BADİOU, GEZİ/ROJAVA/HDP “OLAY”I VE FAŞİST REAKSİYON – M. SİNAN MERT

Yol, Bahar 2016

Toplumsal dönüşüm dinamiklerinin biriktiği, toplumsal rutini korumakla görevli yapıların devlet başta olmak üzere zayıfladığı ve engel olma kapasitelerini yitirdiği, toplumsal hayatın yeni seçeneklere açık hale geldiği özel dönemleri büyük özgürleşme olanakları olarak görebiliriz. Tarihi bu anlamda rutinin egemen olduğu, sathi ve lokal çatışmaların istikrarı tehdit edecek kadar kontrolden çıkmadığı “istikrar” dönemleriyle söz konusu istikrarın hep yapılageldiği gibi sürdürülemediği “dönüşüm” dönemleri olarak ikiye ayırabiliriz. Bu anlamıyla tarihsel akış, monoton bir biçimde ilerlememekte uzunca bir dönem durgun ilerleyen hayat, ani sıçramalarla bambaşka enerji seviyelerine sıçrayabilmektedir. Bu momentlere en genel anlamda “devrimci” dönüşümün mümkün hale geldiği dönemler gözüyle de bakabiliriz. Fakat gerçekte bir dönüşüm momentini devrimci momente sıçratabilen öge, devrimci öncü her dönüşüm sürecinde ortaya çıkmayabilir. Aslında devrimci öncünün dönüşüm momentini devrimci bir dönüşüme sıçratabildiği momentler istisnaidir. Dönüşüm momentleri adını verdiğimiz dönemler, devrimci dönemlerden çok daha sık yaşanmaktadır. Geleneksel “ yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği, yönetenlerin ise eskisi gibi yönetemediği” tanımı da daha çok bu anlamda dönüşüm süreçlerine denk düşmektedir. Devrimci moment, sadece eskisi gibi yönetilmek istememeyi değil aynı zamanda nasıl yönetilmek istendiğinin de en azından yaygınlaşmış ve hegemonik bir politik öncü aracılığıyla bilinmesini de gerektirir. Dönüşüm momentleri genelde politik sistemin yukarıdan ya da aşağıdan destekleyen etkenlerin etkisizleşmesi ile ortaya çıkmaktadır. İktidar blokunun içinde ortaya çıkan büyük çaplı çatışmalar tabandan hareketlerin önünün açılmasını mümkün kılar. Devleti çalıştıran iktidar bloğunun hegemonya üretme kapasitesindeki ani düşüşler, bu momentlerin kapısını aralar. Devletin savaş ya da ekonomik kriz gibi sebeplerden kapasitesini kaybetmesi de normal şartlarda devletin engelleyici gücü karşısında ilerlemeye yeterli gücü olmayan bir hareketi ileriye atabilir. Özellikle devletlerin yenilgiye uğradığı büyük dış savaşlar toplumsal dönüşümün önünü açan sonuçlar yaratabilir. Çin ve Rus devrimlerine savaşın bu etkisi çok açık biçimde gözlenebilmektedir. Savaş, devletin ezilen sınıfların hareketini engelleme kapasitesini de örseler. En son Rojava’da yaşanan devrim de bu tarz gelişmenin en sıcak örneklerinden bir tanesidir. Devletlerin gerçek işlevinin ne olduğu aslında etkisi zayıfladığında yaşananlara bakıldığında rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Devletin etkisini kaybetmesi o zamana kadar etkin olamayan, özellikle de ezilenlerin desteğine sahip aktörleri toplumsal yaşamın önüne doğru iteler.

Dolayısıyla bir devrimci hareket açısından en önemli görevlerden bir tanesi böylesi dönüşüm momentlerine hazır olmak ve onları niteliksel olarak devrimci dönüşüm momentlerine taşımayı başarabilmektir. Dolayısıyla dönüşüm momentinin ortaya çıkardığı yeni mücadele karakterlerini kavrayamayan, bunların ihtiyaçlarını karşılayamayan, dönüşüm dinamiklerinin temposuna yetişemeyen, kendi rutininden çıkması gerektiğini zamanında kavrayamayan, dönemin gerektirdiği yeni taktiksel açılımları gerçekleştiremeyen ve bunlar aracılığı ile mücadele dinamikleri ile hegemonya ilişkisi kuramayan hiçbir devrimci özne başarılı olma şansına sahip değildir. Aslında istikrar dönemlerinde yürütülen tüm mücadeleleri, dönüşüm süreçlerinde hamle üstünlüğü kazanabilmek için gerçekleştirilmektedir. Çünkü böylesi bir dönüşüm sürecinden, ikili iktidarın belirginleştiği bir dönemden geçilmeden devrimci bir dönüşüm ortaya çıkarmak imkansızdır.

Devrimci özne bir fırsat penceresi olarak dönüşüm momentinde fışkırır bir biçimde ortaya çıkan mücadele dinamikleri ile hem kendisi dönüşen hem de kendiliğinden hareketi dönüştüren bir ilişki biçimi geliştirebilmek durumundadır. Devrimci öğe ile kendiliğinden öğe doğru biçimde kaynaşamazsa, devrimci öğe kendiliğinden öğe üzerinde hegemonya tesis edecek yetkinliği ortaya koyamazsa, kendiliğinden hareket bir tür toplumsal basınç boşaltması gerçekleştir ve geri çekilir. Hiçbir dönüşüm momenti sonsuza kadar devam edemez. Egemen sınıflar ve devlet bu fırsat penceresini ortadan kaldırabilmek için hızla organize olmaya çalışır. Egemen sınıf fraksiyonları arasındaki çatlaklar, yeni ortak tehdit karşısında hızla sıvanmaya çalışılır. Devlet dışı sınıfların dönüşüm momentindeki güçlerinin en önemli kısmı iktidar bloğunun bir arada hareket edemeyecek kadar derin fay hatları ile bölünmüş olmasıdır. Bu anlamda egemen sınıf fraksiyonları arasındaki çatlağın giderilmesi dönüşüm momentinin sonuna yaklaşıldığının ifadesidir. Çünkü devlet aygıtını yeniden eski etkinliği ile kullanma kapasitesine sahip olan egemen sınıflar, devlet dışı sınıflarla aralarındaki güç asimetrisini yeniden inşa etmeyi başarmış olurlar. Devrimci özne, fırsat penceresi bu anlamda kapanmadan inisiyatifi eline alabilecek hamleyi yapmalı ve devletin egemen sınıfları yeniden birleştirebilmesini imkansız hale getirmelidir. Bu anlamda devrimle sonuçlanmadığı müddetçe bütün dönüşüm momentlerinin egemen sınıfların yeni inşa ettiği bir iktidar bloğu ile boğulacağı açıktır. Bu boğmanın ise pasif devrim ve olağanüstü devlet gibi iki olası sonucu bulunmaktadır. Bunlardan hangisinin hayata geçeceği ise somut güç mücadelelerinin sonucu olacaktır. Eğer radikal unsurları pasifize olan karşı hegemonyacı bloğun devlete katılması iktidar bloğunun bileşenleri için tehdit olmaktan çıkmışsa burada pasif devrim hayata geçebilir. Ancak karşı hegemonyacı blok içinde radikal kanat tam anlamıyla etkisiz hale getirilemediyse buna karşılık bloğun bütünü, devletin yeniden inisiyatifi ele geçirmesine engel olamayacak kadar zayıf ise bu aşamada faşizm vb. olağanüstü devlet biçimleri ortaya çıkabilmektedir.

Bu anlamıyla dönüşüm momentinin aslında Kıvılcımlı’nın terminolojisiyle “tarihsel devrimci güçlerin” yarattığı türbülansla benzer niteliklere sahip olduğu söylenebilir. Kıvılcımlı modern çağlarda tarihsel devrimci güçlerin rolünü yıkmak ama kuramamak olarak tarif etmişti. Dönüşüm momentleri eğer devrimci sınıfın hegemonyası ile buluşabilirse ortaya çıkan türbülans daha ileri taşınabilirdi. Aksi takdirde egemen sınıflar kendi iç sınıfsal organizasyonlarını tamamladıkları aşamada duruma hakim olabilecek araçlara sahip olmaktadırlar. Kıvılcımlı 27 Mayıs sonrası momenti böylesi bir dönüşüm momenti olarak değerlendirir. Finans kapitalin CHP eliyle tam olarak sürece hakim olduğu 1962’ye kadar yaşanan dönemi bir dönüşüm momenti olarak  (bu kavramı kullanmadan) ele aldığı çalışmaları bulunmaktadır. Süreci etkileyebileceğini düşündüğü için kendi adına kimi müdahalelerde de bulunmaya çalışmış ancak bir işçi sınıfı partisinin yokluğunda bu müdahaleler son derece yetersiz kalmıştır.

Benzer biçimde Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i kitabı da tam da böylesi bir dönüşüm momentinin analizi üzerine kurulmuştur. Paris proletaryasının 1848’de açtığı dönüşüm momenti 2 Aralık 1851’de 2. Bonaparte’ın kendisini imparator ilan etmesiyle kapanmıştı. Marx bu dönemin iniş ve çıkışlarını, sosyal sınıflar ve onların fraksiyonları arasındaki ilişkiyi bir şaheser ortaya çıkaracak biçimde etüt etmişti. 1905-1906 Rus Devrimi’nin de benzeri bir dönem olduğu görülebilir.

Aslında 2008 küresel krizi sonrasında dünya ölçeğinde birçok farklı noktada ve bölgesel olarak dönüşüm momentlerinin ortaya çıktığını görmek gerekiyor. Avrupa’daki meydan hareketleri ve özellikle İslam dünyasındaki Arap Baharı çıkışlarını bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Avrupa-Afrika ve Ortadoğu’da yoğunlaşan bu hareketler kimi yerlerde gerçekten iktidar bloğunu dönüşmek zorunda bırakan sonuçlar yarattılar. Kimi yerlerde emperyalizmin sürece önderlik etme çabalarıyla kanlı iç savaşlara evrildiler. Suriye bunun en açık örneğidir. Fakat en genel anlamda küresel kapitalizmin yeniden üretilmesinde kesintiler yaratan, dolayısıyla küresel sistemin güç ilişkilerinde de dönüşümleri zorlayan etkiler yaratmaya devam etmekteler. Daha da önemlisi dönüşüm momentlerinin ürettiği reaksiyon birçok ülkede olağanüstü devlet biçimlerinin olağanlaşmasını mümkün kılan gelişmelerin önünü açıyor. “ Toplumsal alanda yaşanan dönüşümlerin yarattığı neo-modernist, neo-milliyetçi ulusçu ve hatta neo-faşizan tepkilerin/taleplerin küresel anlamda merkezileşen sermayenin yeniden örgütlenme ihtiyaçlarıyla birleşmesiyle gündeme gelen ‘(güncellenmiş haliyle) devlet’e dönüş tartışmalarının ‘kaçınılmaz olarak’ geleneksel anlamda ‘demokratik’ olmayan katı yönetimlere kapı araladığı dahi speküle edilebilir.” (Erdem Denk, “Yeni Anayasa Tartışmaları: Dünya Devlete Dönerken”,  Birikim, sayı 323, s. 13)

Dönüşüm momentini harekete geçiren kitlesel dinamiklerin iktidar bloğunun hegemonik olmayan bir unsurunu iktidara taşımasına yol açan, gerici sonuçlar üreten biçimleri de otoriter popülizm şeklinde kendisini ortaya koyabiliyor. Yani toplumun ezilen sınıflarının belli öbekleri, kitlesel olarak burjuvazinin bir fraksiyonunun yeni hegemonya kazanma çabalarının destekçisi haline gelerek, ülkenin geleneksel siyasi yapısında bir iktidar değişikliği gerçekleşmesine yol açabiliyor. Erdoğan’ın da içine dahil edilebileceği bu kategoriye girebilecek politik aktörlerin sayısı giderek artıyor.

Bizim açımızdan ise Gezi ile açılan parantezin 1 Kasım seçim sonuçları ile gerçekten kapanıp kapanmadığını anlayabilmek son derece önemli. Gezi 31 Mayıs 2013 itibariyle toplumsal rutini alt üst eden bir gerçeklik olarak ortaya çıktı. Türkiye siyasi tarihinde 15-16 Haziran ile kıyaslansa da çok daha geniş çaplı bu anlamda da benzersiz bir kitle hareketi olarak devasa bir etki yarattı. Doğrudan kendi yarattığı sonuçlar ve vesile olarak etkilediği değişimler ile kendisini geleceğe taşıyacak nitelikleri ortaya koydu. 1 Kasım sonrasında ortaya çıkan yeni dengelerde Erdoğan’ın bir faşist diktatörlüğü inşa edip edemeyeceği, yaratmış olduğu fiili duruma hukuki bir statü kazandırıp kazandıramayacağı hala tartışılması gereken ve aynı zamanda toplumsal mücadelenin pratik konusu olan bir durum. Ancak Erdoğan’ın Gezi ile başlayan parantezi kapatma noktasında önemli bir inisiyatifi ele geçirdiği ve kendi kafasındaki siyasi rejimi inşa edebilmeye de son derece yaklaşmış olduğu açık. Gezi’nin ortaya çıkardığı dinamikler bu gelişmelerin yaşanmasında aktif bir aktör olmaktan çıkmış görünüyor. Tam da bu noktada bir dönem değerlendirmesi ihtiyacı ile karşı karşıyayız: Gezi’nin ortaya çıkardığı potansiyel Türkiyeli sosyalistler açısından ne ölçüde değerlendirilebildi? Dönüşüm momentinde yapılan hangi yanlışlıklar dönüşüm dinamiklerini devrimci bir hegemonya altına alabilmeyi olanaksız hale getirdi? Türkiyeli sosyalistler dönüşüm momentinin gerektirdiği tempoya ulaşabildi mi dönüşüm dinamikleri ile aşılanabildi mi? Bu soruların cevaplarının doğru biçimde yanıtlanabilmesi hareketimiz açısından da hayati önemdedir. Türkiye sosyalist hareketinin kadrolarının önemli bir kesiminin aslında böylesi bir dönemde nasıl davranılması gerektiği ile ilgili yeterince deneyime de sahip olmadığı düşünülürse “Gezi’den bugüne nasıl geldik?” sorusunun doğru biçimde cevaplanabilmesinin hayati önem taşıdığının anlaşılması mümkün olacaktır.

Badiou ve “Olay”

Fransız sosyalist siyaset felsefecisi Badiou’nun “Olay” kavramı aslında bize yaşadıklarımız üzerinde daha kapsamlı düşünmemizi sağlayabilecek bir takım kavramlar sunmaktadır.

Badiou çağımızın en temel sorunlarından birisi olarak özgürleştirici siyasetin gündemden düşmesini görmektedir. Kapitalist parlamentarizm diye tarif ettiği burjuva/demokratik çerçevenin insanlığın siyasi ufuk çizgisi haline gelmesi, ona kalırsa aşılması gereken bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Özgürleştirici siyasetin başarması gereken, burjuva hegemonyasının imkansız kıldığı iddia edileni mümkün göstermek olmalıdır. Devlet belirli bir durumda neyin imkan dışı olduğunu tayin eden güçtür. Olay ise özne, hakikat, verili durumu kırılmaya uğratan istisnai bir kopuştur ve tanımlayıcı özelliği, imkan dışı görüneni mümkün hale getiren bir dönemi temsil etmesidir. Badiou’nun “Olay” kavramı herhangi bir durumun normal düzeninden radikal bir kopuştur. Bu yüzden de Durum’un içindeki bir dizi olayın listesi içinde tarif edilmesi mümkün değildir. Nicelik değil kesinlikle niteliktir.  Olay, düzenin kendini yeniden üretmesini kesintiye uğratır. Bu anlamda Olay, yeni bir dönemin açılma imkanını göstermektedir. Olay’ın bir diğer özelliği ise öngörülemez olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında Olay’ın ortaya çıkışı, durumun normalliği dışında tamamen anormal bir durumdur. “Olay’ı herhangi bir özel durumda var olduğu haliyle beden ve dillerin normal düzeninden bir kopuş olarak tanımlıyorum. Burada şunu belirtmek önemli: Bir olay, durumda var olan bir potansiyelin gerçekleşmesi olmadığı gibi, dünyanın aşkın yasalarına da bağlı değildir… Bir durum ya da dünya bağlamında, bir olay, sınırlı bir açıdan, bu durumun içeriği ya da bu dünyanın yasaları açısından tamamen olasılıksız gibi görünen şeyler için yolu döşer.” (Alan Badiou, Komünizmin İdea’sı, “Bir İdea Olarak Komünizm”, s.18, Ayrıntı Yayınları)

Badiou’nun örneğini takip edersek eğer Mayıs 1968 bir olaysa, bu öncelikle bu adı hak etmiş olmasındandır, yani Mayıs 1968 sadece bir dizi olay yaratmamış aynı zamanda kendisini Mayıs 1968’i üretmiştir. Bir olayın yeniliği çok iyi bilinenin sınıflandırılmasına dayanan bilginin tarifinin normal rejimini kesintiye uğratması olgusunda ortaya çıkar. Bu açıdan Olay, yeni bir bilgiyi, dünyaya yeni bir ideolojik bakışı güçlü bir biçimde mümkün kılar. Bu farklı bakış açısının ortaya çıkması ise herkesin bundan önce var olmayan bir durumun ortaya çıkmasından yola çıkarak önceden adı verilmemiş bir olayın gerçekten yaşandığını kabul etmesini sağlar. Olay’ın en önemli özelliklerinden bir tanesi de ne olduğuna karar verilmekte zorlanılmasıdır. Yaşanan bir politik devrim midir yoksa sıradan bir kargaşa dönemi midir? Ne olduğuna karar verilemez olmasının bir diğer sebebi ise gerçekleştiği kadar hızlıca kaybolması ve bu yüzden de hiçbir şeyin yaşanmadığı duygusunu tetiklemesidir. Özne, olaya ortaya çıkması sonrasında dahil olur. Özne, ortaya çıkışı olumsal olduğu gibi var olup olmadığı da karar verilemez olan olay karşısında bahse girmeye benzer bir karar almak durumundadır. “Eğer gerçek bir Olay yaşandıysa ona sadık kalmak için ne yapmamız gerekiyor?” Olay’ın gerçekleşmesi ile sadece daha önce politik açıdan görünmez durumdaki bir grup kendisini görünür kılmaz aynı zamanda durumun yasasının da değişmesine yol açar. Bu grup kendisine politik hegemonyanın dayattığı yerden, kendisine tahsis edilen yerden çıkmış olur. Bu açıdan Olay, durumun içinde var olmayan bir unsuru var kılar. Olay yeni bir nitelik yaratarak durumun genel işleyişini sekteye uğratır. Durum olayın etkisini aşabilmek için kendisini yeniden tasarlamak durumundadır. Bu işlevi görmek ise Devlet’e düşmektedir. “Olasılıkların olasılığını sınırlandıran sınırlanmalar sistemine ‘Devlet’ ya da ‘durum Devleti’ adını veriyorum… Devlet’in belli bir durumda bu duruma özgü olanaksızlığı -neyin olası olduğuna dair daha önce yapılan betimleme uyarınca- reçete eden kurum olduğunu söyleyeceğiz. Devlet her zaman olasılığın sınırlı olmasıdır, Olay ise olasılığın sonsuzlaştırılmasıdır.” (A. Badiou, s.19)

Gezi’nin burada tarif edilen anlamda bir Olay olduğu rahatlıkla düşünülebilir. Bu Olay’ın yaratması gereken sonuçlar anlamında, mümkün olmayanı, saklanabileni mümkün kılabilmesi anlamında 2013-2015 dönemini belirlediği de rahatlıkla tespit edilebilir. Ortaya çıkardığı en sıra dışı sonuç ise hiç kuşku yok ki HDP’nin ortaya çıkmasıdır. HDP gerçekten de “yeni bir nitelik yaratarak durumun genel işleyişini sekteye uğratmıştır”. Gezi, Türkiye sınırları içindeki iki farklı ülke gerçeğinin sınırlarını ortadan kaldırma anlamında muazzam bir sonucun ortaya çıkmasında son derece hayati bir rol oynamıştır. Gezi, bir özgürlük isyanı ve büyük bir dönüşüm potansiyeli olarak Kürt Özgürlük Hareketi’nin Batı ile buluşmasının, “Türkiyelileşme” taktiği ile bir demokrasi seçeneği inşasının olanağını yaratmıştır. “Herkesi kendi toplumsal konumuna hapsetmeyi reddeden bir siyasal pratik ne olabilirdi? Daha önce denenmemiş yollar, imkansız karşılaşmalar, normalde birbirleriyle konuşmayan insanlar arasında yapılacak toplantılar nasıl olabilirdi? … Bunun herkesi kendi yerinde örgütleyerek olamayacağını, aksine hem maddi hem de zihinsel sarsıcı hareketlilikler örgütlemekten geçtiğini anlamıştık.” ( A. Badiou, Komünist Hipotez, s.53-54, Encore Yayınları) Bu anlamıyla, Gezi 31 Mayıs 2014’te kendisi olarak büyük oranda sahneden çekilse de HDP’nin Batı’ya nüfuzunu mümkün kılmıştır. Gezi Olayı’nın etkisini kaybettiği noktada Rojava olayı sürecin taşıyıcılığını üstlenmiştir. Bu buluşma 7 Haziran’da önemli bir sıçramaya da imkan sağlamıştır. Gezi Olayı ile seçimler arasında bir karşıtlık kurmaya çalışan aydınları boşa çıkaracak biçimde HDP, 7 Haziran’da hem seçim sonuçları hem de yarattığı toplumsal mobilizasyon olarak ciddi bir ileri adımı ortaya çıkarmıştır. Bu anlamıyla HDP Gezi’nin doğrudan taşıyıcısı haline gelmiştir. HDP’nin mümkün olabilmesi büyük oranda Gezi’nin yarattığı Olay’ın içinde mümkün olabilmiştir. HDP’nin varlığı ve potansiyeli ise toplumsal dönüşüm anlamında yeni seçeneklerin mümkün olabilmesini sağlamaya devam ediyordu. HDP’nin bu rolü oynayabilmesinde Kürt Özgürlük Hareketi’nin tüm zorluklara rağmen Olay’ın açtığı fırsat penceresini açık tutmak için ortaya koyduğu olağanüstü iradeye de dikkat çekmek gerekmektedir. Bu yüzden Gezi ile Olay kavramlarını bir arada kullanan Ergin Yıldızoğlu, Gezi’yi ısrarla Haziran Hareketi’ne ya da Aydınlanma çağrısı gibi HDP dışında kalarak sol yaşamı sürdürme çabalarına bağlamaya çalışarak aslında kendi yaratısına ters düşüyor: “Bugünkü ‘durumu’ değiştirerek, diğer iki realiteyi de istikrarsızlaştırabilecek ve yeni bütünleştirici bir realitenin oluşmasının önünü açabilecek siyasi eylem de yalnızca bu diyalektik içinden çıkabilecek gibi görünüyor. ‘Gezi olayı’, Birleşik Haziran Hareketi bu olasılığın dışavurumlarıydı. Cerattepe direnişinin, şekillenmeye başlayan ‘Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi’nin’ de bu bağlamda yeni ortaya çıkan biçimler olduğunu düşünüyorum.” (Çok Sancılı Bir Dönem, 28 Mart 2016, Cumhuriyet) Yıldızoğlu Devrimci Yol/KP kültünün gerçekliğe en yaklaşan çağdaş isimlerinden olmasına rağmen önyargıları onu Olay’ı gerçekten anlamaktan uzak tutuyor. Olay’a rağmen aslında geçmişin ısrarla sürdürülmesini savunan yapıları umut olarak görme eğilimine giriyor. Söz konusu yapıların bir aşma çabası değil bir savunma aracı olduğunu göremiyor. HDP’nin ortaya çıkarmış olduğu                yeni bütünleştirici realitenin sınanması 7 Haziran’da yapılmışken solun geri kalanına ısrarla bu realiteyle hemhal olmayı savunamıyor. Halbuki HDP Olay’a (ya da Rojava ve Gezi Olaylarına) sadık bir öznenin ısrarla sürüklediği, bu anlamıyla gerçek anlamda Badiou’yu haklı çıkaran bir deneyim haline gelmedi mi? HDP aslında tam da Yıldızoğlu’nun yazısında başarıyla tasvir ettiği üç realitenin, üç hegemonik söylemin etkisi altına aldığı kitlesel öbeğin emekçi, özgürlükçü, kadın ve dönüşümcü yönlerini birleştirmeye, dolayısıyla gerçekliği yeniden düzenlemeye aslında aday bir iddia ortaya koymadı mı? Haziran sonrası elbirliği yapan devlet bloğu tam da bu hamleye karşı çok sert bir karşılık üretmedi mi? Düzen aslında kendi parametrelerini derinden sarsma kapasitesi üreten bir politik aktörü geriletmenin, bu anlamıyla Gezi Olayı’nı gerçek anlamda unutturmanın çabası içinde değil mi? Arap Baharı’nın özne tarafından takibiyle üretilmiş meşru temsilcisi Rojava ise Gezi’nin de yarattığı yeni durumu ileriye, Olay’ın gerçekliğine sadık kalarak taşımayı hedefleyen temel aktörün de HDP olduğunu görmüyor muyuz?

1 Kasım seçimlerini Gezi ile başlayan bir sürecin nitelik değiştirme noktası olarak okuyabilir miyiz?

31 Mayıs 2013’ten 1 Kasım 2015’e Nasıl Geldik?

Gezi İsyanı, Erdoğan’ın 2011 seçimleri sonrasında adım adım inşa etmeye çalıştığı rejim değişimine sekte vuran bir moment yarattı. Aslında doğrudan böylesi bir hedefi olmayan kitle hareketi, kentin merkezinde kalan son yeşil alanı savunmak için ortalığa atıldığında aslında doğrudan Erdoğan’ı hedeflememişti, ancak Erdoğan’ın bilinen kibri sokağa çıkan hareketin hedefini parkı savunmanın ötesine taşımasına yol açtı.

Haziran’da Gezi’de ortaya çıkan enerji 21 Mart’ta açıkça kamuoyuna duyurulan müzakere sürecine çok şey borçluydu. Savaşın bitmesi şovenizmin devletçi etkisini zayıflattı. “Terör, terörizm” kavramının hegemonik etkisinin zayıflaması sokaklarda demokrasi mücadelesi yükseltilmesinin meşruiyetini arttırdı. Belki de en önemlisi de devletin özgüvenini aşırı arttırarak hata yapmasını kolaylaştırdı. Dolayısıyla devletin hiç beklemediği bir anda mücadelede daha önce ezilme yaşamamış ve Erdoğan’ın yeni rejim inşasından giderek daha fazla tedirgin olan kesimler büyük bir momentum yarattılar.

Gezi yaşanan tarihsel gelişmeler açısından yalnız değildi. Suriye’ye emperyalist müdahalenin yarattığı savaş koşulları Rojava Kürdistan’da PYD’nin kontrolünde bir demokratik ulus inşa sürecini mümkün kıldı. Kürt Özgürlük Hareketi, Abdullah Öcalan’ın 2000’li yıllarda geliştirdiği demokratik özerklik projesini hayata geçirecek somut bir alan bulmuştu. Devlet, ağırlığını Rojava’ya vermek isteyen Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu eğilimini onu tasfiye etmenin bir aracı haline dönüştürmeyi planlamıştı. Gerilla güçleri büyük oranda Rojava’yı korumak üzere bölgeye geçecek, Suriye’de egemenliğini kısa sürede kuracak İhvan hükümeti/cihatçı çeteler tarafından büyük oranda imha edileceklerdi. Böylece Erdoğan bir taşla iki kuş vuracak hem PKK’den kurtulacak hem de Suriye’de çok önemli bir derinlik kazanacaktı. Erdoğan’ın planlarını alt üst eden ise Esad’ın Rusya-İran-Hizbullah desteği ile direnmesi, ABD’nin ise özellikle Libya’da büyükelçisi İhvan’a yakın silahlı güçler tarafından öldürüldükten sonra Suriye üzerindeki ısrarından vazgeçmesi idi. Böylece Türk devleti tarafından hızla ezilmesi beklenen Rojava ayakta kaldı. Tüm dünya ilerici güçleri tarafından devrimci bir gelişme olarak selamlanır hale geldi.

Kürt Özgürlük Hareketi müzakerenin başladığı ilk dönemde Gezi’yi tanımlamakta bir güçlük çekti, fakat sonrasında hızla Gezi’nin arkasındaki demokrasi dinamiğini fark etti. Hareket içinde sosyalistlerin etkinlik kazanması, olası faşist/ulusalcı önderliklerin inisiyatif alamaması Ukrayna’daki gibi reaksiyoner bir sokak hareketinin ortaya çıkmasına engel oldu. 17 Haziran sonrasında park boşalsa bile park forumları ile sokaklara çıkan kitle kendisini löse de olsa örgütleyecek damarlar yaratabildi. Burada üzerinde çok fazla durulmamış ve değerlendirilmesi düşünülmemiş bir fırsat penceresini anımsamakta fayda var. Erdoğan, Gezi’de olunan son günlerde bir referandum önermişti, kapsamı ve alanı belli olmayan bu öneri o dönemde bir geri adım olduğu algısı ile reddedildi. Oysa Gezi’nin en önemli gücü, yarattığı olağanüstü hegemonya ile çok farklı kesimleri bir araya getirme ve AKP’ye karşı birleştirebilme yeteneği idi. Bu durum kimilerinin yaptığı gibi Cumhuriyet Mitingleri ile kesinlikle kıyaslanamazdı çünkü o çıkış aslında ulusalcı hegemonyanın bir ürünüydü, zaten 27 Nisan muhtırasının prelüdü olarak tarihe geçti. Oysa Gezi’de farklı bir hegemonya ortaya çıkmıştı. Burada demokratik dönüşüme öncelik veren, halkın inisiyatifini temel alan bir anlayışın gelişebileceği bir zemin oluşmuştu. İnsanları Gezi hakkında en çok heyecanlandıran olgu, sivil toplumun neredeyse kendiliğinden bir biçimde siyasal topluma açılan bir pencere yaratmış olmasıydı. Yabancılaşmış politik aktörlere gerek duyulmaksızın siyasal topluma girme olanağı, ciddi anlamda bir demokratik yurttaşlık bilinci yaratıyor, en yerel ölçekten genele doğru örgütlenme olanakları ortaya çıkıyordu. Böylesi bir momentte Erdoğan ile tam da kendisini en güçlü hissettiği alanda, sandık konusunda hesaplaşma olanağı sağlayacak ve Gezi’deki çokluğu birlikte bir siyasi özne olmaya taşıyabilecek referandum önerisi kale alınmadı. Bunun bir yanı sandıkta Erdoğan’ın kazanacağı korkusu, bir yanı direnişin coşkusuyla uzlaşmadan uzak durma diğeri ise sürece politik akılla yaklaşmada ortaya konan eksiklikti. Gezi’den güçlü bir karşı hegemonya bloğu çıkarmak için referandum deneyimi değerlendirilebilirdi. “İlkelerin söz konusu olduğu durumlarda referandum kabul edilemez” gibi genel, skolastik ilkelerle bu olanaktan uzak durulması gerekçelendirildi. Oysa politik olanın tek kriteri var olan anda ve güçler dengesinde yaratması olası sonuçlardır. Etik olanın bunu dengelemesi için bir alan mevcutsa da referandum konusunu böylesi bir ilkeye bağlamak tam bir apolitizmdi. Bu ilke kendi başına AKP’nin kent yağmasını bir sermaye birikim süreci olarak değerlendirmesinin önüne geçmiyor. Ancak AKP hegemonyasının çözülmesi ilkenin gerçekleşmesini mümkün kılabilirdi. En son Cerattepe konusunda Demirtaş’ın yaptığı referandum önerisini Halkevleri temsilcisinin benzer şekilde eleştirmesi de aynı apolitizmin bir başka tezahürü idi. Erdoğan’ın hegemonyasının en temel öğelerinden biri sandık olduğu için sandık alanında alınacak bir yenilgi bu hegemonyanın çözülmesinin de en temel tetikleyici faktörü olaya adaydır. 7 Haziran sonuçlarının AKP saflarında böylesi bir derin etki yaratması da bunun bir ispatı olarak okunabilir.

İşte HDP aslında tam da bu iki kanadın, Rojava Devrimi ile Gezi İsyanı’nın bir tür ittifakı olarak doğdu ve gelişti. Cemaat’in de Erdoğan’ın kendisini tasfiye hamlesini görerek ve dönemin uygun olduğunu düşünerek 17-25 Aralık operasyonlarını devreye sokması devlet içerisindeki çatlağı büyüttü, Siyasal İslam’ın imajını tamir olmayacak bir biçimde bozdu. Aslında bu dönemde AKP’nin dengesi tamamen bozulmuşken çok daha güçlü biçimde yüklenerek hükümetin istifa etmesini sağlamak mümkün olabilirdi. Ancak hem Kürt Özgürlük Hareketi’nin Cemaat’in güç kaybetmesini öncelikli görmesi hem de Batı’daki güçlerin “Cemaat’in ve ABD’nin tezgahına geliriz” kaygısını abartmaları böylesi bir yüklenme olanağını ortadan kaldırdı. Kendi bakanları tarafından suçlu ilan edilecek duruma kadar gelen Erdoğan, karşısındaki muhalefetin alan bırakmasından sonra hızla toparlandı. Kendisini yerel seçimlere atmayı başardı. Bu noktada Kürt Özgürlük Hareketi’nin süreci okuyuşu da kafaları oldukça karıştırdı. Aslında müzakere sürecinin temel parametreleri açısından bakıldığında Öcalan’ın başka bir hamle yapması çok zordu çünkü AKP zaten masaya büyük oranda Cemaat ile hesaplaşırken Kürt Özgürlük Hareketi’nin pasif/aktif desteğini alabilmek umuduyla oturmayı kabul etmişti. Bu noktada Batı’daki devrimci güçlerin inisiyatif kullanamaması, Öcalan’ın yaşananları bir darbe olarak nitelemesine rağmen saldırıyı yoğunlaştıramaması süreç içerisindeki en önemli fırsatın kaçmasına sebep oldu. AKP bloğu yolsuzluk soruşturması ile çok ciddi çatlama emareleri vermekteydi. Özellikle Bayraktar’ın bakanlıktan istifa ederken Erdoğan’ı işaret etmesi aslında kırılmanın sonuna çok yaklaşıldığının bir ifadesi olacaktı. Ancak Cemaat’in politik olarak solda bir nefret objesi olması ve doğrudan ABD’nin piyonu olarak görülmesi -ki sonuna kadar haklı bir tespittir- büyük tereddütler yarattı. Veysi Sarısözen Gündem gazetesinde günlerce 17-25 Aralık darbesinin aslında Barış Süreci’ne karşı olduğuna dair yazılar yazdı. Genel olarak devrimci hareketin o dönemde AKP bloğunu dağıtmak gibi bir gücünün olup olmadığı da tartışılabilirdi ancak somut bunu hedefleyen net bir taktik çizgi ortaya çıkamadı. 2013 Mayıs’ıyla kıyaslandığında kitle hareketi çok daha canlıydı, yolsuzluk gündemiyle Taksim’de gerçekleşen eylemlere binlerce insan katılmış, çatışmalar saatlerce sürmüştü. 17-25 Aralık’ın bir diğer özelliği ise Erdoğan’ın açıkça hukuku askıya alması, hukuku artık bir meşruiyet kaynağı olarak görmekten vazgeçmesidir. 25 Aralık’ta Bilal Erdoğan’ı gözaltına almayı hedefleyen operasyona müdahale ederek, hukuki süreci tanımayacağını, “olağanüstü” durumu ilan ettiğini de deklare etmiş oldu. “Piyango meselesinde Bonapart’ın dolandırıcılığı bütün açıklığı ile ortada iken Ulusal Meclis harekete geçmedi bunun üstüne Bonapart karşı hamle yaptı.” (Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’I, s.114, İletişim Yayınları)

Mart 2014 yerel seçimlerinde büyükşehirlerden birisini AKP’den almak çok önemli bir hamle olacaktı, aynı zamanda sokak hareketinin kendisine olan güvenini arttıracak, kurumsallaşmasını mümkün kılacaktı. HDP daha çok örgütsüzdü, park forumları içerisinde “partili siyasete bulaşmayalım, tabandan baskı kurma fonksiyonunu üstlenelim” eğilimi ağır basıyordu. HDP aslında özellikle İstanbul’da CHP üzerinde ciddi bir basınç oluşturarak ittifak olanaklarını zorladı. CHP ise tercihini MHP’den ve Sarıgül’den yana kullandı. Kılıçdaroğlu seçimleri Sarıgül’ü etkisiz hale getirmek ve devletin ihtiyaç duyduğu nefes alma olanağını yaratmak yönünde kullandı. Gezi ile oluşan atmosfer sandıkta kendi adaylarını çıkaramadı. Cemaat’in ses kaydı manipülasyonları kitlelerde Erdoğan’ın bu kasetlerle düşürülebileceğine dair bir algı yarattı. Sonuç olarak ortaya çıkan tüm hırsızlıklara rağmen Erdoğan oylarını ve belediyelerini büyük oranda korudu. Kitleler Erdoğan’ın gitmesinin ancak kendilerinin götürmesi ile mümkün olacağını kavrayamamanın bedelini ağır ödediler. Gezi sonrasında bir arada durmayı başaramayınca, Erdoğan çok ciddi darbeler almasına rağmen kendini korumayı başardı. Düzen Partisi, halk hareketinin önünü açabileceği korkusuyla Erdoğan’ın konumunu daha da güçlendirmesine rağmen ayakta kalmasına müsaade etti. “Yeni huzursuzluklar çıkacağı beklentisiyle yürütme gücünün onu sindirmesine izin vereceğine, yürütme gücünü kendisine bağımlı kılabilmek için sınıf mücadelesine küçük de olsa bir alan açması gerekirdi. Ne var ki ateşle oynamaya ehil görmüyordu kendini.” (Karl Marx, age)

Bu durum Batı’da kitle hareketine önemli irtifa kaybettirdi. 2014 yazında park forumları bir önceki yazın karikatürü haline dönüştü. Devletin sokak eylemlerini ezme konusunda geliştirdiği deneyim 2014 31 Mayıs’ında İstiklal’de sokak işkencesine dönüştü. Sokakların Batı’da inisiyatifi kaybettiği tarih bu anlamıyla 31 Mayıs 2014’tür. “Toplumun siperinin işi bitmişti ve bunun üzerine hiçbir damdan tek bir tuğla düşmediği gibi borsa yükselişe geçiyordu.” (K.Marx, age, s.117)

Dolayısıyla iki büyük tarihsel sıçrama üzerine kurulan HDP’nin kanatlarından birisi oldukça zayıfladı. Batı’da kendi başına yol alma yeteneğini 2014 yazına gelindiğinde büyük oranda kaybetmişti. Bu aşamada Rojava’nın rüzgarı imdada yetişti. CHP-MHP ittifakının Ekmeleddin tercihi HDP için tarihi bir olanak yaratmıştı. Bu olanak Selahattin Demirtaş’ın eliyle tarihi bir fırsata dönüştürüldü. Rojava, Gezi’nin güç kaybeden ruhuna bir nefes üfledi. Demirtaş’ın popülaritesini başlarda Ekmeleddin’in zayıflaması için değerlendiren Erdoğan ise ortaya çıkan sonucun özellikle Kürdistan’da kaybettiği oyların ardından “askerimiz polisimiz bundan sonra orada gerekeni yapacak” diyerek 1 Kasım’ın sinyalini oradan verdi.

Devlet Rojava’nın ayakta kalmasının bütün hesaplarını altüst ettiğini görünce Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya çıkan etkiyi boşa çıkarmak için IŞİD ile Kobani kuşatmasına girişti. Tüm çabalara rağmen Kobani’nin düşmesi için her türlü hamle yapılınca bu sefer 6-8 Ekim’de ortaya muazzam bir serhildan çıktı. Kürdistan başta olmak üzere birçok ilde Kürtler başta olmak üzere geniş kitleler sokaklara taştı, birçok semtte iç savaş eşiği aşıldı. Devlet serhildana, denetimi altındaki kitle güçlerini de silahlandırarak ve ortalığa salarak yanıt verdi. Ancak son kertede Kobani’ye koridor açmaya mecbur kaldı. Burada ABD’nin basıncı da koridorun açılmasında önemli bir rol oynadı. ABD, IŞİD’e karşı sahada tek dengeleyici güç olan YPG’nin gereğinden fazla ezilmesine müsaade etmedi.

6-8 Ekim serhildanı devlet açısından esas olarak müzakerenin bitirilmesine karar verdiren olaydır. Devletin süreçten beklentisi Kürt Özgürlük Hareketi’ni çözmesi iken gerçekleşen tam tersi olmuştu. Barzani, özellikle Sinjar yenilgisi sonrasında Kürtler üzerindeki hegemonyasını büyük oranda kaybetmişti. YPG’nin uluslararası anlamda kabul edilen bir güç haline gelmesi de devlet açısından bir kabus haline gelmişti. 10,5 saat süren bir MGK toplantısında aslında 1 Kasım’da ortaya çıkan ittifakın temelleri atıldı. Devlet ortaya çıkan demokratikleşme basıncı karşısında bir süredir birbiriyle kavgalı olan fraksiyonlarını yan yana getirmek durumundaydı. Cemaat’ten boşalacak alan eski devlet artıkları tarafından doldurulacak, bu ganimet üzerinden yeni bir iktidar bloku inşa edilecekti. Daha sonra polis şeflerinin Kasım 2014 yılında özel olarak seçilerek Kürdistan’a gönderildiği, polislerin de homurdanarak da olsa işi üstlendikleri gazete sayfalarına 2016 yılında yansıdı.

Bunun önündeki son engel genel seçimlerde HDP’nin tutumunun ne olacağının kesinleşmesi idi. HDP’nin seçimlere parti olarak girmesi ve “seni başkan yaptırmayacağız” söylemi Erdoğan açısından düğmeye basılmasını zorunlu kılan aşamaya gelindiğini gösteriyordu. 2015 Newroz’u öncesinde 28 Şubat Dolmabahçe mutabakatı ile devlet ile KÖH arasında 90’lardan bu yana kesintilerle devam eden müzakereler zirve noktasına ulaşmışken araya girdi, gerillanın silahlı güçleri tamamen ülke dışına çıkarmayı taahhüt ettiği bir noktada masayı devirdi. Özellikle 17 Mart’ta Selahattin Demirtaş’ın mecliste yaptığı tarihi “seni başkan yaptırmayacağız” açıklaması Erdoğan’ın Newroz öncesinde devreye girerek sürece takoz koymasına yol açtı. Çünkü gerillanın silah bırakması HDP’nin kesin olarak barajı geçmesi anlamına gelecekti. HDP’nin büyümesinden rahatsız olan CHP ve MHP de bu yönde tutum aldılar.

Dolayısıyla Temmuz’da yeniden yükselen savaşın kim tarafından başlatıldığı açıktır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin hem Batı’da HDP eliyle demokratikleşme potansiyelini yaratması ve güç kaybeden Gezi ruhunu ayağa kaldırması, hem Rojava’da IŞİD’i giderek ezme noktasına gelmesi hem de Bakur’da AKP’yi bitirmesi hem özel olarak AKP hem de egemenlerin tüm kanatları açısından kabul edilemez bir nokta olarak görülüyordu. 7 Haziran-1 Kasım arasında yaşananlar ordu, IŞİD ve MHP dahil AKP merkezli devlet bloğunun karşısındaki dinamiği geriye süpürme hamlesidir. Erdoğan bu süreçte birçok kez kaybetmeye çok yaklaştı. 7 Haziran’da bu momentlerden belki de en önemlisidir. Fakat bu dönem yeterince iyi değerlendirilemedi. Rakibin en zayıf olduğu noktada tüm karşıt güçler bir noktaya yığılamadı. Erdoğan sendelediği her momentte karşısındaki güçlerin hatalarının yarattığı olanaklarla yeniden toparlanmayı bildi. Eski ittifaklarını kaybettiği her momentte gayet realist bir bakış açısıyla hiç beğenmezlik yapmadan her çevreyi yanında tutmayı becerdi. HDP ise 7 Haziran sonrası yaşananları Erdoğan’ın bir seçim manevrası olarak ve kaybetmeye mahkum olarak okudu. Reaksiyonun bir devlet reaksiyonu olduğunu bunun Erdoğan’a yeni bir takım oy rezervleri kazandıracağını öngöremedi. 7 Haziran’da tam anlamıyla oluşamayan tarikatlar koalisyonunun bu sefer kurulduğunu hissedemedi. Kurulan koalisyonun sadece tarikatlarla sınırlı kalmadığını, kendisine “yerli/milli” şemsiyesi altında yer bulabilen her kesimin ittifakın içine çekildiğini görebiliyoruz. Özellikle MHP üzerindeki hamlesinde Erdoğan’ın ciddi bir derinleşme sağladığı gözüküyor. Böylece 1995’ten bu yana Türkiye siyasi tarihinin en önemli çelişkilerinden biri olan Siyasal İslam-Milliyetçi/ Ulusalcı Blok ayrışması, yerini bir tür ittifaka bırakmakta. “Devrimden en fazla çekmiş ve ondan ötürü en çok ağlamışken sırf milletin iradesine zincir vurmak için yeni bir devrimi tahrik eden adamları görüyoruz … Size gelecekte sükun vaat ediyorum…” (Karl Marx, age, Bonaparte’ın sözleri) HDP ekseninde ülkenin neredeyse tüm demokrasi güçlerinin bir araya gelmesi ve dikkate değer bir seçenek yaratması, bunu yaparken de Türkiye siyasi tarihinde ortaya çıkmamış bir başarıya imza atması düzenin eski-yeni iktidar bloğu bileşenlerini bir araya getirdi, ancak bir eşitler koalisyonu olarak değil, Erdoğan’ın himmetlerinden faydalanabilmek için onun reisliğini tanımak koşuluyla… Finans kapitalin tümü Ahmet Hakan ayarında bir siyasi varlık gösteriyor. “Cumhurbaşkanına kul olan tavrıyla, parlamentoyu horlayışıyla, kendi basınına gaddarca kötü muamelesiyle, burjuvazinin konuşan ve yazan kısmını, politikacılarını ve fikir adamlarını kürsülerdeki sözcülerini ve basını ezmeye mahvetmeye çağırıyordu Boanapart’ı, ki böylece kuvvetli ve kısıtsız bir hükümetin koruması altında güvenle özel işlerini takip edebilsin. Egemenliğin zahmet ve tehlikelerinden kurtulmak için kendi politik egemenliğinden kurtulmaya hasret çektiğini beyan ediyordu açıkça.” (K. Marx, age, s.134)

Erdoğan’ın bu yeni iktidar bloğunun başına ne işler açacağını göreceğiz. Suriye politikasında hatalarda ısrar etmenin faturasının ne olduğunu da göreceğiz. Fakat şurası açık ki son iki senede ortaya çıkan demokratikleşme penceresinin daralmasının en önemli sebebi Batı’daki toplumsal dinamiklerin AKP’nin özellikle yoksullar üzerindeki hegemonyasını kıracak bir tarihsel örgütlenme hamlesi geliştirememiş olmalarıdır. Savaş koalisyonu tam da HDP’nin yeni yeni oluşturmaya çalıştığı bağ noktalarına kapsamlı bir saldırı geliştirdi. Kürdistan’a saldırırken aslında büyük oranda Batı’da yeni yeni filizlenen, bir büyük sarmaşığa bağlanmaya çalışan fidanları ezmeye çalıştı. İki ülkenin eşitsiz gelişiminin ve örgütlülük seviyesi arasındaki asimetrinin yarattığı dezavantajı istismar etmeye dönük bir hamle gerçekleştirdi. AKP faşizmini kurumsallaştırma olanaklarını geliştirirken 1 Kasım sonrasında ortaya çıkan moral bozukluğunu hızla aşacak ve öncelikle Kürt halkının haklı mücadelesiyle dayanışmayı büyütecek bir demokrasi bloğunu inşa etmek gerekmektedir. Daha sonra da dengeleri kalıcı olarak değiştirebilmek için AKP’nin özellikle kent yoksulları üzerinde kurduğu hegemonyanın çözülmesi yönünde bir örgütlenme hamlesi başlatılmalıdır. HDP’nin 7 Haziran’da tüm zorluklara rağmen estirdiği rüzgar ve seferber ettiği güç aslında bu görevin altından kalkacak enerjinin potansiyel olarak var olduğunun ispatıdır. Önemli olan bu potansiyelin örgütlü bir güce dönüştürülüp dönüştürülemeyeceğidir. Öncünün bu rolün altından kalkabilmesi ise tamamen mücadele ortamına sirayet eden orta sınıf ruh hali ve liberal örgütsel geleneklerle mücadelesindeki başarısına bağlı olacaktır.

Gezi-Rojava-HDP ile simgelenen bir olayın sonuna mı geldik? Erdoğan, konjonktürel olarak tüm toplumsal demokratikleşme olanaklarını imkansız hale getirecek bir sonuç elde edebilir mi? Harekete geçirilen savaş koalisyonu iç çelişkilerini sonuna kadar yönetebilir mi? Ezilenler diktatörlük tehdidi karşısında daha kararlı bir yan yana geliş ve daha güçlü bir direniş sergileyebilirler mi? Erdoğan başkanlık rejimi ile inşa edeceği yeni rejimini var olan uluslararası konjonktür içinde istikrarlı bir biçimde sürdürebilir mi? Erdoğan karşısında demokrasi cephesinin potansiyel bileşenleri, kurtuluşu dış faktörlerde aramaktan vazgeçip kendilerini sonuç alıcı bir taktik plan ekseninde örgütleyebilir mi?

Bunların hepsinin ucu açık sorular olduğunu ve sonuç olarak kaderlerinin sınıflar mücadelesi sathında belirleneceklerini tespit etmek durumundayız. Ancak şurası unutulmamalı ki 2008 krizi sonrasında dünya genel olarak yönetilemez bir noktaya doğru çekiliyor. Hem ulusal hem de uluslararası ölçeklerde gerilimler sürekli olarak yükseliyor. Sermaye döngüsü, rıza üreterek yönetmekte zorlanıyor. Sermaye ilişkisinin hayatın çeperlerine savurduğu insanlar bir biçimde kapitalizmin kabusu olmaya devam ediyorlar. Devlet, bu anlamda yeniden daha otoriter ve baskın bir biçimde sahnedeki yerini güçlendiriyor. İstikrarsızlık, sürdürülemezlik, sürekli hegemonya açığı, var olan siyasal düzenlerin zorlu bir değişim süreciyle karşı karşıya kalmasını tetikliyor. Sermaye birikim sürecinin tökezleme halinden çıkamaması, gelir dağılımındaki aşırı bozulmaya rağmen sistemin kendi mekanizmalarıyla bir düzeltme yapabilmekten aciz durumda olması ulusal ölçekte patlamaları giderek daha fazla siyaset sahnesine çıkarıyor. Uluslararası mimaride de sürdürülebilme sıkıntısının boyutları Suriye krizinde çok belirgin bir biçimde ortaya çıktı. Farklı ölçeklerdeki bu sürdürülemezlik hali, yeni koşulları gündeme dayatacak olayları fazlasıyla olası hale getiriyor. İstikrar hali tükendi. Politik aktörün yeni olaylara hazır olabilmesi, öncelikle yakın geçmişin muhasebesini çok doğru bir biçimde yapabilmesinden, yeni toplumsal güçlerle buluşabilmesinden, devletin kuşatmasına karşı yeterli sayıda direnç noktası üretebilmesinden, kendini ileri atılmaya hazır bulundurabilmesinden geçiyor. Bu koşullar sağlanabildiği oranda rol oynayabilmek mümkün olacaktır.

“Bonaparte tüm burjuva iktisadiyatını altüst eder, 1848 Devrimi’ne dokunulmaz görünmüş olan her şeye el atar, birilerini devrime tahammüle ötekileri devrim arzusuna sevk eder, düzen adına anarşi yaratır, diğer yandan tüm devlet aygıtını kutsal görünüşünden sıyırır, onu dünyevileştirir, aynı zamanda tiksinç ve gülünç hale getirir.” (Karl Marx, age)

Erdoğan’ın da kendi diktatörlüğünü inşa ederken bir yandan kendi mezar kazıcılarını nasıl da güçlendirdiğini ve bir araya gelmek zorunda bıraktığını, onlara kendi kurtuluşlarının ancak kendi ellerinde olduğunu belki de ilk kez öğrettiğini, devrimin bilenmesi noktasında muazzam bir rol oynadığını yazacak bir tarih anlatısı her geçen gün daha da olası hale geliyor.