DÜNYADAN MÜZAKERE SÜRECİ ÖRNEKLERİ – SALİH İNCESOY

Yol, Bahar 2016

Müzakere kavramı, Kürt sorunundan hareketle Türkiye politikasında ağırlıklı bir yer tutmuş durumda. Yakın tarihimizin dünyasında çatışma yaşanan alanların önemli bir kısmında durum böyle. Öyle ki bu güncel ve önemli konu akademinin de gündeminde. Çok sayıda üniversite, “çatışma çözümleme” gibi adlandırmalarla açtığı derslerde çatışma türleri, çözüm yolları ve müzakere tekniklerini ayrıntılı bir biçimde ele alıyor. Yazımızda bu durumun nedenlerini, nasıllarını tartışmaya çalışacağız. Aynı zamanda çıkartacağımız sonuçların, kendi coğrafyamızda yaşanan müzakere süreciyle ilgili kavrayışımızın gelişmesine de hizmet edeceğini umuyoruz.

Dünyadan farklı politik çerçevede çatışma ve müzakere örneklerini yazımızda konu ettik. Örneklerimizin bir kısmı kimlik ekseninde gelişen çatışmalar. Endonezya, Filipinler, İspanya, Kuzey İrlanda, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Sri Lanka’da yaşananlar böyle. Endonezya ve Filipinler’de yürütülen mücadelelere İslami örgütler önderlik ediyor. Dolayısıyla bu mücadeleler İslami bir rejimi hedefliyor. Çoğumuzun daha yakından takip ettiği İspanya ve Kuzey İrlanda örneklerinde ise önderlikler sol çizgide. Güney Afrika Cumhuriyeti örneğinde yaşanan durum çok derin bir ırk ayrımcı uygulama üzerinden gelişiyor ve önderliği direniş sürecinde sol argümanlar kullanıyor. Sri Lanka’da da sol bir önderlik söz konusu. Bu son örneği seçmemizin nedeni, “Sri Lanka modeli” tartışmalarının ne anlama geldiğiyle ilgili katkı sunabilmek. Amerika Kıtası’ndan Guatemala, El Salvador ve Kolombiya örneklerinde mücadelelerin kimlik boyutu olsa da sınıf ekseni ana renk. Bu örneklerde diktatörlüklere ve sömürüye karşı eşitlik, özgürlük mücadelesi yürütülüyor. En güncel örneğimiz ise Kolombiya. Kolombiya’daki süreç halen devam ediyor.

Kuşkusuz tüm bu örneklerin farklı hareket noktalarından okumaları yapılabilir. Biz, müzakere konusu üzerinden okumamızı yaptık. Bu nedenle diğer boyutlara odaklanmadığımızı, atladığımızı, eksik bıraktığımızı şimdiden belirtmeliyiz. Müzakere süreçlerine dair çıkarttığımız sonuçları yazımızın son bölümünde ele alacağız.

Örneklerimize geçebiliriz.

Endonezya-Açe Sorunu

Açe, Endonezya’nın batısında bulunan Sumatra Adası’nın kuzey ucundaki yüzde 98’i Müslüman olan bölgedir. Açeli Müslüman halkın Endonezya sömürgeciliğine karşı direnişinin önderliğini 1976 yılında kurulan Özgür Açe Hareketi (Gerakan Aceh Merdeka-GAM) yürütür. İslami çizgiye sahip olan ve “bağımsızlık” hedefiyle yola çıkan Özgür Açe Hareketi, İslami bir rejimi hedefler. Endonezya devlet güçleriyle Özgür Açe Ordusu arasında 30 yıl süren savaşta yaklaşık 15 bin insan yaşamını yitirir.

Müzakere süreci

Ekonomik kriz sonrası giderek yoğunlaşan toplumsal huzursuzluk ve öğrenci hareketi başta olmak üzere gelişen hükümet karşıtı protestolar sonucu, otoriter devlet başkanı Suharto 1998 yılında istifa eder. Suharto’nun istifasıyla oluşan müzakere ikliminde ilk adım 2000-2001 yıllarında atılır. Başarısızlıkla sonuçlanan ilk müzakere girişiminin ardından, önceki dönemden daha şiddetli bir seviyede savaş yeniden başlar.

2004 yılında Açe’yi yerle bir eden tsunami felaketi yaşanır. Açe nüfusunun önemli bir kısmının yaşamını yitirdiği bu felaket sonucu oluşan fiili ateşkesin ardından yeniden müzakere masasına dönülür. Bu kez süreç karşılıklı somut adımlarla ilerler. Endonezya devleti, ülkenin çoğunluğunu oluşturan ve egemen pozisyonda olan Javalıların dışındaki etnik nüfustan insanları da temsilciler heyetine dâhil eder. Özgür Açe Hareketi, “bağımsızlık” talebinden vazgeçerek “özerklik” talebini öne çıkartır. Müzakere sürecinden sonuç alınır ve 2005 yılında Finlandiya’nın Helsinki kentinde barış anlaşması imzalanır.

Barış anlaşmasından bazı maddeler:

  • Karşılıklı ateşkes ilan edilecek.
  • Özgür Açe Hareketi, silahlarını aşama aşama teslim ederken, Endonezya ordusu da bölgeden aşama aşama çekilecek ve sadece belirli sayıda güvenlik görevlisi bölgede bırakılacak.
  • Silahların teslimi ve askerlerin geri çekilmesi adımlarını Avrupa Birliği’nden ve Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’nden (ASEAN) 200 gözlemci denetleyecek.
  • Tutuklular siyasi afla serbest bırakılacak.
  • Savaş dönemindeki hak ihlallerini araştırmak üzere “Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu” kurulacak.
  • Açe için bir İnsan Hakları Mahkemesi kurulacak.
  • Açe, kendi “özerk hükümet”ine sahip olacak ve Açe halkı, valilerini ve yerel yöneticilerini kendileri seçecek, kendi adalet sistemleri olacak.
  • Açe, dışişleri, ulusal güvenlik, vergilendirme gibi alanlarda Endonezya devletine bağlı olacak.
  • Özerk bölge, kendi bayrağı da dâhil bölgesel sembollerini kullanabilecek.
  • Petrol de dâhil olmak üzere Açe’deki doğal zenginliklerin gelirlerinin yüzde 70’i Açelilere kalacak.

Anlaşmanın ardından…

Hükümet, tutuklu bulunan Özgür Açe Hareketi üyelerine siyasi af getirir. Avrupa Birliği öncülüğündeki Açe Gözlem Misyonu’nun gözetiminde Özgür Açe Hareketi’nin silahları teslim alınır. Buna karşılık Endonezya ordusuna bağlı askerler Açe bölgesinden çıkarılır. Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu kurulur. Açe bölgesinde siyasi parti kurulmasına olanak sağlayan yasal düzenleme hayata geçirilir.

Anlaşma metni doğrultusunda karşılıklı somut adımlar atılmasının ardından Açe’de özerklik ilan edilir. Özgür Açe Hareketi üyelerinin kurduğu siyasi parti 2006 yılında özerk Açe’de seçimi kazanır ve Açeliler ilk olarak kendi valilerini seçer.

Filipinler-Moro Sorunu

Çok kimlikli bir demografik yapıya sahip Filipinler nüfusunun yaklaşık yüzde 93’ü Hıristiyan, yüzde 6’sı Müslüman. 16. yüzyılda başlayan uzun sömürgeleşme tarihinin ardından Filipinler 1946 yılında bağımsızlığını kazanır. Kurulan rejim, kısa sürede emperyalizmle işbirliği içerisinde bir diktatörlüğe dönüşür. Sol gerilla hareketlerinin emperyalizme ve diktatörlüğe karşı direnişi başlar ve ilerleyen yıllarda İslami çizgideki örgütler de direniş sürecine dâhil olur.

Filipinler’in güneyindeki adalarda yaşayan Müslüman halk “Moro” olarak adlandırılıyor. Morolar, kimliklerine yönelik ayrımcı uygulamalara karşı mücadele tarihine sahip olan bir halk. Harekete ilk olarak 1969 yılında kurulan ve “bağımsızlık” hedefiyle yola çıkan Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi (MUKC) önderlik eder. MUKC, İslami öğeler taşısa da seküler bir örgüt. Ardından 1981 yılında MUKC’den kopan bir grubun kurduğu Moro İslami Kurtuluş Cephesi (MİKC) önderliği devralır. Adından da anlaşılacağı üzere MİKC, İslami çizgide bir yapı. Filipinler devletiyle Morolar arasında 40 yılı aşkın bir süre devam eden savaşta yaklaşık 300 bin insan yaşamını yitirir.

Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi ve müzakere süreci

Filipinler devletiyle MUKC arasındaki müzakere sürecinde ilk adım, devlet başkanı Ferdinand Marcos diktatörlüğü döneminde atılır. Devletin büyük kayıplar vermesi sonucu 1976 yılında karşılıklı ateşkes ilan edilir. Devlet, Kaddafi gözetiminde Libya’da yapılan görüşmelerde Morolara “özerklik” vaadinde bulunur. Marcos’un varılan anlaşmaya uymaması sonucu savaş yeniden başlar.

Corazon Aquino’nun devlet başkanlığı döneminde (1986-1992) MUKC’yle devlet arasında tekrar ateşkes ilan edilir. Yürütülen müzakereler sonucu 1989 yılında “Müslüman Mindanao Özerk Bölgesi (MMÖB)” kurulur. Devletin, anlaşmanın altını oymaya başlamasıyla çatışmalar bir süre sonra yeniden alevlenir.

1996 yılında devlet ve MUKC arasında varılan anlaşmayla MMÖB’nin tekrar kurulması sağlanır, Morolar MUKC liderini özerk bölgenin valisi olarak seçer. 2001 yılında MUKC’nin Jolo’daki ordu karargâhına saldırıp çok sayıda askeri öldürmesiyle ateşkes tekrar sona erer. Saldırıyı meşru ilan eden MMÖB valisinin tutuklanmasının ardından yine diğer MUKC liderleri art arda vali olarak seçilir.

Moro İslami Kurtuluş Cephesi ve müzakere süreci

Devlet ve MİKC arasında başlatılan müzakereler sonucu 1997 yılında karşılıklı ateşkes ilan edilir. 2000 yılında devlet başkanı ateşkesi bozar, 2001 yılında yeni cumhurbaşkanı tekrar ateşkesi sağlar. Kısa süre sonra devlet tekrar ateşkesi bozar. 2003 yılında tekrar ateşkes sağlanır fakat 2006 yılında çatışma ortamına dönülür.

Uzun müzakereler sonucu 2008 Temmuz’unda “Müslüman bölgeyi genişletme ve gelecekteki yerel yönetime daha geniş siyasi ve ekonomik yetkiler verme” konusunu içeren bir anlaşmaya varılır. Güney bölgesindeki Hıristiyan siyasetçilerin “anlaşma şekillenirken kendilerine danışılmadığı” gerekçesiyle yaptığı itiraz doğrultusunda Yüksek Mahkeme 7’ye karşı 8 oyla anlaşmanın yürütmesini durdurur ve bunun üzerine 2008 Ekim’inde tekrar çatışmalı ortama dönülür.

Bu git gelli uzun sürecin ardından Corason Aquino’nun oğlu Benigno Aquino’nun devlet başkanlığı döneminde 2014 yılında imzalanan “Bangsamoro Barış Anlaşması” sonucu çözüm sürecinde önemli bir yol alınmış olur.

Bangsomoro Barış Anlaşması’ndan bazı maddeler:

  • 1987’de kabul edilen Filipinler anayasasının “Özerk Bölgelerin Kurulması” ile ilgili maddesi gereğince Bangsamoro Yasa Tasarısı’nı hazırlamak ve gerekli durumlarda anayasa değişikliğine gitmek üzere 15 üyeli bir Geçiş Komisyonu kurulacak.
  • 8 üyesi MİKC, 7 üyesi de Filipinler hükümeti tarafından atanan Komisyon’un hazırlayacağı Bangsamoro Yasa Tasarısı, önce Kongre’nin onayına sunulacak; Kongre tarafından kabul edildikten sonra bölgede referanduma gidilecek.
  • Geçiş sürecinin ardından 2016 yılında yapılacak seçimde Bangsamoro’nun yeni hükümeti seçilecek.
  • Özerk bölgenin coğrafi sınırları, yasanın Kongre’de onaylanmasının ardından yapılacak referandumla belirlenecek.
  • Bölgedeki topluluklar, Bangsamoro’ya katılıp katılmayacaklarına referandumda karar verecek.
  • Sürecin sonunda MİKC’e ait 12 bin kişilik silahlı gücün yanı sıra diğer silahlı gruplar da tasfiye edilecek ve sivil polis gücü kurulacak.
  • Filipinler ordusu, özerk bölgedeki askerlerinin sayısını azaltacak.
  • Bangsamoro Yasası yürürlüğe girene kadar önceki süreçte kurulan özerk bölge (MMÖB) varlığını koruyacak.
  • 2016 yılındaki seçime kadar devam edecek geçiş süreci, kamuoyuna açık şekilde yürütülecek.
  • Süreç, “3. göz” niteliğinde uluslararası ve yerel organlar tarafından izlenecek.

Anlaşmanın ardından…

Kapsamlı anlaşmanın ardından Filipinler Temsilciler Meclisi’nde 2015 Mayıs’ında yapılan oylamada 17 “hayır” oyuna karşılık 50 “evet” oyuyla özerk yapının işleyişinin belirleyen Bangsamoro Anayasası kabul edilir. MİKC, Birleşik Bangsamoro Adalet Partisi adı altında siyasi bir partiye dönüşür.

Bu yıl Mayıs ayında özerk bölgede yapılacak yerel seçimle, Morolular kendi hükümetlerini belirleyecek.

Guatemala Barış Süreci

Guatemala yerli halklarının yaşadığı ayrımcı uygulamaların tarihi, kıtanın sömürgeleştirilme sürecine kadar gider. İspanya sömürgeciliğinin ardından yerli halklar Mestizolar tarafından baskı altında alınır. Mestizolar, İspanya sömürgeciliği döneminde bölgede yaratılmış ve ayrı bir etnik kimlik olarak tanımlanan yerli-İspanyol karışımı melez topluluk. İlk kez 1951 yılında yapılan seçimde, liberal demokrat Arbenz hükümeti iktidara gelir ve bu dönemde Guatemala’da demokratik haklar geliştirilir. Kıtada yer alan çok sayıda ülkenin “yazgısı” Guatemala’nın da başına gelir; 1954 yılında gerçekleşen ABD destekli askeri darbeyle Arbenz hükümeti devrilir, ülke diktatörlük sürecine girer. Diktatörlük döneminde Guatemala ordusu ABD tarafından desteklenir.

Yine birçok kıta ülkesinde olduğu gibi Guatemala’da da 1960’lı yılların başında diktatörlüğe karşı silahlı mücadele yürüten sol gerilla örgütleri ortaya çıkar. 1970’li yıllarda tırmana iç savaşta, ordunun yerli halklara saldırıları katliam boyutuna varır. 1982 yılında dört gerilla grubu Guatemala Ulusal Devrimci Birliği (URNG) çatısı altında bir araya gelir. Guetamala’da diktatörlüğe karşı 36 yıl süren savaş boyunca 200 binden fazla insan yaşamını yitirir, 50 bine yakın insan kaybedilir.

Müzakere süreci

Guatemala devletiyle Guatemala Ulusal Devrimci Birliği arasında resmi olmayan ilk görüşme 1987’de İspanya’da gerçekleşir. Ateşkes dönem dönem kesilse de hükümet temsilcilerinin yanı sıra ordu komutanlarının da yer aldığı “gizli görüşme” süreci devam eder. Resmi müzakere süreci 1990’da Norveç’in desteğiyle Oslo kentinde başlar. “Dost Ülkeler Grubu” içerisinde yer alan çok sayıda ülke, “3. göz” olarak barış sürecinde rol alır. 1996 yılında imzalanan anlaşmayla iç savaş sona erer.

Anlaşmanın bazı maddeleri:

  • Yerli halkın kimliği tanınacak.
  • Sosyal adalet ve ekonomik iyileşme sağlanacak; bu amaçla sermayeden alınan vergiler arttırılacak.
  • Toprak reformu gerçekleştirilecek.
  • İnsan hakları güvence altın alınacak.
  • “Hakikati Araştırma Komisyonu” kurularak savaş boyunca yaşanan insan hakları ihlalleri ortaya çıkartılacak.
  • Çatışmalı dönemde topraklarını terk etmek zorunda bırakılan mültecilerin geri dönmesi sağlanacak.
  • URNG, yasal politik zeminde varlığını sürdürebilecek.

Anlaşmadan bugüne…

1990’lı ve 2000’li yıllarda çok sayıda general, politikacı, paramiliter grup yöneticisi, savaş döneminde işledikleri suçlar nedeniyle mahkûm edilir. URNG’nin yasal politik sürece katılımının zemini yaratılır ve devamı olan politik parti, 2003’te katıldığı seçimde yüzde 4,2, 2007’de ise yüzde 3,7 civarında oy alır.

Anlaşma sonrasında anlaşmanın içeriği çerçevesinde çeşitli somut adımlar atılsa da halklar açısından bugün gelinen nokta son derece karanlık. Ülkede organize suç örgütleri oldukça etkin durumda. Barış anlaşmasından önce kırsal kesimde var olan yoksulluk, anlaşmadan sonra hiç değişmez. Anlaşmanın sosyal adaletsizliği ortadan kaldırılmasını sağlayacak en önemli maddelerinden birisi olan “toprak reformu” gerçekleştirilmez. Sosyal hizmetler iyileştirilmez, yerlerde sürünen sağlık sisteminde iyileşme gerçekleştirilmez.

El Salvador Barış Süreci

16. yüzyılın başlarında İspanya sömürgeciliğiyle tanışan El Salvador, uzun sömürgecilik döneminin ardından 19. yüzyıl ortalarında bağımsızlığını kazansa da bundan sonraki süreçte ülke diktatörlük rejimine teslim olur. 1970’li yıllarda baskıya, yoksulluğa ve adaletsizliğe karşı gelişen halk muhalefeti, El Salvador’da da ABD destekli ordunun kanlı operasyonlarıyla karşılık bulur. Ordunun yanı sıra ABD destekli paramiliter ölüm mangaları da halka karşı yürütülen “kirli savaş”ta rol alır.

1980 yılı başlarında Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN) çatısı altında birleşen sol güçler (gerilla örgütleri ve siyasi partiler), ABD destekli diktatörlüğe karşı gerilla savaşı başlatır. 1980’li yılların sonlarına doğru devrimci hareket giderek gücünü arttırır; ülkenin önemli bir kısmının, başkent San Salvador’un yoksul mahallerinin denetimini ele geçirir. FMLN, denetime aldığı bölgelerde halk iktidarı uygulamalarına yönelir.

Bütün bunlara rağmen FMLN’nin gücü rejimi devirmeye yetmez. “Uzun süreli yenişememe durumu”nun ardından El Salvador devleti ve FMLN arasında Birleşmiş Milletler temsilcilerinin gözlemciliğinde Meksika’da 1992 yılında imzalanan barış anlaşmasıyla iç savaş resmen sona erer. 12 yıl süren iç savaşta nüfusu 7 milyon olan ülkede 75 bin insan yaşamını yitirir.

Müzakere süreci

1990-1992 yılları arasında gerçekleştirilen müzakerelerde, “silahsızlanma” başlığı son gündem maddesi olur. FMLN, silahsızlanmanın tartışılmasından önce “tam bir politik anlaşmaya gidilmesi”ni koşul olarak öne sürer. Müzakere sürecinin sonlarında silahsızlanma aşamasından önce, genel af çıkarılır ve bir barış anlaşması imzalanır. Barış anlaşmasının ardından silahların imhasına başlanır. FMLN siyasi parti olarak yasallaşır ve silahlı mücadele sona erdirilir.

Barış anlaşmasının bazı maddeleri:

  • El Salvador’un kamu güvenliği kuvvetleri (Ulusal Polis, Milli Muhafızlar ve Hazine Polisi) tasfiye edilip yerine orduyla hiçbir kurumsal bağı olmayan, eğitimli ve insan haklarını düzenleyen yasalara bağlı bir ulusal sivil polis gücü oluşturulacak.
  • Ordu, sivil otoriteye ve yasalara tabi olacak şekilde yeniden düzenlenecek. (Birliklerin sayıları azaltılacak, Milli İstihbarat Dairesi tasfiye edilecek, askerin polis görevi görmesine olanak sağlayan mevzuat değiştirilecek)
  • FMLN’nin eski üyelerine, terhis edilen askerlere ve kiracı konumundaki 25 bin köylüye toprak dağıtılmasını sağlayacak bir “toprak reformu” çıkartılacak.
  • Savaş suçlarını araştıracak, suçluların tespitini ve yargı önüne çıkartılmalarını sağlamakla yükümlü “Hakikat Komisyonu” kurulacak.
  • FMLN, bir siyasi partiye dönüşecek.

Anlaşmanın ardından…

Amerika Kıtası’ndan bu örneğimizde de anlaşma sonrası süreç halklar açısından olumlu değil. Hakikat Komisyonu’nun raporunda yer alan insan hakları ihlâllerine adı karışan tüm suçlular için hükümet tarafından koşulsuz “genel af” çıkartılır. Neoliberalizasyon soygunu anlaşmadan sonra da tırmanarak sürer ve bunun sonucu işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik daha da derinleşir. ABD askeri üsleri ülkede varlığını korumaya devam eder. Organize suç örgütleri El Salvador’da da cirit atar hale gelir. FMLN, silahlı gücünü tasfiye ederken, devletin demokratikleşmesine dönük adımlar atılmaz, suç örgütü paramiliter çeteler ortadan kaldırılmaz. Seçim partisine dönüşen FMLN, devrimci ruhunu yitirir.

Bugün…

İç savaşın ardından iktidara gelen faşist parti ARENA, 2009 yılında yenilir. Latin Amerika’da esen sol rüzgârın da etkisiyle ARENA’nın yüzde 48,7 oyuna karşı, yüzde 51,3 oyla 2009 seçimini FMLN kazanır ve muhalif bir televizyon habercisi olan Mauricio Funes devlet başkanı olur. 2014 seçimini de yine FMLN kazanır ve eski bir gerilla komutanı olan Sánchez Cerén görevi Funes’ten devralır. 2009 yılından itibaren FMLN’nin iktidarda olduğu El Salvador’da yoksul halkı canından bezdiren devasa sorunlar henüz aşılabilmiş değil.

İngiltere-Kuzey İrlanda Sorunu

Kuzey İrlanda sorunu, daha yakından takip ettiğimiz bir örnek. Türkiye’deki müzakere sürecinde de Kuzey İrlanda deneyimine bolca atıfta bulunuluyor. Yine kısa bir tarihsel bilgiyle örneğimize giriş yapalım.

İngilizler İrlanda Adası’na 12. yüzyılda ayak basar ve adada egemenliğini geliştirmeye başlar. 15. yüzyılda Protestanlığı kabul eden İngiliz Kralı, uyruğundaki halkları da Protestanlığa geçirir fakat İrlanda Katolik kalır. 16. yüzyılda Protestan İngiliz ve İskoçların Katolik İrlanda’ya yerleştirilmesi, Katolik-Protestan gerilimini başlatır. İngiliz sömürgeciliğine karşı İrlanda halkının direnişinin zaman zaman “Katolik-Protestan mezhep çatışması” olarak görünmesinin arka planında bu gerçeklik yatar.

1707 yılında İngiltere ve İskoçya’nın birleşmesiyle “Büyük Britanya Krallığı” kurulur ve İrlanda bu krallığın sömürgesi haline gelir. İrlanda, 1798 yılında İngiltere egemenliğine karşı ayaklanır; ayaklanma yenilgiyle sonuçlanır. İrlandalıların bağımsızlık hayali tükenmez. 1916 yılında İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) kurularak İngiliz sömürgeciliğine karşı silahlı mücadele başlatılır ve mücadelenin sonucunda 1922’de adanın güneyinde bağımsız “İrlanda Cumhuriyeti” kurulur. Adanın kuzeyiyse sömürgecilik zincirlerinden kurtulamaz, İngiltere yönetimine bağlı kalır.

1969 yılında kuzeydeki Katolik İrlandalılar tarafından “birleşik İrlanda” hedefiyle IRA yeniden kurulur. Adanın kuzeyinde yerleşik olan “İngiltere’yle birlik” yanlısı Protestanlar içerisinden “Gönüllü Ulster Güçleri” adlı paramiliter grup ortaya çıkar. Katolik İrlandalılar ve IRA, Protestan İrlandalılar, Gönüllü Ulster Güçleri ve İngiliz güçlerine karşı kanlı bir çatışma sürecine girer. 1970’li yıllarda silahlı saldırılarını arttıran IRA, İngiltere kentlerini de hedef alır. İngiltere devletiyle İrlanda Cumhuriyet Ordusu arasında 30 yıl süren savaşta yaklaşık 3.600 insan yaşamını yitirir.

Müzakere süreci

İngiltere devleti, 1980’li yıllardan itibaren IRA ile “gizli” temaslarda bulunur. 1981 yılı seçiminde Kuzey İrlanda’dan bağımsız milletvekili olarak İngiltere Parlamentosu’na giren IRA tutsağı Bobby Sands, cezaevindeki açlık grevinde yaşamını yitirir. Sands’in ölümünden sonra siyasal sürece dâhil olmak üzere yasal parti Sinn Fein (Türkçesi: Biz Kendimiz) kurulur. Bağımsızlık mücadelesinin bu adımından sonra IRA yanlılarının yeni sloganı “Bir elimizde seçmen kartı, diğerinde silah!” olur. Sinn Fein’in lideri Gerry Adams, 1983’te milletvekili seçilerek İngiltere Parlamentosu’na girer.

Dönemin İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, devletin IRA’yla görüşmesi için “silahların susması” ön koşulunu ortaya koyar. Bu yaklaşım müzakere sürecini zora soksa da Thatcher’ın yerine 1990’da Başbakanlık koltuğuna oturan John Major’un çatışan taraflarla görüşme çağrısı üzerine IRA 1994’te ateşkes ilan eder. 1994 yılı, bu nedenle barış sürecinin miladı olarak kabul edilir.

Muhafazakâr Parti’nin 18 yıllık iktidarının ardından İşçi Partisi’nin 1997 seçimini kazanması ve Tony Blair’in İngiltere Başbakanı olması, müzakere sürecinin ivme kazanmasını sağlayan önemli bir gelişme olur. Müzakerenin başlaması için herhangi bir ön koşul öne sürmeyen Blair, Sinn Fein’in lideri Gerry Adams’la başbakanlık konutunda görüşür. Taraflar, çözüm planlarını karşılıklı olarak masaya yatırır. “Silahsızlanma” konusu karşılıklı uzlaşmanın sonrasına bırakılır. Her iki tarafın da farklı kesimlerinin müzakere sürecine dâhil olabilmesini sağlamak amacıyla müzakereler öncesi seçim barajının kaldırıldığı özel bir seçim yapılır; kadın koalisyonuna “pozitif ayrımcılık” uygulanır. Kanada ve ABD, “3. göz” olarak müzakere sürecinde rol alır. 10 Nisan 1998’de “Hayırlı Cuma Anlaşması” (Belfast Anlaşması) imzalanır.

Hayırlı Cuma Anlaşması sonucunda:

  • Kuzey İrlanda’ya özerklik hakkı tanınır.
  • IRA 2005 yılında silah bırakmaya razı olurken, İngiltere IRA tutsaklarını serbest bırakır.
  • Toplumsal kesimleri daha fazla temsil eden, demokratik ölçülere göre hesap verme özelliği olan, tarafsız davranan bir polis gücü kurma sözü verilir.
  • İnsan haklarının korunması ve geliştirilmesine dair maddeler anlaşmada yer alır.
  • 2007’de Kuzey İrlanda’da Katolikler ve Protestanlar arasında bir ortak hükümet kurulur.
  • 2008 yılında IRA kendisini fesheder.
  • Bu örneğimizde “sürece zarar verebileceği” gerekçesiyle Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu oluşturulmaz.

İspanya-Bask Sorunu

İspanya’da cumhuriyet ilk kez 1873 yılında ilan edilir fakat kısa ömürlü olur. Uzun süren monarşik düzenin ve askeri diktatörlüklerin ardından, yükselen toplumsal muhalefetin basıncıyla 1931 yılında seçim yapılır. 1931 seçiminde sosyalistlerin ve liberal cumhuriyetçilerin başarıyla çıkması sonucu bu dönemde 2. kez cumhuriyet ilan edilir. 1936 seçiminden aynı güçler yine başarıyla çıkar, sosyalistler gücünü daha da arttırır.

Monarşi yanlısı milliyetçiler ve ordunun saldırılarıyla 1936 yılında başlayan iç savaş 1939 yılına kadar sürer. Solun yenilgisiyle sonuçlanan İspanya İç Savaşı’nın ardından General Franko devlet başkanı olur. Franko diktatörlüğü döneminde Bask kimliği inkâr edilir, Bask dili yasaklanır.

“İspanya’nın kuzeyinden Fransa’nın güney batısına uzanan Bask bölgesinde bağımsız bir devlet oluşturulması” hedefiyle 1959 yılında Bask Vatanı ve Özgürlük (ETA) örgütü kurulur. Marksist-Leninist çizgideki ETA, devlete karşı silahlı mücadele yürütür.

36 yıl süren diktatörlük rejimi, 1975 yılında Franko’nun ölümüyle birlikte yerini demokratikleşme sürecine bırakır. 1978 yılında yürürlüğü giren yeni anayasa, “çeşitli diller ve kültürleri barındıran ve bunlara saygı gösteren birleşik bir İspanya” ilkesine dayanır. Bir parantez açalım; Türkiye’deki “demokratik özerklik” tartışmalarında “İspanya örneği” çokça mercek altına alınır.

İspanya Anayasası’na göre İspanya doğrudan seçimlerin yapıldığı ve kendi kendini yöneten 17 bölgeye ayrılır. Her bölgeye tanınan özerklik yetkileri birbirinden farklı düzeylerdedir. Bask bölgesi, kendi dili ve hakları ile özel bir statüye sahip olur.

“1978 Anayasası’yla birlikte ortaya konan demokratik çerçevenin kâğıt üzerinde kaldığı, merkezi iktidarın özerkliğin tanıdığı hakları ihlal ettiği” gerekçesiyle ETA mücadelesini sürdürür. Silahlı eylemler sürdürülürken diğer yandan da siyasal sürece dâhil olmak üzere ETA’nın siyasi kanadı olarak nitelenen yasal parti Batasuna kurulur. 2003 yılında devlet tarafından Batasuna kapatılır.

Müzakere sürecinin ardından…

Öncelikle İspanya örneğinin şu yönüne dikkat çekmeliyiz; bu örneğimizde demokratikleşme ve çözüm adımları, çatışan tarafların müzakereleri sonucu atılmaz. 1978 yılında diktatörlük rejiminin yıkılmasıyla birlikte kabul edilen yeni anayasa, sahip olduğu demokratik içerikle, çok kimlikli İspanya’da var olan kimliklerin karşı karşıya kaldıkları ayrımcı uygulamaların ortadan kalkacağı zemini yaratır.

Altını çizdiğimiz bu duruma karşın kuşkusuz İspanya’da da müzakere süreci yaşanır ve bu sürecin politik ortama önemli yansımaları olur. 1989 yılından itibaren ETA defalarca tek taraflı ateşkes ilan eder, devletle müzakereler yürütür. 2010 yılında ETA, “bundan böyle demokratik yollarla mücadele edeceğini ve silahlı mücadeleyi bıraktığını” açıklar. 2011 yılı Ocak ayında ETA kalıcı ateşkes ilan eder ve 2011 yılı Ekim ayında silah bırakır.

Kolombiya Barış Süreci

Kolombiya barış süreci, örneklerimiz içerisinde en güncel olanı. Halen nefes nefese devam eden müzakere sürecinde henüz son aşamasına gelinmese de önemli bir mesafe kat edildiğini söyleyebiliriz.

Amerika kıtasında İspanya sömürgeciliğinin yayılma alanı içerisinde yer alan ülkelerin tarihlerinde oldukça benzer yanlar var. Kolombiya da bu ülkelerden biri. Sömürge dönemi 16. yüzyıl başlarında başlar ve yaklaşık 300 yıl sürer.

1808 yılında Napolyon’un İspanya’yı işgal ettiği süreçte Amerika Kıtası’ndaki İspanyol sömürgelerinde bağımsızlık mücadeleleri başlar. Kıta ülkelerindeki bağımsızlık mücadelelerinin sembol ismi Simon Bolivar önderliğinde gelişen bağımsızlık savaşları sonucu 1821’de Kolombiya, Ekvador, Peru, Panama ve Venezüella’yı içine alan “Büyük Kolombiya” adlı federatif yapı kurulur ve Bolivar, “El Libertador” (Kurtarıcı) unvanıyla cumhurbaşkanlığına getirilir. Bolivar’ın hedeflediği “Güney Amerika’nın birliği” düşüncesi, Büyük Kolombiya’nın kurulmasıyla gerçeklik kazansa da iç çatışmalar sonucu birlik kısa süre içerisinde dağılır.

2. Dünya Savaşı sonrasında ABD emperyalizminin hegemonyası gelişir; Kolombiya, ABD’nin borç batağına çekilen ülkeler arasına girer. ABD’de satılan kokainin büyük kısmı, Kolombiya ekonomisinde önemli bir yer tutan koka bitkisinden elde edilir.

Kolombiya asırlarca süren sömürgecilik zincirlerinden kurtulsa da ülkede azınlık durumunda olan İspanyol kökenli beyazlar Kolombiya ekonomisinde suyun başını tutar. Kolombiya, gelir dağılımı adaletsizliğinde dünyada önde gelen ülkeler arasında yer alır.

Ülkede derinleşen yoksulluğa, adaletsizliğe ve baskıya karşı halk muhalefeti güçlenir. 1930 yılında kurulan Kolombiya Komünist Partisi giderek etkinliğini arttırır. 1960’lı yılların başlarında Kolombiya Komünist Partisi’nden ayrılan bir grup tarafından Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) isimli gerilla örgütü kurulur. Marksist-Leninist çizgide hareket eden örgüt, demokratik halk iktidarını hedefler ve yoksul köylülüğe dayanır. Zaman içerisinde gücünü büyüten FARC, Kolombiya’nın önemli bir kısmını kontrolü altına alır.

50 yılın üzerinde süren iç savaşta yaklaşık 220 bin kişi yaşamını yitirir. 2012 yılı Ağustos ayında devlet ve FARC arasında günümüze kadar süregelen müzakere süreci başlar.

Müzakere süreci

Kolombiya devletiyle FARC arasındaki ilk görüşmeler, 1982-1986 döneminde yapılır. Sonuç alınamayan bu ilk müzakere adımının ardından 1990-1994 döneminde tekrar başlatılan görüşmeler yine başarısızlıkla sonuçlanır. 1998-2002 döneminde tekrar yürütülen görüşmelerden de sonuç alınamaz. Nihayet 2012 Ağustos’unda başlayan müzakereler halen devam ediyor ve şu ana kadar diğer adımlarla kıyaslandığında somut ilerlemeler sağlanabiliyor.

2012’de başlayan müzakereler…

Öncelikle taraflar, müzakere edilecek şu başlıkları belirler:

  • Toprak reformu
  • Silah bırakma
  • Silah bırakan gerillanın siyasal süreçlere katılımı
  • Uyuşturucu üretimi ve ticaretinin durdurulması
  • Mağdurların hakikat ve adalet beklentisinin karşılanması
  • Barış anlaşmasının uygulanması

Müzakereler boyunca fiili bir çatışmasızlık durumu sağlansa da taraflar resmi ateşkes ilanında bulunmaz. Zaman zaman yaşanan çatışmalar müzakerelerin sürmesine engel oluşturmaz (2013 yılında “ayda 182 çatışma” yaşandığı belirtiliyor!). Kolombiya örneğimizde de müzakere sürecine “3. göz” olarak çok sayıda ülke de dâhil olur. Görüşmelerin başladığı Norveç ve devam ettiği Küba resmen arabuluculuk yaparken, Şili ve Venezüella da görüşmelere temsilci gönderir.

Büyük toprak sahiplerinin ve onlarla ilişki içerisindeki paramiliter çetelerin temsilcisi eski başkan Uribe’nin süreci sabote edecek provokasyonlarına, ordu içerisindeki çeşitli unsurların direncine rağmen, müzakere sürecini geliştirme konusunda taraflar kararlı davranır.

Devletin Havana’ya gönderdiği müzakere heyetlerinde -belirleyici pozisyonda olmamakla birlikte- ordu mensupları da yer alır. Başta her iki taraftan savaş mağdurları olmak üzere, sivil halkın çeşitli kesimlerinin nabzı müzakere sürecine yansıtılabilir.

Anlaşmaya varılan müzakere başlıkları:

Toprak reformu: Mayıs 2013’te varılan ve barış sürecinin ilk başarısı olan anlaşmaya göre, devlet tarafından topraksız köylülere işleyecekleri topraklar verilecek. Savaş boyunca FARC ve paramiliter grupların el koyduğu topraklar, yoksul köylülere dağıtılacak.

Silah bırakan gerillanın siyasal süreçlere katılımı: 2013 yılı Kasım ayında, “FARC gerillalarının silah bırakmaları karşılığında siyasi sürece dâhil olmalarının sağlanması” konusunda uzlaşıldı. Gerilla liderlerinin üzerinde en çok durduğu konu, seçimlere katılmak isteyenlerin güvenliği! FARC üyeleri 1980’li yılların ikinci yarısındaki görece sakin ortamda siyasete girmek istemiş, ancak 1990 meclis seçimlerinde aday olan FARC sempatizanlarının 3 bine yakını, paramiliter gruplar tarafından katledilmişti.

Uyuşturucu üretimi ve ticaretinin durdurulması: 2014 Mayıs’ında, uyuşturucu ticaretinin tamamen bırakılacağı FARC tarafından açıklandı. Devletin, “koka üretmesine izin verilmeyen köylülerin uğradığı maddi zararı tazmin etmesi” konusunda uzlaşıldı.

Silah bırakma: FARC, nihai barış anlaşması imzalandıktan sonra 60 gün içinde silah bırakacak. Silahlar, devlete değil, Birleşmiş Milletler temsilcilerine veya yabancı gözlemcilere teslim edilecek.

Mağdurların hakikat ve adalet beklentisinin karşılanması: 23 Eylül’de varılan anlaşmayla, güvenlik güçleri ve gerillaların af ve yargılanma koşulları belirlendi. Ağır insan hakları ihlalleri (insanlık suçları, soykırım, savaş suçları, fidye amaçlı kaçırma, işkence, zorla yerinden etme, zorla kaybetme, yargısız infaz ve cinsel şiddet) af kapsamının dışında tutulacak. Bu suçlara karışmış asker ve FARC üyelerini yargılamak için özel mahkemeler kurulacak ve sanıklar, suçlarını tam ve dürüst olarak itiraf etmek koşuluyla 5-8 yıl arası hapis cezasıyla yargılanacak. Suçunu tam olarak itiraf etmeyen sanıklar ise suçlu bulundukları takdirde 20 yıla kadar hapis cezası alacak.

Müzakere sürecinde bugün gelinen nokta…

5 maddede anlaşma sağlandı fakat “barış anlaşmasının uygulanması”nı içeren 6. müzakere başlığı henüz tartışılmayı bekliyor. Her şey planlandığı gibi gitseydi nihai barış anlaşmasının 2016 yılı Martı’nda imzalanması bekleniyordu. Nihai anlaşma imzalandıktan sonra gerillalar 60 gün içerisinde silah bırakacaktı. Fakat anlaşma, hükümetin bazı konulardaki dayatmaları nedeniyle düşünülen tarihte imzalanmadı.

Sorun yaşanan konuların başında “silah bırakma” ve “FARC gerillalarının toplumsal hayata katılımı” geliyor. Devlet, anlaşmanın imzalanmasının hemen ardından gerillaların silah bırakmasını isterken, FARC bunun gerçekleşmesi için öncelikle gerekli yasal düzenlemelerin sağlanması gerektiğini savunuyor.

Diğer konu,  “silah bırakacak gerillalar için oluşturulacak yaşam alanları” meselesi. Devlet bu alanların az sayıda olmasını ve nüfusu az olan sınır bölgelerinde oluşturulmalarını istiyor. FARC, yaşam alanlarının sayısının daha fazla olmasını ve gerillaların sivil halkla kolayca temas kurabileceği, her konuda etkileşimde bulunabileceği konumda olması gerektiğini savunuyor. Devletin, müzakere ortamında tartışmadan Meclis’ten geçirerek oldubittiye getirdiği bu kararı FARC, “alanların bu haliyle açık cezaevleri olacağı” eleştirisiyle karşılıyor.

Uzlaşma sağlanamayan bir diğer konu da devletin “anlaşmanın referanduma sunulması” kararı. Devletin oldubittiye getirmeye çalıştığı bu karar da müzakere masasında alınmadı. Referandumdan “hayır” çıkması durumunda onca emekle yürütülen müzakere sürecinin boşa düşme riski var. FARC, anlaşmanın anayasal zemininin oluşturulması için Ulusal Kurucu Meclis kurulması ve halkın, temsilcileri aracılığıyla bu sürece dâhil olması gerektiğini savunuyor.

Yazımızı kaleme aldığımız sırada taraflar, sorun yaşadıkları konuların Nisan ayında Havana’da masaya getirileceğini belirtti.

Güney Afrika Cumhuriyeti Barış Süreci

Siyahî yerli halkın, azınlık beyazlar tarafından derin ırk ayrımına dayalı uygulamalara tabi tutulduğu bir örneğimiz bu. Güney Afrika Cumhuriyeti deneyimi aynı zamanda Türkiye’de yaşanan süreçle de ilginç benzerlikler taşıyor.

Bölge, 17. yüzyılın ortalarından itibaren Hollanda, 18. yüzyıl sonlarından itibaren de İngiltere tarafından sömürgeleştirilir. 1910 yılında İngiltere’ye bağlı sömürge bölgelerinin birleştirilmesiyle yine İngiliz hâkimiyetinde olan “Güney Afrika Birliği” oluşturulur. Birlik, 1931 yılında İngiltere’den bağımsızlığını ilan eder.

Apartheid dönemi

1913 yılındaki yasal düzenlemeyle arazilerin büyük kısmının azınlıktaki beyazlara tahsis edilmesi, ırk ayrımcılığının temellerinden birisini oluşturur. Afrika dilinde “apartheid” adı verilen ırk ayrımcı uygulamalar, kapitalizmin hızlı geliştiği ülkede aynı zamanda sınıfsal bölünmeye de karşılık gelir: “Beyaz nüfus burjuvaziyi, içlerinden küçük bir kesimi dışında yerli siyah halk işçi sınıfını oluşturur.” Apartheid rejimi, işçi sınıfına karşı burjuvazinin sınıf egemenliğini pekiştirmesine hizmet eder. Beyaz burjuvazinin bu sınıf politikaları, etkin sınıf örgütlerinin önderlik ettiği güçlü bir işçi sınıfı hareketiyle karşılık bulur. 1946 Ağustos’unda 76 bin maden işçisi greve çıkar; polisin saldırısı sonucu 12 madenci yaşamını yitirir, grev yenilgiyle son bulur.

1948 yılında beyazların temsilcisi Milliyetçi Parti’nin iktidara gelişiyle birlikte apartheid rejimi yaşamın her alanında giderek derinleşir. 1912 yılında kurulan Afrika Ulusal Kongresi (ANC), ırkçılığın tırmandığı 1950’lerde hızla büyür. Apartheid rejimine karşı mücadeleyi temel alan ANC’de ana gövdeyi oluşturan işçi sınıfının yanı sıra farklı sınıfsal kesimler de yer alır.

1955’te ANC’yle birlikte ezilenlerin diğer örgütlerinin ortak imzasıyla Özgürlük Bildirgesi yayınlanır. Bildirgeden bazı maddeler:

  • Güney Afrika, üzerinde yaşayan, siyah ya da beyaz herkese aittir.
  • Halk yönetecek.
  • Bütün ulusal gruplar eşit haklara sahip olacak.
  • Halk, ülkenin servetini paylaşacak; toprağın altındaki maden zenginlikleri, bankalar ve tekeller halka devredilecek, kamulaştırılacak.

1960 yılında ANC’nin de yasadışı ilan edildiği yoğun baskı döneminde ANC’nin askeri kanadı Umkhonto we Sizwe (Ulusun Mızrağı) kurulur ve silahlı mücadele süreci başlar. 1962 yılında yakalanan Mandela, 1964’te ömür boyu hapis cezasına çarptırılır.

1961 yılında Güney Afrika Cumhuriyeti adını alan ülkede 1970’li ve 1980’li yıllarla birlikte apartheid politikalarına karşı güçlü direnişler ve silahlı eylemler artarak devam eder.

Direnişin yaygınlaşmasının yanı sıra uluslararası konjonktürün de etkisiyle ırkçı çizgi etkinliğini kaybeder. Mandela bir adadaki hapishanede 18 yıl tutulduktan sonra 1982’de başka bir hapishaneye nakledilir. 1980’li yıllarda devletle Mandela arasında cezaevinde müzakere süreci başlar. Direniş/müzakere süreci sonucunda 1990’da siyahî direniş kazanır, Mandela serbest bırakılır ve apartheid dönemi kapanır. 1994 seçiminde siyahî direnişin örgütü Afrika Ulusal Kongresi yüzde 62 oy alır ve Mandela devlet başkanı olur.

Müzakere süreci

1980’li yılların ortalarından itibaren devletle Mandela arasında cezaevinde başlatılan görüşmeler, müzakere sürecinin miladı olarak kabul edilir.

Müzakere sürecinde Mandela kapitalizm karşıtı yönlerini yumuşatmaya başlar. Bir parantez açalım; aynı Mandela, müzakere sonrasının yeni Güney Afrika Cumhuriyeti’nin neoliberalleşme sürecine entegrasyonu için yoğun mesai harcayacaktır.

2 Şubat 1990’da Devlet Başkanı Frederik W. De Klerk, ANC’nin siyaset yasağını kaldırır ve af ilan edilir. Devletin attığı adımlara karşılık olarak ANC, “silahlı mücadeleyi askıya aldığını” açıklar. 11 Şubat 1990’da Mandela, 27 yıl sonra özgürlüğüne kavuşur. Apartheid rejimine son verecek anayasal ve yasal düzenlemeler gerçekleşir. 1994 seçiminde yüzde 62 oyla Mandela devlet başkanlığına seçilir.

Bugün…

Güney Afrikalı şair Dennis Brutus’un sözleri bugüne dair yaşanan hayal kırıklığını özetler: “İnsanların hayatlarını kurban ettiği şey bu mu? Eğer biz kazanmışsak, bu kaybetmiş olması gerekenler nasıl oluyor da hiçbir şey kaybetmemişler gibi görünüyorlar…”

Bugün Güney Afrika Cumhuriyeti’nde halen ANC iktidardadır. Fakat ANC’nin iktidarında siyahî çoğunluk mutlu değildir. Siyahların içerisinden yalnızca beyaz burjuvazinin sınıfsal egemenlik katına dâhil olan küçük bir azınlık gelinen aşamadan memnundur.

Liderleri Mandela’nın da yoğun emeğiyle neoliberalizmin talan alanı haline gelen ülkede sınıfsal uçurum derinleşir. Yaygın işçi direnişleri yine korkunç bir devlet şiddetiyle karşı karşıya kalır. Tek fark, siyah işçilere kurşun sıkanlar bu kez siyah polislerdir. Ülkede ayrıca “yabancı düşmanlığı” da gelişir; ırk ayrımcılığına direnen siyahlar, bugün ülkelerine çalışmak için gelen göçmen siyah işçilere saldırmaktadır.

Sri Lanka-Tamil Sorunu

Bu örneğimizi, Erdoğan’ın müzakere masasını devirip Kürt halkına yönelik savaşı tırmandırdığı momentte alevlenen “Sri Lanka modeli” tartışmalarının anlaşılırlığına katkı sunması için seçtik. Sri Lanka sürecinin yazımızın son örneği olması itibarıyla, Türkiye’deki sürecin de bu örnekteki gibi sonlanacağına dair bir çağrışım yaratması olasılığına karşı burada bir not düşmemiz gerekiyor. Kuşkusuz Sri Lanka örneğinden de alınacak dersler vardır. Fakat bir kıyaslama yapıldığında Türkiye’deki sürecin Sri Lanka benzeri bir noktaya taşınabilme koşulları yoktur. Savaş cephesinin niyeti ne olursa olsun durum böyledir.

Şimdi örneğimizi açabiliriz.

1505 yılında Portekizlilerin, 1657 yılında Hollandalıların işgaline uğrayan Sri Lanka, 1815’ten sonra İngiltere’nin sömürgesi haline gelir. 2. Dünya Savaşı’nın ardından 1948 yılında Hindistan ve Pakistan’la birlikte bağımsızlığını kazanır.

Hindistan’ın hemen güneyinde yer alan bu ada ülkesinde yaşayan iki etnik topluluktan Sinhaliler nüfusun yüzde 74’ünü, Tamiller yüzde 18’ini oluşturur. Tamillerin bir kısmı da Hindistan’ın güney ucundaki Tamil Nadu eyaletinde yaşar.

Sri Lanka’da çoğunluk Sinhalilere dayalı hükümetler, ırkçı-ayrımcı uygulamalar ve yasalarla Tamilleri doğal vatandaşlık haklarından mahrum bırakır. 1970 yılında çıkarılan Tamil gençlerinin üniversiteye girişini engelleyen yasa, bardağı taşıran damlalardan biri olur, ayrımcılığa karşı Tamil direnişi gelişir. Çoğunluğun konuştuğu Sinhalicenin ülkenin resmi dili olarak kabul edilmesi ve Budizm’in devletin öncelikli dini ilan edilmesi, ağırlıkla Hindu ve Hıristiyan olan Tamillerin direnişini daha da tırmandıran zemini yaratır.

Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları (kısaca Tamil Kaplanları), Sri Lanka’da Tamillerin yaşadığı bölgede bağımsız “Tamil Elam Devleti” kurma hedefiyle 1976 yılında kurulur. Örgüt zaman içerisinde binlerce savaşçının yanı sıra küçük çapta savaş gemilerine, hatta küçük saldırı uçaklarına sahip bir güce kavuşur. Ülke dışındaki Tamiller de bulundukları yerlerde örgütlenir, mücadeleye dâhil olur. Tamiller, Sri Lanka’da tuttukları alanlarda, mahkemeleri, hastaneleri, vergi daireleri, okulları vb. kurumlarıyla kendi yaşamlarını inşa eder. Tamillerle devlet arasında 30 yıl süren savaşta yaklaşık 100 bin insan yaşamını yitirir.

Müzakere süreci

Müzakerelerde ilk adım 1987 yılında atılır, karşılıklı ateşkes ilan edilir. Ateşkesi denetlemek amacıyla devletin onayını alarak 10 bin askerini adaya gönderen Hindistan’ın arabuluculuğuyla 1987’de barış anlaşması imzalanır fakat anlaşma kısa sürede bozulur.

1991 yılı Mayıs ayında Hindistan Başbakanı Rajiv Gandi Tamil Kaplanları üyeleri tarafından gerçekleştirilen intihar eylemiyle öldürülür. Bu saldırı, Tamil Kaplanları’nı uluslararası platformda zorlayan gelişmelere yol açar.

1995 yılında dönemin devlet başkanı tarafından kapsamlı bir çözüm planını içeren yasa tasarısı meclisin onayına sunulur. Sri Lanka’da federal bir yapı tarif eden yasa tasarısına göre Tamillere “özerklik” hakkı tanınır, kuzey ve kuzeydoğudaki 8 eyaletin yönetimi Tamillere verilir. Milliyetçi muhalefetin öne sürdüğü “yasa geçerse bölünürüz” gerekçesiyle geliştirdiği şiddetli muhalefet üzerine yasa onaylanmaz.

2001 yılındaki 11 Eylül saldırısı sonrası oluşan dünya tablosunda Tamil direnişi zorlanmaya başlar ve giderek yalnızlaşır. 11 Eylül’ün ardından geliştirilen “teröre karşı mücadele” konseptinde ABD ve İngiltere Tamil Kaplanları’nı terör örgütleri listesine dâhil eder. Ülkedeki ekonomik krizi daha da derinleştiren uzun süreli savaş sonucu taraflarda “savaş yorgunluğu” belirtileri ortaya çıkar. Bu süreçte örgüt, “bağımsızlık” hedefinden “özerklik” hedefine geçer ve 2001’de tek taraflı ateşkes ilan eder. Aynı yıl gerçekleşen seçimle iktidara gelen hükümet çözüme dair bir irade ortaya koyar ve ateşkes ilan eder. “3. göz” Norveç’in arabuluculuğunda 2002 yılında süresiz ateşkes anlaşması imzalanır. Hükümetin bu kararı, “karşılıklı ateşkesten önce örgütün silahsızlandırılması gerektiğini” savunan Cumhurbaşkanı’nın sert muhalefetiyle karşılaşır ve bu anlaşmazlığın süreci krize sokması sonucu Norveç arabuluculuktan çekilir.

Git gelli gelişmelerin ardından kalıcı barışın sağlanması için Tamil Kaplanları 2003 Kasım’ında “özerklik” temelindeki çözüm planını açıklar. Tamillerin önerisi hükümet tarafından reddedilir ve çatışmalar tekrar şiddetlenir. Kasım 2005 seçimini sertlik yanlılarının kazanmasıyla çözümsüzlük derinleşir. 2006 yılı Temmuz’unda bir kez daha Cenevre’de müzakere masasına oturulsa da bu girişim başarısız olur.

“Sri Lanka modeli”ne doğru…

2007 yılında Sri Lanka ordusu Tamil Kaplanları’na karşı kapsamlı bir askeri operasyon başlatır ve 2009 yılında örgütün merkezinin bulunduğu kent, ordu tarafından düşürülür. Tamil Kaplanları’nın ateşkes çağrılarına yanıt gelmez, ordunun ilerleyişi sürer, korkunç yıkım devam eder.

 

 

Birleşmiş Milletler verilerine göre katliamda en az 20 bin kişi yaşamını yitirir, yüz binlerce Tamil köyü, evleri ve bahçeleri yakılıp yıkılır. Devlet, katliam boyunca uluslararası gözlemcilerin, gazetecilerin ve yardım kuruluşu elemanlarının bölgeye girmesine izin vermez. Uluslararası basına sızan haber ve fotoğraflar, savaş bölgesinde ve cephe gerisinde sivilleri de hedef alan büyük bir insanlık suçu işlendiğini belgeler.

Tamil Kaplanları yenilir, Tamil sorunu tüm yakıcılığıyla varlığını korumaya devam eder…

Müzakere Süreçlerinin Ortak Noktaları

  1. İlk adımların gizli atılması

Müzakere süreçlerinin tamamında taraflar arasında ilk temaslar gizli kuruluyor. Görüşmeler belli bir olgunluk seviyesine geldiğinde resmileştirilerek kamuoyuna açılıyor.

Doğal olarak mücadele yürüten taraf, mevcut yasalara göre yasadışı bir zeminde duruyor ve suç işliyor. Dolayısıyla yasadışı zeminde bir yapıyı muhatap alan devlet de suç işlemiş oluyor. Mevcut yasal çerçevede ve toplumsal algıda durumun adı bu.

Çatışmaya neden olan sorunu ortadan kaldıracak ya da en azından hafifletecek yeni bir yasal çerçevenin toplumun ağırlıklı kesimi tarafından onaylanacağı politik, psikolojik iklim doğduğunda ancak müzakere süreci kamuoyuna açık yürütülmeye başlıyor. Kısacası, tarafların kamuoylarının önemli bir kesimi “bu sorun çatışmayla çözülemiyor” diyecek noktaya gelmeden, görüşmeler resmileştirilmiyor.

  1. “Silahsızlandırılma” önkoşulu

“Hak talebinde bulunan tarafın silahsızlandırılması” konusunun devletler tarafından müzakerenin ön koşulu olarak sunulması, süreci tıkayan bir faktör. Böylesi bir dayatma, sürecin ölü doğmasına neden oluyor. Süreçte ilerleme kaydedilen tüm örneklerde böyle bir ön koşul dayatması bulunmuyor.

Çözüm iradesi ortaya koyan devletler, çatışmaya neden olan sorundan dolayı karşısındaki tarafın eline silah aldığını, sorunun çözümüne dair somut adımlar atılmadığı müddetçe de o silahın bırakılmayacağını iyi biliyor. Bu basit gerçeğin anlaşılmayacak bir tarafı da yok. Buna rağmen ön koşul olarak “silahsızlanma” dayatılıyorsa, bu yaklaşımda bulunan tarafın sorunu çözme niyeti taşımadığı anlaşılmalıdır.

  1. “Tarafsız gözlemci heyet” ya da “3. göz”

Çatışmanın yaşandığı ülke içinden-dışından tarafsız kişi ve kuruluşların müzakere sürecinde “arabulucu” ya da “gözlemci” olarak yer alması, sürecin ilerlemesi açısından gerek şart ama elbette yeter şart değil. Tarafsız heyetin süreçte rol almasına karşın diğer şartların sağlanmaması nedeniyle yeniden çatışmalı ortama dönülme durumları, örneklerimizde çokça görülüyor.

  1. Karşılıklı plan

Müzakere sürecinde yol alınabilmesi için, tarafların “çözüme dair” yol haritalarının olması gerekiyor. Masada, bu yol haritaları müzakere ediliyor ve sürecin ortak yol haritasına dönüştürülüyor. Yinelenen genel geçer sözlerden ve vaatlerden öteye atılacak somut adımları içeren bir yol haritasını masaya getirmemek, çözüm niyeti taşınmadığı anlamına geliyor.

  1. Karşılıklı somut adım

Süreç, ancak tarafların karşılıklı olarak somut adımlar atmasıyla ilerleyebiliyor. Tarafların çözüme dair niyetleri, kararlılıkları ve yol haritaları varsa, somut adımlar da beraberinde gelebiliyor. Çözüm sürecine karşılıklı güven ve tarafların sürece dair kararlılığı, atılacak karşılıklı somut adımlarla pekişiyor. Hiçbir çözüm süreci tek taraflı gelişmiyor.

  1. Taleplerde esneme

Taraflar, mücadelelerinin nihai hedefinden daha “geri” noktalarda uzlaşma sağlıyor. Bir tarafın dediği olacaksa müzakere masasına neden gerek duyulsun? Masa kurulduysa, bir orta noktada buluşma durumu kabul edilmiş oluyor. Örneklerimizdeki kimlik temelinde gelişen hareketler, “bağımsızlık” için yola çıksalar da “özerklik”te uzlaşıyor.

  1. Görüşmeler-çatışmalar iç içe

Tüm örneklerde bir taraftan müzakereler sürerken, diğer taraftan çatışmalar da yaşanıyor. Hatta çözümün eşiğine gelindiği düşünülürken tekrar şiddetli çatışma ortamına dönülebiliyor. Taraflar, masaya eli daha güçlü oturmak istiyor ve görüşmeler sürerken bu niyetle karşısındaki gücü zorlamaya devam ediyor.

  1. Ortak irade

Çatışan taraflar kendi içlerinde farklı toplumsal kesimleri ve dolayısıyla farklı sesleri barındırıyor. Sürecin sağlıklı ilerleyebilmesi için, çatışan tarafların her birinin kendi cephesinde ortak irade oluşturabilmesi gerekiyor. Sürece ikna olmayan güçler süreci provoke edebiliyor, çıkmaza sokabiliyor.

  1. Barışın toplumsallaştırılması

Sürecin sağlıklı ilerleyebilmesi için tarafların kamuoylarının barışa ikna olmaları çok önemli. Kapalı kapılar arkasında yürütülen görüşmelerle barışın toplumsallaştırılabilmesi olanaksız. Müzakere süreci resmileştiğinde, kamuoyuna açık yürütülmeye başlandığında, toplumun tüm kesimlerinin nabızlarının sürece yansıtılabilmesini sağlayacak mekanizmaların yaratılması gerekiyor. Kuzey İrlanda’da yaşanan süreç, bu anlamda önemli bir deneyim barındırıyor.

  1. Hakikatlerin araştırılması

Çatışma sürecinin derin yaralarını taşıyan savaş mağdurlarının hassasiyetlerinin sürece yansıtılabilmesi ve çözüm adına atılacak adımlara onların güven duymalarının sağlanabilmesi için, hakikatlerin açığa çıkartılması ve insanlığa karşı işlenmiş suçların cezalandırılması gerekiyor. Toplumsal belleklerde ve ruhlarda yeni bir sayfa açılabilmesi için bu bir zorunluluk. Örneğin, savaş sürecinde tüm insanlığın gözleri önünde bir bodrum katında yakılan silahsız evladının derin acısını taşıyan bir anneyi, bu insanlık suçunu işleyenin cezalandırılacağını ona garanti etmeden barışa nasıl ikna edebilirsiniz?

Neden Müzakere Masası?

Tekil bir örnek olmaktan ziyade çatışmalı alanların genelinde yaşanan yakın siyasi tarihe özgü bu durumun nedenleri konusunda sonuçlar çıkartmaya çalışacağız.

Evet, neden çatışan taraflar çatışma sürecinin bir aşamasında çatışmayı sonlandırıp müzakere aşamasına geçme gereği duyuyor? Dünya genelinde böyle bir durum yaşandığına göre, müzakere süreçlerinin mevcut dünya tablosuyla bağı nedir? Müzakere süreçlerinin sonunda imzalanan barış anlaşmaları, çatışma durumunu yaratan sorunu ortadan kaldırıyor mu?

  1. Yenişememe

Sinn Fein lideri Gerry Adams:

“Askeri bir kördüğüm vardı, yani ne IRA İngiliz ordusunu ne de İngiliz ordusu IRA’yı yenebiliyordu… Savaş sonsuza kadar sürebilirdi…”

Guatemala’nın en büyük insan hakları örgütü CALDH’ın kurucusu Frank William La Rue:

“Devlet, askeri olarak savaşı kazanıyor ama politik olarak kazanamıyordu. Hem ülke içinde hem de ülke dışında desteğini yitirmişti, izole edilmişti. Bu durum hem ekonomiyi hem de uluslararası ilişkileri etkiliyordu. Ayrıca askeri olarak yense de gerillaları bitiremiyordu. Gerillalar yıllarca savaşmaya hazırdı. Böyle bir durumda savaşın sonu olmadığını gördüler…”

Tüm örneklerimizden gördüğümüz üzere savaşan tarafların müzakereye ikna olması, “yenişememe” durumunun bir sonucu. Gerry Adams’ın dile getirdiği “savaş sonsuza kadar sürebilirdi” duygusu, “mevcut güçler dengesinde sonuç alınamayan bir mücadele yönteminde ısrarın kendilerine kaybettirdiği” düşüncesini beraberinde getiriyor. Bu düşünce, “sonuç alınamayan yöntemi askıya alma” kararıyla tarafları masaya oturtuyor. Çatışma yerine barışçıl yolları tercih etme yönelişine liberallerimiz ne kadar “ulvi” anlamlar yüklerse yüklesin, meselenin gözden kaçırılmaması gereken özü bu.

Savaş alanında taraflardan birinin diğerine üstün gelebilme şansının olduğu bir durumda müzakere masasına neden gelinsin? Karşı tarafı devirip stratejik hedeflere varabilecek ortamı yaratmak yerine, karşı tarafla masaya oturup stratejik hedefin gerisinde bir ara çözüm üzerinde neden uzlaşma yolu aransın?

  1. Uzun süreli ikili iktidar ve müzakere

1990’larda sosyalist kutbun çöküşüyle birlikte güçler dengesinde yeni bir durum ortaya çıkıyor. Sosyalizm-kapitalizm dengesinin kapitalizm lehine ortadan kalktığı bu yeni dünya tablosunda gelişen halk iktidarları, burjuva iktidarlarını yıkıp nihai sonuca gidemiyor. Aynı zamanda burjuva iktidarları da halk iktidarlarını ortadan kaldıracak bir güç açığa çıkartamıyor.

Çatışan tarafların yenişememe halinin bir sonucu olan “uzun süreli ikili iktidar” durumu, müzakere süreçlerinin de maddi zeminini oluşturuyor. Uzun süreli ikili iktidarlar da, onun sonucu olan müzakere süreçleri de taraflar öyle istedi diye değil, bugünün dünyasının güçler dengesi bunu emrettiği için yaşanıyor.

  1. Savaş yorgunluğu

Uzun süreli ikili iktidar durumu ve uzun çatışma dönemleri, tarafların her birinde maddi ve moral zeminde yorulmalara yol açıyor. Maddi yorgunluğun kaynağı, başta insan kaybı ve hemen ardından savaşın getirdiği devasa mali yük. Çatışma üzerinden sonuç alınabileceğine olan inancın giderek yitirilmeye başlanması da moral yorgunluğa denk geliyor. Her iki yorgunluk hali birbirini besliyor, büyütüyor.

Savaş yorgunluğu, bir “nefes alma,” en azından bir süre “savaş dışındaki yollardan kazanımları koruma ve geliştirme şansını deneme” gereksinimini ortaya çıkartıyor. Müzakere süreçleri, bir anlamda bu zorunlu nefes alma dönemlerinin de adı oluyor.

  1. Devrimci stratejiye sahip bir özne açısından barış, zafer anlamına gelmiyor

Müzakere ve barış, taraflar açısından stratejik bir sonuç değil; güçler dengesinde yenişememe durumunun getirdiği taktiksel bir ara dönem. Egemen sınıfın devletiyle halk hareketinin önderliği arasında barış anlaşması imzalansa da, bu anlaşma tarafların barışacağı anlamına gelmiyor; uzlaşmaz çelişkiler bir imzayla ortadan kalkmıyor. Savaşan taraflar arasındaki hegemonik ilişki bir biçimde varlığını koruduğu müddetçe, barış sürecinde yöntemler değişse de karşılıklı mücadele sürüyor; barış anlaşması zemini aşındırılıyor.

Anlaşma sonrası süreçte tarafların yeni yöntemlerle sürdürdüğü mücadele sonucu durum halk iktidarlarının aleyhine de gelişebiliyor. Orta Amerika ülkeleri El Salvador ve Guatemala’da yaşananlar, bu tespitimize karşılık gelen ders çıkartılması gereken deneyimler.