ARABESK – Ertuğrul Kayserilioğlu
Çağdaş Yol, Sayı 2, Temmuz 1987
1987 yılının Haziran ayında arabesk hakkında yazmak ve kesin bir şeyler söylemek pek o kadar kolay değil. Zira yaşanan süreç, her an yeni veriler sunabiliyor, yeni oluşumlar ortaya çıkabiliyor. Ve insan, Orhan Gencebay’la, Sezen Aksu’nun aynı hamurdan yoğrulduklarını kanıtlayabilmenin zorluğu ve zorunluluğuyla karşı karşıya kalıveriyor.
Arabesk (Arabesque) Fransızcadan dilimize geçmiş bir kelime. Araba has anlamına geliyor. Kelimenin batıda kullanımı sanıyorum görsel sanatlarda özellikle mimaride bir stil olmasıyla gündeme geliyor. Ve sanıyorum müzik dışında genel olarak arabesk, salt Araplarla ilintili değil, bütün doğu kültürüyle ilintili bir olgu.
Peki, arabesk, egzotik bir öge olarak batıda, yalnızca birkaç görsel sanat yapıtında kalırken, bizde nasıl 20. yüzyılda birlikte bir düşünce ve davranış biçimi olarak kültürümüzün en kılcal damarlarına dek sızabiliyordu? Ve batıdaki kullanımından farklı olarak olumsuz bir ifade eder duruma geliyordu? Yanıtın başlangıcı sosyo-ekonomik. Şimdi biraz gerilere gidelim.
Türkiye kapitalizmle tanışmadan önce tefeci-bezirgan sermayenin egemenliği altındaydı. Tefecilik bilindiği üzere para kiralamak, bezirganlık ise mal alıp satmaktır. Bu özelliklerinden dolayı tefeci-bezirgan sermaye üretim girişkenliğinden yoksun ve asalaktır. Bu sermaye tüm 7000 yıllık antika tarih (köleci toplum ve feodal toplum evreleri) boyunca var olduğu için antika sermaye olarak da adlandırılır. Kapitalizmin ilk evresi serbest rekabetçi döne mi ise Antika sermayenin zıt kutbunu oluşturur. Yani girişkendir ve sırtım spekülasyonlara değil, üretime dayandırır. Tabii bu üretim sınai üretimdir.
Dolayısıyla kapitalizm toprak ekonomisine dayanan feodalizmle de çelişir. Kapitalizmin normal seyir izlediği batı ülkelerinde feodalizmle kapitalizm arasındaki çelişki, feodalizmin tasfiyesiyle sonuçlanmıştır. Kapitalizmin bir sonraki aşaması, tekelci dönem ise, bize antika sermayenin asalaklığım ve gericiliğini çağrıştırır. Çünkü o da artık sırtını spekülasyonlara, hisse senedi ve döviz borsalarına dayamıştır. Bu da bir anlamda modern gericiliktir. İşte Türkiye’miz, kapitalistleşme sürecine serbest rekabetçi evreden değil de, doğrudan tekelci evreden başladığı için bir antika sermaye ve modem sermaye çatışması yaşanmıyordu Zira antik da olsa, modern de olsa, gericilik gericilikti son uçta… Böylece tasfiye edilemeyen tefeci bezirganlar, burjuvazi, askeri ve sivil bürokrasi Babil Kulesi’nde saldırmazlık paktı imzalarlarken, iki sermaye arasında ekonomik anlamda tam bir ittifak için Adnan Menderes’i beklemek gerekiyordu.
“Tek parti çağı: Antika sermaye ile modern sermayeyi ayrı kaplarda korumuştu. Çok parti çağı; Bu iki düşman kardeşi birleştirdi. Finans-kapitalin 30-40 yıllık çabası, Türkiye ve halkı için çok korkunç olan bu ittifakı (ölü ile diriyi bir yatakta birleştirmeyi) başardı.” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı)
Bilindiği üzere dostumuz(!) ABD’yle tam bütünleşmemiz, Demokrat Parti zamanında gerçekleşiyordu. Bu dönemde ABD bizden yardımlarını(!) esirgemiyor, kredi ve traktörleri yağmur gibi yağdırıyordu. 50 biri traktörün Anadolu’ya sevk edilmesinin ardından yedek parça bayileri, acenteler, petrol ve Aygaz bayileri ve daha bir dizi yatırım iki kap, yani iki dünya arasındaki bağı en somut ve yaygın bir biçimde kuruyordu. Yaklaşık on yıl sonra başlayan göç olayı ile iletişim araçlarının gelişimi ve yaygınlaşması ise, eskiden, büyük kentlerde yaşayan bir avuç elitin varlığından haberdar olduğu batı kültürüyle toplum olarak tanışmamızı gündeme getiriyordu. Yine aynı yıllara rastlayan Avrupa’ya işçi göçü de bu sürece ivme kazandırıyordu.
Böylesi bir tanışma sonucunda Türkiye’den, ekonomik alanda olsun, politik ve kültürel alanda olsun, çağdaşlık, burjuva demokrasisi, teknolojik-bilimsel gelişme vb. gibi kazanımlar elde etmesi beklenirken; azgelişmiş, çarpık montajcı (her alanda) ve yoz-yobaz bir sentez çıkıyordu ortaya. İşte bu sentezin (insanların düşünce ve davranışlarına yansıması olarak) kültürel bağlamdaki ismi, “arabesk ”tir.
Arabeske yalnızca bir müzik türü olarak bakılırsa veya en azından o noktadan hareket edilirse, arabeskin varoluş nedenini, kırdan kente göç ve bu göç sonucunda büyük kentlerdeki gecekondulaşma olgusunda buluruz (ülkemizde yapılan tüm sosyolojik araştırmalarda olduğu gibi). Oysa arabesk başlı başına bir kültür. Bu kültür, kök salabilmek ve yeşerebilmek için kendisine en uygun ortamı gecekondularda buluyor, yalnızca o kadar. Arabeskin varoluşuna ilişkin gecekondu olgusuna daha fazla şey bağlamamak gerekiyor.
Bugün arabesk, toplum olarak, damarlarımızda dolaşan kana, beynimizin en inçe hücrelerine kadar şu veya bu düzeyde sinmiş durumda. Köprü altındaki kahvede otururken kız arkadaşına bacım diye seslenen üniversite öğrencisi delikanlı, kendisi de onu sevdiği halde kendisini seven delikanlının yüzüne bile bakmayan kız, altın kolye, künye ve yüzüklü kırmızı Mersedesli müteahhit, rugan iskarpin üzerine blucin, onun üzerine ipek taklidi bordo naylon gömlek, onun üzerine ceket giyen kır kökenli pazarlamacı, blucin kot ve mont giymeyi hafiflik sayan ilerici, kadınların mutfak, erkeklerinse felsefeyle uğraştığı içkili bir gece sohbetindeki entelektüeller, yaşamımızdaki arabeskin en kaba göstergeleri yalnızca. Ve bu göstergeler salt bizim ülkemizde değil, diğer doğu toplumlarında da kolayca gözlenebilecek olgular. Onun için arabesk bütün doğu toplumları için geçerli ve onun için arabesk yalnızca Türkiye’deki köyden kente açıklanamaz.
Bir Öykü
İ ilinin, Ç ilçesinin, K köyünde, karısı Ayşe ve çocukları ile birlikte yaşayan Ahmet, toprak adamıdır. Onun içinde büyümüş, onun sayesinde yaşamaktadır. Oralarda dünyalar küçüktür. Çeşnili ve olanaklı dünyalardan söz edilemez oralarda. Günlük yaşam, ev, tarla ve kahve üçgeni içinde geçer. Erkekler kasketli, kadınlarsa başörtülü ve şalvarlıdır. Ahmet, babası ve erkek kardeşleriyle birlikte tepecik mevkiindeki 5-10 dönüm tarladan ekmek yemektedir. Derken beklenen acı olay gerçekleşir. Ailenin ve tarlanın büyüğü baba ölür. Merhumun naaşı defnedildikten sora, tarlanın kardeşler arasında paylaşımı gündeme gelir. Böyle bir paylaşımdan sonra kendisine kalacak olan toprak parçasıyla kamını bile doyuramayacağını anlayan Ahmet, çözümü, hissesini kardeşlerine satarak, ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etmekte bulur. Ve Ümraniye’de bir gecekonduda oturan hemşerisi Hüseyin’in kapısına dayanırlar, ailecek. Bir süre orada kaldıktan sonra kendi gecekondularına taşınırlar. Bu arada Ahmet de bir iş bulmuş veya bulmamıştır. İstanbul’daki yaşam başlar.
Ahmet devamlı üşümektedir. Köydeki sıcaklık burada yoktur çünkü. O hep tanıdık yüzler, alışılmış ilişkiler, doğasal-dingin yaşam burada yoktur. Burada her şey değişik ve terstir. Ahmet’in iç dünyası allak bullak olmuştur? Niçin?… Fakat?… Ben?… gibi sorularla boğuşmaktadır. Öte yandan o kadar çalışmasına karşın -keza işsizse daha da kötü bir biçimde- ekonomik durumu da kötüdür. Bu da ayrı bir sıkıntı kaynağıdır. Öte yandan cinsellik. Yolda, sokakta gördüğü açık-saçık şehirli kadınlar bir başkadır. Bu da ayrı bir sıkıntı kaynağıdır. İşte bu halet-i ruhiye içinde olan Ahmet, bir gün arkadaşlarıyla birlikte meyhaneye gitmiştir. Derken, garson çocuk teybe bir kaset koyar ve şarkı çalmaya başlar.
Batsın bu dünya Bitsin bu rüya
Söz verip de gidene Yazıklar olsun
(Giden umutlardır, gelense arabesk.)
Ahmet’in tüyleri diken diken olur. Şöyle bir düşündükten sonra yanındaki ne döner, “Benim olayım bu abi” der, “benim olayım bu”.
Arabesk Müzik
Orhan Gencebay’ın arabesk müzik içinde özel bir konumu olduğunu düşünüyorum. Tüm özellikleriyle, kendisinden sonra gelecek diğer arabeskçilerin üstünde yer aldı hep. Orhan Gencebay her zaman, “Orhan abi” oldu. Delikanlı, ağır ve vakur, az konuşan, öz konuşan, güçlü kişilikli, ciddi, yardımsever ve en önemlisi de (şu veya bu düzeyde de olsa) kültürlü bir insan olarak Gencebay, yeni oluşumlara karşı yitik değerleri savunan, bu savunma psikolojisi içinde hiçbir zaman salya sümük olmayan ve birazcık da isyanları oynayan bir tipi canlandırdı. Arabeskin göreliliği çerçevesinde, müzikte ve şarkı sözlerinde belirli bir düzeyi tutturabildi. “Hatasız kul olmaz/Hatamla sev beni” gibi sözleri, “Orhan abi”den başka hiçbir arabeskçi edemedi. Sezen Aksu bile…
Bir müzik türü, bir düşünce ve davranış biçimi olarak Orhan Gencebay kültürü toplumda egemenliğini kursaydı, şimdikine oranla, yine de Allah’a şükür derdik herhalde. Ne ki arabesk Orhan Gencebay’la kalmadı. Serüvenine “Batsın bu dünya” ile başlayan arabesk, “Seni sevmeyen ölsün” gibi son derece absürt ve tehlikeli bir noktaya geldi. Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay’a rakip olarak müzik dünyamıza girdiğinde farklı bir karakter çiziyordu. Oldukça hafif, kişiliksiz, sulu gözlü, bangır bangır bağıran, çok konuşan, dışavurumcu bir prototipti bu. Ve arabesk müzik bundan sonraki serüvenine daha çok Ferdi Tayfur’yen bir çizgide devam ediyordu. Ülkemizde özellikle müzik alanında, kim lümpen duyarlığına daha çok hitap ederse o kazanıyor. Bu yüzden kazanan Ferdi Tayfur yen arabesk oldu.
Fakat her şeyin olduğu gibi onun da bir miadı vardı. Artık klasik arabesk olarak adlandırabileceğimiz Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, v.s.’yen arabesk 801i yıllarda yerini modern arabeske bırakıyordu. Hatta daha kesin bir tarih vermek gerekirse; 12 Eylül 1980’de askeri bir darbeyle devriliyordu, klasik arabesk. NEDEN? Nedenleri iki sınıfa ayırabiliriz: Genel olarak ve Özel olarak.
Genel Olarak: İçinde bulunduğumuz yüzyıl, öncekilerden farklı olarak, süreçleri öylesine hızlı yaşıyor ki aşağı yukarı her on yıl ayrı ekonomik, politik ve kültürel ortam içinde geçiyor. Dolayısıyla her on yıl, farklı duyarlıklara tekabül ediyor. Örneğin 60’lı yıllar, 70’li yıllar, 80’li başlı başlarına birer dönemdirler. Bu hızın altında tabii ki bilim ve teknolojinin baş döndürücü bir hızla gelişimi yatıyor. Ve bu gelişim kimi zaman bir gelişim kimi zaman da yalnızca değişim olarak bireyin duyarlıklarına kadar toplumu etkileyebiliyor. Bu koşullarda, on yıl öncesinin gereksinimleriyle şimdinin gereksinimleri arasında farklılık oluyor ve eski araçlar yeni gereksinimleri karşılayamıyorlar. Onun için, 70’li yılların ürünü olan klasik arabesk, 80’li yılların insanına pek fazla hitap edemiyor. (Düne ait şeyler dünde kaldı a cancağızım / Bugün yeni şeyler söylemek lâzım, Mevlâna)
Özel Olarak: 12 Eylül sonrasında arabesk -özde olmasa da- biçimde farklı bir karaktere bürünmüştür. Zira 80 sonrasında topluma egemen kılınmaya çalışılan kültürün öğeleri bellidir: Türk-İslam sentezi, işbitiricilik, bireycilik. Anlaşılacağı üzere Türk-İslam sentezi, geleneksel, tutucu değerleri daha da gericileştirip, yozlaştırarak savunmasını üstlenirken, işbitiricilik ve bireycilik ahlaksal anlamda daha çok Batı’ya dayanıyor. Aradaki bu farklılığın sentezi, arabesk olacaktı yine. Böylece insanlarımız, arabesk bir halet-i ruhiye içinde, istedikleri zaman istedikleri rolü oynayabileceklerdi. İş hayatında önüne gelene kazık atmaya çalışacak, bu kazıklar sayesinde sahip olduğu BMW’siyle Selami Şahin dinleyerek eve giden, yemekten sonra da ya videoda açık-saçık yabancı filmler izleyen, ya da bir tavernaya gidip dansözün alnına on binlik yapıştıran, bir vatandaşımız, ramazan ayı geldiğinde birden Müslüman kesilecek, oruç tutacak, zekat verecek, iki buçuk ay sonra da bir koyunu kestirerek Müslümanlık vazifesini tamamlayacaktı! Böyle bir yaşama biçimi sistem için en geçerli olanıdır. Çünkü içinde düşünmeye ve karşı-söyleme yer yoktur. Bir çoban yeterlidir artık, sürüyü istenilen yere götürmek için.
(İşte tüm bu bulgular ANAP’ta bileşir. ANAP arabeskin bir siyasal parti olarak varoluşudur. Sezen Aksu da ANAP’ın müziğini yapar. Sezen Aksu duyarlığı ANAP tarafından halka enjekte edilmeye çalışılan duyarlıktır. Yakında, Yunanistan’dan sonra biz de bir bayan kültür bakanına sahip olabiliriz, dolayısıyla.)
Modern arabeski ve varoluş nedenlerini açıklamaya çalıştık. Modern arabesk müzik de “işte öyle bir şey”. Klasik arabesk müzikte arabesklik, kör gözün parmağınaydı. Gerek armonik gerekse melodik ve ritmik olarak yoğun bir Arap etkisi taşıyordu. Fakat 80’li yıllarda arabesk müzik yapmak için ille de Arap armonisi kullanmak ve Arapsal gırtlak hareketleri yapma zorunluluğunun olmadığı ortaya çıktı. Önemli olan aynı düşünceyi, aynı duyguyu verebilmek, aynı dünya görüşünü sunabilmek kısacası “öz”dü. Böylece müzikte arabesk, tavır, üslup, söylem, halet-i ruhiye gibi bağlamlarda kendini göstermekle yetinmeye başladı. Böylece arabesk müzik de (tıpkı caz müziği gibi) zamanla bir müzik türü olmaktan çıkıp müziğe bir yaklaşım, müzikte bir yöntem olma sürecine giriyordu. Modern arabesk müzik bundan dolayı bir müzik türü değil, içinde çeşitli müzik türlerini bulunduran bir akımdır:
Arabesk Türk Sanat Müziği
Arabesk Taverna Müziği
Arabesk Türk Hafif Müziği
Arabesk Türk Halk Müziği
—gibi
Türk Sanat Müziği’ni bu yöne sürükleyenlerin en bilineni kuşkusuz Yıldırım Gürses’tir. Gürses, T.S.M.’ni, Çoksesli T.S.M. adı altında, o ağır havasından sıyırarak, onu hoppa-züppe, yoz-yobaz bir neşeyle bütünleştiriyordu. Böylece, gençlikten ve halkın bazı kesimlerinden uzak kalmış olan T.S.M., çok daha geniş kitlelere seslenebiliyordu. Tabii bu çabasında Gürses, yalnız kalmıyor, Samime Sanay, Coşkun Sabah, Kamuran Akkor da ufak tefek nüans ayrılıklarıyla aynı yolculuğa çıkıyorlardı. Şimdilerde ise bu yolculuğa çıkmamış T.S.M. şarkıcısı (sanatçısı değil) kalmadı gibi.
Eskiden Taverna Müziği yalnızca tavernalarda yapılırdı. Ve onu yalnızca tavernaya gidenler bilirdi. Oysa 80’den sonra birdenbire patlayıveriyor, kitleselleşiyordu…
Bu müziğin özelliği, T.S.M. ve oyun havaları türünden halk müziği parçalarının, bir piyanist şantör tarafından, sünmüş bir ağız, sarhoş bir kafa ve laubali bir edayla söylenmesidir, daha doğrusu yeniden üretilmesidir. (Ferdi Özbeğen ve Ümit Besen bu türün öncülerinden) Bu müzik sayesinde önceden şu veya bu tavernada çalan ve yalnızca oranın müşterileri tarafından bilinen bazı piyanist şantörler, bir anda milyonların sevgilisi oldular. Örneğin birkaç yıl Öncesine kadar İstanbul Tarabya’da bir tavernada çalan Cengiz Kurtoğlu bugün binalarımızın duvarlarını süslüyor(!), gittiğimiz her kafede ve bindiğimiz her minibüste ruhumuzu dinlendiriyor(!).
Taverna müziği arabesk müzik türlerinden en tutulanı. Ve herhalde klasik arabesk müziğin sayrıl sevdalılarına sesleniyor, özellikle. Minibüs şoförleri ve muavinleri, kahvelere takılan harbi delikanlılar, evde kalmış kızlar gibi…
Arabeskleşmeden halk müziğimiz de nasibini alacaktı, ister istemez. Zaten son 30-40 yılda gerçek karakterinden uzaklaştırılmış, yani yoksullaştırılmış bulunan halk müziğimiz, bir de arabeskin darbesini yiyince iyiden iyiye ortalıkta gözükmez oldu. Arabeskleşme, özellikle Doğu Anadolu yöresi müziği üzerinde etkili oldu. Öyle bir etkiydi ki bu, eskiden daha çok yöre insanlarının dinlediği Doğu Anadolu müziği, şimdiki biçimiyle, ülkemizde dinlenen en yaygın müzik türlerinden biri artık. Bu alanda ilklerden en bilinen örnek İbrahim Tatlıses.
İbrahim Tatlıses’in, “Ayağında kundura/ Yar gelir dura dura” ile başlayan bu etkinliği, “Mavi mavi masmavi” ile başarısının doruk noktasına ulaşıyordu. Tatlıses’in açtığı bu yoldan şimdilerde sıfatlı küçük kardeşlerimiz gidiyor: Acıların Çocuğu Küçük Emrah, Ana Kucağı Ceylan, Hamal Çocuk Kurban vs. Çünkü arabesk müziğimizde işlenen, acımak-acındırmak-kendilerine ve başkalarına acı çektirmek gibi temalar (!) normal yaştaki şarkıcılar tarafından işlene işlene normal şeyler olmuştu. Sado-trajik hava ise başlardaki yoğunluğunu kaybetmişti sanki. Bu durumda taze kan küçük çocuklar olabilirdi ancak. Nitekim, öyle oldu. Yaşlı gözleriyle, çatlayan sesleriyle, yanık türküleriyle bu küçük kardeşlerimiz, duyarlığımızı en derinde bir yerlerden yakalamayı başarabildiler. Artık hemen hemen her konfeksiyon ve kundura atölyesinden onların sesleri yükseliyor. Kırmızı Mercedesli müteahhit evinde onların filmlerini seyrediyor, Sony videosundan. Ve “Kimsesiz yetimler/Boynu bükükler/Boynu bükükler” türünden şarkılarıyla bu küçük kardeşlerimiz, sado-mazoşizmi, tarihinde en prestijli konumuna yerleştiriyordu.
Türk Hafif Müziği’nin arabeskleşme eğilimi de hüngür-hüngür ağlayan, yalvar yakaran bir üslupla bütünleşiyordu. Bu alandaki ilk isimlerden birisi Ferdi Özbeğen’dir. Ferdi Özbeğen gerek kendi parçalarında gerekse yorumladığı başkalarının parçalarında taverna-hafif müzik karışımı bir stil serpiliyordu. (Özbeğen’in taverna müziğinin babalarından olduğunu unutmayalım.) Bir örnek verecek olursak: Selda’nın 70’li yıllarda, o dönemin en iyi Türk ‘Hafif Müziği parçalarından biri olarak nitelendirebileceğimiz bir parçası vardır, “O günler”. Fakat aynı parça 80 sonrasında Ferdi Özbeğen tarafından söylendiğinde tanınmaz hale geliyor, arabeskleşiyordu.
Bu dönüşümü kelimelerle kanıtlamak olanaksız. Çünkü dönüşüm tamamen tavır ve üslup düzleminde. Ferdi Özbeğen’in ardında Sezen Aksu “Sen ağlama” adlı uzunçalarını çıkarıyor ve hayranlarına kendisinin de arabeskleşme sürecine adım attığını müjdeliyordu. Son albümü, “Git” ise Modern Arabeskin manifestosu oluyordu neredeyse. Piyasaya çıktığı ilk birkaç gün içinde yüz binler satan bu albümde arabesk dünya görüşünün en temel kritikleri sergileniyordu: Sado-mazoşizm ve dışavurumculuk. Bence bu albüm, müziğiyle, şarkı sözleriyle ve kapağıyla, uzman kişilerce değerlendirildiğinde, 80 sonrası Türkiye’de oluşturulan sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-psikolojik konjonktür hakkında bilgi edinilebilecek çok değerli bir kaynak. Bu yüzden, albümün plak olarak iki kopyasının milli kütüphane arşivlerine alındığında ilerki yüzyılların tarih bilim adamlarına çok önemli bir kaynak olacaktır. İlgililerden gereğinin yerine getirilmesini önemle rica ediyorum.
Her ne kadar müziğimizde yaşanan arabeskleşmenin temelinde toplumumuzun, ekonomisiyle, politikasıyla kültürüyle arabeskleşmesinin yattığı bilinse de, insanlarımızın niçin geleneksel müziklerini bırakarak arabeske yöneldiklerinin, niçin eskiden dinledikleri müziklerin onları artık tatmin etmediğinin müziksel bir açıklaması da gerekiyor. Yukarıda yaptığımız gibi tek tek müzik türleri üzerinde bu açıklamayı yapmaya çalışalım.
Bilindiği gibi Türk Sanat Müziği’nin temelinde Klasik Türk Müziği olarak adlandırılan Dede Efendilerin, Itrilerin, Sadullah Ağaların müziği yatar. Bu müzik Osmanlı devlet sınıflarının (İlmiye, Seyfiye, Kalemiye, Mülkiye) yani sarayın müziğidir. Halkın değil egemenlerin duyarlığını yansıtır. Halk ozanları tarafından değil, “mevzunun ilmine vakıf zatlar” tarafından üretilir. Dolayısıyla halk müziğine oranla daha sofistike bir müziktir. İşlenen konu genellikle aşktır. Aşk, gerçi günümüz Türkiye’sinin egemen müziklerinde olduğu, gibi, “sensiz de olur”, “seni sevmeyen ölsün”, “Git, git giiit-me kal” türünden düzeysiz ve arabesk bir duyarlığı yansıtmasa da, sevileni yüceltme, seveni ise onun karşısında değersiz gösterme mantığı içinde geleneksel doğu sado-mazoşizmi inceden inceye işlenir. (Fakat yine de soyluluktan ödün verilmez.) Bu müziğin özünde de tıpkı tasavvufta olduğu gibi, bu dünyadan memnuniyetsizlik, öbür dünyaya özlem mesajı vardır. (Klasik Türk Müziği şarkılarının günümüz T.S.M. sanatçıları tarafından seslendirilirken, nedense hep bu yönünün altı çizilir. Ve örneğin Dede Efendi’nin hiç de öyle olmayan, “Gözünde daim hayal-i canan” adlı şarkısı cenaze marşına çevrilebilir. Bu tür marşlardan hoşlananlara, pazar sabahları 11.00’de Nevzat Altığ yönetimindeki Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nu izlemek için AKM salona gitmeleri tavsiye olunur.) Her ne kadar geliştirilmeye ve günümüz duyarlıklarına adapte edilmeye uygun kaliteye potansiyel olarak sahip olsa da eski biçimiyle bu müzik yalnızca konusu aşk olan şiirlerin bestelenmesine uygundur. Bu özelliği de onu kısırlaştırmakta ve kendini tekrara sürüklemektedir. Öyle de olmuştur. Belli bir dönem nitelikli ürünler verildikten sonra, gittikçe yoksullaşmıştır, Klasik Türk Müziği. İnsanlarımızda hep o dönemin ürünlerini icra etmeye ve dinlemeye başlamışlardır: “Nerede o III. Selimler, Dede Efendiler”. (Tabi bu sürecin sosyo-ekonomik temeli de vardır: Osmanlı’nın çöküşü.)
Derken Türkiye Cumhuriyeti kurulur. Bu oluşum beraberinde T.S.M.’ni getirir. Sadettin Kaynak, Yesari Asım Ersoy, Münir Nurettin Selçuk gibi sanatçıların başını çektiği T.S.M., K.T.M.’nin vülgerleştirilmiş, dünyevileştirilmiş yani daha bir ısıtılmış devamıdır. Ancak T.S.M.’nin ömrü K.T.M. kadar bile olmamış, 30-40-50 yıl içinde basitleşip yozlaşarak, klişelerin insanlara beste diye yutturulduğu bir müzik türü haline gelmiştir. Böylece yine, aynı kısır döngünün aynı noktasına gelinmiş, “Nerede Minur Nurettin’ler, Hafız Sadettin’ler denilmeye başlanmıştır. Şimdi gelinen nokta ise, çok sesli (!) Türk Sanat Müziği yani arabesktir. Sürekli olarak çöküş yönünde ilerleyen bu sürecin altında, eskinin bir türlü çağdaşlaştırılamaması yatmaktadır. Makina ve motor sesleri içinde büyüyen günümüzün yabancılaşmış bireyine hala bülbülün güle ilan-ı aşkından bahsedilirse, hele hele nüfusunun yüzde ellisinden fazlasının genç olduğunu bir ülkede bu iş yapılırsa varılacak olan nokta musalla taşıdır, ister istemez. Bu durumda da alternatif arayışları gündeme gelecek, gittikçe arabeskleşen bir toplum ise alternatifi arabeskte bulacaktır, yine ister istemez. (Her süreç deterministiktir!)
Aynı süreç halk müziğimiz için de geçerlidir. Bilindiği gibi, bugünkü halk müziğimizle bundan yüzlerce yıl önce yaşamış olan Pir Sultanların, Karacaoğlanların müziği arasında bir gelişim farkı yoktur. Hatta bizzat bu ozanların türküleri hâlâ çalınıp söylemekte ve ne yazık ki bazı ilericilerimizce tek alternatif olarak görülmektedir. Doğanın, toplumun, bireyin ve her şeyin, değişip geliştiği bir dünyada kendini yenileyemeyen, sınırlarını aşamayan, 700 yıldır aynı yerde duran bir müziğin çağdaş olarak nitelendirilmesi oldukça güçtür. Ve bu durumda ortadan sorgulanması gereken bir şeyler var demektir.
T.C.’nin kuruluşundan önce halk müziği gerçek halk ozanlarınca yapılırdı. Kent kültürüyle yozlaşmamış, köy yaşamının sıcaklığını üzerinde taşıyan ozan, bu sıcaklığını sesine, müziğine, türküsünün sözlerine taşıyarak, benim şu birkaç satır yukarıda söylediklerimi buruşturup bir kenara atarcasına, dinleyenlerin duyarlıklarının ve duygularının en derinlerine hitap eder onları müziğin güzelliğiyle büyüleyebilirdi. Ne var ki T.C.’nin kuruluşundan sonra günümüze kadar geçen süre içinde bu gelenek yani ozan geleneği öldürülmüş, halk müziği deyince insanların aklına, yan yana dizilmiş 8-10 bağlamacının, yüzleri asık ve coşkudan yoksun, bezgin bir ifadeyle teksesli olarak türkünün melodisini çalması, öndeki solistin ise söylediğini içinde hissetmeden, yapmacık hareketleriyle türküyü söylemesi gelir olmuştur. Söylenen türkülerde zaten herkesin çocukluğundan beri bildiği, bilmese bile kulağına yabancı gelmeyen, onu zorlamayan türkülerdir. (Nedense konservatuarlarımızın halk müziği bölümlerinin arşivlerinde, araştırmacılar tarafından köy köy gezilerek saptanmış ve notaya geçirilmiş binlerce evet binlerce türkü tozlanmaya terkedilmiş durumda. Öte yandan “Yıllardır radyo-televizyonda hep aynı türküler çalınıp söylenmekte.) “Ferai”, “Silifke’nin yoğurdu”, “Misket”, “Kürdün gelini” gibi yozlaşmamış, gerçekten halk müziğimizi yansıtan değerli türküler, egemen güçlerce belirlenen kültürel ortamda, arka plana düşmüş, “Penceresi muallim”, “Evreşe yolları dar”, “Bir dalda iki kiraz”, “Ayağında kundura” gibi abuk-sabuk türküler en sevilen türküler haline gelmiştir. Bunlar da dinlene dinlene bıkkınlık doğurduğu ve arabesk duyarlığı yansıtmadığı için, özlü-sözlü halk türkülerimiz değil, pop-gırgıriye biçimine dönüştürülmüş oyun havalan ve yozlaştırılmış doğu anadolu ezgileri dinlenir olmuştur.
Türk Hafif Müziği ise içsel olarak zaten gelişmeye açık olmayan, tıkanıklığı potansiyel olarak içinde her zaman barındıran bir yamalı bohçadır. Hele hele günden güne arabeskleşen bir ortamda, bir gün gelip iki parçaya bölüneceğini söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Bir yanda, arabeskleşmiş T.H.M. diğer yanda ise montaje T.H.M. Yani yabancı kaynaklı bir parkanın Türkçe sözlerle söylenmesi. Nitekim bu durum gerçekleşmeye başlamıştır.
Sonuç
Şunu kendimden emin olarak söyleyebilirim: Dünyada arabesk müzikten daha kötü bir müzik yoktur. İnsanı böylesine aşağılayan, onu, böylesine aşağılık, yoz-yobaz, uyuşuk, edilgen, kişiliksiz, onursuz bir duygulanım içine sokan başka bir müzik türü dünyada yoktur. Arabesk müzik nasıl tarihsel ve geleneksel açıdan bir Türk müziği değilse aslında, sanıldığı kadar Arap müziği de değildir. Kuşkusuz Arap ülkelerinde de müziklerini yozlaştırma eğilimi oldukça güçlü. Fakat şurasını da biliyoruz ki yozlaştırılmamış geleneksel Arap halk müzikleri, özellikle Filistin, Lübnan ve Mısır halk ezgileri bizlerin de sevebileceği kayda değer bir düzeydedirler.
Arabeske karşı tavır ne olmalı, sorusuna gelince: Bilinçli işçiler, aydınlar, öğrenciler arabeske karşı ödünsüz bir cephe olmalı ve bu konudaki düşüncelerini çevrelerine yaymalıdırlar. Zira biz Antika bir toplumuz. Arabesk bizim koynumuza girebilecek bir yılandır. Ona karşı daima uyanık ve duyarlı olmalıyız.
Çünkü arabeskleşmiş bir toplumla hiçbir şey yapılamaz.