DEVRİMCİ DEMOKRASİDEN SOSYALİZME – Mehmet YILMAZER

Yol, Sayı 1, Mart 1991

TDKP ve Ekim Eleştirisi

H. Fırat’ın “Devrimci Demokrasi ve Sosyalizm” kitabı THKO ve TDKP geleneğinden kesin ve köklü bir kopuşmadır. H. Fırat kendi geçmişiyle hesaplaşırken dolambaçlı bir yol izlemeyip, doğrudan onun teorik köklerini hedef almıştır. “71 Devrimci Hareketi”yle böylesine köklü bir hesaplaşma, kaçınılmaz bir şekilde eskinin revizyonundan bambaşka “yeni” sonuçlar doğurmak zorundaydı. Yalnızca parolalardaki değişim bile bunu yeterince açıklamaktadır. “Ulusal Demokratik Halk Devrimizden “Ekim”e sıçrayış, “ulusal kurtuluş”tan “sosyal kurtuluş”a yükselişe işaret eder, etmelidir. Dünyada kapanmakta olan bir dönemin Türkiye’ye de yansıması kaçınılmazdı. Ulusal kurtuluş savaşları dönemi, yerini sosyal kurtuluş savaşlarına bırakıyor. Artık geri ülkelerde akan mücadelelerin belirleyici özü budur.

Elbette ki, bizde devrimci hareketleri köklü hesaplaşmalara ve dönüşlere iten yalnızca bu uluslararası süreç değildir. Esas olan ülkede 12 Eylül’le birlikte yaşanan keskin dönüştür. 12 Mart sonrası süreç köklü hesaplaşma ve dönüşler yaratmadı. Önceki teorik belirlemelerde bazı düzeltmelerle yetinildi. Fakat 12 Eylülle başlayan yıllar bazı siyasetlerin önüne kimi teorik, politik düzeltmelerden çok, topyekün değişimi dayattı. Bir bakıma 27 Mayıs sonrası sürecin temel tartışma konusu olan “devrimci hareketin stratejisi” 12 Eylül sonrası bir kere daha tartışma gündemine tırmandı. Günümüzde sürüp giden tartışma da, tıpkı önceki gibi demokratik devrim-sosyalist devrim ekseninde sürüyor. 20 yıl sonra yapılan bu tekrarın anlamı nedir? Öncekinden farklılıkları nelerdir? Yazıda “TDKP Eleştirisi” çerçevesinde bu sorunları ele alacağız. Halatın iki ucundan asılan kısır polemikler yerine böyle tartışmaları su yüzüne iten dipteki anaforları çözümlemeye çalışacağız.

Yazar, “60’lara egemen sosyalizm” anlayışının “burjuva sosyalizminin değişik türevleri (Yön-Devrim, MDD hareketi, TİP)”, olduğu kanısındadır.

“71 Devrimci Hareketi, bu kaba burjuva anlayışların reddi temelinde ortaya çıktı ve devrimci hareketimizin tarihindeki önemi buradadır.” (Devrimci Demokrasi ve Sosyalizm, H. Fırat)

Devrimci Harekette 70’lerde önemli kopuşmalar yaşanmıştır. Bugüne kadar “Cephe” ve “Ordu” kökenli siyasi eğilimler bu kopuşmayı kör bir inkar seviyesinde algıladılar. Geçmişle ilgili ne varsa kötüydü, devrimci hareket 70’lerdeki kopuşmayla eskinin oportünist lekelerinden kurtuluyordu. Pratik mücadelenin hızlı akışında geçmiş önemini yitirdi.

Hatta kopuşma yılları, o yılların teorik sorunları adeta unutuldu, “71 çıkışı” eskinin “pasifizmini” öldüren “devrimci bir atılım” oldu. Geçmişi körce inkar ettiği için, kendisi başlangıç noktası kabul edildi ve bu özellik önemli ölçüde 980’lere kadar korundu ve taşındı. Ancak 12 Eylül yarattığı büyük sarsıntıyla, son yirmi yılda oluşmuş yerleşik değerleri altüst etti, artık pek çok şey yeniden sorgulanıyor.

H. Fırat, 60’lar ve hemen sonrasına bakınca, “71 Devrimci Hareketi”nin “yalnızca bir kopmayı değil. 60’ların ikinci yarısıyla 70’lerin ikinci yarısı arasında köprü konumuyla bir sürekliliği de simgeledi”ğini tespit eder. (a.y. 40) Nasıl?

“71 Devrimci Hareketi’, Yön’de şekillenen ve MDD Hareketinde marksist bir görünüme büründürülen toplumsal yapı, toplumsal sınıflar, devrim aşaması, devrimin temel hedefleri vb. konusundaki tahlilleri ve bunlar üzerine oturan programı devraldı ve Mao’nun yeni demokratik devrim teorisinin özel etkisi altında küçük-burjuvazinin devrimci özlemlerini aşmayan bir yorumla, 70’li yılların ikinci yarısına devretti.”(ay.)

Böyle bir tespitin yapılabilmesi için neden 980’leri beklemek gerekti? ”71 Devrimci Hareketi” TİP’i ve MDD’yi esas olarak” devrimci pratikle” aşmıştı. Ancak bizzat bu devrimci pratik, iki önemli yenilgiden sonra, teorik temellerin sorgulanmasını gündeme getirdi. Bu ihtiyaç özellikle 12 Eylülle birlikte iyice öne çıktı. ’71 Hareketi’nin teorik temellerini kaçamaksız sorgulayan her kişi, onun “Yön ve MDD” ile olan teorik ve siyasi bağlarını görmeden edemezdi. Böylece pratikte “aşılan” TİP ve MDD’nin, teorik ve siyasi temelde çok da aşılamadığı ortaya çıktı. Hiç şüphesiz ki bunun kavranması için mutlaka bir 12 Eylül yenilgisi şart değildi. Ancak sınıfların ya da sosyal tabakaların bilinç evrimi böyle oluyor. O nedenle olay, bir kaç kişinin gerçekliği kavrayışından öteye bir anlama sahiptir.

“Nasıl Bir Kapitalizm?” Sorunu

Yazar, TDKP’nin 1980 ve öncesindeki tahlillerini eleştirisine temel alıyor. TDKP, özellikle 12 Eylül sonrası sistemli olmasa da bazı temel tespitlerini revize etti. Ancak bu öylesine pragmatik bir yolla gerçekleştirildi ki, ne değişikliklerin boyutları ne de gerekçeleri yeterince aydınlanamadı. Bizim açımızdan şaşırtıcı olan bir şey yoktur, küçük-burjuva skolastizmi böyle evrimleşir. “komprador-ağa devletimden, “tekelci burjuvazinin ve toprak ağalarının diktatörlüğüme geçişin; ya da “milli burjuvazinin ikili karakterinden’ “orta burjuvazinin tümden karşı devrimci” ilan edilmesine; hatta hepsinden önemlisi devrimin esas özelliğinin “feodalizme karşı toprak devrimi” olmaktan çıkarılıp “anti emperyalist demokratik devrim” parolasının öne çıkarılışına bir sıçrayışın yeterli bir açıklamasını TDKP literatüründe aramak boşunadır. H. Fırat’ın bu nedenle, TDKP eleştirisinde son düşünce değişikliklerine fazlaca yer ayırmaması önemli bir zaaf sayılmayabilir. Ancak bu kaçınılmaz evrimin yönü ve nedenlerine değinmek yersiz olmazdı. Yazımızın sonuç bölümünde bu soruna değineceğiz. Netice olarak, Yazar’ın hedef tahtasında esas olarak TDKP’nin 1980 öncesi görüşleri vardır. Ve bunlar içinde en önemli yeri, Türkiye’de kapitalizm gerçekliğinin kavranış sakatlıkları tutar.

“TDKP’nin küçük-burjuva devrim teorisinin temeli tam da bu özgün kapitalizm görüşüdür.”

“Önemli olan kapitalist gelişmenin kendisi sosyal ve siyasal sonuçları değil, özellikleridir; bu kapitalizmin ‘hangi temellerde’ yükseldiği, ‘nasıl bir kapitalizm’ olduğudur; feodalizmle ve dolayısıyla da devrim sorunuyla ‘bağı’dır.” (a.y. 90) H. Fırat, sorunu yöntem olarak ortaya koyarken karışıklığa düşüyor. Önümüze iki farklı yaklaşım olarak ileri sürülen “kapitalist gelişmenin kendisi, sosyal ve siyasal sonuçları”nı temel almak; ya da “kapitalizmin hangi temellerde yükseldiği, nasıl bir kapitalizm olduğu, feodalizmle, devrim sorunuyla bağını” temel almak, neden birbirine karşıttır? Ya da ilk yaklaşım “doğru ve proleter” bir bakış açışıyken, İkincisi neden “emperyalizmin küçük burjuva eleştirisi”dir? (a.y. 87)

Soruyu yalınlaştırırsak, Türkiye’de kapitalizmin gelişme orijinalliklerinin ve gelişim düzeyinin “devrim stratejisi”nin saptanmasında bir belirleyiciliği var mıdır? Eğer varsa, bu, Türkiye’de kapitalizmin gelişmesinin teori çözümlenmesini gerektirir.

1960’larda tartışılan neydi? TİP ve MDD kutuplaşmasının altında yatan temel ayrımlar nelerdi? 1960’larda “nasıl bir kapitalizmden çok Türkiye’de kapitalizmin durumu tartışılmıştır. Türkiye’de kapitalizmin durumu söz konusu olunca, bizim gibi ülkelerde ister istemez başlıca iki sorun öne çıkmıştır: ilki emperyalizmin ekonomik ve politik olarak ülkedeki konumu; İkincisi kapitalizmin kendinden önceki üretim biçimleriyle ilişkisidir, (feodalizm, küçük üretim vb.) Tartışmaların özellikle bu iki noktada odaklaşması istek ve iradelerin ötesinde koşulların dayattığı bir kaçınılmazlıktı.

Yazar, bunları tartışmak yerine “kapitalist gelişmenin kendisi sosyal ve siyasal sonuçlandın tartışılması gerektiğini ileri sürmektedir. TİP-MDD polemiklerinde ne yapılmıştır? “Kapitalist gelişme” tartışmaların odak noktasında yer almıştır ve bu yoğun siyasi mücadele Türkiye’de kapitalizmin “egemen üretim biçimi” olup olmadığı noktasında kilitlenmiştir. Hatta o günlerin yazımında sık sık Türkiye’de feodal üretimin durumuyla ilgili yüzde hesapları yapılmıştır. Türkiye’de kapitalizmin egemen üretim biçimi olduğunu ileri sürerken; MDD şehirler dahil kapitalizmin egemen bir üretim biçimi olmadığını, feodalizm ve küçük üretimin baskın bir üretim tarzı olduğunu iddia etmiştir.

Tarihin paradoksu, Türkiye’de kapitalizm konusunda temel teorik bakış olarak TİP doğruya yakın iken, pratik-taktik zeminde MDD hareketi öne çıkmış, TİP çözülüp daralmıştır. H. Fırat, kapitalizmin “hangi temellerde” yükseldiği, “nasıl bir kapitalizm” olduğu, “feodalizm ve dolayısıyla da devrim sorunuyla bağı”nın “irdelenmesine” karşıdır. Neden?

1960’larda bu sorulara verilen cevaplar ve TDKP’nin bu mirası devir alışı, bugün öylesine “geri ve ilkel” görünüyor ki, Yazar kapitalizmin durumunun “devrim sorunuyla bağını” bile tartışmak istemiyor.

1960’larda MDD çevrelerinde, bizde kapitalizmin “kendi iç dinamizmiyle değil de bağımlı ve çarpık” geliştiği, “feodal kalıntıların tasfiyesini geciktirdiği, ağır sanayiyi engellediğinin tartışıldığını ileri süren Yazar, “kapitalizmin kendisinin” değil de, böylesine geri bir şekilde “nasırının tartışılmasına itiraz etmektedir. (a.y. 91)

Öte yandan TDKP literatüründe konuya yaklaşım fazlaca farklı değildir: “Emperyalizm döneminde, geri ülkeler ve ülkemiz böyle bir gelişme olanağına sahip değildi. Emperyalizm, ulusal sanayi kapitalizminin gelişmesini önleyerek, aynı zamanda, bu temelde gerçekleştirilecek feodalizmin tasfiyesini engellemiştir. Sanayi sermayesine değil mali sermayeye dayanan emperyalizme, komprador kapitalizme gelince, onlar feodalizmi tasfiyeye yönelmezler.” (TDKP Kongre Belgeleri, aktaran H. Fırat, s.101)

Emperyalizmin ülke ekonomisiyle ilişkisinin son derece soyut ve ezbere konuluşu, ayrıca saklanamayan bir “ulusal sanayi” özlemi, bugün H. Fırat’a katlanılamaz bir “küçük burjuva” yaklaşımı olarak görünüyor.

Bu yaklaşımların tümünün yanlış olduğu hele bugün çok açıktır. Ancak, bizde kapitalizmin nasıl geliştiği sorusuna verilen cevapların yanlışlığı, bu sorunun gerekliliğini ortadan kaldırmaz. MDD kökenli siyasetler, bizde kapitalizmin durumunu irdelerken, onun emperyalizm ve feodalizmle bağlarını tümüyle yanlış koymuşlardır. Ancak buradan, bizde kapitalizmin emperyalizm ve feodalizmle bağının irdelenmesinin gereksizliği çıkmaz. Yazar, bu konuda saçmalık ölçüsüne vardırılan hatalardan kalkarak, konuyu sadece kapitalizmin varlığının kanıtlanmasına indirgiyor. 1990’lar Türkiye’sinde, çok fazla değeri olmayan “geç kalmış” bir buluş! Geç kalmışlığından dolayı, Türkiye’de kapitalizm gerçekliğini tam tersi yönde abartmalara düşmeden tanımlayamıyor. Yazar, eleştirisinin önemli bir bölümünde, “nasıl bir kapitalizm” değil de, “kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı ve hayli ilerlettiği modern sınıf ilişkileri ve çelişkileri, bunun anlamı ve sosyal-siyasal sonuçları”nın (a.y. s.90) tartışılması gerektiğini vurguluyor. Bununla “çarpık” ya da “montajcı” “özelliklerini” dikkate almadan, tartışmanın ekseninin “kapitalizmin kendi gelişiminin ortaya çıkardığı” sınıf ilişki ve çelişkilerinin çözümlenmesine çevrilmesini istiyor. Eğer bu çözümlemeden hareketle “sosyalist devrim” parolasına varılırsa, gerçekliklerimize soyut yaklaşımın bir ucundan diğer ucuna kayılmış olur. Türkiye’de kapitalizm gerçekliğini kendi boyutlarında görememek ne kadar hatalı ise, onu kendi orijinalliklerinden sıyırıp sırf genellemelerle yetinmek de en az o kadar hatalıdır.

Bu noktada 1960’larda başlayan, 1971’lerde belli bir sonuca ulaşan “strateji” tartışmalarına değinmek gerekli. Bu tartışmaların 1960’larda yoğunlaşması elbette ki tesadüf değildir. Türkiye kapitalizminin Cumhuriyet sonrası gelişiminde ekonomik ve politik planda ilk büyük sıçrama 1950’lerde yaşanmıştır. Bu gelişim kaçınılmaz bir şekilde sınıf kopuşmalarını da hızlandırmıştır. Ekonomi tabanında 1946’larda hızlanan gelişme, kendini sınıf mücadelesi alanında 1960’lar sonrası hissettirmiştir. Kapitalizmin bu sıçramalı gelişimi, o güne kadar kırın hareketsizliğinde uyuşmuş köylü tabakalarının ve şehirlerde tek parti iktidarının saltanat arabasına koşulmuş imtiyazlı memur-küçükburjuvaların yaşamında fırtınalar yarattı. Kırda ve şehirde geniş küçükburjuva tabakalar, kapitalizmin yeni bir ivme kazanan soygunu karşısında düzenle sürüp gelen bağlarından kopuştular. Bu sosyal gelişim küçükburjuva tabakaları politik ortamda hızla öne çıkardı.

Bizzat kapitalizmin sıçrayışının yarattığı bu sosyal anafor içinde yer alan sınıf ve tabakaların, kapitalizmin ülkedeki durumunu çözümlerken uğradıkları saflaşmalar ilginçtir.

Aybar döneminin popülist parolalarından hızla Sosyalist Devrim parolasına sıçrayan TİP, işçi sınıfı içinde sendikacı tabakaların ve kapitalizmin yaratığı modern orta halli aydınların sosyal eğilimi haline gelirken; Sosyalizm parolasını yükselttiği ölçüde pratik mücadelenin öne çıkarttığı görevlerden kaçındı. Rusya’da kapitalizmin gelişmesi karşısında Menşeviklerin tavrı ne idiyse, Türkiye’de TİP’in tavrı o oldu. Menşevikler, Bolşevikler gibi kapitalizmin Rusya’da gelişiminin kaçınılmazlığını benimsediler, ancak yaklaşan demokratik devrimde burjuvazinin öncülüğünü savundular. Türkiye’de kapitalizmin egemen üretim biçimi olduğunu savunan TİP, tamamlanmamış demokratik devrim görevlerini burjuvazinin insiyatifine bırakarak, kendini Sosyalist görevlere kayırarak pasifize etti.

MDD, bir ölçüde TİP’in pasifizmine karşı tepki oldu. Ancak onun sosyal kökü TİP’inkinden bambaşkadır. 27 Mayıs, Yön, Devrim kaynaklarından beslenen MDD, esas olarak kapitalizmin 1950 sıçrayışının sınıflar ortamına ittiği şehir ve kırlardaki küçükburjuva tabakaların sosyal eğilimi oldu. Narodnik ön yargılar bizzat kapitalizmin gelişme gerçekliğinden kaynaklanır, fakat bu gelişime karşı yönelen tepkiler kılığına girer. Bizde de kapitalizmin gelişmesinin sosyal mücadele alanına itliği tabakalar ilk tepki olarak kapitalizme karşı çıktılar. Ya da onu yok saymaya kalkıştılar. İşçilerin makinaları parçalamasıyla, konumlarından edilen küçükburjuvaların kapitalizmi görmek istemeyişi, her yeni sosyal altüstlük karşısında gösterilen ilk kavrayışsızlığın farklı yollarla dile getirilişi olmuştur. Türkiye kapitalizminin gelişiminde, tek parti diktatörlüğü yılları “sessiz” bir birikimi; 1950’ler ise bir sıçramayı temsil ettiği için, 1960’larla sosyal mücadele alanına giren geniş kitleler, ülkede kapitalizmin sağlam köklerini görmekten çok, onu yeni gelişmeye başlayan cılız bir olgu olarak algıladılar. Kapitalizmin gelişimini, ülkeye emperyalizmin (ABD), ikinci Dünya Savaşı sonrası yeniden girişiyle yaşıtlamaya eğilimli oldular. Hatta Türkiye’de kapitalizmin durumunu emperyalizmin ülkedeki varlık sınırlarına kadar indirgediler.

Dolayısıyla bizdeki Narodnizm, emperyalizm çağında kaçınılmaz bir şekilde anti-emperyalist çehreye bürünmüştür. 27 Mayıs devriminin canlı izleri ve 1960’lar dünyasında emperyalizme karşı yükseltilen mücadelelerin derin etkisiyle, Türkiye’ye bakan küçük burjuva devrimciliği sınıf mücadelesi alanını “işbirlikçiler” ve “millici sınıflar” ayrımına uğrattı. Türkiye’de kapitalizmi “işbirlikçi”ler ölçüsünde daraltırken; demokratik devrimin alanını ise “milli burjuvaziye” kadar genişletti.

Bu iki yaklaşımın dışında, sınıf mücadelesi alanına ilk kurtuluş yıllarında girip şekillenmiş olan Demokratik Devrim görüşü vardı. H. Kıvılcımlı’nın tezleri, 12 Eylül sonrası sosyalist devrim anlayışını savunmaya başlayanlarca ısrarlı bir şekilde MDD ile karıştırılmıştır. Evet, H. Kıvılcımlı’da sosyalist devrimi değil, demokratik devrimi savunmuştur. Ancak MDD’den apayrı sınıf tahlillerine dayanılarak bu yapılmıştır. Kapitalizmin varlığı tartışılmamış, tersine onun Türkiye koşullarında nasıl kendi orijinal yolundan geliştiği açıklanmıştır. “Devletçilik” ve sonra “liberalizm” yolundan tekelci finans-kapitalin ekonomiye ve elbette ki politikaya egemen olduğu kanıtlanmıştır. Fakat Türkiye burjuvazisi demokrasi, teknik yaratıcılık (sanayi) ve toprak sorunlarında sürekli en gerici konumlarda durmuştur. Ancak proletaryanın öncülüğünde bir demokratik devrimle, sosyal gelişimin gidişini kanserleştiren bu engeller yıkılabilir ve sosyalizmin kuruluşuna yol açılabilirdi.

MDD hareketinden türeyen bütün hareketlerde işçi sınıfının öncülüğünün şu ya da bu gerekçeyle örtülmesi nasıl rastlantı değilse; H. Kıvılcımlı için de sınıf öncülüğünün ısrarla vurgulanması, ekonomik ve sosyal yapımızın kılı kırk yaran irdelemesinin kaçınılmaz sonucuydu.

Bıraktığımız noktaya dönersek, H. Fırat, TDKP eleştirisinde MDD karşısındaki TİP gibidir. TDKP’nin Türkiye’de kapitalizmin konumunu sürekli küçültmesi; emperyalizm ve feodalizmle bağlarını çarpık yorumlaması karşısında, bizde kapitalizmin “özelliklerinin irdelenmesine karşı çıkan Yazar, böyle yapmakla kendi zayıf yanını örtmeye çalışır. Çünkü bizde burjuva devrimlerinden bugüne kapitalizmin gelişim özellikleri irdelenirse, onun eskiyle ilgili neleri tasfiye edip edemediği emperyalizmle ilişkisinin egemen sınıflar yapısını nasıl etkilediği ortaya çıkacak, o zaman da demokratik devrimin tamamlanması gereken devrimci görevleri gizlenemez hale gelecektir. Bunlardan kaçınabilmek için Yazar, kapitalizmin egemenliğinin vurgulanmasını öne çıkartıyor. TDKP’nin geriliği abartan ve saçmalığa vardıran görüşleri karşısında böyle bir vurgu belli ölçüde haklılık taşısa da, gerçekliklerimizi silikleştiren bir genelleme sonuç olarak, TDKP’nin eski hatasını tersi yönden tekrarlamak anlamına gelir. Formüller dünyasından Türkiye toprağına inemeyen emperyalizm-feodalizm soyutlamasından, kapitalizmin egemenliği üzerine bir genellemeye varış, gerçekliklerimize doğru bir adım olsa da, onun orijinal özelliklerini dikkate almadığı için yeni soyut bir formül olmaktan kurtulamaz.

“Köylü” Sorunu

Bu kendini en iyi köylü sorununda ortaya koyar. TDKP; “yarı-sömürge yarı-feodal” bir ülke olduğumuzu tespit ettikten sonra doğal olarak Ulusal Demokratik Halk Devrimi’ni benimsiyordu. Emperyalizmin Türkiye ile ilişkisi ise gerçekliklerden bütünüyle uzak Mao’cu çözümlemelerin bir tekrarından ibaretti. Ve tespitlerdeki temel nokta “feodalizmle ittifak içinde olan emperyalizmin feodalizmi tasfiye etmeyeceği” yargısına dayanıyordu. O zaman “anti feodal bir köylü toprak devrimi” stratejinin bel kemiğini oluşturuyordu.

Cephe ve Ordu kökenli siyasetlerde “köylü devrimi” “köylü ordusu” yaklaşımı hemen hemen ortaktır. Ancak 12 Mart deneyi başta Cephe kökenli siyasetleri bu yaklaşımdan uzaklaştırdı. 12 Eylül ise TDKP, TKP-ML gibi siyasetleri bu konudaki görüşlerini revize etmeye zorluyor.

Bu yanılgının kökleri, Türkiye’de kapitalizmin durumunu ve emperyalizmle ilişkisini tümüyle hatalı değerlendirmekte yatar. Onlar Türkiye kapitalizmine 1950 sıçrayışıyla sarsılan kırlardan baktılar. Bu objektif gelişimden kaynaklanan köylü devrimi özleyen küçükburjuva ulusalcılığı, elbette ki Lenin ve 1917 Ekiminden çok, Mao ve Çin devrimiyle rezonansa gelebilirdi. Öyle oldu.

Yıllar bu yaklaşımın Türkiye gerçekliğiyle çeliştiğini açığa vurdu. “Köylü devrimi” “köylü ordusu” parolaları yavaş yavaş sözü geçen devrimci hareketlerin literatüründe geri plana itildi. H. Fırat bu gerçeklikten hareketle TDKP’yi “köylü sorunu”nda şöyle sorgulamaya başlar; “TDKP, Stalin’den, ‘Burjuva demokratik devrimin temeli köylülerin toprak devrimidir’ tanımlarını aktarırken ve kendi UDHD teorisini bu temele dayandırırken, bütünüyle haklı ve tutarlıdır.” (a.y. 123)

TDKP’nin kendi tutarlılığı bir kenara, Lenin’in Rus deneyinden hareketle formüle ettiği demokratik devrim taktiği “köylü toprak devrimiyle” sınırlı değildi. Üstelik Çin demokratik devriminde “köylü temel”, proletarya ancak “ideolojik öncü” iken, Rus devriminde Bolşevikler için vazgeçilmez koşul proletaryanın “fiili” öncülüğüydü. O nedenle, demokratik devrim güçlerini ve hedeflerini her ülkenin özgül koşulları belirler. Yazar, demokratik devrim tanımını biraz zorlamayla “köylü devrimine” indirgedikten sonra, TDKP stratejisini büyük bir rahatlıkla geçersiz ilan eder:

“TDKP’nin 1980 öncesinde bir kısım ideolojik hasmına sık sık hatırlattığı gibi, eğer devrimin özünü ve esas kapsamını köylülüğün anti-feodal toprak devrimi oluşturmuyorsa, eğer bu sorun önemini yitirmişse, yani varlığını bir ölçüde koruyor olsa bile ağırlıklı bir önem taşımaktan çıkmışsa bu demektir ki, demokratik devrim esas olarak tamamlanmıştır.” (a.y. 124)

Hiç şüphesiz ki bizde köylü sorunu, Celali İsyanlarından beri ne Rus ne de Çin koşullarıyla aynılaştırılamazdı. 968 devrimciliğinin “köylü ordusu” yaklaşımı, gerçekliklerimizle uyuşmayan “devrinler bir özlem olmaktan öteye bir anlama sahip değildi. Fakat böyle olmakla Türkiye devriminin gündeminden köylü sorunu kalkmış mıdır? Kesinlikle hayır.

Köylülüğün, feodalizme karşı “bir bütün” olarak davranışının maddi koşulları Türkiye’de çoktan beri ortadan kalkmıştır. Böyle her tür özlem gerçeklik karşısında iflas etmekle kalmaz, kırlarımızdaki açık sınıflaşmayı görmediği için siyasi olarak gerici bir rol oynar.

Bilindiği gibi, kapitalizmin gelişmesi sırasında, kırda ortaçağı temsil eden yalnızca feodal toprak beyliği değildir. Geleneksel küçük köylü üretimi de kapitalizme ortaçağdan kalan, tasfiye olması kaçınılmaz geri bir üretici güçtür. Türkiye kırlarına baktığımızda feodal artıkların yanında bu küçük köylü üretiminin yaygınlığı hemen göze çarpar. Hiçbir “proleter devrimi” kırlarımızdaki bu üretim ilişkilerini bir çırpıda değiştiremez.

Kırda köylülüğün durumu somut olarak incelenirse, onun mücadeledeki konumu da ortaya çıkar:

“Kırdaki saflaşmayı özetlersek bir yanda toplam işletmeler içindeki payı yüzde 6,1’i geçmeyen 29 bin büyük toprak sahibi ve 190 bin zengin köylü toprağın yüzde 35’ini işlerken; öte yanda yüzde 62,1 çoğunlukta olan 2.26 milyon yoksul köylü işletmesi toprağın ancak yüzde 20’sini işletmektedir. İkisi arasında köylü işletmelerinin yüzde 31,8’ini meydana getiren ve toprağın yüzde 45’ini işleyen 1.15 milyon orta köylü işletmeleri vardır,

“Farklılaşmanın en uç kutuplarını alırsak, 20 dönümden az toprak işleyen ve ortalama işletme büyüklüğü 8.5 dönümü geçmeyen 1.1 milyon iyice yoksul işletme tüm toprakların sadece yüzde 4.2’sini işleyebilirken, 29 bin büyük toprak sahibi bu bir milyonu aşkın işletmenin bütün topraklarının üç katı toprağı işlemektedir. Devrim toprak sorununu çözecekse, bu zıtlığı ortadan kaldırarak bunu yapabilir. Üstelik istatistikler büyük toprak sahiplerinin konumunu iyice bulanıklaştırmasına rağmen, bu zıtlaşma yine de, en törpülenmiş haliyle de olsa kendini ortaya koyuyor.

“Köylü işletmelerinden, tüm kır nüfusuna geçersek, 1.5 milyon tarım proletaryasının yanında, 1.7 milyon topraksız köylü ailesini dikkate alırsak, kırda en az 5-6 milyon insanımız, yani toplam kır nüfusunun yüzde 20’si türedi işlerle uğraşır ya da daha doğrusu işsizdir. Bütün bu rakamlar, proletaryanın kırdaki ittifak alanının ne ölçüde geniş olduğunu gösteriyor. Köylü ailelerinin yüzde 72’si (topraksızlar ve yoksul köylülük) proletaryanın ittifak gücü olmaya adaydır. Kırdaki açık farklılaşmanın gösterdiği gibi “tüm köylülük” birlikte davranma yeteneğinde değildir. Köylülük, kalın çizgilerle çıkarları zıt saflara bölünmüştür.”

Öte yandan, küçük köylülüğün bir türlü kıramadığı alın yazısına değinelim:

“Köylü işletmesi küçüldükçe tefeci ağına yakalanır.

“Örgütlü kredi piyasası (Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri) genellikle büyük ve orta çiftçiye hizmet götürmektedir.

“Buna karşılık küçük çiftçinin kredi sağlama olanakları kısıtlıdır. Her şeyden önce mal varlığı (toprağı) küçüktür. Genellikle mülkiyet durumu hukuken açık değil ya da ihtilaflıdır.

‘Örgütlü kredi piyasasından gerekli krediyi sağlayamayan küçük çiftçi resmi olmayan piyasaya dönmek zorundadır. Tefeci, kasaba-kentteki tüccar ya da bir büyük toprak sahibi kredi kaynağı olmaktadır.” (Türkiye’de Tarımsal Yapılar) Ya da tefeci küçük çiftçi ilişkisi daha canlı olarak şöyle anlatılır: “… köylü nüfus içinde huzursuz, halinden şikayetçi başka bir sınıf da, ancak geçinecek kadar toprağı olan ya da kiralaya- bilen, pazar içinde yüksek değerde ürünler yetiştiren, fakat bunları düşük fiyattan elden çıkarmak zorunda kalan küçük üreticidir. Bize de, araştırma sırasında bir küçük üretici, tefeciler küçük çiftçiyi öldürdü, sebze işi kumar gibi diyerek bu eğilimi belirtmişti.” (Türkiye’de Tarım İşçileri) Tefeciliğin bizdeki derin tarihi kökleri de düşünülürse, küçük üretici üzerindeki tefeci tahakkümü daha iyi kavranır. Küçük köylünün, topraktaki “mülkiyet durumu” sürekli parçalanmadan dolayı genellikle “ihtilaflıdır.” Aynı zamanda tefeci kredisine mahkum olan köylünün tapusu ipoteklidir, tefecinin çekmecesinde durur. Böylece büyük bey topraklarından traktörlerle ortakçılar sürülüp çıkarılırken, küçük köylü, sözde kendi toprağında ortakçı konumuna düşer. Tefeciye ipotekli toprak üzerinde kendi üretim araçlarıyla yaptığı üretimden elde ettiği ürün üzerinde tasarruf hakkına sahip değildir. Ürün, tefeci tüccarın insafına göre paylaştırılır.

“Bu durum, avuç içi kadar toprağa köylüyü bağlar, borcunu başka bir yoldan ödeme imkanı görmedikçe, bu toprakta ömür tüketmeye mahkûm olur. Böylece tefecilik, yoksul köylünün topraktan kopuşunu engeller, bu süreci yavaşlatır.”

“Kırlarımızdaki bu gerçeklik, kırda sınıf mücadelesinde büyük toprak sahipleri ve zengin köylülüğün yanına, hedef tahtasına tefeci sermayenin de yerleştirilmesini zorunlu kılar.” (Ç. Yol, sayı. 11)

Bu tablodan köylülüğün mücadeledeki konumuyla ilgili şu sonuçları çıkartabiliriz.

Köylü işletmelerinin yüzde 62’sini meydana getiren yoksul köylülüğün, sınıf mücadelesinin kırda yükselmesi koşullarında toprak talebini yükseltmesi kaçınılmazdır. Öte yandan, yoksul ve orta köylülük-kır işletmelerinin yüzde 94’ü-ortak bir parola altında daha şimdiden birleşmiştir. Fiyat makaslarıyla ve yüksek faizle üretici köylüyü soyan, Finans-kapitalin kırlardaki uzantısı tefeci-bezirgan sermayenin tasfiyesi, köylülüğün ezici çoğunluğunun talebidir.

Netice olarak, küçük köylünün mücadele ufku henüz büyük toprak sahipleri ve tefeci-bezirgan sermayenin tasfiyesiyle sınırlıdır. Proletaryanın demokratik devrimdeki hedefi, Finans-kapitalin tasfiyesi aslında köylülüğün bu taleplerini içerir. Henüz sermayenin değil ama tekelci sermayenin tasfiyesine bizde demokratik devrim karakterini veren ilk önemli gerçeklik budur. Finans-kapitalin kırda tasfiyesi, kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesi anlamına gelmediği gibi, bu üretim ilişkilerinin tasfiye hızı demokratik devrim görevlerinin tamamlanma sürecindeki güçler dengesine bağlıdır. H. Fırat, bu noktada önemli bir uyarı yapar:

“Kapitalizmin egemen olduğu ve kırsal ilişkileri de kapsadığı bir toplumda toprak dağıtımını savunmak, tarım proletaryasını ve proleterleşmekte olan yarı-köylüleri küçük mülk sahibi olma hayalleriyle sersemletmek ve oyalamak anlamına gelir ki, küçük-burjuva bakış açısının tipik bir yansımasıdır.” (a.y. 141) işte devrim sorununa ya da devrimimizde köylü sorununa ezbere bir bakış daha!

Hiç şüphesiz ki, modern tarım işletmelerini işçilere dağıtmak hedef olamaz. Ancak bizde kır ilişkilerine bakıldığında sorunun düğümlendiği nokta burası değildir. Toprak ve elbette sermaye yetersizliği içinde olan, topraksız ve yoksul köylülük -köylü ailelerinin yüzde 70’i- köylü sorununun odak noktasıdır. Devrimden ilk elden çözüm bekleyecek, ya da kendi çözümünü zorlayacak olan köylülüğün bu en geniş kesimidir. Demokratik halk iktidarı bu kesime toprak dağıtmaktan kaçınamaz. Toprağın köylünün tasarrufuna mı, yoksa mülküne mi verileceğini ise bugünden belirlemek boşuna olur. Bu konudaki pratik çözümü devrimin koşulları, devrimde köylü tabakalarının konumu ve topyekün güçler dengesi belirleyecektir.

Geniş yoksul köylü kitlelerinin varlığı koşullarında toprak dağıtımı kaçınılmazdır.

Fakat mülkiyet biçimiyle ilgili olarak proletarya şimdiden kendini bir biçimle bağlayamaz.

Böylece, “proleterleşmekte olan yarı-köylüleri küçük mülk sahibi olma hayalleriyle sersemletmiş” mi olacağız? Belki, ancak yazar bu geniş köylü tabakalarına ne önermektedir? Proleterleşmelerini! Bunu bir program hedefi olarak ilan etmek, devrim mücadelesine geniş köylü kitlelerini kazanmak yerine, onları kırda kapitalizmin Prusya tarzı sancılı gelişimine terk etmek olur. Bu sancılı süreçten sonra, kır proletaryasının ağırlıkta olduğu koşullarda toprak dağıtımının yapılmayabileceği bir “sosyalist devrim” mümkündür! Yazar, devrimi bu sancılı uzun sürecin bitimine mi erteliyor? H. Fırat, köylü sorununu kendi özgünlüğünden koparıp, onu “kır burjuvazisi ve kır proletaryası”nın mücadelesine indirgeyince, ortada elbette ki ne toprak ne de köylü sorunu kalmaktadır. Ancak bu bakış açısı kır gerçekliğimize en az “köylü devrimi” özleyen görüş kadar uzaktır.

Temel Çelişki” ve Sosyalist Devrim

“Kapitalist bir toplumda temel sınıf ilişkisini ve çatışmasını, emek-sermaye çelişkisini ve çatışmasını, bir başka şeyle karartmak, bunu tali’, ‘olgunlaşmamış’ saymak, ‘ileriki bir safhaya’ ertelemek, tüm bunlar küçük-burjuvazinin ara sınıf konumunun ifadesi ve yansımasıdırlar.” (a.y. 149) Bu tespit, TDKP, TKP-ML gibi “burjuva ve proletarya arasındaki çelişkiyi olgunlaşmamış” olarak gören siyasi eğilimlerin konumunu çok iyi tanımlıyor. Sınıflar kopuşmasını kendi gerçekliği içinde göremeyen bu siyasetler, kaçınılmazca onu kaba değerlendirmelerle örtmektedirler.

Ancak Yazar, emek-sermaye temel çelişkisinden hareketle, kendi mantığıyla çok da tutarlı olmayan şu sonuca varır:

“Kapitalist Türkiye’nin gündeminde sermaye iktidarına son vermek, uluslararası kapitalizmin cephesini Türkiye’de yapmak, büyük kapitalist mülkiyetin tasfiyesini ilk elden gerçekleştirmek temel görevleriyle yüzyüze bir proleter devrim vardır.” (a.y. 176) Evet, Türkiye’nin gündeminde “ilk elden büyük kapitalist mülkiyetin tasfiyesini” gerçekleştirecek “bir devrim” vardır. Demek ki devrimin mızrak ucu “tüm sermayeye” değil de “büyük sermaye” yönelmiştir. Devam edelim:

“Siyasal özgürlük, ulusal sorun, yöresel feodal kalıntıların tasfiyesi vb. tüm bu demokratik sorunlar tarihsel ve pratik olarak, burjuvazinin egemenliğine son verme, proletaryanın sosyalist iktidarını kurma mücadelesine bağlanmıştır.”

“İlk elden büyük kapitalist mülkiyeti” tasfiye edecek olan “devrim” aynı zamanda “siyasal özgürlük, ulusal sorun, yöresel feodal kalıntıların tasfiyesi” gibi sorunlarla da boğuşacaktır. Bunların hepsi, bir demokratik devrim (MDD ya da UDHD tipinde değil) programı çerçevesindedir. Ancak, Yazar, bu görevlerin “proletaryanın sosyalist iktidarı kurma mücadelesine bağlanmış” olduğunu vurguluyor. Bu da, proletaryanın öncülüğünde bir demokratik devrim adımım dışlamaz. Tersine biri diğerinin mantık sonucu olur.

Bu devrimi hedeflerine götürecek iktidar yapısına gelince, Yazar şunları söylüyor:

“Sosyalist iktidar, proleter demokrasi, proletarya önderliğinde tüm emekçi sınıf ve katmanların çıkarını temsil edecek, proletaryanın yönetici rol oynadığı bir emekçi sınıflar ittifakını simgeleyecektir.” “Proletaryanın yönetici rol oynadığı bir emekçi sınıflar ittifakı” sosyalist kuruluşa yönelebilecek bir “ittifak” mıdır? Yoksa sosyalizme yöneliş ancak böyle bir ittifakın yapısında kaçınılmaz değişimlerden sonra mı mümkündür?

Böyle bir eleştiri ihtimaline karşılık Yazar, cevabını hazırlamıştır: “Küçük-burjuva teorisyenlerimizin kavramakta güçlük çektikleri sorunlardan biri de bu son noktadır. Onlar sosyalist iktidarı saf bir proleter iktidar sanıyorlar, tıpkı sosyalist devrimi de öyle sanmaları gibi.” Sosyal olaylarda “saflık” aramak tam bir saflık olurdu. Fakat böyle genel bir savunma yine de Yazarın tanımlamalarındaki karışıklığı gidermiyor. H. Fırat, “kapitalist Türkiye” ve “emek-sermaye temel çelişkisi” teşditlerinden sonra neden “proletarya ve emekçi sınıflar ittifakı”yla “ilk eden büyük burjuvazinin tasfiyesi” sonucuna varmıştır? Bunu sosyalist devrimin “saf” olmayışıyla açıklayamayız. Bugün Türkiye’de kapitalist üretim biçimi egemen olsa da sınıflar mücadelesini sürükleyen ana halka yalnızca “emek-sermaye çelişkisi” değildir. Her ekonomik ve siyasi krize damgasını vuran sınıflar mücadelesine yön veren, olayları çekip götüren ana halka: Finans-kapital ile işçi sınıfı ve halk kesimleri arasındaki çelişkidir.

Emek-sermaye çelişkisini karartmak gericiliktir. “Proletarya ve burjuvazi arasındaki çelişkinin olgunlaşmadığım” iddia etmek tam bir köylü bakış açısıdır. Sınıflar savaşı gerçekliğinden uzak bir dar kafalıktır. Ancak bütün bunlar yanında, mücadeleyi sürükleyen ana halkayı yakalayamamak da sınıf mücadelesini başarısızlığa mahkum edecek bir körlük olurdu. Proletarya, tüm burjuvaziye karşı mücadele ederken, aynı zamanda şehir ve kır küçükburjuva tabakalarıyla birlikte, tekel dışı burjuvaziyi tecrit ederek, Finans-kapitale karşı henüz demokratik muhtevalı mücadelesinin başım çekebilmelidir. Türkiye kırlarındaki geniş küçük köylü yığınları ile büyük toprak sahipleri ve tefeci-bezirgan sermaye arasındaki çelişki emek-sermaye çelişkisi değildir. Küçük sermaye ile asalak “büyük sermaye” arasındaki çelişkidir. Sosyalizme yönelmek gibi bir kaygısı olmayan küçük köylülük Finans-kapitalin kırdaki uzantılarına karşı aktif mücadeleye kalkışabilir. Türkiye’de finans-kapital iktidarının yıkılması için mücadelenin kır ayağının da aksamaması gerekir. Fakat böyle bir ittifak temelindeki mücadele, hedefleri (“ilk elden” uygulayacağı programı) ve sınıf bileşimi açısından henüz sosyalist değildir.

H. Fırat, TDKP’nin geri bakış açısından kalkarak reddettiği Ulusal Demokratik Halk Devriminin karşısına Sosyalist Devrim hedefini koyarken, yukarda sözünü ettiğimiz mücadeleyi yönlendiren ana halkayı görmezlikten gelemiyor. Ancak onu küçültüp gözden uzaklaştırmaya, emek-sermaye çelişkisini yerli yersiz vurgulayarak gölgelemeye çalışıyor. Bugün Türkiye’deki ekonomik ve sınıfsal yapıyı doğru kavrayan herkes, işçi sınıfı öncülüğünde halk kesimlerinin, Finans-kapitale karşı henüz demokratik mücadelesini ana halka olarak yakalamak zorundadır. İşçi sınıfı bu mücadeleyi kesintisiz sosyalizm hedefine bağlar ve mücadelenin her adımında bunu vurgular. Müttefiklerine çıkarlarının sosyalizmde olduğunu açıklar, kavratmak için mücadele eder. Ancak şehir ve kır küçük burjuva tabakaları konumlan gereği mücadelenin ufkunu sosyalizme vardıramazlar. Onların en son ufku “tam demokrasidir. Bu gerçeklikleri, yaşadığımız koşullarda artık inkar etmek, görmezlikten gelmek çok güç olduğu için. Yazar, devrimin önüne ilk elden “büyük kapitalist mülkiyet”in tasfiyesini koymadan edemiyor. “Büyük kapitalist” tanımlaması yeterince açık olmasa da, bunu en azından Türkiye sınıflar gerçekliğinin kaba bir kavranışı olarak görebiliriz. “Büyüklük”ten önce onun üretimdeki yeri ve karakteri tanımlanmalıdır. Yoksa “büyüklük” göreli bir kavramdır.

Öte yandan, H. Fırat’a göre, “proleter devrimin geçerken çözeceklerine baktığımızda önümüzde bir demokratik devrim programı buluruz. “Siyasi özgürlük, ulusal sorun, yöresel feodal kalıntıların tasfiyesi vb.” “geçerken” ya da “ilk elden”, nasıl çözümlenirse çözümlensin muhtevaca demokratik devrim görevleridir ve önce bunlardan başlanacaktır. Kavramları içerikleriyle birlikte ele alınca terimler üzerinde inatçı polemiklere gerek yoktur. Yazar, “ilk elden” ya da “geçerken” kelimeleri altında eksik ve güdük de olsa kaçınılmaz bir şekilde demokratik devrimi programlaştırıyor. Ancak sorun burada yatmıyor. Yazar demokratik devrim programını “geçerken” uygulayacak olan “sosyalist iktidar”ı, “proletaryanın yönetici rol oynadığı bir emekçi sınıflar ittifakı” olarak tanımlar.

“Emekçi sınıflar” yeterince açık bir kavram değil. Eğer şehir ve kırlardaki kendi emeğiyle, ya da aile emeğiyle geçinen, sistemli artı-değer sömürüsü yapmayan kesimler söz konusu ise, bunlar kırda yoksul ve orta köylülük (köylü işletmelerinin yüzde 94’ü); şehirlerde küçük memur, esnaf ve aydınların bir kesiminden meydana gelir. Başka bir bakış açısından tanımlarsak, kır ve şehirlerdeki tekel dışı burjuvazi dışında kalan çalışan halk tabakalarıdır. Proletarya, bu ittifak güçleriyle birlikte demokratik devrim adımını atabilir, fakat sosyalizmin kuruluşuna geçilirken ittifak güçleri kaçınılmaz bir şekilde yoksul, ya da yarı-proleter köylülüğe daralmak zorundadır.

Eğer Yazar, “emekçi sınıflardan kırda yarı-proleter köylülüğü, şehirde küçük memurları söz konusu ediyorsa, proletarya bu halk tabakalarıyla sosyalizmin kuruluşuna yürüyebilir, fakat Finans-kapitale karşı bugün sürdürdüğü mücadelede ittifaklar cephesini hatalı bir şekilde daraltmış olur.

Netice olarak, H. Fırat, sosyalist devrimin saf olmayacağını söylerken haklı olsa da, bu devrimin muhteva ve sınıf bileşimini tanımlarken karışıklığa düşüyor. Proletarya, günümüz koşullarında “ilk elden” uygulamakla yükümlü olduğu asgari programına göre halk güçlerini Finans-kapital egemenliğine karşı yönlendirebilmelidir. Böyle bir devrim, sınıf bileşimi ve “ilk elden” hedefleri açısından henüz sosyalist değil, demokratik bir halk devrimidir.

Son olarak demokratik devrim adımına karşı biraz da demagojik bir biçimde Lenin’in kanıt gösterilmesine değinelim.

“Marksistler burjuvaziye rağmen, onu tecrit ederek demokratik devrim öngörmüşlerdir, ama burjuva iktidara karşı, burjuvazinin devrilmesini hedef alan bir demokratik devrim hedeflemek saçmalığına kendi paylarına düşmemişlerdir. Geride hala demokratik devrim görevleri duruyor gerekçesiyle, bu saçma platforma düşen Kamenev türü “eski-Bolşevikler”e Lenin’in cevabını çok kimse biliyor artık.” (Devrimci Harekette Reformist Eğilim, s. 112)

Dün Mao’nun “yeni demokrasisi” önümüze sürülüyordu, bugün Lenin’in “Nisan Tezleri”… Oysa Türkiye aynı Türkiye, sınıflar yapısı ve ekonomik düzen olarak 1960’larla 1980’ler arasında köklü hiçbir fark yok. Hatta bize göre, ekonomik gelişim ve bunun sınıflar mücadelesine yansıması anlamında, tartışılmaz bir değişim yaşanıyor olsa da 1925lerde şekillenen ekonomik ve sınıfsal yapının esası bugün de korunmaktadır. Türkiye’deki durum ve gelişimi kendi orijinal yönleriyle kavramak yerine, derinlikli bir çözümlemeye dayanmayan basitleştirmelerle yetinme alışkanlığından kurtulunamıyor. Yazar’ın dün Mao’yu, bugün Lenin’in Nisan Tezlerini kanıt göstermesi arasında metot olarak bir fark yoktur. Her ikisinde de kaba görüntüyle yetinerek, gerçeklikleri hazır -diğer devrim deneylerinde uygulanmış- formüllere uydurma çabası egemendir.

Gelelim, Nisan Tezleri’ne ve Rus devriminden çıkarılabilecek derslere…

Burjuva iktidara karşı, burjuvazinin devrilmesini hedef alan bir demokratik devrim hedeflemek saçmalığına” 1975’de Portekiz komünistleri, 1979’da ise Sandinistalar düştüler. Fanatik İslamcı görüntüleri düşüncelerde şaşılık yaratsa da 1979 İran devrimi de, üstelik burjuvazinin bir kanadının diğerini tasfiye ettiği, geniş halk yığınlarını harekete geçiren basbayağı burjuva demokratik bir devrimdir. Bunlar isteklerden niyetlerden öteye yaşanan olgulardır. Önce yaşamın kendisinde böyle “saçmalıklar” olabildiğine göre, “saçma” görünseler de dikkate alınmalı, bilimsel bir çözümlemeyle açıklanmalıdır. İlk göze batan olgu, bu ülkelerdeki olayları genel bir “burjuva iktidarı” belirlemesi açıklayamıyor. Bu ülkelerde, her birinde, ayrı kendine özgü yanları olmakla birlikte, genel olarak burjuvazi değil, toprak sahipliğiyle şu ya da bu ölçüde kenetlenmiş, tekelci burjuvazinin egemenliği vardı. (Portekiz’de, bu egemenlik halâ sürmektedir) Yazar’ın bilerek ve isteyerek, dil sürçmesiyle değil, kasıtlı olarak, egemen sınıfı tanımlarken “burjuvazi” genellemesini kullanması, “demokratik devrim” görüşünü “saçmalık” olarak ilan edebilmek için sığındığı basit bir politik oyun mudur? Elbette ki değil. Dün Türkiye’de kapitalizmi göremeyen gözlerin, iki acı yenilgiyle ve özellikle son yenilginin derinliğiyle bu sefer tam zıddı uca sıçrayıp kapitalizme tapınmalarının, dile gelişi, kendini açığa vuruş tarzıdır.

Emperyalizm çağında, çok kısa geçici süreçler yaşansa da, kapitalizm yoluna giren geri ülkelerde tüm burjuvazi değil, emperyalist ana yurtlardakine benzer biçimde, genel olarak “burjuvazi” içinden sivrilmiş, finans-kapital egemenliği vardır. Tümüyle bir sınıfın değil, sınıf içinden çıkan bir zümrenin egemenliği, kapitalizmin tekelci döneminin bir özelliğidir.

Özel gelişim süreçleri yazının konusu dışında kalıyor, ancak bizde de uluslararası finans-kapitalle kenetli, bir avuç finans-kapital ekonomiye, politikaya, kültüre vs. egemendir. Yazarın, MDD ve TDKP teorisyenlerince çarpıtılmasından hareketle, “nasıl bir kapitalizm” sorusuna öfkeyle itiraz etmesi pek de yersiz değildir. Ancak Türkiye’de kapitalizmin emperyalizmle nasıl bir ilişki içinde olduğu incelenirse, “burjuva iktidarına karşı burjuvazinin devrilmesini hedef alan bir demokratik devrim” demagojisini yapmak imkansız olacaktır.

Öte yandan, devletçilik beslemesi Finans-kapitalin iç yapısı; büyük toprak sahipliğiyle ve Osmanlılıktan Cumhuriyetin devir aldığı en yaygın sermaye biçimi tefeci-bezirganlıkla bağlantıları incelenirse, Yazarın neden yukarıda sözü edilen demagojilere başvurmak zorunda kaldığı daha iyi anlaşılır. Bu gerçekliklerden, henüz tüm burjuvaziye karşı değil, Finans-kapital iktidarına karşı bir demokratik devrim sonucu çıkar.

Lenin’in Nisan Tezleri, bu görüşlerimizi yalanlıyor mu?

“Devrimden sonra, iktidar farklı bir sınıfın, yeni bir sınıf burjuvazinin ellerindedir.

“İktidarın bir sınıftan diğerine geçişi, kelimenin sırf bilimsel ve aynı zamanda pratik politik anlamında, bir devrimin ilk, başlıca ve esas işaretidir.

“Bu anlamda, burjuva devrimi ya da burjuva demokratik devrimi Rusya’da tamamlanmıştır.” (LeninCilt.24) Bizde de iktidarın burjuvaziye geçişi anlamında, yalnızca bu anlamda, burjuva devrimi tamamlanmıştır. Lenin, Sosyalist devrim parolasını atmadan bir önemli tespit daha yapar.

“Proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü, Rus devriminde şimdiden gerçekleşmiştir, çünkü bu ‘formül’ yalnızca sınıflar arası bir ilişkiyi öngörüyordu, yoksa bu ilişkinin, bu ortaklığın gerçekleştirileceği somut bir politik kurumu değil. İşçi ve Asker Vekilleri Sovyetleri-işte size canlı yaşamdaki ‘proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü’.” (Lenin, a.y.)

Rus devrimcilerinin 1900’lerde mücadeleye hazırlanırken öngördükleri proletarya ve köylülüğün diktatörlüğü yaşamda bambaşka bir biçimde gerçekleşmiştir. “İkili iktidar”ın Sovyetler ayağı “bu formül”ün “belli ölçülerde” gerçekleşmesi olmuştur. Bolşeviklerin “formülü”nü eskiten de bu gerçekliktir.

Buradan hareketle, bizde devrimin nasıl bir yol izleyeceği üzerine şimdiden bir belirlemede bulunmaya kalkışmak işgüzarlıktan başka bir sonuca varmaz. Rusya’da gerçekleşeni “iki iktidar” bize ancak şunu anlatır: Şubat burjuva devriminde, proletarya ve köylülük de hemen hemen burjuvaziye denk bir politik güce ulaşmış, hatta onun iktidarıyla Lenin’in deyimiyle, “gönüllü olarak uzlaşmış”tır. Bizim “burjuva devrimimizde” böyle bir şey kesinlikle yaşanmamıştır. Bu da, iktidarın el değiştirmesi anlamında tamamlanan burjuva devriminin gelişmesinin ne ölçüde kısır ve sancılı olacağının daha ilk günden açık kanıtıydı.

Lenin, Kamanev’i iki yönden eleştirir: Burjuva devriminin tamamlanması sorununu ele alış tarzı ve sosyalist devrime geçiş açılarından.

İlkinden başlayalım. “Sorunu bu şekilde koymak, şimdi ‘burjuva demokratik devriminin tamamlanıp tamamlanmadığını’ sormak ve başka bir şey söylememek, en azından iki çehresi olan son derece karışık gerçekliği kavramaktan kendini alıkoymaktır. Teoride bu böyle. Pratikte, bu acınacak bir şekilde küçük burjuva devrimciliğine teslim olma anlamına gelir.” (Lenin, a.y.)

1917 Nisanında, “burjuva demokratik devrimin tamamlanıp tamamlanmadığım” sormak, neden “pratikte” küçükburjuva devrimciliğine teslimiyet anlamına geliyordu? Çünkü burjuva hükümetine “isteyerek kuyrukçuluk eden” Sovyetlerden -onun içinde kesin çoğunluk olan Menşevikler, Sosyalist Devrimciler gibi küçükburjuva devrimciliğinden- burjuvaziye karşı bağımsız bir tavır beklemek anlamına geliyordu. Oysa Lenin’in tespit ettiği gibi, “bütün küçükburjuvazi, şovenizme doğru, burjuvazinin desteklenmesine doğru” kayıyordu.

Bu nedenlerle, “burjuva demokratik devriminin tamamlanmadığı” sorusuyla yetinmek, küçükburjuvaziden bunun tamamlamasını beklemek demekti. Oysa küçükburjuva devrimciliği “barış ve toprak” sorunlarında burjuvaziden bir adım öne çıkamıyordu. O zaman bir tek yol kalıyordu: “Hareketin komünist, proleter unsurlarının, küçük-burjuva unsurlardan derhal, kesin bir şekilde ve geri dönülmeksizin kopuşması” (Lenin, a.y.) Sosyalist devrim parolasının, sınıflar ilişkisi açısından anlamı buydu. Demokratik devrimde birlikte yürünülen küçük-burjuvaziden kesin bir kopuşma, sınıflar ilişkisi açısından sosyalist devrime geçiş anlamına geliyordu. Ama daha fazlası değil.

Burada Kamenev’in ikinci yanılgısına geliriz.

“O beni şemamın bu devrimin (burjuva demokratik) sosyalist bir devrime hemen geçişine dayandığını söyleyerek eleştiriyor.

“Bu doğru değildir. Devrimimizin sosyalist devrime hemen geçişine dayanmak bir yana, tersine 8. tezde: ‘doğrudan görevimiz, sosyalizmin ‘başlatılması’ değildir’ derken, böyle bir tutuma karşı uyardım.” (Lenin, a.y.)

Sınıflar ilişkisi olarak, burjuvaziyle uzlaşmış olan küçükburjuvaziden geri dönülmez bir kopuşu öne çıkaran Lenin, programatik planda henüz “Sosyalizmin başlatılmasını” önermez. O nedenle, 1917 Nisanında atılan sosyalist devrim parolası, dönemin karakterine uygun olarak sınıf ilişkilerinde yeni bir kopuşmayı, bu anlamda yeni bir aşamayı anlatıyordu.

“Köylülük burjuvaziyle anlaştığı zaman gelecekteki bir olanak nedeniyle, bugünkü görevlerin unutan bir Marksist, küçükburjuva durumuna düşerdi. Çünkü, o, proletaryaya, pratikte küçükburjuvaziye güvenmesini öğütlemiş olurdu (“bu küçükburjuvazi, bu köylülük, burjuva demokratik devrimi sürerken, burjuvaziden ayrılmalıdır”)…

“Fakat henüz tamamlanmamış ve köylü hareketini sonuçlandırmamış olan burjuva demokratik devriminden sosyalist devrime “sıçrayarak” varma isteğiyle, subjektivizme düşme tehlikesi içinde değil miyiz?

” ‘Çar yok, işçi hükümeti var’ d eşeydim böyle bir tehlikeyle yüz- yüze olurdum. Ancak böyle demedim…” (Lenin, a.y.)

Bolşevikler, “işçi hükümeti” parolasını değil, “bütün iktidar Sovyetlere” parolasını attılar. Bu parola bir yandan da burjuva demokratik devriminin bazı yönlerden henüz tamamlanmamış olmasını dikkate alıyordu; öte yandan proletaryanın bağımsız davranışıyla Sovyetlerin burjuvaziyle sürdürdüğü uzlaşmayı sona erdirmesini amaçlıyordu.

Bilindiği gibi, burjuva devrimi sırasında en son Kadetler, Menşevikler ve Sosyalist Devrimcilerin bulunduğu hükümet de öne çıkan “barış ve toprak” taleplerini gerçekleştiremeyince, ikili iktidar” proletarya lehine sonuçlanmıştır.

Sonuçlandırırsak, Bolşeviklerin formülünü eskiten yalnızca, burjuvazinin iktidarı alması değil, onun yanında işçi-köylü Sovyetlerinin bir iktidar organı olarak varolmasıdır. Yeni bir adımı, Sosyalist devrim adımını zorlayan ise, emperyalist savaşa devam etmekten başka bir hedef gütmeyen burjuvaziyle, küçükburjuvazinin (Menşevikler, Sosyalist Devrimciler vb.) aynı hedef doğrultusunda uzlaşmasıdır. Bu durum, proletaryayı eski müttefiklerinden hemen bir kopuşmayla yüzyüze getirmiştir.

Yazarımız, karşımıza Nisan Tezlerini çıkarıyorsa, onun içinden Lenin’in bir cümlesini seçme özgürlüğüne sahip değildir. Sosyalist devrim parolanızla, bizim Menşevik ve Sosyalist devrimcilerimizden ittifaklar zemininde bugünden bir kopuşmayı mı öneriyorsunuz? Eğer böyleyse yolunuz açık olsun! “Burjuvazi” karşısında sosyalizm sayıklayan bir sekt olmaktan öteye gidemezsiniz. Rus devriminde bir benzeriniz aranırsa, davranışınız Troçki’nin tutumuna denk düşer. Yok eğer bugünden ittifaklar zemininde bir kopuşmayı savunmuyorsanız, “ilk elden” yapılacaklar da henüz demokratik devrimin çerçevesi içinde kaldığına göre, Sosyalist Devriminizden geriye ne kalır? İçi boş keskin bir parola!

Burjuvazi iktidarı almış olsa da, burjuva devriminin süreçleri tamamlanmadığı ölçüde, demokratik devrimin objektif temeli eriyip, tükenmiş olmaz; bu nedenle kendi güçlerini sınıflar mücadelesi alanına yükseltir.

Bizde, öncesi bir yana, 960’lar sonrası otuz yıldır, bu gerçeklik en canlı biçimde yaşanıyor.

Sonuç Olarak

Konuyu, özellikle 12 Eylülle birlikte düşüncelerde karşı konulamaz bir baskı yaratan şu soruyla sonuçlandıralım:

“Küçük-burjuva demokrasisi, Türkiye gibi bir ülkede yirmi yıl gibi uzun bir süre boyunca, proletaryayı geri görevlere mahkum eden teori ve tahlilleriyle devrimci hareket üzerinde” nasıl tartışmasız bir hakimiyet kurabilmiştir? (Dev. Harekette Reformist Eğilim, s.10)

“Geri teorilerin genellikle geri toplumsal koşullarda etkili olduğuna” inanan Yazar, Türkiye için bunun “ancak bir ölçüde geçerli” olabileceğini ileri sürmektedir. Çünkü “1970’ler Türkiye’si hiç de küçük burjuva teori ve tahlillerin devrimci toplumsal muhalefet üzerinde bunca uzun bir süre tartışmasız bir üstünlük kurabilmelerini açıklayacak kadar geri bir ülke değildir.” (a.y.)

Yazar, soruya cevap ararken ister istemez şu gerçekliğimize değinmeden geçemez:

“Türkiye’nin nispi geriliği, bunun bir ifadesi olarak, tamamlanmamış bazı burjuva devrim görevlerinin varlığı, küçük-burjuvazinin yaygınlığı bunda önemli nesnel etkenler olmuşlardır kuşkusuz” Ancak, sorunun böyle cevaplandırılmasından tatmin olmayan Yazar, çözümü belirsiz bir geleceğe bırakır: “Bu sorunun cevabı önümüzdeki dönemde yapılacak bilimsel inceleme ve tartışmalarla daha net ve daha kapsamlı verilebilecektir.” (a.y.)

Geçmişin köklü bir eleştirisine girişilirken böyle bir sorunun cevapsız bırakılması önemli bir zaaftır.

Yazar, soruna yaklaşırken “geri tahlilleri” kendi ortamı içinde değerlendirmek yerine, bugünün koşullarından geçmişi yargılayarak problemin çözümlenmesini aslında imkânsızlaştırıyor.

Şimdi “geri” bulunan teorik tahlillerin özellikle 1968’lerde kızışan mücadele koşullarında şekillendiği unutulmasın. Yazar, o günlere 1990’lar Türkiye’sinden bakmaktadır. Koşulları, kendi orijinal süreçleri içinde irdelemek yerine, bugünün ortamından geçmişe bakılırken günümüzün özellikleri geriye taşınıyor. O zaman da “hiç de geri olmayan” toplum yapısına rağmen nasıl böylesine ilkel teorik tahlillerin yaygınlaşabildiği kavranamıyor.

Kapitalizmin varlığı açısından 968’ler Türkiye’si ile 990’lar Türkiye’si arasında bir fark yoktur. Yazar, bu basit gerçeği kavradıktan sonra geriye bakınca bu tespiti gölgeleyen her teorik tahlil ona ilkel görünmektedir. Olay sırf bu yönden, kapitalizmin varlığı yönünden ele alınırsa geçmişe yönelik eleştiriler haksız sayılamaz. Ancak olaya bir de kapitalizmin gelişmesi açısından bakılırsa 68’ler ve 90’ların önemli farklılıkları vardır. Sınıf mücadelesinin canlı gelişimiyle ilgiliysek, kapitalizmin egemen üretim biçimi olmasından öteye, onun gelişiminin bu mücadeleye nasıl yansıdığıyla da ilgilenmek zorundayız. Soruna bu açıdan bakıldığında 68’ler, 90’lara göre “ilkel ve geri” kalır. Yazar, soruna sınıf mücadelesinin seviyesi açısından bakmak yerine, sadece kapitalizmin varlığının kanıtlanması yönünden baktığı için “küçük-burjuva demokrasisinin” yirmi yıllık egemenliğine açıklık getiremiyor.

Türkiye kapitalizmi yakın tarihte iki önemli sıçrama yaşamıştır. İlki, daha önce belirttiğimiz gibi, 1950’lerde gerçekleşmiştir. İkinci sıçrama 1979’larda başlamıştır. Yaşadığımız son on yılı kapsar. Bu iki dönemi sırf nüfus hareketliliği açısından karşılaştırırsak, birbirlerine göre durumları aydınlanır. 1950-80 arası kır nüfusu yüzde 75’den yüzde 56’ya düşmüştür. Otuz yılda yüzde 19’luk bir azalma. Oysa 1980-90 arası yüzde 56’dan yüzde 42’ye gerileyen köy nüfusu yüzde 14 azalmıştır. On yıllık dönemler olarak karşılaştırılırsa,1980 sonrası nüfus hareketliliği öncesinden iki kat daha hızlıdır. Bu ikinci sıçrayışın sınıflar mücadelesine yansıması henüz tam anlamıyla yaşanmamıştır.

Cumhuriyet döneminin ilk otuz yıllık durgunluğundan sonra 1950’lerde başlayan sosyal fırtına küçük burjuva dalgalarını sınıflar mücadelesi alanına taşımıştır. Gerilikleri ve ütopyalarıyla sürece damgasını vuran küçükburjuva devrimciliği, yaşanan mücadele deneylerinden sonra 1979’lara gelindiğinde, aslında 12 Eylül’den hemen önce, teori ve taktikleriyle iflas etmiştir. 12 Eylül bunun yalnızca pekiştirilmesi olmuştur.

Kapitalizmin ikinci sıçrayışı proletarya hareketini öne çıkarıyor. Daha doğru söylersek 1977’lerde başlıyor bu süreç, artık belirginleşiyor. Aynı zamanda küçükburjuva devrimciliğinin “eski şanlı” günlerine dönme şansının olmadığı, o dönemin kapandığı da olaylarca her gün daha iyi kanıtlanıyor.

Yazar, soruna kapitalizmin gelişme süreci ve sınıflar savaşına yansıması yönünden yaklaşmayıp, geçmişi yalnızca kapitalizmin kendisi açısından yargılayınca, küçükburjuva devrimciliğinin “hakimiyetini” açıklayamıyor, ya da “bazı burjuva devrim görevlerinin varlığı, küçükburjuvazinin yaygınlığı” gibi “nesnel etkenler”e bağlamaktan kaçınıyor.

Yaşanan yıllar, hem demokratik devrim görevlerinin varlığını, hem de bunları küçükburjuva devrimciliğinin çözme yeteneğinde olmadığını gösterdi. Ancak, proletarya ile ittifak halinde, bu görevlerin üstesinden gelinebileceği gittikçe daha yaygın biçimde kabul ediliyor.

Netice olarak, Yazar, bizzat kendisi, kapitalizmin ikinci sıçrayışının bir ürünüdür. Bu ikinci sıçrayış, birincinin yaygın bir şekilde yarattığı küçükburjuva hayalleri insafsızca yıkıyor. Bu düş kırıklığıyla geçmişe bakılınca, nasıl olup da bir yirmi yıl böyle hayallerde yaşanabildiği, kuru mantık sınırları içine yerleştirilemiyor.

1968’lerdeki “strateji tartışmaları”nın ilki, mücadeleye büyük bir hazırlıktı. Hemen her devrimciyi içine çekti. İkincisi, ağır yenilgi yıllarının izini taşıyor. Birincisi bir ileriye sıçrayışı hazırlarken, son tartışmalar yenilginin etkisiyle çeşitli yönlerden geriye dönüşlerin anlatımı oluyor.

İlk strateji tartışmaları, 1968’lerde mücadelenin bir dönüş noktasında şiddetlendi. Sosyalist devrim parolası pratiğin dayattığı taktik sorunlardan kaçışa kılıf edilirken, MDD parolası ilkel bir biçimde de olsa mücadelenin bu sıçrayışına ayak uydurma çabası oldu. Yeni tartışmalar, “MDD’cilerin” yenilgisinden çıkıp geldi. “MDD’cilerin” yenilgisi demokratik devrimin yenilgisi gibi sunuluyor. Sosyalist devrim parolası, 12 Eylülle epey geriye itilen mücadeleyi, bu geri noktalardan yeniden inşa etme zorlu görevi karşısında, lafta bir ileriye kaçış oldu.

Dün strateji tartışmaları sırasında, Türkiye’de kapitalizm üzerine kopan gürültü, mücadeleye yeni itilenlerin koşulları tanıma çabasıydı. Bugün Türkiye’de kapitalizmin varlığını ilan etmek bir değer taşımıyor. Hele onu kendi gelişim özelliklerinden sıyırıp, genellemelerle yetinmek mücadeleye yeni katılanların bugünün görevlerini kavrayışını zorlaştırıyor.

Sınıflar mücadelesinin gelişim basamakları, “darbeler”le bilinç kopukluğuna uğratılarak değil, birbirine sağlam mantık bağlarıyla bağlanarak yükseltilebilir.