabeti asgariye indiren bir uzlaşmayla yeniden inşa sürecine girmişlerdi. Bu uzlaşmanın en önemli belgesi uluslararası para sistemini belirleyen doları egemen para ilan eden Bretton Woods anlaşmasıydı. Bu uzlaşma 1970’lerde yırtıldı. Çünkü Almanya ve Japonya’nın öne çıkmasıyla emperyalist dünyada yeni bir güç dengesi ortaya çıkmıştır. Amerikan tekelinin zayıflaması emperyalist dünyadaki gelişmelere yeni bir nitelik kazandırmaktadır.
Bu gelişmeyi burjuva iktisatçıları “rekabette rönesans”, “yeni bir rekabet rüzgarı” diye niteliyorlar. Gerçekten, 1950’lerde ABD’nin egemenliği çok açık iken, bugün Japonya ve Almanya güneşin altındaki yerlerini aldılar. İlk dünya savaşı İngiltere’nin dünya çapındaki egemenliğine önemli bir darbe vurmuştu. İkinci dünya savaşı egemenliğin kesin olarak ABD’ne geçmesiyle sonuçlandı. Savaş sonrası silahlanma yükünü taşımayan Almanya ve Japonya 1970’lerde açıkça ABD egemenliğinin yanına yükseldiler. 1980 krizi ise bu gerçekten kapitalist anayurtlar arası rekabete savaş sonrası yaşanmadık ölçüde yeni bir hız vermiştir. Ayrıca bilimsel teknik gelişmenin yeni karakteri yani araştırma ve geliştirmenin dev boyutlu sermayeler gerektirmesi; öte yandan teknik yeniliklerin günlük buluşlar şeklinde hızlanması kapitalist anayurtlar arasındaki rekabeti kaçınılmaz bir şekilde canlandırmıştır.
Bu gelişmenin yanına 1989’larda ortaya çıkan sosyalizmin çözülmesi de eklenince, kapitalist anayurtlar arası rekabet daha da tırmanacaktır. Bu gelişme kendini en çok geri kapitalist ülkelerin bunlara şimdi kapitalizmi restore etmeye çalışan eski sosyalist ülkeleri de katabiliriz- yeniden paylaşımında gösterecektir.
***
Sonuçlandırırsak, sosyalist ülkelerdeki krizin birden tırmanmasıyla kapitalizmin görünümü parlaklaştı. Kapitalist sisteme bizzat sosyalist saflardan da övgüler arttı. Oysa 1990’lar kapitalizm açısından yeni kriz beklentilerinin yoğunlaştığı yıllardır. Bu nedenle, kendi sermaye yenilenmesinde zorlanan kapitalizm, yeni doğu Avrupalı dostlarına son derece ihtiyatlı yaklaşmaktadır.
Kısmı bir iyileşme olsa da ABD ekonomisi hala kendini toparlayamamıştır. Amerikan mallarının rekabet gücü yükseltilemediği için dış ticaret hala büyük açıklar vermektedir. ABD savaş ve elektronik sanayi dışında pek çok alanda üstünlüğünü yitirmiştir.
Yaşanan kriz emperyalist merkezleri yeni bir işbölümüne itmiş Almanya ve Japonya, dünya jandarmalığında ABD’nin silah harcamalarına katılmaya zorlanmıştı. Yine bu ülkeler, üçüncü dünyadaki derin çöküş ihtimalini hafifletmek için yeni “riskler” üstlenmeye zorlanıyordu. Ancak sosyalist ülkelerdeki gelişmelerden sonra bu yeni iş bölümünün yürümesi çok güçleşmiştir. Almanya, son gelişmelerle birlikte kesin bir şekilde yüzünü doğuya çevirmiştir. İlk lokma Doğu Almanya’yı yuttuktan sonra Moskova’ya ilerlemeye niyetli görünüyor. Hitler’in motorize birliklerle yapamadığını Kohl, Alman markıyla başarmayı deneyecek.
Japonya ise, kendi yakın sömürgelerinden öteye açılırken çok ihtiyatlıdır. Sermaye fazlasını ABD devlet tahvillerine yatırmayı tercih ediyor. Bugün ABD taşınmaz mallarının yüzde 30’u Japonya tarafından satın alınmıştır. Kendi ülkesinde teknik yaratıcılığı kollayan Japon sermayesi, ABD pazarında asalak bir rantiye gibi davranıyor.
Kapitalist sistemin tümünü bekleyen en önemli sorun ise, yeni gelişmelerle yerinden edilen iş gücünün her geçen gün artmasıdır. Sermaye bu gelişmenin sosyal bedelini ödemeye hiç de niyetli olmayacaktır. Sosyal harcamalar çoktan aşağıya çekilmiştir. Önümüzdeki yıllar artan işsizlik ödentileri, çalışma saatlerinin azalmasıyla çıkabilecek problemlerle doludur. İlk kez 1973’lerden sonra kapitalist anayurtlarda çalışanların yaşam standardı ve sosyal hakları geriye saymaya başlamıştır ve bu süreç hala devam etmektedir.
Geri kapitalist ülkelerde ise iş gücünün önemli bir bölümü açık ya da gizli işsizdir. Bu fazla iş gücünü emperyalizm savaşlarla yok edemedikçe bilinçli olarak çürütmekte, lümpenleştirmektedir. Dünya ölçüsünde kapitalizmin çürümesinin en açık kanıtı üçüncü dünya ülkelerinin durumudur.
Ulusal kurtuluş savaşları döneminin kapanmasıyla, açılması gereken sosyal kurtuluş savaşları döneminin en tartışılmaz kanıtı trilyona varan borç yığınıyla yeni sömürgeciliğin iflas işaretini vermesidir.
Sosyalizm
Sosyalizm, tarihinin en dramatik yıllarını yaşıyor. Sosyalizmin sorunlarına yaklaşmak artık sistemdeki şu ya da bu detayın değerlendirilmesiyle sınırlı kalamaz, olaylar yaşanan sosyalizm deneyini topyekün yargılıyor.
İnsanlık tarihinin gelişimindeki paradoks bir kere daha Sosyalizm pratiğinde yaşandı. İçinde bulunduğu koşullardan kurtuluş tasarlayan ve bu kurtuluşu niteleyen parolalarla geleceğe atılan insanlık, özlediği koşulları elde ettiğini sandığı an onlardan hala uzakta olduğunu görerek, yeni yönelişler aramaya zorlandı. Avrupa Ortaçağından “eşitlik, özgürlük, adalet” parolalarıyla çıkan insanlık, bu kavramlara kapitalizmin gelişim kanunlarının hayal edilenden bambaşka özler kazandırdığını çok geçmeden yaşadı. “Özgürlük, eşitlik ve adalet”in sonuçta, sermayenin, “feodal tekel”e karşı kendini özgürce yenilemesinden ve eski serilerin yeni ücretli kölelere dönüşmesinden başka bir sonuç doğurmadığını gördü.
Sosyalizm, ücretli köleliğe son vermek için, üretim araçlarının kollektif mülkiyeti ve sınıfların ortadan kaldırılması parolalarını en yükseğe dikti, 70 yıllık iktidar deneyinden sonra ise, kollektif mülkiyetin kollektif köleliğe, sınıfların kaldırılma gayretinin ise dev bürokratik bir devlet mekanizmasının doğmasıyla sonuçlandığını gördü. Dolayısıyla yaşadığımız yıllar insanlık tarihi açısından yeni bir dönüm noktasıdır. Yeni teorik sentezlerin yaratılması yeni politik parolaların yükselmesi kaçınılmazdır. Eğer çok haksızlık etmiş olmazsak sosyalizm “manifaktür” dönemini yeni kapatıyor olmalıdır. Nasıl kapitalizmin manifaktür dönemi henüz ortaçağın yaratmış olduğu üretim araçlarını yalnızca bir mekanda toplamakla yetinmişse, onlara yeni bir nitelik kazandırmamışsa, sosyalizm de kapitalizmden devir aldığı üretim araçlarını mülkiyetinde sıyırmakla yetinmiş onlara yeni bir nitelik henüz kazandıramamıştır.
Sanayi devrimi, kapitalizmin gerçek gelişimi olmuştu. Bilimsel teknik devrim ise, kapitalizmi kendi maddi ve sosyal temellerini her gün daha fazla inkara zorluyor.
Sosyalizm, bilimsel teknik gelişimle kendi sanayi devrimine mi hazırlanıyor? Eğer böyle ise, bu gidiş neden geri dönüşlerle birlikte yaşanıyor? Bu topyekün geriye kayış, yeni bir sıçrayışın zembereğini kendi içinde taşıyor mu? Yoksa emperyalist ideologların dedikleri gibi, “tarihin bir yanılgısı” ortadan mı kalkıyor?
Bu sorulara cevap verebilmek için sosyalizmin gelişim sürecine ve yaşanan son krizinin nedenlerine göz atalım.
Sosyalizmin bilimsel bir düşünce temeli kazanması, döneminde kapitalizmin en ileri olduğu, İngiltere, Fransa ve Almanya’daki gelişmeler ışığında oldu. Ancak 1900’lerden sonra devrim bulutları doğuya, daha az gelişmiş kapitalist ülkelere kaydı. Bunun en önemli sonucu, tamamlanmamış burjuva devrimleriyle sosyalizmin iç içe girmesi oldu. Rus devrimiyle başlayan bu süreç, ulusal kurtuluş savaşlarının tarihi olarak tamamlandığı 1975’lere kadar süregeldi. Burjuva demokratik talepler sosyalizm lafzı ve görüntüsü altına girebildi. Basbayağı kapitalist ilişkiler, sosyalizm bayrağı altında geliştirildi.
Oysa 1905, 1917 Şubat ve Ekim devrimleri bu tarihsel süreçlerin iç içe yaşarken, aynı zamanda nasıl birbirlerinden farklı özlere sahip olduklarının en orijinal örneği olmuştu. Ancak insanlığın sosyal gelişimi sosyalizme doğru bir kez akmaya başladıktan sonra, yeryüzünün herhangi bir bölgesindeki her eski düzeni inkar ve ileriye yöneliş sosyalizm parolası altında yürüdü. Böylece sosyalizm görünüşte yaygınlaşırken, nitelikçe yeterince derinleşmiyordu. Günümüzde bu gerçeklik apaçık ortaya çıkmıştır.
Ancak dünya ölçüsünde, ulusal kurtuluşçu, burjuva, küçükburjuva akımların kendilerini sosyalist olarak adlandırmaları, bu anlamda sosyalizmin yaygınlaşması aslında üretim ilişkilerinin henüz böyle bir öz kazanmamasından kaynaklanan geri dönüşler ya da gerçek kapitalist yapıların ortaya çıkışı daha çok İkinci Dünya Savaşı sonrası devrim yaşayan, üçüncü dünya ülkelerinde görüldü. Oysa 1980 sonrası, sosyalist sistemin çekirdeği olan ülkelerde, geriye dönüşler gündeme gelmiştir. Bunlar için aynı yorumu yapmak, hele Sovyetler Birliği’nde anti- komünizmin güçlenmesini aynı kolaylıkla yorumlamak imkansızdır.
O nedenle bugünkü krizi açıklayabilmek için, sosyalizmin inşasını birkaç basamakla açıklamalıyız. Bu konuda hiç şüphesiz temel örnek Sovyetlerdir.
Sovyetlerde sosyalizmin inşası çok özgül koşullarda gerçekleşmiş olsa da, onun genel özü, sosyalizmin inşasında insanlığın ilk önemli deneyi olmasındadır.
Sovyet iktidarının ilk beş yılı savaş komünizmi olarak adlandırılır. Proletarya iktidarıyla hemen kilise malları ve toprak kamulaştırılmıştır, fakat şehirlerde sanayiin kamulaştırılması ise yıllar almıştır. Yönetmeyi özellikle üretimi düzenlemeyi pratik içinde öğrenen proletarya iktidarı sabotaj ve spekülasyona kaçmadıkça fabrika sahipleriyle, burjuva uzmanlarıyla birlikte iş yapmaktan kaçınmamıştı.
Bu yıllar ekonomik kuruluştan çok, proletarya iktidarının siyasi olarak tutunma ve karşı-devrimi tasfiye yılları olarak nitelenebilir. Köylüye toprak dağıtılmıştır, ancak dış ve iç savaş nedeniyle, ürettiği ürünün kendi asgari ihtiyacı dışındaki kısmına proletarya iktidarı tarafından el konulmuş ve bütün ticaret devletin doğrudan yürütümüne girmiştir. Bu uygulamalar olağanüstü koşulların bir bakıma kaçınılmaz sonuçlarıydı.
Fakat savaş komünizmi olağanüstü bir dönemin uygulaması olmasına rağmen sosyalizmin kuruluş deneyinde bazı yanıltıcı sonuçlara yol açmıştır. Bunların en önemlisi, eski üretim ilişkilerinin tasfiye edilip, yerine sosyalist üretim ilişkilerinin geçirilmesi sürecinin çok hızlı başarılabileceği hayallerini yaratmasıdır.
Köylülüğe, şehir ve kır arasındaki ticarete getirilen uygulamalar, savaş koşulları geçer geçmez hemen geniş bir hoşnutsuzluğun kaynağı olmuştur. Ünlü Kronştad ayaklanmasıyla NEP dönemine girilmiştir.
NEP, proletarya iktidarının güç toplamak için geriye adım atışıydı. Uluslararası planda Avrupa’da bir devrim imkanı hemen hemen kalmamıştır, Sovyetlerde ise kır ve şehir arası mal değişimi durma noktasına gelmiş, Sovyet iktidarının toprak dağıttığı köylülük, elinde avucunda ne varsa alan aynı Sovyet iktidarına karşı çıkmaya başlamıştı. Sonuç olarak, köylüye devletçe alınan ayni vergi dışında kalan ürününü satma hakkı tanındı. Aynı zamanda iç ticarette de belli bir serbestlik yaratıldı.
Bu tedbirlerin hiçbirinin sosyalist niteliği olmadığı açıktı. Tam tersine kapitalizmin belli ölçüler içinde gelişmesine için verilmiştir. 1921’lerde uygulanan NEP, şehir ve kırlarda üretim ve dağılımın iç savaş nedeniyle büyük ölçüde yıkıma uğraması, buna karşılık proletarya iktidarının mevcut örgütlemesiyle bu yıkımı onarmasının imkansız olduğu koşullarda, kapitalist ve küçük meta üretim ilişkilerine verilen geçici bir tavizdi.
Nitekim yedi sekiz yılda üretimde ve ticarette belli bir canlanma yaşanmış, proletarya iktidarının önünde, nereden onarılmaya başlanacağı belli olmayan bir yıkıntı değil, nasıl sosyalist üretim ilişkilerine dönüştürüleceği daha açıkça belli olan, kapitalist üretim ve ticaret ağı şekillenmiştir. NEP’den dönüş nasıl başlamıştır? Sanayide, proletarya devleti kapitalizmden devir aldığı üretim araçlarını onarmış, üretimi asgari ölçülerde de olsa yürütebilme deneyi kazanmıştır. Kırlarda ise, kendini az çok toparlayan köylü, özellikle kulaklar, yeterli sanayi ürünü elde edemedikleri için tahılı pazara çıkarmak yerine stoklamaya başlamıştır. Aynı mal kıtlığı şehirde Nepman’ların spekülasyon özlemini kabartmıştır. Dolayısıyla NEP üretici güçlere kapitalist yolda bir gelişim hızı sağladıktan sonra, geri Rusya koşullarında aynı zamanda kapitalizmin bütün çürümüş yönlerini de yeniden açığa çıkartmıştır. Tahıl stoku ve ticarette spekülasyon NEP’in proletarya iktidarı altında katlanılabilecek sınırlarına dayandığını göstermiştir.
Bilindiği gibi NEP yıllarında daima üç sosyal eğilim çatışmıştır. Troçki’nin başını çektiği eğilim, NEP uygulamasına baştan karşı çıkmış, adeta savaş komünizmi uygulamasının devamını savunmuştur. “Hızlı sanayileşme” parolasıyla köylülüğün hemen tasfiyesini savunan bu eğilim aslında üretici güçlerin seviyesini dikkate almaksızın sosyalizmi yalnızca proletarya iktidarının zoruyla kurmaya yöneliyordu. Buharin’in temsil ettiği eğilim ise tam tersi bir konumdaydı. Özel ticareti ve küçük köylü üretiminin, sosyalist işletmelerce yürütülecek rekabetle tasfiye edilmesini savunuyordu. İlki süreci hükümet kararnameleriyle iyice kısaltmak isterken, diğeri gidişi küçük meta üretiminin bitmez tükenmez kararsızlığına ve dar görüşlülüğüne terk ediyordu.
NEP günlerinden günümüz Sovyetlerine bir sıçrayış yaparsak, Stalin’in “kışla sosyalizmine yıldırımlar yağdırılırken, NEP yılları yüceltmektedir. Bu rezonansın tesadüf olmadığı çok açık. Ayrıca ekonominin bugünkü tıkanışını aşma çabaları tam bir kaosa gelip dayanınca, Stalin’in bütün uygulamalarına öfke yükselmekte, tarihi gelişime Stalinsiz yeni bir yol çizme çabaları kafaları ister istemez Lenin’in bıraktığı noktaya döndürmektedir. Böylece günümüz Sovyet basınında Stalin’le “kışla sosyalizmi”, Lenin’le NEP özleştirilmektedir.
Oysa ilk beş yıllık plan uygulaması başlayıncaya dek, yani Lenin’in yaşadığı yıllarda Sovyetlerde sosyalizmin inşası henüz siyasi üst yapıdan ekonomik alt yapıya inememiştir. Sovyet iktidarının Lenin’li yılları, kendi deyişiyle “sosyalizmi kurmayı amaçlayan” ve bu anlamda sosyalist olan, proletarya iktidarının egemen sınıf-devlet olarak örgütlenme yıllarıdır. Üretim ilişkileri temelinde sosyalizmin inşasına ancak NEP sonrası başlanabilmiştir ve Lenin, NEP’i ilan ederken onu hiçbir zaman yüceltmemiş, tersine NEP’le ilgili her konuşmasında bu uygulamaların zorunlu bir geri çekilme olduğunu vurgulamıştır. NEP’İ bu gerçek özünden kopararak, ona övgüler düzmek aslında bugünün Sovyetlerinde kapitalizme geri dönüş özlemlerinin dolambaçlı yoldan ilan edilmesidir.
Yine NEP yıllarına dönersek, Buharin’in tasarladığı kulakları ve küçük köylüyü rekabetle eğitme ve tasfiye etme yolu, bugünün Sovyet insanına daha “doğru” görünüyor. Sovyetler başka dış koşullara sahip olsaydı böyle bir gelişmeye proletarya iktidarı katlanabilirdi. Ancak yeni bir dünya yaklaşımına hazırlanan emperyalizmle kuşatılmış, proletaryanın azınlıkta olduğu, geniş küçük meta üretimi ilişkilerinin egemen olduğu her ülkede, küçük üretimin tasfiyesi süreci hayati bir önem taşıyordu.
Kır için gerekli makinaların üretilmesiyle birlikte kollektif tarıma hızlı bir geçiş kaçınılmazdı. Bu yöndeki abartma ve aşırılıklar, koşulların olağanüstülüğünde bu ilk büyük tarihi denemenin bir bakıma kaçınılmaz yan ürünleri oldular.
İlk beş yıllık planla birlikte Sovyetler yeni bir döneme girdi. Çok kısa bir zamanda ağır sanayinin temelleri atıldı. 1928-40 yılları arası elektrik üretimi 9,5 kat, çelik 4,5 kat, makina üretimi 29 kat, motorlu araçlar ise 18 kat arttı. Ve Sovyet sanayi bütün Sovyet ekonomisinin yüzde 84’ünü temsil ediyordu. Bu büyük atılımın tarımdaki daha ağır gelişme pahasına yapıldığı açıktır.
Mülkiyet ilişkileri de 1935’lere gelindiğinde on yıl öncesinden bambaşkaydı. Sanayide özel üretim, toplamın yüzde 0,04’ü tarımda ise yüzde 15,5 idi.
Bu devasa atılımın hiç şüphesiz ki sosyal bir bedeli de olmuştur. Toplumdaki hızlı altüstlüğün belli hoşnutsuzluklar yaratması kaçınılmazdı. Yüzyılların gelenek ve alışkanlıkları dinmeyen bir değişim fırtınasına tutuldu. Stalin’e kötü ün kazandıran şey, bu korkunç atılıma karşı kaçınılmazca yükselen sıradan ve aşılabilir hoşnutsuzluklarla, bilinçli karşı-devrimci sabotörleri birbirinden yeterince dikkatli ayıramamasıdır. Her direnç karşı devrim hanesine yazıldı ve “halk düşmanı” ilan edildi. Sosyalizmin kuruluşu, koşullar gereği ne kadar devasa adımlar attıysa, her engelleme girişimine de o ölçüde büyük ve kesin tepki göstermiştir.
İkinci Dünya Savaşı’nda bir kere daha önemli bir yıkım yaşayan Sovyetler, savaş sonrası 5-6 yılda kendini büyük ölçüde yenileyebilmiştir. Stalin’in son yıllarına gelindiğinde ekonomide ve siyasi yapıda gerçekleşmiş olan şekillenme hangi temel özellikleri taşımaktaydı?
İlk olarak, mülkiyet biçiminde tartışılmaz ağırlık devlet mülkiyetindeydi. Devlet mülkiyeti, Toplumsal mülkiyetin somutlaşmış biçimi oluyordu. Kooperatif mülkiyet “geri bir biçim” olarak kabul ediliyordu. Grup mülkiyeti olarak kooperatif mülkiyeti “grup bencilliğini” besliyor, üretim ilişkilerinin toplumsal karakterini bozuyordu. Bu anlayışla, ticaret, hizmet ve daha çok tüketime yönelik alanlardaki kooperatifler 1950’lerde kaldırıldı, ancak çok geçmeden 1960’larda yeniden izin verildi. Ancak 1950’lerde son şeklini alan mülkiyet ilişkileri esas olarak perestroyka yıllarına kadar korunmuştur.
İkinci olarak, ekonomide değer yasasının düzenleyici rol oynamadığı bunun yerine “uyumlu (orantılı) gelişme yasası”nın (Stalin) belirleyici olduğu kabul edilmiştir. Bunun somut anlamı kapitalizmin krizli gelişimi yerine orantılı-planlı sosyalist gelişimin geçmiş olmasıdır. 1960’ların sonlarına kadar tartışmasız kabul gören bu anlayış 1970’ler sonrasının gelişmesinde top ateşine tutulmaya başlamıştır.
Sosyalist ekonominin, dünya savaşı sınavından geçtikten sonraki gelişimi öncesiyle bazı farklılıklar taşımaktadır. Bu farklılıkların en önemlisi tüketim malları üretiminde bir artıştır. Ekonomide 1970’lere kadar sürekli bir gelişme yaşanmıştır. Uzun savaş yıllarından sonra ilk kez 1960’larda kırda aynı ücret ödemesi artık terkedilmiştir. Daha önceleri üretim darlığı ve çeşit olarak azlığı nedeniyle uygulanan ayni ödeme, Sovyet kırlarında uzun yılla; devam eden bir uygulama olmuştur. 1960’larda ise dünyadaki yeni koşullar ve Sovyet ekonomisinin savaş yıllarından çıkmasıyla üretim çeşitlenmeye başlamıştır. Öte yandan, savaşın baskısı sona erince yeni ham madde kaynaklarının kullanımı için yatırım, yapılmış, hatta Kruşçef’in “bakir topraklara” yayılan tarım reformuyla Sovyet ekonomisi gerek maddi kaynak ve gerekse iş gücü açısından genişlemesinin sınırlarına varmıştır.
Bu noktada ekonomide tıkanma ve durgunlaşma başlar. 1975’lerde kendini tartışılmaz biçimde hissettiren ekonomideki durgunlaşma 1980’lerde açıkça krize dönüştü, bugünlerde Sovyet ekonomisi krizin en derin noktasındadır.
Ekonomideki sancılar kendini nasıl ortaya koymuştur? İlk gösterge, üretimde ve verimlilikteki düşüştür. Sanayi üretimindeki verimlilik artışı 1971-75 yıllarında en yüksek noktasına varmış, 1976-80 arasında ise önceki yılların yarısına düşmüştür. Henüz bir düzelme belirtisi yoktur.
Aynı gerçeklik bir başka yönden de kendini açığa vurmuştur. Her milyon rublelik sabit sermaye yatırımı 9. Beş yıllık plan döneminde 85 işçiyi açığa çıkartırken, bu rakam 10. Beş yıllık plan döneminde 64’e 1. Beş yıllık plan döneminde ise 44’e gerilemiştir. Teknik olarak yeterince geliştirilmemiş makinaların üretime sokuluşu üretim maliyetlerini arttırmaktan başka bir sonuç doğurmamıştır. Öte yandan zamanında makina yenilenmesi yapılamadığı için, tamir ve bakım masrafları makinenin yenilenmesi için gereken harcamaları aşmıştır.
Krizin ikinci göstergesi, kullanılmayan stokların yüzde 184 artışıdır. Bu stok artışının kapitalist ekonomilerdeki aşırı üretimle hiçbir ilgisi yoktur. Kalite düşüklüğünden dolayı talebi kesilen, ancak planda yer aldığı için üretilen bu mallar yıllarca birikmiştir. Makinadan, ara mallarına ve tüketim mallarına kadar çeşitlilik gösteren bu stoklar bir bakıma sosyalist üretim açısından israftır. Toplumsal emeğin boşa harcanışıdır.
Öte yandan ekonomideki bozulmanın üçüncü göstergesi kendini “gölge ekonomi” olarak ortaya koymuştur. Sovyet ekonomisinin dörtte biri sosyalist kanunların dışında işlemektedir. Bir yanda değersiz yatan stoklar öte yanda tüketim mallarının önemli bir bölümünü kapsayan kıtlık, “gölge ekonomisinin” temellerini güçlendirmektedir. Sovyet resmi kayıtlarına pek çok malın “taşınma ve depolanma” sırasında kayba uğradığı yazılıdır. Örneğin dünyanın bir numaralı kimyasal gübre üreticisi Sovyetler, bunun yüzde 30’unu taşıma ve depolama sırasında yitirmektedir. Ancak bu taşıma kayıplarının bugün gölge ekonominin aşırmaları olduğu açığa çıkmaktadır. Brejnev dönemi bürokrasisi kara ekonomiyi “taşıma kayıpları” olarak örtmeye çalışmış fakat bugün mızrak çuvala sığmaz hale gelmiştir.
Netice olarak, Sovyet ekonomisindeki kriz kendini yetersiz ve değersiz üretim olarak koymaktadır. Bunun temel nedeni devleşen ve hantallaşan planlama çarklarında üretimin sonuçlarında kopuşmasıdır. Kapitalist ekonomide, tekel koşullarında bile meta, pazarda değerlenir, meta dolaşımı gerçekleştiği ölçüde kapitalist, artı-değeri sermayeye çevirebilir. Tekel avantajları, dev reklam harcamaları ne olursa olsun kapitalisti, metanın dolaşım süreci, yani pazardaki konumu doğrudan etkiler. Sovyetlerde planlama o hale gelmiştir ki, üreticiyi plan açısından sadece kendisine verilen kota, yani sayı ya da ağırlık olarak üretim miktarı ilgilendirmektedir. Ürünün tüketiciye ulaşıp ulaşmamasından üretici birim, bir kayba uğramamaktadır. Üretiminin sonuçlarıyla doğrudan hiçbir bağlantısı yoktur. Üretici birimler arası ve üretici birimlerle tüketici arasındaki her türlü ilişki, Sovyet ekonomisinde planlamadan geçmektedir. 1960’lara kadar daha çok ağır sanayiye dayalı ekstansif gelişimin ihtiyaçlarını karşılayabilen planlama tarzı, milyonları aşan mal çeşitliliğinde ve teknik gelişmenin olağanüstü hızı karşısında iflas etmiştir. Sovyet ekonomisi ABD’den dört kat fazla traktör, 3 kat fazla ayakkabı üretmektedir. Traktörlerin bir kısmı üretime girmeden depolarda çürütmektedir. Ayakkabılar ise mağaza raflarında alıcı bulamazken, ithal ayakkabı satan mağaza önlerinde kuyruklar uzamaktadır.
İhtiyaçların kabaca tatmini yıllarına denk düşen, üretim miktarını kriter alan planlama yeni gelişmelere cevap vermemekle kalmıyor, kendini yenileyemediği ölçüde toplumsal emeğin boşa harcanmasına sebep oluyor.
Sovyet sanayiinde geçmiş yılların deneyi bir gerçekliği ortaya çıkartmıştır. Sovyet silah ve uzay sanayi teknik gelişme ve disiplini açısından kapitalist ekonomiyle boy ölçüşebilecek seviyededir. Ancak üretim bu alandan tüketim malları sanayiine ve hizmetlere kaydıkça akıl almaz ilkellikler ortaya çıkmaktadır. Silah ve uzay sanayiinde, emperyalist sistem karşısında üretimin sonuçlarını sürekli İzlemek zorunda kalan sosyalizm, kendi insanının ihtiyaçları karşısında aynı titizliği gösterememiştir.
Ücretiyle toplumsal üretimden pay alması gereken üretici işçi, mal kıtlığı ya da kalitesizliği nedeniyle ücretini gittikçe yararsızlaşan bir fon olarak görmeye başlayınca, üretime kayıtsızlık artmakta, iş disiplini giderek bozulmaktadır.
Sosyalist ekonomide yaşanan kriz, onun iki temel unsurunu tartışma gündemine getirmiştir: üretim araçlarının mülkiyeti ve planlı gelişim bugün 1930’larda kavuştuğu netlikten çok uzaktadır. Ayrı ayrı irdeleyelim.
Sonuçtan başlarsak doğu Avrupa ülkelerinin tümü üretim araçlarının “devlet” mülkiyeti biçimlerine kanunlarında “eşit” yer verdiler. Sovyetleri de bu yöne zorluyor.
Sosyalizmin 70 yıllık deneyi sonucunda, özel mülkiyet yeniden kutsanıyor mu? Çelişki gibi görünce de, kapitalist anayurtlarda gelişim mülkiyet biçimlerini toplumsallaşmaya zorlarken, sosyalizmin krizi sanki tersine bir gidişle, özel mülkiyete yeni kanallar açmaktadır.
Sosyalizmin bugüne kadar ki deneyinde toplumsal mülkiyet, pratikte kendini devlet mülkiyeti olarak somutladı.
Üretim araçları bu anlamda toplumsallaşmasına rağmen, günümüz sosyalizminde işçinin üretime yabancılaşması gizlenemez bir gerçekliktir. Bu yabancılaşmanın en açık biçimi ise, üretim araçlarının kullanım ve bakımında kendini göstermektedir. Sınıf bu araçlara kollektif olarak sahiplenmek yerine, gösterdiği kayıtsızlıkla bu toplumsal zenginliği israf etmektedir.
Bu acı sonuçlar, bilinen ancak olayların yıldan yıla örttüğü bir gerçekliği yeniden öne çıkartmaktadır. Sosyalizm, sadece üretim araçlarının “devlet mülkiyeti” değildir. Bu atılabilecek ilk ve en kolay adımdır. Sosyalizm, aynı zamanda üretimin sınıf tarafından yürütülmesidir. Ancak bu, üretim araçlarının devletleştirilmesi kadar kolay atılabilecek bir adım değildir. Ve bugüne kadar yaşanan deneylerin gösterdiği gibi, eğer sınıfın üretimi yönlendirmesi gerçekleşmezse, üretim araçlarının devletleştirilmesi zamanla sosyal anlamını yitirmektedir.
Sosyalizm koşullarında da, işin tek düzeliğine son vermek uzun bir süreci gerektirdiğinden, üretime yabancılaşmanın, ya da yapılan işe kayıtsızlaşmanın maddi koşulları büyük ölçüde devam etmektedir. Bu kayıtsızlığı yenebilmenin en önemli şartı, işçinin üretimi, üretim koşullarını iyileştirme gücünün kendi ellerinde olduğunu pratik içinde kavraması ve bunu sağlayan bütün mekanizmalarının sürekli canlı tutulmasıyla mümkündür. Üretimle böyle bir kenetlenme yaşanamadığı için bugün doğu Avrupa ülkelerinde işçi sınıfı fabrikaların özel ellere devrini pasif kalarak onaylıyor.
Ekonominin büyümesiyle birlikte devleşen bürokrasi, sürekli bir zaafın üzerinde urlaşmış, urlaştıkça bu toplumsal zaaf daha derinleşmiştir. Bu zaaf çalışan insanların istikrarsız inisiyatifi, çözümü yukardan bekleyen binlerce yılın alışkanlığıdır. Netice olarak, bürokrasi toplumsal mülkiyetle toplum arasında üretim ilişkilerini taşlaştıran bir tabaka olmuştur.
Günlük pratik yaşamın defalarca tekrarlanan akışında, bu bürokratik tabaka, toplumsal mülkiyetini hukuken değilse bile fiilen sahibi gibi görününce, çalışan insanlar açısından üretim araçlarının mülkiyeti kendi dışlarında kalan bir olgu haline gelmiştir. Bürokrasinin bu mülkiyeti yukardan aşındırması, kaçınılmaz bir şekilde çalışan yığınların da aşağıdan kayıtsızlığı kışkırtmıştır.
Bu gerçeklik karşısında sosyalist ülkelerde ister istemez mülkiyet biçimleri yeniden tartışma konusu olmuştur. Sovyetlerdeki süreci dikkate alırsak gelişmeler önce şehirlerde tamir, lokantacılık vb. daha çok hizmet alanında aile işletmelerine ve kırlarda ise kollektif kontrat (toprak kiralama) uygulanmasına izin verilmesiyle başlamış, şimdilerde fabrikalarda grup mülkiyetine ya da hisse sahipliğine varmıştır. Kanunen henüz kesinleşmese de yoğun tartışmaların odağında yeni mülkiyet biçimleri yer almaktadır.
İşin doğası gereği bireysel karakterde olan ve genellikle küçük çaplı üretim ya da hizmet alanlarında “özel” işletmeciliğine izin verilmesi doğaldır. Sosyalist üretim ilişkilerini de kaçınılmaz bozulmalar yaratsa da bu tür işler henüz çalışmaya karşı insan davranışından çok daha yüksek kalite talep ettiği için sosyal olarak yapılamayabilir. Ayrıca, Sovyetlerde bu tür hizmet alanları, sürekli ikinci plana itilmiş, etkili bir şekilde çözüme kavuşturulmamış ve “gölge ekonominin” belki de en masum bir alanını oluşturmuştur. Bu bozulmanın legale çıkarılması ve kendi iş karakterine uygun bir yasal çerçeveye alınması neredeyse kaçınılmaz hale gelmiştir. Üretim ve hizmetlerdeki bu aksamalar, aslında aşırı devletleştirmenin bir sonucudur, öte yandan, yaşam seviyesi yükseldikçe bakım, onarım, eğlence vb. alanlarda yükselen talebe, “devlet işçisi” biçiminde cevap vermek sosyalizmin bugünkü seviyesinde imkansızdır. Bu alanlardaki “özel işletmeler” genel sosyal üretim tarafından kuşatılabilir ve zaman içinde eğitilebilir.
Fakat büyük işletmelerdeki üretimin tıkanmasından kalkarak, grup mülkiyeti ya da hisse satışına geçmek, sosyalist üretim ilişkilerine son vermek olur. Üretim araçlarına ve üretilen ürüne “somut sahiplenişin”, üretimi canlandıracağını savunan Sovyet ekonomistlerinin sayısı her geçen gün artıyor. Oysa, kapitalizm koşullarında da işçinin ne üretim araçları ne de fabrikadan çıkan ürün üzerinde somut bir mülkiyet hakkı yoktur. Onun ürünleri sahiplenişi aldığı ücret aracılığıyla olur. Bu biçimiyle Sovyet işçisiyle, Almanya’daki bir işçi arasında fark yoktur. Ancak, aradaki en önemli fark, işgücü Sovyetlerde artık meta değildir. Alınıp-satılamaz, yedek işsizler ordusunun baskısıyla, işgücünün fiyatı pazarlık konusu edilemez.
Sosyalizmin bu büyük kazancı bugünden sistemin kendisi için bir dezavantaja dönüşmüştür.
İlk olarak, sosyalizm kapitalizmden yeterli bir iş disiplini miras almamıştır. Çarlık Rusya’sında kapitalizm henüz gençken yıkıldı ve sosyalizm büyük bir hızla küçük köylüyü işçileştirdi. Böylece sosyalizm nesilden nesile işçi sınıfının yapısına yerleşen bir iş disiplini mirasına özellikle Sovyetlerde sahip olmadı. İş güvenliğiyle desteklenen mujik geleneği, devrimin coşkulu yıllarından sonra, sosyal yaşamca her alanında yeniden şekillendi. İkinci olarak, üretim sürecine yaratıcı bir insiyatifle katılmayış, kotayı tutturmaktan öteye üretimin sonuçlarından kopuş, kaba eşitçilikle birleşince işçi açısından üretim sosyal değerini yitiren bir angaryaya dönüştü. Üçüncü olarak, savaş gibi olağanüstü koşulların kısıtlayıcılığı kalktıktan sonra tüketim malları üretimine bir dönüş yaşanmasına rağmen, malların kıtlığı ve aşırı kalitesizliği, işçi açısından ücretini anlamsız hale getirmiştir.
Ücreti aracığıyla işinin karşılığını toplumdan alamadıkça, işçi için emek harcamak anlamını yitirmiştir.
Üretime bu yabancılaşma, grup mülkiyetiyle aşılabilir mi? Bu konuda Sosyalist ülkelerin önünde umut kırıcı Yugoslavya örneği durmaktadır. İş-Kollektifleri, “öz yönetim” adı altında yaratılan artı-değeri kullanma hakkına sahiptir. Deneyler, işçilerin yeni yatırımlar için fon biriktirmek yerine, birikimi ücretlerin arttırılmasında kullanmayı yeğlediklerini göstermiştir. Böylece toplumsal çıkar, grup bencilliğine feda edilmektedir. Sonuçta üretimin kıt, ücretlerin yüksek olduğu ucube bir ekonomiye varmıştır. Bu deneyi iyi bilen, Sovyetler grup mülkiyetini hisse senedi biçiminde uygulamayı tartışıyor. Henüz sınırları belirsiz olan bu tartışmalar mantık olarak aynı temele dayanmaktadır. Eğer hisse satımı, fabrikada çalışanlarla sınırlı kalırsa bu uygulama Yugoslav modelinin kısıtlı bir uygulaması olur. Hisseler için bir sınır konmazsa bu da kapitalizmin “anonim” mülkiyetine bir dönüş olur. Sınıf spekülasyonunu da beraberinde getirir.
Sosyalist üretim biçimi açısından, üretim araçlarında doğrudan (Macaristan, Polonya gibi) ya da dolaylı (Sovyetler) özel mülkiyete bir dönüş, aslında soysuzlaşan bürokrasiye boyun eğmek, onun toplumsal mülkiyeti yağmalamasını meşrulaştırmak anlamına gelir. Bugüne kadar toplumsal mülkiyeti örgütlü kara ekonomi yoluyla aşıran bu kesim, özel mülkiyet koşullarında ilk davranış avantajına sahip olacaktır. Geniş çalışan yığınlarda işe karşı bir kayıtsızlık doğmasına neden olan imtiyazlı urlaşmış bürokrasinin zorluk ve elbette istikrarlı bir mücadeleyle tasfiye edilmesi yerine, üretim araçlarında özel mülkiyete dönüş kısa yoldan düzelme hayalleriyle, bürokratik yozlaşmaya teslimiyet sonucunu doğurmaktadır.
Sosyalizmin bugüne kadarki deneyi üretici güçlerin seviyesi dikkate alınmaksızın yapılan kollektifleştirmelerin umulanın tam tersine, üretimde bir hantallaşma yarattığını göstermiştir. Büyük makinalı üretim dışındaki alanlarda toplumsal mülkiyete geçiş bir bakıma küçük üretimin üretkenliğini tüketmesi, sosyal olarak yararsız hale gelmesiyle mümkündür. Sosyalizmi bu yolda hatalı davranışa iten iki başlıca neden vardı. İlki, kapitalist özel mülkiyetin insanlığı uğrattığı büyük yıkımlar karşısında toplumsal mülkiyet biraz da kaçınılmaz bir şekilde kafalarda aşırı yüceltilmiş, kendisi sosyal gelişimini, bir sonucu ve basamağı olmaktan öteye kutsal amaç olarak görülmüştür. Ancak insanlık tarihinde sosyalizmin ilk kez pratiğe uygulanıyor olması böyle yüceltmeleri bir bakıma kaçınılmaz kılmıştır. İnsanlık, yeni değerlere yaşlı insan ihtiyatlılığıyla değil, ihtiyatsız gençlik coşkusuyla sahip çıkmıştır. Aksi takdirde bu yeni ideallere değil yaklaşmak, üstüne laf tüketip ağlaşmak insanlığın alın yazısı olurdu. İkinci neden, emperyalizmin kuşatması koşularında siyasi olarak istikrarsız ve üretim olarak verimsiz olan küçük meta ekonomisi olağanüstü hızla tasfiye edilmiştir. Bu hız, koşulların gereği kaçınılmaz idiyse de aynı zamanda urlaşan ve hayatın her alanına dal budak salan bürokratlaşmanın temel nedeni olmuştur.
Nasıl ki, ekonomik ve sosyal yaşamı yaratıcı olarak yeniden üretmekteki gerilik bürokratik urlaşmayı yarattıysa, bu hastalıkla ancak insan üretici gücünün inisiyatifini yaygın şekilde yükseltmekle baş edilebilir, yoksa üretimde özel mülkiyete geri dönülerek değil. Bu inisiyatifi, özel mülkiyetin harekete geçirebileceği söylenirse, Lenin’in dediği gibi “büyük çoğunluğun yarış dışı kalacağı” kapitalist rekabet yeniden diriltilmiş olur.
Özetle, üretim araçlarının toplumsallaştırılması, üretimin işçi sınıfı tarafından yürütülmesiyle taçlandırılamayınca yığınların gözünde sosyal anlamını yitirmiştir.
Sosyalizmde ikinci önemli tartışma konusu planlı gelişim ya da pazar ekonomisi üzerinedir. 1950’de Stalin Sovyet ekonomisinde “değer yasasının düzenleyici rol oynamadığı” bunun yerine “uyumlu (orantılı) gelişme yasası”nın belirleyici olduğunu ileri sürmüştür.
Gerçekten de Sovyet ekonomisinde önce toprak ve doğal kaynaklar meta olmaktan çıkmıştır. 1930’ların sonuna doğru üretim araçları ve iş gücü de meta özelliğini yitirmiştir. Sovyetlerde makinalar plana göre üretilip, ihtiyacı olan işletmelere tahsis edilir ya da kiralanır, bunların serbest satışı yoktur. İşgücü de işsizliğin son bulmasıyla birlikte meta olmaktan çıkmıştır.
Diğer yanda, sağlık eğitim vb. sistemlerde karlılık kriteri yoktur. Hatta konut da meta olarak satılmaz, ihtiyacı olan ailelere plan üretimine göre sembolik bir kira karşılığı dağıtılır.
Tüketim mallarının fiyatlarıysa yine plan çerçevesinde belirlenir, bu anlamda “pazar” yoktur.
Ekonominin bu görünüşünden kalkarak Sovyetlerde değer yasasının düzenleyici etkisinin olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Ancak planlamanın “uyumlu” bir gelişme sağladığı da artık bir tartışma konusudur. Yine Sovyetlerde beş yıldır süren tartışmalar sonucunda herkes pazar ekonomisine geçişte hem fikirdir. Sorun nasıl ve hangi hızla geçileceği konusunda birikmektedir. Değer yasası neden geriye dönüyor?
Ekonomide artık inkar edilemez hale gelen bozulmalara yeniden bir göz atalım:
İlki işgücünün durumudur. Sovyet kaynaklarına göre işçilerin üçte biri üretmediği halde ücret almaktadır. İş disiplini çok bozuktur. Fabrikalarda düzenli çalışma yerine, aylık plan kotalarını tutturmak için son bir hafta yoğun, diğer zamanlar ise gevşek hatta çoğu zaman düpedüz çalışmama istisna değil, genel görünüştür.
İkinci çürüme noktası, teknik yenilenmedeki durgunluk ve yavaşlıktır. Ekonominin perde arkasına bakınca fiyatlardaki ucuzluğun teknik üretkenlikteki artıştan değil, her yıl milyarlarca rubleyi emen sübvansiyonlardan geldiği hemen görülür. Silahlanmanın çektiği milyonlara bir de dev fiyat destekleme harcamaları eklenince teknik yenilenme için gerekli birikim sağlanamamaktadır. Ancak üretim araçlarındaki teknik yenilenmenin başarılamayışının nedeni sadece bu değildir. Esas olan bürokrasinin inisiyatifsiz çürümüş hantallığıdır. Çünkü pek çok üretim alanında tamir ve eski makinaların bakımı için yapılan harcamalar makinanın yenilenmesi için yapılacak harcamayı aşmıştır.
Üçüncü bozulma noktası, “gölge ekonomi”dir. “Gölge ekonomi, üretim ve hizmetlerin ihtiyaçların gerisinde kalmasının bir sonucudur. Ancak, sosyalist ülkelerdeki pratik göstermektedir ki, bir kez işlemeye başladığında, gölge ekonomi bizzat kendisi kıtlık ve karaborsa yaratmaktadır. Bugün Sovyetlerde ekonominin dörtte biri “yasa dışı”dır. Bu oran son beş yılda azalmak şöyle dursun sürekli artmaktadır. Epeydir uygulanmayan karne sistemi yeniden geri dönmüştür.
Netice olarak, bugün Sovyetlerde değer yasası kanunların dışında, onlara rağmen işliyor, plan uygulaması ise her geçen gün düzenleyici gücünü yitiriyor. Neden?
Sosyalizm koşullarında henüz herkese “emeğine göre” dağıtım yapıldığına göre değer yasası ister istemez ekonominin “düzenleyici” mekanizması olur. Oysa Sosyalist ülkelerde değer yasası nerdeyse “maliyet hesabına” indirgenmiştir. Bu demektir ki, ortalama üretkenliğin altında kalan üretici güçler ortalamanın üstündekilerce finanse edilmektedir. Bu ise geri üretim koşullarında (Sosyalizmin kurulduğu ülkelerde kapitalizmden devir alınan üretici güçler geri seviyedeydi) verimsizliğin ödüllendirilmesi, üretkenliğin ise bir ölçüde cezalandırılması anlamına geliyordu. Kapitalist ekonomilerde ortalama ya da toplumsal verimliliğin altındaki emek ürünleri pazar koşullarında değersizleşir ve ortalama üretkenliği yakalamaya zorlanır. Tekelci üretim koşullarında da bu yasa işlemektedir. Hiç şüphesiz kapitalist ekonomilerde de verimsiz üretim alanları çeşitli yollarla sübvanse edilmektedir. Bunların en bilineni tarımdır. Ancak her kriz döneminde böyle verimsiz alanlardan kapitalist ekonominin genel çıkarları adına kurbanlar verilmektedir. Hatta ABD, 1973 ve 1980 krizinde büyük maliyetler gerektiren yenilenmeyi yapa- mayınca açıkça demir-çelik sanayini ölüme terk etmiştir.
Sosyalist ekonomilerde plan, bugüne kadar ağırlıklı olarak üretken ve üretken olmayan alanlar arasındaki mali dengeyi kurtarmaya çalışmış, fakat üretken olmayan alanların geliştirilmesi ya da olmuyorsa tasfiyesi yerine, daha çok üretken alanlardan kaynak transferi yeğlenmiştir. Giderek bu öyle boyutlara varmıştır ki sistemin tümünü saran ve duraklatan bir fren haline gelmiştir.
Planlama verimsizliğin ödüllendirilmesine dönüştüğü ölçüde iş disiplini soysuzlaşmış, “gölge ekonomi” işlemeye başlamıştır. Üretim araçlarının toplumsallaştırılması değer yasasını ortadan kaldırmaz. Ancak yaratılan değerin paylaşımını etkiler. Kapitalistlere giden artı-değer sosyalizmde dolaylı olarak topluma geri döner. Fakat malların içindeki emek miktarı değişimin ölçüsü olduğu müddetçe bu ölçü aynı zamanda toplumsal ortalama üretkenliğin de ölçü olmasını kendi içinde taşır. Aksi geriliğin ebedileştirilmesi, zanaatkarlığın yüceltilmesi olurdu. Ancak Sovyetlerde ekstansif gelişim sırasında neredeyse bu yaşanmıştır. Üretkenlikteki artış, sürekli kendini tekrarlayarak yaygınlaşan ve zengin hammadde kaynaklarının israfına dayanan ekonomik büyüme ile sürekli aşağıya çekilmiştir. Verimsiz üretimi değersizleştiren pazar koşullarının yokluğunda, bizzat bu kalitesiz ve kıt ürünler, üretim sürecini sosyal anlamda çalışanların gözünde değersizleştirmiştir.
Yaratıcılıktan uzak, zorunlu gündelik iş var oldukça ve bu iş günlük çalışmanın önemli bir bölümünü kapsadığı müddetçe değer yasası hükmünü sürdürecektir. Üretimdeki verimlilik, tekdüze çalışma zamanını azalttıkça, çalışmayla geçim araçlarının temini arasındaki zorunlu bağlantı zayıfladıkça değer yasası ortadan kalkacaktır. Ancak böyle bir sonuca emek üretkenliğindeki artış yolundan değil de kaba eşitçilik ve bayağı sosyalizm propagandası yolundan varılmaya kalkılınca, Marks’ın deyimiyle “keşişler ekonomisine varılmıştır.
Sovyet ekonomisindeki sorun kaba görüntüye aldanılırsa tüketim malları kıtlığı ve kalitesizliği gibi görünür. Eğer problem sadece bu olsa, önceki yollar ağır sanayiye verilen ağırlık, artık planlı bir şekilde tüketim malları sanayiine kaydırıldığı ölçüde sorun çözülebilir. Fakat bu durum gerçek hastalığın sadece bir sonucu ya da en yaygın ve göze batan biçimde kendini ortaya koyuşudur.
Esas sorun, ekonominin bugüne kadarki itici gücü olan planlama ve bürokrasiyle bilfiil üretimdeki insan üretici gücü arasındaki kopuşmadır. Eski mekanizmalar üretici güçleri hareketi geçirme yeteneğini yitirmiştir. Pasif, kararsız ancak dev boyutlarda bir dirençle karşı karşıyadırlar.
Bu direncin aşılmasının tek yolu, pazar koşullarına geri dönüşle mi mümkündür? Dizginsiz bir pazar ekonomisi artık dünyanın hiçbir yerinde yok. Kapitalizm bile belli ölçüde “planlı” üretim yapıyor, öyleyse sosyalistlerimizin son yıllardaki pazar tutkunluğu nereden geliyor?
Sosyalizm, bugüne kadar verimsiz ve toplumsal zenginliği israf etmekten başka sonuç doğurmayan işletmeleri tasfiye etmek; uzun yıllardır yapamadığı eskiyen üretim araçlarının yenilenmesini başarmak zorundadır. Ancak bütün bunların yapılmasının sosyal bir bedeli vardır. Bugüne kadar dönem dönem birikmeden çözülebilecek sorunlar artık krizle birlikte topyekün çözümü zorlar hale gelmiştir. Dolayısıyla yeni yönelişlerin sosyal bedeli de tedrici değil, topyekün ödenecektir.
Silahlanmaya yapılan harcamalar bir yana, toplumsal sermaye birikimi ancak mevcut yaşam standartlarında bir düşme ile sağlanabilir. Bu, fiyat artışları ve işsizlik demektir. Ancak sosyalist ülkelerdeki çürüyen imtiyazlı bürokratik iktidarlar çalışan yığınlardan siyasi ve ahlaki olarak böyle bir sosyal bedeli talep edemezdi. Etseler de, yığınlar açısından bunun hiçbir inandırıcılığı olmazdı. Polonya komünistleri iktidardan düştükten sonra, “şimdiki hükümet bizden çok daha sert ekonomik uygulamalar yapıyor, önceleri en küçük olayda patlak veren grevler şimdi neden olmuyor?” diye yakınırken bu gerçekliği dile getirmiş oluyordu.
Sovyetler de ise, Parti reform yolunda adım attıkça gerçek gücü ve itibarı ortaya çıkıyor.
Sonuç olarak, ekonominin ve sosyal yaşamın her alanına dev bürokratik cihazıyla giren “sosyalist devlet” bizzat bu uzlaşmasıyla artık işlerliğini yitirmiştir. Her türlü inisiyatifi bürokratik kırtasiyecilik içinde tüketen bu mekanizma toplumda tam zıddı bir eğilim sosyal anarşizmi beslemeden edemezdi.
Pazar ekonomisine yöneliş aslında bir uçtan diğerine bir savrulma, bu anarşizme boyun eğme, sorunların çözümünü kendiliğinden bir sürece bırakmaktan başka bir anlama gelmemektedir. Sosyalizm, kendini yığınların gözünde her türlü tekel hakkını elinde tutan dev merkezi bir devlet bürokrasisi haline getirince, bunun karşıtı her türlü “özel girişimcilik”, “liberalizm” eğilimleri kaçınılmaz bir şekilde beslenmiştir.
Bundan da önemlisi pazar ekonomisine geçiş, krizden çıkışın bedelini çalışan yığınların sırtına yıkmak için “meşru” bir mekanizmadır. Dolayısıyla üretici güçlerdeki tıkanışı “yukardan” yapılan çağrılarla aşamadığı ölçüde bürokrasi aşağıdan inisiyatife yol açmak zorunda kalıyor. Aşağıda ise üretimin kollektif örgütlenmesi bürokrasinin bıktırıcı müdahaleleriyle kollektif angaryaya dönüştüğü için inisiyatif bireysel karaktere bürünüyor.
İşyerlerinin kendi kendini finanse etmesi uygulamasıyla başlayan yön değişikliği beş yıl sonunda “pazar ekonomisine varmadan edememiştir. Kendi kendine finanse etme uygulaması, işyerlerindeki israfı azaltma, disiplini güçlendirme, dolayısıyla üretkenliği arttırma, düşüncesiyle uygulamalara karşı direnç yükseldi. Beş yıl içinde üretimde bir düzelme yerine bozulma ve hata doğrudan sabotajlar arttı. Artan ekonomik kötüleşme karşısında, yönlendirici otoritesini yitiren devlet, çarpıklıkların birbirini kendiliğinden düzelteceği umulan “pazar ekonomisine” bütünüyle geçişi hızlandırıyor.
Üretim araçlarında özel mülkiyet ve pazar koşullarının var olduğu bir toplumsal yapıda sosyalist ekonomiden geriye ne kalır? Hiçbir şey!
Sovyet ekonomisi 28. Kongreyle birlikte bu yola çıkmıştır. Orta ve küçük işletmelerin özel girişimcilere devredilmesi büyük işletmelerinse hisse satışıyla özelleştirilmesi kapitalizme geriye dönüşten başka bir anlam taşımıyor.
***
Bu geriye dönüşlerin maddi temeli nedir? 1918’lerde Lenin’in belirttiği gibi geriye dönüşün maddi zemini “yaygın küçük meta üretimi” olamaz. Kapitalizme doğru en sessiz sedasız yol alan Macaristan’da bile küçük üretimin ulusal gelir içindeki payı 1985’de ancak yüzde 5,5’dir. Küçük üretim kırda, hizmet ve ticaret sektörlerinde vardır. Öte yandan geriye dönüşe neden olarak “gölge ekonomi” öne sürülürse yine temel soruna açıklık getirilmiş olmaz. “Gölge ekonomi” kendisi sosyalist ekonomi içindeki kanun dışı kapitalist ekonomidir. Üretim ve hizmetlerdeki bazı yetmezlikler sonucu doğan gölge ekonomi sosyalist sistemdeki köklü bir hastalığın belli bir alandaki dışa vuruşudur.
Geriye dönüşün itici gücü üretim ilişkilerini yozlaştırıp taşlaştıran ekonomi ve siyasetteki mutlak devlet tekelidir. Devlet, mülkiyet ve planlama yoluyla ekonomide ve siyasete mutlak egemendir. Ekonomide ve siyasette inisiyatifin çeşitli örgütlenme biçimleriyle çalışan yığınlara geçmesi gerekirken, parti ve devlette toplanmıştır. Bu merkezileşme çalışan yığınların aşağıdan kontrolünden kopuştuğu ölçüde soysuzlaşmış ve imtiyazlı bir kast haline gelmiştir.
Bu noktada şu soru sorulmalıdır: Sosyalizmin kuruluşunda bürokratik hantallık ve soysuzlaşan kaçınılmaz mıdır? Pratiğe bakarsak hemen hemen bütün sosyalist ülkelerde imtiyazlı bürokratik bir kast şekillenmiştir.
Paris Komünü ve Ekim devriminin yüce ideallerini bayrak edinen devrimciler, geniş çalışan yığınların yaratıcı inisiyatifini örgütleyip yükseltmekte olan sosyalizmin pratikte kuruluşu sırasında, geniş yığınları bunaltıcı bir atalete iten imtiyazlı bir bürokrasinin yaratıldığını gördüler. Özlenen ve yüceltilen hedef bu değildi.
Sosyalist ülkelerin deneyi üretimin ve sosyal yaşamın yeniden yaratılmasında geniş yığınların inisiyatifini canlı tutmanın kolay olmadığını göstermiştir. Sosyalizm, üretim araçlarını “devletleştirmiş” ancak yığınların aktif denetiminin kurulması anlamında devleti sosyalleştirememiştir. Sosyalizmin başarısızlığı bu noktada yatmaktadır.
Fakat yığınların yaratıcı inisiyatifi zorlu birikimlerin ardından devrimler olarak patlak verse de, günlük tekdüze yaşam yeniden geriye geldiğinde yaratıcı inisiyatifin yerini eski alışkanlıklar alıyor. Bu tarihsel gerçeklik, toplumsal gelişim yönünde davranan inisiyatifli öncüleri kaçınılmaz kılar. “Yığın inisiyatifi” kavramı abartılır ve mutlaklaştırılırsa, hayatın günlük akışı içinde geniş yığınlardan her an toplu inisiyatif ummak gibi bir sonuca varılır. Oysa bu imkansızdır.
Günlük sosyalist kuruluşta yığın inisiyatifi ne olabilir ya da kendini nasıl ortaya koyabilir? Üretimin ve sosyal yaşamın yeniden düzenlenişine katılıştaki her türlü tepkidir. Bu tepkileri süzmek ve toplumsal çıkarlar seviyesine yükseltmek hiç şüphesiz ki başta bilinçli öncülerin işidir. Geniş yığınların böyle eğitilmesi, üretime ve sosyal yaşama gittikçe kendisinin yön verdiğini kavraması yeni sosyal ilişkiler, yeni örgütlenme biçimleri yaratacaktır. Bu örgütleme biçimleri ise çalışan yığınları yönetime daha fazla katacaktır.
İnisiyatifin, deney ve bilgiye dayandığı unutulursa yığınların pasifliği karşısında öncülerin sık sık hayal kırıklığına uğraması kaçınılmazdır. Ayrıca inisiyatifin ancak özgür davranış ortamının varlığında süreklilik kaz ân ab ileceği açık bir gerçekliktir. İlkel komünde kişi ancak komünle birlikte vardır, tek kişi bir hiçti. Davranış bütünüyle kollektifti. Küçük meta üretimiyle birlikte kişi inisiyatifi kişisel çıkarla kopmaz bir bağ oluşturmuştur. Sosyalizmde kişisel inisiyatif kaçınılmazdır. Ancak sorun bu inisiyatifin kişisel çıkarla bağlarını zayıflatmak, toplumsal çıkarla bağlarını kurmakta yatar. Bu ise uzun ve sancılı bir süreçtir. Sosyal örgütlülük güçlendikçe ve devletin “yukardan” görevlerine “aşağıdan” tepkiler sürekli bir canlılık kazandıkça toplumsal inisiyatif gelişecektir.
Ancak bu süreç Sosyalist ülkelerde tam tersi yönde işlemiştir. Yığınların geriliği ve kapitalist dünyanın tehdidi karşısında, parti ve proletarya devleti gücünü merkezileştirdikçe yığın inisiyatifi atıl kalmış, bu atalet devlet bürokrasisini şişirmiştir.
Üretim araçlarının devlet mülkiyetinde olması koşullarında, halkın tepkilerine karşı hassaslığını yitirdiği ölçüde, devletin bürokratik bir yozlaşmaya varması kaçınılmazdır.
Bu, sosyalizm deneyinin en can alıcı ve unutulmaz dersi olmalıdır. Üretim ve dağıtımın tek egemeni durumundaki devlet bürokrasinin tekel hakkına karşı yükselen hoşnutsuzluk, özel mülkiyet ve pazar ekonomisi parolalarına varmadan edemedi. Bu, yaşamın hemen her alanda bir devlet tekeline dönüşen “sosyalizmin, “devlet sosyalizminin iflas ilanıdır.
Tam bu noktada, sosyalizmden dönüş sorununa gelinir. Taşlaşan ve üretici güçlerin gelişmesini engelleyen devlet tekeli karşısında, küçük üretici, kooperatifler ve “gölge ekonomi” kapitalistlerinin özel mülkiyete ve pazar ekonomisine yönelmeleri doğaldır. Ancak bu güçlerin sosyalist ülkelerde belirleyici bir siyasi ağırlığı yoktur. Esas sorun gelişmeler karşısında işçi sınıfının demoralize olmasında yatıyor. İşçi sınıfı açısından üretim araçlarının özel ellere geçmesinin hiçbir çekiciliği yoktur. Ancak ekonominin imtiyazlı bürokratlar eliyle de gitmediğini yıllardır deneyiyle bilmektedir. Dolayısıyla geriye dönüşlerde belirleyici rol, devlet tekeline karşı “özgürlük” isteyen henüz cılız sosyal tabakalarca değil, sosyalizmin krizinde nötralize olan işçi sınıfınca oynanıyor.
Lenin’in 1918’lerde sorduğu “kim kazanacak” sorusu bugün bir kere daha gündemdedir. Ancak çok önemli bir farkla; geniş yığınları sosyalizmden soğutan bürokratik yozlaşmaya uğrayan işçi sınıfı iktidarları deneyinden sonra gündeme gelen bu soru karşısında saflar henüz yeterince berrak değildir.
Çürüyen bürokrasi kapitalizme dönüşe direniyor. Üretim araçları tekelini elinde tutan ve konumundan dolayı zahmetsizce imtiyaz sahibi olan bürokrasi bu asalak rahatlığını yitirecek, “girişimci yeteneğine” göre imtiyaz elde edebilecektir. Böylece, bürokrasinin önemli bir bölümünün eski konumunu yitireceği açıktır. O nedenle, bürokrasiden gelen direncin üretici güçlerin önünü açma anlamında hiçbir olumlu yanı yoktur. Hatta Macaristan’da olduğu gibi bürokrasinin bir bölümü özelleştirme sürecinde önemli paylar kaparak, konumundan gelen imtiyazı, doğrudan üretim araçları sahipliğiyle perçinleyebilir. Neticede bürokrasinin direnci devlet tekeline karşı, kapitalizme varacak “özgürlük” istemlerini daha da kışkırtmaktan başka bir sonuca varmıyor.
Eğer işçi sınıfı kollektif üretim alanında toplumsal üretkenliği arttırıcı örnekler yaratamazsa, mevcut kriz koşullarında bu anlamda öncülüğünü kanıtlayamazsa, ekonomiyi tıkayan “devlet sosyalizmi” karşısında kapitalizmin kişi girişimciliği öne çıkmak için pusuda bekliyor.
Bugün Sovyetler dahil, doğu Avrupa’nın ekonomisi kırda ve şehirde küçük ve orta işletmelerin hızla özelleştiği, büyük işletmelerin henüz devletin elinde bulunduğu bir yapıya dönüşüyor. Büyük işletmelerin henüz-Macaristan’da bile devletin elinde bulunmasının hiçbir avutucu yanı yoktur. Üretim araçlarını mülkiyetine bir sınır konulmadıkça sermaye birikim süreci ilerledikçe büyük sanayi de özel ellere geçecektir. Elbette ki bu on yıllar alacak bir süreci kapsar.
Gidiş yönü bu olunca, Sovyet akademisyenlerince öne sürülen “iki sistemin barış içinde yakınlaşması” tezleri maddi bir temele oturur. Aslında tezleri daha doğru ifade edebilmek için “sosyalizmin geriye dönüşüyle dünya ekonomik sisteminin tekleşmesi” denmeliydi. Yine Sovyet politikacıları tarafından “insanlık değerlerinin sınıf çıkarlarının üstünde tutulması” parolasının iç politikadaki anlamının yeni sınıflaşma sürecinin örtmek; dünya ölçüsünde ise kapitalizmle uzlaşmayı meşrulaştırmak olduğu açıkça ortaya çıkıyor.
1960’larda batı Avrupa komünist partilerinde yaygınlaşan ve Sovyetlerin de desteklediği “Kapitalizmden sosyalizme barışçıl geçiş” teorik olarak formüle edilmeyi beklemeden pratikte yaşanıyor. Gorbaçov’un barış parolasını yükseltmesinin ilk önemli sonucu bu oldu. Bu gelişmede sistemin iç tıkan ışının rolü olduğu kadar, en az bu ölçüde önemli kapitalizmin dünyada halâ kesin egemen sistem olması rol oynamıştır.
Sosyalizm, barışçıl geçiş tezlerini savunurken kapitalizmin gücünü ise abartmıştı. Ancak “inatçı gerçeklik” kendi yolunu izleyerek gözler önüne çıktı.
Geriye dönüş süreci insanlığın sosyal gelişiminde nasıl bir rol oynayacaktır? Bunu şimdiden kestirebilmek imkansız. Fakat bu sürecin başlamasıyla bugüne kadar yaşanmamış olan, sosyalizmle kapitalizmin iç içe girmesi olgusu hiç şüphesiz yepyeni sosyal tepkiler, anaforlar yaratacaktır. Yitirilen sosyalizm ve baskın çıkan kapitalizm gerçekliği karşısında, sosyalizm değerlerinin kabalıktan kurtulup daha mükemmelleşmesini ummak, belki yakın yıllar için ütopi gibi görünse de insanlığın gelişmesinde kaçınılmaz bir konak olacaktır.
Sosyalizmin, emperyalizm karşısındaki bu yenilgisiyle dünya nasıl bir özellik kazanmıştır?
İlk olarak, dünya ölçüsünde var olan sınıf saflaşması erimiştir. Sosyalist ülkelerin önemli bir bölümü geriye dönüş sürecine girmiş ya da kendi iç sorunlarıyla boğuşmaktan, dünya ölçüsünde politik inisiyatifi yitirmiştir.
İkinci olarak, “Sosyalist ülkelerdeki“ ekonomik yapı özelleştirmeler ve pazar uygulamasıyla kapitalizme evrimleşip, sınıflaşma şekillendikçe emperyalist ülkelerle ekonomik ve politik işbirliği yoğunlaşacaktır. Artık dünyadaki herhangi bir gelişme karşısında bu ülkelerin tavrının emperyalizmle üst üste düşmesinde hiçbir şaşırtıcı yan yoktur.
Üçüncü olarak, Sosyalizmin büyük ölçüde güç yitirmesi karşısında emperyalist merkezler arasındaki rekabet güçlenecek, dünyanın uluslararası tekellerce paylaşımı yeni bir hız kazanacaktır.
Dördüncü olarak, üçüncü dünya ülkelerindeki muhtemel devrimci gelişmeler, büyük güçlüklerle boğuşmak zorunda kalacaktır. Politik olarak sosyalizmin itibar yitirmesi geniş yığınlardaki kararsızlığı arttırabilir, pratik olarak destekten yoksunluk devrimci hazırlık süreçlerini uzatıp daha sancılı hale getirebilir.
Öyle görünüyor ki, mevcut sosyalist pratik tekelci kapitalizmin, ilk dönemine bir alternatif oldu. Dünyanın emperyalist merkezler tarafından topyekün savaşla paylaşım koşullarından doğan sosyalizm, her şeyden önce aşırı merkeziyetçi ve hatta askerdi bir yapı kazanmıştır.
Kapitalizm, üçüncü dünyanın servetlerinin yağması pahasına sonraki yıllarda kendini yenilemiş, ancak Sosyalizm dünyanın bu yeni hızlı değişimine yeterince ayak uyduramamıştır.
Sosyalizmin yıkıntılarının ve üçüncü dünyanın olgunlaşan krizinin içinden, günümüz kapitalizmini aşabilecek yeni sosyalist sentezler çıkacaktır.