DAYANIŞMA SINIFI YENİDEN YARATABİLİR Mİ? – M. Sinan
Düşünce ve Davranışta Yol, Sayı 6, Şubat 2005
“Bir insan yığınının içinde yaşanılan gerçeklik üzerinde tutarlı ve bütün halinde düşünmesini sağlamak, bir felsefe “dahisinin” yapacağı ve yalnız küçük aydın kümelerinin malı olarak kalacak bir keşiften daha önemli ve dahası özgün bir felsefe olgusudur.”
Gramsci, Hapishane Defterleri
Bu yazının temel tartışma konusu sınıf hareketinin yaşadığı uzun erimli bir tıkanışın yapısal sebeplerinin neler olabileceği ve bu tıkanıştan çıkış için “Dayanışma”nın yeni bir sınıf hareketinin örülmesinde ne gibi bir rol oynayabileceği olacaktır.
Sınıfa Ne Oldu?
İşçi sınıfı çok uzun bir süredir bir irade olarak, kendisi için bir sınıf olarak, bir taraf olarak kendini ifade edebilme sorunu yaşamaktadır. Neo-liberal politikalar eşliğinde 1980’den bu yana toplumun uğratıldığı yapısal dönüşüm, bir yandan eldeki birçok hakkın kaybedilmesine yol açarken aynı zamanda toplumsal güç dengesini işçi sınıfı aleyhine hiç durmaksızın bozmaktadır. Zaman zaman yaşanan önemli çıkışlar ise en azından 89 eylemlerinden bu yana hiçbir iz bırakamadan sönümlenmekte, hareketin bir önceki seviyesinin daha gerilerine düşmesine engel olamamaktadır.
Bu durum yani işçi sınıfının örgütlü bir toplumsal bir taraf olarak kendisini ifade edememesinin sebepleri ne olabilir? Bu sorunun cevabını kimileri “elveda proletarya!” diyerek kendilerince verdiler. Bu kendi içinde tutarlı bir cevaptır. En azından yok olduğu düşünülen bir şeyin etkinliğinin olamayacağı açıktır.
Bizler bu cevabı kabullenmiyoruz. İşçi sınıfının ebediyen bir toplumsal özne olma konumunu kaybetmesini gerektirecek süreçlerin yaşandığını düşünmüyoruz. Hatta tam tersine ticarileşme ile birçok yeni alanın piyasa ilişkilerine sonuna kadar açıldığı neo-liberalizm koşullarında, işçi sınıfının en azından potansiyel olarak, yaygınlığının arttığını söyleyebiliriz. “Proleterleşme” tüm hızıyla devam etmekte olan bir süreçtir. Gerçi proletarya kapsamı altına girecek kesimler belki bundan 150 yıl önce umut edildiği kadar standartlaşmış, türdeş bir topluluk oluşturmamaktadır. Belki sanayi işçiliği oranı da beklendiği seviyede artmamıştır ve hatta ileri kapitalist ülkelerde sanayi işçiliği oransal olarak gerilemektedir. Fakat bütün bunların hiçbiri işçi sınıfının etkinliğinin bu düzeye gerilemesine açıklama olamazlar. Ekim Devrimi öncesinde işçi sınıfının o günkü Rusya toplumunda nüfusa oranı %10’larda bile değildi. Bu gerçeklik işçi sınıfının Ekim Devrimi’nin motor gücü olmasına engel olamadı.
İşçi sınıfı ortadan kaybolmamış, tam tersine sayısal olarak artmış ve yaygınlaşmış, kolektif bir sınıf olarak davranabilme yeteneğini kategorik olarak yitirmesini gerektirecek gelişmeler yaşanmamıştır. Fakat kimi yapısal dönüşümler geçirmektedir ve bu yapısal dönüşümlerin eski kalıplarla kolektif davranış yollarını tıkadığı söylenebilir. Çalışılan işyeri ölçeğinin küçülmesi, taşeronlaştırmanın ve işi parçalamanın yaygınlaşması, çalışma ilişkilerinin işçi sınıfı aleyhine bozulması, teknolojinin üretim içerisindeki alanının genişlemesi, temel güvencelerin bir bir ortadan kaldırılması, küreselleşme ile dünya işçi sınıflarının birbirleri ile büyük bir rekabet içine sokulması, yeni işletme modelleri sermayenin işçi sınıfına yönelik taarruzunun birebir çalışma alanında ortaya çıkardığı değişikliklerdir. “Bunu takiben işçi sınıfı iktidarının gözden düşmesi ve gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının çalışma koşullarının ağır ağır yaşadığı görece bozulma, gelişmekte olan dünyanın büyük bir kısmında devasa, şekilsiz ve örgütsüz bir proletaryanın oluşumu ile at başı gitti”(David Harvey, New Imperialism, s.63) Bunları nötr bir teknolojinin, üretici güçleri geliştirmesi sonucu ortaya çıkan kaçınılmaz sonuçlar olarak değerlendirenleyiz. Bu gelişmeler finans kapitalin, 1970 krizi sonrasında işçi sınıfından emilen artı değeri arttırmak adına yürüttüğü merkezi politikaların neredeyse dünya çapında türdeş sonuçlar yaratan ürünleridir.
Fakat işçi sınıfının etkin bir güç olarak ortaya çıkamamasını salt üretim alanındaki birtakım gelişmelere bağlamak mümkün değildir. Siyasi anlamda sosyalist bloğun çöküşü işçi sınıfının harcı olmuş bir ideolojinin hızla yıpranması sonucunu doğurmuştur. Sosyalist ülkelerin çöküşü, tüm dünyadaki sosyalist hareketleri sarsmış, buradan Marksizm’in krizine kadar ulaşılmıştır. Bu krizlere üretilen yanıtlar çok tatminkar olmamıştır. Siyasi kriz, ufuk kopması sonucunu doğurmuş ve sosyalist hareketler ile sınıf arasındaki güven ilişkisini büyük oranda yok etmiştir. Sınıfın ve sosyalist hareketin birbirinden hızla uzaklaşması sadece ülkemizde yaşanan bir sorun olmasa gerektir. Fakat biz bu yazı özelinde olabildiğince ülkemizde yaşanan gelişmelerden yola çıkarak kimi sonuçlara ulaşmaya çalışacağız. Sınıfın siyasi kimliğinin bir türlü yeniden olgunlaşmaması yaşanan sorunları daha da ağırlaştırmaktadır. Sosyalist hareketler sınıfın ruh halinden tamamen kopup neredeyse skolastik tartışmalar ve kendilerine özgü bir kozmosun içinde gün geçtikçe marjinalleşirken, sınıf ise dönemsel olarak farklı siyasi hareketlerin etkisi altına girmektedir. Bu durum bizde de her bir seçimde ortaya çıkan birbirinin 180 derece zıddı sonuçlar ile belgelenmektedir.
Tabii sınıfın oluşumunu fazlasıyla belirleyen bir güncel etken de kültür endüstrisidir. Kapitalizm boş zamanı örgütleme ve gündelik yaşamı bazı ortak standartlara kavuşturma noktasında çok büyük mesafeler kaydetmiştir. Dolayısıyla işçi sınıfının bugünkü durumu üzerine düşünürken egemen kültür endüstrisinin ortaklaştırıcı etkisinin farklı bir sınıf kimliği oluşumunu engelleyen muazzam etkisini de görmek gerekiyor. Bu işçi sınıfı tarihi açısından son 25 yılın en önemli yeniliklerinden bir tanesidir.
Sınıfın kolektif davranışının geleneksel zeminini bozan sebepleri böylece çalışma yaşamı, siyaset ve kültür meseleleri olarak üç ana başlıkta toplayabiliriz.
Bu üç alanda ortaya çıkan olumsuzlukların ürünü olarak toplumsal güç dengelerinde çok büyük bir kayma yaşanmıştır. 1970 krizi sonrasında sermaye büyük bir püskürtme saldırısına girişti. Bu püskürtme saldırısı yukarıdaki üç alanda birçok farklı araç ile yürütüldü. Bugün gelinen noktada işçi sınıfının, kendi iradesini ortaya koyabilen bir toplumsal güç olarak var olabildiğini söyleyebilmek çok zordur. İşçi sınıfı bir potansiyel olarak mevcuttur. Bu varlık, zaman zaman kendisini çeşitli toplumsal olaylarda dolaylı olarak ortaya koymaktadır. Fakat bugün etkin bir özne olarak işçi sınıfından bahsedebilmek, dünya üzerindeki kimi tekil örnekler bir tarafa bırakılırsa mümkün değildir.
İradi bir güç olarak, kendisi adına eyleyebilen bir güç olarak işçi sınıfından bahsedebilmek için ise bir örgütlenmeye ihtiyaç vardır. Örgütlenemediği sürece potansiyel işçi sınıfının kendisi için bir sınıfa dönüşebilmesi imkanı bulunmamaktadır. “Sınıf mücadelesi, ortak sınıf çıkarlarına sahip kitlelerin, sınıf bilinci, kolektif eylem ve toplumsal örgütlenme yoluyla sahip oldukları kapasiteyi harekete geçirerek, toplum içinde belli bir güç durumuna gelmelerini anlatan böyle bir toplumsal oluşum sürecinin adıdır.” (Öngen, s.222)
Dolayısıyla işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu krizlerin en önemlisi örgütsel krizidir. Çünkü örgütsel krizin aşılamaması, yani işçi sınıfının en temel ortak çıkarlarını ifade edebileceği öz-örgütlerine sahip olamaması onun etkin bir sınıf haline dönüşememesinin en önemli sebebidir. Örgütlenme sorunu aşılamadıkça çalışma yaşamı, siyaset ve kültür alanları ile ilgili de adımlar atılabilmesi mümkün değildir.
Sendikalar ve İşçi Sınıfı
İşçi sınıfının yukarıdaki ihtiyacına denk düşen en önemli örgütlenme aracı sendikalar idi. Gerçekten de işçi sınıfının en yaygın örgütleri tarihsel olarak sendikalar olagelmiştir. En genel işçi meselelerini ele alan, tamamen gündelik işçi yaşamının doğal ihtiyaçlarından türeyen, işçilerin bir araya toplanmasını sağlayarak sınıfsal bir kimliğin ortaya çıkmasına hizmet eden sendikalar tarihsel olarak çok önemli bir rol oynamışlardır. Sendikalar, işçi sınıfının okulları olagelmiştir.
Fakat bugünkü aşamada sendikalar, dünyanın birçok yerinde ve özellikle de ülkemizde bu özelliklerini büyük oranda yitirmiş durumdalar. Kapitalizmin gelişme dönemlerinde, özellikle işçi sınıfının salt bir üretim maliyeti olarak değil de aynı zamanda bir tüketici, talep unsuru olarak görüldüğü Keynesçi dönemlerde sendikalar önemli oranda gelişme imkanı buldular. Oysa bugün küresel durgunluk koşullarını yaşıyoruz. Küreselleşme koşullarında üretim yapılan yer ile ürünün satıldığı yer birbirinden neredeyse kopuşmuştur. Bu gerçeklik sendikaların geçmişteki ücret arttırıcı, çalışma koşullarını düzeltici olanaklarını büyük oranda törpülemektedir. Bu anlamıyla sınıfın liretimden gelen gücünün zayıfladığı söylenebilir. Neo-liberalizmin dayattığı yeni yasal düzenlemeler ve küreselleşmenin sermayeye sunduğu imkanlar, kısacası finans-kapital ile proletarya arasındaki güç dengesinde ortaya çıkan kayma, işçi sınıfının üretim üzerindeki hakimiyetini azaltmıştır. Ayrıca teknolojinin işgücünü vasıfsızlaştırma etkisi aşırı işsizlik koşulları ile birleşince çalışma alanında emeğin sermayeye karşı direnme yeteneği daha da zayıflamaktadır. Her ne kadar çekirdek işgücü diye niteleyebileceğimiz vasıflı, merkez bir işçi topluluğunun varlığından bahsedilebilse de bu kesim de küreselleşme tehdidi altındadır. Hem de iş sahibi olabilmenin büyük bir ayrıcalık haline geldiği günümüz koşullarında bu kesimler, bir sınıf hareketinin lokomotifi olacak enerjiyi ortaya koyamazlar. Bu kesimin sınıfın mücadelesinde etkin bir özne olabilmesi için hareketin belli bir ilk ivmeyi kazanmış olduğu bir ortam gereklidir.
Bugün sendikaları işçi sınıfının yaşamsal ihtiyaçlarına yanıt veren kurumlar olarak görebilme imkanı ortadan kalkmıştır. Bu tespite aykırı kimi deneyimler dünya deneyimlerinden gözlenebilse de (Güney Afrika’da COSATU, Güney Kore’de KCTU) bunlar da istisnai örnekler olarak gözükmektedir. Bunun birkaç sebebinden bahsedebiliriz.
Birincisi; sendikaların işçi sınıfının denetiminden tümüyle çıkarılması. Soğuk Savaş döneminde Amerikan tarzı sendikacılık dünyanın her yerinde özel yöntemlerle geliştirilerek sendikalar işçi sınıfını toparlayan ama işçi sınıfının örgütü olmayan kurumlar haline getirilmiştir. Sınıf sendikacılığı çizgisi çeşitli zor yöntemleri ile etkisizleştirilmiştir. Hür sendikacılık çizgisi ise sınıfın denetimine tamamen kapalıdır. Dolayısıyla varolan sendikaların büyük bir kısmı, işçi sınıfını güden, onu denetim altında tutmaya yarayan sermaye araçları haline dönüşmüştür. Hızla bürokratlaşan sendika yönetimleri, işçi sınıfını denetim altında tutmaları karşılığında düzen protokolünün önemli bileşenleri haline dönüştürülmüştür. Bu yaşananlar varolan sendikalara karşı itimadı büyük oranda ortadan kaldırmıştır.
İkincisi; sendikal mücadele çizgisi ücret sendikacılığına kilitlenmiştir, işçi için sendika yaşamsal birçok ihtiyaca yanıt üreten bir öz-örgüt olmaktan ziyade üyesi olunduğunda toplu sözleşmeden yararlanılacak bir araç haline dönüşmüştür. Oysa 1970 sonrası kriz koşullarında, sendikal mücadele kanallarından ücret düzeltmeleri gerçekleştirmek gün geçtikçe zorlaşmıştır. Küreselleşme koşullarında sermayenin hareket yeteneği büyük oranda artmıştır. Ücret artışları ya teknolojik yatırımlar ve verimlilik artışlarıyla karşılanmış ya da yatırımların farklı ülkelere kaydırılması sonucunu doğurmuştur. İşsizliğin büyük oranlarda artması işin kendisini bir tür ayrıcalık haline getirmeye başlamıştır. Dolayısıyla salt ücret yükseltme talebine kilitlenen bir sendikal anlayış anlamsızlaşmıştır. Eldeki kazanımların her geçen gün yitirildiği koşullarda sendikalar ciddi direnç noktaları olamamaktadır. Dolayısıyla sınıfı toparlama, bir araya getirme ve asgari düzeyde de olsa bir şekil verme görevini sendikaların varolan anlayışla oynaması gün geçtikçe güçleşmektedir.
Üçüncüsü; sendikal örgütlülüğün en etkin taşıyıcısı olagelmiş, sanayi işçiliği, dünyanın bir kısmında oransal olarak azalmaktadır. Varolan sanayi işkolları içerisinde ise ölçek büyük oranda küçülmektedir. Taşeronlaştırma, fasona iş verme, eve iş verme vs. gibi işçi sınıfını atomlarına parçalamayı hedefleyen uygulamalar sömürü oranlarını artırmakta ve örgütlenme kapasitesini büyük oranda düşürmektedir. Hizmet sektöründe istihdam edilenler ise geleneksel sendikal örgütlenmeye yabancılıklarını bir türlü üzerlerinden atamamışlardır.
Dördüncüsü, sendika örgütlenmesi işyerini merkezine alan bir modeldir. Fakat bugün işyerinin çalışma yaşamındaki etkinliği azalmaktadır. “Teknolojik gelişme istihdamın giderek azalmasıyla birlikte verimliliğin arttığı bir noktaya ulaştı; fabrikada çalışanlar topluluğu zayıflıyor ve küçülüyor, işten çıkarma modernleşmenin yeni ilkesidir.” (Bauman, “Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar”, s: 79) Bu durum, küçük işyerlerinde çalışanların çok sık iş değiştirmeleri dolayısıyla tek bir işyerini sahiplenmemeleri örneğinde de olduğu gibi sermayenin hareketliliğinin gelişimi, eve iş verme, internet üzerinden çalışma vs. ile de ilgilidir. Dolayısıyla toplumsal yaşamı işyerinin dışında da yakalayan bir örgüt modeline ihtiyaç varmış gibi görünmektedir.
Beşincisi ve en önemlisi; sendikalar bugün işçi sınıfının parçalanması karşısında farklı kesimleri bütünleştirecek bir örgüt modeli olmaktan çıkmıştır. Bu parçalanma esnasında bir tarafta kalmışlardır. Bugün yeni istihdam olanakları büyük oranda enformel sektörler kökenlidir. “Diğer taraftan, kayıt dışı ekonominin büyümesi; hem İş Kanunu hem de Sosyal Sigortalar Kurumu kapsamında olması gerektiği halde, kaçak çalıştırılan geniş bir ücretliler kitlesinin doğması üzerinde etken olmuştur. 2000’li yılların başında SSK’ya tabi işçi sayısı 5.3 milyon iken, kayıt dışı işçi sayısı 3.4 milyona ulaşmıştır. Bunun yanı sıra düzenli ve yeterli işi olmayanların sayısı 3 milyon, açık işsizlerin sayısı ise 2.4 milyon olarak tahmin edilmektedir. Bu son üç kategorideki kişilerin sayısı 8.8 milyona ulaşmış olup, SSK kapsamındakileri yüzde 66 oranında geçmektedir.” (Ahmet Makal, Amele birliğinden yeni iş kanununa: Türkiye’de çalışma ilişkilerinin 80 yılı, İktisat Dergisi, sayı 440) Evden çalışma ve kısmi zamanlı işler giderek yaygınlaşmaktadır. Çalışma alanında çok farklı statüler ortaya çıkarılmaktadır. Hizmet sektöründe, çok ağır koşullarda çalışanlar neredeyse tamamen sendikaların menzili dışına düşmektedir. En azından sendikaların algılayışı bu yöndedir. Küçük atölyelerde çalışan işçiler için de sendikal örgütlülük imkanı fiilen yoktur. Bu koşullarda potansiyel işçi sınıfının en büyük öbeklerini örgütlemeyi hedefleyemeyen bir örgüt modeli ile karşı karşıyayız demektir.
Bu parçalanma durumu o kadar belirgin bir şekilde ortadadır ki son 15 yılın bütün büyük sınıf hareketlerinde rahatlıkla gözlenebilir. Sosyal güvenlik yasasının engellenmesi için yaklaşık 500 bin sendikalı işçi Ankara’da toplandığı gün, sendikal örgütlülük dışında kalan, daha ziyade devrimci örgütlerle bağlantılı ve özellikle küçük atölyelerde, enformel sektörde çalışan işçilerin kılı bile kıpırdamadı. Çünkü bu kesim emekli olabilme düşlerini zaten çok önceden toprağa gömmüştü. Fakat sendikalar, mücadele sürecinde bu kesimleri kazanacak hiçbir adım atamadılar.
Yine benzer şekilde Kamu Reformu’na karşı çıkan kamu çalışanları, sınıfın geniş kesimlerini birebir ilgilendiren böyle bir konuda bunlar ile bağ kuracak imkanlara sahip olamamıştır. İlk kez bu süreçte KESK içerisinde “halkla bütünleşme ve beraber mücadele etme” isteği ifade edilse de bunun nasıl yapılacağı konusunda kimsenin kafasında bir şey bulunmamaktadır. Pratik imkanların çok sınırlı olduğu açıktır.
Bu koşullarda sendikaları sınıfın bütünü için işlevsel araçlar olarak düşünmek durumunda değiliz. Dolayısıyla işçi sınıfının yeniden ayağa kalkmasını varolan sendikaların nicel büyümesinden ummak da gerçekçi görünmemektedir. “Türkiye’de çalışan kesimlerin kendilerini tehdit eden değişim dinamiklerine, sol tahayyülü süslemeye devam eden sanayi işçisi bilinci ve modern örgütlenme yöntemleriyle direnmelerini beklemenin çok gerçekçi olmadığını söyleyebiliriz” (Buğra, Bir Toplumsal Dönüşümü anlama çabalarına katkı: Bugün Türkiye’de E.P. Thompson’ı okumak) Zaten görünen durum sendikaların üye kayıplarının sürekli olarak devam etmesidir. Çoğu önemli işçi havzasında sendikal örgütlenmelerin sınırlı olsa dahi bir etkinlikleri bulunmamaktadır. “ 1980’li yıllarda Türkiye’de toplam ücretlilerin yaklaşık %20’si sendikalı iken, bu oran 2000’li yılların başında %8’lere düşmüştür. Gene 1980’li yıllarda Sosyal Sigortalar Kurumu’na tabi işçilerin yaklaşık %50’si sendikalı iken, bu oran 2000’li yılların başında %I6 dolaylarına gerilemiş; mutlak rakamlarla sendikalı işçi sayısı ise 1.5 milyondan I milyonun altına düşmüştür” (Ahmet Makal). Bugün Türk-İş’e ve DİSK’e bağlı birçok sendikanın gerçek üye sayılarının yetki sınırının oldukça altında olduğu bilinmektedir ve bu durum hükümetler tarafından zaman zaman bir şantaj aracı olarak da kullanılabilmektedir.
Sınıfın etkin bir özne olarak oluşmasının yatağı sendikalar olamayacaksa bu olanağı sunacak yeni bir örgüt modeli nasıl oluşturulabilir?
İşçi Sınıfı Nasıl Oluşur?
İşçi sınıfı, ilk önce kendi içinde sürekli bir ortak faaliyete sokulamadıkça etkin bir sınıf kimliği kazanamaz. “Ne zaman birtakım insanlar (paylaşılan ya da tevarüs edilen) ortak deneyimler sonucu aralarındaki çıkarların özdeşliğini, çıkarları kendilerininkinden başka (ve genellikle karşı) olanlara göre duyumsar ve ifade ederlerse o zaman sınıf oluşur” (Thompson, İngiltere İşçi Sınıfının Oluşumu, s.40) Dolayısıyla sınıf haline gelebilmenin en önemli ön koşulu bir araya gelmedir. Bir araya gelebilmenin yolu nereden geçmektedir? Sınıfın neredeyse atomlarına parçalandığı, sınıf bilincinin bütünüyle silikleştiği, siyasi ajitasyonların etkinliğinin kalmadığı bir ortamda bir araya getirebilme ne üzerinden başarılabilir? İşçileri ve işsizleri birbirleri ile rekabet eder mevcut konumlarından omuz omuza vererek bir sınıf haline dönüştükleri aşamaya nasıl sıçratabiliriz? Bu sorulara bulunacak doğru cevaplar işçi sınıfının krizine karşı çıkış noktaları olabilirler.
Örgütlenme gerçek sorunlar üzerinden gerçekleşebilir. Bu örgütlemeyi yapmayı hedefleyenlerin gerçek olduğuna inandığı sorunlar demek değildir. Çünkü örgütleme misyonu ile davranan sosyalist hareket mensupları sınıf ile yaşanan uzun süreli ayrılık sonucunda, sınıfın gerçek sorunlarını kavrayabilme olanağını yitirmiş durumdadırlar. Kafalardaki gündemler sınıfa dayatıldığında ise çağrıların karşılıksız kalması kaçınılmazlaşmaktadır. Dolayısıyla doğru çıkış noktalarını hissedebilmek için bile sınıf içerisinde siyaset yapabilmeyi becerebilmek gerekmektedir. “Bu yılların -Sanayi Devrimi- en keskin çatışmaların hayat pahalılığı serilerinde içerilmeyen konular etrafında olduğunu çok güçlü bir şekilde hatırlatır. En fazla duygu yoğunluğuna yol açan konular çoğu kez, kolay anlaşılır ‘ekmek ve peynir’ meselelerinden çok, adalet-bağımsızlık-geleneksel adetler-güvenlik ya da aile ekonomisini ilgilendiren konulardır.” (Thompson) Hangi temel eksenlerin sağlam bir örgütlenme inşasına zemin olabileceğini görebilmek için çoğu zaman kafalarımızdaki kalıpların dışında düşünebilmek durumunda kalıyoruz. Bu aşamada dışarıdan bilinç taşımanın yönünün bir dönem içine tersine dönmesi ya da en azından karşılıklılığının altının çizilmesi kabul edilebilir.
Daha sonra bu sorunların kendisini salt işyerinde yaşananlar ile sınırlaması gerekmez. “Bu ortamda işçi sınıfı üzerine, Thompson’ın bir tarihçi olarak yaptığı gibi, insanlara bakarak fikir yürüten bazı sosyal düşünürler, çalışma ortamının dışındaki yaşam alanlarında sürdürülen ilişkiler ve bunları etkileyen siyasi süreçler üzerinde daha önemle durulması gerektiğine ve neo-liberal iktisat politikalarının özellikle bu alanlarda sorgulanabileceğine işaret ettiler.”(Ayşe Buğra) Sosyalist solda şöylesi bir yanlış anlayış vardır. İşçiyi işyeri kanalından örgütlemek sınıf çalışmasıdır fakat mahalleden doğru örgütlemek sınıf çalışması değildir. İki türlü çalışmanın kendine özgü koşullan olduğu muhakkaktır. Fakat işyeri örgütlenmesini diğerinden üstün kılan bir yan bulunmamaktadır, “proletarya, üretim süreci içinde belli bir konumda bulunanları içeren bir kolektiviteden çok, bir bölümü üretim sistemi dışında kalan ve çeşitli insanlardan oluşan bir toplumsal kitleyi temsil etmektedir. Bu toplumsal kitle içinde yer alan çeşitli kolektivitelerin, toplumsal sürecin bütünlüğü içinde belli anlarda tarih sahnesine çıkmasıyla “sınıf’ dediğimiz özne gerçekleşmektedir” (Prezeworski, aktaran Öngen, 227) İkisinde de örgütlenen işçilerdir. İşyeri bugün sermayenin hakimiyetini en dolaysız biçimde kurabildiği bir mekan haline gelmiştir. Bu yüzden son yıllarda işyerlerini hedefleyen birçok örgütlenme gayreti başarısızlığa uğramıştır. Bu durumun sebepleri üzerinde durmalıyız. Zaten bu durum sendikal hareketin tıkanışına çözüm arayan birçok araştırmacı tarafından da tespit edilmektedir: “Filipinler deneyiminden önemli sonuçlar çıkaran Scipes’a göre THS(toplumsal hareket sendikacılığı), işçi mücadelesini toplumun niteliksel değişimindeki çabalardan biri olarak görmektedir. İşyeri, siyasal mücadele ve toplumsal değişimin tek ve öncelikli yeri değildir; bu nedenle de diğer toplumsal hareketlerle eşit ilişki temelinde ittifaklar arayıp, kurmalıdır”(Yüksel Akkaya, Toplumsal Hareket Sendikacılığı: Ne kadar yeni, ne kadar eski? (www.sendika.org)
Ayrıca kapitalizmin yaşadığı yaygınlaşma artık her ilişkiyi neredeyse bir piyasa ilişkisi haline getirmiştir. “Yeni üretim sistemleri ücretli emeği kısmen fabrika dışına kovalamıştır. Ancak sermaye bu şekilde kendi emek gücü örgütlenmesini genelde bütün topluma yaymıştır” (Sibermarx, Nick Dyer-Witheford) Özellikle ticarileşme tüm yaşamsal ihtiyaçları piyasaya bağlamaktadır. Dolayısıyla sınıf çalışmasını salt işyeri örgütlenmesi ile sınırlı görmek ya da sınıf örgütünü illa da işyerleri üzerinden inşa etmeye çalışmak mutlak bir zorunluluk olmadığı gibi bugün için çok olanaklı da gözükmemektedir.
Üçüncüsü örgütlenmenin, örgütlenenin hayatında bir değişikliğe yol açması gerekir. Önemli bir sorunun çözümüne aracılık etmesi ancak örgütlenmeyi sağlamlaştırabilir. Örgütlenmenin yaşam koşullarında bir düzelmeye yol açması gerekmektedir. Yoksa örgütlenme kişi için salt bir ahlaki anlam taşıyor ise böylesi bir örgütlenmenin yaygınlık elde edebilmesi mümkün değildir. “David Croteau, bir telefon şirketinde hat işçisi olan Tom’a, onu bir toplumsal değişim örgütlenmesi içinde yer almak için neyin motive edebileceğini sordu. Tom’un cevabı şöyleydi: “Sanırım bir fark yaratacağına inanırsam yer alabilirim. Ancak gerçekten nasıl işlediğini, bir şeyleri değiştirip değiştirmediğini görmem lazım. Ben yalnızca kendimi iyi hissetmek için dışarı çıkıp bir şeyler yapacak biri değilim, bilirsiniz. Neticeleri görmem gerekir. Bildiğim kadarıyla da bu tarz şeyler genellikle dağılıp gidiyor. Gerçekten hiçbir şey değişmiyor.” (The Class Divide, Cynthia Peters)
Gerçek bilinç sıçraması ancak örgütlü faaliyet ile mümkün olabileceğine göre örgütlenmenin ciddi bir ideolojik bilinçlenmeye gerek duymaksızın mümkün olabileceği bir örgütten bahsetmek gerekmektedir. Aslında sendikalar böylesi örgütlenmelerdir. İşçi, maddi koşullarının düzeltilmesinin ancak birlikte davranmak ile mümkün olacağına inandığı zaman sendikaya üye olmaktadır. Örgütlenmenin işe yarayacağı düşüncesi bu noktada siyasi görüşün önüne geçebilmektedir. Sendikaların okul olabilmesi, faaliyet ve mücadele içerisinde işçi bireyin sınıfın bir bileşeni haline gelebilmesi zaten ancak böyle mümkün olabilir. Sınıf kendi öz-örgütü içerisinde oluşur.
Başarabilme işçi bireyin örgütünden aradığı en önemli özelliktir. “Proletaryanın düzen karşısındaki pragmatik tutumunu en çok besleyen olgunun, artan toplumsal hoşnutsuzluk ile bunu değiştirecek gücün duyulmamasından kaynaklanan ikilem olduğu söylenebilir.” (Öngen, 253) Başaramayan bir örgüte üye olmak işçi için bir lükstür. Başarılan şeyin büyük ya da küçük olması son kertede o kadar önemli değildir. Zaten makro açıdan oldukça önemsiz gibi görünen bazı konular somut işçi için son derece hayati olarak algılanabilmektedir. Dolayısıyla sınıfın öz-örgütünün tek yönlü işleyen değil hayatın neredeyse tüm alanlarına yönelik çözümler geliştirebilen bir özelliği bulunmalıdır. Kapitalizmin kendisini hayatlarımızın her alanına sokuşturmasına karşı işçi örgütünün de böyle bir içeriğe sahip olabilmesi gerekmektedir.
Ayrıca yeni örgütün sınıfın tüm bileşenlerini örgütleyebilmesi gerekmektedir. Sektörel ayrımlar, çalışma mekanları farkları ortak bir paydada aşılabilir. Fakat bu amaca, Ortak Çalışanlar Yasası gibi bir araçla ulaşmayı ummak sorunu olduğundan fazla basite almaktır. Sorun yasalarla ilgili bir sorun olmanın çok ötesindedir. Temel bir yaklaşım meselesidir. Bir fabrika işçisi de eve parça başı iş alan kadın da sağlık sisteminin özelleşmesi karşısında birbirine çok benzer sonuçlarla karşılaşmaktadırlar. Dolayısıyla sağlık hizmetlerinin yeniden kamusallaşmasını somut, anında erişilebilir, etkisi hissedilebilir bir biçimde sağlayan bir örgüte karşı tutumlar da büyük oranda aynı olacaktır, olmaktadır.
Dayanışmaevleri Sendikaların Boşalttığı Alanı Doldurabilir mi?
Dayanışmaevleri, sınıfın ihtiyaçlarına uygun yeni bir örgütlenme modeli olarak ortaya konabilir mi?
Dayanışmaevlerinin bu imkana sahip olduğu söylenebilir. Kitle örgütlenmelerinin karşı karşıya kaldığı birçok açmaza yönelik cevaplar bu kurumlara içkindir. Gerçek sorunlara, gerçek çözümler, sınıfın içinden geliştirilerek yol alınmaya, çalışılmaktadır. Dayanışma faaliyeti ticarileşme, piyasalaşma ile hayatları kör bir kıyıya fırlatılıp atılan sınıfın geniş kesimlerinin ortak bir yaşamı inşa etme odakları olabilir. İşsizliğin büyük oranlara ulaştığı, çalışanların büyük bir kısmının da iş güvencesinden mahrum olduğu, elde edilen gelirlerin ise asgari yaşam standartlarına ulaşmayı dahi sağlayamadığı koşullarda sınıfın büyük bir kısmının günü kurtarma gayesi dışında bir beklentiye sahip olabilmesi mümkün değildir. Özellikle genç işçiler için gelecek bütünüyle karanlıktır. Ardarda gerçekleştirilmeye çalışılan “reformlar”, elde varolan sınırlı hakları dahi ortadan kaldırmakta, ticarileşmeyi geçmişle kıyaslanamayacak oranda geliştirmektedir. Tarımsal nüfusun eritilmesi bu durumu daha da ciddileştirici etkiler yapar. AB ile müzakereler aşamasında, Türkiye’deki işsizliğin gerçek oranlarının ortaya çıkmasını engelleyen en önemli kesim şehirlere dökülmeye kalkışırsa bunun çok ciddi toplumsal sonuçları olacaktır.
Bu koşullarda sınıf kendi yaşam koşullarına doğrudan müdahale edebilecek kendi öz-örgütlerine ihtiyaç duymaktadır. Çünkü varolan koşulları protesto etmek, reformlara karşı çıkmak pratik bir karşılık üretememektedir. Siyasi örgütlerin ise, sosyalizmin itibarının zayıfladığı bu konjonktürde etkin bir gücü hareket geçirebilmesi yeni örgütsel araçlar geliştirmeksizin mümkün gözükmemektedir. Mücadele kampanyalarının sürekli olarak başarısızlıkla sonuçlanması ise elbirliği ile bir şeylerin değiştirilebileceğine dair inanç kırıntılarını da ortadan kaldırmaktadır. Böylesi bir tespit söz konusu mücadelelerin rafa kaldırılması gerektiği anlamına gelmez. Yürütülen her bir mücadele, birebir maddi sonuçlar yaratamasa da zaman zaman toplumsal bilinçte ciddi karşılıklar üretmektedir. Fakat salt bu tarz mücadeleler ile sınıf siyasetindeki tıkanmanın aşılabileceğini ummak hayalciliktir. Sınıfın daha geniş kesimlerini kucaklayabilecek toplumsal örgütlenmeler yaratamadan, sınıfın ülke siyasetine damgasını vurmasını bekleyemeyiz. Herhangi bir örgütümüz içinde konumlanmayan bir emekçi için çağrılarımızın pek bir anlamı yoktur. Büyüyen, her geçen gün hayatın daha fazla alanını kapsayabilen bir dayanışma içerisinde konumlanan emekçiler için aynı şeyi söyleyebilmek mümkün değildir. (Bu söylenenlerden, siyasetin dışlandığı bir sınıf hareketi yaratma niyeti anlaşılmamalıdır. Sorun siyaset yapılmasında değil siyasetin tamamen taşlaşmış, etkisizleşmiş ve söylemden pratiğe geçemeyen bir içeriği bir türlü aşamamasındadır. Dayanışmanın gelişmesi, 3. Dönemin içeriğini daha iyi kavrayan bir siyasi yaklaşımlar manzumesini de geliştirmektedir. Eğer şu ana kadar gelişen olumlu süreç daha da ilerlerse bir süre sonra neyin politik neyin apolitik olduğunun yeniden tanımlanması gerekecektir.)
Bugün sınıfın güç olarak yeterli ölçeğe ulaşamadığı durumda bir şey yaptırtmak üzerine değil de yapmak üzerine kurulu örgütler sınıftan daha olumlu yanıtlar alacak gibi görünmektedir. Bunun sebebi çok açıktır. İhtiyaçların son derece acil bir hale geldiği, hayat mücadelesinin çok zorlaştığı ve devrimci siyasetin dönüştürücü gücüne duyulan itimadın asgariye indiği koşullarda emekçilere yürüttükleri faaliyetin kendi hayatlarında birebir düzeltmeler sağlayacağı örgütlenmeler yaratmak durumundayız. Dahası bunları süreklileştirmek zorundayız. “Dayanışma” faaliyeti çok zorlanırsa bir komün yaratmayı amaçlayan bir çalışma olarak düşünülebilir. Eğitim, sağlık kolektifleri, üretim ve tüketim kooperatifleri, boş zamanı olumlu biçimde değerlendirmeyi sağlayarak sermayenin kültürel hegemonyasından uzaklaşmayı sağlayacak kültürel birimler, çetelere, uyuşturucu tacirlerine karşı koruma birimleri, afetlere acil müdahale ekipleri vs. Bu kapsam her geçen gün daha da genişleyecektir. Mademki bugün mücadeleye çağırdığımız insanlara sosyalist ülkelerdeki “cennet”ten güç alarak gidemiyoruz o zaman kendi yarattığımız yaşamlara yaslanacağız. Sınıfın hayatını bütünüyle niteliksizleştirmeye yönelik düzenlemelere karşı sınıfın kendi hayatına sahip çıkmasını sağlayan kendi öz-örgütleri ile…
Şimdi burada şu soruyu sormak gerekiyor. Kendi oturduğu semtte çocuklarının uyuşturucu ile zehirlenmesine karşı çıkan emekçilerin mücadelesine sınıf mücadelesi gözüyle bakabilir miyiz? İlk bakışta buna olumlu yanıt verebilmek, en azından geleneksel konumlardan yola çıkarak mümkün değildir. Fakat yaşanan sorundan mağdur olan gençlerin aslında genç işçiler olduğu düşünülürse ve uyuşturucu kullanımının aslında sermaye tarafından işsiz ve geleceksiz genç işçileri kendisine karşı mücadele edemesinler diye çürütmek için geliştirilen bir yöntem olduğu tespiti yapılırsa hala aynı olumsuz yaklaşımı sergilemek mümkün olabilir mi? Sınıfın yeniden ayağa kalkma sürecinde, yürütüldüğü alan itibariyle yerel, fakat kapsam açısından aslında genel ifade eden mücadelelerden geçmesi gerekiyor ise sosyalistlerin buna karşı tutumu ne olacaktır? Varolan mücadelelerin çoğunlukla yerel ölçekte kalması eldeki güçlerin yerel ölçekte etkin olması ile ilişkilidir. Yoksa çalışmanın yerel olarak yürütülmesine yönelik bir ön kabul mevcut değildir.
Thompson’dan yukarıda yapılan alıntıyı tekrar hatırlarsak sınıfın bir süreç olarak kavranması, hazırda varolan değil ama oluşan bir şey olarak görülmesi çok önemli diye düşünüyoruz. Hayatların yağmalanmasına karşı hayatımızı savunan bir örgütlenme. İşçilerin, günübirlik meselelerini tartışabildikleri, yoksunluklarını elbirliğiyle giderebildikleri, dayanışmanın ve paylaşmanın anlamını somut olarak yaşayarak öğrenebilecekleri, sınıf bilincini geliştirebilecekleri faaliyet merkezleri olarak Dayanışmaevleri sendikaların bıraktığı boşluğu dolduracak ve bir okul hizmeti görecek sınıfın öz-örgütleri rolünü oynayabilirler. “Küçük zaferler büyük hareketleri inşa eder. Mikro-siyasetle elde edilecek niceliksel ilerlemeler bir noktadan sonra kitlesel ulusal hareketler aracılığıyla niteliksel dönüşümler haline gelirler.” (James Petras, Bir süreç olarak ALCA, www.sendika.org )
Fakat Dayanışmaevlerinin bugün bu noktada olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Elde edilen kimi olumlu sonuçlar hiçbir tatmin duygusu yaratmamalıdır. Şu gerçekten karanlık günlerde elde edilen en küçük başarının dahi ne kadar büyük emekler karşısında elde edildiği ortada olsa da şu anki halimizin yeterli olduğunu söyleyebilme imkanımız bulunmamaktadır. Dayanışmaevlerinin sınıfla daha fazla bütünleşebilmesi, bulunduğu alanlarda kendisini hayatın merkezi haline getirebilmesi ile mümkün olabilir ancak. Dayanışmaevleri öyle bir koza örebilmelidir ki bu kozanın içinde olabilmenin avantajları dışında kalmaktan çok daha fazla olmalıdır. Dayanışmaevleri fiili dayanışma odakları olarak bölgedeki hayatın tüm kriz noktalarına müdahale edebilecek seviyede kendisini geliştirebilmek, araçlarını zenginleştirebilmek durumundadır.
Sınıfla bütünleşebilmek ve sınıfın enerjisini de en üst seviyede faaliyetlere çekebilmek için kurumların özerk ve katılımcı yapıları geliştirilmek durumundadır. Aksi takdirde bütün iyi niyetli gayretlerimize rağmen hayatı tam kavrayabilmek, emekçileri Dayanışmaevi çalışanı haline getirebilmek mümkün olamamaktadır. Dayanışmaevlerini sınıfın öz-örgütleri olarak gördüğümüzü salt propaganda olsun diye söylemiyoruz. Bugün devrimci hareketin ihtiyaç duyduğu şey, kendisini ürettiği dar gruplarla oyalanmaktan ziyade çağıl çağıl akan bir sınıf örgütlenmesinin temellerini atabilmektir. Bu yaklaşım yaşanan sosyalizmin olumsuzlukları ile hesaplaşabilmenin ilk pratik adımı da olacaktır.
Bu tartışmanın sonucunda sendikaların tamamıyla kadük bir hale geldiklerini iddia etmeyeceğiz tabii ki. Fakat onların da faaliyet biçimlerini ve kapsamlarını genişletmelerinin gerektiği açıktır. Bu ihtiyacın en bariz, uygun bir sıçramanın ise görece mümkün olduğu sendikal örgütlenmeler ise kamu çalışanları sendikalarıdır. Kamu çalışanlarının yaşamlarını örgütlemeyi önüne hedef olarak koymadığı sürece KESK’in etkinliklerini korumaları pek mümkün görünmemektedir. Varolan üyeliklerin büyük bir kısmı kağıt üzerinde kalır bir hale gelmiştir. Aktif üyelerin varolan üyelerin içindeki oranı %10 bile değildir. Üyeler örgüte büyük bir hızla yabancılaşmaktadır. Çünkü üye olmak ile olmamak arasında fiili hiçbir farklılık yoktur. KESK bu gerçekliğe sırtını dönmeye devam ederse kendisini kısa süre sonra marjinalleşmeye karşı koymaya çalışır bir noktada bulabilir. Sendikalar da çıkış olarak “dayanışmayı” kapsayan ve derinleştiren bir çizgi yakalamalıdır.
Bu sürecin en önemli ayağı siyaset ile dayanışma çalışması arasındaki bağı doğru kurabilmekten geçmektedir. Önümüzdeki dönemin egemenler açısından “sosyalist mücadeleyi bütünüyle sivil toplum hareketine dönüştürme” gündemini taşıdığı açıktır. İlk bakışta faaliyet alanı olarak dayanışma faaliyetinin hem İslamcıların taban çalışmasına hem de STK adı verilen kurumların yaptıklarına benzerlikleri olduğu açıktır. Dayanışmaevlerinin en önemli farkı ise kurucularının siyasi kimliğinden kaynaklanmaktadır. Dayanışmaevlerinin ufkunda, sınıfın sermayenin dilencileri ve duacıları haline getirilmesi değil sınıfın, öz-örgütleri aracılığıyla ayağa kaldırılması vardır. Temel amaç, dayanışmanın gücünden yola çıkarak öncelikle ikili iktidar seviyesine sıçrayacak bir güç birikimi yaratabilmektir. “İkincisi, kooperatifler üyelerinin yaşam standartlarını iyileştirirken, genel olarak kapitalist sistem içinde uygun bir yer buldular. Nüfusun %60’a yakınının fakirlik sınırı altında ve 8 milyon çocuktan 4 milyonunun yetersiz beslenme ve bununla ilgili hastalıklardan acı çektiği koşullarda bulundukları bir zamanda politik ihtiyaç, ‘başarı adacıkları’ndan, sosyo ekonomik yapıda temel değişikliklere, vahşi kapitalizmden işçilerin öz yönetiminin olduğu sosyalizme doğru ilerlemektir.” (James Petras, Henry Veltmeyer, “Tarihsel Perspektifte İşçi Öz Yönetimi”, Cosmopolitik, sayı:6) Petras’ın Arjantin için yaptığı vurguya sonuna kadar katılıyoruz.
Ama bu vurguyu daha gerçekçi koşullarda, bizlere bir eylem görevi çıkaracak anlamda yapabilmek için öncelikle anlamlı sayıda “başarı adacığına” ve dişe dokunur bir kitle bağı seviyesine ihtiyacımız olduğu da muhakkaktır. Bu koşulları sağlayamadan, aynı sözleri bıkmadan usanmadan tekrarlayan papağanın durumuna düşmekten kurtulamayız. Tam dozunda kurulamayan siyaset-dayanışma ilişkisi çalışmanın iki ayağından birini felç bırakır. Şimdilik bu konuda uyanık olmak yeterli bir politik tutum olarak gözükmektedir.
Sonuç Olarak
Bugünün gerçekliği olamasa da Dayanışmaevlerini sınıfın güncel ihtiyaçlarına ve örgütlenme seviyesine uygun bir örgütlenme modeli seviyesine getirebilme olanağı mevcuttur. Bu olanağın gerçekliğe dönüştürülebilmesi ise yıllardır kahırlı dayanışma faaliyetinin içerisinde tüm zorluklara rağmen çıkış yolları bulmayı başaran Dayanışmaevi çalışanlarının yaratıcı emeği ile mümkün olacaktır. Fakat ufkumuzu netleştirmek durumundayız. Bugün için bakıldığında gerçekten aşırı bir önerme gibi gözükse de sınıf hareketinin krizine yanıt olarak yaratılmış daha etkin bir araç mevcut değildir. Dünyada yaşanan örgütlenme örnekleri de aslında sınıfın örgütsel gücünün düşük olduğu noktalarda bir şeyler yaptırtmayı değil de yapmayı hedefleyen örgütlerin daha büyük bir güç haline dönüştüğünü göstermektedir. Brezilya’daki Topraksız Köylü Hareketi, Arjantin’deki İşsizler hareketi. Tabii ki bu örgütlerin devrimci hareketin önünü ne oranda açacağı bugünden bakıldığında flu kalabilir. Gerçekten de salt temel ihtiyaçların ortak karşılanması üzerine kurulu bir örgütlenmenin iktidarı hedefleyen bir devrimci siyasi hareketi besleme garantisi yoktur. Ortaya çıkan sınıf bilincinin devrimci bir siyasileşmeye ne oranda açık olacağı doğrudan devrimcilerin yürüttükleri faaliyetlere bağlı olacaktır. Yapılan propaganda-ajitasyon faaliyetlerinin gerçekten anlam bulacağı ortam ancak sınıfın önemli bir kısmının kendi öz-örgütleri içinde örgütlü bulunduğu, kendisini sermayenin örgütlerinden kafaca ve yaşamca ayırabildiği koşullarda mümkün olacaktır. Bugün sendikal bilincin “zehirlediği” bir “sınıf’ karşısında değiliz. Doğal olarak her dönemin politik görevleri, o dönemin koşullarından ve ihtiyaçlarından kök alacaktır. Bugün “sınıf”ı yeniden ortaya çıkartacak araçlar yaratmak durumundayız.
Dayanışmaevleri bu amaca en uygun araç görünümündedir.
Kaynaklar
- New Imperialism, David Harvey
- Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, Tülin Öngen, Belge Yayınları
- Hapishane Defterleri, Gramsci, Belge Yayınları
- Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, Bauman, Sarmal Yayınları
- Türkiye’de Çalışma İlişkilerinin 80 yılı, Ahmet Makal, İktisat Dergisi
- Bugün Türkiye’de E.P. Thompson’u Okumak, Ayşe Buğra, Toplum ve Bilim
- İngiltere’de İşçi Sınıfının Oluşumu, E.P Thompson, İletişim Yayınları
- Toplumsal Hareket Sendikacılığı: Ne kadar eski, ne kadar yeni? , www.sendika.org
- Sibermarx, Nick-Dyer Witheford, Aykırı Yayınları
- The Class Divide, Cynthia Peters, www.zmag.org
- Bir Süreç Olarak ALCA, James Petras, www.sendika.org
- Tarihsel Perspektifte İşçi Öz Yönetimi, J. Petras-H. Veltmeyer, Cosmopolitik, sayı: 6