BİENNİO ROSSO (KIZIL YILLAR) ve FABRİKA KONSEYLERİ – M. Sinan MERT

Yol, Bahar 2016

I. Dünya Savaşı’nın sonu sadece Ekim Devrimi’nin doğuşu ile hatırlanmamalı. Ezilenlerin iktidarının inşası açısından sonsuz deneylerin biriktiği bir dönem olarak da düşünülebilir 1919-1920 yılları. Rusya’da Ekim 17’de yaşanan devrimin yarattığı zelzele etkisi savaşın devletleri likide edici etkisi ile de birleşince işçiler ve köylüler için muazzam bir fırsat penceresi ortaya çıkmıştı. Tarih bu açıdan hep aynı yükseklikte ilerleyen bir zemin olarak görülmemeli. Belli momentlerde ezilenlerin iktidarının inşası için muazzam olanaklar ortaya çıkıyor, Bolşevik Partisi gibi bir araca sahip olan Rus proletaryası bu olanağı devrime dönüştürdü ancak benzer olanaklar özellikle Macaristan, Almanya ve İtalya’da da fazlasıyla belirgindi. Almanya ve İtalya, ortaya çıkan olanakların işçilerin ve köylülerin tüm atılganlığına ve cesaretine rağmen sosyalist partilere egemen olan kokuşmuş bürokratik atalet yüzünden kaybedildi. Gramsci bunu İşçi Konseyleri örgütlenmesinin gazetesi diyebileceğimiz L’Ordine Nuovo’da daha işler son raddesine ulaşmadan fark etmişti: “Sosyalist hareketin en vahim hatası sendikalistlerin hatasına benziyordu. Devlet içerisindeki toplumun genel etkinliğine katılan sosyalistler kendi rollerini esas olarak eleştiriye, antiteze ilişkin bir rol olması gerektiğini unuttular. Gerçekliğe vakıf olacaklarına gerçekliğin kendilerini soğurmasına imkan verdiler.” Tarihsel bir özgürleşme olanağının trajediye dönüşmesine yol açan defo tam da buradaydı. Ataletin, rutin işleyişe olan bağımlılığın, yeni olanı fark edememenin, kendini devrimci momentin temposuna uyduramamanın bedeli “sadece programında devrimi olan bir partinin” adım adım işçi sınıfının bağrından sökülerek egemen sınıfın bir aparatı haline dönüşmesiydi. Alman Devrimi’ni bilfiil ezenin Sosyal Demokrat Partisi olması bu durumun en uç örneği haline gelmişti.

İtalya savaşta çok ağır bedeller ödemiş bir ülke değildi fakat 1918’den itibaren çok önemli bir toplumsal hareketliliğin içine düştü. Tarımsal üretimin, orduya katılan köylülerin fazlalığı dolayısıyla önemli oranda düşmesi besin kıtlığına yol açtı. Perde bu kıtlığa karşı isyanlarla açıldı. Özellikle Mayıs ve Haziran 1919, merkezden kuzeye doğru yayılan hayat pahalılığı isyanları Biennio Rosso’nun kimilerine göre en devrimci dönemini oluşturmaktaydı. Gözü korkan dükkan sahiplerinin büyük bir kısmı işyerlerini yerel işçi birliklerine terk ettiler, bir çok bölgede günlerce devam eden bir ikili iktidar hali yaşandı. (Carl Levy, “Gramsci and the Anarchists, p.120) Geç sanayileşen İtalya, özellikle kuzey bölgesinde büyük sanayi kentleri ortaya çıkarmıştı. Kuzey İtalya’daki sanayi kentlerinde işçiler savaştan sonra çok büyük bir hızla örgütlendiler. Sadece PSI’ya (İtalyan Sosyalist Partisi) yakın duran CGL değil aynı zamanda devrimci sendikalist UIL ve anarko sendikalist USI de yüzbinlerle ifade edilebilecek üye sayılarına ulaşmışlardı. Bu süreçte anarşistlerin bir kısmı hızla milliyetçi/faşist örgütlenmelere dönüşürken bir kısmı da taban örgütlenmeleri aracılığıyla devrimi ileri itmek için büyük bir çaba sarfettiler. Malatesta ve Borghi’nin etkisi altındaki USI, her yerde sosyalistlerle taban örgütlerinde, iş yeri ve kent hücrelerinde bir araya gelerek devrimci bir cephe oluşturmayı öneriyordu. Bu dönemde işçilerin talepleri temel olarak ücret artışları ve fabrika yönetimlerine katılım üzerinde yoğunlaşmaktaydı. Anarşistlerin temel yaklaşımı ise şuydu: İşçileri kısa vadeli, reformist taleplerine ulaşabilmek devrime, son noktadaki hedefe varabilmek kadar zorsa o zaman neden hemen devrim için harekete geçmeye çalışmıyoruz? İşçi sınıfının büyük partisi PSI’nın merkezi eğilimi ise çok daha temkinli ve uzun vadeli planlar eşliğinde ilerlemeyi tercih ediyordu. Bu sebeple de anarşistlerin devrimci sloganlarından uzak durmaya, işçi sınıfının ekonomik kazanımlarını büyütmeye ve onları güvence altına almaya çalışıyorlardı. Bu ayrım o kadar belirgindi ki Zinovyev anarşistlerle sosyalistleri birbiriyle şöyle karşılaştırmaktaydı: “Devrim günlerinde Malatesta D’Aragona’dan daha iyidir.  Anarşistler aptalca işler yapıyorlar ama devrimciler”. Gramsci’nin önemli kavramsal kazanımlarından mevzi savaşı/manevra savaşı ikiliği bu dönemin geleneğinde besleniyor görünmektedir. PSI, dönemin güç dengelerinin devrimci gelişmeler için olağanüstü verimli olduğunu hiç fark etmemiş gibi davranmış, sınıfın ileriye atılmaya hazır momentini aşırı temkinli tutumuyla berhava etmiştir. 1848 Fransız Devrimi günlerinde Marx’ın Blanquistleri işçi sınıfının gerçek temsilcisi olarak görmesi de bu açıdan öğreticidir. Mevzi savaşı günlerinde “sol çocukluk hastalığı”, uçkunluk gibi görülebilen devrimcilik manevra savaşı ve toplumsal dönüşüm momentlerinde temel ön açıcı araç haline gelmekteydi. PSI bu noktaya gelememesinin bedelini Mussolini aracılığıyla ödemiş oldu. Bolşevizm’in anarşizm ile reformizmi birbirinin mütemmim cüzü olarak görme tespiti 1919-20 İtalya’sında fazlasıyla doğrulanmış gözükmektedir. PSI’ın ön geçmekten, inisiyatif almaktan kaçınan tutumu anarşizmin kestirmeci söylemlerine meşruiyet kazandırmıştır. Özellikle küçük işletmelerde çalışan ve vasıfsız işçilerin bu dönemde yoğun bir biçimde anarşist saflara katıldıkları görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında 20 Şubat 1919’da sosyalist sendika CGL, patronlarla 8 saatlik işgünü üzerine anlaştı. Patronlar örgütlü kapitalizm ile işçileri devrimci düşüncelerden uzaklaştırmaya çalışıyorlardı, düzen henüz bir siyasi istikrar üretememişti. Ekim Devrimi’nin yankıları bütün Avrupa’yı sarsıyordu ve işçileri mücadele azmi ile doluydu. PSI’nın uzun vadeli planları, onları düzen içindeki mevzileri büyütmekten, düzene karşı öldürücü bir atak yapmaktan uzak tutuyordu. Örgütün inisiyatif almaktan uzak durması ise sınıfın mücadele azminin adım adım aşınmasına ve tükenmesine yol açtı. Partinin başındaki sağ kanat Turati yönetiminin parlamenter yöntemler dışında iktidarı almak gibi bir perspektife sahip olamaması bu anlamda İtalyan işçi sınıfına çok pahalıya mal oldu. Sosyalistlerden beklediklerine ulaşamayan işçi kitleleri hareket yenildikten sonra yüzünü faşistlere dönebildi. Bunun en somut örneği, devrimci bir sınıf çizgisi olarak ortaya çıkan UIL’in bir süre sonra faşizme meyletmesi oldu.

Partinin radikal maksimalist kanadı ise Bordiga’nın öncülüğünde ayrı bir parti kurmaya kalkışmaktansa PSI içindeki reformist kanattan kurtulmayı temel politika haline getirmişti. “Devrimci bir momentte proletaryaya sandık çağrısı yapmak devrimci ilerleme için hiç umut yok anlamına gelir.” Bordiga’nın bu yaklaşımı aslında dönemin temel meselesini kavradığını göstermekteydi. Sosyalistlerin burjuva hukukuna burjuvaziden daha sadık davranması, nefesleri ilk tükendiği momentte faşistler tarafından kaba güç ile ezilmelerine engel olamadı. Fakat Bordiga’nın boykot çağrısı Lenin tarafından da makul karşılanmayınca radikal kanadın etkinliği oldukça zayıfladı. Sovyetlerin desteklediği Serrati ise bu desteği olumlu bir biçimde değerlendirip Turati’yi pasifize edecek bir tutum geliştiremedi. PSI’ın radikal/devrimci retoriği ile pasif ve kitlelerin arkasına saklanan tavrı arasındaki uçurum giderek derinleşmekteydi. PSI’ın 1919’daki Bologna Kongresi’nde Bordiga’nın maksimalist kanadının boykot taktiğine kilitlenip dönemin temel görevi olan komünist partinin inşasından uzak durmasının bedeli de çok ağır ödendi. 1921 Livorno Kongresi’nde ayrışma gerçekleştiğinde sınıf hareketi inişe geçmiş durumdaydı. PSI 1919-1920 Kızıl Yılları’nı böylece tam anlamıyla boşa harcamış oldu.

PSI’ın hatalı politik çizgisinin en belirgin yanlışlarından birisi ise aşırı işçici bakış açısıydı. Anarşistlerin kentlerdeki ve kırlardaki açlık isyanlarından devrimci sonuçlar çıkarma hevesi PSI için neredeyse bir alay konusu idi. Örgütlü fabrika işçilerinin mücadelesi dışında hiçbir toplumsal kesime özel bir önem atfetmemekteydiler. A. Gramsci partiyi savaş gazilerini örgütleme konusunda gayretli davranmamasının sonucunun bu kesimin faşizme örgütlenmesinin önünü açtığını belirttiğini de burada vurgulamak gerekmektedir. İşçi sınıfının örgütleyemediği ancak düzenle de bir biçimde meselesi olan radikalleşmeye açık kesimlerin burjuvazinin reaksiyoner fraksiyonları tarafından örgütlenmesi ve son kertede işçi sınıfının ezilmesi için harekete geçirilmesi tarihte sık rastlanan bir durumdur. PSI’ın savaştan dönen ve kendi içlerinde örgütlenmeye çalışan ordu artıklarını örgütlemeye çalışmaması, De Ambris yönetimindeki UIL’in faşizme meyletmesini mümkün kılan gazi örgütlenmesini gerçekleştirmesine olanak sağladı. De Ambris savaş koşullarının gerektirdiği fedakarlık ve dayanışma ruhunun devrim için de mutlaka gerekli olduğunu vurgulayarak PSI’ın gazilere yaklaşımını eleştiriyordu. PSI’ın tutumunu pasif bir tarafsızlık ve savaşın İtalya üzerinde yarattığı koşullara ilgisizlik ile ilişkilendiriyordu.

Biennio Rosso’nun en temel öğelerinden birisi de adalarda ve kırsal güneyde gerçekleşen büyük toprak işgalleridir. 1919 sonbaharından başlayarak Lazio’dan başlayarak geniş bir alana yayıldı. Ağırlıklı olarak köylülerden oluşan (İşçiler sanayi üretiminin aksamaması için askere alınmamışlardı, savaş gazilerinin işçi sınıfına tepkili olmasının en önemli gerekçelerinden birisi de buydu. Onlara göre işçiler savaşın hiçbir bedelini üstlenmedikleri gibi bir de savaş sonrasında devletin güçsüzlüğünden yararlanarak aşırı taleplerde bulunuyorlardı.) ordunun terhis edilmesi sonrasında 1920 sonbaharında şiddetlenerek Sardunya, Sicilya, Calabria, Campania ve Apulia bölgesinde etkili oldu. İşgaller toprakların mülkiyetinin değişmesinden ziyade köylü kooperatiflerinin tanınması ve toprakların üretici köylülere kiralanması gibi ara formüllerin bulunmasına yol açıyordu. Bu uzlaşma durumunun ortaya çıkmasında işgallerin sosyalistlerin öncülüğünde değil de daha ziyade Katolik Halk Partisi aktivistleri tarafından yürütülmesiydi.

İşçiler ise bilinçli bilinçsiz, PSI’nın bu uzlaşma eğilimini yıkacak bir talep geliştirdiler: İş yerlerinde ve kendi çalışmaları üzerinde denetim sahibi olmak. İş yerlerinde kurulmuş olan İşçi Komisyonları’nın yetkilerini genişletmeyi ve çalışmayı kendi denetimleri altına almayı talep ediyorlardı, yani gereksizleşmiş bir sosyal varlık olan burjuvaziyi üretim araçları üzerindeki mutlak mülkiyetten mahrum bırakacak tarihi bir hamle için hazırlık yapmaktaydılar. Anarşistlerin özyönetim düşüncesine yakınlıkları zaten Proudhon’dan beri bilinmekteydi. Leninizm ile “Devlet ve Devrim” üzerinden tanışan ve Rus Devrimi’ni bu açıdan daha çok Sovyetlerin tabandaki özyönetimci işçi deneyimi üzerinden okuyan Gramsci ve arkadaşları Togliatti, Tasca da yönetimini ele geçirdikleri L’ordine Nuovo gazetesi aracılığı ile İşçi Konseyleri düşüncesini geliştirdiler: “İç komisyonlar işçi demokrasisinin girişimciler tarafından kendilerine dayatılan kısıtlardan kurtarılması ve yeni bir yaşama/yeni bir enerjiye kavuşturulması gereken organlarıdır. İç komisyonlar günümüzde fabrikadaki kapitalistin gücünü sınırlamakta ve hakem kurulu ve disiplin işlevi görmektedir. Yarın gelişmiş ve zenginleşmiş halleriyle bu komisyonlar, kapitalistin onun yönetime ilişkin bütün yararlı işlevleriyle birlikte yerini alan proleter iktidarın organları olmalıdır.”

20 Şubat 1919’da 8 saatlik işgünü anlaşmasının gerçekleşmesi işçi sınıfı tarafından önemli bir kazanım olarak algılandı. PSI’ya yakın CGL ve FIOM gibi sendikalar bu başarıyı önerdikleri reformist ve düzen için mücadele çizgisinin başarısı olarak lanse etmeyi tercih ettiler. Tabii bu anlaşmanın işçi sınıfının özellikle büyük şehirlerde, büyük fabrikalarda yaşayan kesimleri arasında PSI/CGIL sempatisini arttırdığını da vurgulamak gerekmektedir. Oysa patronlar 8 saatlik iş günü ve zamlar dışında tüm talepleri böylece ötelemişler, işçi sınıfının mücadele azmini kontrol altına almaya çalışmışlardır. Burjuvazi özellikle iş yeri denetimi konusunda işçilere taviz vermeyecek bir çizgi izleyeceklerini açıkça ortaya koymaktaydılar.

İşçilerin ise en azından bazı kesimleri iş yerinin denetimi talebinde ciddi idiler. Şubat ayının sonlarına doğru UIL, Dalmine kentindeki Franchi-Gregorini fabrikasında 8 saatlik iş günü ve cumartesi yarım gün tatil talebini patrona iletti. Patronun lokavt ile tehdit etmesi sonrasında işçiler işgale karar verdi. 16-17 Mart’ta ilk işgal UIL denetiminde gerçekleşir, işçiler işgal ettikleri fabrikada üretime devam ederler. 1500 askerin fabrikayı basması sonrasında ilk işgal kırılır ancak işaret fişeği patlamıştır. İlginç olan durum, Mussolini’nin eylemi selamlaması idi. Özellikle işçilerin işgal sırasında üretimi devam ettirmeleri onun etkilemiş görünüyordu. Bunu milliyetçilik ile devrimci sendikacılık arasındaki yakınlaşmanın verimli bir meyvesi olarak değerlendirmekteydi.

Temmuz 1919’da düzenlenmeye çalışılan uluslararası grev, USI tarafından devrime yönelecek bir süresiz genel greve dönüştürülmek isteniyordu. Grevin temel amacı Rusya ve Macaristan’a dönük emperyalist müdahaleyi kınamak ve Versaille Anlaşmasını protesto etmekti. USI’nın başındaki Borghi grevin sivil ve askeri görevlilerin enterne edildiği, halkın silahlandırıldığı ve kentlerin yönetiminin ele geçirildiği dönüştürülmesini öneriyordu. PSI’nın sol kanadı ile de Bologna’da gerçekleştirilen ortak bir toplantıda öneri tartıştırıldı. 1 Temmuz gelmeden CGL greve destek vermeyeceğini açıkladı. Fakat 30 Haziran itibariyle işçilerin ekonomik temelli kimi taleplerle başladıkları grevler dalga dalga yayıldı. 20 Temmuz’da grevler ciddi bir yaygınlık kazandı. Borghi’nin görüşleri PSI’ın genelinde değil ama Bologna seksiyonunda bir karşılık buldu. Anarşistler CGL ve PSI’nın pasif tutumundan sorumlu tuttukları Serrati, Turrati ve Claudia Treves gibi isimlere suikast düzenlemeyi bile düşündüler. Bu yüzden adı geçen liderler grevlerin doruğa çıktığı günlerde hükümet tarafından korundular. Borghi ve diğer bazı politikacılar ise gözaltına alınarak, grevler bitene kadar hapsedildiler. Grevlerin olağanüstü katılım seviyesine rağmen PSI’nın müdahalesiyle sönümlenmesi örgütün hem gücünü hem de güçsüzlüğünü ortaya koymaktaydı. Hükümetin en zayıf anında bile sosyalistlerin iktidara yönelmekten imtina etmesi devletin özgüvenini arttırdı.

Kentlerdeki işçi sınıfı hareketliliğinin devrimci sonuçlar yaratabilmesi yoksul Güney İtalya kırlarından da destek görebilmesine bağlıydı. Hükümet bu riski azaltmak, köylüleri en azından nötralize edebilmek için bir tür toprak reformu girişiminde bulundu. Ekilmemiş olan toprakları köylüler beş yıl içinde işgal ederek, ekim dikim için kullanabileceklerdi. Bu yasa, köylülerin desteğini almaktan ziyade Güneyli büyük toprak sahiplerinin öfkesini kazandı. Hükümetin istikrarı sağlamakta zorlandığı, düzenin hızla tesis edilmesi için gerekli olan tüm adımların atılması konusunda toprak sahipleri de burjuvazinin genel hassasiyetlerini göstermeye ve bunu dillendirmeye başladılar. Kısa bir süre sonra Mussolini’nin iktidara gelmesine, parlamentoyu işlevsiz hale getirmesine ve sosyalistleri en sert yöntemlerle bastırmasını destekleyecek blok böylece olgunlaşmaya başladı. Fabrikalarına işçilerin el koymasından ürken burjuvalarla topraklarının küçük köylülere dağıtılmasından korkan, kulaktan kulağa fısıldanan Bolşevizm hikâyeleriyle ödü kopan hakim sınıflar, savaş gazilerini vurucu güç olarak kullanıp sokağı onlar adına sakinleştirecek faşizmin aşırılıklarına göz yummayı tek kurtuluş yolu olarak görmeye başladılar.

Politik olarak parlamenter zemine sıkışmış olan PSI 5-8 Ekim’de 3. Enternasyonal çizgisini benimsediğini açıkça ilan etti. Dünya devrim partisinin seksiyonu olmayı retorikte kabullenen parti, pratikte ise parlamenter zeminin zorlanmasına karşı her türlü girişimi mahkûm etmeye devam etti. 1920, partinin söylemi ile eylemi arasındaki uçurumun sürdürülemeyecek derinliklere ulaştığı bir yıl olacaktı.

Bu arada Şubat 1920’de anarşistlerin önemli liderlerinden Malatesta, Londra’daki sürgününden ülkeye döndü. Polisin işçi sınıfı militanları üzerindeki artan baskısı nedeniyle USI, fabrikaların işgalini daha güçlü bir slogan olarak öne çıkarmaya başladı. Borghi bir yerde şöyle yazmıştı: “Fabrikaların işgali kitleler içinde en baskın düşünce ve şu andan itibaren herkes İtalya’da devrimin şu özgürleştirici slogan olmadan ilerleyemeyeceğine emin olabilir: Kitleler fabrikaları terk etmiyor ve kendi adlarına üretmeye başlıyorlar” Anarşistlerin çağrıları, artan sayıda işçi önderinin polis saldırılarında ölmeye devam etmesine rağmen karşılık bulmadı. Rusya’ya göre oldukça gelişmiş bir sanayiye sahip bir Avrupa ülkesi olan İtalya’da işçilerin devrimci bir momentte devrimci talepleri ile üretimi birleştirmiş olmaları bir yanıyla muazzam heyecan verici olmakla birlikte aslında devrimci momentin başarısızlıkla sona ermesini açıklamakta da kullanılabilir. Sonuç olarak işçilerin devlet iktidarını önemsemeksizin, merkezi iktidara yönelmeksizin fabrikaların işgali üzerinden burjuvazinin toplumsal iktidarına son verebileceklerini düşünmeleri önemli bir eksiklik barındırmaktaydı. Son derece büyük bir kitle mobilizasyonunun yaşandığı, burjuva iktidarının son derece iğreti durduğu bir dönemde merkezi iktidarı ele geçirme hamlesinin zamanında gerçekleşmemesi aslında karşı devrim güçlerinin kendilerini düzenlemelerine ve faşizmin kurtarıcılığına önemli bir destek üretmelerine müsaade etti. Lenin’in Nisan Tezleri’ndeki müdahalesinin ne kadar anlamlı olduğu İtalya işçi sınıfı tarihinden bakılınca çok daha iyi anlaşılmakta. Devrimi üretici güçlerdeki bir takım gelişmelerin arkasına iten ya da iktidarı ele geçirme araçlarını parlamentarizmin araçları ile sınırlı tutan bir yaklaşımın devrime öncülük edebilmesi mümkün değildir. Çünkü devrim olanağı, egemen iktidar bloğunun çözüldüğü, devletin işlevsizleştiği, ezilenlerin ise görece güçlü bir karşı hegemonya geliştirebildiği anlarda belirir ve bu anlar geçicidir. Devrim momentinin ortaya çıkmasının üretici güçlerin gelişmesi, sınıfın örgütlülük seviyesi vs. gibi daha yapısal etkenlerle de alakası sanıldığı kadar güçlü değildir. Devrim momenti iktidar bloğunun çözülmesi ve iktidarı alma konusunda kararlı ve bunu başarma kapasitesini geliştirmiş bir politik aktörün varlığına bağlıdır. İtalya tarihi söz konusu olduğunda devrimci moment açıldığında sosyalistler açısından son derece elverişli koşullar bulunmaktayken, parlamenter yola bağımlılık, “burjuva iktidarını nizami olmayan biçimlerde yerinden etmeme konusunda aşırı hassasiyet”, savaşın yükselmesinin sorumluluğunu üstlenememe, mücadeleyi şiddetlendirmeye eğilimli toplumsal öbekleri örgütleyememe gibi zaaflardan dolayı fırsat faşistlerin eline geçmiş onlar da imkânı sonuna kadar değerlendirmeyi başarmıştır. İtalya’nın Kızıl Yılları, parti ve taban örgütlenmesi diyalektiğinin ne kadar önemli olduğunun bir sağlaması olarak da alınabilir. İtalya’da Rus Sovyetlerini çok aşan bir taban örgütlenmesi olmasına rağmen 2. Enternasyonal ruhunun tamamen hâkim olduğu bir parti öne atılmak gereken bütün momentleri kaçırmıştır. Alman sosyal demokratları kendi komünistlerini fiilen öldürerek etkisiz hale getirirken, İtalyan komünistleri Spartakistlerin atılımını yapacak iradeyi gösterememişlerdi. Borghi retorik devrimcilikle inisiyatif almaktansa reformizmin sert eleştirmeni olmakla yetinmiş; Gramsci, Togliatti ve diğer L’Ordine Nuevo’cular ise partinin inisiyatif alması ihtiyacını belli bir süre görmezden gelmişler, anarşistlerin fazlasıyla etkisi altında kalmışlardır. Anarşistler ise bir yandan hareketi ileriye doğru itmeye çalışırken, otorite karşıtı söylemlerle siyasi öncünün rolünün anlaşılmasının önünde engel oluşturmuşlardır. Buharin’in dediği gibi birbirinin mütemmim cüzü olan reformizm ve anarşizmin güçlü varlığı öncü unsurun oluşumunu engellemiştir. Devrimi bir sınıf değil bir siyasi özne, bir siyasi aktör, bir devrimci parti öncülüğünde gerçekleşen bir dönüşüm olarak görmek zorundayız. Toplumsal hareketin kendisini siyasi öncünün yerine ikame etmek devrimi Kaf Dağı’nın arkasına atmak anlamına gelecektir. İtalyan Devrimi’nin yenilgisinin altını kalın harflerle çizdiği ders budur. Gramsci de L’Ordine Nuevo deneyimi sonrasında Modern Prens’in analizinin üzerine yoğunlaşarak bu dersi aldığını büyük oranda ortaya koydu. “Proleter hareketin liderleri ‘kitlelere’ dayanırlar; bir başka deyişle, eyleme geçmeden önce kitlelerden izin ister, onların seçtiği biçimlerde ve zamanlarda onlara danışırlar. Fakat, devrimci bir hareket ancak proleter öncülere dayanabilir ve önceden danışılmaksızın, temsilci asambleler aygıtı olmaksızın yürütülmelidir. Devrim savaş gibidir; işçi sınıfı genelkurmayı, tıpkı savaşa hazırlanan ordu genelkurmayı gibi, büyük bir titizlikle devrim ortamını hazırlamalıdır… Keza, devrimci harekete de ulusal bir işçi asamblesi karar veremez. Böyle bir asambleye çağrıda bulunmak devrime inanılmadığını peşinen itiraf etmek demektir, dolayısıyla bu devrime karşı zararlı bir basınç uygulamak anlamına gelir.” ( Gramsci Kitabı, s.123-124)

Mayıs 1920’de liberal Nitti hükümeti düştü. PSI, Katolik Halk Partisi ile ittifak yaparak hükümeti düşürdü. PSI’nın hükümeti belirleme kapasitesi karşı devrim güçlerini daha da tedirgin etti. PSI hem iktidarı alma hamlesi yapmaktan kaçınıyor hem de düzen güçlerini daha fazla bir araya gelmeye itiyordu. Kendisini parlamenter oyuna bağlı, güvenilir bir politik aktör olarak orta sınıflara kabul ettirmeye çalışıyordu. Fakat burjuvazinin hegemonyası altındaki orta sınıfların PSI’ya bakışı kolayca değişecek durumda değildi. İktidarın alınmasını toplumun çoğunluğunun rızasına bağlama hatası İtalyan işçi sınıfının en büyük hatası oldu. Haziran ayında daha öncede Başbakanlık yapmış, 78 yaşındaki Giolitti hükümetin başına geçti.

Arnavutluk’a gönderilmek istenen askerlerin savaşmayı reddederek Ancona şehrini işgal etmeleri (27-30 Haziran) ve bir silahlı isyan başlatmaları gerilimi yeni bir noktaya yükseltti. Ezilenler her noktada düzene karşı muazzam bir direnme kapasitesi ortaya koymalarına rağmen bu enerjiyi devrime yönlendirme görevini taşıyan PSI bütün bu gelişmeleri neredeyse görmezden geliyor, fiili durum yaratacak hiçbir hamleye ortaya koyamıyordu. Hatta hükümetin Ancona’daki direnişe saldırırken ortaya koyduğu vahşete de dolaylı destek verildi ki işçi direnişleri yenildikten sonra aynı devlet şiddeti bu sefer sosyalistlere dönecekti. PSI daha önceden bütün devrimci grupları davet ettiği toplantı çağrısını Ascona olaylarını gerekçe göstererek iptal etti. Faşizmin dış müdahale meraklısı, milliyetçi ve saldırgan politikaları Ascona isyanı başarıya ulaşabilse ilk etapta yenilebilirdi. Fakat PSI geleneksel tavrıyla rutin dışına çıkma, parlamenter siyaseti gölgede bırakma eğilimi gösteren her hareketi itibarsızlaştırmayı tercih etti. USI’nin yapmış olduğu genel grev çağrısı CGL ve PSI tarafından reddedildi. Sendikanın Roma şubesinin merkezi kararı tanımayacağı ve greve çıkacağı söylentileri yayılınca bu girişimi sendika bürokrasisinin merkezi müdahalesi ile engellendi. CGL, isyanı açıkça kınadı. Topluma makul bir politik aktör olunduğu mesajı verilmeye çalışılıyordu. Fakat yaşanan her olayla birlikte orta sınıfların istikrar adına faşizme yanaşması daha da hızlanıyordu. Karşı devrim bloğu tam olarak organize olmadan yapılacak karşı hamle fırsatları ise sürekli olarak kaçırılmaktaydı.

Eylül 1920’de Fabrika Konseyleri, FIAT fabrikası başta olmak üzere, fabrikalara el koydular, üretimi sürdürdüler. Patronlar kesinlikle anlaşma taraftarı değildiler, işçi hareketinin zaaflarının farkındaydılar ve iş yerlerinin denetimini paylaşmayı kabul etmeyeceklerini açıkça ortaya koydular. Başbakan Giolitti orduyu işgalleri kırmak için kullanmak istemedi. Bunun işçi hareketini alevlendireceğini düşünüyordu, hareketin kendi iç zaafları ile yenilmesini tercih etti. Fakat Giolitti’nin işçilere ve köylülere karşı ılımlı tavrı patronların faşizmi desteklemesine varan yolu açtı. Torino’dan bir grup burjuva işgal edilen fabrikaların top ateşine tutulmasını önerdi, Giolitti “Teklifi kabul ediyorum, fabrikanızı gösterirseniz işe sizinkiyle başlayabiliriz.” diye yanıt verdi.

Anarşistler işgalleri devrimin başlangıcı olarak algıladılar ancak CGL ve FIOM merkezleri için yaşanan grevin bir başka biçimiydi. Eylemlerin tam da dünya piyasalarında çelik fiyatlarının düşmeye başladığı bir ana rastlamasının, patronların direnme kararlılığını arttırdığı söylenebilir. Burjuvazi iş yeri denetimini işçilerle paylaşmayı kesinlikle kabul etmeyeceğini açıkça deklare etmişti. İşgaller ilerledikçe CGL ve PSI anlaşma yolları aramaya başladılar. Onlar işgalleri patronlarla bir pazarlık aracı olarak görüyorlardı. L’Ordine Nuovo çizgisinin, savunduğu işçi özyönetiminden kentlerin ve toprakların da ele geçirildiği bir devrim yaratma perspektifleri ve daha da kötüsü gerilimi yükseltecek cesaretleri yoktu. Aynı zamanda yeterli hazırlığın bulunmadığı, eylemin başlatılış biçiminin doğru olmadığı ve eylemin somut bir hedefinin bulunmaması gibi sebeplerle işgal eylemlerinin zamanlamasını 15 Ağustos 1920’de eleştirmişlerdi. Angelo Tasca daha sonra şöyle yazmıştı: “Daha cesaretli ve daha iyi silahlanmış bir öncünün bulunduğu Torino’da komünist liderler neredeyse her devrimci çabayı engellediler ve kente saldırı için kamyonlara doluşmaya başlayan Fiat işçilerini geri çevirdiler.”  Eylül ayının sonlarında kendi sorumluluklarını üzerlerinden atmak için direnişi büyütüp büyütmemeyi işçilere sordular, bir oylama ile işgalleri bitirme kararı aldılar. PSI Genel Sekreteri Gennari “Bu kadar büyük bir sorumluluk gerektiren bir kararı parti yöneticileri alamazdı.” açıklamasıyla devrimin yenilgisinin arkasındaki temel zaafı da ortaya koydu. Gramsci o günlerdeki bir yazısında referandumu şu sözlerle değerlendirmişti: “Bugün metal işçileri referandum yoluyla kendi federasyon kongreleri tarafından oylanan önergeyi onaylamak ya da reddetmek durumundadır. Fabrikalardaki iş gücüne danışılmasının ne gibi bir sonuç vereceğini tahmin etmek zor değildir. Referandum alabildiğine demokratik ve karşı devrimci bir biçimdir, amorf halk kitlesinin değerlenmesine ve bu kitlelere önderlik ederek onlara siyasal bilinç veren öncülerin ezilmesine hizmet eder.” (Gramsci Kitabı, s.121) Hükümet, patronlar ve sendikalar arasında yapılan anlaşmayla ücret zammı, fazla mesai ödenmesi, 6 ücretli tatil izni ve eyleme katılanların cezalandırılmayacağı maddeleri kabul edildi. Aynı zamanda işçilerin yönetime katılımının düzenlenmesi üçlü bir komisyonun çalışmasına bırakıldı. USI’nin CGL geri adım attığında işçilerin kendilerini takip edeceği yönündeki beklentisi gerçekleşmedi. Tam tersine işçiler işgallerin başarısızlığa uğramasının faturasını büyük oranda USI’ye çıkardılar. İşgaller sonrasında USI hızla küçüldü.

İşgallerin yenilmesi sonrasında işçi hareketi hızla ufalandı, sosyalizmin radikal bir dönüşüm umudu olmaktan çıkması sonrasında kitleler hızla faşizmin kara bayrakları arkasında toplandılar. “Hareket başarısız olduysa bunun sorumluluğu işçi sınıfına değil; görevini yapmayan, ehliyetsiz ve beceriksiz, işçi sınıfının başına geçmeyip kuyruğuna takılan Sosyalist Parti’ye yüklenmelidir.” (Gramsci, Gramsci Kitabı, s.129)

İtalyan Devrimi’nin yenilgisi işçi sınıfının fabrikalardaki ve yerel ölçekteki özyönetiminin yanlışlığını göstermez. Sadece bunların ve işçi sınıfının kendiliğinden eyleminin başarabileceklerinin sınırlarına işaret eder. Aslında işçi sınıfının örgütlenmesinin ne sadece partiyle ne de Sovyet tarzı yerel ve iş yeri bazlı örgütlenmeyle tarif edilemeyeceğini de ortaya koyar. Esas olan merkezi/profesyonel ve yerel/ulusal/kitlesel/kendiliğinden olanın birbiriyle iç içe geçmiş koordineli işleyişindedir. İnisiyatifin tamamen partide olduğu momentler kitle katılımını zayıflatır ve bürokratikleşmeye yol açar, ağırlığın tamamen kitle hareketine/yerele/özyönetime verildiği dönemlerde ise taktiksel bütünlük ve öldürücü darbe vurma yeteneği zayıflar. Ezilen sınıfların örgütlenmeleri parti/toplumsal hareket dengesini ve gerilimini sürekli olarak koruyabilmek durumundadır. Ancak her dönemin ihtiyacının da farklı olduğunu muhakkak gözlemleyebilmek gerekmektedir. Gramsci’nin yukarıda yaptığı devrimin demokrasi ile bağdaşmayan, daha çok savaşa benzeyen bir moment olduğu vurgusu son derece önemlidir. Devrimin önceki ve sonraki momentlerinde farklı görev dağılımları düşünülebilir ancak öncü örgütlenmenin devrimci lokomotif rolünü oynayamadığı hiçbir olaydan devrim çıkamayacağı da açıktır. Devrim, çoğunluğun iradesi ile gerçekleşmez. Devrim, bir kırılma anıdır. Bu kırılma anında hamle üstünlüğünü kazanan politik unsur sürükleyici halka haline gelir. Ekim Devrimi momentinde Lenin’in müdahale yeteneği Bolşeviklerin iktidara kilitlenmesine yol açtı, bu kilitlenme ise vurucu darbenin indirilebilmesini sağladı. Almanya’da işçi sınıfı partisinin reformist kanadının çökmüş olan devleti ayağa kaldırma rolünü üstlenmesi ve kendi komünistlerini ezmesi işçi sınıfının devrimci momenti harcamasına sebep oldu. İtalya’da ise komünistler ileri atılan işçilerin önüne devleti, merkezi iktidarı hedefleyen bir taktik koyamadılar. 20. yüzyılın başında ortaya çıkan reformistler-komünistler saflaşmasında İtalya, kopuşmayı en geç gerçekleştiren ülkelerden biri olarak sınıf hareketinin çıkışını ve inişini büyük oranda izledi. Hem parlamenter ölçekte hem de yerel yönetimlerde büyük oranda iktidar sahibi olan PSI, düzenin hukuku dışında düşünememenin bedelini başta İtalyan işçi sınıfı olmak üzere esasında dünya devrimine ödetmiş oldu. Olgunlaşmasına rağmen alınmayan iktidar bundan 2 yıl sonra faşistlerin kucağına düştü. Eski bir sosyalist olan Mussolini’nin Kara Gömleklileri, uyduruk bir Roma Yürüyüşü ile iktidarı ele geçirmeyi başardı.

İşçi Konseyleri, işçi sınıfının özyönetim talebinin çelik disiplinli bir parti ile bütünleşmediğinde yenilgiye nasıl açık olduğunun bir tarihsel deneyimi olarak tarihe geçti. Fakat bu bütünleşmenin özellikle önemli olduğu an, devrim momentidir. Devrim sonrasında sınıfın öz örgütüyle sınıfın öncüsü arasında tam bir uyum ölümcül sonuçlar doğurmaktadır. İşçi Konseyleri fikrinin kendisi yanlış değildir, yanlış olan devrim anında çelik disiplinli bir öncüye ihtiyaç duymaksızın bu yerel organizasyonların iktidarın alınması konusunda yeterli olacağı fikridir.

21. yüzyılda sosyalist hareketler iktidar sorunu konusunda son derece salınımlı bir tutum izlemektedirler. Bir taraftan geçmiş deneyimlerle hiçbir hesaplaşma yaşamayan ve hala Stalin bayrakları altında mutlu mesut yollarına devam etmeye çalışanlar, diğer yandan ise 20. yüzyılın olumsuz deneyiminden yola çıkarak öncü, parti, iktidar gibi kavramları temelli lügatinden çıkarmaya çalışanlar, kitle hareketinin kendiliğinden devrime yürüyebileceği beklentisi ile hayal kırıklığı üzerine hayal kırıklığı yaşayanlar. Oysa bütün yaşanan deneyimler bize işçi sınıfının türdeş bir yapıdan ziyade çoklu biçimlerde örgütlenmesi ve farklı mantıklara dayalı örgütlenmelerin bir arada bulunması gerektiğini, esas meselenin bu örgütlerin oynaması gereken roller konusunda önemli bir orkestrasyonun başarılabilmesi olduğunu göstermiştir. İşçi sınıfı partisi olmadan devrimin gerçekleştirilemeyeceği ne kadar gerçekse sadece parti ile sosyalist demokrasinin inşa edilemeyeceği de o kadar açıktır. Bu çoklu yapılar arasında özerklik ilişkisinin mutlaka var olması gerektiği, partinin son kertede söz konusu bu çoklu yapıyı talimatla değil bir tür hegemonya ile yönetmeyi başarması gerekmektedir. Devrim gibi zorlu ve çok ciddi bedeller gerektiren bir andan sonra iktidarın ezilenlerin çoklu yapısıyla ne oranda paylaşılabileceği ise belki de sosyalist teorinin en zor çözüm üretebileceği sorunların başında gelmektedir. Bu sorunun sadece hukuki bir çözümü olamaz. Mesele ideal bir sosyalist demokrasi rejimi kurgusu olarak da konulamaz. Çünkü bütün siyasi rejimler aslında somut güç dengelerini yansıtırlar. Bu açıdan genel formülasyonlar yerine her bir devrimde var olan somut güç dengeleri üzerinde düşünmek gerekmektedir.

Biennio Rosso, son derece heyecan verici bir işçi sınıfı mücadelesi dönemi olarak tarihteki yerini aldı. Böylesi bir sürecin yenilgiyle sonuçlanmış olması muhakkak ki işçi sınıfı mücadelesi açısından büyük bir talihsizliktir. İçi sınıfının tarihi devrimler ve büyük zaferlerle olduğu kadar büyük yenilgilerle de doludur. Ancak bazen yenilgiler, mücadele edenler açısından zaferlerden çok daha büyük derslerle doludur. 2013-2015 dönüşüm momentinin sonunda ve Erdoğan faşizminin kurumsallaşma hamleleri peşinde olduğu 2016 Türkiye’sinde Biennio Rosso üzerine düşünmemizi anlamlı kılacak oldukça fazla gerekçe var gibi görünmektedir.