EYLÜL DERSLERİ : ” SOSYAL DEMOKRASİ” ya da LİBERALİZMİN SİNİK BAYRAĞI – Mehmet YILMAZER

Çağdaş Yol, Sayı 8, Ağustos 1989

(Yeni Öncü Eleştirisi)

Yeni Öncü sayfalarında en çok tartışılan konu “sosyalist demokrasi” olmasına rağmen, bu siyasi çevrenin en önemli sorunu ya da gerçek gündemi sosyalist demokrasi değildir. “Bilimsellik”, “çoğulculuk” gibi parolalarla yola çıkan Yeni Öncü, sayfalarında yürüttüğü tartışmalarla bugün dağılma noktasına gelmiş görünüyor. Ya da birbiriyle uzlaşmaz görünen görüşlerin “ortak”‘ platformu olmuştur. Bu çok sesli çoğulculuk nereye kadar gider bilemeyiz. Eğer Yeni Öncü aydınca bir tartışma platformu olmaktan öteye bir iddia taşımasaydı böyle “çok sesli”liğin bir sakıncası olmayabilirdi. Ancak Yeni Öncü siyasi mücadele verme iddiasındadır, hatta “partileşme süreci”nde olduğunu söylemektedir. O zaman farklı seslerin derinliği aşırı önem kazanır. Bir siyasi parti temel bir ideolojik görüşe ve bundan çıkan bir programa dayanır. Çok sesliliği bu program sınırlar ve kimi sesleri dışlar. Yeni Öncü “cephe” kökenli bir siyasettir. Ve cephe eğilimlerinin geçirdiği evrim, bu iki on yıllık mücadele döneminden çıkartılması gereken en önemli derslerden birisidir.

Kısa Geçmiş

12 Mart çıkısında Yeni Öncü çevresindekiler eski Cephe deneyimi ya da Kesintisiz Devrimin teorik temellerini yalnızca iki yönden eleştirdiler: Kemalizm ve Öncü Savaşı’nın inkarı. Kemalizm’le ilgili M. Çayan’ın yanılgısına kısaca değinilir ama hemen “sağındaki güçlerden devrim bekleme anlayışından THKP-C’nin koptuğunu söyleyerek, teorideki “sağ” filizler telaşla örtülür, “Öncü Savaşı” ise, “hareketin kendine özgü olan en önemli yanlışı” olarak görülür. Böylece yalnızca sonuçla uğraşılmış olur. Öncü Savaşı Kesintisiz Devrim’deki temel tezlerin kaçınılmaz bir mantık sonucuydu. Yalnızca en sivri sonucu eleştirmek, cesaretle siyasetin temel görüşlerini kritik edememek, o dönem bu çevreyi ister istemez kararsız bir konuma itmiştir. Ayrıca eğer Kesintisiz Devrim’in şekilleniş zemini irdelenirse, onun ve elbette ki Öncü Savaşı’nın TİP’in ve AK Aydınlık’ın pasifist, tiksinti veren oturganlığına bir tepki olduğu hemen görülebilir. Öncü Savaşı, 12 Mart yaklaşırken burjuva sosyalizminin teslimiyetçi tutumuna karşı devrimci bir öfkeyi temsil etmiştir. Elbette kendini yakan bir öfke.

12 Mart çıkışında teorik temelin devrimci bir kritiğini yapmak yerine yalnızca bir sonucu (Öncü Savaşı) öne çıkartıp bununla yetinmek burjuva sosyalizmine karşı duyulan öfke ve devrimci tepki barajını kaldırıp atmak oluyordu. Hiç şüphesiz ki yalnızca öfke ve tepki yetmez, bu bilinçle bilimsel tahlille temellendirilmelidir. Ancak o dönem bu yapılmamıştır.

12 Mart sonrası yeniden şekillenirken bu çevre başlıca üç tutum benimsedi. İlki, “Marksizm’in genel doğrularının öğrenilmesi” hedefiydi. ‘Teorik eğitime” önem verilmeliydi. Bu amaçla ‘Sosyalist eğilim dizisi’ yayınlandı. Bunlara iyi niyetli çabalar olarak bakılabilir. Ancak önceki önemli yanılgıları “bilgisizliğe” bağlamak gibi bir tehlikeyi içinde taşıyordu. Bilgi ve pratik deney, soyut olgular değildi ve kişilerin bunları edinmesi bir sınıf eğilimine göre oluyordu. Bu önemli noktanın kavranılmadığının en somut belgesi deneylerden somut, sınırları çizilmiş teorik siyasi sonuçlar çıkarmak yerine, “Marksizm’in genel doğrularının öğrenilmesi”ne sıçranılmasıydı. Pratiğin canlı ve yakıcı akışından kopuş, mücadeleyi yönelmede cesaretsizlik böyle başlar. İkincisi “Yığınlar içinde çalışma bir devrimcinin en önemli, en temel görevidir… Devrimci savaş bir avuç kahramanın savaşı değildir.” Bu tutuma kim itiraz edebilir? Bu, 12 Mart acı deneylerinden çıkartılan olumlu bir ders değil midir? Fakat söylenenler ne yazık ki açık gerçekliklerin yavanca tekrarı oluyordu. Sorun yığınlara nasıl, hangi parolalarla gidileceğindeydi. Yeni “işçi sınıfı hareketiyle sosyalist hareketin çakışamaması” tespiti yapılıyordu. Ama sınıfa yalnızca Maksizm’in genel doğrularıyla gidilemezdi. Gidilse de, burjuvazi sosyalizminin zemininden kopuşmak ondan farklılaşmak mümkün olamazdı. Üçüncü tutum, “grupçuluğa” karşıdır. “En şiddetli bir biçimde başkalarını grupçulukla… suçlayanların kendileri küçük bir tekkenin şeyhi olma muradına erdiler.” Grupların hangi zeminlerde şekillendiğini kavramak yerine, onlara karşı öfkeli çıkışlar çözüm üretemezdi.

Her üç ders de ilk bakıldığında hiç de yanlış değildir. Ancak bunların altında bir sağlam temel, eski siyasi zeminin devrimci bir inkârı olmayınca hepsi kararsızlığı beslemek gibi bir sonuç doğurmuştur.

12 Eylül’e yaklaşıldığında yığınlardan umut kesilmiş. Ordunun Ocak 180’deki “mektubuna” karşılık “genel direniş” yapılması çağrısına karşı çıkılarak, “işçilerin eğilimi” taktik olarak önerilmiştir. 1980, 1 Mayıs’ında DİSK’in zemininde kalınmış, son DİSK Kongresinde “devrimci muhalefet”in kopuşmasına karşı çıkılmış, Bastüfeklere doğru yalpa yapılmıştır. O günler de bir yazımızda “teslimiyet cephesine” doğru bu kayışı tespit elmiş, açıkça eleştirmiştik. Bu çevre daha 12 Eylül gelmeden duraksıyor, çözülüyordu. Marksist eğitim yığın içinde çalışmak; grupçuluğu aşmak, parolalarıyla yürüyen bu çevre 12 Eylül’le nasıl bir yol kat etmiştir?

12 Eylül Sonrası: Liberalizme Yelken Açış

Bu üç sorun: 13 yıl sonra bugün de Yeni Öncü’nün gündemindedir. Gündem aynı kaldığına göre değişen başka şeyler olmalıdır. Olaylar akıyor. Şeyler değişiyor. Yeni Öncü nün aynı gibi görünen parolalarının özü nasıl değişmiştir, göz atalım.

Temel Konum: “Arayış” “Açıkça ifade edilsin veya edilmesin, bugün bir arayış içerisindeyiz… Bugün yoğun bir ideolojik mücadeleden geçmek, yeniden saflaşmak zorundayız.” (Y. Öncü, s. 13, E. Taciser) Yeni üncü sayfalarında önemli konularda farklı görüşler dile getiriliyor. Bu nedenle yazar isimlerini özellikle belirteceğiz. Ancak ‘çelişki ve farklılıklarıyla nereye akıyor?’ ilgilendiğimiz sorun bu.

Yeni Öncü, önüne yıllarca önce “teorik eğilimi” bir taktik olarak koymasına rağmen, hala “arayış” içindedir. Ve “ideolojik mücadele söz konusu ise, farklı “ideolojiler” var demektir. Evet, 12 Mart’tan beri Kesintisiz Devrimin teorik temelleri güden güne yitirilmiştir. 12 Eylül bu süreçle bir sıçrama yarattı. Yitirilen teori, küçük burjuva radikalizminin teorisiydi. Yerine proletarya sosyalizmi konamazsa, bu çıkış noktasından genellikle iki ana yöne yolculuk etmek kaçınılmaz oluyor: Burjuva liberalizmi ya da küçük burjuva sekterliği…

Bu arayışı bir başka yazar şöyle formüle ediyor: “Daha özlü konuşurken yirmi yıllık tarih içinde yer tutmuş tüm fenomenler, Eylül ile birlikte yerleşik konumlarından sıyrılmıştır. Özelde ve genelde teoride siyasetle, pratikte özcesi Marksizm’in ilgi alanı içinde her şey oluşum halindedir. Ve üst noktaya (parti) sıçramanın sancısını taşımakladır.” (Y. Öncü, s. 4, S. Oğulcan)

Eylül fırtınası Y. Öncü sahillerine çok şiddetli vurmuş olmalıdır. Çünkü “Eylül’le birlikte” “Marksizm’in ilgi alanı içinde her şey oluşum” haline girmiştir. Demek Eylül öncesi oluşan “her şey” yerle bir olmuştur.

Yazar bunu E. Kürkçü’ye verdiği cevapta daha da belirginleştiriyor: “Yeni Öncü yazarları… Marksizm’in teorik problemleri çevresindeki tartışmayı sona erdirdikleri uygun çözümlere ulaştırdıkları ve çözümlerin Y. Öncü çevresinde özümlendiği yargısını açık ya da örtük olarak paylaşmış, Marksizm’in Türkiye’deki gelişmesinde bir tarihsel evreyi tamamladığını ilan etmiş oluyorlar” diyen E. Kürkçü’ye yazar itiraz eder: “Yeni Öncü çevresinde açık veya örtük böyle bir yargı yok. Yukarıda da değindiğimiz gibi partileşme kavramı teoride, pratikle, içle ve dışta bir yeniden oluşumu imler” (a.y. S. Ogulcan)

12 Mart sonrası “Marksizm’in eğitimi”yle başlayan yolculuk, 12 Eylül hendeğine yuvarlanınca Marksizm’in teorik problemlerinin tartışılmasına sıçrıyor ve henüz, bu konuda “açık ya da örtük” bir “oluşum” yoktur. Yeni Öncü sayfalarından Marksizm’in teorik problemlerinin ana başlıklarını çıkartmaya çalıştığımızda, ön sırada “sosyalist demokrasi” problemi duruyor. Ardından ‘kadın sorununun geldiğin söyleyebiliriz. Oysa bu konularda Marksizm-Leninizm’in teorik sıkıntısı yoktur. Ancak pratik sorunları vardır.

Sosyalist ülkelerdeki sorunlar, 12 Eylül sürecine rastlamasaydı Yeni Öncü neyi tartışacaktı? Bu sözde teorik sorun, hem Yeni Öncü’nün gerçek sorunlarını örtmek için bir paravan hem de kaçmak istediği yönün teorik günahlarına göz alıcı bir örtü olmuştur. Açıklayacağız.

Biz “donmuş kafalı dogmatikler” olarak, sözde “Marksizm’in (bu) teorik problemlerini” çözmeden, Türkiye’nin sınıfsal yapı tahlilinin çözümlenebileceğini ve buna bağlı olarak devrimin program hedeflerinin belirlenebileceğini, bu temelde Parti ve Parti taktiklerinin kurulabileceğini iddia ediyoruz. Yeni Öncü yazarlarının sevdiği bir söz var, “yürürken düşünmeye devam etmek” Yürürken düşünmeyi öğrenmişler buna şüphe yok. Ancak ileriye değil geriye yürüyorlar. Marksizm’in-Leninizm’in gerek kendi içinden çıkmış ve gerekse dışındaki yanlış eğilimlerle yürüttüğü savaşla kılıç artıklarının yığıldığı mezarlığa yürüyorlar.

Yaşanan Süreç: “Partileşme” “Önüne partileşme süreci koyan (ne yazık ki planı değil) bir kolektif için kendini yenileme…” (Y. Öncü, s. 14, S. Ogulcan)

Yazar bu cümlecikte açıkça “partileşme süreci”nden yakınıyor. Gerçekten bitmeyen bir süreç. “Plan” olsa, hiç değilse somut bir gidiş ve bir varış noktası olacaktır. Ancak yıllardır, bu “süreç” yaşanıp duruyor.

Öte yandan şöyle bir inanç dile getirilir. “Tarafları olduğum akım da içinde olmak üzere, hiç bir sosyalist çevre veya grubun kendi iç dinamikleri ve evrimiyle ülkedeki sosyalist mücadelenin gereklerini karşılayacak bir nitelik düzeye ulaşabileceğini düşünmüyorum.” (Y. Öncü, s. 11, E. Taciser) Gerekli ‘nitelik düzey’e ulaşmak için “Marksistlerin birliği” (ay) çözümlenmelidir. “Süreç” ve “Birlik” Yeni Öncü’nün yürüyüşünü karakterize eden iki kavramdır.

Ancak böyle bir gidiş sonsuza uzanan bir çizgi görünümünü alınca karşıt tepkileri yaratmadan edememiştir. A. Ural örgüt sorununu “enternasyonal alana” çekerken. Yeni Öncü’nün gündemine “devrim anlayışı”, “tek ülkede sosyalizm” vb. konuları yığıyor. (Y. Öncü, s. 14 A. Ural) Tam karşısında ise şu görüş yer alıyor: “Yeni Öncü çevresi ideolojik çizgisini değiştirmedi.” Bu ideolojik çizgiye yakın bir faaliyet yürüten grup ve çevreler de yok ortaklıkta. Buna rağmen ısrarla başkaları ile birlik savunuluyor ve ortak bir dergi öneriliyor. Kendine güvenenler bazen bu yolda yalnız kalmayı da göze almalıdır.

“Tek ülkede sosyalizm teorisi dünya devrimi perspektifiyle çelişmemektedir. A. Ural yanlış olan, gündemimizde olmayan bir sorunla bizi uğraştırmak istemektedir.” (Y. Öncü, s. 14, M. Ceylan)

“Her şeyin yeniden oluşum içinde” olduğu, adı dillere düşmüş partileşme sürecinin kendi mantığı böyle karşıtlıkları yaratmak zorundadır. Dipsiz bir süreç, “arayış” için tartışma, kaçınılmazca yeni tartışmaları gündeme getirecektir. “Sosyalist demokrasi” üzerine kopartılan gürültülerin ardından neden “tek ülkede sosyalizm” sorunu gündeme gelmesin!

M. Ceylan, A. Ural “gündemimizde olmayan bir sorunla bizi uğraştırmak” istiyor suçlamasını yaptığında, fazla haklı sayılmaz. Mademki Y. Öncü çevresinin “açık ya da örtülü” kesinleşmiş görüşleri yoktur, o zaman devasa ideoloji denizinde daha çok boğuşulacak, batılıp çıkılacaktır.

Ancak bu boğuşmadaki pusulasız gidiş M. Ceylanı ürkütmüş olsa gerek.

Sözü uzatmayalım, TIHKP-C 12 Mart girişinde ilan edilmiştir. Böylece hem parti hem de cephe kurulmuş oluyordu. Hayat bu adımı doğrulamadı. Ancak bu sefer cephe eğilimleri sonu gelmez bir partileşme sürecine çıktılar. On beş yılı aşkın bu “süreç” akıyor. Ve henüz ufukta bir durak noktası görünmüyor.

Öte yandan bu süreç iyi niyetli bir güç biriktirme, kadroları yetkinleştirme süreci değil, daha çok ideolojik erozyon (rüzgar, fırtına ve selle eriyip kaybolma) sürecidir, işte Y. Öncü’nün ayağının altındaki birazcık olsun kalmış toprak da akıp gitmeye başlayınca M. Ceylan gibiler tepki göstermeden edemiyorlar. “Partileşme süreci” bize göre sorunların (program, taktik, tüzük) gerçekten samimiyetle çözüleceği bir “süreç” değil, tam tersine gerçek sorunların üzerine gitme ve çözme yeteneğinde olmayışının yarattığı sonuçtu. Bu yeteneksizliği örtmek için zorunlu olarak yaratılmış kaygan bir patikadır. Gerçek partileşmeye giden aydınlatılmış bir yol değil, her türlü burjuva, küçük burjuva ideolojik saçmalıklarının yumaklaştığı bir anafordur.

Gerçek Sorun: “İşçi Hareketi ile Birleşememe” ve Sorunun Örtülüğü: “Sosyalist Demokrasi”

“Şimdiye de işçi sınıfı içinde çalışma ve örgütlenmeye ilişkin pek çok şey söylendi, hatta belki de her şey söylendi! Ancak bugün gelinen nokta kimsenin inkâr edemeyeceği açıklıkta ortada duruyor. Sosyalizmle işçi hareketinin birleşmemesi bir yana, işçi sınıfı içinde ciddi mevzilere sahip olunduğunu kimse iddia edemez. On küsur yıl önce ortaya konulan hedefler bugün hale hemen hemen aynı biçimde ortada duruyorsa bu noktada oturup bir düşünmek ve tartışmak gereğini kim yadsıyabilir? (Y. Öncü, s. 14, C. Moralı)

Y. Öncü sayfalarında 12 Eylül yenilgisinin nedeni olarak “sosyalizmle işçi hareketinin birleşememesi” gösterilir. Ve bu konu oldukça sık tekrarlanır. Biz yalnızca bir örnek seçtik. Ancak neden sosyalizmle işçi hareketi bir türlü birleşememiştir, buna doyurucu cevap verilemez. Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi hâlâ “bu noktada oturup bir düşünmek ve tartışmak gereği” vardır. Ancak izleyebildiğimiz kadarıyla Y. Öncü, önüne koyduğu bu soruna ciddi olarak yaklaşmak yerine devamlı “birleşememe”den yakınmaktadır. Bir bakıma sorunun çözümü yakınmasıyla sonuçlanmıştır diyebiliriz. Durumu abartmıyoruz. Bu soruna her el atan Y. Öncü yazarı yakınmayla öteye gitmemiştir. Demek ki sorun hala çözülememiştir.

Diğer önemli bir nokta, 12 Eylül öncesi, 1979’da bu sorun yani “işçi hareketiyle birleşme” sorunu hareket içinde önemli bir tartışma noktası olmuştur. 12 Eylül’ü içinde de süren bu tartışmanın ilk sonucu bir kanadın Troçkizm’e kayması oldu. Ancak sorun hala Y. Öncü’nün gündemindedir. Fakat çözüm için eski pratiği kritik edici yaklaşımlar gerekirken sızlanmalardan öteye ortada fazla bir şey yoktur.

Dergi sayfalarından öğrendiğimiz kadarıyla önce 1979’da patlak veren bu tartışmanın anlamını açmaya çalışalım. Sonra da bu ünlü “sosyalizmle işçi hareketinin birleşememesi” sorununun Y. Öncü açısından genel anlamını çözümlemeye çalışalım.

1979 yılı genel devrimci hareketin bir tıkanış ve yeni görevlere zorlanış yılıydı. Böyle bir dönemde hareket içinde “yalnız ve bütün gücümüzle” ya da “esas gücümüzle sınıf içinde çalışmalıyız.” (Y. Öncü, s. 14) tartışması patlak veriyor. Sorunun ortaya konuluşu bile ortada bir hastalık olduğunu gösteriyor. Böyle bir tartışma, 12 Mart içinde belli bir haklılık taşıyabilirdi. Ve olumlu bir anlamı olabilirdi. Ancak 1979’da böyle bir tartışma tamamen aksi yönde olumsuz bir anlama sahip olabilir.

12 Mart’tan çıkıştan beş altı yıl sonra en kritik bir momentte, küçük burjuvazinin yorgunluk ve paniğinin dışa vuruşundan başka bir anlama sahip olamazdı. İşçi sınıfının “yorgun savaşçılara” ihtiyacı yoktur. Bu panik ve yılgınlık havasıyla sınıfla hiçbir zaman birleşilemez, ona ancak bayağı bir kuyruk olunabilirdi. Bu çevrenin, 12 Eylül’den hemen önce iyice açıklık kazanan DİSK içi çalışmasının karakteri buna en güzel örnektir. Ve o momentte yaklaşan faşizme karşı işçi sınıfını genel bir direnişe hazırlamak yerine, “işçiler politik olarak geridir, eğitilmelidir.” taktiğini (!) öne sürenler nasıl sınıf ile birleşebilirlerdi? Bir sosyal-demokrat ya da bir burjuva sosyalisti gibi… 1979 yılındaki ‘sınıfa gitme’ tartışması yenilgiyi sezen ve tükenen küçük burjuvazinin mücadeleden kaçışına, sınıfcıl bir kılıftı. O yıllarda böyle sınıfa doğru kaçan başkalarını da hatırlıyoruz. Devrimci Derleniş bunlardan birisidir. Hala ortalıkta görünmüyorlar.

1979 tartışmaları, özce bir mücadele yorgunluğu ve kaçışma dışa vuruşu olduğu için, “sosyalist hareketle işçi hareketinin birleşmesi” sorunu Y. Öncü açısından çözülemezdi, çözülememiştir.

Şimdi de bu “sınıfla birleşme” tartışmalarının Yeni Öncü açısından genel anlamını irdelemeye çalışalım.

Bir cümleyle özetlersek, 12 Mart öncesi sınıfla birleşilememesinin nedeni sahip olunan teorik temeldir, sonrasında ise olgu zıddına sıçramış ve neden; teorisizlik olmuştur. Kesintisiz Devrim’in “işçi sınıfının ideolojik öncülüğü” ve “kırları temel” alan tespitleriyle sınıfa gidilemezdi. Sonrasında ise, bu temel teorik tespit ne köklü bir şekilde inkar edilmiş ne de benimsenmiştir. Bu, o dönem “Kurtuluş” için çok tipik bir ikilem ve kötü bir alan yazısıydı.

12 Eylül ve sonrasında ise teorik temel netleşmek şöyle dursun tam bir kaosa dönüşmüştür “Marksizm’in teorik sorunlarını” tartışanlar her şeyi yeniden kuranlar sınıfa gidemezler. Ya da giderlerse, sınıfa genel laktik bir tutum sınırları çizili bir politika götüremeyeceklerinden, sınıfın gündelik taleplerinin ufkunda kalır, ekonomizme balarlar, sınıfa yönelirken siyasi belirsizlik, en son tahlilde burjuva liberalizminin ağlarına takılma sonucuna doğurur. Gerçekliği çıplak gözle görebiliyorsak, sınıf içinde hala sosyal-demokrat, burjuva sosyalist, dolayısıyla sendikalist hayaller güçlüdür. Sınıf içine girmek demek en başta bunlarla boğuşmak demektir. Ancak “Marksizm’in her şeyini” tartışanlar bunu nasıl yapabilir? Burjuva sosyalistlerinin sistemleşmiş taktiklerine tabi olarak…

Yeni Öncü için teorik bulanıklık sınıfa yönelmeyi, sınıftan kopukluk ise teorik anaforu sürekli kışkırtan kısır çember olmuştur. Bu çember bir tek noktasından, net bir teorik bakışa, Türkiye devrimi için açık bir program ve taktiğe sahip olunarak kırılabilir. Ancak o zaman işçi sınıfıyla mı yoksa bir başka sınıf ya da tabakayla mı birleşileceği netlik kazanacaktır.

İşte bu görevden kaçısın 12 Eylül sonrası bulunan örtüsü “sosyalist demokrasi” olmuştur. Y. Öncü’nün kanserleşmiş teorik sancılarına ve taktiksizliğine bu konu gerçekten en uygun bir kılıf olmuş, kopartılan gürültüyle esas görev boğulmuş yine bitmez bir sürece terkedilmiştir.

“Sosyalist demokrasi” tartışması, 12 Eylül yenilgisinin yarattığı çöküşün kafalardaki yansıması olan bütün eski değerleri sorguya çekme, her türlü “tabu”yu kırma, Marksizm dışı görüşleri Marksizm zemininde tartışma, düşünceyi “tekelcilik”ten kurtarıp kuş gibi özgürleştirme isteğinin bir manivelası oldu. Manivela kıpırdadı, şeyler harekete geçti, bizzat bu “demokrasi” kendi eski zeminini inkar eden çocuklarını yarattı.

Y. Öncü’nün gündemine “tek ülkede sosyalizm” sorununu dayatan bir yazara diğeri “gündemimizde olmayan sorunlarla bizi oyalamak isliyorsun” diyerek itiraz ediyor. Gündem ne idi? “Bilimi tekelcilikten kurtarmak”, “sosyalist demokrasi”, olaylara “sınıf indirgemeci yaklaşmamak”, ya da “her şeyi yeniden kurmak”… Bu gündeme hangi konu girmez ki?

Y. Öncü yazarlarından S. Ogulcan son sayılardan birisinde “gecikmiş muhasebe”den söz ederek “geçmiş değerlendirmeyi gündem olarak öneriyor: “geçmişi birikmiş sözlerinizi kalemlerin menziline düşürmenin zamanıdır.” (Y. Öncü s. 14, S. Oğulcan)

Bu gündeminin 1989’a kadar “gecikmesi”, yalnızca bu olay, pek çok şeyi açıklamıyor mu?

Sonuç

Yeni Öncü’ye göre “yirmi yıllık tarih içinde yer tutmuş tüm fenomenler, Eylül ile birlikte yerleşik konumlarından sıyrılmıştır… Her şey oluşum halindedir.” Bu tespitin yanına “sosyalist demokrasi” tartışmalarını ve “sınıf ile birleşmemekten” yakınmaları koyduğumuzda “oluşumun” yönü kesinlik kazanır. Hareketin bir yönü dipsiz, aydınca tartışmalarda “çoğulcu” liberal burjuva bataklığına diğer yönü parlak sözlü Troçkizm’in nüanslarına akabilir. Her ikisi de bir ve aynı fenomendir, yenilgi şokuyla devrim ufkunu ve umudunu yitirmiş aydınların, proletarya sosyalizmine karşı mevzilendikleri siyasi sığınaklardır.