KAPİTALİZM VE DEMOKRASİ – Mehmet Yılmazer
Düşünce ve Davranışta Yol, Sayı 7, Ağustos Eylül 2005
Demokrasi konusu gelişen olaylarla pratik-siyasal ve aynı zamanda teorik bir sorun olarak öne çıkmaya başlamıştır. Dünyada bir yanda, Amerikan “demokrasi vakıfları”nın örgütleyip desteklediği “portakal devrimleri” oluyor. Bunların bilindiği gibi en temel hareket noktası “hileli” olduğu iddia edilen seçimlere karşı başlatılan kapsamlı bir kampanya ve ardından yapılan “hilesiz” seçimlerle, “demokratik” yoldan iktidarların el değiştirmesidir. Hedef neoliberal politikaları yürütecek partilerin iktidarlara taşınmasıdır. Bu oyuna Yugoslavya iç savaşından beri başlanmıştır. Son birkaç yıldır da bu “demokrasi dalgası” özellikle Rusya’nın çevresinde yeniden hız kazanmıştır.
Bu pratik gelişmelerin dışında öte yandan, Amerikan yönetimi dünyada demokrasiyi yaygınlaştırmaya soyunduğunu iddia ediyor. Bu yönde ilk kapsamlı hedef Ortadoğu’dur. Irak bu konuda çok kötü bir örnek olmaktan öteye henüz geçemediyse de iddia devam ediyor. İşin esas önemli yanı bütün ikiyüzlülüğüne rağmen Amerika’nın bu iddiasının dünyanın bir kesiminde umut yaratmış olmasıdır. Demokrasi oyunu böyle sürdürülürse Ortadoğu’da Washington’un tüylerini diken diken edecek başka sonuçlar da ortaya çıkabilir. Filistin seçimlerinin ertelenmesinin nedeni Hamas’ın olası zaferinden korkulduğu içindir. Lübnan’da Washington’un canını sıkacak sonuçlar ortaya çıkabilir. ABD, Ortadoğu’ya “demokrasiyi getirmeye” çalıştıkça böyle olasılıklar artacaktır.
Bir başka dünyada ise çok farklı gelişmeler yaşanıyor. Seçimlerle Brezilya’da Lula iktidara geldi. Ancak Brezilya halkının bu “demokratik” tercihine hiç de sıcak bakmadığı için dünya finansının bütün kuramları Lula’yı sımsıkı kuşattılar. Yine bu farklı dünyada Pentagon’un devirmek istediği “diktatör” Chavez beş yıl içinde Amerika’nın gözünün içine baka baka sekiz seçim kazanmıştır. Demokrasinin bu çeşidine alışık olmayan ABD’li ideologlar dünyaya demokrasi eğitimi verdikleri “Journal of Democracy”nin sayfalarında Venezüella’daki durumu “Seçimler Demokrasiye Karşı” diye tanımlamak zorunda kaldılar. (Journal of Democracy, Ocak 2005) Burada ikiyüzlülüğün de sınırları aşılmaktadır. Chavez’in “kurallarla oynadığını” iddia eden bu zavallı ideologlar, yıllardır hep kendi lehlerinde dönen bu oyunun bu kez tersine dönme olasılığı karşısında şaşırmışlardır. Ancak “tanrıya çok uzak Amerika’ya çok yakın olan” bu kıtada daha önce de halklar seçim kazanmıştı. Şili’de Allende’nin liderliğini yaptığı Halk Birliği 1970 ve 1973’te iki kez seçimleri kazandı. Bu demokrasi oyununu sevmeyen ABD’nin desteği ile ardından en kanlı Pinochet diktatörlüğü geldi. Dün askeri darbeleri çok seven Washington’un bugün demokrasiye tutulmasının elbette hiçbir inandırıcı yanı yoktur. Chavez’i devirmek için sabırsızlanan ABD, bugün kendi “demokrasi” parolasıyla kendini bir ölçüde sınırlamıştır. Olaylar zorladıkça ABD bu “demokrasi” oyununu nereye kadar sürdürebilecektir?
Öte yandan, demokrasi AB’nin de başını derde soktu. AB anayasasının Fransa ve Hollanda tarafından reddedilmesi AB’yi büyük bir açmazla yüzyüze getirdi. Kıta Avrupa kapitalizminin anglo-saksonlaştırılmasına, yani neoliberalizmin anayasa seviyesinde kurallaştırılmasına itiraz eden Avrupalılar bundan böyle Brüksel’in her aldığı kararı onaylamayacaklarını ilan etmiş oldular. Fransız ve Hollandalıların hayır oylarıyla Almanya-Fransa ekseni büyük bir darbe aldı.
Bu çift yönlü kesmeye başlayan demokrasi kılıcına biraz daha yakından bakmak gerekiyor.
Kapitalizm ve Demokrasi
Kapitalizm ve demokrasinin ayrılmaz ikizler olduğu kanısı oldukça yaygındır. Kapitalist üretim biçiminin siyasal ortamının doğal olarak demokrasi olduğu kanısı hem kapitalizmin hem de demokrasinin tarihselliğini dikkate almadığı için hatalıdır. 1950’ler sonrası kıta Avrupa’sında bir seviye kazanan demokrasi sanki kapitalizmle yaşıtmış gibi düşünülüyor. Oysa aralarında uzun ve mücadeleyle dolu bir tarihsel süreç vardır. Burjuva demokrasilerinin bugün en temel haklarından birisi genel oy hakkıdır. Bunun burjuva devrimlerinin kendiliğinden bir sonucu olmadığı biliniyor. Ünlü Fransız devriminden kırk yıl sonra 1830’larda Fransa’da oy hakkı hala bir avuç mülk sahibiyle sınırlıydı. 30 milyonluk Fransa’da sadece 200 bin kişi oy hakkına sahipti. İngiltere’de genel oy hakkını burjuvazi değil Chartist Hareket 1830’larda parola haline getirmiştir. Fakat 1870’ler İngiltere’sinde hala genel oy hakkı mülkiyet sahipliğiyle sınırlıydı. Demokrasinin sanki doğal uzantısıymış gibi görülen refah devletlerinin tanıdığı sosyal haklar ise tamamen 1950’ler sonrasının olgusudur.
Bu gerçekliklerden hareketle şu temel tespitleri yapmak mümkündür:
– Burjuvazinin dillendirdiği özgürlükler feodal dönemin imtiyazlarının kendi sınıf çıkarları lehine tasfiye edilmesi ile sınırlıdır. Sarayın mutlak iktidarının sınırlandırılması, asaletin sağladığı imtiyazların kaldırılması, toprak sahipliği tekelinin kırılması, ticaretin ikide bir yolunu kesen derebey gümrükleri, “özgür vatandaş’ın olmayışının yarattığı iş gücü sıkıntısı, burjuvazinin “özgürlük” taleplerinin temellerini oluşturuyordu.
– “Demokratik haklar”ın mülkiyet sahipliğinden bağımsız hale gelip genelleşmesi tamamen işçi sınıfı ve çalışan kitlelerin mücadelesi ile mümkün olmuştur. Burjuva demokrasisini genişleten ve bugünkü bilinen klasik haline getiren işçi sınıfının uzun ve çok bedel ödenen mücadelesidir.
Burjuvazinin sınıf olarak özgürlük ufku, kendi çıkarlarını engelleyen feodal imtiyazların tasfiyesiyle sınırlıdır. Ancak “kişi” bir kez ortaçağ serfi olmaktan çıkıp kentlere ve fabrikalara yığılınca özgürlük istekleri burjuvazinin dar sınıf ufkundan çok ötelere kaçınılmaz olarak uzanmıştır. İşçi sınıfı ve kısmen köylülüğün sokaklara çıkmasıyla burjuvazi korkuya kapılıp derebey şatolarının kapısını yeniden çalmıştır. Bir yanda burjuvazi ve derebeyliğin uzlaşması, karşısında ise işçi sınıfı ve köylülük, bu iki cephenin savaşı ve gücü burjuva demokrasinin sınırlarını belirlemiştir. İşçi sınıfı tarihsel olarak bağımsız bir siyasal parti olarak örgütlenmeye başladıkça sürekli olarak burjuva demokrasisi tarafından tehdit edilmiştir. “Mülksüzlerin” güçlenmesi mülk sahiplerini dehşete düşürmüştür. Burjuva demokrasilerinin tarihi bu büyük kopmanın da tarihidir. İşçi sınıfı bağımsız siyasal bir kimlik kazandıkça burjuva demokrasisinin sınırlarını zorlamış, burjuva demokrasisi ise işçi sınıfını kendisi için tehdit olarak görmüştür. Burjuva demokrasisinin gelişimi kesintisiz bir doğru çizgi gibi olmamış, tam tersine kapitalizmin tekelci aşamasına tırmanmasıyla büyük bir kırılma yaşamıştır.
Tekelci Kapitalizm ve Demokrasi
Kapitalizm ve demokrasi ilişkisi irdelenirken çok önemli bir moment, artık tarih olduğu için, atlanamaz. Bu da tekelci kapitalizme geçişle demokraside yaşanan kırılmadır.
Demokrasinin sınırlarının genişlemesi ile burjuvazinin sınıf çıkarlarının uyuşmadığının en tartışmasız kanıtı faşizm yıllarıdır. Faşizmin, özellikle Hitler’le özdeşleştirilip tarih olduğunu kanıtlama çabalarının altında yatan, esas gerçekliği örtme çabasıdır. Yoksulluğun ve “demokratik hakların” işçi sınıfının zoruyla aynı zaman diliminde genişlemesi, burjuva demokrasilerinin iflasıyla sonuçlanmıştır. Önce devrim dalgaları yükselmiş, başarısız devrimlerin ardından ise faşizm yılları gelmiştir. Tekelci kapitalizm, burjuva demokrasilerinde ilk önemli kırılmayı yaratmıştır. Sınıf egemenliğinin tüm burjuvaziden bir avuç tekelci finans kapital zümresinin eline geçişinin siyasal karşılığıdır faşizm. Ne rastlantıdır ne de Hitler’in çöküşü ile tarih olmuştur.
Burjuva demokrasilerindeki bu kırılmadan proletarya ve halk devrimleri çıkagelmiştir. Bir kırk yılda dünyanın üçte birini kaplayacak kadar genişlediler. Avrupa’nın doğusundan Çin’e kadar koca kıtayı kapladılar.
Bu gelişme, mülksüzlerin kendi demokrasilerini kurmaları, paylaşım savaşlarından önünü görmeyen finans kapitale büyük bir uyarı oldu. O da kendi mülksüzlerine demokrasisinin içinde uygun-yaşanabilir bir yer vermek zorunda kaldı, böylece 1950’ler sonrası dünyası burjuva demokrasisinin tarihinde yeni bir dönüm noktası oldu. Serbest rekabetçi kapitalizm yıllarından farklı bir özellik kazanan burjuva demokrasilerinin yeni özellikleri şöyle özetlenebilir:
1- Kadınların oy hakkında henüz tam gelişme olmasa da, genellikle Batı ülkelerinde genel oy hakkı tanındı. Kadınlara oy hakkının tanınması Avrupa’da, örneğin İsviçre’de 1970’li yıllara kadar uzanmıştır. Burjuva demokrasileri artık kendi mülksüzlerine de “seçme-seçilme” genel oy hakkı tanımak zorunda kalıyordu.
2- Burjuva demokrasisi iki paylaşım savaşı sürecinde yaşadığı deneylerden sonra düşünce ve eylem özgürlüğünü kendi çıkarlarına göre kavramlaştırdı. Düşünce ve eylem özgürlüğünü birbirinden ayırdı. Düşünceye sınır yoktu, düşündüğünüz gibi davranmaya kalkarsanız bunun sınırları vardı. Uzun sınıflar mücadelesi yılları böyle bir sonuç yarattı. İşçilerin kendi çıkarlarını savunmak için en basit örgütlenmelerinin yasak olduğu günlerden düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün kazanıldığı dönemlere gelindi. Elbette burjuva demokrasisi tarihi deneylerinden düşüncenin güce ve eyleme dönüşerek kendisi için büyük bir tehdit olabileceğini çok iyi öğrendiği için, düşünce ve eylemin bağını koparmak zorunda kaldı.
3- Demokrasi için sadece kuru özgürlüklerin yetmediği savaş, devrim ve faşizm yıllarında ortaya çıktığı için yaşamı örgütleyen sosyal kurumlar yaratıldı. Bunun adı “sosyal devlet” oldu. Bunun iki kaynağı biliniyor: Kıta Avrupası’ndaki yoğun sınıflar savaşı ve 1917 Ekim Devrimi ile yeni bir “çağın açılışıdır.”
4- Bütün bunların yanında demokrasinin perdelemeleri arkasında kalan bir önemli gerçek vardı. Burjuva demokrasilerinin doğuş dönemlerinde burjuvazi tüm bir sınıf olarak egemendi ve egemenliğini parlamento ve hükümet aracıyla yürütüyordu. Tekelci kapitalizm döneminde ise esas olarak bir avuç finans kapital zümresi egemen hale geldi. İrili ufaklı burjuvalar egemenlik tahtından indirildiler. Bu durum burjuva demokrasisi içinde sürekli bir gerilim yarattı. Seçimler görünüşte herkese egemenlik şansı tanırken, gerçek egemenler bir avuç zümreydi. Bu noktadan sonra demokrasi ve seçimler giderek bir oyuna ve hatta sahtekârlığa dönüşmek zorundaydı.
5- Bu gerçeklik, demokrasi örtüsü altında bir azınlık zümrenin egemenliği, iki önemli sonuç yarattı. Önce II. Dünya Savaşı sonrası batı demokrasilerinde Komünist Partiler lanetli yaratıklara dönüştürüldü. Adeta demokrasinin en kıyısına itildiler. Güçlenme ve zaman zaman hükümete ortak olma olasılığı belirdiğinde doğrudan tehdit edildiler. Evet, genel oy hakkı vardı, ancak politik tercih yelpazesi çeşitli yollarla düzenin istediği açıya daraltılıyordu.
6- Diğer önemli sonuç, II. Dünya Savaşı sonrası soğuk savaş sürecine girildiğinde bütün batı demokrasilerinde derin devletin örgütlenmesidir. Sözde komünist tehdide karşı her ülkede Gladio’lar yaratıldı. Burjuva demokrasisinin kanun sınırları dışında örgütlenen bu ayrı güç odağı, aslında burjuva demokrasilerinin taşıdığı temel çelişki nedeniyledir. İktidar yolu her vatandaşa açık görülür, ancak egemenlik çok küçük bir azınlık olan finans kapital zümresindedir. Bu durum burjuva demokrasileri içinde bizzat kendi kanunlarının dışında bir örgütlenmeyi kaçınılmaz hale getirir.
Bütün bu çelişkilere rağmen batı demokrasisi nasıl yürüdü? Halklar nasıl kendilerini gerçekten egemen sandılar? Bir zümre egemenliği nasıl böylesine örtüle- bildi? Bunun başlıca iki kaynağı vardı. İlki, soğuk savaşla yaratılan komünizm korkusudur. Bu korku öylesine abartıldı ki, paranoya seviyelerine vardı. Soğuk savaş yılları, Batı medyasının anlattığı korku masallarıyla doludur. Kendileri demokrasi ve özgürlük cennetinde yaşarken “demir perde” gerisinde dehşet hüküm sürmekteydi. Bu korku sayesinde batı demokrasileri işletildi. İkincisi, sınıflar savaşının ve Sovyetlerin varlığının sonucu ortaya çıkan Refah Devletleridir. Hiçbir düzen sadece propaganda, yani sırf laf üzerinde duramaz. Batı demokrasilerinin üstünde yükseldikleri 50’ler sonrasının sosyal devlet yapısıdır. Geniş kitleler bu düzende kendi varoluşlarını bulabildikleri, sosyal yaşamlarını geçmişle karşılaştırıldığında çok daha yüksek seviyelerde sürdürebildikleri için demokrasi oyunu, yani her seçimde egemen finans kapital zümresinin yeniden seçilmesi oyunu sürdü gitti. Bilindiği gibi bu oyun bizim gibi ülkelerde de oynandı. Ancak sık sık “düdük çalınarak” oyuna ara verildi. Kurallar ve güçler yeniden düzenlendi. Batı demokrasileri hiç değilse 1950’ler sonrası ara verilmeden devam edebildi. Komünizm korkusu ve Refah Devletleri olgusu bu oyunun sürmesinin iki temel nedenidir.
Neoliberalizm ve Demokrasi
Kapitalist dünyada hala tekelci egemenliğin sürmesine, bu anlamda temel bir değişim olmamasına rağmen, yine de günümüzde sorunun nasıl bir durumda olduğuna değinmek gerekiyor. Neoliberalizm günümüzün modası… Ancak sanıldığının aksine liberallerin demokrasi ile daha doğrusu “çoğunluk” ile araları tarihsel olarak iyi değildir. Amerikan liberalizmini şekillendiren önemli isimlerden Benjamin Constant, 1789 Devrimi’nin Amerika’daki rüzgarını göğüslemek için şunları söyler: “Bir tek despot tarafından ya da toplumu meydana getiren bireyler toplamı tarafından ezilmek farklı değildir. Her ikisine de aynı şekilde karşıyım. Gerçekte İkincisi çok daha kötü olurdu.” Günümüzün neoliberalleri çok iyi bilindiği gibi “kuralsızlaştırma” parolasıyla malların, sermayenin, sıcak paranın özgür, sınırlara takılmadan dolaşımını isterken, kapitalizmin temel öğelerinden işgücünün serbest dolaşımından hiç söz etmezler. Bundan ölümlerini görmüşçesine korkarlar.
Küreselleşmenin ilk yarattığı düşler artık karabasana dönüşmüştür. Neoliberal dünyada ortalıkta demokrasi lafı çok gezinmesine rağmen gerçek nedir? Bugünün demokrasi açısından dünden farkları nelerdir?
1- Zümre egemenliği koyulaşarak sürüyor. Üstelik artık üretim kaygısından uzak finans sermayesinin spekülatif egemenliği daha öne geçmiştir. Ve en zengin zümreler ile yoksullar arasındaki uçurum gelişmiş ülkelerde bile çok hızla derinleşmektedir. Finans kapital egemenliği bu gerçeklikten dolayı artık demokrasi oyunuyla örtülemeyecek ölçüde gözler önündedir.
2- Günümüzde demokrasiyi iyice oyuna dönüştüren diğer önemli olgu siyasal partilerin politik olarak aynılaşmadır. 1950’ler sonrası komünist partiler dışlansa da, hiç değilse sosyal demokrat partilerin bir ölçüde farklı politikaları vardı. Bugün farklı partiler hala var, ancak hepsinin uyguladığı politika neoliberalizm olarak tekleşmiştir. Bu durum sosyalizmin yıkıldığı ilk dönemde kaçınılmaz bir alınyazısıymış gibi sunuldu. Ancak artık burjuva demokrasilerini iyice oyuna dönüştüren bir olgu haline geldi.
3- Sosyal devlet adım adım tırpanlanıyor. Buna en güçlü tepki AB anayasa oylamasında ortaya çıktı. Burjuva demokrasisi 50’li yıllarda verdiklerini geri alıyor. Bu konuda dünya kapitalizmi içinde iki kanadın yoğun bir bilek güreşi yaptığını vurgulamak gerekiyor. Devrim tehditlerini yaşamış ve buradan sosyal devlete gelmiş kıta Avrupa ve Japonya’nın “toplumsal kapitalizmi” ile kendi tarihlerinde işçi sınıfının devrim tehdidini yaşamamış, sadece bireysel çıkarı örgütleyen daha pervasız anglo-sakson kapitalizmi arasında her gün yükselen bir gerilim vardır. Kıta Avrupası anglo-sakson tarzına dönüşecek mi? Burjuva demokrasilerinin kendi iç gerilimini her gün yükselten bu sorun yakın geleceğin en yakıcı sorunu olmaya devam edecektir.
4- Demokratik haklar da “uluslararası terör” bahanesiyle kısıtlanıyor. Bunu en radikal bir şekilde Amerika yaptı. Patriot Yasası bizdeki 12 Eylül uygulamalarını aratmayacak kadar özgürlükleri kısıtlayıcıdır. Kapitalist merkezlerin hepsinde “güvenlik mi, özgürlük mü?” ikilemi sürekli gündemde tutulmaktadır. Egemen zümre finans kapital, korku yaratmadan burjuva demokrasisinin kendisi için yaratacağı riskleri karşılayamaz.
5- Aynı korkunun sonucu olarak derin devlet çok daha köklü ve yaygın hale getiriliyor. Terör bahanesiyle son gelişen teknikler sayesinde özel yaşam üzerindeki kontrol inanılmaz boyutlara çıkmaktadır.
6- Medya dev bir yalan makinesi olarak işlemeye başlamıştır. Özellikle son yirmi yıldır demokrasi iflah olmaz bir oyuna dönüştükçe, medya da tam bir aptallaştırma makinesine dönüştü. Gerçekleri ve moral değerleri öğüten, bozan bir aygıt haline geldi.
Bu gerçeklerden hareketle burjuva demokrasisinin durumu ile ilgili bazı temel tespitler yapılabilir.
İlk olarak, bir azınlık zümrenin egemenliğinin tekrar tekrar onaylanmasından öteye bir anlama sahip olmayan burjuva demokrasilerinin sürdürülebilir olmasının nedenlerinden birisi olan “komünizm korkusu” artık yoktur. Yerine terör korkusunu ikame etmeye çalışıyorlar. Ancak bunun mümkün olmadığı çok açıktır. Veya dünya egemenleri terör korkusunu gerçek hale getirmek için sık sık ikiz kuleler gibi sansasyonel eylemler devreye sokarak işi bir çılgınlık noktasına tırmandırmak zorunda kalabilirler. Bu da Madrid’de olduğu gibi beklenenin tam tersi sonuçlar da yaratabilir.
İkinci olarak, demokrasi oyununu her şeye rağmen katlanılır hale getiren diğer çok önemli faktör olan “sosyal devlet” olgusu hızla erimektedir. Dün iktidara muhafazakar veya sosyal demokratlar da gelse sosyal devletin devam edeceği biliniyordu. Bugün ise tam tersine iktidara hangi parti gelirse gelsin sosyal devletin eriyişine bir çözüm bulunamayacağı yavaş yavaş anlaşılıyor. Neoliberalizm tek politikadır. Böyle bir durumda demokrasi oyununa eskisi gibi kayıtsızca katlanmanın sınırları ortaya çıkar. Günler aktıkça bu sınıra yaklaşılmaktadır.
Üçüncü olarak, Üçüncü Dünya Ülkelerinde demokrasi oyunu ikide bir askeri darbelerle kesildi. Bunun en temel nedeni demokrasi oyununun maddi temelinin olmayışıydı. Halklar demokrasiyi ciddiye almaya her başladıklarında askeri darbelerle bu oyun bitirildi. Bugün üçüncü dünya ülkeleri için askeri darbeler soğuk savaş yılları ölçüsünde kolay değildir. Üstelik Latin Amerika’da halklar seçmekle kalmıyor, seçtiğini sokaklara çıkarak denetlemeye de başlamıştır. Bu gerçeklik de bir avuç azınlığın egemenliğini dört beş yılda bir onaylamak için sürdürülen demokrasi oyununun bu kez halklar tarafından bozulma olasılığını güçlendim ektedir.
Sonuç olarak, bütün bunlardan önemli bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu da, ruhunu çoktan yitiren burjuva demokrasileri ile geniş kitleler arasındaki kopmadır. Demokrasinin bugünkü batı standartlarında en temel göstergesi olan seçimlere katılım epey zamandır yüzde ellinin altına düşmüştür. Kitleler seçimlerle kendi sorunlarına çözüm üretilebileceğine inanmamaktadır. Şüphesiz ki bu kayıtsızlık şimdilik en çok egemen zümre finans kapitalin işine yaramaktadır. Ancak bu kopma öte yandan farklı yol arayışları için hareket noktası olabilir.
Burjuva demokrasisi, tarihindeki ikinci kırılma noktasına yaklaşıyor. Birincisi tekelci kapitalizmin egemenliğinin kurulma ve dünyayı gözü dönmüşçe paylaşma yıllarında yaşanmıştı. Demokrasiler tıkanmış, devrimlerle aşılamayınca faşizmle bir bakıma onarımdan geçirilmiştir. Tıkanan, itibar yitiren burjuva demokrasileri faşizm yıllarında yeniden siyasal hedef haline gelmiştir. Ve yeniden ancak iki ayak üzerinde yükselebilmiştir: Komünizm korkusu ve Refah Devletleriyle!
Bugün tekelci finans kapital, kar oranları düştükçe finans oyunlarını öne çıkartan bir yol izleyerek dünyayı yeniden talan ediyor. Neoliberal ekonomi politikaları mevcut burjuva demokrasilerinin taşıyamayacağı her geçen gün daha çok açığa çıkmaktadır. AB anayasasının başına gelen bunun çok somut kanıtıdır. Yeni Fransız hükümeti önceliği işsizliğe vereceğini açıklayarak işe başladı. Bu tarz geri dönüşler ancak geçici çözümler olmaktan öteye gidemez. Neoliberal politikalardan vazgeçilmedikçe böyle tepkilerin yükselmeye devam edeceği yeterince açıktır.
Sonuç: Demokrasinin Sonu
Merkezler dahil hemen tüm dünyada bir çelişki gittikçe güçlenerek işlemeye başlamıştır. Bir yandan burjuva demokrasileri yaygınlaşıyor, ancak öte yandan burjuva demokrasilerinin işleyebilmesi için gerekli maddi temel, neoliberal soygun nedeniyle eriyor ve daralıyor. Bu erime elbette çarpıcı bir şekilde kapitalist merkezler için geçerlidir. Fakat Üçüncü Dünya Ülkeleri için de geçerli olan yanı vardır. O dünyanın bir bölümünde de özellikle 50’ler sonrası “millileştirmelerle” ulusal ekonomiler kurulup “kalkınma” yoluna çıkılmıştı. Bu çerçevede demokrasi denemeleri de yapılmıştı. Bugün Üçüncü Dünya için böyle bir ufuk yoktur. Uçurum derinleşiyor. Ayakta durmaları tüm varlıklarını uluslararası tekellere satarak, sıcak paranın nazına katlanarak mümkündür. Dolayısıyla burjuva demokrasilerinin maddi temeli Üçüncü Dünya Ülkelerinde de öncesine göre yok olup gitmektedir. Elbette, kimi ülkelerde “özgürlüklerle” yeni tanışmanın sarhoşluğu yaşanıyor. Daha doğrusu uluslararası tekellerin denetimindeki medya bu sarhoş edici içkiyi her köşe başında satıyor. Ancak “komünizm tehdidinin” olmadığı ve neoliberal politikalarla dünyanın yeniden paylaşıldığı günümüzde özgürlüklerin tadı, işsizlik, gelecekle ilgili gittikçe artan korku, yoksullaşma ve moral çürümelerle hızla kaçmakta, acılaşmaktadır.
Bu temel gerçekten hareketle bir başka basamağa çıkmak gerekiyor. Bugünkü demokrasiler vazgeçilemez ve geri dönülemez olgularmış gibi sunulsa da, bu çok aldatıcı bir görüntüdür. Bu “kazanımları” değişmez gerçekliklermiş gibi algılamak hem pratik politika hem de teori açısından büyük yanılgı olur. Burjuva demokrasilerinin hangi koşullarda ve ne büyük mücadelelerle geliştiği; öte yandan nasıl ilk büyük kırılmaya uğradığı unutulmamalıdır. Burjuva demokrasileri sınıf gerçekliğine, sınıfların güç ve çıkarlarının durumuna göre şekillenir. Uzun sınıflar savaşı gerçekliği, devrim deneyleri ve ardından yaşanan faşizm yılları sınıfların aynı zamanda uzlaşma zeminini de yaratmıştır. Bu uzlaşmanın merkezlerdeki ortamını bu tarihsel arka plan, ancak aynı zamanda “refah” koşulları beslemiştir. Geri ülkelerde ise, demokrasi denemeleri sırasında uzlaşmayı sağlayacak böyle bir refah ortamı olmadığı için bu silah zoruyla, askeri darbelerle sağlanmıştır. Burjuva demokrasisinin yaygınlaştığı günümüzde uzlaşmanın zeminini sosyalizmin yıkılışının yarattığı “alternatif yokluğu” ve iktidar hedefinden vazgeçme tavrı oluşturmaktadır. Bu zeminin ne kadar ömrü olduğu ve burjuva demokrasilerinin sürmesi için ne ölçüde dayanıklı olduğu çok şüphe götürür.
Burjuva demokrasileri doğuşlarında mülk sahipleriyle sınırlıydı. Atina demokrasisinin köleleri kapsamadığı gibi, burjuva demokrasisi de mülksüzleri kapsamıyordu. Bugün yavaş ancak istikrarlı bir şekilde burjuva demokrasileri bu özlerine fiili olarak geri dönüyorlar. Kapitalizmin ilk gelişim yüzyılında devlet ve ulus oluşunca, bir yandan uzun sınıflar mücadelesinin sonuçları olarak, ancak öte yandan kapitalistlerin çıkarları için de gerekli olan eğitim, sağlık gibi konular genel “vatandaş hakları” olarak kabul edildi. Bugün özelleştirmeler dünyasında geniş kitleler bu “hizmetlerden” dışlanırken azınlık, elit bir tabaka için her imkan seferber edilmektedir. Mülklülerin zaten var olan imtiyazı felsefi, sosyal ve siyasi anlayış olarak da geri dönüyor. Sosyal haklar tüm vatandaşlar için artık lükstür. “Eşitlik” saçmalıktır. Böyle bir gelişim derinleştikçe demokrasi bizzat egemenler için mayın tarlasına dönüşüyor. Genel oy ve örgütlenme hakkı potansiyel bir tehdide dönüşüyor. Venezüella’da Chavez’in kazandığı seçimleri demokrasi için tehdit olarak gören egemen finans kapital, benzer tehditle dünyanın her köşesinde karşı karşıya gelebilir.
Burjuva demokrasilerinin ruhu tekelci finans kapital zümresinin egemenliği ile çoktandır ölmüştü; bu oyunu sürdürülür kılan maddi ortamı da neoliberalizm ister istemez ortadan kaldırarak onu bir siyasal kurum olarak felç ediyor.
Tarihsel olarak dünya, burjuva demokrasilerinde yeni büyük bir kırılmaya doğru gidiyor. Bu anlamda demokrasilerin sonu yaklaşıyor. Bir yanda bu oyuna karşı büyük bir kayıtsızlık varken, öte yanda ise bazı kritik momentlerle geniş kitleler “genel oy hakları” ile finans kapital düzenlerine küçük, fazla hırpalamayan darbeler vuruyorlar. Kapitalizmin içinde bulunduğu durum bu gidişi ve çelişkileri şiddetlendiren bir rol oynuyor. Demokrasiler tam bir açmazla yüz yüzedir. Geniş yığınlar örgütlenme ve genel oy haklarını ciddiye almaya başlarsa, bu egemen zümreler için silahın geri tepme etkisi gibi yaralanma riski yaratır. Demokrasiye kayıtsızlık başka düzen dışı yollara akmaya başlarsa buradan çok daha büyük “tehditler” doğabilir.
Burjuva demokrasileri genişlemeye zorlanır ve tepkili yığınlardan gelen etkiyle yeniden ruh kazanırsa, bu aynı zamanda burjuva demokrasilerinin sonu demektir. Burjuva demokrasileri yaygınlaştıkça öte yandan kendi sonlarını hazırlıyorlar. Dünya finans kapitali bu oyunu bıçağın sırtında oynadığının bilincinde olduğu için, sıkıştıkça korku filmini oynatmaya başlayıp “özgürlükler mi, güvenlik mi?” tehdidini savuruyor. Geniş yığınlar bu soruya hangi cevabı verecektir? Korkunun da bir sınırı, bir bitiş noktası vardır; o noktadan sonra cesaret başlar.