TKP ELEŞTİRİSİ – M. Sinan

Düşünce ve Davranışta Yol, Sayı 5, Mart 2004

Son iki yılın sol dünyasının önemli bileşenlerinden bir tanesi de TKP idi, böylece TKP 13 yıl sonra Türkiye siyaset sahnesine yeniden dahil olmuş oldu. Gelenek dergisi çevresi, STP ve SİP konaklarından sonra kendisi açısından önemli bir açılım gerçekleştirerek TKP ismini kullanmaya başladı. Bir süre isim tartışması TKP’yi gündemleştiren önemli faktörlerden bir tanesi idi, fakat 1974 atılımı ile sembolleşen TKP’ye sahip çıkacak bir irade ortada kalmadığı, sosyalist hareketin burjuva sosyalizmi haznesinin bu önemli bileşeni tümüyle likide olduğu için birkaç çatlak ses çıkmasına rağmen SİP-TKP dönüşümü sorunsuz bir şekilde atlatıldı ve TKP siyaset sahnesindeki yerini aldı. Kendilerine hayırlı olsun.

Açıkçası biz de ilk başta onların bu ismi kullanmalarının çok da hakkaniyetli bir sonuç olmadığını düşünüyorduk fakat gelinen noktada geçmiş TKP’nin ardılları buna sahip çıkacak bir irade ortaya koyamadılarsa bizlere diyecek pek de bir şey düşmüyor herhalde. Hem de 1974 TKP’sinin mirası bizler açısından uğruna kavga edecek düzeyde bir değeri ifade etmiyor. Geçmiş TKP’nin kalıntılarının ne kadarlık bir oranının ismin büyüsüne kapılarak yeniden “TKP”li olduklarını bilecek durumda da değiliz. Fakat böylesi bir göçün kısmen de olsa gerçekleştiğini biliyoruz. Haluk Yurtsever gibi bir ismin de TKP saflarına katılmış olması böylesi bir akımın kısmen de olsa gerçekleştiğini gösteriyor.

Fakat gelinen bu noktada TKP’yi yeniden kuranların beklediği ölçüde ciddi bir toparlanma olmadığı, SİP’in geçmiş kimi parlak dönemlerindeki kitleselliğini ve etkinliğini yakalamakta zorlandığını görüyoruz. Oysa beklentiler biraz daha aksi yöndeydi. TKP isminin birçok kişi için önemli bir cazibe merkezi olacağı ve bunun da söz konusu hareketi en azından kendi mecrasında önemli oranda öne çıkartacağı düşünülüyordu fakat böylesi bir sonuç ortaya çıkmadı.

Ortaya çıkan TKP görüntüsü, geçmiş SİP görüntüsünün ötesine geçebilmiş değil. Ağırlıklı olarak öğrenci hareketi olma karakteri, SİP’in en önemli özelliklerinden birisi idi. Aradan geçen iki yıl sonrasında bu karakter biraz daha güçlenerek hakim görünmektedir. Oysa 80 öncesi TKP, bütün politik zaaflarına rağmen özellikle DİSK aracını çok etkin bir şekilde kullanarak, dönemin Devrimci Yol ile birlikte en yaygın iki hareketinden biri haline dönüşmüştü ve özellikle de sendikalar ve işçi sınıfı içerisinde önemli bir ağırlık yaratmıştı. SİP’in bu yönde bir evrim yaşayabileceğini düşünmemiz için ortada hiçbir işaret görünmemektedir.

Fakat TKP, basındaki eski TKP’lilerin de gösterdiği ilgi ve alaka ile bir önceki seçimlerde ÖDP’nin mazhar olduğu ilgiyi ve popülerliği yakaladı. Her ne kadar bu ilgi, aynı ÖDP’de olduğu gibi büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlanmış olsa da TKP’lileri bir dönem için oldukça mutlu etmişe benzemektedir. İki yasal partinin seçim sonuçlarını değerlendirmeleri oldukça farklı oldu. ÖDP’nin yaşadığı seçim başarısızlığı, yaklaşık %0.34 oy almasına rağmen partinin çatırdayarak bugünkü büzülmeye ulaşmasında önemli dönüm noktalarından biri olmuştu. Oysa TKP %0.19’luk oy oranını önemli bir başarı olarak nitelemeyi başardı ve enseyi neredeyse hiç karartmadı. Krizin, yoksullaşmanın damgasını en yoğun bir biçimde vurduğu bir seçimden komünistlerin en az oyu alarak çıkmalarının aracı oldu. Gerçi TKP ideologları böylesi bir sonucu da, aynen DEHAP’ı desteklememek konusunda olduğu gibi, muhtemelen “ilkeli duruş” vs. içeriğinde meşrulaştıracak söylemler geliştirmeyi başarmışlardır lâkin biz okumalarımızda bunları görme fırsatına ulaşamadık.

Peki, gelinen bu noktada TKP’yi eleştirmenin işlevi nedir? Bunun birçok yönü olduğunu düşünüyoruz. Birincisi geçmişteki olumlu alışkanlıklarımızdan birisi olan siyasetler arası polemik yapma geleneği neredeyse tükenmektedir. Gerçekten de kimse birbirini programatik, teorik ve siyasal hedefleri açısından eleştirmez hale gelmiştir. Bunun herkesin kendi dünyasına fazlasıyla saplanmasıyla bir ilişkisi de vardır, ,kimsenin ciddi bir politik üretim içerisinde olmaması ile de. Arada yaşanan eleştiriler ise düşünsel bir arka plana sahip olmayan, genel mücadeleye katkı sunmayan, kavramsal yakıştırmalarla ya da gayet tekil olaylarla sınırlı bir çerçevede yapılmaktadır. “Şurada niye böyle değil de şöyle davrandınız” gibisinden. Oysa bugün sosyalist hareketin kendisine bir yön aradığı şu süreçte belli bir düşünsel üretim ve emeğe yaslanan eleştirilerin katkı sunacağını düşünüyoruz, dolayısıyla bu geleneğe sahip çıkmak istiyoruz.

İkincisi TKP bugün bütün zayıflığına rağmen özellikle üniversiteli gençlik içerisindeki kendisi açısından başarılı performansıyla, ideolojik eleştirinin yöneltilmesi gereken bir pozisyon edinmiş durumdadır. Gerçekten de TKP, bugün öğrenci gençliğin, yani devrimci hareketin kadro kaynaklarından birinin devrimci hareket saflarına akmasının önündeki engellerden biri haline gelmiştir. Devrimci kitle hareketlerinin bütünüyle geriye çekildiği, Kürt hareketinin Öcalan’a yönelik komployla, devrimci hareketin de F tipi operasyonuyla yaşadığı iki büyük yenilgi sonrasında ortaya çıkan moral çöküntü ortamında, gençliğin TKP saflarında yoğunlaşması mücadelenin geleceğini karartan sonuçlar yaratabilecek bir olaydır. Bu durum sosyal bir olgudur. Dönemin yenilgi ve geri çekilme, liberalleşme ana motifleriyle uyumlu bir sonuçtur. Ezilen sınıfların tüm öbekleri adım adim geri çekilmeyi yaşarken öğrenci gençlik hareketinin de geri çekilmesinin dayandığı nokta TKP olmuştur. Bu durumu aşmanın önemli araçlarından bir tanesinin de ideolojik mücadele olduğunu düşünüyoruz.

***

TKP kibirli bir özgüven siyasetidir. Kendileri ile ilgili görüşleri inanılmaz abartılıdır. Bu akımın yıllardır öğrenci gençlik hareketi içerisinde birikmek ve düzenli bir yayın faaliyeti yürütmek dışında hiçbir siyasi başarısı bulunmamaktadır. Son yılların hiçbir önemli toplumsal hareketinin önemli bir öznesi olarak yer alamamışlardır. Gazi Direnişi ile sembolize edilen sürecin tamamen dışındadırlar. Kürt hareketiyle dayanışma konusunda her zaman kendi sınırlarına riayet etmişler, hiçbir zaman bunları aşmamışlardır. Tarihlerinde başardıkları hiçbir ciddi işçi örgütlenmesi yoktur. Mahallelerden uzunca bir süredir dışlanmışlar ve bir daha da dahil olamamışlardır. Çok övündükleri teorik altyapıları ve Marksizm birikimleri ise çoğu kritik momentte çok yanlış siyasal hatlara sapmalarına engel olamamıştır. 28 Şubat sürecinde yaşananlar ve ordunun yarattığı sürecin etkileri ile ilgili beklentileri bu öngörüsüzlüklerinin önemli bir göstergesi olmuştur. Düzeni gerçekten tedirgin eden önemli devrimci kalkışmaların neredeyse tümüne mesafeli bakmışlar, bıyık altından eleştirmişlerdir. Hatta bu tavırlarını “Hayata Dönüş Operasyonumda katledilen devrimcilerin kanları kurumadan devrimci demokrasinin yok oluşuna dair yazdıkları ibret belgeleri ile de doruğa çıkarmışlardır. Belki de sosyal psikoloji açısından kolektif bir suçluluk duygusudur bunları böylesi bir kibire yönelten.

“TKP’deki içeriğe eşdeğer bir ideolojik, siyasal ve örgütsel donanımın yanından geçen kimsecikler bulunmamaktadır.” Kemal Okuyan’ın SİP’in 6. Olağan Kongre kararlarında belirttiği bu görüşlerinin ne gibi bir temele dayandığını gerçekten merak ediyoruz. Bu beyler hangi sınamadan geçmişlerdir? İdeolojik donanımları nasıl olmuştur da kendilerini devrimci olan her şeyden uzağa ama askercil olan her şeyin yakınına sokmuştur? Bu soruların cevabını tarihe bırakıyoruz. Umarız söylenen birikim mevcuttur da bundan bizler de kendi çapımızda bir şeyler yapmaya çalışanlar olarak feyz alırız. Fakat durumun pek de iç açıcı olmadığı da ortadadır. Ortada feyz alınacaktan ziyade uzak durulacak şeyler daha fazlaymış görünmektedir.

SİP’in TKP ismiyle siyaset yapmaya başlaması son kertede eşyanın doğası ile ilgili bir şey olmamıştır. Zaten bunu da açıkça ifade etmişlerdir. İsmin TKP gibi sanki daha genel bir kapsamı ifade eder hale gelmesi partinin yeni bir senteze ulaşmasının konağı değildir. SİP, aslında SİP olmaya devam etmektedir. Kadrosal ve ideolojik anlamda bir gelişme söz konusu değildir. Doğrudur, TKP ismi Türkiye komünist hareketinin tarihi açısından uzunca bir süre önemli bir yer edinmiştir. Fakat 1970’ler sonrasında artık geneli ya da tüm hareketi değil sosyalist hareketin sadece bir haznesini temsil eder hale gelmiştir ve I. Bilen ekibinin çizgisi olarak değerlendirilir olmuşlardır.

Dolayısıyla bugün SİP isimli bir partinin TKP adını kullanır hale gelmesi, hiçbir yapısal dönüşüm geçirmeden sadece ismini değiştirmesi ile HADEP’in DEHAP olması arasında çok ciddi bir farklılık yoktur. Doğrudur, özellikle geçmişte komünist isminin kullanılabilmesi uğruna insanlar büyük bedeller ödemişlerdir, komünist ismine sahip çıkmanın çok ağır bedelleri olmuştur. Fakat malumunuz dünya da 20 yıl öncesinin dünyası değildir, Türkiye’de bile 141. ve 142. maddeler komünist olmayı suç olarak gören ilkeler içermekten vazgeçmiştir.

Oysa TKP’ye göre, SİP’in TKP ismini alması Türkiye Devrimci Hareketi açısından büyük bir sıçrama olmuştur: “TKP açılımı solda bir dönemin kapanışına denk düşmektedir.” (…) Neredeyse bir partinin isim değiştirmesi Türkiye sosyalist hareketinin yeni bir döneminin açılması olarak lanse edilecek. Bu çok iddialı, hatta abartılı bir yaklaşımdır. TKP isminin kullanılabilir hale gelmesi sınıfın gerçekten ciddi bir mücadele ile kazandığı bir mevzi olsaydı, belli bir örgütlenme ve programa denk düşseydi bile böylesi bir değerlendirme abartılı ama en azından anlaşılabilir olabilirdi. Bugün ise bu kullanım, AB’ci makyajlardan biri olarak görünmektedir. “Bakın artık o kadar demokratikleştik ki seçimlere Türkiye Komünist Partisi bile katılabiliyor.”

TKP ise tabii ki doğal olarak böylesi bir kazanımı fazlasıyla önemsemektedir. Bunun önemli bir açılım imkanı barındırdığına ikna görünmektedirler. Tabii ki herkes istediğine inanma ve istediğinin propagandasını yapma hakkına sahiptir. Ama dünya devrimci hareketi birçok açıdan önemli bir krizden geçmektedir ve Türkiye’deki örgütlenmeler de bu krizi en şiddetli bir şekilse yaşayan ulusal öbeklerden birisidir. Böylesi köklü bir krizin çözümü için isim değişikliğinden, zamanında gerçekten itibar görmüş bir ismi yeniden kulanıma sokmaktan medet beklemek pek umut veren bir yöntem olarak gözükmemektedir.

****

TKP, genel olarak önümüzdeki dönemin sosyalist harekete daha geniş bir manevra alanı yaratacağını düşünüyor. Bu manevra alanı analize göre sistemin kendi iç gerilimlerinden kaynaklanıyor. Sistemin başı bugün yıllardır sola karşı yarattığı ve kullandığı kimi siyasi hareketlerle beladadır -Siyasal İslam ve MHP-. Dolayısıyla bunları besleyen ideolojik alan daralmakta, bunların eskisi kadar etkin olmalarına imkan sağlanmamaya çalışılmaktadır. “Düzen oyunun bir perdesini kapatmaktadır. Gelinen noktada (düzen açısından) emekçi ve sol bir siyasal bölmenin reddi hem hayata geçirilemeyecek bir tutarsızlık anlamına gelecektir hem de öznel niyetler ne olursa olsun siyasetin mantığı gereği bu ret gerçekçi olmayacaktır. 1960’lardan yaklaşık 35 yıl sonra burjuva egemenliği bu sağ dinamiklerden ve bunların yol açtığı tıkanıklıklardan muzdariptir. (…) Türkiye burjuvazisi sola artık içerisinde oynayacağı bir kum havuzunu layık görmektedir.” (…) Aslında Türkiye burjuvazisi bunu uzunca bir süredir yapmaktadır. Türkiye’de 90’lı yılların başlarından itibaren hatta PKK ile çatışmaların en sıcak olduğu dönemlerde dahi böylesi bir “kum havuzu”na tahammül vardı. BSP, ÖDP, EMP, SİP, STP vs. bunlar 90’lı yıllarda Türkiye sol hareketinin bileşenleri olarak siyaset yaptılar ve düzen bunlara bu tahammülü gösterdi. Hatta türlü baskılara rağmen yüzlerce sosyalist ve komünist yayın düzenli olarak yayınlanabilmektedir. Düzen buna da tahammül etmektedir.

TKP’nin, bu durumu, yeni bir dönem açılıyor havasında tespit etmesinin altında ne yatmaktadır? TKP, burada bu açılımı büyük oranda Susurluk ve 28 Şubat’tan itibaren tarihlendirmektedir. Yani bu açılıma rengini veren ana güç, ordudur, MGK’dir. 28 Şubat süreci, SİP’in kafasını oldukça karıştırmıştı. Kentli orta sınıflarda kısa bir dönem için canlanan laikçi-modernci hareketlenme, Cumhuriyet gazetesi çerçevesinde “sol” bir içerik de taşımaktaydı. Bu durum, ordunun böylesi bir hareketin başlatıcısı olarak “ilerici” bir rol kazanmasına yol açmış görünmektedir. 27 Mayıs’lar, 9 Mart’lar bu süreçlerde yeniden tartışma masalarına yatırılmıştır. 27 Mayıs’ta ordunun açtığı yoldan TİP ve ardından diğer devrimci güçler gelişmiştir. Bugün 28 Şubat, benzeri bir yolu açmış olabilir mi? Bu soru uzunca bir süredir TKP’nin kafasında dolanıp durmaktadır. Bu yüzden döneme rengini veren ana aktör olarak orduya karşı alman pozisyonlar hayati bir önem taşımaktadır. Aslında bu son dönemde kendisini genel olarak “sol” içerisinde ifade eden kesimlerin bir kısmı için doğru bir tespit haline gelmiştir. Kendi özgücüne güvenemeyen, birilerinin açtığı yoldan ilerleme dışında bir yol olabileceğini düşünemeyen kesimler sürekli olarak bir gözlerinin ucuyla askeri takip eder hale gelmişlerdir. Bu ruh hali 200 bin kişilik bir sendikanın başkanına kadar sirayet etmiş ve askere mesaj göndereceğim diye sendikayı çok zor durumlara sokan bir sürü laf etmeye zorlamıştır.

Dolayısıyla TKP, 28 Şubat’tan önceki kum havuzu dönemini görmüyor, 28 Şubat sonrası süreçte toplumda sola karşı genel önyargıların azaldığı, halkın yüzünü komünist ve devrimci hareketlere döneceği bir dönemi umut ediyor. Bunun nasıl ve neden gerçekleşeceği ile ilgili olarak söylenenleri birazdan tartışacağız. Çünkü TKP’nin kendisinin de tespit ettiği gibi böylesi bir konjonktürün kendiliğinden bir takım sonuçlar yaratmasını beklemek doğru olmaz. Burada hareketin kendini göstermesi ve örgütlenmesi gerekliliği ortaya çıkmaktadır.

“Kendiliğinden hareketlenme, siyasallaşma ve örgütlenme eğilimlerinin gerilediği koşullarda, siyasete yüklememiz gereken rol tartışmasız artacaktır.” (…) Buradan anladığımız, solun önündeki setlerin kalkmakta olduğu önümüzdeki dönemde “siyaset”e vurgu yaparak ön açılmaya ve örgütlenilmeye çalışılacaktır. Bu da doğal bir şeydir. Siyasal örgüt doğal olarak siyaset yapacaktır, siyasi hedeflerine toplumsal temeller inşa etmeye çalışacaktır. Önemli olan bunun araçlarının, yöntem ve biçimlerinin ortaya doğru bir şekilde konabilmesi ve hayata geçirilebilmesidir. Çünkü bizim kanaatimiz odur ki bugünün sosyalist hareketi, toplumla farklı bir dili konuşmaktadır. Nasıl iki farklı dili konuşan insan birbirini anlayamazsa bugün hareket ve sınıf birbirine karşı konuşmakta fakat hiçbir şekilde birbirini anlayamamaktadır. Yani hareketin sorunu, şimdiye kadar “siyaset” yapmamak değildi. Ya da en azından şu söylenebilir, hareket şimdiye kadar geleneksel, yöntemlerle zaten hep siyaset yaptı. Fakat bu sosyal tasfiyenin kıyılarına gelinmesine engel olamadı.

TKP yukarıda da ortaya koyduğu çerçevede topluma açılma ve örgütlenme niyetini ortaya koymaktadır: “Yoksullaşma, kriz ve düzene yabancılaşma gibi faktörler halk kitlelerinde geniş bir potansiyeli gözle görülür hale getirmektedir. Bütün partilerin kaçtığı bu potansiyel, sol için büyük bir olanağı barındırmaktadır. Sol içerisinde ise söz konusu olanağa yönelik ciddi bir açılım geliştirme yeteneği ve niyetine sahip tek özne olarak TKP öne çıkmıştır.” (TKP 2002 Konferans) Tabii burada yine yukarıda andığımız temelsiz kibirin ifadelerini görmekteyiz, ama bunun olası sebeplerinden zaten bahsettik. Bir kere bu olanağı soldan çok daha iyi değerlendirenlerin olduğu seçimlerde ortaya çıktı, AKP kendi açısından bu toplumsal öfkeyi çok iyi değerlendirmiştir ve iktidarı sırasında da bu öfkeye yönelik siyaset üretmekten geri durmamaktadır. TKP’nin ise dar bir kadro partisi olmaktan çıkıp, bir yasal parti olarak topluma açılma ve örgütlenme niyetini ortaya koyması gayet olumludur, zaten olması gereken de budur. Fakat böylesi bir açılım geliştirme yeteneğine sahip tek özne olduğunu iddia etmek yine gereksiz bir abartıdır. Hatta bizce tam tersine TKP, böylesi bir misyonun yükünü taşıyabilecek hiçbir donanıma sahip değildir.

TKP’ye göre solu toplumsallaştıracak olan nedir?

“Solu toplumsallaştıracak olan temalar -ve solun toplumsal kimliği anlamında işin doğrusu aydınlanmacılık, yurtseverlik ve kamuculuk olarak öne çıkmıştır.” (A. Güler “2002… TKP, Gelenek 70)

Şimdi doğaldır, herkes önündeki sorunu çözmeye çalışırken yapmayı en iyi bildiği şeyi yaparak bir çözüm geliştirmeye çalışır. “Elinde çekiç olan, her şeyi çivi olarak görür.” TKP’ye damgasını vuran aydın kimliği de doğal olarak her şeyin altından ciddi bir ideolojik ve propagandif hamle ile çıkılabileceğini düşlemektedir. Yani sorun bir anlamda daha önce bu “temaların” (dikkat; bu kavramın sözlük anlamı da yazının ana fikri anlamına gelmektedir) yeteri kadar öne çıkarılamamasıdır, bu temaları yeterince öne çıkarıp yeterince doğru biçimlerde işleyince toplumsallaşma sorunumuz çözülecektir. Bu yine çok kolaycı ve abartılı bir çözüm olarak görünmektedir. Fakat TKP öznelliğinin böylesi bir tespite ulaşmaması kaçınılmazdır, çünkü TKP toplumdan izoledir, mahallelerde, işyerlerinde, sendikalarda TKP yoktur. Üniversite sosyolojisinin değişen koşullarında ise artık üniversitelerde yukarıda anılan mekanların esintisi yoktur. Dolayısıyla solun genel zaafı TKP’yi de kendi denetimi altına almıştır: Tüm toplumun, sınıfın üniversite gençliği ile benzer bir biçimde örgütlenebileceğine dair bir yanılgıya düşmek. Bu büyük bir yanılgıdır, biraz sınıf, mahalle, halk çalışması yapan herhangi bir kişi bunu hemen hissedecektir. Tüm toplum okullu olsaydı, belki TKP’nin işi daha kolay olacaktı. Acaba kendilerinin çok önemsedikleri, en önemli işçi çalışmamız diye sürekli vurguladıkları tek sınıf faaliyetlerinin adının da “İşçi Okulu” olması rastlantı mıdır?

Şimdi böylesi temaların varolması da tabii ki mümkündür, devrimci hareketin bunları alıp toplumsallaştırmaya çalışması da bütünüyle anlamsız şeyler değildir. Fakat bu temalar, içerikleri ile önüne sınıfı örgütlemeyi koyan bir öznenin yaratısı olamaz gibi gözüküyor. Bu temaların arasında adalet, servet düşmanlığı, eşitlik, özgürlük gibi sınıfta yankı yaratacak başlıkların bulunmayışı da başlı başına ilgi çekicidir.

***

Bu temalardan en ilgi çekicilerinden bir tanesi olan aydınlanmacılıktan TKP ne anlıyor?

Bizim anladığımız kadarıyla bu soruya verilen cevap “dinci gericiliği karşı mücadele” olabilir ancak. TKP Siyasal İslam’ın toplumda güçlenmesini çok önemli bir tehlike olarak görüyor. Ama Siyasal İslam’ın yükselişini, sonunda şeriata, tüm toplumun dinsel kurallara göre örgütleneceği bir düzene varacak bir hareket olarak görmüyor. “Tehlike şeriatçı düzen değildir. Tehlike daha dinci ve daha karşı devrimci bir Türkiye’nin oluşması, sosyalist devrim sürecinin daha büyük zorluklarla kuşatılmasıdır.” (…) Kemalizm’le araya konulmaya çalışılan bu ayrım, ister istemez, çağdaşlaşmanın, modernleşmenin toplumu devrime daha çok yaklaştıran bir süreç olduğunu varsayan modernci bir paradigmaya yaslanmaktadır. Bugün gelinen konakta böylesi bir tespitin dahi ne kadar gerçek olduğunu yeteri kadar ortaya koyacak verilere sahip miyiz? Daha Batılı, daha laik bir toplumda sınıf hareketinin gelişim imkanları daha mı fazladır? Bu Avrupa merkezci görüşleri bugün ezberden saymak çok da inandırıcı gelmiyor kulaklara. Fakat şurası muhakkak ki dini konularla ilgili çok laf etme merakı daha baştan solun toplumsallaşması hedefiyle çelişir görünmektedir. “Gericilik” gibi fazlasıyla Kemalist olan bir kavramın bu düzeyde sahiplenilmesi, hatta “dinci gericiliğe” karşı tek tutarlı, militan güç olunduğu iddiası bize şu koşullarda nasıl bir toplumsallaşmaya hizmet ettiğini sorduruyor açıkçası. “Restorasyon döneminde gericiliğe karşı mücadelenin komünistlerden “başkaları” tarafından layıkıyla yürütülemeyeceği teorik ve tarihsel bir doğru olmakla birlikte propagandası zor yapılabilir bir tezdi. Bugün ise sosyalist aydınlanmacılığın temsilcisi olarak TKP’nin alternatif bir odak olarak öne çıkmasının koşulları daha fazla mevcuttur.” (TKP 2003 Konferansı, MK tezleri) TKP kimin alternatifi olmaya çalışmaktadır? MGK’nin. MGK bugün AKP’ye karşı ABD’nin zoruyla fazla sesini çıkaramamaktadır, bu konjonktürde laikliğin ve aydınlanmacılığın gerçek tutarlı temsilcisi olarak TKP öne çıkabilecektir.

Bugün ezilen sınıflar içerisinde asgari düzeyde dahi bir örgütlülüğü olmayan, sınıfsal çelişkiler zemininde kendisine hiçbir mevzi edinememiş bir sol siyasi öznenin kendisini bir kültürel hareket olarak tanımlaması, laiklik bayrağını dalgalandırmayı ana görev bilmesi, kentli orta sınıflar için bir cazibe yaratabilir, toplumun en alt kesimleri için bu fazladan bir iticilikten başka bir anlama gelmeyecektir. Komünistler, asli mücadeleleri olan sınıf mücadelesinde yani emek-sermaye çelişkisinin en belirgin bir biçimde billurlaştığı noktalarda güçlü ve yaygın mevziler elde edemeden, din gibi, toplumumuzun en köklü ve en etkin kurumlarından biriyle hesaplaşmaya kalkarlarsa bundan çok büyük zararlar görmeden kurtulmak mümkün olmayacaktır. ADK’lar zemininde siyasetle kendimizi sınırlamayacaksak eğer, aydınlanmacılık kavgası gibi bir şeye şu anda hiç de ihtiyacımız yoktur. Ama din denen köklü toplumsal kurumu, şimdiye kadarkinden çok daha iyi anlamak, Kemalizm’den daha farklı bir din yaklaşımı geliştirmek, halkta yabancılaşma yaratacak Kemalist laikçi bir duruştan özellikle kaçınmak önümüzdeki dönemde daha büyük bir ihtiyaç haline gelecektir. 11 Eylül sonrasında, Türkiye’deki 2003 Kasım patlamaları, radikal İslam’ın Türkiye siyaset sahnesinde varoş kitlesine daha fazla yaslanarak, daha radikal bir duruşa doğru yürüyebileceğinin işaretlerini de bir anlamda ortaya koydu.

***

“Kamuculuk” ne demektir? Komünist hareket, özel mülkiyetin toplumsallaştırılması anlamında kamucu olabilir. Neo-liberal tezlere karşı toplumsal mülkiyetin “olabilir” bir alternatif olarak yeniden inşa edilmesi gerekmektedir. Sovyetler Birliği’nde toplumsal planlamada yaşanan başarısızlıklar, planlamanın kendisini de yeniden inandırıcı ve “olabilir” bir model olarak inşa edilmeye muhtaç hale getirmiştir. Bu konuda programımızda nelerin nasıl değişeceği ve yaşanan deneyimlerle bunların nasıl zenginleştirileceği tartışılmaya muhtaçtır.

Sosyalist ideoloji açısından neo-liberallerle girişilen fikri kavga kaybedilmiştir. Bu durumun tersine dönmeye başladığının işaretleri ortadadır, dünyada küreselleşme karşıtı hareketler gün geçtikçe güçlenmektedir, emperyalist sistemin farklı noktalarında yaşanan krizler de neo-liberal politikaların toplumları taşıdığı noktaları göstermesi açısından öğretici ve sorgulatıcı olmaktadır. Fakat bütün bu gelişmelere rağmen neo-liberal kapsamı tehdit edecek bir ekonomik politikalar seti üretilebilmiş değildir. Burada sosyalist hareketin kendi tarihindeki başarısızlıklarını değerlendirilerek doğru bir senteze ulaşma noktasında çok zayıf kalmasının ve güçlü halk hareketlerinin oluşturulamayışının önemli etkisi vardır.

Türkiye’deki özelleştirme süreci ise dünyadaki muadilleri ile kıyaslandığında oldukça ağır aksak ve problemli ilerlemektedir. Özellikle Danıştay ve Yargıtay kararlarıyla, hukuki süreçte özelleştirmeler önemli oranda tökezlemektedir.

Türkiye’deki “kamusal” ekonomik güç, zamanında sermayeyi besleyebilmek amacıyla yaratılmış yatırımlardan oluşmaktadır. 60-80 döneminin sınıf uzlaşmacı ekonomi politikaları sürecinde önemli bir istihdam yaratma kaynağı olarak da kullanılmışlardır. Türk-İş tarzı sendikacılığın gücü de aynı zamanda bu zeminden beslenmektedir. Devletin ekonomi üstündeki gücü ile bürokrasinin ve ordunun siyasal alan üzerindeki belirleyiciliği arasında da doğru bir orantı olduğu muhakkaktır.

Özelleştirme 20 yıldır kulaklara bu kadar güçlü üflenen bir hikaye olmasına rağmen, tam anlamıyla başarıya ulaşılamayanın sebebi nedir? Sınıfın tepkisi kısmen etkindir, ama Türk-İş tarzı sendikacılığın böylesi bir güçlü karşı duruşu örgütlemeyi başardığını iddia etmek mümkün değildir.

O zaman hangi güç tam anlamıyla tüm KİT’lerin tasfiyesinin önünde engel olmaktadır? Burada en fazla öne çıkan güç, silahlı ve silahsız bürokrasi olarak gözükmektedir.

Türkiye’de Kemalist devletçi politikaları neredeyse bir tür sosyalizm gibi göstermeye kalkan, devletçiliği başlı başına bir olumluluk olarak göstermeye çalışan Kemalist bir iktisatçılar ekolü bulunmaktadır. TKP bunların bir kısmı ile “Sol Meclis” çerçevesi içerisinde birlikte çalışmaya gayret etmektedir. Solun önündeki setleri ortadan kaldıran dönemin açılışı da 28 Şubat tarafından yapılınca ve bu dönemin ipleri biraz da askerin elinde görülünce, kamuculuk fikrinin neden öne çıkarıldığı daha anlaşılır bir hale gelmektedir.

Devrim gibi köklü bir toplumsal dönüşüm bağlamına oturmayınca “Özelleştirme değil kamulaştırma!” gibi bir slogan bütünüyle anlamsız bir zemine düşmektedir. Birçok özel bankanın içi boşaltılarak devletin üzerine yıkılması, bunların içinden boşaltılan paranın devletçe yerine konması ve bu operasyonun tüm maliyetinin toplumun sırtına yüklenmesi tam da bir kamulaştırma örneği olmaktadır.

Sınıf, neden kamulaştırma fikrine bu dönemde bu kadar sıcak bakmak zorunda olsun ki? Oysa zenginlik düşmanlığı, servet düşmanlığı gibi kavramlar bugünkü ekonomik politikalarımızın ana bileşeni olmaya çok daha uygundur.

***

Yurtseverliğin öne çıkarılmaya çalışılması da ülkenin dış güçlerce işgal edileceği günlerin yaklaşmakta olduğu izlenimini veriyor. Hadi adına milliyetçilik demeyelim, yurtseverlik diyelim ama kapsam olarak bunun İP’in ya da Türk Solu dergisinin temsil ettiği milliyetçilikten, ulusalcılıktan ne gibi bir farkı bulunmaktadır? “Küreselleşmeye karşı yurtseverlik”, ulusalcı solun, Erol Manisalı vb. aydınların formülüdür. Bu hattın zihinsel evrimi de Sultan Galiyevcilikten MHP’lilerle ortak basın açıklamaları düzenlemeye kadar vardırılmıştır. TKP, bu çizgiye mi sıcak bakmaktadır? Komünistlerin bu dönemde yurtsever olduklarını fazladan deklare etmelerini gerektiren konjonktür nereden beslenmektedir?

Ülkemizde çözülmeyen bir Kürt sorunu önemini korumaktadır. Hatta TKP, Kürt işçileri “Türkiye işçi sınıfının öncü partisine” davet etmekte, Kürt hareketinin ulusal bütünlüğünün çatladığını iddia etmektedir. TKP, örgütlediği Kürt emekçilere ne tür bir içerikteki yurtseverliği salık vermektedir?

Ama şurasını da unutmamak gerekmektedir, 28 Şubat’ın perdesini araladığı bir sol yükselişin komünist partisi tabii ki yurtsever olacaktır.

***

Bütün bunların yanı sıra sorun gerçekten bu temalarda mıdır? Doğrudur, biz bu temaların ideolojik hattın belirlenmesinde öncelikli olarak ele alınmasını çok sağlıklı bulmuyoruz. Ama yukarıda da belirttik, bugün sosyalist hareketin örgütlenme, toplumda kök salma, sınıf içerisinde sağlam mevziler edinme ile ilgili problemlerini salt propagandada, “şu başlıkları değil de bunları öne çıkartmak gerekir” kolaycılığı ile aşabilmek imkansız hale gelmiştir. Halk, sınıf, bugün siyasal önceliklerin peşinden gitmiyor, bu yüzden her seçimde bir önceki seçimin galibi yerlerde sürünür hale geliyor, o yüzden burjuva siyasetinde son 20 yılın siyasi özneleri bütünüyle ortadan kaybolmak üzere. Siyasal İslam’ın gücü ise İslamiliğinden ziyade toplumsal örgütlenme yeteneğinden ve kendisine özgü bir ‘sınıf politikası”ndan ileri geliyor. Sırtını İslami sermayeye yaslayan bir iç dayanışma örgütlenmesi, bugün artık salt tarikatlar, tekkelerin sınırlı çevresinden çıkarak önemli oranda toplumsallaşmıştır. Bu siyaset tutmaktadır. Şurasından emin olunabilir ki bu iç dayanışma ağında ortaya çıkacak bir kırılma Siyasal İslam’ı geleneksel dar çerçevesine çok kısa sürede çekebilecektir.

Oysa bizler hala “toplumu yeniden kurmak” noktasından çok uzakta, toplumu “biz şöyle düşünüyoruz” diyerek örgütleyebileceğimizi düşünüyoruz ki bu durum aşılmıştır. Depolitizasyon artık konjonktürel değil kronik bir karakter kazanmıştır. Ekonomik koşulların ağırlığı sınıfın çok büyük öbeklerini, varolma, günü kurtarabilme dışındaki bütün konulardan uzaklaştırmaktadır. Hiçbir fabrikayı, hiçbir aileyi, hiçbir mahalleyi yurtseverlik, kamuculuk, bilmemnecilik edebiyatıyla, yani bir şeyler anlatarak, belirsiz bir geleceğe referanslar yaparak örgütleyemezsiniz. Tüm dünyasını kafasının içinde taşıyan, kantinlerde yaşayan üniversiteli gençlik için durum farklı olabilir ama sınıfın gerçekliği hiçbir noktasında bu şablonlara uymamaktadır.

TKP, bu yetmezliğin kısmen farkındadır, yukarıda söylenen temalara ek olarak söylenen şey ise biraz trajikomik kalmaktadır: “Temaların birlikteliği öne çıkmalıdır.” (…) Yani sonuç alabilmek için bunları tek tek değil hep birlikte söylemek gerekmektedir. Ne kadar dahiyane değil mi? “İşçi sınıfı ekseni net ve sağlam olarak konulmak zorundadır.” (…) Çok güzel de yıllardır zaten herkesin en iyi yaptığı şeylerden bir tanesi işçi sınıfını eksen olarak “yazılara, çizilere, dergilere, kitaplara” yerleştirmektir. Ama Türkiye Devrimci Hareketi işçi sınıfını gerçekten bir devrimci hareketin ekseni olarak örgütleme noktasında bütünüyle sınıfta kalmıştır.

Yapılması önerilenler bu kadarla sınırlı değildir: “Örgütün basit bir alet olmanın ötesinde, ideolojik çıktıları olan bir düzlem olduğu unutulmamalıdır.” “Yapılması gereken, soldan başlı başına bir alternatif olarak sosyalizmin olanaklı olduğunun ilanı ve ikna edici biçimde, sabırla işlenmesidir.” (TKP Konferans, 2002) Devrimci bir öznenin varlığı sosyalizmin olanaklı olduğunun ilanıdır zaten, önemli olansa bu sunumun sınıf tarafından kabullenilmesi, sahiplenilmesi ve örgütlenmeye dönüştürülmesidir. Başarılamayan budur. Peki, bunu nasıl başaracağız, “ikna edici biçimde, sabırla işleyerek” mi? Karşımızda biraz alık bir öğrenci var da sabırla yeniden yeniden mi anlatmamız gerekiyor konuyu? Ya da acaba nasıl daha ikna edici hale geleceğiz? İdeolojik argümanları yetkinleştirmek ikna sürecini kısaltır mı? Yoksa araya giren bu güvensizliğin, soğukluğun başka sebepleri mi vardır? “Sıradan bilim günlerinde” ikna edicilik ve sabır önemli özelliklerdir, tasfiye rüzgarlarının estiği “olağanüstü günlerde” kesinlikle yeterli değillerdir.(…) “Yaratıcılık, kendini aşma, somut durumun somut analizini en nesnel bir biçimde yapabilme” (…) özelliklerini yitirmiş bir sosyalist hareketin sabrı, gözleri bağlı eşeğin ileriye gidiyorum sanıp kuyunun etrafında tekrar tekrar dönüp durmasına benzer, eşek bir adım ileri gidemez.

***

TKP, işçi sınıfının örgütlenebilmesi için hangi taktikleri öne çıkarmaktadır? Ne de olsa temel eksenin işçi sınıfı olduğu sürekli vurgulanmaktadır, fakat TKP işçi sınıfınca dışlanmış bir görünüm sergilemektedir. Gazi Direnişi sonrasında SİP, kimi mahallelerde belirli mevziler edinmişti, bu onlar için önemli bir süreçti, aydın-öğrenci kimliği yeni bir senteze ulaşabilirdi. Fakat diğer devrimci siyasetlerle yaşanan bazı gerilimlere karşı yeterince güçlü duramamaları ve sonrasında yaşadıkları kimi grupsal kopuşlar, SİP’in mahallelerden bütünüyle kopuşmasına yol açtı. Sendikalarda neredeyse hiçbir etkinlikleri yok, KESK içerisinde de bir ağırlık ifade etmiyorlar.

Bu nesnel durum TKP’nin sınıfa Kaf Dağı’ndan bakmasına yol açıyor. Sınıfın içinde olamadan onun doğasını, örgütlenme dinamiklerini kavramanın, somut durumun somut analizini üretmenin imkanı yoktur. Bu da bir anda olacak bir şey değildir, önemli bir tarihsel birikim gerektirir. SİP bu konuda çok büyük bir zaaf taşımaktadır. 1974 TKP’si ile arasında ideolojik olarak önemli benzerlikler bulunmaktadır ama işçi sınıfı mücadelesi birikimi olarak eski TKP, Türkiye solunda en önemli birikimlerden birini ifade eder. DİSK, Köy-Koop gibi 1980 öncesinin dev örgütlenmelerinde TKP’nin öncelikli bir ağırlığı mevcuttu. Bu sınıfın doğasını kavrayabilmek için önemli bir imkandı. Bu birikim kısmen dahi olsa günümüz TKP’sine ulaşsaydı bugün sınıf örgütlenmesinde herhalde bu kadar gerilerde kalmazlardı.

TKP’nin sınıf içinde örgütlenme taktiği ise “komünist işyeri örgütlenmesi”dir. Komünist işçi örgütlenmesi işyerindeki komünist işçileri bir araya getirecek, “aynı zamanda bölgedeki işsiz ve yarı işsizleri, enformel sektör çalışanlarını, emeklileri, sigortasızları, ayrı ve özgün bir dinamizm barındıran emekçi kadınları, mahalle dinamiklerini kapsayan birleşik bir hareket” (…) yaratılacaktır. Bu işyeri örgütlenmesi, işyeri örgütlenmesinden başka her şeye benzemektedir ve tamamen gerçeklik dışıdır. Kitlesel örgütlenme için önerilen araç sadece siyasi bilinç sahibi emekçilere açık bir örgütlenmedir. Ekonomik hiçbir kazanımı hedeflemeyen bir işyeri örgütüne kim örgütlenir? Bunlar bir araya geldiklerinde ne yaparlar? Sınıf dinamikleri gerçekten böyle mi işler? Bunun şimdiye kadar başarılmış bir örneği mevcut mudur?

TKP kağıt üstündeki verileri ortaya koyup yine kağıt üstünde bir çözüm üretmiştir ve bu çözümün de kağıt üstünde kalmaya mahkum olduğu muhakkaktır. Sınıf çalışması deneyimi olan herkes için çok açık olan bu durum, “bizim işçi sınıfı politikamız nedir?” diye soran bir üniversite öğrencisi için yeterince belirgin olmayacaktır. Sınıfın sorunu “siyasallaşamama ve parçalanma” diye konulunca, yukarıda anılan çerçevedeki bir “komünist işyeri örgütlenmesi” tam yerine oturmaktadır. Adı komünist olduğu için siyasallaşma problemi aşılmış, tüm ezilen kesimleri çevresinde örgütlediği için sınıfın parçalanmasını da aşmış bir örgüt önerisi. Ne güzel! “Sendikal çalışmalarda öncelik, ekonomik mücadelenin yükseltilmesi veya sendikaların kurum olarak taşıdıkları anlama değil, işyeri örgütlenmesinin önünün açılmasına verilecektir.” (TKP Konferans 2002)

İyi, güzel de; bunu başarmanın yolları nelerdir? İşçi sınıfının ileri unsurlarının güncel talepleri nelerdir? Bir fabrikaya sendika nasıl sokulur? Sendika sokulduktan sonra nasıl korunur? Sendika ağalığına karşı nasıl bir mücadele hattı yaratılabilir? Sınıf, örgütlenme yoluyla yaşamına müdahale edebilir hale gelemeden birey birey nasıl siyasileştirilebilir? Bu mümkün müdür? Eğer işyeri bazında örgütlenme mümkün değilse önümüzdeki dönemde işçi sınıfı örgütlenmesi farklı bir mekansal ağa mı yaşlanacaktır? Bunların nüveleri mevcut mudur?

Sınıfın örgütlenmesi sorunu, bugün devrimci-sosyalist-komünist hareketin en önemli problemidir. Önümüzde kilitli duran bu kapının anahtarı bulunmadan, tasfiye rüzgarının dinmesi mümkün değildir. Devrimci hareket ile işçi sınıfı hareketi arasındaki kopukluk giderilemezse, iki hareketin de hızla kan kaybetmesi engellenemeyecektir. Fakat bu sorunun çözüme kavuşturulması öncelikle sınıf içinde eylemekle, sınıf içinde davranmakla, halklaşmakla mümkündür. Aksi durumda uzaktan hazırlanan modellerin, gerçekliğe uyması mümkün olamamaktadır.

***

TKP, oldukça Ortodoks bir çizgide durmaya gayret göstermektedir. “Marksizm Leninizm’in bir yenilenme ekine özel olarak ihtiyaç duyduğunu ilan etmek, burjuva ideolojinin yıllarca sürdürdüğü karşı kampanyalara teslim olmak anlamına gelmiştir.” (…) Bütün düşünce sistemleri gibi Marksizm de, önüne çıkan yeni ve güncel gelişmeleri kapsayarak, bunları içererek zenginleştirilmek durumundadır. Hiçbir düşünsel sistem, bir kerede yazılıp bitiveren ve ezel ebed doğruluğundan hiçbir şey yitirmeyen düşünceler topluluğu olamaz.

Yenilenme her zaman geriye götüren, her zaman yenilgiyi ve taviz vermeyi gerektiren bir şey değildir. Bunu böyle görmek en başta diyalektiğe aykırıdır. “Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.” Düşünsel sistemimiz bu değişimi kavrayamaz hale geldiği anda yenilenmek zorundadır demektir.

Bugün toplumsal yapıda, sınıfın varoluş biçiminde, toplumsal bilincin içeriğinde ciddi kaymalar varsa devrimci hareketin bunları kavrayabilmesi ve uygun zenginleşmeleri yaşaması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Burjuva düşüncesi, biraz da bu esnekliği ve pragmatizmi sayesinde kendisini, özünü kaybetmeden, sürekli olarak yenileyebilmektedir.

“Bize kalırsa Marksizm toplumların gelişiminde sürekli ortaya çıkan, gerçekten yeni olguları kavrama yeteneğine sahip, dinamik bir sistemdir” (…)

Yukarıdaki yenilenme karşıtlığı ile aşağıdaki dinamik sistem tespiti aynı sayfada, arka arkaya iki cümlede yapılmıştı. Dinamik demek, zaten yenilenmeye, zenginleşmeye, harekete açık anlamına geliyorsa, “yenilenmeyi kabul etmek teslimiyettir” gibi bir anlayış nereye denk düşmektedir? ÖDP tarzı bir yenilenmeye karşı mesafeli durmak noktasında TKP ile aynı noktada durabiliriz. Fakat toplumu anlamamızı geliştirecek, mücadelemize güç katacak yeni teorik ve ideolojik cephanelere ihtiyacımız olduğu muhakkaktır.

Fakat TKP için sosyolojinin bu düzeyde bir önemi olup olmadığı muğlaktır! Çünkü TKP için her şey partide başlayıp partide bitmektedir. Koskoca bir sistemin gerçek bir kağıttan kaplan gibi yıkılıp gidivermesi bile sonuçta partide yaşanan bir olgudur: “TKP, reel sosyalizmin çözülüş pratiğini değerlendirirken de, Türkiye solunda yaşananlardan ders çıkarırken de aynı sonuca ulaşmıştır. Siyasal, teorik ve ideolojik önderliğin mümkün olduğunca ayrıştırılmaması. 20. yüzyılda geleneksel komünist partilerinin, Avrupa komünizminin ve yeni solun yaşadıkları, siyasal kaygısı olmayan teorisyenlerle ya da teoriyle ilgileri Marksist klasiklerden alıntı yapıp aralara Brejnev aforizmaları serpiştirmekten ibaret siyasetçilerle hiçbir yere gidilemeyeceğini açık bir biçimde göstermiştir.” (…)

Yeni bir kolaycılık ve “parti fetişizmi” örneği ile karşı karşıyayız. Tüm dünya halklarının umudu haline gelmiş, dünya nüfusunun üçte birine hükmetmiş bir sistem olarak sosyalizmin yıkılışından çıkarılan sonuç nedir? Siyasetçilerle teorisyenlerin ayrı ayrı olması. Böylesi bir tezin inandırıcı gelebileceği tek bir insan bulabilmek bile maharettir aslında, TKP’yi kutlamak gerekiyor. Bu kadar büyük bir idealizmin, üstün bir teorik birikim olarak anlatılabilmesi kolay değildir. İnsanın bunu okuyunca, “keşke Kemal Okuyan’ın şu söylediği binlerinin aklına önceden gelseydi de bu sefaleti yaşamak zorunda kalmasaydık” diyesi geliyor sahiden de. Bu söylenenin tekil bir olgu olarak kendi çapında bir etkisi mutlaka olmuştur ama reel sosyalizmin çözülüş pratiğini değerlendirip de öncelikle bu maddeye ulaşmak, parti denen örgütlenmeye taşıyabileceğinden çok daha fazla irade yüklemek, toplumsal gelişmeleri ise çok hafife almak anlamına gelir. Parti neden böylesi zaafların içine düşmüştür, bunun sebepleri nelerdir, tek tek partililerin eksiklikleri mi partiyi bu noktaya getirmiştir? Gelişmeleri böyle açıklarsak ister istemez Marksizm dışına çıkmış olmuyor muyuz?

***

TKP’nin Irak Savaşı ile ilgili yaptığı afişte, popüler kültüre de göz kırpılarak -herhalde acemice halklaşma gayretlerinin bir sonucu olarak- Matrix filmine bir atıf bulunmaktaydı. Afişlerin meşhur boyacı çocuğu kurşunu havada iken eliyle durduruyor. Matrix filmi sanallık-gerçeklik arasındaki gidiş gelişleri üzerine kurulu bir filmdi.

TKP deyince, nedense bizim aklımıza böylesi bir sanallık imgesi takılıp kalıyor. Parti içerisinde yaratılan kurgu, toplum ve diğer sosyalist siyasetlere ilişkin zihinlerde yaratılan imgeler, herkesin kendi özel faaliyetine biçtiği özel değer, neresinden bakarsanız bakın güven vermeyen bir kibirli özgüven, mitinglerde slogan atılırken verilmeye çalışılan senkronize ve aşırı disiplinli görüntü… Bunların tümü TKP ile ilgili bizde bir sanallık hissi yaratıyor.

Öyle bir el çabukluğu ile devrimci hareketin tarihi lağvedilmeye çalışılıyor ki insan hayret ediyor. “Bugünkü TKP böyle bir tasnifçilik reddi ve tarihsel mirasın yeniden tanımlanması görevi ile karşı karşıyadır.” (…) TKP ile yeni bir dönem açılıyor ya, tarihin yeni baştan yazılması gerekiyor. Yılların devrimci mücadele damarları yokmuş varsayılarak yeni bir sanallık inşa edilmeye çalışılıyor. Bu durum sakın güçlü bir tarihsel kökten yoksun olmaktan kaynaklanıyor olmasın. “Gelenek”i temsil ettiğini iddia eden bir siyasetin aslında Türkiye Devrimci Hareketi’nin günümüzü besleyen damarlarından hiçbirine yaslanmaması da çelişik bir durumu ifade etmemekte midir? Ama “TKP’miz 10 Eylül 1920’de kurulmuştur” el çabukluğu başarı ile sergilenebilmektedir.

Diğer siyasetlerden uzak durmaya çalışmak, kendisini Kaf Dağı’nda görmek biraz da bu sanallığın ortaya çıkmasına yol açacak temaslardan kaçınmaktan mı kaynaklanmaktadır? Önderlik iddiasının böylesi bir biçimde sergilenmesi de imajlar çağına uygun bir açılım gibi gözüküyor. Ama, öküzle rekabet edeyim derken şişe şişe patlayan kurbağanın hikayesini de kimsenin unutmaması gerekir. En azından komik durumlara düşülmemiş olunur.

SİP-TKP geleneği, bu ülkedeki devrimci siyaseti her zaman kendi varoluşunu tehdit eden bir faktör olarak görmüştür. Çünkü devrimci siyaset, TKP’nin yumuşak karnıdır. Bizim üniversite dönemimizde STP’liler örgütlenmeye çalışırken, “partinin gizli kollarına” dair çeşitli rivayetler yayarak tabanı etkilemeye çalışırlardı. Çünkü 10 sene öncesinde devrimci saflara katılan bir genç, bugünküne oranla çok daha farklı bir ruh halinde olurdu. İddialar çok daha farklı seviyelerde yaşanırdı. Devrimci siyasetin gözü karalığı, fütursuzluğu, bazen çılgınlık seviyesine sıçrayan cüreti bu geleneği her zaman ürkütmüştür.

19 Aralık 2000 cezaevi katliamı arkasından “devrimci demokrasi bitti” diye yazı yazabilmek bir cesaret işidir, ciddi bir manevi hesaplaşabilme gücü gerektirir, devrimci hareketin onlarca önderinin, militanının katledildiği, yaklaşık 500 tanesinin ise Wernicke-Korsakoff belasına saplandığı bir süreçte bu gelenek Nazım Hikmet’in vatandaşlığa kabulü için imza toplamaktaydı. Tarihin omuzlara yüklediği yükler zaman zaman taşınamaz hallere gelebilir, buna karşı temkinli olmak gerekir.

“TKP, terörün işçi sınıfının ve komünistlerin mücadele yöntemi olmadığını ilan eder.” Ya kızıl terör için ne söyleyeceğiz beyler? Şiddet kullanmakla terör arasındaki ayrım nerede bulunmaktadır? Böylesi bir tespitle kimlerin yürekleri ferahlatılmaktadır? 11 Eylül bütün acımasızlığına rağmen, arka planında neyin ne olduğu tam bilinmese de yüreklere bir kıpırtı vermedi mi? Filistinli intihar komandoları terörist mi? İşçi sınıfına biçilen görev, İslamcılar emperyalist merkezleri vurdukça çıkıp terörü lanetlemek mi olacak?

TKP’nin devrimcilerle ilgili yaratmaya çalıştığı izlenim, düzeninkiyle aşağı yukarı aynıdır. “Sol denince akla amaçsız biçimde etrafına zarar veren devrimci demokrat görüntüleri ile temiz toplumdan hamamda fotoğraf çektirmeyi anlayan laçkalık anlaşılmasın.” (…) 1996 1 Mayıs’ında ortaya çıkan bankalara yönelik tepkinin o gün katledilen 3 devrimcinin yaşamlarına karşılık çok da ölçüsüz olmadığını o zaman da söylemiştik, şimdi de söylüyoruz. Ama bu “amaçsız şiddet düşkünü devrimci demokrat” imajı, biraz da başımıza gelenlerin kendi yaptıklarımızın meşru bir karşılığı olduğunu anlatmaya çalışan bir yön barındırmamakta mıdır? “F tiplerine tıkıldık ama biz de zaten hiç rahat durmadık ki!” Maalesef bu geleneğin ataları da “sokağa çıkmayın, faşizm gelir” diyenlerdi. Adını almayı solda bir dönemin kapanışı olarak gördükleri TKP’nin, toplumu tüketen 12 Eylül’e dahi “faşist darbe” dememek için nasıl inat ettiğini şu anda TKP’li gençler pek hatırlamaz belki ama bu tarihte sabittir.

Devrimci demokrasi ile ilgili imgenin önemli bileşenlerinden biri de “yaş” eleştirisidir. “Devrimci demokratların ise hitap edebildikleri “siyasal akıl yaşı” kısa zamanda ciddiye alınır bir değere dönemeyecek ölçüde düşmüş bulunmaktadır.” (…) Örgütlülüğünün %90’ı üniversiteli gençlik olan bir hareketin böylesi bir tespiti ne kadar ciddiye alınmalıdır? Türkiye’deki yasal partilerle kıyaslandığında halkın tüm kesimlerini harekete geçirebilme yeteneğinin daha büyük oranda bizim cenahta toplandığı muhakkaktır. Yaşanan 1 Mayıs’larda buna defalarca kere tanık olunmuştur.

Uzun sözün kısası, TKP, 28 Şubat’ın yarattığı politizasyonla uyumlu bir hareket planı eşliğinde gençliğin geri çekilmesinin konakladığı, güvenceli bir liman yaratabilmiştir. Son yılların ricat atmosferi bu hareketi, belli oranda beslemiştir. Devrimci bir kabarma oluşana dek bu durumun devamı da öngörülebilir. Bir benzerlik kurmak gerekirse, 1980 sonrasında gençliğin TİP-TKP çizgisindeki Yarın dergisi çevresinde toparlanmaya başlaması bu duruma uymaktadır.

1986’lardaki devrimci kabarış, Yarın’ın çok kısa bir süre içerisinde yalnızlaşıvermesi sonucuna varmıştı.