İŞÇİLER VE SANAT – Kemal Saruhan

 

Çağdaş Yol, Sayı 2, Temmuz 1987

Birçok devrimci sanat adamı ve kuram­cı, yüzyılımızın ikinci çeyreğinde doğan sosyalist gerçekçiliğin, gerçekçi sanatın tarih­sel evriminde ulaşılan en yüksek aşama ol­duğunu sayısız kez dile getirdiler. Sosyalist gerçekçilik, bilimsel-maddeci temeller­de yükselen güçlü estetik kuramıyla, sana­tın tarihsel gelişiminin incelenmesinde ve sanatsal yaratım ilkelerinin saptanmasında zengin olanaklar yaratarak, sanatçı ve kuramcıya yoğun dinamik bir gerçekçilik yöntemi sunarken, sanatsal yaratıcılığı işçi sınıfının devrimci ruhu ve emekçi kitlelerin toplumsal eylemiyle bütünleştirerek, günümüzde yığınların tek gerçekçi sanat akımı olduğunu kanıtlamıştır. Sosyalist gerçekçi­lik, sanatsal yaratıcılığın bilimsel temeller­de geliştirilmesini üstün bir ilke olarak benimsediği kadar, kitlelerin yaratıcı yetenek­lerini güçlendirme ve bunun ön koşulu ola­rak da, geniş halk yığınlarının sanatsal, kültürel ve ideolojik eğitimini hızlandırma, hal­kın estetik duygu ve beğenilerini geliştire­rek, bireylerin ruhsal yaşantısını zenginleş­tirme gibi, temel devrimci ve insancıl amaç­lara da sahiptir.

Çok genel ve kaba bir yaklaşımla, sanat varlığını doğrudan doğruya toplumun ortaklaşa eyleminden türettiği sinkretistik (uzlaşımlı) yaratıcılık çağlarından bu yana, bel­ki ilk kez, bütün eğitim ve kültür olanakla­rını elinde bulunduran üst sınıfların etkin­liği olmaktan çıkmış, halkın günlük yaşan­tısıyla üstün düzeyde kaynaşma durumuna girmiştir. Kuşkusuz, sanatın, kendi do­ğumundan önceki evrimini dışlayarak, hal­kın günlük yaşamına girme yönelişini salt kendisiyle başlatmak gibi saçma bir indir­gemeye yanaşmaz sosyalist gerçekçilik. Bu yöneliş, daha önceki dönemlerde de var­dır.

Sinkretistik yaratıcılık çağları ile bireysel yaratıcılık üzerine dayanan bağımsız sanat­sal etkinliğin başlangıcı arasında yer alan uzun bir geçiş döneminin mey vasi olarak anonim halk sanatının ürünleri bugün de varlığını sürdürüyor. (Ancak, kapitalist ge­niş, yeniden-üretim yordamının sonucu olarak, halkın değişik toplumsal sınıflara bölünmesi, anonim halk sanatının üretimini olanaksız hale getirmiştir.)

Kapitalizm, bağımsız toplumsal birimle­ri tek bir ekonomik pazar içinde eritip yeni bir toplumsal örgütlenme yaratarak, toplumsal-kültürel iletişimin maddi temelleri­ni güçlendirirken, geniş teknolojik atılma­lar yoluyla ve özellikle kitle iletişim araçla­rının gelişimiyle de sanatı, giderek artan öl­çülerde, halkın günlük yaşantısına sokmayı başarabilmiştir. Çağımızda, dekoratif uygu­lamalı sanatların gerişimi, bu süreci daha da hızlandırıyor. Ne var ki, bütün bu olum­lu gelişmeler, kapitalist mülkiyet ilişkileri­nin egemenliği altında olumsuz bir niteliğe dönüşmüş, sanat eserleri sanatsal kültür pi­yasasının dalgalanmalarına göre değer ka­zanan ve bireylerin maddi kazanç ölçüle­rine göre yararlanabilecekleri, alınıp satılabilen ticari metalar durumuna düşürülmüştür. Bu durum, sanat üretimini sanat­sa kültür piyasasının isteklerine tümüyle bağımlı hale getirerek, sanatsal yaratıcılığın özünü ve işlevlerini bozmakta, onu yozlaştırmaktadır. Günümüz kapitalist toplumlarında sanatçı, yaratım özgürlüğünü büyük ölçüde yitirmiş, yaygın kapitalist piyasa ilişkilerinin dışına çıkılmadığı sürece, özgün eserler yaratabilme şansı neredeyse tümüy­le ortadan kalkmıştır. Son yıllarda, Türki­ye’de de etkilerini giderek daha çok derin­leştiren popüler sanat anlayışının özü budur.

Bu gerici öz, sanatın çağdaş kapitalist toplumlar da egemen tekelci zümrelerin bencil çıkarlarını kollayan, egemen zihniyetin, düşünce ve değer yargılarını kitlele­re empoze edilmesine, kısaca “düzene uy­gun kafalar” yetiştirilmesine hizmet eden bir ideolojik araç durumuna dönüştürülme­sini de açıklar bize. Duygu ve düşüncele­rin en yüksek bireşimi olarak sanat, tekel­ci kapitalist toplum koşullan altında, halkı yaşadığımız hayatın gerçek sorunlarından uzak tutabilmenin, duygu ve düşünce potansiyelini iğdiş etmenin, toplumsal zevkleri metaların değişim değerlerini arttırmak ve yeni pazarlar yaratarak, talebi canlı tutmak uğruna sürekli değişen geçici moda­larla kabalaştırıp, ilkelleştirmenin soysuz bir aracı haline getirilmeye çalışılmaktadır. İnsanlığın ufkunu ahlaksal çöküntünün, sefa­letin ve düşkünlüğün bulutlarıyla karartın. Uzak tutun yığınları, özgürce düşünmek­ten, insanca duygulanmaktan. Bütün gü­zel ve anlamlı değerlerin içini boşaltın, hay­vanca bir para hırsını geçirin yerine. Yala­nı, düzenbazlığı, kaba gösterişçiliği, sevgi­sizliği ve her türlü düşkünlüğü erdem sa­yan insanlar yetiştirin. Güzel ve anlamlı ola­nı yok edin, ezin. Çağdaş kapitalizm sanata böylesi bir olumsuz işlevi empoze etmeye çalışmaktadır.

Sanatta ve toplumsal düşüncede gerçek­çi yöntemin yaratılmasına ön ayak olan burjuvazi, halka ihanet ettikten sonra ger­çek sanatı da ortadan kaldırmanın yolları­nı aramaya başladı. Kuşkusuz, birçok sa­natçı, egemen güçlerin bu insanlık dışı amaçlarına karşı direnmiş, gerçeğe sonu­na dek sadık kalarak, kapitalist yaşayışın iç yüzünü sergilemeye ve halkın yanında yer almaya çabalamıştır. Ama tek başına onların bu namuslu ve dürüst tutumları sa­natın yığınlara mal edilmesine yeterli ola­mamıştır.

Avner Ziss şöyle yazıyor:

“Eski toplumda, klasik kültürün doruklarıyla halk yığınlarının kültürel düzeyi ara­sında bir kopukluk vardı. Nitekim, halkın acısıyla dopdolu olan büyük gerçekçi Rus sanatı, onun çıkarlarını dile getiriyor ve özgürlüğü yolunda savaşıyordu; gelgelelim zır cahil bırakıldığı için, bu sanatı halkın ken­disi bilmiyordu.” (Gerçekliği Sanatsal Özümsemenin Bilimi Estetik. S.283)

İlk kez sosyalizm, insanlar arasında eşit toplumsal haklara dayalı özgür bir hayat yaratarak, kitlelerle çağdaş manevi kültür arasındaki kopukluğu ortadan kaldırdı. Sanatçının özlemleri ve sanatın dile getirdiği ideallerle gerçeklik arasındaki çatışmayı devrimci bir çözüme ulaştırdı. Bu toplum­sal temellerde yükselen sosyalist gerçekçi­lik, yüzyıllardır ağır sınıflı toplum koşullan altında ezilmiş yığınların toplumsal bilinç ve estetik beğenilerini yükseltmeyi temel ilke olarak benimseyip, yığınların toplumsal eylemiyle sanatsal yaratıcılığı kaynaştırmıştır.

Demek ki, sosyalist gerçekçi yaratım yöntemi, yığın eylemi ve sanatsal üretim arasında üstün bir sentetik bütünlüğü içer­mektedir. Sosyalist gerçekçilik sanatın özü­nü ve toplumsal işlevlerini maddeci este­tik kuramıyla bilimsel anlamda çözümle­miş, sanatın devrimci ve insan bilincini dö­nüştürücü işlevlerini işçi sınıfı ve emekçi yığınların toplumsal eylemine bilinçlice uygu­lamaya yönelmiştir. Bu bakımdan, halkçı esin ve sınıfsal bağlanma, sosyalist gerçekçi yaratım yönteminin en başta gelen ilkeleri arasındadır. Sosyalist gerçekçi sanatçı esi­nini, halkın zengin toplumsal eyleminden alır ve onun geliştirilip, güçlendirilmesine eserleriyle katkıda bulunur. Bu devrimci özelliği aynı zamanda, onun binlerce yıllık insanlık ideallerinin gerçekleştirilmesine yö­nelik güçlü insancıl yapısını da ortaya koy­maktadır. O yüzden, sosyalist gerçekçi sa­nat etkinliği, yalnızca sosyalist toplum ko­şullarıyla sınırlı kalmayıp, işçi sınıfı mücadele koşullarıyla sınırlı kalmayıp o ülkelerin ulusal kültür zenginlikleriyle çeşitlenerek, yaygın bir geçer­lilik kazanmaktadır.

Sanat, toplumsal bilincin nesnel yaşamın görüngülerini kendine özgü yollarla (sanat­sal imgelerle) yansıtan özgün bir biçimidir. Politika, felsefe, hukuk, ahlak, din vb. top­lumsal bilinç biçimleri gibi sanatın toplum­sal özü de üretim ilişkilerinin tarihsel geli­şim süreci içinde aldığı değişik biçimlerde belirlenir. Sanat eseri, her ne kadar birey­sel yaratıcılık üzerine dayanıyor olsa da, sa­natçının duygu ve düşünceleri ya da ge­nel anlamda sanatçının yaratıcı tavrı, top­lumsal bilincin verili bir tarihsel dönemle sı­nırlı özellikleriyle koşullanmaktadır. Bu ba­kımdan, her sanat eseri, belirli bir ideoloji­nin ya da bir dünya görüşünün açık ya da örtülü bir yansımasını içerir.

İşte, nesnel toplumsal olgu ve olayların işçi sınıfı ideolojisi açısından sanatsal yansıtılışı olarak, sosyalist gerçekçi yöntem, toplumsal bilincin en olgun tarihsel geliş­me düzeyine denk düşmekte, nesnel ya­şamın çok yönlü ve bireşimsel kavranışı üzerinde yükselmektedir. Bu bakımdan sosyalist gerçekçilik, çağımızda sosyalizmin ulaştığı bilimsel olgunluğun doğal bir sonu­cu olmakla birlikte, bir ülkede sosyalist ger­çekçi sanatın doğuşu ve gelişmesi bir yan­dan, toplumsal bilincin ya da manevi kül­türün ulusal düzeyde olgunluğuna, bir di­ğer yandan da, işçi sınıfının toplumsal mü­cadelesinin gelişimine bağlı bulunmaktadır. Çünkü sosyalist gerçekçi sanatçı yaratıcı­lığını işçi sınıfı ve emekçi halkın yetenekle­rinin yaratıcı tipikleştirilmesine yöneltmek­te, karakterlerini bu kaynaktan alarak işle­mektedir. O halde, sosyalist gerçekçi sa­natçının ele aldığı toplumsal malzemenin zenginliği, temel olarak işçi hareketinin gü­cüne ve derinliğine bağlıdır ki insan yaşa­mında sanatçıyı öncelikle ilgilendiren birey­sel tipik unsurlar ve sosyalist gerçekçi sa­nat eserine ruhunu veren yetkin sınıf du­yarlığı işçiler açısından ancak kendi bağım­sız sınıf eylemleri içinde olgunlaşabilir. De­mek ki, sosyalist gerçekçi sanatın gücü, işçi sınıfı ideolojisinin toplumsal aktivitesiyle de doğrudan ilintilidir. (Burada yukarıdaki saptamanın, Türkiye’de sosyalist gerçekli­ğin durumuna ilişkin tartışmalara ışık tuta­bilecek nitelikte olduğunu belirtmek istiyoruz.)

“İşçiler ve sanat” başlıklı bir yazının yö­nelebileceği doğal sonucu baştan ele alan bu açıklamalardan sonra, aynı çerçevede olmak üzere yazımızı işçi sınıfı ve sanat ara­sındaki ilişkiye indirgeyerek sürdürebiliriz. Çağdaş Yol dergisinin birinci sayısında yer alan “Yeni İnsan, Yeni Aydın, Yeni Edebiyat” başlıklı yazımızda, Türk edebi­yatının genel ideolojik ve estetik sorunla­rından yola çıkarak, sanatta işçi sınıfı ide­olojisinin önemine değinmiştik. Söz konusu yazımızın mantıksal bir uzantısı olarak bu yazıda da işçiler ve sanat arasındaki iliş­kiyi, işçi sınıfı mücadelesi açısından sa­natın gerekliliği ve önemi üzerinde temellendirmeye çalışacağız.

“İşçi” ve “sanat” kavramlarını yan yana getirmek, çalışarak yaşamayı ve emeğiyle geçinmeyi küçümseyen, işçileri güdülmeye alışık, kaba saba, görgüsüz, cahil adam­lar olarak gören birisi için, kuşkusuz gülünç­tür. Ömrü boyunca gizemli bir çarkın her­hangi bir otomatik parçası gibi çalışmayı kanıksamış, yaşamı bir parça kuru ekmek kavgası içinde tükenen onurlu ama bilinç­siz yığınla işçi yurttaş için de bu iki kavra­mı bağdaştırabilmek güçtür. Bu güçlük, iş­çilerin bilim, sanat, felsefe gibi zihinsel üret­kenlik ve yaratıcılık gerektiren toplumsal et­kinliklere yeteneksiz olmalarından kaynak­lanmıyor kesinlikle. Aksine, yaşadığımız çağ işçi sınıfının toplumsal gücünün, mu­azzam yaratıcılığının sınırsızlığını dile geti­ren örneklerle doludur. Binden fazla bu­luşuyla bilim tarihine adını yazdırmış olan Edison, önceleri sıradan bir işçiydi. Dün­ya edebiyatına yepyeni bir soluk getiren Sovyet yazarı Maksim Gorki de bir işçiydi ve yaşamı kendinden umulmayan mucize­ler gerçekleştirmiş işçi sınıfı arasında geçti. Bunun yanında, marangozluktan ve mat­baa çıraklığından yetişip, dünya tarihine damgasını vuran büyük devlet adamları ve politikacılar da çıktı işçiler arasından.

Kuşkusuz, işçi sınıfının toplumsal yete­neklerini ifade etmede, böyle sınırlı ve te­kil örnekler oldukça yetersiz kalır. Ama bu örnekler, işçilerin kendi yaratıcı güçlerinin farkına vardıklarında ve toplumsal olayla­rın akışı içinde bir sınıf olarak ağırlıklarını duyurmaya başladıklarında, nasıl büyük dehalar yetiştirebileceklerini açıklar bize.

Deha kişilerin zihinsel üstünlüklerine ne ölçüde bağlı olursa olsun, toplumun belli bir olgunluk aşamasında gelişme olanağı­nı bulabilir ancak. Bu nedenle, tek tek iş­çilerin toplumsal yeteneklerinin gelişmesi­ni işçi sınıfının genel yeteneklerinin olgun­laşmasından ayrı düşünemeyiz. Bu olay, tümüyle toplumsal koşulların, olanakların bir ürünüdür. İşçilerin ekonomik ve top­lumsal durumları üzerindeki kısıtlamaların kaldırıldığı bir toplumda, sayısız yeteneğin nasıl birdenbire fışkırabileceğim, dünyamız­da yaşanan çok sayıda örnek açıkça gös­termiştir.

İşçilerin sanata, bilime ve felsefeye yabancı oluşları, içinde yaşadığımız toplumsal koşulların ağırlığından ileri gelmektedir, işverenlerin bencil çıkar­larına göre örgütlenmiş bir toplumun en aşağıdaki ve en yoksul sınıfı olan işçiler, üretim araçlarının mülkiyetin­den tümüyle yoksundurlar. Bu yüz­den, büyük ölçüde kendilerinin yarattıkları toplumsal zenginlik ve refah ola­naklarından en düşük payı onlar alır­lar.

Bireyin üstün sanatsal değerleri anlayıp sindirebilmesi, sanat eserinin içerdiği mesajı, estetik değer ve idealleri algılayıp, ken­di yaşamına katabilmesi, öncelikle belirli bir eğitimden geçmiş olmayı gerektirmektedir. Oysa işçiler arasında eğitim düzeyi, mülk sahibi sınıflarla kıyaslanınca oldukça düşüktür. Bunun yanında, ağır sömürü koşulları altında işçiler, zihinsel etkinlik ve yaratı­cı toplumsal faaliyetler için gereken boş za­man ve yeterli maddi gelirden de yoksun­durlar. Eğer, gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfı, sanata, bilime ve felsefeye bizdeki kadar uzak değilse, bu, ekonomideki yük­sek teknolojik örgütlenme ve geri ülkeler­den aktarılan muazzam sermaye transfer­leri yoluyla kurulan sosyal refahtan işçile­rin önemli paylar alabilmesi sayesindedir.

O halde, işçiler ne kadar yoksullaştırılır ve yaşamlarını sürdürebilmek için ne ka­dar çok çalışmak zorunda bıraktırılırlarsa, yaratıcı toplumsal etkinliklerden de o ka­dar uzak tutulmuş, modern dünya ve çağ­daş kültüre o kadar yabancılaştırılmış ola­caklardır. Bu durum, işçiler ve yoksul halk yığınları arasında, kitle kültürü ve popüler sanatların beyinleri körelten yıkıcı etkileri­ni daha da derinleştirir, işsizlik ve sefalet­ten bunalmış, yoğun siyasal baskılar altın­da toplumsal çıkış yolları kapatılmış kitle­lerde, “arabesk sanat”ın baş döndürücü, mistik, uyuşuk ve kaderci motivasyonuna elverişli bir olumsuz ruh hali, hayata ve top­luma küskünlükle kendini kurtarma ve kö­şeyi dönme umutlarına yönelik bireyci duy­gu ve düşünceler, ezici gündelik sorunlar­dan kaçma gayretiyle günübirlik, ucuz zevkler oluşturulur. Eylülist dönemin Türki­ye’sinde ağır basan toplumsal hava budur.

Ancak, doğada ve toplumsal yaşamda, her nesnel olgu, diyalektik yasalarının ka­çınılmaz sonucu olarak, kendi karşıtını da bağrında barındırır. İşsizlik ve sefaletin oluşturduğu toplumsal etkilerin şiddeti, dayanma gücünü zorlayan bir sınıra ulaştığında, kendi zıddına sıçrayarak, kitleleri emeğin saygınlığına dayalı, insanca bir toplumun temellerini kurma yolunda yaygın toplum­sal arayışlara ve köklü devrimci çözümle­re yönelten bir itici güç halini alır. Sanatçı­nın özgürce yaratabileceği, çalışan kitlelerle çağdaş kültür ve sanatsal yaratıcılık arasındaki derin uçurumun kapatılabileceği yeni bir toplumsal düzenin yollan açılmaya baş­lar. İşçiler arasında kendisi için sınıf olma bilinci giderek kökleşir, sınıfsal dayanışma ve sorumluluk duygulan güçlenir. Toplum­sal sorunları kavrama ve kendi bağımsız çı­karlarına uygun toplumsal çözümler üre­tebilme ihtiyacı, emekçi kitleleri hızla öğ­renme ve bilgi edinmeye iter. Bilim, felse­fe, sanat üzerinde kurulmuş üst sınıfların ve aydın zümrelerin tekelini kırarak, bilgi­yi kendi ellerine alma, sanata ve bilime sa­hip çıkma çabalarını körükler. İşçiler, do­ğanın ve toplumun köklü bir bilgisine sa­hip olmadan, kendi kendilerini yönetir du­ruma gelemeyeceklerini, insanlığı sömürü ve sınıf baskısının aşağılamasından kurta­ramayacaklarını kavramaya başlarlar. İşte, sanatın devrimci rolü ve işlevleri bu nok­tada belirginleşmektedir.

Sanat doğanın ve toplumsal olguların kav­ranmasında, işçi ve emekçi kitleler arasın­da ideolojik formasyonun yükseltilmesin­de, yaşama bağlılığın, ortaklaşa çalışma ve üretme, birlikte mücadele etme ve daya­nışma bilincinin geliştirilmesinde, toplum­sal ufkun ve kavrayış gücünün genişletil­mesinde, devrimci inanç ve moralin canlı tutulmasında, kitlelerin ahlaksal bilincinin yükseltilmesinde ve manevi yaşantısının zenginleştirilmesinde, yüksek sınıf değer­lerinin ve ortak insancıl ideallerin işlenip geliştirilmesinde, işçi sınıfının vazgeçilmez bir aracı durumundadır. Sanatın toplumsal özüyle işçi sınıfının büyük tarihsel amaçla­rı arasındaki bu uygunluk, onun çok yön­lü işlevleri ve güçlü insancıl yapısından kay­naklanmaktadır.

“İnsanlar, kendi öz yaşamlarının, ken­dilerini çevreleyen dünya karşısındaki ta­vırlarının ve toplumsal çalışmalarının bilin­cine sanat yoluyla varır; öte yandan bu bi­linçlenme de, daha iyi bir toplum uğruna, toplumsal adaletin ve insanlık ilkelerinin za­feri uğruna verdikleri savaşımda, onlara yardımcı olur.” diyor Ziss. (age, S.30) Onun, sanatın kendi öz-pratiğinden çıkan bu tanımı, en genel anlamda, sanatın top­lumsal özünü dile getirmektedir.

Ziss, sanatı “gerçekliğin yaratım yoluyla yeniden-üretilmesi” olarak tanımlar. Sanat­çı “gerçeklikte var olan çeşitli görünüşler, bağıntılar ve ilişkiler”den edindiği gözlem­leri, kendi duygu ve düşüncelerinin, ken­di dünya görüşünün süzgecinden geçire­rek bize yansıtır. O, gerçekliği imgeler ha­linde sunar bize.

“imge, gerçekliğin sanatsal çağrıştırma­dır, sanatçının bilincinde saptanmış olan haliyle, nesnel dünyanın düşünsel bir tab­losudur ve bunun sonucu olarak, okur, se­yirci ya da dinleyici tarafından algılanır.” (age, S.73) O yüzden sanatsal imge kav­ramını, “nesnel dünyanın öznel bir tasarımı” olarak nitelendirmek de müm­kündür.

“Gerçeği imgelerle yansıtma yetisi, insan bilincinin tikelden geçerek bütünü değer­lendirme, bireyselden genele varma, so­mut olaylarda genel yasaları bulgulama ye­tisinden ayrılamaz. Yaratıcı düşüncenin bu özelliği, şu gerçeğe dayanır: Yaşamda her genellik, şu ya da bu yolla tikelde ele ge­çirilir ve bireysel her zaman genelin bir öğe­sini kendinde taşır.” (age, S.73)

Sanatçı, hiçbir zaman doğrudan doğru­ya genelin bilgisini sunmaz bize. Yaşamda bireysel ve tipik olana yönelir. O, geneli bi­reysel olanda yansıyan biçimlerde dolaylı olarak dile getirir. Yaşamın özünü “arı du­rumunda”, yasal bulgular olarak ortaya koymak yerine, “yasaların yönettiği süreç­leri ve olayları yeniden-üretir.” (S.77) Sa­nat, yasayla değil, olayla ilgilenir. Çünkü olay, “yasadan daha somut ve bireysel”dir.

“Estetik algı alanına girebilen her şeyi ele alıp işler sanat; ama insanın içinde yaşa­dığı çevre, insanı kuşatıp saran nesneler ve doğa, insanla ilişkileri çerçevesinde tasa­rımlanırlar ancak ve bir bakıma kendileri de insanileşerek, onun özünün daha iyi kav­ranılmasına yol açarlar.

“Nesnelerin anlatımsal tasarımını, Örne­ğin bir su bardağının pürüzsüz yüzeyini, bir masa örtüsünün kıvrımım yaşamımızdan bir parça olarak algılarız; ölü-doğa nesne­leri, sanki insanileşmiş gibidirler; gereksi­nimlerimizin izlerini taşırlar, insani duygular uyandırırlar içimizde ve gerçeklik karşısın­da insanın koyduğu tavrı dile getirirler. Son çözümlemede, türlerinin herhangi birinde, sanatın yeniden yarattığı yaşamla ilgili her tablo, doğrudan ya da dolaylı olarak, her vakit belirli bir insani içeriği dile getirir (S. 41)

Bu özellikleriyle sanat, doğanın insanlaştırılmasında, doğada ve toplumsal yaşamda var olan nesnel gerçekliğin elde edilmesi ve insan egemenliğine alınmasında, insanoğlunun yarattığı en büyük buluştur. Doğal ve toplumsal olgular hakkında bilgi edinmenin en özgün, en çarpıcı ve yaratıcı temlerinden biridir sanat; kendine özgü, köklü bir bilgi-öğretisel işleve sahiptir.

Ziss, “bilgisel yanıyla sanat, bilimle bir ya­kınlık kurar.” diyor. “Toplumsal bilincin bu iki biçimi arasındaki bütün farklara karşın, sanat, tıpkı bilim gibi yaşam deneylerini kısaltıp özetler, insanın ufkunu genişletir, başka dönemlere ve ülkelere ilişkin bilgilerimizi çoğaltır, gerçeklikteki görüngülerin özünü kavrayıp, onların günlük yaşantıda her varlığın kavrayamayacağı yanlarını gös­terir. Sanat her zaman bir gizli hakikate eriştirir. Çok iyi bilinen görüngülerde bile saklı olan yanları ortaya çıkarır o, bayağı­ da eşsiz olanı, olağanüstü de sıradan ola­nı gösterebilir.” (S.46)

“Bilim, sanatın kavrayamadığı olayları aydınlatır; buna karşılık sanatçı, yaşamı bilimin gücünün yetmediği derinden bir kavrayışla bizi etkiler çoğun…” (S.47) Ziss, “bi­lim ya da sanatın sırf kendi başlarına dünyanın evrensel bir tasarımını veremeyecek­lerini; her ikisinin birbirini tamamladığını; ama birbirinin yerini tutmadıklarını” belirtir.

Sanatın bu üstün bilgisel değeri, onun ideolojik ve eğitsel işlevini de ortaya koymaktadır.

Her güçlü sanat eseri, taşıdığı estetik fikre temel olan, belirli toplumsal değerleri içerir. “Değerler, insan erekleri ve idealle­ridir. Sınıflı bir toplumda, sanat belli sınıf­lara kendi ortaklıklarının, çıkarlarındaki birliğin bilincini kazandırmakta yardımcı olan manevi estetik değerleri dile getirir. Sanat, sınıf çıkarları prizmasından yansıtır gerçek­liği ve aynı yolla da dile getirmeye çalışır; ideolojik işlevi de buradan gelir.” (S.56) Ancak, bu tarihsel ve sınıfsal koşullan­manın ötesinde, sanat belirli insancıl değer­leri de temsil etmektedir.

“Toplumsal bilinç, belli bir dönemin belli bir toplumsal düzenin düşüncelerinden başka, insanlığın manevi evrimindeki sürekliliğini belirleyen ölümsüz ilkeleri de kapsamına alır.

“Bu bakış açısından, sanat, toplumsal bilincin öbür biçimleriyle aynı görevi yerine getirmek zorundadır. Ama onun çok ayrı bir özgüllüğü de vardır. Bilgisel, ideolo­jik ve eğitsel işlevleri estetik eylemi için­de gerçekleşir, (abç) Sanat, insanlara ger­çeğin güzelliğini bulup ortaya koymayı, bu güzellikten tad almayı ve onu yaşamlarına katmayı, güzelin yasalarına göre bir yarat­mayı öğretir ve estetik duygular üzerinde bağlayıcı bir etkide bulunur. Sanatın este­tik işlevi, toplumsal ve estetik bir idealin özümsenmesinde, sanatsal yeteneklerini geliştirmekte insanlara yardımcı olmaktan ibarettir. Sanat, yığınlar içinden yeni sa­natçılar çıkarmalıdır, derdi Lenin. Sanat, insanda yapıt yaratıcısı sanatçılarınkine benzer bir esin ve bir heyecan uyandırmalıdır. Anch’ia son pittore! (Ben de ressa­mım!) diye haykırıyordu Correge, Rafael’in bir tablosunu gördüğünde. “Ben de sanat­çıyım! diye düşünür insan, sanatın güçlü güzelliğine az çok kendini kaptırdığı za­man.” (S.57)

Sosyalizm, sanatın ideolojik işlevin­den, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin ide­olojik bilincini yükseltme amacıyla ya­rarlandığı kadar, estetik işlevini de gözardı etmeyerek, onu bireylerin iç dünyasını ve toplumsal yaşantıyı zenginleştirmekte, güçlü karakterli insanların oluşturduğu güçlü bir toplumsal bütün­lük yaratmakta etkin hale getirmeyi amaçlar.

Bu amaç, işçi sınıfı ideolojisinin insancı yapısını dile getirmektedir. Sosyalizm, iş­çilerin bağımsız toplumsal çıkarlarını bayraklaştırırken, tek başına işçi sınıfının ken­di bencil varlığı içine kapanıp kalmaz. Tam aksine, bütün ezilen çalışkan insanların acı­larına ve özlemlerine derin bir sempatiyle yaklaşır. Sömürünün tümüyle ortadan kal­dırıldığı özgür bir toplum yaratma ülküsü, ona insanlığın yedi bin yıllık özlemlerini, cenneti yeryüzünde kurma düşlerini tem­sil etme hakkını kazandırır. İşçi sınıfının dünya görüşü, insanlığın bütün olumlu de­ğer ve ideallerini kendi yapısında taşımak­tadır.

Onun içindir ki, işçi sınıfı, insanlığın or­tak düşlerini yansıtan, bu düşleri başlayıp geliştiren sanat eserlerine ilgisiz kalamaz. Büyük insanlık ülküleri adına onlara sahip çıkar ve hazmetmeye çalışır. İşçiler, yalnız­ca kendi sınıfsal yaşamlarını ve mücadele­lerini, kendi duygularını ve Özlemlerini di­le getiren eserlerle yetinmemelidir. Onla­rın, en olumsuz koşullarda bile insanın yü­celiğini, en zor durumlarda bile hayatın bü­yüklüğünü ve güzelliğini dile getiren sanat­çılardan, Beethoven’dan ya da Tolstoy’­dan, Homeros’tan ya da Puşkin’den, Cervantes’ten ya da Gogol’den, Balzac’tan ya da Goethe’den, Dickens’tan ya da Dostoyevski’den; Van Gogh’tan ya da Picasso’dan öğrenecekleri çok şey var. Biz, onları öğrenmekle, yalnızca belirli bir coğrafya üzerinde ve belirli bir tarih kesiti içinde ya­şanan toplumsal karakter ve duyarlıklar hakkında bilgi edinmekle kalmayız. Onla­rı kavramak, aynı zamanda, bizi insanın ve yaşamın Özü hakkında güçlü bir bilgiye, de­rin bir felsefi kavrayışa eriştirecektir.

Çünkü “felsefeyle özünde bağlı olma­yan, belli bir felsefi anlam taşımayan ve belli bir toplumsal ideali dile getirmeyen tek bir sanat yoktur.”

“Has bir sanat yapıtı her zaman içten işlenmiş bir metin çıkarır karşımıza; yazar burada yaşamı olduğu gibi göstermekle kalmaz; onun üzerine, onun ne olması gerektiği üzerine insanı derin derin düşünceye salar. Bu içerilmiş metin, toplumsal idea­lin anlatımıdır; bu ideal, tasarımlanan nes­ne ne olursa olsun, şaşmaz bir biçimde damgasını vurur sanata. Felsefi yan, yapı­tın dışında, sonradan eklenme değildir. Sa­nat, kendi özü gereğince felsefidir; çünkü oldum olası yaşamın anlamından söz eder, varoluşun temelini kavramakta insana yar­dımcı olur ve onun dünya görüşünü etki­ler.” (S. 64)

Bunun yanında, sanat, bilim ve felsefey­le olan ilişkileri açısından bilgisel bir değer taşıdığı gibi, politika ve ahlâkla olan bağ­ları yoluyla da eğitsel ve ideolojik işlevler kazanır.

Birçok sanat eseri, “siyasal temalara doğrudan ve açık bir çağrıyı” içermektedir. Gorki’nin deyimiyle, “sanat artık, bir şey uğruna ya da bir şeye karşı bir savaş olmuştur.” Sanat, özü gereği politikadan ayrı düşünülemez.” (S.61)

Politika, sınıflar arasındaki ilişkilerle ilgilenir ve sonuçta birey ve toplum arasında­ki ilişkileri belirli kurallara bağlar. Ama bi­rey ve toplum, sanat ve ahlâkı da ilgilen­diren ortak sorunlardır.

“Estetik her zaman etiği kapsamına alır” diye yazıyor Ziss. “Etik hiçbir zaman este­tiğin basit bir eklentisi olarak karşımıza çık­maz, sanatın özünde içkindir, onun insani özünden kaynaklanır.

“Ahlâka sıkı sıkıya bağlı olan sanat, (…) soyut erdemleri ya da kusurları anlatmak zorunda değildir elbet. Toplumsal tipleri ortaya koymak, karakterler çizmek göreviyle yükümlü olan sanat, toplumun portre­sini insanlarla yapar ve İnsanların davra­nışlarını betimleyerek ahlaksal ilkelere des­tek olur ve olumsuzluklarla savaşır.

“Toplumsal insani ve toplumsal ilişkileri kendisine asıl konu olarak aldığı sürece, sanat, kendi öz olanaklarıyla etik sorunları da çözer; ne ki sanatçı bu sorunları yapıtların­da doğrudan ele almaz. Sanatın ahlaksal içeriği, etiğin asla dışardan etkisiyle doğ­maz. Tersine etik, estetiğin doğal ve geçi­ci olmayan bir bileşenidir.” (S.63)

İnsanlığın geleceğine yönelen bir toplumsal güç olarak işçi sınıfı, ahlâk sorunla­rına karşı da ilgisiz değildir. Sınıfsız bir top­lum bütünlüğü amaçlayan sosyalizm, geç­mişin olumlu ahlâk değerlerini koruduğu kadar, ortak toplumsal yaşantıya dayanan yepyeni bir ahlâk ve düşünüş tarzı da oluşturur. Sanat, bu yeni ahlâk değerlerinin iş­lenip geliştirilmesinde ve kitlelerin ahlaksal eğitiminde güçlü bir rol oynamaktadır.

İşçi sınıfı sanattan vazgeçemez, onu küçümseyemez. Tam tersine, işçiler sanatla içli-dışlı bir yakınlık kurdukları ölçüde, in­san ve sınıf varlığı olmanın bilinciyle dona­nacaklar, doğanın ve toplumun çok yön­lü bilgisine erişeceklerdir. Sanat, işçilere ye­ni topluma hazırlanma ve insanlar arasın­da yepyeni sağlıklı ilişkileri egemen kılma­da yardımcı olmakla kalmayacak, onların pratik ufkunu ve yaşam üzerine görüşleri­ni de genişleterek, bugünkü mücadelele­rini geliştirmelerine de yararlı olacaktır.

Aristo, zamanımızdan tam iki bin yıl ön­ce sanatın arındırıcı işlevinden söz etmişti. Gerçekten de sanat, içimizde yarattığı güçlü güzellik duygusuyla, bizi yaşadığımız anın ezici sıkıntı ve kaygılarından uzaklaştırarak rahatlamamızı, en zor anlarda bile yaşamın güzelliğini duyumsayarak ayakta kalabilmemizi sağlar, dayanma gücümüzü arttı­rır. Eğer sanat olmasaydı, insanlık yedi bin yıllık sınıflı toplum acılarına dayanamaz, yok olur giderdi. İnsan en zor dönemlerin­de bile sanatın güzelliğiyle soluk aldı, acı­larını ve özlemlerini sanat yoluyla dile ge­tirdi hep.

İşçi sınıfı, bugünün acılarını ve sıkıntıla­rını hafifletebilmek, dünyayı ezilmeden korkmadan yaşanır hale getirebilmek için sanata sahip çıkmalıdır. Sanatı kavramak, yüksek sanat değeri taşıyan eserlerin karmaşık yapısını algılamak, işçi sınıfının bu­günkü genel kültürel düzeyi açısından zor olabilir kuşkusuz. Onun gibi, sosyalizmin yüksek bilimsel kuramını kavramak da güç­tür, ama bu güçlük kavrama zorunluluğu­nu ortadan kaldırmaz. Tersine, güçlükler bizi bilemelidir. Öğreneceğiz, kendi kendi­mizi eğiteceğiz; başka yolumuz yok. Tek tek bireylerin çabaları, belli ki sorunları çözmeyecektir. Yolumuzu açacak tek çözüm, işçiler ve işçi sınıfına gönül vermiş aydın­lar arasında sınıf dayanışmasını güçlendirmektir. Dayanışmanın odağı sosyalist par­tidir. Sanatçı, sosyalist partiden aldığı güçle yaratıcılığını işçi sınıfının toplumsal müca­delesiyle bütünleştirebilir. İşçi sınıfı, parti­nin verdiği güçle kültürünü, bilincini ve ma­nevi yaşantısını geliştirebilir. Tek tek işçi­lerin bütün kavrayış eksikliklerine karşın, klasik insanlık mirasını sınıf hareketine mal edebilecek yegâne güç, öncü sosyalist bir partidir.

Sosyalist gerçekçi sanat, bu uğurda sa­natın toplumsal özü ve işlevlerinin bilimsel çözümlenmesinden ve bu işlevlerin bilinç­lice işçi sınıfının emrine sunulmasından doğmuştur. Derin bir sınıf bağlılığı, güçlü bir parti ruhu taşır.