“İNSAN HAKLARI” VEYA UÇUŞUP DURAN BURJUVA KAVRAMLAR – Aslı DOKUMACI

Çağdaş Yol, Sayı 7, Mayıs 1989

“…insan haklarını ilk tanıyan anayasa olan Amerikan Anayasasının, Amerika’da yaşayan (kara-ç.) renkli insanların köleliğini bir solukta doğrulaması, bu insan hakları­nın özgül burjuva niteliğini açıkça gösteren bir şeydir: Sınıf imtiyazları kaldırılmış, ırk imtiyazları onaylamıştır.

Engels, Anti-Dühring, s. 182

Hatırlardadır 1988 yılının Aralık ayında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin imzalanışının 40. yılıydı.

30 maddeden oluşan (yaşama hakkı, ya­salar önünde eşitlik hakkı, yurttaşlık hak­kı, düşünme ve vicdan özgürlüğü, vs. vs.) devletlerin çoğunluğu tarafından imzalanan -Türkiye 1949’da ilk imzalayanlar arasındaydı- belge dolayısıyla “İnsan Hakları”yla ilgili etkinlikler tüm dünyada daha da yo­ğunlaştırıldı. Gazetelerde, toplantılarda, parlamento ve siyasi demeçlerde çeşitli açı­lardan ele alındı. Emperyalizmin sözcüle­rinden, finans-kapital partilerinin eski yeni temsilcilerinden tutalım da, burjuva aydın­lara, küçük burjuva demokratlara ya da işçi sınıfı temsilcilerine kadar konu hakkında görüş belirttiler. Hatta boyalı basında çıkan bazı haberlere bakılırsa, Sovyetler Birliği’nde parti organı “Pravda’da çıkan bir yazı­da, tüm sosyalist ülkelerde insan haklarıyla ilgili uygulamaları gözlemlemek amacıyla bölgesel komisyonlar kurulması önerildi” (Hürriyet G. 13.12.1988)

Uluslararası Af Örgütü (Aİ) ve yerli İn­san Hakları derneği kampanyalar düzen­leyip, etkinlikler gerçekleştirdi. Binlerce kişinin katıldığı konserler düzenlendi. Bil­dirgenin ilk imzalandığı Paris’teki Chaillot Oteli’nde “seçkinlerin katıldığı İnsan Hakları” toplantısında Polonyalı sarı sendi­kacı Leş Valesa ve Sovyetler Birliği’nde “İn­san Hakları”yla ilgili gürültü koparan bilim adamı Saharov ilk kez bir araya geldiler.

Almanya’da duvarlara afişler asıldı. (Da­ha çok sanatçıların reklamı gibi dursa da) Bazı demokrat sanatçılar, sorgulamasından sonra kaybolan, öldürülen kişilerin nerede olduğunu soruyorlardı. Televizyonlarda çe­şitli ülkelerden örnekler gösterilerek “İnsan Hakları”nın nasıl çiğnendiği anlatıldı. “İnsan Hakları” ihlalleri özellikle kuzu postundaki kurtlarca, en çok “İnsan Hakları” “İnsan Hakları” diye çığırtkanlık yapanlarca çiğne­niyordu: Örneğin “İnsan Hakları” şampiyonu Reagan’ın ülkesi ABD’de zenciler ve kızılderililer hâlâ ikinci sınıf vatandaştı. De­mokrasinin “beşiği” Avrupa’nın metropol­lerinde “yabancı işçiler” hâlâ en alttakilerdi; Güney Afrika’da ise “İnsan Hakları” sade­ce beyaz azınlık için söz konusuydu. Türkiye’de işkenceler sürüyordu. Son sekiz yılda 269 kişi işkencede ölmüştü, 630 tane hapishane yapılmıştı. Cezaevlerindeki koşullar 1 Ağustos 88 kararıyla daha da kötüleşti­rilmiş, açlık grevleri yükseltilmiş, tek tip el­biseye karşı verilen mücadelede insanlar ölmüş, binlerce öğretmenin “çalışma hakkı” elinden alınmıştı vb. vb. Tabii “çalışma hakkı” olmayan işsizlerden, “çalışma hakkını” kaybeden işçilerden söz yok.

İlginç bir “resmi kabul” de Federal Alman Cumhurbaşkanı Weiseker tarafından yapıl­dı. Çeşitli ülkelerden gelen -bu arada Türk­iye’den de- “İnsan Hakları” kuruluşlarının sözcüleri cumhurbaşkanına şikâyetlerini ilettiler. (Oysa insan haklarını çok seven bu cumhurbaşkanı kimi işkence vs. sorumlu­su faşistleri davet ve kabul edeli daha üç ayı bile doldurmamıştı.) Türkiye’den gelen dernek sözcüsünün şikâyetleri özetle şöy­le maddeleniyordu: “Türkiye’de hukuk birliği yok!” “Hukukun üstünlüğü tanınmalı.” “İnsan Hakları Avrupa standartlarına uyulmalı.” “İnsan Hakları ihlallerine son ve­rilmeli.” “Askeri darbeler olmamalı. Sivilleş­me.” “Ölüm cezaları kalkmalı.” “İşkenceye son verilmeli.”

Kısaca 40. yıl dolayısıyla manzara, her­kes insan haklarından yanadır, şeklindey­di. Süleyman Demirel de bu “taraftarlar” arasındaydı, radyoya o da demeç verdi.

Her şeyden önce bilinçlerin bulanıklaş­masını engellemek için konuya bizlerin de değinmesi elzem oldu. Diğer taraftan, her alanda mücadelenin bilimsel sosyalizmin ruhuna uygun tutulması zorunluluğu da bizi buna itiyor. Hemen her konu bahanesiy­le, “burjuva demokrasisinin allanıp pullanıp” ikide bir karşımıza çıkarılması ka­çınılmaz çünkü. “En alışılmış ve taşlaşmış ön yargılar tarafından kabul edildiği için” adeta aksi iddia edilemeyen kavramlar, cümleler dolaşıp duruyor ağızlarda: “Hu­kukun üstünlüğü” “hak eşitliği”, “in­san hakları”, ‘‘insan hakları konusunun sağ, sol konusu olmadığı”, “insan haklan konusunda ikiyüzlü olmamak” gerektiği, “adalet”, “demok­rasi”, “batı demokrasisi standartları”, “özgürlük”, “ahlak”, “12 Eylül dikta rejimi”, “12 Eylül sonrasında Anayasa ve hukuk sisteminin geniş halk yığınları için baskı ve zulüm aracı haline getirildiği” vb. vb.

Bütün bu kavramlar ya mutlaklaştırılıyor, putlaştırılıyor. Oysa bu kavramlar insanlı­ğın tarihi gelişimi ve sınıfsal somutlukları içinde ele alınmak zorunluluğunda. Yoksa kullananın karnındaki anlamıyla kalıyorlar ya da özellikle uzun bir zamandan beri, kendisine Marksist diyen bazıları tarafından, Marksizm adına burjuva yavanlıkları ve me­tafizik yorumlarıyla kullanılıyorlar, işte bu sebepten de bu kavram ve cümleler üze­rinde bir kere daha durmak büsbütün ge­rekli oldu. Ayrıca bilinçli işçilerin nasıl demokratlar, nasıl özgürlük savaşçıları, nasıl insan haklan savunucusu olduklarını; diğer burjuva ve küçük burjuva devrimcileriyle aralarındaki sınırı netleştirmek için de ge­rekli bu. Yoksa insanın, bu “insan hakları” havarilerine bakıp, öyleyse ben insan hak­ları savunucusu değilim diyesi geliyor.

Papaza kızıp, oruç bozmak bizden ırak ol­sun. Bilimde tabulara yer olmadığına ve bi­linçli işçilerin gerçeği görme yeteneklerini geliştirip, gerçeği derinleştirmekten başka yolları olmadığına göre, “Gerçeklerin ve du­rumların bilgisini derinleştirmeliyiz; ta ki, in­sanların, kitlelerin, halkların sübjektif kuruntuları dağıtılabilsin. Bunun açık ne­deni sübjektif etken veya anın politik ve sos­yal hayatta devrimci krizde hayati bir önemi olmasındandır.” (Lenin) Dolayısıyla “İnsan Hakları”nın bu evrilip çevrildiğinde her anlama gelen, dile pelesenk kavram ve cüm­lelerini biz de biraz gözden geçirmeliyiz. Bu gözden geçirişte, orijinal metinlerden sık sık uzun alıntılar yapmak zorunda kaldık Onları konuşturmayı bu aşamada daha uygun gördük.

“İnsan Hakları”nın “özgül burjuva nitelik­”te olduğuna yazının girişinde dikkati çek­miştik. “İnsan Hakları”nı ilk tanıyan anayasa ABD anayasası olduğuna göre, aslında 40 yıllık bir tarihe değil, daha uzun bir tarihe sahip olduğu da açık. Daha sonra pek çok anayasada “insan hakları” yer aldı ve o ülkedeki kapitalizmin gelişimine, sınıf sava­şının güçlerindeki dengeye göre, şu ya da bu oranda devlet tarafından tanındı. Çün­kü her şeyden önce: “Modern devlet tara­fından insan haklarının tanınmasının ilk çağ devleti tarafından köleliğin tanınmasından başka bir anlama nasıl gelmediği tanıtlanmıştı. (1) İlk çağ devletinin doğal temeli kölelik idi; modern devletin doğal temeli burjuva toplum, burjuva toplum insanı, yani ötekine özel çıkar ve bilincinde olmadığı doğal zorunluluktan başka hiçbir bağla bağlanmamış bulunmayan bağımsız insan, çıkara dönük emeğin, kendi öz bencil ge­reksinmesi ile ötekinin bencil gereksinme­sine köleliğidir. Doğal temeli işte bu olan modern devlet, evrensel insan hakları bildirisinde onu işte böyle tanımıştı. Ve bu hakları modern devlet yaratmamıştı. Ken­di öz evrimi ile eski siyasal engelleri aşma­ya götürülen burjuva toplumun ürünü olan modern devlet, kendi başına, insan hakla­rını ilan ederek kendi öz köken ve kendi öz temelini tanımaktan başka bir şey yapmıyordu” (Marks, Kutsal Aile, s. 174)

Demek ki “İnsan Hakları” öyle ululaştı­rılacak bir şey değil, burjuva toplumunun tarih sahnesine çıkması ile zorunlu olarak burjuva devleti tarafından tanınmış burju­va kavramlar. Ve bu burjuva insanın orta­dan kalktığı bir toplumda -yani insanın insanın kurdu olmadığı bir toplumda- “in­san hakları”ndan söz etmek saçma olacak.

Sınıfların henüz ortadan kalkmadığı, ko­münizmin ilk evresinde burjuva nitelikte ol­duğunu yukarıdan beri belirttiğimiz “İnsan Hakları”ndan, yani burjuva insanın bu hak­larından ancak kısmen söz edilebilir. Çün­kü henüz bu burjuva insan ve burjuva etkiler tamamen ortadan kalkmamıştır. İle­ride “eşitlik” konusunda değineceğiz, ama burada yeri gelmişken belirtmekte yarar var: Proletaryanın iktidara gelmesiyle burjuva hukukunun tümüyle, hemen ortadan kalkması maddeten imkânsızdır. Çünkü içinden çıkıp geldiği burjuva toplumun ekonomisini ancak üretim araçlarının mül­kiyetini toplumsallaştırma seviyesinde de­ğiştirebilir. Ürünlerin bölüşümü ve çalışmanın toplum üyeleri arasındaki dağı­lımının düzenleyicisi olmak bakımından he­nüz “burjuva hukuku” yürürlükte kalır. Bu ilk evrede “çalışmayan yemez” ve “eşit mik­tarda çalışmaya, eşit miktarda ürün” ger­çekleştirilebilir. Bu henüz komünizm değildir ve henüz eşit olmayan insanlara eşit olmayan (gerçekten eşit olmayan) bir miktarda çalışma için, eşit bir miktarda ürün veren “burjuva hukuk”unu ortadan kaldır­maz… İşte bu bir “sakınca”dır, der Marks; ama bu sakınca komünizmin ilk evresinde kaçınılmaz bir şeydir; çünkü kapitalizm yı­kıldıktan hemen sonra, insanların, hiçbir çeşit hukuk kuralı olmaksızın, birden top­lum için çalışmayı öğrenecekleri, ütopya­ya düşmeden düşünülemez; kaldı ki, kapitalizmin ortadan kalkışı, böylesine bir değişikliğin ekonomik öncüllerini hemencecik vermez.

Oysa, “burjuva hukuk” kurallarından başka hukuk kuralları yoktur.” (Lenin, Devlet Devrim, s. 105) Böylece kısmen “burjuva hukuku” sürmek zorunda kaldığı için, pro­letarya devleti de olsa, devletin zorunlulu­ğunun sürmesinden dolayı henüz burjuva “İnsan Hakları”ndan da kısmen bahsedile­bilir. Nitekim Sovyetler Birliği’nde, Polon­ya ve Çekoslovakya gibi sosyalist ülkelerde kimi “insan hakları” çığırtkanlıkları, bu ta­mamen ortadan kalkmamış burjuva inşanın varlığının göstergeleridir. Elbette bu kez burjuva gericiliğinin sürmesi istemi anla­mında. Bizler ikiyüzlü olmadığımız için bu­nu açıkça söylüyoruz. Ama devletin “bir kandil gibi söneceği”, sınıfların var olmadı­ğı, dolayısıyla da bir sınıfın diğer bir sınıf üzerinde baskısından söz edilemeyeceği bir temelde, yani sınıfların tarih sahnesine nasıl bir zorunluluk olarak çıktılarsa, gene aynı zorunlulukla ortadan kalkacağı koşullarda “insan hakları”nın son kalıntılarına da rast­lanmayacaktır.

Çünkü: “İnsani koşullar içinde, tersine ceza, suçu işleyenin gerçekten kendi kendisi üzerindeki yargısı olacaktır. Ona baş­kası tarafından uygulanan dışsal bir zorun, onun kendi kendisine uygulandığı bir zor olduğuna inanması için çalışılmayacaktır. Öteki insanlar onun için, daha çok onun kendi kendine vermiş olacağı cezanın do­ğal kurtarıcıları olacaklardır. Başka bir de­yişle ilişki tastamam tersine çevrilmiş olacaktır.” (Marks, Kutsal Aile, s. 269) Ya­ni hukuka, devlete ihtiyacımız olmayacak­tır.

İnsanlık, günümüzde Marks’ın sözünü et­tiği “insani koşullar”dan epey uzak şüp­hesiz. Yeryüzünde insanın, insan tarafından sömürülmesine son vermedik­çe, kapitalist devlet ve ilişkiler, tüm gerilik­ler silinip atılmadıkça, insani koşulların ön şartı oluşturulmadıkça, yani proleter dev­let kurulmadıkça, yukarıda dediğimiz gibi proletaryanın devletinin de “kandil gibi söneceği” günler gelmedikçe o koşullar içinde olmak, maddeten mümkün değildir. Kısaca bizim amacımız “insan hakları” de­ğil, “insani koşullar”ın oluşturulmasıdır. Ve eğer bugün proleterler ve komünistler “in­san hakları” ile ilgili mücadelelere katılıyorlarsa bu bilinçle katılıyorlar. Elbette burjuva nitelikte de olsa bugün bu hakların elimiz­den alınması karşısında elimizi kolumuzu bağlayıp, tarafsız kalacak değiliz. Ama bur­juva demokratların veya burjuva sosyalist­lerinin yaptığı gibi de “Devleti insanlıkla, insan haklarını insanla, siyasi kurtuluşu, in­sani kurtuluşla karıştır”mıyoruz. (Marks, Kutsal Aile, s. 137) Belirtmeye çalıştığımız yalnızca, “burjuva üretim biçiminin, tıpkı fe­odal üretim biçimi gibi, tarihsel ve geçici olduğu” ve onun üst yapısından olan “İn­san Hakları”nın da tarihsel ve geçici oldu­ğudur. “İnsan hakları”nın doğuştan (2) ve ebedi olduğunu söyleyen kimi iyi niyetli, demokrat aydınlarda veya kendine Mark­sist diyen burjuvalarda “bu yanılgıyı doğu­ran şey, burjuva insanı, her toplumun mümkün biricik temeli olarak görmeleri­dir; bunlar, insanların artık burjuva olama­yacakları bir toplum düşünemezler. (Marks, Felsefenin Sefaleti, s. 200) “İnsani koşullar”ın yaklaşmasında geçilmesi gereken aşa­maları geçmek ve ancak bu bilinçle davranarak burjuva insanın ortadan kaldı­rılabileceği, yani insanın insanlaşabileceği ger­çeği, bugün bizi “insan hakları”nın savunucusu yapıyor. Çünkü bugün dün­yanın pek çok yerinde insanlık “hâlâ sadece kapitalist üretimin gelişmesinin” ya da emperyalist aşamaya ulaşmasının acısını değil, “kapitalist gelişiminin tamamlanma­mış olmasının da acısını çekiyor”. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde, “modern kötülükle­rin yanı sıra, dünün mirası olan bir sürü kö­tülüklerin; çok eski üretim biçimlerinin” -7 bin yıllık Babil artığı antikalıkların- “alttan alta hâlâ sürüp gitmelerinden doğan ve bunların kaçınılmaz olarak beraberinde ge­tirdikleri çağdışı toplumsal ve politik ilişki­lerin de altında eziliyor”. Kısaca “yalnızca yaşayanlardan değil, ölülerden de acı çe­kiyoruz.” (Marks, Kapital’in 1. Cildi’nin Alm. 1. Bask. Önsöz, Seçme Eserler, Cilt: 2, s. 105)

Ama sınıf savaşının vardığı boyutlara rağ­men bu acılardan her gün biraz daha kur­tulma ve “insani koşullara” her geçen gün daha da yaklaşmakta olduğumuzu görü­yoruz. Gerek muazzam teknik gelişmeyle insanlığın üretim ihtiyacını gereği ve yeteri kadar hazırlama olasılığının ufukta belirişi, gerek dünyada işçi sınıfının kazandığı mev­ziler bunun ilk habercileri. Henüz sosyaliz­min “orta çağını” yaşıyor olsak bile.

Tüm bunların yanında gene sınıf sava­şının sonucu olarak, bugünkü dünyamız­da kapitalizmin veya onun en üst aşaması olan emperyalizmin varlığından ve elbette özellikle kapitalist devletin varlığından dünyanın pek çok yerinde toplu katliamlar, soykırımları, şovenizm, işkence, hapishanele­rin ağzına kadar dolu oluşu ve koşullarının elverişsizliği, ırk ayrımı, yabancı düşmanlı­ğı; hepsinden en önemlisi işsizlik, açlık ve savaş istenmediği kadar boldur. Yukarıda da değindik bunların kaynağı modern-an­tika-feodal geriliklerdir. Gelelim şimdi “in­san hakları”nın tarihine.

Bilindiği gibi 1789 Fransız Devrimiyle burjuvazi “özgürlük”, “eşitlik” ve “kardeşlik” sloganlarıyla feodalizme ve feodal ayrıcalıklara başkaldırmıştı. Bugün bu sloganların hâlâ kimi zaman kullanılıyor ve çeşitli kı­lıklara girerek karşımıza çıkıyor olması ve bazılarının “bir halk önyargısı sağlamlığına sahip” oluşları, “onların slogan olarak doğruluğundan” değil, “18. yy fikirlerinin evrensel olarak yaygınlaşmalarının” ve sü­rüp giden antik ve feodal kalıntıların süpürülmesi gereğinden bunların kısmen ‘gün­cellikleri”ni koruması sonucundandır. Özel­likle faşizmin varlığı burjuva demokratik hakların kimilerini gündemde tutuyor. Yal­nız şu farkla ki burjuvazinin bıraktığı yerden proletaryanın kendi güncel ve nihai he­defleri, programı, sloganlarıyla devam et­mesi kaydıyla. Burjuva şekilleriyle aynen alıp, nihai hedefimizi unutarak değil. He­le burjuva sloganlarını bayraklaştırarak hiç değil. Çünkü burjuvazinin kendi koyduğu kuralları çiğnemesini (yani “insan hakları” dediği, kuralları çiğnemesini) mahkeme sa­lonlarında, şurda burda teşhir edip onu kendi silahıyla vurma taktiği başka bir şey; sırf onun koyduğu kurallarla ona kar­şı mücadele ettiğini sanmak başka bir şey. Birincisini yapmak sömürünün sınırlandı­rılması mücadelesi için gerekli ve bin bir zen­ginliği geliştirerek yapılmalı; ama ikincisini yapmak düpedüz ihanet.

“İnsan hakları”nın doğduğu 18. yüzyıl­da, her şey burjuvazi tarafından –elbette ki burjuva tarzda- eleştiriliyordu: “Toplumun ve devletin bütün eski biçimleri, bütün es­ki geleneksel fikirler, akıl dışı ilan edildi ve bir yana atıldı. Dünya o zamana kadar ön yargılarla yönetilmişti; geçmişe ait olan her şey, ancak acıma ve küçümsemeye layık­tı. Nihayet gün doğuyordu; bundan böyle boş inan, haksızlık, ayrıcalık ve baskı; sonsuz gerçek, sonsuz adalet, doğa üze­rine kurulu eşitlik ve insanın devredil­mez hakları tarafından süpürülecekti.

Bugün, aklın bu egemenliğinin burjuva­zinin idealize edilmiş egemenliğinden başka bir şey olmadığını, ölümsüz adale­tin, gerçekleşmesini burjuva adaletinde bulduğunu; eşitliğin yasa önünde burjuva eşitliğine vardığını; burjuva mülkiyetinin… insanın başlıca haklarından biri olarak ilan edildiğini; ve rasyonel devletin dünyaya ancak burjuva demokratik cumhuriye­ti biçimi altında geldiğini ve ancak o biçim­de gelebilecek olduğunu biliyoruz.” (Engels, Anti Dühring, s. 62-63) (Altını biz çizdik)

Kısaca burjuva ihtilalinden hemen son­ra onun sadece burjuva için bir zafer, pro­letarya ve diğer halk yığınları içinse bir “hayal kırıklığı” olduğu ortaya çıkmıştı. Üste­lik devrimin tüm yükünü ve fedakârlıklarını halk çekmişti. Hemen arkasından pro­letaryanın “eşitlik” isteklerinin yükselmesi­nin anlamı bu hayal kırıklığı ve burjuva devriminin proletarya üzerindeki etkilerinin çok taze oluşudur. Bugün “sosyalist toplumu eşitliğin imparatorluğu olarak düşün”en dar görüşlülüğün temeli de bu eski gele­nektir ve “eski özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganlarına dayanır” (Engels, Bebel’e Mek­tup, Seçme Eserler Cilt. 3, s. 42)

21. yüzyıla 11 yıl kala bile burjuva slo­ganların etkisi anlamında, bu yanılgı yaşan­makta, sosyalizmin bir “eşitlik imparatorlu­ğu” veya problemlerden arınmış, “sonsuz adalet”in gerçekleştiği, bir cennet olarak dü­şünülmesi sürmektedir. Sosyalizmin kuru­luş, işleyiş problemleri ortaya çıkınca da ha­yalleri sönenler, yan çizmekte, liberal ha­yallere dalmaktadırlar. Oysa küçük burju­vazinin kafasındaki gibi dikensiz gül bah­çesi değildir sosyalizm, hele “sınıfların eşitliği” hiç değildir. “Sınıfların eşitliği söz­cük karşılığı olarak burjuva sosyalistlerinin inançla vazettikleri sermaye ile emek ara­sında uyum demektir. Uluslararası İşçi Birliği’nin yüce amacını oluşturan şey, mantı­ken olanaksız olan sınıfların eşitliği değil, tersine sınıfların ortadan kaldırılmasıdır.” (Mark Engels, Enternasyonal İçinde Sah­te Bölünmeler, Seçme Eserler, Cilt 2, s. 304)

Dolayısıyla bayrağında “herkese ihtiyacı kadar, herkesten yeteneğine göre” yazılı proletaryanın ağzında eşitlik, sınıfların or­tadan kaldırılması anlamına gelir. Çünkü proletarya evrensel bir sınıf olarak “kendisine yapılan haksızlık sınırlı bir haksızlık ol­mayıp, genel olarak haksızlık olduğu için sınırlı bir düzeltme peşinde koşmayan… ge­leneksel bir statü değil, yalnızca insani bir statü isteyen… nihayet kendisini toplumun diğer sınıflarından kurtarmadıkça, dolayı­sıyla bütün bu diğer sınıfları da kurtarmadıkça, kendi kendini kurtaramayan” (Marks, Kutsal Aile …) bir sınıf olduğundan bu­na zorunludur, burjuva “eşitliği” -yani “in­san hakları”nda ifadesini bulan- ile yetine­mez. Yetinmediğini 19. yy boyunca, ken­di bağımsız mücadelesini daha da pekişti­rip kurmakla zaten göstermiştir.

Ayrıca proletarya iktidara geldikten sonra bile yani üretim araçlarının ortak mülkiyetinin gerçekleştirildiği, genellikle sosyalizm denilen ve Marks’ın “komünizmin ilk evresi” olarak nitelendirdiği düzende veya dönem­de bile “eşit haktan” söz etmenin ne anla­ma geleceğini Lenin, Marks’tan aktarma­larla şöyle açıklar:

“Ama… bu toplumsal dü­zenden (sosyalizmden-bizim notumuz) söz eden Lasal, bu düzende ‘hakkaniyetli bö­lüşüm’, ‘eşit çalışma ürününe herkesin eşit hakkı’ olduğunu söylerken yanılır ve Marks bu yanılma nedenini açıklar: Marks ‘eşit hak’ der; gerçekten burada eşit hak vardır, ama burada söz konusu olan şey, henüz ‘burjuva hukuku’dur; her hukuk gibi, eşitsizliği öngerektiren burjuva hukuku. Her hukuk, farklı insanlara, aslın­da ne özdeş ne de eşit olan farklı insanla­ra tek bir kuralın uygulanmasına dayanır. Bundan ötürü ‘eşit hak’ aslında eşitliğe bir saldırı, bir adaletsizlik demektir. Gerçekte herkes toplumsal üründen, kendisi tarafın­dan sağlanan toplumsal çalışmanın eşit bir parçası için (yukarda belirtilen çıkarmalar­la) (belirtilen çıkarmalar, bir yedeklik fonu, üretimi arttırmaya ayrılmış bir fon, makinaların değiştirilmesine ayrılmış fon, vs. gibi, bizim notumuz) eşit bir pay alır.

“Ama bireyler birbirine eşit değildir; biri daha güçlü, öteki daha güçsüzdür; biri evli, öteki değildir; birinin çocuğu çok, ötekinin azdır vb.

“‘Çalışma eşitliğinde ve dolayısıyla top­lumsal tüketim fonuna katılma eşitliğinde, demek ki biri aslında ötekinden çok alır, biri ötekinden daha zengindir vb. Bütün bu sa­kıncalardan kaçınmak için, hakkın eşit de­ğil, eşitsiz olması gerekirdi’ diye bağlar Marks.

“O halde, komünizmin ilk evresi, adalet ve eşitliği gerçekleştiremez; zenginlikler ba­kımından insanlar arasındaki adaletsizlik­ler sürecektir; ama insanın insan tarafından sömürülmesi de olanaksız olacaktır.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, s 103)

“Dolayısıyla, yukarıda da belirttiğimiz gibi, proletaryanın, eşitlik mücadelesini ve sı­nıfların ortadan kalkması anlamında almak koşuluyla, eşitlik sloganının büyük önemi­ni anlamak kolaydır… Ve bütün toplum üyelerinin üretim araçları mülkiyetine gö­re eşitliği, yani çalışma eşitliği, ücret eşitli­ği, gerçekleşir gerçekleşmez, biçimsel eşit­likten gerçek eşitliğe, yani ‘herkese yete­neğine göre, herkese gereksinimine göre’ ilkesine geçmek için, insanlığın karşısına mutlaka tamamlanması gereken yeni bir ilerleme sorununun dikildiği görülecektir.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 110)

Burjuva için ise eşitlik “kanun önünde” eşitliktir. “İH” Evrensel Beyannamesi’ndeki anlamı da budur. Örneğin İş Sözleşme­sini alalım. İş akdi işçi ile işveren arasındaki eşitliğin, yasa tarafından kâğıt üzerinde ku­rulmasına dayanarak yapılır. Sınıf durum­ları arasındaki ayrılığın “taraflar”dan burju­vaziye verdiği güç, bu güçlü “taraf”ın öbürü üzerindeki baskısı -iki tarafın gerçek iktisa­di durumu- bütün bunlar yasayı ilgilendir­mez. Ve iş sözleşmesi boyunca biri ya da öbürü açıkça vazgeçmedikçe iki taraf da ay­nı haklardan yararlanıyor sayılır. Ama ikti­sadi koşullar, sözüm ona hak eşitliğinin hat­ta son kırıntılarından bile işçiyi vazgeçme­ye zorlamaktaymış, bu yasanın umurunda değildir.

Zaten günlük gazeteler, gerek bizde ge­rek dünyada, binlerce işçinin iş sözleşme­lerinin, yasanın verdiği “eşit hakka” daya­narak, taraflardan birinin -nedense bu da­ha çok “işveren” tarafından yapılır- iptal edildiği haberleriyle doludur. Bu “adil” mi­dir?

‘Bay …. — “Yasa ve yargıç önünde, bü­yük ve küçük, zengin ve yoksul, herkes eşittir. Bu madde devlet ilkelerinin (credo) en başında bulunur” (3)

Marks — “Devlet mi? Devletlerden ço­ğunun ilkeleri tersine, büyükleri ve küçük­leri, zenginleri ve yoksulları, yasa karşısın­da, eşitsiz kılmakla başlar.” (Marks, Kutsal Aile, s. 90)

İşte burjuva adaleti budur.

Ayrıca,

Engels — “Sonsuz adalet kavramı, yal­nızca zaman ve yere göre değil, ilgili kişiye göre de değişmekte, …‘herkes farklı bir şey anlıyor’ denilen şeyler arasına girmektedir… Ve her zaman için bu adalet, bazen tutucu, bazen devrimci açıdan, mevcut ekono­mik ilişkilerin ideolojileştirilmiş, yüceltilmiş ifadesinden başka bir şey olmamıştır, Yu­nan ve Romalıların adaleti köleliği haklı sa­yıyordu.” (Engels, Prudhon ve Konut Soru­nu Üzerine Ek, Seçme Eserler Cilt: 2, s. 435-436)

Burjuva adaleti feodal toprağa bağlılığı ve köleliği (4) haklı saymıyor elbette. Ama ücretli köleliğin sürmesini yani kapitalist sö­mürünün sürmesini en temel hak sayıyor. Proletarya ise ücretli köleliğin sürmesini, sı­nıfların varlığını haksızlık görüyor, işte size üç tarihi döneme ait üç adalet. Demek ada­let de bir mutlaklık değil, temellerin değiş­mesine göre değişen bir kavram. Dolayı­sıyla burjuvadan adaletli olmayı beklemek, bir işçi açısından yanılgıların en büyüğü. Kaldı ki “bütün toplumsal değişmelerin ve politik devrimlerin ereksel nedenleri, insan­ların kafalarında, insanların sonrasız gerçeği ve adaleti daha iyi kavramalarında değil, ama üretim ve değişim tarzlarındaki değiş­melerde aranmalıdır. Bunlar felsefede de­ğil, her söz konusu çağın ekonomisinde aranmalıdır. Var olan toplumsal kurumla­rın usa-aykırı ve adaletsiz olduğunun, sağ­duyunun saçmalaştığının iyinin kötüleştiğinin giderek kavranması, yalnızca, üretim ve değişim tarzlarında sessizce değişmeler olduğunun ve ekonomik koşullara uyarlan­mış toplumsal düzenin artık onlara uymaz hale geldiğinin kanıtıdır.” (F. Engels, Üto­pik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Seç­me Eserler, Cilt: 3, s. 161)

“İyi’nin kötü’leştiğinin kavranması” bizi ahlakta da değişikliğin olduğu gerçeğine getirir. “Halktan halka, dönemden döne­me, iyi ve kötü fikirler öylesine değişiktir ki, çoğu kez birbiriyle açıkça çelişirler.” (Engels, Anti Dühring, s. 165) Konu oldukça kar­maşık bir konudur ve eğer böylesine karmaşık olmasaydı üstünde çok durulup, tar­tışılmazdı. “Bugün bize hangi ahlak öğüt­leniyor? Kimin, hangi sınıfın ahlakı?” (En­gels, ay.) Kimi yerlerde yedi bin yıllık Babil artığı köleliği de içinde barındıran ve çeşitli dinlerin etkisinde antik, köleci, feodal, küçük burjuvaya ait ahlakla, modernleşmenin göstergesi olarak alınan ve bencilliğin şa­hikası burjuva ahlakı -üstelik buna lümpenliğin, toplumun en üst kademelerinde, finans-kapital göklerinde yeniden tezahür etmesi demek olan, tekelci burjuva ahlak haline gelmişliğini belirterek- ve hemen onun karşısında “geleceğin, proletaryanın ahlakı bulunur.” (Engels, ay. s. 165) Birbirleriyle aynı zamanda ve yerde yaşayan esas olarak üç büyük ahlak kategorisi. “Öyley­se hangisi hakiki ahlaktır bunların? Kesin ve mutlak anlamında, hiç biri; ama süre va­deden unsurlara en çok sahip bulunan ah­lak, şüphesiz, bugün, bugünün altüst olu­şunu, geleceği temsil eden ahlaktır, yani proleter ahlak.” (Engels, ay. s. 166)

Demek ki sınıflar olduğu sürece bir sınıf ahlakı da olacaktır. Dolayısıyla her davra­nışımız istesek de istemesek de bir sınıfın ahlakına denk düşecek veya bir sınıfın ah­lakı tarafından değerlendirilecektir veya bir­birine karıştırılıp kimi burjuva soysuzlukla­rını modernlik adına proleter ahlakı gibi göstermekten, küçük burjuva ahlakına “dev­rimci ahlak” demelere kadar karışıklıklara rastlanacaktır. Kusurların hataların çeşitli yanlarıyla değerlendirilmesi yanında “ahlaki açıdan” yapılan değerlendirmeler veya “ah­laki açıdan yapılmadığı” iddia edilen değer­lendirmeler dahil olmak üzere bir sınıfın ah­lakına uygun veya diğerine uygun olma­yacaktır. Buna rağmen “Ahlak ‘eyleme ko­nulmuş güçsüzlüktür’. Bir duruma saldırdığı her seferinde, ona alt olur.” (Marks, Kutsal Aile, s. 302) Dolayısıyla “kapitalist sömü­rünün sayısız dehşet, vahşet, saçmalık ve namussuzluğu”na karşı elde proleter ahlak ilkeleriyle döğüşmek, Donkişot’un elde mızrak, yel değirmenleriyle döğüşmesine benzer. Elde başka şeyler de olmalıdır.

“Henüz sınıf ahlakını aşmamış bulunuyoruz.” (Engels, ay.) Öyleyse ne za­man bir “insani ahlak” gerçekleşecektir? ‘Sınıf karşıtlıkları ve bu karşıtlıkların anısı üzerinde yer alan gerçekten insani bir ahlak, ancak sınıf karşıtlıklarının sadece yenilmekle kalmadığı, ama yaşama pratiği bakımından unutulmuş da bulundukla­rı bir toplum düzeyinde mümkündür.” (En­gels, ay. s. 167)

“İnsan hakları”nın en önemlilerinden “in­sanın devredilemeyen haklarına” gelince:

Kapitalist toplumda her şeyin meta ha­line gelişiyle “En sonu, insanın devredile­mez sandığı her şeyin değişime, alışverişe konu olduğu ve devredilebilir olduğu bir dönem gelmiştir. Bu, o ana dek ifade edilen ve aktarılan ama asla satın alınamayan; erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan vb. kısaca her şeyin ticarete girdiği dönemdir. Bu, çürümüşlüğün genelleştiği, her şeyin para ile elde edilmesinin evrenselleştiği, ya da ekonomi politik diliyle konuşacak olursak, ma­nevi ya da maddi her şeyin pazarlanabilir bir değer durumuna geldiği, en reel değe­rinden kıymetlendirilmek için pazara geti­rildiği dönemdir.” (Marks, Felsefenin Sefa­leti, s. 36)

Eğer bu devredilmezlik gerçekten isteni­yorsa, kapitalist pazarda başıboş dolaşan ekonomik güçleri insanın eline alması sağ­lanmalıdır. Ama burjuvazi, burjuva ekono­misi koşulları aracılığı ile toplumsal ilişkile­rin, insanlar arası ilişkiler değil de eşyalarla olan ilişkilermiş gibi görünsünler diye, ser­best pazarla, meta üretimi biçimleriyle giz­lenmesini istediğinden, insanın ekonomik üretimi kontrol etmesine, yani bu üretim anar­şisi üstüne kurulu kapitalizmin yerine, üre­timin kontrolünün ön koşulu olan üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine ve bu zo­runluluğun bilincine varma doğrultusunda­ki isteğe, “özgürlüğe karışma” gözüyle ba­kar. Tam bu noktada gelip, “özgürlük” konusuna dayanırız. Ve özgürlüğün de ge­rek eşitlik, gerek adalet, gerek devredile­mez haklar gibi tarihsel olduğunu ve çeşit­li dönemlere ve sınıflara göre değiştiğini gö­rürüz.

Kapitalist üretim şartlarında özgürlükten anlaşılan şey, özgür ticaret, özgür alım sa­tımdır veya çoğu zaman doğa yasaları kar­şısında düşlenmiş bir bağımsızlık anlaşılır. Oysa özgürlük böylesi “doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlık değil,… in­sanın maddi ve manevi varlığını yöneten yasalar”ın “bilinmesinde ve bu bilme ama­cıyla bu yasaların belirli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır.” (En­gels, Anti Dühring, s. 193)

Kısaca “Özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi üzerine kurulu egemenliğe dayanır.” (a.y.)

İşte bu sebepten, belirttiğimiz gibi, bu zo­runlulukların ve yasaların bilinmesinin ve elbette ki onun hayata geçirilmesine (sos­yalizme) burjuvazi, özgürlüğe karışma göz­üyle bakar. Elbette onun açısından bakın­ca karışmadır. Onun bir burjuva olarak sta­tüsüne ve toplumdaki ayrıcalıklı durumu­na yani toplumun özgürlüğünü tekeline al­ma ayrıcalığına karışmadır.

Bir burjuva, özellikle üretim araçlarının mülkiyetinin, toplumun mülkiyeti haline gelmesine, yani kendisinin o düzende üre­tim aracı sahibi olamayıp, başkalarını sö­mürme olanaksızlığına, başkalarının alın teri üstüne varlığını sürdüremeyişe elbette ki “özgürlük yok” diye bakar. Çünkü burjuva için özgürlük, ücretli köleliğin varlığı -işçi sı­nıfının hep var olması- ve sürüp gitmesidir -sonsuza kadar-. Demek ki burjuva toplu­mun görünüşteki, şekli özgürlüğü altında derin bir kölelik gizlidir. “Çünkü birey, kendi yaşamının, örneğin mülkiyet, sanayi, din vb. gibi kendisine yabancılaşmış öğelerinin anarşik hareketini kendi öz özgürlüğü olarak gördüğünden, görünüşte, bireysel ba­ğımsızlığın gerçekleşmesidir bu kölelik… Bu sözde özgürlük, tersine onun köleleşme ve insan dışılığının gerçekleşmesi anlamına ge­lir.” (Marks, Kutsal Aile.)

Kısaca burjuva toplum, artık birbirlerin­den sadece bireysellikleri ile ayrılan bireyler arasındaki savaşın dışa vurumundan başka bir şey değildir. Böylece feodal ayrı­calıkların engelinden kurtulmuş güçlerin zincirlerinden boşanması demek olan bu anarşi, burjuva toplumunun vazgeçilmez te­melidir. Onun için “Soyut özgürlük sözcüğü­nün sizi aldatmasına izin vermeyin. Kimin özgürlüğü? Bu bir kişinin bir başka kişi karşısındaki özgürlüğü değil, sermayenin işçi­yi ezme özgürlüğüdür.” (Marks, 9 Ocak 1848’de Brüksel’de Yapılan Konuşma’dan) İşte burjuvazi bu ezme özgürlüğü için mü­cadele eder.

Proletarya için ise burjuva toplumdaki bu özgürlük şekli, görünüşteki bir özgürlüktür ve o gerçek özgürlüğün ancak ve ancak, proleter şekliyle bile olsa, devletin ortadan kalkacağı –“bir kandil gibi söneceği”- koşul­larda mümkün olacağını bilir ve böyle bir özgürlük için döğüşür. Ve bir gün “sınıflı ve sınıf çatışmalı eski burjuva toplumun yeri­ni öyle bir toplum alacaktır ki onda her bi­reyin özgür gelişmesi, bütün herkesin öz­gür gelişmesinin şartı olacaktır.” (K. Manifesto, Marks-Engels, s. 59)

Marks’tan bir aktarmayla dedik ki: Bur­juva toplumun bu sözde özgürlüğü tersine onun köleleşme ve insan dişiliğinin gerçek­leşmesi anlamına gelir. Marks cümlesine şöyle devam eder: “Hukuk burada (bu bur­juva toplumda, bn) ayrıcalığın (feodal ve köleci toplumdaki ayrıcalığın, bn) yerini tu­tar.”

Yani burjuva toplumda hukukun görevi budur. Tabii bu kez söz konusu ayrıcalığı, burjuvazinin sınıf olarak ayrıcalıklarını hu­kuk üstlenir. Dolayısıyla hukuku putlaştır­mak, “hukukun üstünlüğün”den dem vur­mak, burjuva toplum putlaştırması, anla­mına gelir veya “Hukuk karşılık düştüğü ekonomik durum ve uygarlık derecesinden daha yüksek bir düzeyde olama”yacağına (Marks) göre, ülkenin alt yapısında bir de­ğişiklik yapmadan, bugün ikide bir tekrar edilen burjuva tekerlemeler, “Batıdaki se­viyesinde hukukun uygulanmadığını” bo­zuk plak gibi tekrarlamalar yakınmaktan öteye geçmez. (Hem de kime? Alman finans-kapitalinin cumhurbaşkanına. Kimi kime şikayet ediyorsun? İnsan hakları için mücadele edeyim derken, kimin ekmeği­ne “insan hakları” balı sürüp, sınıf sınırları­nı bulanıklaştırıyorsun.) Yani bu alanda da mücadeleyi yoz burjuva seviyesinde tut­maktan başka bir anlama gelmez. Hoş, öy­le ya bayanlarımız “İH konusu­nun sağ sol konusu” olmadığını söylüyor­lar. Tam da bunu söylerken “sağ” oluveriyorlar, sağ olsunlar. Konu tam da kimle­rin, neden ve nasıl “insan hakları” mesele­si ile ilgilendiği iken, kimlerle ve kime karşı “insan hakları”nın savunulduğu iken. Özet­le, konu herkesin “insan hakları” çuvalına doldurulması değil, hangi amaçla ve han­gi sınıfın çıkarına bunun yapıldığıdır.

Ayrıca sayfalardan fırlayıp da hukuk “üstünlük” kuramaz. Onu şu ya da bu se­viyede uygulayacak olan ancak bir sınıf “üs­tünlüğü”dür. Bugün Türkiye’deki hukuk, 61 Anayasası’ndaki burjuva halinden kuşa çevrilerek, “üstün” finans-kapitalin “üstün” çıkarları için bu tarzda ve bu kadar “üstün” tutuluyor. Yani finans-kapital zoru onu bu şekilde uyguluyor. Onu başka tarzda ve miktarda, başka nitelikte uygulatacak kar­şı zoru nasıl ve kimlerle örgütlüyorsun? İş­te bütün mesele. “Çünkü koyduğu kural­lara uymaya zorlamaya yetenekli bir aygıt olmaksızın, hukuk hiçbir şey değildir.” (Lenin, Devlet ve Devrim, s. 109) (altını biz çizdik)

Dolayısıyla konu “hukukun üstünlüğü” gibi dileklerin vazedilmesi değil, bu huku­ku (hangi ölçüde ve nasıl) kullanacak dev­letin hangisi ve hangi sınıfın devleti ola­cağı meselesidir.

Böylece gelir “demokrasi” meselesine da­yanırız. Yazının başlarında aktardığımız cümlelerden biri olan şu cümleyi ele ala­lım. “12 Eylül sonrası tüm hukuk sistemi ge­niş halk yığınları için baskı ve zulüm aracı haline getirildi.” (hukukçuların bir çağrısın­dan) Oysa hukuk sistemi ve Anayasa 12 Eylül öncesinde de “baskı ve zulüm” aracı idi. Farklı olan, sadece güçler dengesinin bir icabı olarak, halk sınıf ve tabakalarının sömürüyü sınırlandırabilme mücadelesini, finans kapitalin nispi demokrasisi içinde, karakterleri ne olursa olsun çeşitli siyasi ve demokratik örgütleri aracılığıyla kısmi açık­lıkta sürdürebiliyor oluşundaydı. Eğer “in­san hakları” savunucuları, bu arada “demokrat” hukukçular ortak bir saptama­da bulunacaklarsa, sık sık söylendiği gibi “12 Eylül sonrasında Anayasa ve tüm hu­kuk sisteminin baskı ve zulüm aracı haline getirildiği” değil, zaten var olan bu baskı ve zulmün karakterinde ciddi bir nitel değişiklik olduğu, bu baskı ve zulmün faşistleştiği noktasında olmalıdır. Yoksa finans-kapitalin ve onun yedek gücü tefeci-bezirganlığın 12 Eylül öncesi günahları aklanmış, onun in­cir yapraklı demokrasisinin ayıbı örtülmüş olur. 12 Eylül öncesi “hukuk yapısı”nın gök­leri çıkarılması da caba.

Elbette sınıf karakterleri burjuva olanlar bakımından 12 Eylül öncesi “baskı ve zu­lüm aracı” olmayabilir. Son tahlilde burju­va sosyalistleri düzene bağlı ve ondan kopuşmamıştır. Objektifçe bu tespit tekel dışı burjuvazinin, sadece faşizmi baskı ve zulüm görmesinin sınıf içgüdüsü onun dile gelişidir. Ama özellikle işçi sınıfı, yoksul köylü­lük, küçük burjuva halk tabakaları ezilen milletler bakımından 12 Eylül öncesinin na­sıl bir baskı ve zulüm olduğu apaşikârdı. Onlar çeşitli protesto eylemleriyle bu bas­kıların varlığını en kör gözlere bile göster­mekle kalmadılar, bu baskı ve zulme karşı bin bir mücadele biçimlerinin kendi inisiya­tifleriyle nasıl gelişebileceğini de gösterdi­ler. Hem, “unutmaya hakkımız da yoktur ki, hatta en demokratik burjuva cumhuri­yetinde bile, halkın nasibi, ücretli kölelik­ten başka bir şey değildir.” (Lenin, Devlet ve Devrim, s. 26) Nerde kaldı ki “en demokratik burjuva cumhuriyeti”yle ancak cum­huriyeti ortak olan Türkiye Cumhuriyeti’n­de 12 Eylül öncesi baskısız zulümsüz olsun.

Şimdi de “12 Eylülün dikta rejimi” oldu­ğu iddiasına bakalım.

“Dikta rejimi” gibi umacı, bulanık deyim­lerle faşizmin yüzü yumuşatılıp, halkın baskıyı sevmeyen, istemeyen demokratik duyguları sömürülüyor. En önemlisi de “devlet” denilen aygıtın karakteristikleri giz­lenip, saklanıyor. 12 Eylül öncesi, şu bu­gün insan hakları havarisi olarak piyasaya sürülen Süleyman Demirel’li Milli Cephe veya daha önceki hükümetler sırasında da dikta rejimi söz konusuydu ve devletin ka­rakteri de diktatördü. Finans-kapitalin dik­tatörlüğü idi. Finans-kapitalin diktası altın­da olması tekel dışı burjuvaya her zaman bu çığlığı attırır. Ve böyle yaparak kendisi­nin tekelcilik öncesi diktasını unutturacağını sanır. Burjuvazinin bu ikiyüzlülüğünü işçi sınıfı çok iyi tanır. Çünkü onlar ikiyüzlü de­ğildirler ve bir gün iktidara geldiklerinde kendi “dikta”larını kuracaklardır. Ama na­sıl bir dikta ve kime karşı?… “Bu dönemin devleti, zorunlu olarak, yeni bir biçimde demokratik (genel olarak proleterler ve mülksüzlerden yana) ve yeni bir biçimde diktatoryal (burjuvaziye karşı) olmak zorunda­dır.” (Lenin, Devlet ve Devrim) Dolayısıyla “dikta” burjuvazinin kendi iktidardayken tepe tepe kullandığı, ama küçük burjuva anarşistlerinin tiksinerek yok edeceklerini sandığı bir şeydir. Kendi sınıf hakimiyetleri­ni gizlemek için burjuvalar onu sözcük olarak bombardımana tutarlar. Hükümet şe­killeri ve devletin niteliğindeki değişiklikler ne olursa olsun bizi ilgilendiren kimin dik­tası, hangi sınıfın, hangi sınıflara diktası me­selesidir. Böyle soyut “dikta” değerlendir­meleri hep bu sınıf gerçekliğini gizlemeye yarar. Yani “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” aldatmacasının ve devletin de sanki bir sınıfın veya zümrenin devleti de­ğil de tüm kitlenin devletiymiş gibi gösterilmesine yarar.

Ama proletarya ve “geniş halk yığınları” kendi “dikta”larını, yani kendi demokrasilerini bu bir avuç parababasına karşı kur­madıkça rahat yüzü göremeyeceklerini bi­lirler. (…) Proletarya devletinde “burjuva hukuku”nun kaldırılması ne ölçüde olacak­tır? Yukarıda buna, “eşit hak” konusunu gözden geçirirken değindik. Şimdi yeri gel­mişken burada da değinelim.

“Komünist toplumun (genellikle sosya­lizm adı verilen) ilk evresinde, ‘burjuva hukuku’ tamamen değil, ancak kısmen, ancak ekonomik devrimin, yani ancak üre­tim araçlarıyla ilgili devrimin yapılmış oldu­ğu ölçüde yürürlükten kaldırılmıştır.

“‘Burjuva hukuku’, bireylerin üretim araç­ları üzerindeki özel mülkiyetini tanıyordu. Sosyalizm, bunu ortak mülkiyet durumu­na getirir. İşte bu ölçüde ama ancak bu öl­çüde ‘burjuva hukuku’ yürürlükten kalkmış olur.” (Lenin, Devlet ve Devrim, s. 104 105)

Komünizmin ilk evresinde, ekonomik ba­kımdan henüz tamamen olgunlaşma söz konusu olmadığından, geleneklerin ya da kapitalizmin kalıntılarından henüz tamamen kurtulmuş olunmadığından “burjuva hukukunun sınırlı ufku korunur.” (Lenin, ay. s. 109) Ama sadece bu kadar. Yoksa bu­gün yapıldığı gibi burjuva hukukunun, so­mutlaşmış biçimi olan “İH”nın ilelebet sü­rüp gideceği hayallerini yayarak, devrim meselesinde bilinçleri karartarak değil. Hele hele “Biz insan haklarını bütün insanlar için istiyoruz, sosyalist ülkelerde de buna uyulmalıdır” tarzında hamasetlerle hiç de­ğil. Çünkü “insan hakları”nın en temel hak­kı: Özel mülkiyet hakkıdır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde yer alan “17. md. 1. Herkesin tek başına ya da başkala­rıyla birlikte, mülkiyet hakkı vardır. 2. Kimse keyfi olarak mülkiyetinden yok­sun bırakılamaz” maddesine karışmadır bu.

Maddede güzel sözlerle süslenmesine rağmen burada sözü edilen üretim araçla­rının mülkiyetidir ve bir halkın %90’ı için zaten bu mülkiyet kapitalist toplumda kalk­mıştır. Yani herkesin mülkiyet hakkı yok­tur ve bu “tek başına mülkiyet”, bu masum sözcük tüm kapitalist sistem demektir. Za­ten “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”nin girişinde gerekçe olarak belirtilen “in­sanın zorbalık ve baskıya karşı son bir yol olarak ayaklanmaya başvurmak zorunda bırakılmaması için insan haklarıyla korunması” gerektiği boşuna belirtilmemiş­tir. Bütün mesele “bu tek başına mülkiyet hakkı”nın demokratik halk devrimleriyle el­den alınmasının önüne geçmektir. Tüm mi­zansen, liberal koro eşliğinde bu sebepten hazırlanmıştır. Ve zorunlu sonu geciktirme­ye yöneliktir. Sanki kapitalizm “baskı ve zorbalık” olmaksızın yürüyebilirmiş gibi.

Demokratik devrimle sadece bir avuç in­sanın tekelci karakterde sahip olduğu bu üretim araçlarının özel mülkiyetinin sahipliği kalkacaktır. Türkiye gibi ülkelerde top­rak reformu gibi reformların gerçekleştirilebilmesi bile bir devrim meselesidir. Bunu görmeyip veya bugün işçilerin ve emekçi halkın ufkunu burjuva demokrasisi ile sı­nırlı tutmak, “insan hakları” ninnisiyle kit­leleri uyutmak, bu hakların karakterini açık lamak yerine sırf bu “insan hakları”nı ger­çekleştirecek böylesi bir demokrasi için savaştığını söylemek aldatmacadır. Liberal hayaldir.

Oysa lütfedilip, “demokrasiye layık olduğu” ikide bir ilan edilen halkımız, libe­rallerin inayeti gibi dağıtılan “demokrasi”yi, bu ne idiği belirsiz “demokratik rejimi” de­ğil, ancak işçi-köylü temelindeki, tekelcili­ğin tasfiyesi anlamına gelecek olan burjuvazinin programının haricindeki, demokra­tik devrim programını gerçekleştirerek kurtulacağını veya demokratikleşebileceği­ni her geçen gün fark etmektedir ve fark edecektir.

Kavramların muğlaklığı dedik burjuvazinin yoludur. “Demokratik” dendi mi de asıl, hangi sınıfın demokrasisi diye sorarlar. ABD ve Federal Almanya’da “demokratik”. Zaten Avrupa’da “demokratiklik”ten geçilmiyor. 2. Dünya Savaşı’nda İngiltere de ABD de Hitler faşizmine karşı “demokratik” olmak zo­runda kaldılar. Dünya pazarlarının payla­şılmasındaki çıkarları nedeniyle. Yani şimdi halka bu demokrasiyi mi, yoksa halk demokrasisi perspektifini mi vereceğiz. Kimi­lerinde sınıf çıkarları gereği elbette 12 Eylül öncesini ehvenişer görüp, onu arzula­ma var. Ama tüm diğer “demokratik”leri de toplamak istiyorsak, demokratikliği kendi seviyemizde tutmak zorundayız. Eğer böyle yapılmıyorsa, adı ne olursa olsun tutulan seviyenin hangi sınıfın demokrasisi olduğu­nu, buradaki sınıf rezonansını göstermek zorundayız. Çünkü sınıf savaşını örten her liberal sakız gerçekten demokrasiye yara­maz. Yarasa yarasa demokrasi orta oyunu­na yarar. Türkiye’de sağlı sollu oynanmak istenen oyun budur.

Hem sonra demokrasi de gelip, geçici­dir. “İşçi sınıfının kurtuluşu için kapitalist­lere karşı yürüttüğü savaşım içinde, demok­rasinin çok büyük önemi vardır. Ama de­mokrasi hiç de aşılamayacak bir sınır de­ğildir; o yalnızca feodaliteden kapitalizme ve kapitalizmden de komünizme giden yol üzerinde bir konak, bir evredir.” (Lenin, Dev. Devr. s. 110)

***

O halde ne yapılmalı?

Hukuk ve anayasa bakımından, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”nin imzala­nışının 40. yılında Türkiye’deki 12 Eylül ile güçler dengesinde nasıl bir nitelik değişik­liği olduğunu, zaten var olan baskı rejimi­nin karakterinin faşistleştiğini, “insan hakları” açısından da göstergelerini açıkla­malıyız. Sınıf savaşında, finans-kapitalin yükselen krizini halk sınıf ve tabakalarına yükleyip, kendisinin yaklaşmakta olan ölü­münü geciktirme yolunun hep karnındaki faşizmi ortaya çıkarmakla sağlayacağını; krizlerin müzminleştiği tekelcilik çağında ar­tık burjuva demokrasilerinden bahsetme­nin, onu özlemenin hele Türkiye gibi mo­dern ve antika geriliklerin kaynaştığı ülke­lerde, sadece bunu propaganda etmenin anlamının ihanet olduğu vurgulanmalıdır. Hem sonra “Finans-kapital haline girince kapitalizm kendi ideolojilerini ve eski poli­tik şekillerini yok etme eğilimindedir.” (Le­nin, ay.) Dolayısıyla demokrasiler hep raf­ta kalmak zorunda kalacaktır.

Eğer gerçekten demokrasi isteniyorsa, bunun ancak ve ancak toprak reformu, ucuz-devlet-şuurlu ticaretin oturtulması ve buradan elde edilen fonlarla ağır sanayinin kurulmasıyla yani işçi sınıfının asgari prog­ramının uygulanması ve ulusların kendi ka­derlerini tayin etme hakkı temelinde gerçekleşebileceği vurgulanmalıdır. Ancak böyle bir halk demokrasisidir ki, “geniş halk yığınları”nın etinde kemiğinde hissedilir. Bir hayal, bir aldatmaca ve bir oyun olmaktan çıkar. Bunun da adı demokratik halk devrimidir.

Aksi halde halk, bir avuç parababası ve onun devleti -bu devletin şekli ne olursa olsun- ülkenin “kaderine” hâkim oldukça, dillerden ve demeçlerden düşmeyen bütün o “insan hakları”nın konusu olan “temel hak ve özgürlükler”in “anayasa”, “örgütlenme öz­gürlüğü”, “fikir özgürlüğü”, “rejim”, “parla­mento”, “adalet”, “kanun önünde eşitlik”, “sa­vunma hakkı”, “dil, cins gözetilmeden eşit olma” vs.vs.’nin nasıl burjuva kavramlar ol­duğunu ve tekelci çağda kendi anlamların­dan bile nasıl boşaltılıp kof hale getirildiği­ni işkence tezgâhlarında, hapishanelerde, fabrikadaki sömürünün vahşiliğinde, 1 Ma­yıs gösterilerinin yasaklanışında, bir açlık grevinde, vb. vb. öğrenmek zorunda kalır.

Gerçekten insan hayatını, onun yaşama hakkını, adaleti savunmak; enerjisini bu uğurda akıtmak isteyenler mücadelelerini “halk demokrasisi” seviyesinde tutarlarsa; yani sömürünün ortadan kaldırılması mü­cadelesine -hangi koşullar altında olursa olsun- sömürünün sınırlandırılması mücadelesini tabi kılarlarsa, kendilerine düşeni gerçekleştirebilirler. Çünkü demokrasinin genişletilmesi bile, mücadelenin burjuva se­viyede tutulmasıyla mümkün olamaz. Mü­cadele proleter seviyede tutulmayıp aksi yapılırsa bu bir aldatmaca, sınıfların, poli­tikaların üstünün örtülmesi, enerjilerin çar­çur edilmesi olur.

Dolayısıyla:

Her zamandan daha fazla, üstü örtülme­ye çalışılan politikaların üstünü açmaya, aramızdaki sınırları bulanıklaştırmaya değil, yapılabilecek işlerin yapılmasını; hem de en sonuç alıcı bir biçimde yapmak istiyorsak, bu sınırları iyi çizerek, ortak noktaları da­ha da netleştirme ihtiyacındayız. Hele en önemlisi halk cephesi ile finans-kapital cephesinin sınırlarının bulanıklaştırılması anlamına gelebilecek olan en küçük bir de­ğerlendirmeye, etki alanı ne olursa olsun yer vermemek gerekir.

“İnsan hakları” konusunda da bu titizlik gösterilmelidir. Aksi halde Demireller, Reaganlar, Weisaikerlerle kendini aynı saflar­da buluvermek işten bile değildir.

Onun için diyoruz ki ey burjuvalar! “… bi­zim burjuva mülkiyetini ortadan kaldırma niyetimizi, kendi burjuvaca özgürlük, kül­tür, hukuk vb. anlayışınızın ölçüsüne vur­duğunuz sürece bize sataşmayı bırakın. Si­zin bu fikirleriniz, burjuva üretim ve burju­va mülkiyet düzeninden gelmedir, tıpkı hukukunuzun da, sizin sınıf iradenizin, öz niteliği ve yönü sizin sınıf varlığınızın ekono­mik şartlarıyla saptanmış sınıf iradenizin herkes için bir yasa haline getirilmesinden başka bir şey olmadığı gibi.” (Marks – Engels, Manifesto, s. 53)

Dipnotlar:

(1) Alman-Fransız Yıllıkları Dergisinde “tanıtlan”dığından söz ediliyor. Orada Marks, “Yahu­di Sorunu” makalesinde “İnsan Hakları” denilen temel burjuva özgürlüklerin derin bir tahlilini yaptı. Siyasi kurtuluş ve siyasi ihtilal deyimlerini burjuva ihtilali için kullanmıştır. İnsanın gerçek kurtuluşu olan sosyalist ihti­lal fikirlerinin ilk taslağını bu yazıda vermiş­tir.

(2) İHEB “Md: 1. Her insan özgür, onur ve haklar ba­kımından eşit doğar.”

(3) İHEB “Md: 7. Herkes yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasa tarafından eşit korunmaya hakkı vardır.”

(4) İHEB “Md: 4 Kimse, kölelik ya da kulluk altında tutulamaz; kölelik ve köle ticareti her türüyle yasaktır.”