İbrahim Kaypakkaya ve Demokratik Devrim Sorununa Bakış – Mehmet YILMAZER

Çağdaş Yol, Sayı 8, Ağustos 1989

Giriş

12 Eylül sınıf savaşında önemli bir dönüm noktası oldu Öyle bir dönüm noktası ki, pek çok siyasi eğilimi ya da partiyi tanınmaz hale getirebildi, onları derin ideolojik, siyasi ve örgütsel kriz içine itti. Önemli dönüm noktalarında, özellikle güçler dengesinde karşı devrimin kesin üstünlük kurduğu momentlerde böyle siyasi-örgütsel krizler yaşamak bir bakıma kaçınılmazdır. Hızla değişen koşullara ayak uydurma mücadelesi, o günle kadar gelen yapılar içinde isler istemez çok güçlü gerilimler ve kopuşmalar yaratır. Ancak 12 Eylül’le öyle kaoslar yaşandı ki, siyasi eğilimlerin böylesine derin ve köklü buhranlar yaşaması ayrı bir ilgiyi ve çözümlemeyi gerekli kıldı.

Böyle güçlü anaforla sarsılan, eski ideolojik ve siyasi temellerinden oldukça köklü biçimde kopuşan önlemli bir siyasi eğilim D. Yol oldu. Hala siyasi anlamda bir buhran yaşıyor, neredeyse eski siyasi temellerini tümüyle inkar yoluna çıkan bu siyasi eğilim henüz bu evrimini noktalamamıştır. Hemen hemen aynı derecede güçlü siyasi ve örgütsel krize giren bir diğer eğilim eski Partizan dergisi çevresi ya da daha resmi adıyla TKP/ML’dir. Bu siyasette 12 Eylül’den bu yana önemli kopuşmalar yaşamış, ancak bütün bu gelişmelere rağmen bir durulma olmamıştır. En son III. Konferans’ta bu gidişe bir son verememiştir. Sekiz yıldır süren tartışmalarda odak noktası ve bir türlü çözülemeyen sorunlar nelerdir? Ya da sorunu bir başka yönden ele alırsak, 12 Eylül sonrası sürekli siyasi çatlama üreten kaynak nedir? Bu sorunun cevabının siyasetin şu ya da bu taktik yanılgısında yattığını sanmak konuyu cesaretle ele alamamakla eş anlamlıdır.

Amacımız açısından, sorunun neredeyse tanınmaz hale gelen aşın saçaklanan detaylarına girmeden daha genel ve temel noktalarından hareketle bir yargıya varmak daha uygun görünüyor.

Konuya doğrudan girersek çıkış noktası olarak ele alman İ. Kaypakkaya’nın görüşlerinin Türkiye gerçeklerine ne ölçüde uyduğu ve kendinden sonraki yaklaşık on beş yıllık pratik içinde nasıl sınandığı ele alındığında, yaşanan krizin en azından bazı temel kaynaklarına varılmış olur.

İlk Şekilleniş: Ak Aydınlık zemininden Kopuşma

İ. Kaypakkaya’nın Ak Aydınlık ya da “Şafak Revizyonizmi”nden kopuşması kesinlikle devrimci bir adımdır. MDD hareketinin AK Aydınlık olarak ikiye bölünmesinde AK Aydınlık genel çizgisiyle daha gerici bir konumdaydı. Sınıf bakış açısını reddeden, işçi-köylü ittifakım değil, işçi ve köylülerin bir partide birlik olmasını savunan AK Aydınlık (PDA), Kemalizm’i de bu “milli cephe”nin bayrağı yaparak gerici yüzünü iyice açığa vurmuştu: “Biz niçin menfaatlerimizi temsil etmeyen partilere bölünelim ve niçin millet olarak bölük pörçük olalım? İki köylünün veya iki işçinin aralarında hangi menfaat ayrılığı var ki ayrı ayrı partilere bölünüyorlar? Bizim partimiz MİLLİ KURTULUŞ CEPHESİ’dir. Bizim partimizin komutanı Mustafa Kemal’dir. Bizim partimizin üyeleri, Amerikan sömürücüleriyle ortaklık etmeyen büyük MİLLETTİR.”(İşçi Köylü, s.7)

12 Mart kapıyı çaldığında D. Perinçek liderliğindeki PDA çizgisi başlıca üç karakteristik görüşüyle özetlenebilir: a) Sınıfsız bakış açısı ve Kemalizm’i bayraklaştırması, b) Önümüzdeki devrimi başlıca “toprak devrimi ” olarak görmesi, c) Dünya sosyalizmini, “emperyalist” görerek ABD emperyalizmiyle eş tutulması (Sosyal emperyalizm tezi). İ. Kaypakkaya kopuşurken teorik planda esas olarak PDA’nın Kemalizm talihleriyle kopuşmuş, diğer iki temel görüşü kuvvetle savunmayı sürdürmüştür. Elbette ki o günleri dikkate aldığımızda kopuşmanın yalnızca bir tek konu üzerinde olmayıp, pek çok pratik davranışa yansıdığı bir gerçektir.

Olayların pratik akışında 15-16 Haziran işçi olayları özel bir yere sahiptir. Henüz Mayıs 1970’de 15-16 Haziran’dan önce İ. Kaypakkaya şu tespitleri yapar: “Hareketimizi bir köylü hareketi olarak görmek de başka bir hatadır. Biz işçi sınıfı devrimcileriyiz. Nihai amacımız, her türlü sömürünün kalkması ve sınıfsız toplumun kuruluşudur. Köylülük, bu uğurda verilen mücadelede işçi sınıfının müttefik olarak kazanacağı bir sosyal güçtür.” “Eğer işçi sınıfının hegemonyası kendi kendimizi tatmin konusu değilse onun hegemonyasını gerçekleştirmek için en temel görevimizi proleter devrimci mücadele ile işçi sınıfı hareketini bütünleme görevimizi yerine getirelim.” (İ. Kaypakkaya, PD Aydınlık, Mayıs 1970) Bu yazılarda, demokratik devrimde işçi sınıfının konumu gerçeklere yakın olarak konabilmiştir. Fakat 15-16 Haziran olayları yaşandıktan sonra varılan sonuçlar bambaşkadır. Çıkartılan olumlu derslerin yanında yapılan şu tespit İ. Kaypakkaya’nın daha sonraki yönelişinin temeli olmuştur. “15-16 Haziran direnişinin bastırılması devrimin ilk başlarda şehirlerde başarıya ulaşmayacağını, şehirlerde zaman zaman ortaya çıkacak işçi ayaklanmalarının kırlık bölgelere çekilmediği takdirde bastırılmaya mahkum olduğunu, gösterdi. PDA kliğinin belirsiz bir gelecekte, şehirlerde genel ayaklanma ile iktidarı ele geçirme hayallerine ağır bir darbe indirdi.” (İ. K. Seçme Yazılar, 274) Bolşevikler, 1905’i bir “prova” olarak kabul ettiler ve sınıfın daha iyi örgütlenmesi için bütün güçleriyle yüklendiler. Türkiye koşullarında 15-16 Haziran olaylarından “işçi ayaklanmalarının kırlık bölgelere çekilmediği takdirde bastırılmaya mahkum olduğu” sonucu nasıl çıkartılabilir? 1970’den bu yana yaşanan yıllarda, “kırlık bölgelere çekilme” başarılabilmiş midir? Hazırlıksız, hemen hemen kendiliğinden patlak veren 15-16 Haziran yenilgisinden İ. Kaypakkaya gibi bir sonuç çıkarmak oldukça zordur. Ancak o günler dikkate alındığında ve o dönemin genel bilinç seviyesi hatırlandığında neden böyle bir ders çıkartıldığı daha kolay kavranabilir. TİP karşısında güçlenen MDD hareketinin en temel teshillerinden birisi, Türkiye’nin “emperyalist işgal alımda olduğu yönündeydi. “Emperyalist işgal” ve özellikle “şehirlerin güçlü kontrolü” 15-16 Haziranların tekrarlanmasını imkansız hale getirebilirdi. MDD hareketinin genel bilinç seviyesi ya da temel hareket noktası olan “emperyalizme karşı savaş” parolası, MDD içindeki bölünmelerle bazı değişimlere uğrasa da esas zemin değişmemiştir. Aynı yıllarda, Türkiye devrimci hareketi üzerinde, genç Çin devriminin ne derece güçlü bir etkisi olduğunu da düşünürsek, 15-16 Haziran olaylarından İ. Kaypakkaya gibi sonuçlar çıkartmak çok şaşırtıcı olmazdı. Genel bir sonuç çıkartmak gerekirse,15-16 Haziran olayları o dönemin devrimci hareketinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Olaylar, sınıf gerçekliğini yani sınıfın o dönem tartışma konusu olan “varlığını” gözler önüne sermiş, ancak yenilgi, sıkıyönetim ve çok geçmeden 12 Mart’ın gelip dayanması, devrimcilerin önemli bir bölümünü sınıftan kopartan bir sonuç yaratmıştır. İşçi sınıfı hareketinin inişe geçmesi, işçi kelimesini dilinden düşürmeyen TİP’in teslimiyetçi tulumu, PDA’nın legalizm umutları ve mücadelenin radikalleşmesi karşısındaki ürkekliği devrimcilerin önemli bir bölümünü “kırlara” yöneltmiştir. Ancak yaşanan deneyler bu yönelişi gerek teorik ve gerekse pratik bakımdan yeterince sınamıştır. Son 12 Eylül faşizmi ise, bu sınavların en zorlusu oldu. İ. Kaypakkaya’nın o dönem ileri sürdüğü temel tezleri, yaşanan deneyleri de dikkate alarak yeniden irdelemek bazı sancılı noktalara açıklık getirecektir.

Kemalizm ya da İlk Burjuva Devriminin Sınıf Temeli

12 Mart öncesi devrimci hareket içinde Kemalizm’e yaklaşım özel bir önem taşıyordu. Yeni bir kurtuluş savaşına çıkmaya hazırlanan, o koşullarda genellikle gençlik kökenli devrimci hareket, ilk kurtuluş savaşının değerlendirmesini yapmaktan kaçınamazdı. Gericiliği atılacak sağlam bir adım, geçmişin doğru değerlendirilmesini gerektiriyordu. Uzun tartışma yıllarından sonra Kurtuluş Savaşı’nın sınıf temeline MDD hareketi içinde başlıca iki yaklaşım şekillendi. AL Aydınlık Kemalizm’i “küçük burjuva milliyetçiliği” olarak değerlendirirken Ak Aydınlık (PDA) “milli burjuvazinin” eğilimi olarak gördü. Ancak çözümleme böyle yapılınca ortaya açıklanması gereken bir sorun çıkıyordu. Ülkeyi ilk emperyalist işgalden bu “milli” sınıflar kurtarmış ise, yeniden emperyalizme peşkeş çeken kimlerdi ve bu nasıl oldu? Bu soruyu İ. Kaypakkaya kendine şöyle soruyor. “Geri ülkelerde komprador olmayan burjuvazi, milli burjuvazi, bilindiği gibi sınırlı da olsa, devrimci bir nitelik taşır. Devrimci olmayan sınıf, emperyalizmle menfaat birliği halinde olan komprador burjuvazidir.” (Seçme yazılar, s.118) Bu mantıktan hareketle, Kurtuluş Savaşının sınıf temeli şöyle açıklanır. “Biz önceleri, Kurtuluş Savaşı’na milli küreklerdeki orta burjuvazinin önderlik ettiği görüşündeydik. Fakat Stalin yoldaşı ve Snurov yoldaşı daha dikkatli olarak inceleyince bu görüşün yanlış olduğunu gördük. Milli karakterdeki orta burjuvazi, Kurtuluş Savaşı’nın önderi değildir ama Kurtuluş Savaşı’nda önemli bir rolü vardır. Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri içinde örgütlenenler, çoğu ticaretle uğraşan Türk komprador büyük burjuvaları, toprak ağaları, tefeciler, kasabaların eşraf takımı ve milli karakterdeki orta burjuvazidir. Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden sınıflar, işte bu sınıflardır.” (İ. K. Seçme Yazılar, s.119) İ. Kaypakkaya bu konuda PDA çizgisinin Kemalizm’i yücelten tavrına karşı devrimci bir tepki göstermiştir. Ancak PDA’nın her gün hızla burjuva milliyetçiliğine kayan görüşlerini çürütme çabası doğru bir zemine oturamamıştır. İ. Kaypakkaya’nın tahlili iki bakımdan hatalıdır. İlki, o dönem MDD hareketine egemen olan, bütün olaylara “emperyalizmin işgali” açısından bakma, dolayısıyla sınıf zıtlıklarını da “milli ve gayrı milli (işbirlikçi) sınıflar” temeline indirgeme temel mantığından kopamamış olmasıdır. Geri ülkelerde, milli burjuvazinin sınırlı devrimciliği, somut Türkiye koşullarında incelenmek yerine, gerçeklerimizden öteye soyutlamalara gidilmiştir. Sivas Kongresi’nde “manda” ya da “bağımsızlık” tartışması ve hiç de ezici olmayan, cılız bir çoğunlukla bağımsızlık görüşünün kazanması “milli burjuvazinin sınırlı devrimciliği’nden başka nedir? Ve bu “milli burjuvazinin” sıkıştığında bir emperyalist güçle işbirliğine girmesi hiç de imkansız değildir. Tam tersine sınıfın karakteri gereğidir. İ. Kaypakkaya, bu yaklaşımı ile “milli burjuvaziyi” somut gerçeklikteki durumundan öteye abartmış ona fazlaca devrimci misyon yüklemiş olur.

İkinci hata, doğrudan Kurtuluş Savaşı’nın sınıf temeliyle ilgilidir. Eğer Kurtuluş Savaşı emperyalist güçlerin bir kesimine karşı savaştan öteye, aynı zamanda Osmanlılıktan, burjuva düzenine geçiş ise bu noktada sınıflar komunda da bir alt üstlük olmalıdır. Düyun-u Umumiye’ye teslim olan Osmanlılıkla egemen zümre, Batı tekelci burjuvazisinin Osmanlı limanlarındaki temsilcisi komprador burjuvazidir. Kurtuluş Savaşı bu burjuvaziyi tasfiye etmiştir. Ancak Kurtuluş Savaşı’nın yaptığının hepsi budur. “Anadolu burjuvazisi” tasfiye ettiği komprador burjuvazinin kanallarına kendisi yerleşmiştir. O dönem Kurtuluş Savaşı’nı güden Anadolu burjuvazisine biraz daha yakından bakınca, en başta tefeci-bezirgan sermaye (eşraf, ayan), toprak ağaları ve çok az sayıda modern denebilecek işletme sahibi, kapitalist olduğu görülür. Cumhuriyet Türkiye’sinde ise bu burjuvazi devlet zoruyla sermaye birikimini çeşitli yollarla hızlandırmış tekelci finans-kapitali yaratmıştır. Oysa İ. Kaypakkaya gerek Kurtuluş Savaşı ve gerek sonrasında “hakim sınıflar (komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları) arasında iki siyasi kampın” varlığından ve mücadelesinden söz eder. “Birinci kamp, emperyalizmle işbirliğini gittikçe geliştiren ve palazlanan yeni Türk burjuvazisi, ittihat ve Terakkici komprador burjuvazinin bir kesimi, ağaların büyük toprak sahiplerinin, toptancı tüccarın, tefecilerin bir kısmı memurların ve aydınların eh üst ve imtiyazlı tabakasından oluşurdu. “İkinci kamp ise, tamamen tasfiye edilemeyen eski komprador büyük burjuvazinin ağaların, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin ve vurguncu tüccarların başka bir kesimi, saray mensupları, din adamları, eski ulema sınıfı artıklarından meydana geliyordu.” (İ. K. s.142) CHP Serbest Fırka, daha sonra CHP, DP ve AP çekişmeleri hep bu mantık temelinde açıklanır. Ancak “komprador burjuvazi ve toprak ağaları”nın neden “iki kampa” bölündüğü, çıkarlarının hangi noktalarda çatıştığı açıklanmaz. Kemalizm’in, daha Kurtuluş Savaşı yıllarında çeşitli emperyalist ülkelerle bağ kurması için onun mutlaka “komprador burjuvazi” olması gerekmez. Tıpkı Sovyetlerle ilişki kurması için hiç değilse samimi burjuva demokratı olması gerekmediği gibi. Kurtuluş Savaşı’nı güden burjuvazi basbayağı “milli”dir. “Misak-ı Milli” onun parolasıydı. İç pazarını örerken “yerli malı” haftalarıyla daha ilkokullarda çocukların beynine “milli” tüketimi yerleştirmeye çalışan oydu. Bu gerçeklikler yerine, emperyalizmle işbirliğiyle kirlenmemiş ‘milli burjuvazi’ aramak, ya da böyle bir işbirliğini milli burjuvaziye yakıştıramamak en koyu yanılgılara kapı açabiliyor. Kurtuluş Savaşı’yla, tasfiye olmuş limanlarda eğreti komprador burjuvaziyi hâlâ egemen saymak, ülkenin bütün ekonomik ve siyasi kan damarlarına sinmiş gerçek egemen burjuvaziyi görmemek, hafife almak olur.

Sınıf Yapısı: “Başçelişki”

Ancak İ. Kaypakkaya’nın “baş çelişki” tespiti Türkiye’de burjuvazinin yapısı ve gelişme özelliklerini bir bakıma ikinci plana itmektedir. Çünkü “Bugün ülkemizde, feodalizm ile halk yığınları arasındaki çelişme, diğer çelişmelerin gelişmesin tayin ve onlar üzerinde tesir icra ettiği için yönetici ve belirleyici rolü oynadığı için baş çelişmedir.”(Seçme Yazılar, s.402) Bu nedenle önümüzdeki devrim: “Toprak devrimidir” Ne 1970’ler Türkiye’sinde ne de bugün bu tespitin gerçeklik olmadığı açıktır. Bu tespit ancak bir köylü devrimcisinin özlemi olabilir. İ. Kaypakkaya “proletarya ve burjuvazinin” mücadelesini de “baş çelişkinin çözülmesinden sonraya kadar erteliyor. “Proletarya burjuvazi çelişmesinin netleşmesi, keskinleşmesi ve olgunlaşması, feodalizmin halk yığınları tarafından bütün kökleriyle silinip süpürülmesine bağlıdır.” (ay. s. 403) Bu ifade dil sürçmesi sanılmamalıdır. Mantığın kaçınılmaz varış noktası budur. “Feodalizmin bütün kökleriyle silinip süpürülmesiyle proletarya ve burjuvazi çelişmesi olgunlaşacaktır. Emperyalizmin karakterini kaba kavrayış ülkemizde egemen üretim biçimini göremeyiş böyle yanılgılara kapı açmakladır. “Emperyalizm böyle ülkelerde (“yarı-sömürge, yarı-feodal” bn) varlığını ve hakimiyetini esas olarak feodalizme dayanarak devam ettirmektedir. “Feodalizmin adını adım temizlenmesi, yani feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin adım adım çözülmesi emperyalizmi önemli bir dayanağından yoksun bırakır.” (ay. s.404) Gerçekten bırakır mı? “Yarı-sömürge, yarı-feodal ülke” kalıplarını bir kenara bırakalım, bizde emperyalizm, egemenliğini esas olarak feodalizme dayanarak sürdürmüyor. Şehirde ve kırda üretim tekelini elinde tutan Finans-Kapitale kenetlenerek egemenliğini sürdürüyor, öte yandan, feodalizm çözüldükçe, emperyalizm “bir dayanağından yoksun” kalmıyor, tam tersine egemenliğini yeni borç anlaşmalarıyla perçinliyor. Böyle bir “baş çelişme” tespitini yaşanan pratik doğrulamış mıdır? Başka biçimde sorarsak, öncesini bir kenara bırakalım, 1960 sonrası Türkiye’de Demokratik Devrim için mücadelede “zinciri sürükleyen halka”: “feodalizm ve halk arasındaki çelişme” mi olmuştur? Kesinlikle hayır! İ. Kaypakkaya’nın samimi takipçilerinin belki de en fazla tartışıp gözden geçirmek zorunda olduğu konu budur. Devrimde sınıf saflaşması bir kez gerçeklerden uzak tespit edilmiş ise, pratikte sık sık bocalamak, ikide bir “özeleştiri” yapmak kaçınılmaz olur. “Baş çelişki”nin “feodalizm ile halk yığınları arasında olduğunu” ileriye sürmek ne anlama gelir?

Türkiye’de ekonomik yapı bakımından, kapitalizmin gelişim seviyesini çok geri kabul etmek, feodal ilişkileri ise olduğundan öteye abartmak anlamına gelir, öte yandan mücadeleye, gelişen üretim biçimi ve güçlenen sınıflar açısından değil; daralan ya da yeni kılıklara girerek değişen eski üretim biçimi ve zayıflayan sınıflar açısından bakmak demektir. O günlerin koşullarında böyle bir belirlemeyi haklı çıkartacak hiçbir objektif koşul yoktur. Yani Türkiye 12 Mart’tan 12 Eylül’e elbette ki evrimleşti, değişti, ancak bu değişim temel sınıflar yapısını ali üst etmemiştir. O nedenle İ. Kaypakkaya’nın “baş çelişki” belirlemesini yalnızca günümüz, koşullarından hareketle biraz eğip bükmek çözüm olamaz. Tasnifin yapıldığı yıllarda gerçekliği yansıtıp yansıtmadığı açıklanabilmelidir. Ve bu Türkiye’nin ekonomik yapısı ve sınıf temelleri açısında yapılabilmelidir. Yoksa bir 15-16 Haziran yenilgisi şehirlerden kırlara yöneliş için kanıt olabiliyorsa, 12 Mart’tan bugüne kırlarda yaşanan yenilgilerde tersi yönde pekala kanıl oluşturabilir. Mücadeledeki her pratik adını büyük değer taşır. 1969 toprak işgalleri 15-16 Haziran işçi olayları daha sonraki yıllardaki Çorum, Fatsa olayları, ya da Tariş Gültepe direnişi hele 1977 1 Mayıs katliamı bizlere çok şey öğretmelidir. Ancak bu pratik olaylar, sağlam bir teorik yaklaşım ışığında yerli yerine oturabilir. Yoksa pragmatik yaklaşımlarla bir taktik uçtan diğerine savrulmak alın yazısı olur.

Eğer devrimi sürükleyecek halka, “feodalizm ve halk yığınları arasındaki çelişki” ise, yaşadığımız yıllar boyuncu köylülükle toprak ağaları ya da onların yandaşları arasındaki mücadele, devrimci ortamın gündemini belirleyecek ağırlıkla olması gerekirdi. Oysa görmek isteyen her göz, kolaylıkla devrimci akışta sürükleyici halkanın başla işçi sınıfı olmak üzere halk yığınlarıyla bir avuç Finans-Kapital arasındaki mücadele olduğunu görebilir. Ülkedeki her politik olayın özünde bu çelişki yatmakladır. Ve kaçınılmaz bir şekilde bu mücadelenin güçlü hesaplaşmaları genellikle büyük şehitlerde olmakladır. Türkiye’nin bu objektif gerçekliklerine rağmen neden 1970‘lerde böyle bir “baş çelişki” belirlemesi yapılmıştır? Ya da başka türlü sorarsak, “köylü bölgelerdeki faaliyet(in) esas, sebillerdeki faaliyet(in) tali” (ay. s. 302) alınması nasıl bir temele dayandırılmaktadır? “Özetlersek; şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisini tayin eden şey, devrimle karşı devrim arasındaki kuvvet ilişkilerinin köylerde şehirlere nispetle daha fazla devrimin lehine olmasıdır… Feodalizmin mevcudiyeti, genel olarak kös İti nüfusunun fazla olması ve bir bütün olarak köylü kitlesinin devrimci olması sonucunu doğurur. Bu durum köylük bilgelerdeki kuvvet dengesini, devrimin (demokratik devrimin) lehine olarak etkiler. Ayrıca feodalizmin varlığı, sanayinin ve dolayısıyla işçi sınıfının nispeten zayıf olmasına yol açacağı için şehirde kuvvet ilişkisini devrimin aleyhine olarak etkiler. (Seçme Yazılar, s.397) öte yandan “yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde şehirlerin kırlardan kuşatılması” stratejisi, sadece feodalizmin mevcudiyetinden ve köylülerin nüfusun çoğunluğunu teşkil etmesinden değil, aynı zamanda emperyalizmin yarı işgalinden de ileri gelmektedir. (ay. s. 395) İ. Kaypakkaya’nın yazılarında Türkiye’de kapitalizmin durumu ve bu üretim biçimi içinde feodalizmin konumuyla ilgili detaylı bir belirleme yoktur. Daha önceleri Aydınlık Dergisi sayfalarında yapılan polemik ve araştırmalardan hareketle olsa gerek Türkiye’de “feodalizm” varsayılıyor. Ve buradan hareketle “genel olarak köylü nüfusunun fazla olması ve bir bütün olarak köylü kitlesinin devrimci olması” sonucuna varılıyor. Diğer ülkelerle ilgili tahlillerin Türkiye’ye zahmetsizce aktarılması, 1968’lerde çok sık tekrarlanan bir yanılgıydı. Türkiye’de 1960’larda “bir bütün olarak köylülük” devrimci miydi? Ya da içinde bulunduğu maddi koşullar köylülüğün “bir bütün olarak davranmasını sağlıyor muydu? Kırlarda sınıf farklılaşmasının biraz derinliğine inilince böyle bir şeyin imkansız olduğu hemen görülebilirdi. Ancak İ. Kaypakkaya, feodalizme karşı köylü yığınını “bütününü devrimci olarak varsayıyor. Daha da öteye giderek: kuvvet ilişkisinin köylerde şehirlere nispetle daha fazla devrimin lehine” olduğunu ilan ediyor. Güç dengesinin kırlarda “daha fazla devrimin lehine” olduğunu kanıtlayan elde ne vardır? Güçlü köylü hareketleri mi? Ya da en azından köylülük içinde güçlenen bir örgütlenme mi? Hayır? Feodalizmin mevcudiyetinin yanında aynı zamanda emperyalizmin yarı işgali”nin varlığı, kırlardan mücadeleyi zorunlu hale getiren nedenler olarak ileri sürülüyor. Demek feodalizmin ve “emperyalizmin yarı işgali”nin varlığı, “kırlardan şehirlerin kuşatılması” stratejisini tayin etmekledir. Ancak kendi gerçekliklerimize baktığımızda, her iki gerekçe de yeterince sağlımı değildir. Feodalizm”, bütün köylülüğü devrimci mücadeleye itecek denli güçlü değildir, özellikle 1950’lerle birlikte kır burjuvalığına evrimleşmektedir. İ. Kaypakkaya bu süreci küçümsemekledir. “Yarı işgal” bize M. Çayan’ın “gizli işgal”ini çağrıştırıyor. Genel olarak “emperyalizmin işgali” üzerine politik tespit ve ajitasyon, 1968’lerde TİP karşısındaki MDD hareketinin en karakteristik yanıydı. Gençliğin ya da küçük burjuvazinin devrimci enerjisi en başta emperyalizme karşı yönelmişti. Gerek o günler dünyadaki gelişmeler, Çin, Küba, Vietnam Devrimlerinin etkileri, gerekse bizde Amerikan emperyalizminin üsleri ve deniz filosuyla göze batar hale gelmesi, emperyalizmin ülkemizdeki konumunu belirlerken önemli yanılgılara yol açtı. Devrimcilerin, emperyalizmin Türkiye’deki konumunu biraz da zorlamalarla Çin, Küba ya da Vietnam’a benzetme çabaları, “işgal” teorilerine yol açtı. “Gizli işgal” ya da “yarı-işgal” teorileri böyledir. Küçükburjuva devrimciliği sanki ülkesinde emperyalist bir “işgal” görmek istiyordu. Ya da tersinden söylersek, güçlü bir şekilde ulusal duygularla yüklü olan 68’lerin devrimciliği, Türkiye’deki durumu çok doğal ki kendi ufkundan ancak böyle görebiliyordu. “Stratejinin” dayandırıldığı “yarı-sömürgelik” ya da “yarı-işgal” görüşü Türkiye’nin içinde bulunduğu özgül koşulların irdelenmesinden çıkarılmayıp kaba benzetme ve genellemelerden varılan bir sonuçtur.

Ayrıca objektif gerçekliklerin açık zorlamasıyla kullanılan “yarı-işgal” kavramı, aslında devrimci yüreklerde yatım ” işgal” varsayımının dışa vuruşundan başka bir şey değildir. O nedenle 1968-70’lerin MDD kökenli “strateji”lerinde sınıf saflaşmasından çok, “emperyalist işgal”e karşı askeri saflaşmalar teoride öne çıkmıştır. İ. Kaypakkaya’nın “yarı-işgal” kavramı ile “kesintisiz devrim”deki “gizli işgal” ulusal kurtuluşçu küçük burjuva devrimciliğinin gerçek sınıf yapılanmasının yerine geçirdiği bir ve aynı kavramlardır. Türkiye’nin yeni sömürge koşulları yeterince kavranamamıştır. Yeni sömürgecilik, geri bir ülkede emperyalizmin varlığını bir bakıma görünmez hale getirebiliyor. Klasik sömürgeciliğin kaçınılmaz çöküşü karşısında dünya ölçüsünde işletilen yeni sömürgecilik tuzağına Türkiye’de çokları düşmüştür. “Yarı-işgal” ya da “gizli işgal” teshilleri bu önemli gerçekliği alladığı için, bizdeki egemen sınıfların gerçek konumunu da tam kavrayamamıştır.

Açık gerçekliklere rağmen, “feodalizm ve halk yığınları arasındaki çelişkiyi baş çelişki ilan etmek ya da gelecek devrim aşamasını neredeyse “toprak devrimi”ne indirgemek ne anlama gelir? Önümüzdeki devrim adımına, genel sınıflar konumundan değil, özel olarak kırların koşullarından yaklaşmak anlamına gelir. Niyet ya da dilek ne olursa olsun böyle bir yönelişin objektif anlamı köylü devrimciliğidir. Köylülüğün çıkarlarını savunma çabasıdır. Köylülük “toprak devrimi” yapamaz mı? Hiç şüphesiz ki yapabilir. Ancak köylünün devrim ufku, bir toprak devriminden sonra bile, kendiliğinden sosyalizme varamaz. Hatta işçi sınıfının güçlü bir önderliğine olmadığında köylü devrimi kaçınılmaz bir şekilde kapitalizme varır. Tam bu noktada ünlü “sosyal emperyalizm” tezine değinmek gerekir. İ. Kaypakkaya ve ardıllarının koyu sosyalizm düşmanlığının kaynağı, “toprak devrimi”yle sınırlı köylü devrimciliğinde yalar. Sosyalizmi (Çin dahil) yeryüzünden silmek, kapitalizme geri dönüşü, neredeyse bir kader haline getirmek, rastgele davranışlar sayılamaz. Üçüncü dünya ülkelerindeki bazı devrimlerin ispatladığı gibi “emperyalizme ve feodalizme” karşı öfkeli düşmanlık, kendiliğinden kapitalizme de düşmanlık anlamına gelmiyor. Tam tersine bazen kapitalizmle dostluk sonucuna varıyor. İ. Kaypakkaya’nın tezlerinin iki temel özelliği dikkate alındığında, kapitalizmle arasındaki sınır çizgilerinin yeterince açık olmadığı görülebilir. İlki “toprak devrimidir”. Ya da bizde “proletarya-burjuvazi çelişmesinin netleşmesi, keskinleşmesi ve olgunlaşması”nın “feodalizmin halk yığınları tarafından bütün kökleriyle silinip süpürülmesine bağlı” (Seçme Yapıtlar, s.403) kılınması “küçük” bir yanılgı değildir. Özünde proletaryanın mücadelesine karşı bir kayıtsızlık çoktan netleşmiş olan çelişmede proletaryayı egemen ideolojilerin etkisine terk etmek gibi köklü sapmalar taşır. İkincisi, “sosyal emperyalizm” tespitiyle pratikte yürütülen sosyalist ülkelere düşmanlıktır. “Kapitalizme geri dönüşü” bir “politbüro darbesi” ölçüsünde basitleştirmek, sosyalizmde hiçbir sağlam dayanak noktası bırakmamaktadır. Dünya sosyalizm deney ve sonuçlarını bir kaç kalem darbesiyle kapitalizmin hanesine aktarmak, sosyalizme giden sancılı yolda daha başlan açığa vurulan bir dayanaksızlık olsa gerektir. Ya da ufuk, feodalizmin tasfiyesi ile sınırlı, dayanılan sınıf köylülük olunca, proletaryanın pratik kazanımlarına karşı aşırı aldırmazlık, kolay inkar pek de şaşırtıcı değildir.

Siyasi Çizginin İ. Kaypakkaya Sonrası Evrimi

Uzun bir tarihi süreç anlatmak niyetinde değiliz. Son 12 Eylül yenilgisinden bakıldığında, siyaset içinde İ. Kaypakkaya’nın bazı temel teshilleri tartışma konusu olmuştur ve bu tartışına henüz sonuçlanmış değildir. Aslında Kaypakkaya’nın temel tespitleri ilk kez şimdi tartışma konusu edilmiyor. Benzer bir süreç 12 Mart sonrası da yaşanmıştır. 1987’de yapılan III. Konferans, kendinden önceki süreçle “sağ sapmalara” düşüldüğü ve İ. Kaypakkaya’nın görüşlerinin revize edildiği iddiasındadır. “Bazı yoldaşlar da yenilginin ‘stratejik’ olduğunu ileri sürüyorlar. Bu yoldaşlarda büyük bir yanılgı içindeler. Partimiz yenilgisi taktik süreçte almıştır. Yenilgi partinin temel görüşlerinden kaynaklanmamıştır. Aksine yanlış taktik politikalar nedeniyle yenilgi alınmıştır.” (III. Konferans Kararları Işığında Sağ Oportünizmin Partimizdeki Tahrifatları Üzerine, s.46) Böylece III. Konferans sözde İ. Kaypakkaya’nın bütün tespitlerine sahip çıkmakladır. Kendinden önceki dönemi “silahlı mücadeleyi esas almamakla” suçlar. Önceki MK’nın, “İ. K. yoldaşın eserlerinde silahlı mücadele biçimleri esastır tespiti varken… Belli bir dönem süreci içinde silahlı mücadele biçimleri ön planda iken veya esas iken devrimci durumdaki gerilemeye bağlı olarak belli bir dönemde barışçıl mücadele biçimlerinin esas olup olmayacağı noktasında da açık bir tespit yoktur”, “eleştirisini” “sağ oportünizm” olarak mahkum eden III. Konferans öfkeyle şöyle karşılık verir: “Ülkemizin, iktisadi ve toplumsal yapısında önemli ya da tayin edici bir değişiklik olmamıştır. Ülkemiz hala yarı-sömürge yarı feodaldir. Devrimci durum süreklidir. Faşizm süreklidir. O halde değişen ne? 12 Mart ya da 12 Eylül AFC’lerinin gelmesi mi?” O halde İ. Kaypakkaya’da olmayan “net”lik nedir acaba? (III. Konferans, s.66) İ. Kaypakkaya’nın “silahlı mücadele esas, diğer mücadele biçimleri talidir” “ilkesi” 15 yıldır uygulanmakta mıdır, yoksa çiğnenmiş midir? III. Konferans çiğnendiğini iddia ediyor. “Böylece partimizin kuruluşundan bugüne kadar geçen 13 yıl içinde sadece iki yıl silahlı mücadele 13 yıl ise barışçıl mücadele…” Ve devam edilir, “‘Yaşasın Halk Savaşı’ demek yetmiyor… 15 yıldır bir türlü ‘esas’ hale gelemeyen ‘silahlı mücadele’… Ve bütün bunların nedeni: Partiye egemen olan ‘sağ” oportünizm’” III. Konferansa inanmak mümkün değil. Bir “günah tekesi” bulup kesmek ve günahlardan kurtulmak antika bir gelenek. Ancak sorunu çözebilse mesele yok. “Teke” kesildiğiyle kalıyor. Mantıklar aynı kaldıkça benzer halaların tekrarlanması kaçınılmaz olur.

Öte yandan III. Konferansa karşı olduğunu ilan eden “Devrimci Partizan” şu yeni tespitleri ilan etmiştir. “Parti çizgimizin bu bölgede, feodalizmle-geniş halk kitleri arasındaki çelişmeyi baş çelişme olarak değerlendirme ve toprak sorununu devrimin özü ilan eden yaklaşımı doğru değildir… Komprador burjuvazi-toprak beyleri ve feodal anıkları ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme baş çelişmedir. Bu gelişme demokratik halk devrimi ile çözülecektir. “Bugün Türkiye kesiminde büyük sanayi merkezleri esas çalışma alanlardır. “Bugün Türkiye alanında mücadelenin kansız biçimleri ve bunun içinde de kille mücadeleleri esas alınması gereken yöntemlerdir. Mücadelenin silahlı biçimleri bugün buna tabii olarak ele alınmalıdır.” (Devrimci- Demokrat Kamuoyuna, Nisan 89) Bu tespitlerle III. Konferansın teshilleri çok açık ki birbirine zıttır. Kaypakkaya’nın “baş çelişme” tespitinin terkedilmesi aslında, Kaypakkaya’nın politik zemininden kopuşmakla eş anlamlıdır. Köylü devrimciliğinden kopuşma yolunda bir adımdır. Türkiye gerçekliğine baktığımızda İ. Kaypakkaya’nın en önemli tespitlerinin (sınıf saflaşması) hatalı olduğunu görmek zor değildir. Yeter ki olaya proletaryanın zemininden bakılabilsin. Ancak TKP/ML III. Konferansı hala “köylük bölgelerdeki faaliyet esas, şehirlerdeki faaliyet talidir” diyebiliyor. Ve bunu iki nedene dayandırıyorsa “Birincisi; demokratik halk devriminin özünde toprak devrimi olması, ikincisi de; devrim cephesinin nispeten şehirlere göre köylük bölgelerde daha güçlü olmasıdır. Bu iki şart bir arada DHD’ye karlar köylük bölgelerin stratejik olarak esas olmasını zorunlu kılar.” (111. Konferans, s.97)

Bunlardan bir tek sonuç çıkar, TKP/ML devrime proletaryanın sınıf çıkarları açısından yaklaşmayıp, kırlarda “feodal artıkların” baskısı altındaki köylülüğün çıkarları açısından yaklaşıyor demektir. Bu açıklığa kavuştuktan sonra “strateji” ya da “baş çelişme” tartışmaları gereksiz, olur. Ancak bu noktada da sorun “toprak devrimine” varış yollarında çatallanır. TKP/ML,15 yıldır neden halk savaşını başlatamadığını, neden silahlı mücadeleyi pratikte bir türlü “esas” kılamayıp, ancak bunun üzerine ciltler dolusu mürekkep tükettiğini, iyice kritik etmelidir. III. Konferans bu konuda kimi ajitasyon ve skolastik bir tekrardan öteye gidememiştir. Parolalar, pratikle gerçekleştirilemez, ancak ajitasyon zoruyla ayakta tutulmaya çalışılırsa, 12 Eylül gibi dönemlerde büyük çöküşler yaşamak kaçınılmaz olur. Buna rağmen bugüne kadar tam gerçekleştirilememiş ve yanılgıya götürmüş görüşlere sahip çıkabilmiştir. Bunun bir tek nedeni yükselen Kürt ulusal mücadelesinin pratiğidir. Ancak mücadele alanı stratejisi ve amacı bakımından bambaşka özellikler taşıyan bu mücadele ile Türkiye devrimini karıştırmak ve aynılaştırmak, Çin ya da Vietnam ile ilgili daha önce yapıdan hataların bir başka yönden tekrarından öteye bir anlama sahip değildir.

Sonuç

Gerek 12 Mart ve gerekse 12 Eylül “kırlardan şehirlere” stratejisini yeterince sınadı. Proletaryanın örgütlü eylemliliğiyle öncü olmadığı hiçbir mücadele, Türkiye koşullarında kazanmaya yetenekli değildir. Amaç “toprak devrimi” de olsa, bizzat bu devrimin başarılması da, yalnızca köylülüğün “halk savaşı” ile başarılamaz. Bizde köylülük, proletaryadan bağımsız böyle bir yeteneğe sahip değildir. Eğer pratikten öğreneceksek, Türkiye devriminin kalbinin proletaryanın yığılı olduğu merkezlerde attığını görmek özel bir yetenek gerektirmiyor.