Emperyalizm ve finans-kapitalin son model saldırısı: Özelleştirme – Mehmet ÇAĞLAYAN

 

Çağdaş Yol Sayı 10, Ocak 1990

1) Özelleştirmenin Dünya Krizi ile İlişkisi ve Yeni Sağ İdeoloji:

1980’li yıllarda yaşanan bir gerçeklik var. Hem kapitalist anayurtlarda hem de yarı sömürgelerde egemen sınıfın temel politika önerileri ve uygulamaları, eski kalıp içinde tıkanan sermaye birikimi önündeki engelleri kaldırmak ve kabuk değiştirmek doğrultusunda odaklanıyor. Özelleştirmeler bu politika değişikliklerinin ürünüdür. Bilindiği gibi kapitalizm “altın yumurtlayan çağını” (1945-1965) yetmişli yılların başından beri yitirmiştir. Durgunluğun nedenini bir türlü kavrayamayan burjuva iktisatçı ve ideologlar, bunalımı tekil olaylarla ve özellikle petrol şoku ile açıklamaya kalkıştılar ilkönce. Peki, bunalımın göstergeleri nelerdi? Büyüme oranlan refah yıllarının üçte birine düşmüş, yatırımlar azalmış, buna bağlı olarak dünya ticaret hacmi daralmış ancak daha önceki dengesiz ve eşit olmayan büyüme sonucu para ve kredi sermaye alabildiğine büyümüş fiyatlar dizginlenemez hale gelmiş (enflasyon), üretim kapasitesi düştüğünden işsizlik refah yıllarındaki toplumsal uzlaşmayı çatırdatır hale gelmişti. Ancak burada belirtmek gerekir ki işsizlik sorunu azgelişmişler açısından hiçbir zaman önemini kaybetmemiştir. Yarı sömürge ülkelerin işçi sınıfı üzerinde işsizlik, her zaman Demokles’in kılıcı gibi sallanıp durmuştur. Kapitalist anayurtlarda ise refah yıllarındaki hızlı büyüme ve yan sömürgelerden aktarılan değerlerle (sosyal refah devleti uygulamaları adı altında) beslenen işçi aristokrasisi daha önce bundan pek etkilenmiyordu. Ancak bunalımla birlikte sosyal refah devleti uygulamaları çöpe atılınca, işsizlik, kapitalist anayurtlardaki işçi sınıfı içinde birinci sorun haline geldi. Doğaldır ki bu durum, yarı-sömürge ülkelerdeki işçi sınıfı için çok daha şiddetli ve dayanılmaz olmuştur. Uluslararası kapitalist işbölümü ve emperyalist sömürü ile ekonomisi dumura uğratılan yarı-sömürgelerin “emperyalizm hapşırsa zatürre olmaları” kaçınılmaz bir gerçekliktir.

Bütün bunlara azgelişmişlerin çığ gibi büyüyen dış borç sorunu da elenince, dünya kapitalizminin bütününe uyarlanması gereken geniş çaplı bir yapı değişikliği ve operasyonlar zorunlu olmuştur. Uluslararası finans kapital ve yarı-sömürge ülkelerin finans kapitalleri para-kredi-borç ağı ile o derece iç içe geçmiştir ki finansal ağın herhangi bir yerinde açılacak olan bir gedik dünya ekonomisini toptan alt üst edebilecek boyuttadır. 1980’lere gelindiğinde, dünya ekonomisinin temel göstergelerinde hiçbir iyileşme olmayınca, sosyal refah devleti uygulamaları ve sınıflar arası uzlaşma reçetesi olarak ifade edilen Keynesçilik ve (petrol şoku, yanlış uygulanan politikaların neden olarak gösterildiği) Keynesçi bunalım açıklamaları rafa kaldırıldı. Bütün dünyada, liberal politikalar ve yeni sağın yükselişi bu döneme tekabül eder. İlk şaşkınlığı üzerinden atan finans-oligarşisi, “yeni sağın” ideologlarının politika önerileri ile birlikte sistemli bir saldırıya başladı. Şöyle haykırıyorlardı: “Bireyin fayda maksimumlaştırması kuralları uyarınca karar verip davranabilmesi için alternatif kullanımları-sınırlı-bir fonu elinde bulundurması gerekir; yani özel mülkiyete sahip olmalıdır ki bireysel olarak karar verebilsin. Bu nedenle kolektif ile kolektif kararlar olabildiğince geniş ölçüde özelleştirilmelidir.”

Bireysellik haklarının kutsanmasını istiyorlardı yeni liberal (yeni sağ) ideologlar. Bireysellik hakkı yani yaratılan değerler üzerindeki mülkiyet hakkıydı korunmasını ve geliştirilmesini talep ettikleri hak. Bu, aslında en açık bir şekilde savaş ilanıdır. Finans-oligarşisi, büyüme yıllarında katlandığı maliyetlerden kurtulmak istiyordu. Refah yıllarının ateşkesini silahlı saldırıya dönüştüren (ekonomik sömürü yöntemlerinin katmerleştirilmesi ve her türlü kamu harcamasının kısılmasını kastediyorum) finans oligarşisinin talebi, işçi sınıfının ve emekçi yığınlarının üzerindeki mengenenin daha da sıkılmasıdır. Kutsanan özel mülkiyet hakkı ise yalnız mülk sahibi olmayanlara karşı korunabilir, liberalizmin devletinden güvence altına alması beklenen, bir dışlama hakkıdır. Özelleştirme; proletarya ve emekçi yığınların kendi ürettiği değerlerden daha da çok dışlanmasının teorisidir.

Hızlandırılmış sermaye birikimi koşullarının aşınması sonucu, sınıf uzlaşmasına dayalı Keynesçiliğin toplumsal mekanizması (artık burjuvaziye çok geliyordu) yerini yeni sağın pek yeni reçetelerine bıraktı! “Baştanbaşa devletleşmiş kapitalizm” (Kari Renner 1917) -toplumsal kamu tüketiminin azaltılması (sosyal ıvır zıvıra son); devlet payının düşürülmesi (daha az vergi, daha az devlet harcaması); müdahale kapasitesinin azaltılması (serbestleştirme; yani özel girişimler üzerindeki vergilerin, örneğin çevreyi koruma vergilerinin indirilmesi); kamu kesiminin küçültülmesi (yeniden özel girişime devretme) yoluyla- yeniden özelleştirilmelidir. (Irving Kristol 1978) (1) Kapitalist anayurtlar için özelleştirmenin anlamı; bir yandan devlet müdahalesini kısmak, piyasayı yegâne belirleyici haline getirmek (çünkü bütün belaları piyasayı sınırlayan devlet müdahaleleri getiriyor. Sanki devlet müdahaleleri piyasa gereksinimlerinden kaynaklanmıyormuş ve devlet burjuvazinin devleti değilmiş gibi), kamu kesiminin faaliyetlerini küçülterek (vergilerin ve harcamaların azaltılması) özel girişimlerin kârını daha da arttırmak, bir yandan da KİT’lerin tüm mülkiyetini gittikçe devleşen finans-kapital hanesine ekleyerek sermaye birikimini hızlandırmaktır. Azgelişmiş ülkeler için ise durumun bazı özgünlükleri söz konusu. Birincisi; yabancı sermaye gereksinimi. Döviz ihtiyacını kendi ihracat gelirleri ile karşılayamayan azgelişmişler, yabancı sermaye olmadan birikim rejimini sürdüremeyeceklerinden yabancı sermayeyi ağırlamanın yolu olarak KİT’lerin satışını gündeme getiriyorlar. İkincisi, ağırlaşan dış borç sorunu, her ülkede uygulanmasa da yöntemlerden biri olarak, kendini dış borç karşılığında hisse senedi değiş tokuşu olarak ifade ediyor (Ünlü Baker Planı). Yani borcunuza karşılık KİT’lerinizi satıyorsunuz. Üçüncüsü, azgelişmişlerde sermaye birikimi bütün kanlı sömürü yöntemlerine rağmen yetersiz. Sermaye birikimini arttırmak amacıyla vurguna dayalı yerli finans-kapitalleri KİT hisseleriyle beslemek. Böylece senaryo kuramsal olarak tamamlanıyor. Azgelişmişlerde özelleştirmenin işlevi; en verimli KİT hisselerinin küçük lokmalarının yerli finans-kapitale, iri olanlarının emperyalizme peşkeş çekilmesi.

2) Türkiye’de Özelleştirmenin Bilançosu:

Gelelim yeni-sağ ideolojinin politika önerilerinin emperyalizm ve yerli finans kapitalin belirlediği rota içinde Türkiye’de uygulanışına: 1980’de kapitalist geniş yeniden üretim tehlikeye girince birikim rejiminde değişikliğe gidilmişti. Bu politikanın hangi odaklardan nasıl belirlendiği ve uygulandığını daha önce incelemiştik (*) Burada ağırlıkla ele alacağımız nokta özelleştirme adımları ve buna bağlı olarak tasarlanan değişiklikler. Birikim rejimini değiştirebilmek için uluslararası finans-oligarşisi ve kurumlan IMF, OECD ve Dünya Bankası tarafından verilen krediler, sanayi üretiminde beklenen atılımı yapamayan vurguncu finans-kapitalin ihracat bombası fos çıkınca, Türkiye tam anlamıyla bir borç batağına saplandı. 1989’a gelindiğinde toplam dış borç tutan 41 milyar dolara ulaşmıştır. Borç ödemek için daha çok borçlanan Türkiye ekonomisi için düşünülen çare verimli KIT hisseleriyle yabancı sermayeyi çekmektir. Bunun bir an için rahatlama (kısa vadeli) sağladığını düşünsek bile üretim kapasitesinin bir kısmını daha kaybeden Türkiye ekonomisi (Çünkü yabancı sermayenin karlan yurt dışına transfer olarak gidiyor) bugünlerini arar hale gelmeye adaydır. Bu gerçeğe itiraz ediyorlar. Diyorlar ki gelişen sanayi hamlemizle borçlar ödenecek. Buna sadece gülünür. Durumun vahametini kavramak için ekonomist olmaya gerek yok. Büyümeyi sağlayacak olan unsur imalat sanayine yapılan yatırımlardır. Değer yaratan sektör imalat sanayidir. İmalat sanayinde 1989’un ilk üç ayında gerçekleşen büyüme oranı (yüzde13,7), ikinci üç ayda (yüzde 0). Sıfır büyümeyle mi gelişme sağlanacak. Şu yanıtı vermek gerekiyor: “Hayır sevgili para babaları, yalanlarınıza karnımız tok. Sizin derdiniz ne değer yaratmak ne de toplumsal ilerleme. İlerlemesini dilediğiniz tek şey çok uluslu ayinlerde kutsadığınız kârlarınız ve mülkiyet hakkınızdır!”

Tüm dünyada yaşandığı gibi ilkin kamu kesimine savaş açıldı. Satmazdan evvel KİT’lerin payı düşürülmeliydi. Sabit sermaye yatırımlan içinde kamu payı geriletildi (Tablo 1)

TABLO 1: Yatırımlarda Kamu Payı
Yıllar Kamu
1980 55,8
1983 55,5
1985 57,1
1987 53,5
1989 44,5
Kaynak: Ekonomik Panorama, Sayı 48

 

TABLO 2: İmalat Sanayii Üretiminde Tarımın Payı
Yıllar Kamu Payı
1981 43,8
1983 44,9
1985 40,6
1988 33,6
Kaynak: Ekonomik Panorama, Sayı 48

Kamu kesimini küçültmek için sabit sermaye yatırımlan kısılınca KİT’lerin imalat sanayi üretimi içindeki payı 1981’de yüzde 43,8 iken 1988’de yüzde 33,6’ya kadar geriledi. Bütçe açıklarının temel nedeni olarak gösterilen KİT’lerin payı düşürüldüğü halde açık kapandı mı? (Tablo 3’e bakalım).

TABLO 3 (Milyar TL Olarak)
Yıllar GSMH Bütçe Açığı Bütçe Açığı/GSMH
1981 6.554 173 %2,64
1985 27.789 787 %2,83
1988 102.443 3440 %3,36
Kaynak: Ekonomik Panorama, sayı 48

Görüldüğü gibi bütçe açığı 1981’de yüzde 2,64 iken 1988’de yüzde 3,36’ya çıkmıştır. “Devlete yük oluyor, özel sektöre devredersek daha verimli çalışırlar” deyip, hem KİT’lere yapılan yatırımları düşür, hem yok pahasına yerli ve yabancı tekellere bayram şekeri diye dağıt, enflasyonun sebebi diye işçi sınıfı ve emekçi halkın kendini yeniden üretmesinde yardımcıda olsa önemli bir faktör olan kamu harcamalarını kıs, bunun yanında sermaye birikimini hızlandırmak için hem kanlı sömürünün (Mutlak ve nispi artı-değer üretiminin birlikte uygulanmasının) yasal ve ekonomik çerçevesini çiz, hem de sermayeden alınan vergi oranlarını düşürüp, bütçe açığını tırmandır. Yüzsüzlüğün böylesi olur.

Burada bir noktaya değinmek gerekli. Derdimiz KİT’lerin savunusunu yapmak değil. Bizim hedefimiz finans-kapital egemenliğine son vererek, işçi sınıfının önderliğinde diğer emekçi katmanlarla ittifak halinde sosyalizmin inşasına geçerek kapitalist üretim tarzına son vermektir. Ancak kuzu postuna bürünmüş finans-kapital sözcülerinin süslü demagojilerinin ardında yatanı ortaya sermek boynumuzun borcudur.

Şimdi somut örneklere geçelim. İspir Ayakkabı Fabrikası ve Iğdır Pamuklu ilk örneklerdi. İlk kapsamlı satış Teletaş’tır. Sermayenin tabana yayılması, çalışanların fabrikaya ortak olması diye tanımlanan özelleştirme hamlesinin amacı kamuoyunun tepkisini ölçmek ve yabancılaştırma programına adım atmaktı. İlk etapta yüzde 22’lik hisse (PTT’ye ait olan) işçilere ve çalışanlara zorla satıldı. Zorla satıldı, çünkü ne işçilerin ne de emekçi yığınların kendilerini yeniden üretmek için bile bin bir zahmete katlandıkları gelirlerinden tasarruf yapmalarına olanak yoktu. Zorla satışın amacı görüntüyü kurtarmaktı. Daha sonra yüzde 18’Iik bir hisse blok olarak çok uluslu ITT’nin ortaklarından Alcatel’e satıldı. Alcatel daha önceden Teletaş’a yüzde 39 payla ortaktı. Sonuç: Alcatel yüzde 57 payla şirketin yönetimini ele geçirdi, işçilerin ve küçük hisse sahiplerinin elindeki hisselere ne oldu dersiniz? Bunların bir kısmı, değerleri düşünce bankalar tarafından satın alındı, bir kısmı da sermaye mülkiyetinden ayrılmış fakat sermaye fonksiyonunu yerine getiren değerli kâğıtların yönetimini yapan para babalarının temsilcisi sıfatında olan yönetim kurulunun yönetimi altında, işçilerin hiç bir katılımı olmaksızın sermayenin mantığı gereği kullanılmaktadır. Sayıca çoğunluğu oluştursalardı bile yönetim azınlığın (büyük sermaye sahiplerinin) elinde olacaktı. Çünkü “küçük hisse sahipleri”, karar verme olanağından yoksundurlar. Nedeni bütün ülkeye dağılmış bir biçimde birbirlerinden habersiz yaşamakta oluşlarıdır. Bu nedenle hisselerin yansından azı bile, hisse kontrol paketini elde bulundurmak için yeterlidir” (2)

Ağustos 1988’de USAŞ (Uçak Sanayi A.Ş.) İskandinav Hava Yolları’na satıldı. Satış değeri 14,5 milyon dolar (yaklaşık 30 milyar TL). USAŞ’ın sadece 1988 yılı kârı 17,7 milyar TL. USAŞ’ın gerçek değeri 150 milyar TL civarında. Peki, niçin bu fiyata satıldı? Yabancı sermaye gereksinimi had seviyede de ondan. BHT (Boğaziçi Hava Taşımacılığı) Alıcı firma İskoç Airlungus’un vazgeçmesi sonucu şimdilik hala KİT olarak varlığını sürdürüyor. Daha sonra ÇİTOSAN’a bağlı Afyon, Ankara, Balıkesir, Pınarhisar ve Söke Çimento Fabrikaları 105 milyon dolat karşılığında bir Fransız grubu olan Socite Çiment’e hediye edildi. Bu beş fabrikada ÇİTOSAN’ın en verimli fabrikalarıydı. Amaç yine yabancı sermaye, sonuç; emperyalizmin sermaye ihracına dayalı yeni sömürgeci saldırısının yeni aracı özelleştirme yoluyla, çimento sanayinin büyük bir kısmı Fransa’nın en büyük çimento gruplarından birinin eline geçişi.”

Sıradaki ağır toplardan biri PET- KİM: Yarpet, Alpet ve Petlas’ın bağlı olduğu “fevkalâde stratejik” bir tesis diye nitelendirilen Petkim Holding Anonim Şirketi 1960’larda kurulmuş, Alpet’in (Aliağa’nın) teknolojisi en son teknoloji olarak belirlenmiş. ALPET’in (Aliağa) yıllık üretimi bir milyon ton. 1988 ihracatı 345 bin ton “Parasal değer olarak ALPET 1987’de 82 milyon dolarlık ihracat yapmış. 1988’de 221 milyon dolarlık ihracat yapmış. Bu yıl bu rakamın yılın ilk dokuz ayında 250 milyon dolan aştığı tahmin ediliyor. Bu, korkunç bir rakamdır. Satışlarına gelince, ALPET’in satışları -şu anda en büyük kompleksimiz odur- 1987’de 437 milyar ve brüt kârı 166 milyar, 1988’de 1 trilyon 130 milyar ve brüt kârı 678 milyar liradır.” (3) Modem bir üretim tesisine sahip verimli bir KİT olan PETKİM’in satış programında oluşu burjuva akademisyenlerini bile (tüm iyi niyetlerine rağmen) çileden çıkardı. Hatta Halit Narinin bile «tüyleri diken diken» olmuş. “PET-KİM’e; Union Carbide, Mitsubishi, C. İtoh, Henkel, Hoechst, Basf. Dow Chemicar ve Dequssa Amoca gibi çok uluslu petro-kimya ve ticaret şirketleri talip.” (4) PETKİM’e bırakın çalışan ve küçük tasarruf sahiplerini, yerli finans-kapital bile talip olamıyor. O halde özelleştirmelerin gerekçeleri olarak sunulan sermayeyi tabana yaymak, teknoloji geriliği, verimsizlik şartlarının hiç biri gerçeğe uygun değil.

“Bu kadarı da olmaz” dedirtecek kadar yüzsüzlüğün ele alındığı bir bomba da ERDEMİR (Ereğli Demir Çelik): 1987’de 523 milyar ciro, 120 milyar kâr, kâr oranı (yüzde 22); 1988’de 1.064 trilyon ciro, 435 milyon kâr, kâr oranı (yüzde 41). 1980 sonrası devreye giren bir fırını tamamen bilgisayar kontrollü. Emek üretkenliği oldukça yüksek. “Son yapılan incelemelere göre, işçi başına prodüktivite ölçüleri bakımından Amerika’da yüzlerce fabrikanın en başarılısı seçilmiştir” (5).

TÜPRAŞ: 1987 cirosu 3,4 trilyon, 1988 cirosu 5,7 trilyon. Kuruluş maliyeti 3 milyar dolar. Finans-kapitalin en irileri Sabancı ve Koç’un dahi satın alacak gücü yok. Sırada daha Sümerbank ve Turban var. Uzatmak gereksiz. Verimlileştirme, teknoloji yenileme, sermayeyi tabana yayma, özerk yönetim bahaneleri adı altında en verimli, kârlı KİT’ler birincil amaç olarak yabancı sermaye elde etmek için çok uluslu şirketlere arpalık yapılırken, ikincil olarak; Finans-kapitali daha da palazlandırmak için (Her türlü destek, teşvik ve sömürü olanakları yetmiyormuş gibi) kullanılacak.

3) Sözde Muhaliflerin Çaresizlik İdeolojisi:

Özelleştirmelere karşı çıkan burjuva muhalefet içinde iki kamplaşma görüyoruz. Bunlardan biri devletçilik politikasını özleyen, sosyal demokratlar içinde dahi yalnızlaşmış, demode olan görüş. Diğeri özelleştirmenin özüne değil, uygulama biçimine tavır alan muhalif gruplar içinde egemen olan eğilim. (Tam bu noktada duralamak gerekiyor. ANAP’a muhalif DYP ile Sosyalist Enternasyonal üyesi SHP, aynı nakaratı yineliyorlar). Özelleştirmenin güncel uygulamalarını savunanlar kadar bu kesimlerin de teşhiri ağırlık kazanıyor.

Devletçilik politikasını savunan kesim halk yığınlarının yoksullaşmasını ve ekonomik çıkmazı 1980 sonrası politikalara bağlıyorlar. Atatürk’ün emaneti KİT’lerin özelleştirilmesine şiddetle karşılar. Bunlar devletçiliğin halk yığınlarını nasıl inim inim inlettiğini, devletin bütün imkanları kullanılarak asalak finans-kapitalin nasıl oluşturulduğunu, KİT’lerin asıl işlevinin özel girişimin güçlendirilmesi için ucuz ara malı üretmek olduğunu ya görmeyecek kadar körler ya da 1980 sonrası durumu kötüleşmiş burjuva katmanların sözcülüğüne soyunmuşlar (İşçi sınıfı ve emekçi katmanlar, birikim rejiminin çizdiği çerçevenin sonucunda kadar her dönemde sefalete itilmişlerdir). Sömürünün temel kaynağı ücretli emek-sermaye ilişkisi ve artı değerin yaratıldığı kapitalist üretim sürecidir. Birikim rejiminin ne olacağını sermaye birikiminin önündeki olanak ve engeller belirler.

İkinci eğilim, özelleştirmeye değil biçimine karşıymış (Siz bunu sömürüye karşı değiliz, biçimine katılmıyoruz şeklinde anlayın). Bakın ne diyorlar: “Şimdi de karşımıza geçip “Bunlar özelleştirmeye karşıdırlar.” diyorlar. Hayır, özelleştirmeye kimse karşı değildir; onu burada vurguluyoruz. (Usturupsuzluğun derecesine bakın bu zat herkesin adına konuşma yetkisini nasıl da kendinde buluyor). “Yabancı sermayeye karşıdırlar.” diyorlar. Hayır, adaletli bir şekilde, meşru zeminde ve muayyen bir oranda yabancılaşmaya da karşı değiliz. Ama Türk sanayiini onlara yedirmeye karşı oluruz.” (6) Özelleştirmeden (yani dünya çapındaki finans-oligarşisinin temsilcisi yeni sağ’ın ve yerli finans-kapitalin icraatı) rahatsız olmadığını kendisi itiraf etti. Diğer tümcesinde geçen kavramlar çok ilginç, «adaletli bir şekilde», «meşru zeminde», «muayyen bir oranda». Sermaye ihracının adaleti nasıl oluyormuş acaba. Yerli finans kapitale de «mama» kalsın demek istiyor herhalde. Meşru zeminden kastı burjuva yasallığı olsa gerek. Hayır efendim. Adaletinizi de, yasalarınızı da, demokrasinizi de istemiyoruz (Çünkü şimdi bir de kökeni eski olmakla birlikte yeni icraata uygun «sermayenin demokratlaştırılması» kavramları türedi. Kastettikleri sermayenin tabana yayılması. Böylece sınıfsal çekişmeler azalacakmış). Reformizmin bu derece geliştiği bir ortamda; TBKP sosyal demokrasinin rolüne soyunurken (KP sözcüğünü kafanıza takmayın) sosyal demokrasi de finans-kapitalin temsilciliği arayışına oturmuştur. Lenin’den bir alıntıyla tamamlayalım: “Burjuva sofistlerinin ve oportünist ‘sosyal demokratların’, kendisinden ‘sermayenin demokratlaştırılması’, küçük üretimin rol ve öneminin artması vb. gibi şeyler bekledikleri (ya da bekler göründükleri) hisse mülkiyetinin ‘demokratlaştırılması’, gerçekte finans-oligarşisinin, gücünü arttırma araçlarından biridir” (7)

4) Özelleştirmeye Karşı Alınacak Devrimci Tavır:

Bizde kapitalist üretim tarzına geçildiğinde dünyada Finans-Kapital egemenliğini ilan etmişti. Binlerce yıllık antika kökenli tefeci bezirgân sermaye, sanayi üretimine geçebilecek güçten yoksundu. 1923-1929 arası ilk birikim dönemidir. Gayrimüslimlerden boşalan koltuğa Anadolu burjuvazisi oturmuştur. Anadolu burjuvazisi ilk birikimini ticaret faaliyetinden (ihracat-ithalat acentelik) sağlamıştır. 1924 İzmir İktisat Kongresi’nin ardından İş Bankası kurulmuştur. Mevduatları yönlendirmeye başlayan banka ilk sanayi kuruluşlarının öncüsüdür. (*) 1929 Dünya Bunalımı ile birlikte meta akımı kesilince toplumun kendini yeniden üretimi tehlikeye girdi. Devletçilik politikası bu dönemde başlar. Bu tarihten itibaren irili ufaklı bir sürü KİT kurulmuş ve Türkiye ekonomisinde önemli işlevler üstlenmişlerdir. Aradaki kesikli birkaç yıl ve savaş dönemleri dışında bu temel politika 1980’lere kadar sürmüştür. Birçok yan amaç yanında (ucuz tüketim malı üreterek işçi ücretlerinin yükselmesini önlemek gibi) asıl işlevleri, Finans malı tali palazlandırmak için ucuz hammadde ve ara malı üretmek olmuştur. 1980 ile birlikte oluşan yeni uluslararası işbölümüne göre düzenlemeye giden Finans- Kapital; işlevleri tamamlandığından, bir de yabancı sermaye gereksinimi had seviyeye ulaştığından emperyalizm ile birlikte (tamamlayıcı bir ilişki içinde) gözlerini kamu kesimine dikmiş, KİT’lerin özelleştirilmesini gündeme getirerek «güneşin üstündeki tahtını» istemiştir. Özelleştirmenin devrimci kavranışı budur.

Ne Yapmak Gerekiyor? Özelleştirme ya da devletleştirme işçi sınıfının seçeneği değildir! Kapitalist üretim tarzının seyredeceği modelden yana tavır koymak bize düşmüyor (bunu burjuva iç muhalefet yerine getiriyor zaten). Ancak bununla birlikte emperyalizm ve Finans-Kapitalin son model saldırısını işçi sınıfı ve emekçi yığınların gözü önünde teşhir etmek acil bir görev. Sadece teşhir için teşhir değil, işçi sınıfı ve emekçi yığınların örgütlendirilmesinde ajitasyon ve propaganda aracı olarak teşhir. Ekonomik mücadeleye göre siyasal mücadele sürdürmek isteyenlere, kapitalizmi ehlileştirme sevdalılarına gereken yanıtı sınıf bilinçli proletarya ve partisi vermektedir ve verecektir. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların dikkatini dar sınırlı sendikal mücadeleye yönelten anlayış bugün için en tehlikelisidir. Başarıya giden yol; işçi sınıfı ve emekçi katmanların örgütsel birliğini siyasal hedeflere yönelten (ekonomik mücadeleyi dışlamıyoruz. Devrim hedefinde yararlanılması gereken bir araç olarak değil, asıl amaç olarak kavrayanları dışlıyoruz) mücadele ve direnişten geçiyor. Bu mücadelenin bir ara bileşeni olarak – ÖZELLEŞTİRMELERE HAYIR! KAHROLSUN FİNANS-KAPİTAL DİKTATÖRLÜĞÜ! YAŞASIN İŞÇİ SINIFI ve EMEKÇİ YIĞINLARIN ÖRGÜTSEL BİRLİĞİ ve MÜCADELESİ!

(*) Bunalım, Finans-Kapital ve VI-Plan, Çağdaş Yol, Ağustos 89

(*) İş Bankası’nın oynadığı fonksiyon ile ilgili bilgi almak için bkz. Kemalizm, Çağdaş Yol, Temmuz 87

DİPNOTLAR:

1) E. Altvater: Neo-Liberal Karşı Devrimin Hiç de Gizli Olmayan Çekiciliği, s. 45, İktisat Dergisi, Aralık 1984

2) Ekonomi Politiğin Temelleri, s. 603, May Yayınları, 1979

3) M. Celalettin Özgen, Özelleştirme Açık Oturumu, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Kasım 1989

4) Cumhuriyet Gazetesi, Ekonomi sayfası, 30 Haziran 1989

5) Prof. Dr. Dündar Sağlam, Özelleştirme Açık Oturumu, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Kasım 1989

6) Kemal Kurdaş, Özelleştirme Açık Oturumu, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Kasım 1989

7) Lenin, Eserleri, Cilt 22, S. 231/232