ÇÖKÜŞÜN IŞIĞINDA SOSYALİZMİN TEORİK SORUNLARI – Mehmet YILMAZER

Yol, Sayı 3, Aralık 1991

“Sosyalist ülkelerdeki olaylar aşılabilir aksaklıklar olmaktan çıkıp, büyük çöküş ve geriye dönüşlere varınca, kafalardaki sorular sosyalizmin teorik temellerini zorlamaya ve sorgulamaya başlamıştır. Bu noktada, olaylara yaklaşımdaki konumumuzu belirleyebilmek için önce iki uç yönelişi göze batırmalıyız.

İlk yaklaşım, hiç şüphesiz sosyalizmin topyekün inkarıdır. Emperyalizmin “marksizm uzmanı” Z. Bzezinski komünizmi “faşizm ve nazizmle tarihi bağlantı içinde” ele alır ve “Sanayileşme sürecindeki kapitalizmin günahlarına” bir tepki olarak kabul eder. Sonuçta, 20.y. yılı, komünizmin “doğup öldüğü” bir yüzyıl olarak niteler. Kapitalizmin “günahları” azaldıkça, yani emperyalist merkezlerde “refah devletleri” kuruldukça, komünizm de bir tepki olarak sönümlenip yok olmalıydı. Yaşadığımız yıllar, bu sönümlenmenin canlı kanıtlarını sergilemektedir. (1) Sovyet iktidarını, “tarihi bir tesadüf” olarak niteleyen emperyalist ideologların tezleri, yaşanan çöküşlerle sanki kanıtlanıyor gibidir. Sosyalizmin böyle açıkça inkarının yanında, yine aynı zeminde, onu artık bir gerçeklik olmaktan çıkarıp “ütopyaya” dönüştüren görüşler de son olaylarla birlikte yoğunlaşmıştır. Sosyalizmin inkarının en uç noktasından, yaşanan yıkılışlardan sonra, sosyalizmi bir “ütopya” olarak savunmayı tercih eden liberal aydınlara kadar uzanan bütün bu yelpaze, en son tahlilde, insanlığın geleceğinden sosyalizm ufkunu silmiş, bütün dikkatlerini kapitalizmin aksayan yanlarını reforme etmeye çevirmişlerdir.

Yaşanan olaylar, çok açık ki, sosyalizmin inkarı için her zamankinden bol gerekçe yaratmaktadır. Olayların kaba bir kavranışı, insanları sosyalizmin inkarına itiyor. Bütün bunlar gerçekliktir. Ancak, olayların toz dumanına sığınarak sosyalizmi inkar etmek de en sonunda kaba bir sonuç olmaktan kurtulamıyor. Sosyalizmin, inkarcılarının en zayıf yanı, insanlığın önünde kapitalizmi ebedileştirmeleridir. İnsanlığın bütün gelişimini, liberalizm ve demokratizmle sınırlamak, aslında, sosyalizm inkarcılarının çıkmazının en sağlam kanıtıdır. Çünkü insanlığın gelişimi her yönden kapitalizmin sınırlarını zorluyor.

Sonuçta, sosyalizmin inkarıyla yetinen bir düşünce, günümüz insanlığına hiçbir gelecek gösteremediği için, kapitalizm bataklığını biraz daha cilalamaktan öteye gidemez. Dolayısıyla, sosyalizm inkarcılarının besleneceği zemin, sosyalizmin yıkılışının yarattığı büyük hayal kırıklığıdır. Onlar bu hayal kırıklığını müzminleştirerek yaşayabilirler. Oysa, sosyal gelişimin doğası gereği, hayal kırıklıklarının içinden kaçınılmaz bir şekilde canlı geleceğe yeni adımlar atılacaktır. Bugünün çöküşü, sosyalizm inkarcılarını güçlü gösterse de, geleceğe atılacak her adım, bu gücün çok çürük bir zemine oturduğunu kanıtlayacaktır.

Sosyalizmin çöküşüne ikinci yaklaşım, ilkinin tam zıddı olarak tanımlanabilir. Sosyalizmin pratikte çöküş ve gerileyişini inkar etmek mümkün olmadığı için, bu yaklaşım sorunu şöyle koyar: “Yıkılan bilimsel sosyalizm değil, sosyalizmin ilkelerinin pratikte hatalı uygulanmasıdır.”

Sorunu böyle koymak, insanı sosyalizm inkarcılığından kurtarabilir. Fakat olaylara bu çerçevede bakış günümüzün en acil görevi olan, sosyalizm teorisinin geliştirilmesine karşı kayıtsızlığı besler, uyanıklığı köreltir. Sosyalizmin teori ve pratiğini birbirinden bu tarz bir koparış, düşünceyi kaçınılmaz bir şekilde skolastisizme sürükler, öte yandan teoriyi de eklektik düzeltmelerden kurtaramaz.

Sosyalizmdeki büyük altüstlüklerin teorideki karşılığını irdelemeden, yalnızca pratik uygulamalardaki hatalarla açıklamak, akla pratik uygulamalara hangi teorinin yol gösterdiği sorusunu getirir. Bu soruya, “teorinin farklı farklı yorumlandığı, çeşitli sınıf etkilenmeleriyle pratikte çarpıtıldığı” şeklinde bir cevap verilebilir. Sosyalist sistemin var olduğu ve ancak bazı aksaklıkların göze çarptığı eski günlerde, böyle bir cevap yeterince doyurucu olabilirdi. Açık bir çöküş ve geriye dönüşün yaşandığı günümüzde, böyle bir cevabın fazla bir değeri yoktur.

Öte yandan, teorinin “pratikte çarpıtılması”, ortaya teorinin saf biçimiyle pratiğe uygulanması sorununu çıkarır ki, böyle bir soyutlamanın pratikte bir karşılığı olamaz, ya da hiçbir teori pratiğe saf, duru bir biçimde aktarılamaz. Yaşanan yetmiş yıl, sosyalizmin pratiğidir. Daha da öteye, sosyalizmin mücadele tarihi, 150 yıllık bir geçmişe sahiptir. Bütün bu süreç, hem teorinin doğuş ve şekillenişini, hem de pratiğe aktarmışını kapsar. Pratikte temel sorular varsa -çöküşler bunun varlığını gösteriyor- o zaman, kaçınılmaz bir şekilde, gündeme teorik sorunlar da gelecektir, gelmelidir.

Bilimsel sosyalizmin kurucuları, hiç şüphesiz ki, sosyalizmin kuruluşu için hazır formülasyonlar sunmadılar, sunamazdılar. Onlar, sosyal bilinçlenmenin mantığı gereği, pratik detaylar öne sürmek yerine, genel yönelişlerle yetindiler. Fakat bir kez proletarya iktidara geldikten sonra bu genel yönelişler, her günkü pratik uygulamaya yol gösterdi. O nedenle, bugün yaşanan çöküşler, bilimsel sosyalizmin yıllar önce öngörülmüş genel yol gösterici tezlerinin sınırlarını daha kesin bir şekilde ortaya koymaktadır. Marks-Engels-Lenin döneminin teorik ışığı, günümüz olaylarını ancak çok silik bir şekilde aydınlatmaktadır. Işığı güçlendirmek, dünya komünistlerinin en acil görevidir! Bu gerçeklik açıkça teslim edilmedikçe, sosyalizm teorisi geliştirilemez.

Sosyalizmin pratiğinde, bugüne kadar yaşanan tıkanmaların teorik çözümü gündeme geldiğinde hemen “Marks’a, Lenin’e dönüş” parolaları ortalığı kaplamıştır. En son, büyük çöküşün başlarında, hemen bütün Sovyet aydınları -elbette ki anti-komünistler hariç- yine aynı parolayı tekrarladılar. Hatta “Lenin’e dönüş” parolası neredeyse NEP’e dönüşle aynılaştırıldı. Ancak bu süreç, kaçınılmaz bir şekilde Lenin’in inkarına vardı. Varmadan edemezdi.

Günümüz olaylarına, ortaçağ ‘aydınlarının” kafasıyla, Marks ya da Lenin’in eserlerinin satır aralarında cevap aramak, en sonunda insanı bu eserlerin inkarı noktasına vardırır. Orada bir mantık, metod, yol gösterici düşünce sistemi değil de, akan olaylara uygun formülasyonlar aranıp bulunamayınca, bütün düşünce sistemini inkar etmek kaçınılmaz olur.

Marks’a dönüş parolaları, pratiğin önümüze yığdığı sorunlardan, teorinin satır aralarına bir kaçış sonucuna varmamalıdır. Daha açık tanımlarsak, Marksizm’in sosyalizmle ilgili öngörüleri, günümüz olaylarını ancak Newton fiziği kadar aydınlatmaktadır. Merkür gezegeninden gelen ışığın sapmasını Newton’un gravitasyon teorisinin çözemeyişinden, Einstein’in relativite teorisi doğduysa, sosyalizmin kuruluş pratiğindeki “sapmalardan” sonra “Marks’a dönüşle yetinmek yerine, tam tersine, sosyalizmin relativite teorisi yaratılmalıdır.

Marksizm’in klasikleri, günümüz sorunlarına sınırlı bir ışık tutabilmektedir. Bu, sosyalizmin kuruluş pratiği için geçerli olduğu kadar, Keynes sonrası kapitalizm için de geçerlidir. Eğer, ustaların söyledikleri kabaca tekrarlanmayacaksa -ki böyle bir davranış onlara en büyük ihanet olur- başlıca bu iki alanda bilimsel sosyalizmin görüşleri daha dakikleştirilmek zorundadır.

Bütün bunları yapmak için çok geç kalınmadı mı? Böyle bir soru hiç de yersiz değildir. Kendi hesabımıza, dünya sosyalizm pratiğine kimilerinin yaptığı gibi ezbere ve kalıpçı yaklaşımlar içinde bulunmamamıza rağmen, yeterince derin ve eleştirici bir gözle yaklaşmadığımızı açıkça teslim etmeliyiz. Günümüze kadar, dünya sosyalizm pratiği başlıca iki uçta değerlendirildi. Birisi, Lenin ya da Stalin sonrası sosyalizmin yitirildiğini savunan görüşlerdir. Troçkizm, yaşanan deneyi sosyalizmin pratiği olarak görmez. Stalin dönemini, Fransız devriminin thermidor (gericilik, restorasyon) yıllarına benzetir. Bütün yaşanan pratiği “geçiş toplumunun” sorunları açısından ele alır. Esas olarak da, tek tek ülkelerde sosyalizmi mümkün görmez. Diğer görüş, Mao kaynaklı Stalin sonrası Sovyetler Birliği’ni “sosyal emperyalist” olarak kabul eden yaklaşımlardır. İkinci uç ise, Sovyet sosyalizmini kayıtsız şartsız onaylayan, Komintern sonrası “kardeş komünist partilerdin politik zeminiydi. Sosyalizmin derin kriziyle birlikte hızla eriyorlar.

Hareketimiz bu iki uçta da olmadı. Her iki uç yaklaşımın teorik temelleriyle sürekli bir mücadele içinde olduk. Bu iki kutuptaki yaklaşımın söyledikleri çok farklı olsa da, tek ve ortak bir zeminleri vardı. Sosyal olaylara bakışta idealizmin sınırlarını aşamamış, diyalektik materyalizmi idealist bir yorumla bozmuşlardır. Sosyalizmin idealizasyonu, iki zıt yaklaşımın da temel zeminini oluşturmuştur. Troçkizm’in saf sosyalizm arayışı, onu Sovyet pratiğini inkara zorlamıştır. “Kardeş partiler” ise, Sovyetlerdeki sosyalizm pratiğini idealize ederek, somut gerçekliğe gözlerini kapatmışlardır.

Dünya komünist hareketi içindeki konumumuz, sosyalizmin pratiğinin bu idealistçe inkarlarına karşı mücadele temelinde kalmıştır. Sosyalizmin inkarının, Sovyet liderlerinin kişilikleriyle ve dış politikadaki bazı tutarsızlıklarıyla açıklandığı dönemlerde, sosyalizmin pratiğini savunmak devrimci bir görevdi. Fakat 1980’lerin ortalarından sonra, sosyalizm pratiği yeni bir döneme girmiştir. Bu, köklü bir restorasyon dönemidir. Dün sosyalist sistemin aksayan yönlerini kritik ederken, bugün dev yıkılışa bilimsel açıklamalar getirmek zorundayız. Sadece bu kadar da değil, bu çöküşün toz dumanı arasından geleceğe yönelik genel sonuçlar çıkartmakla yükümlüyüz.

Bilimsel sosyalizm, yetmiş yıllık inşa pratiğiyle zenginleştirildi, fakat aynı zamanda, emperyalizme karşı ayakta kalma refleksleriyle tutuculaştı, donuklaştı. Şimdi, pratikte, sosyalizmin yitirilmesi, onun teorisinde yeni gelişmelerle sonuçlanacaktır. İşte bu anlamda, Marksizm’in geliştirilmesi için “çok geç” kalınmamıştır.

Bugüne kadar, Marksizm üzerine yapılan yorumları sırf tasnif etmek bile ciltler tutar. Yakalanacak halka, sosyalizmin canlı pratiğine karşı takınılan tavırların dünkü ve bugünkü konumlarının kritiğidir. Bu noktada, ne sosyalizmin inkarına savrulmak, ne de sosyalizmin sorunlarını “pratik yanlış uygulamalarla” sınırlamak, önümüzde duran görevlere çözüm getiremez. Sosyalizmin inkarı bizden uzaktır, ancak yaşanan pratiğin ışığında sosyalizm teorisinin geliştirilmesine yeterince yaratıcı enerjiyle katılamamak gibi bir yanlışa düşebiliriz. O nedenle, yaşanan köklü devrilişin, teorinin köklerinde nerelere kadar indiğine karşın yeterince uyanık olmalıyız. Son gelişmelerin ışığında, bu yazı, görüşlerimizin sistemleştirilmesinde bir taslak çizmek amacındadır. Taslağı işlemek ve derinleştirmek, gelecek günlerin sürekli görevi olacaktır.

I. BÖLÜM

Devrim ve İktidar Sorunu Açısından Teori ve Pratik

Üretici Güçler ve Devrim Sorunu: Sosyalist ülkelerde başarıya ulaşmış devrimler, geriye döndükçe, Marks’ın üretici güçler teorisi bir kere daha tartışma gündemine gelmiştir. Bir Sovyet yazarı, “Marksist sosyalizmin gelişmiş kapitalizmin gerçeklerine uygulanamayacağı kanıtlanmıştır” diyerek, “gelişmemiş kapitalizm ve sosyalist devrim arasında normal olmayan sıkı bir ilişkinin varlığının bir tarihsel kural olarak görülmesi” gerektiğini ileri sürmektedir.(2)

Devrimlerin geri ülkelerde başarı kazanması, üretici güçler teorisini yalanlar mı? Ya da soruyu başka türlü sorarsak, gelişmiş kapitalist ülkelerde (Marks dönemi) devrimlerin olmayışını, Marks’ın üretici güçler teorisiyle açıklayabilir miyiz?

Sorunu böyle koymak, aslında belli bir yanılgı yaratabileceği için tam doğru değildir. Kapitalizmin gelişim tarihine baktığımızda, gelişmiş kapitalist ülkelerde de “sosyalist devrimler” olmuştur, ancak başarı kazanamamıştır. Paris Komünü’nden sonra iki dünya savaşı arası dönemde, başta Almanya olmak üzere, Fransa ve İtalya’da proletarya devrimleri, burjuva iktidarlarına kanteri döktürmüştür. Bu devrimlerin başarısızlığı, kapitalist anayurtlarda kanlı faşizm yıllarını başlatmıştır. Proletarya devrimlerinin olmaması bir şey, olup da başarı kazanamaması başka bir şeydir. Aslında, gelişmiş kapitalist ülkelerde devrimlerin başarıya ulaşamaması, öte yandan, geri kapitalist ülkelerde proletarya devrimlerinin patlak verip, önemli bir kısmında başarı kazanması olgusu, üretici güçler teorisinin farklı yönlerden doğrulanmasından başka bir şey değildir.

Üretici güçleri geliştirebildikleri, yani üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesine engel olan yanlarını gelgeç ve pragmatik çözümlerle de olsa değiştirebildikleri ölçüde, kapitalist anayurtlar, proletarya devimlerinden kaçınabilmişlerdir. Onlara bu imkanı sağlayan, o zamanların İngiltere örneğinde olduğu gibi, dünyanın geri alanlarının en dizginsizce yağma edilmesi gerçekliğidir. “Üçüncü dünyanın” çürütülmesi pahasına kapitalist anayurtlarda üretici güçler geliştirilebilmiştir. Ancak, gelişim yalnızca böyle açıklanırsa eksik kalır. Gerek Avrupa’daki devrimler ve gerekse Rusya’da başarıya ulaşan devrim ve kapitalizmin ölümünü çok yaklaştıran 1929 krizi, kapitalizmin yapısında kaçınılmaz bazı değişimlere yol açmıştır. 1935’lerde pratikte şekillenen ve Keynes’in ismini taşıyan uygulamalar, kapitalist ekonominin işleyişinin içine devletin merkezi müdahalesini çekmiş, aynı zamanda, insan üretici gücünün (başlıca işçi sınıfının) sosyal güvenliği belli ölçülerde yükseltilmiştir. Üretim ilişkilerindeki bu düzenlemeler, kapitalist anayurtlarda üretici güçlerin gelişmesine yeni bir ivme vermiştir. Bir kere daha tekrarlayalım, onlara böyle düzenlemeler yapma imkanını veren, hiç şüphesiz ki, büyük ölçüde emperyalist sömürü gerçekliğidir. Kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde sistemin belli ölçüde sosyalleştirilmesi, ancak emperyalist sömürünün sağladığı imkanlarla sömürge ülkeler aleyhine gerçekleştirilmiştir. Dünya ölçüsünde adalet dağıtan bir manevi otorite(!) olmadığı için, bu korkunç “adaletsizlikten” kapitalist ana yurtlardaki proletarya hiç de rahatsızlık duymamış, yüzüne bu günahı sosyal olaylarca vurulmadıkça da, “evrensel adalet” için harekete geçmemiştir. Ahlaki ve duygusal tepkilerden öteye, dünyadaki egemen üretimin adalet dağıtımı böyle olmuştur.

Öte yandan, geri ülkelerde devrimlerin patlaması, yine üretici güçlerin gelişmesinin önündeki engellerin kaldırılmasından başka bir şey değildir. Bu noktada, üretici güçlerin kendi gelişim imkanlarını tüketmeksizin,” daha yüksek üretim ilişkilerinin” gündeme gelmeyeceğini ileri süren Marks’ın olaylarca çürütüldüğü iddiasına gelinir.

Bir ülkede, belli bir momentte, üretici güçlerin gelişiminin ölçüsü nedir? Hangi ölçüye göre üretici güçlerin gelişiminin sonuna gelindiğine ve yeni bir karaktere sıçraması gerektiğine karar verilecektir? Gelişmiş bir başka ülkedeki seviye mi kriter alınacaktır? Bu konudaki tek ölçü, o ülkenin kendi koşullarından doğan devrimci krizlerdir. Gelişmişlik farkları ve diğer ülke deneyleri, sosyal gelişmeye öncülük eden güçlerin politik programlarında kendini ortaya koyar. Üretici güçler teorisi, bir ülkede devrimin zamanlamasıyla ilgili değil, devrimci krizlere yol açacak çelişkilerle ilgilidir.

İlk başarılı devrim olan Bolşevik devriminden önce, hiç şüphe yok ki, kapitalist üretim ilişkileri, bir İngiltere ya da Fransa’yla kıyaslandığında, Rusya’da henüz çok geri seviyedeydi. Fakat öte yandan, pısırık Rus burjuvazisi, Çarlıkla uzlaşarak Rus feodalizmine tam bir teslimiyet içinde kapitalizmin gelişmesini en sancılı yollara itmiştir. Bu gerçeklik, Rusya’da neredeyse feodalizm ve henüz gelişmekte olan kapitalizmin aynı zamanda tasfiyesi sonucunu yaratmıştır.

Burada “erken doğum” teorilerine geliriz. Ekim devrimi, çıkıp geldiği kapitalist üretim ilişkilerinin seviyesi diğer Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında, bir “erken doğum”dur; fakat Rus burjuvazisinin kapitalizmi geIiştirme, dolayısıyla feodal üretim ilişkilerini tasfiye etme yeteneği dikkate alındığında, Ekim devrimi bir “erken doğum” değil, kaçınılmaz, bir sonuçtur.

Ekim devrimi ve ardından gelen diğer geri ülke devrimleri, görünürde üretici güçler teorisini yalanlarken, devrim sonrası yaşanan süreçler ise, inatla teorinin doğrulanışı yönünden kanıtlar ortaya koymuştur. Sosyal ömrünü tüketmemiş üretim ilişkilerinin proletarya iktidarının hatalı zorlamalarıyla tasfiyesi, üretici güçlerin gelişmesi açısından inmelendirici sonuçlar doğurmuş, gelişme duraklamıştır. Bu konuyla ilgili detaylı irdelemeler, yazının ileriki bölümlerinde yer alacağı için bu temel tespitle şimdilik yetinerek, devrim ve üretici güçler teorisinin bağlantısını biraz daha irdeleyelim.

Devrim, mutlak olarak üretici güçlerin son haddine kadar gelişmesinden sonra çıkagelmiyor. Herhangi bir seviyedeki üretici güçlerin gelişmesini üretim ilişkilerinin engellediği noktada, krizler ve devrim patlak verebiliyor. Ancak, bir üretim tarzından diğerine geçişte, üretici güçlerin gelişmişlik seviyesi, kendi önemini büyük bir dirençle dayatıyor. Buradan şu sonuç çıkar: Geri ülkelerde iktidarı alan proletarya, üretimin bazı alanlarında, kapitalist üretim ilişkileriyle birlikte yaşamak zorundadır. Bir bakıma, proletarya iktidarı altında, ekonominin bazı alanlarında kapitalist üretim ilişkilerinin ömrünü tüketmesi, sosyal anlamını yitirmesi süreci yaşanacaktır. Bu, tümüyle pratik ve her ülke koşullarına göre farklı özellikler taşıyacak bir süreçtir.

Marks’ın devrim teorisinin gelişmiş kapitalist ülkelere uygulanamayacağını, sosyalist devrimlerin geri ülkelerle bağlantılı olduğunu iddia eden Sovyet yazarı, en sonunda baklayı ağzından çıkararak “Marks’ın umut bağladığı proletarya diktatörlüğü altındaki sosyal yapının, doğu toplumlarının Avrupa tipi kapitalizme geçiş yolu olduğunun kanıtlandığını” iddia eder. (3)

Geriye dönüşler yaşanmasaydı, bu tezden söz etmek yersiz olurdu. Ancak, günümüzde olayların yüzeysel kavranışı böyle görüşleri besliyor. Bu durumda, elimizde kapitalizme “batı ve doğu tipi” geçişlerden başka bir şey kalmıyor. Konuya kapitalizmden sosyalizme geçiş bölümünde yeniden döneceğiz. Devrim ve üretici güçler teorisi açısından olaya baktığımızda, sosyalizmin krizi de Marks’ın görüşlerini doğrulamıştır. Sosyalizmin yarattığı üretim ilişkileri, belli bir dönemden sonra gelişmeye engel olmaya başlamıştır. Bu nedenle, sosyalist ülkelerde yaşananlar, kısa vadede politik olarak gerici sonuçlar doğururken, üretim temelinde yeni gelişmelere yol açtığı ölçüde İleriye doğru atılanlar da yaratacaktır.

Üretici güçler teorisi bir de, deyim yerindeyse olumlu yönden inkar edilmektedir. D. Perinçek, H. Berktay’ı eleştirirken, “üretici güçler teorisini savunanlar, dünyanın her yerinde, en koyu muhafazakarlardır” diyerek, olayı II. Enternasyonale bağlar. Fakat, “1917’den bu yana yaşanan emekçi devimlerinin üretici güçler teorisini çürüttü”ğünü (4) iddia ederken, eleştiri, Marks’ın görüşlerine kadar vardırılıyor mu, yeterince açık değil. D. Perinçek, üretici güçler teorisinin “aslında devrim değil evrim teorisi” olduğunu iddia ediyor. “Üretici güçlerin gelişmesini devrimin önüne koyanlar haksız çıktı. Üretici güçlerin gelişme yollarını devrimler açtı.” “Kapitalizmin esas gelişmesi, burjuva devrimlerinden sonra oldu. Burjuvazi, feodal toplumda sonuna kadar gelişmedi… İşçi sınıfı Rusya’da esas gelişmesini devrimden önce değil, sonra gerçekleştirdi.”

D. Perinçek, üretici güçler teorisine sığınarak, devrimi sonsuz bir geleceğe erteleyenleri eleştirmekte haklıdır. Ancak, buradan hareketle, Marks’ın üretici güçler teorisinin “devrim değil, evrim teorisi” olduğu sonucuna varmak bütünüyle saçmalıktır. Yazar, kapitalizmin esas gelişmesinin burjuva devrimlerinden sonra olduğu gerçekliğinden hareketle, üretici güçler teorisini “çürütüyor”. Marks’ın üretici güçler teorisi böyle çürütülemez, ancak doğrulanın Burjuva devrimleri için, kapitalizmin gelişmesinden önce feodal üretim biçiminin kendini tüketmesi gereklidir. Ancak o zaman yeni üretim biçimi tarafından devrimle alt edilebilir. Burjuva devrimleri için burjuvazinin “sonuna kadar gelişmesi” gerektiği tezini Marks’ın üretici güçler teorisine yüklemek, Marksizm’in açık bir tahrifi olur. Feodal üretim tarzı, ya da daha genel konuşursak, eski üretim tarzı, ömrünü tükettiği ölçüde yenisi filizlenir. Ve devrimle yeni üretim tarzının yolu açılır.

Kapitalizmden sosyalizme geçerken de, “İşçi sınıfının sonuna kadar gelişmesi” değil, kapitalist üretim biçiminin kendini tüketmesi esas ön koşuldur. “Gelişme”, izafi bir kavramdır. Marks-Engels, kendi dönemlerinde Avrupa’da devrim beklediler. Daha sonra Lenin, Rus devriminin kaderini Avrupa’da bir devrime bağladı. Ancak, olaylar ustaların öngördüklerinden daha öteye gelişti. Eğer Rus devrimi, üretici güçler teorisini çürüttüyse, Avrupa’da devrimin yenilgisi ve kapitalizmin gelişmeye devam etmesi, üretici güçler teorisinin kanıtlanması mı oluyor? D. Perinçek pragmatiktir. Üretici güçler teorisini önce keyfi olarak bozuyor. Sonra da eleştirerek “çürütüyor.” Devrim için Marks, hiçbir yerde, yeni üretim ilişkilerinin “sonuna kadar gelişmesi” gerektiğini öne sürmemiştir. D. Perinçek’in deyimiyle “sonuna kadar gelişmesi” gereken eski üretim tarzıdır. Ya da Marks’ın deyimiyle “içerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri” ortaya çıkmaz.

Marks’ın bu tespitini sosyalist ülkelerdeki gelişmeler acı acı doğruluyor. Ne Sovyet sovhozları ne de Çin komünleri, proletarya ve köylülüğün iktidarı altında “yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri” yaratamadılar. Tersine, üretimde duraklama ve gerilemelere neden oldular. Çin komünleri on beş yıl önce terkedildi, şimdi sovyet sovhoz ve kolhozları dağıtılıyor.

Kapitalizmi ve sosyalizmi kaba duygusal tepkilerden kurtularak irdeleyebilmeliyiz. Kapitalizm, dünya ölçüsünde üretici güçleri geliştirebildiği sürece yaşıyor. Bu gerçekliği teslim etmek, sosyalizmi inkar etmek anlamına gelmez. Ancak, üretici güçler teorisini bir kez “muhafazakar” ilan eden D. Perinçek, kapitalizmin bu yönünü görmemek için kaba demagojilere sapmadan edemiyor.

“Kapitalizmin üretim ve tüketim humması, sanayileşme modeli, bırakalım üretici güçleri geliştirmeyi, en büyük üretici güç olan insanı ve inamın yaşaması için zorunlu ortamı yıkıma uğratıyor. Bireysel kar ve çıkar sisteminin emrindeki teknolojinin ‘gelişmesi’, insan kirlenmesini arttırıyor ve doğa krizini derinleştiriyor. Stres, sinir bozukluğu, bunalım, ruhsal hastalıklar kapitalist toplumlarda milyonları sarmıştır”. (5)

Teknolojik gelişmeyi tırnak içine alıp küçümseyen Perinçek, “insan kirlenmesi”ne vurgu yapıyor. Eğer “temiz” insandan kastımız, eski ataerkil aile bağları içindeki “doğal” insan değilse, insan üretici gücündeki gelişmeler tek yanlı ele alınamaz. Feodalizmin ataerkil aile kollektivizminden sosyalist kollektivizme geçmek, bugünün dünyasında bir hayaldir. Bireysel kişiliğin gelişimini kölece bir saygı ile sürekli öldüren eski “temiz” ilişkiler, sosyalizme bir zemin hazırlayamaz. Sosyalizmin yıkılmakta olan ortaçağı, bunu en açık biçiminde kanıtlamıştır.

Kapitalizmin bireyciliği, bir noktadan sonra insan ilişkilerini çürütüp yozlaştırıyor. Kapitalist dünyadaki insanlık bu sınıra çoktan varmıştır. Modern sosyalizmin temelini meydana getirecek kollektif insan ilişkileri, kapitalizmin bireyciliğinin sosyal inkarından doğacaktır. O nedenle, “insanın kirlenmesi” modern sosyalist insanın hız alacağı ortamı hazırlamadan edemez. Ve bu anlamda “insanın kirlenmesine” sırf olumsuz yönden bakılamaz.

Öte yandan Perinçek, “kar ve çıkar sisteminin emrindeki teknolojik gelişme”yi küçümsüyor. Ancak, modern sosyalizme en sağlam maddi temelleri bu teknolojik gelişmeler hazırlamaktadır. Emperyalizm, çürüyen yanlarının yanında bu teknik gelişim sayesinde ayakta durabilmektedir. Kendi günlük çıkarları açısından kapitalizmin kimi önemli teknik gelişimleri engellediği açık bir gerçekliktir. Sosyalizm daha üstün teknikleri insanlığın hizmetine sunamadıkça, kapitalizm teknik gelişmeyi kendi “kar ve çıkar sistemi emrinde” tutmaya devam edecektir.

Sosyalizmin kriziyle birlikte, tam bu konuda oldukça ilginç görüşler ileri sürülmüştür. “Sosyalist bir ülkenin (veya ülkelerin) teknik gelişme yönünde kapitalizmi geçmesi mümkün değildir”. (6) E. Erkiner, bu tezini sadece “sosyalizmin az gelişmiş ülkelerde gerçekleşmesine” ya da “emperyalizmin tarihsel avantajlarına” (sanayi devrimi, beyin göçü) bağlamıyor. Tezini daha çok sosyalizm anlayışı temeline oturtuyor.

“Sosyalizm farklı bir uygarlık anlayışına sahiptir. Teknik gelişmeye önem verir, ancak bunu insanın tahrip edilmesiyle birlikte gerçekleştiremez.

“İşbölümü ve uzmanlaşma daha az geliştiğinde insan tüm zeka ve yeteneğini tek konu üzerinde yoğunlaştırmaya, daha çok yönlü ve daha dengeli geliştiğinde, teknik gelişme de daha yavaş olacaktır. Bazı ülkelerdeki böylesine bir tüketim çılgınlığına yer olmayacaktır… İnsanı içermeyen bir ‘üretici güçler gelişmesi’ çarpıktır.” (a.y.)

Sosyalizm, teorik olarak kapitalizmden daha yüksek bir üretim biçimidir. Eğer teorik planda konuşursak, kapitalizmle sosyalizmin teknik yarışından çok, sosyalizmin kapitalizmden miras alacağı teknik-maddi temelden söz edilebilir. Böyle bir durumda, sosyalizm, kapitalizmden miras aldığı teknik seviyeyi yükseltecektir.

Fakat canlı olaylar böyle akmamıştır. Geri ülkelerde gerçekleşen sosyalizmle gelişkin kapitalizm birlikte var olmuşlar ve karşılıklı yaşama savaşı, silah, teknik vb. pek çok alanda kıyasıya bir yarışı sürekli gündemde tutmuştur. Bu yarışa sosyalizmin geri kalışından hareketle, E. Erkiner’in çıkarttığı sonuca mı varmalıyız?

“Tüketim çılgınlığı” insan üretici gücünün bir bakıma tek yönlü otomatlaştırılması, gelişmiş kapitalizmin mantık sonuçlarıdır. Ancak “çok yönlü insana” nasıl varılacaktır? Bir tek yolla: insanın tek düze üretim sürecinde harcadığı zamanı en aza indirerek(!) Sosyalizmin deneyinden anlaşıldığı kadarıyla, üretimi üretenlerin yönlendirmesiyle ilgili en iyi niyetli çabalar bile başarısız kalmıştır. Bu konudaki bozulmaları azaltacak yeni düzenlemeler yapılması, eski hataların artık kabaca tekrar edilememesi bile çok yönlü insanı yaratamaz. Kaçınılmaz bir şekilde, aynı biçimde kendini tekrarlayan üretim sürecinde altı ya da sekiz saat fiilen yer almak, insan üretici gücünü bütün iyi niyetlerin ötesinde ister istemez tek yanlılaştırır. İnsanı üretime yabancılaştıran tekdüze üretimdeki harcadığı zamanın azaltılması ise, ancak her gün gelişen yeni teknikle mümkündür.

Sosyalizm, kapitalizmin tüketim çılgınlığıyla yarışmamalıdır, ancak insanların çok yönlü gelişmesi için onlara boş zaman, yaratıcı çalışma alanları, kültür ve sanat için herkesin uzanabileceği yakınlıkta imkanlar sunabilmelidir. Bunun “yavaş” teknik gelişimle olamayacağı açıktır. E. Erkiner, sosyalizmi ilkelleştiriyor. “İşbölümü ve uzmanlaşma daha az geliştiğinde”, “insan çok yönlü ve daha dengeli geliştiğinde, teknik gelişim de daha yavaş olacaktır” demek ne demektir? İş bölümü ve uzmanlaşma nasıl daha az gelişecektir? Böyle bir sonuca ancak iki yoldan varılabilir. Geri teknik ve geri üretim seviyesinde işbölümü ve uzmanlaşma seviyesi de geri olur. Ancak, sosyalizm geriliğin ebedileştirilmesi değildir. Öte yandan yüksek teknikle ve her gün ileriye akan gelişmeyle insanın mekanik üretim süreçlerine bağımlılığı azaldığı oranda, çok yönlü bir gelişme gösterebilir. Fakat bu, sürekli bir gelişmeyi varsayar.

Kapitalizmdeki tüketim histerisine tepki gösterirken, ilkelliği savunur konumlara düşmemeliyiz. Sosyalizm, teknik üretkenlik olarak -bu hangi ülkede ve nasıl gerçekleşir, konumuz değil- kapitalizmi geçebilmelidir, ancak böyle bir gelişim, insanlığı kapitalizmin yaldızlı çekiciliğinden kurtarabilir. Teknik gelişimle insanı karşı karşıya koymak Yeşilcilerin işi olabilir, ama bilimsel sosyalistlerin değil. Marks’ın üretici güçler teorisinden şu ya da bu nedenle kopuşmanın ilk tipik sonucu, sosyalizmin ahlaki yönünü öne çıkartmak oluyor. “Teknik korkusu”, devrimciliği din seviyesine, devrimcileri de ortaçağ keşişlerine dönüştürüyor.

Üretici güçler ve devrim sorununu bağlarsak, iki ayrı şeyin birbirine karıştırılmaması gerektiği ortaya çıkıyor. Devrim ve üretim ilişkilerinde yeni ve daha yüksek bir düzeye geçmek, aynı şeyler değildir. Eski üretim ilişkilerinin üretici güçleri engellemeye başladığı an, Marks’ın deyimiyle “devrimler çağı” başlar. Eğer yeni devrimci sınıf yeterince örgütlü ise, devrimler başarıyla sonuçlanabilir. Devrimlerle, sınıf ilişkileri çok kısa bir sürede alt üst olur. Ancak, aynı şey “yeni ve daha yüksek üretim” geçiş için söylenemez. Burada Marks’ın “içerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri” ortaya çıkmaz tespitine geliriz. Bugüne kadar Marksizm’i, olayların canlı akışında değil de, formüller dünyasında kavrayanlar için, bu değerlendirme hep iki uca çekilmiştir. Ya devrimin inkarı için gerekçe edilmiştir, ya da Perinçek’in yaptığı gibi basitçe “çürütülmüştür”.

Hem kapitalizmin hala “gelişiyor” olması, hem de sosyalizmden geriye dönüşler, Marks’ın tespitinin kaba değerlendirmelerine en iyi cevabı veriyor. “Yeni ve daha yüksek üretim ilişkilerine” geçiş devrimle yaşanan alt üstlük denli hızlı olmuyor. Bu gerçeklik, proletarya iktidarı altında kapitalist üretim ilişkilerinin bir dönem yaşaması olgusunu açıklar. Bolşeviklerin iktidardan hemen sonra “devlet kapitalizmi”ni sosyalizme geçiş için bir basamak olarak görmeleri ve NEP uygulaması, hep aynı gerçekliğin kanıtlarıdır. “Yeni ve daha yüksek üretim ilişkilerine” geçiş, devrimlerle büyük bir hız kazanır, ancak bu geçiş bir sıçrayışla tamamlanamaz. Deneylerden çıkartılması gereken en önemli sonuç, proletarya iktidarında eski üretim ilişkilerini tasfiye ederken, politik zorun yanında üretimde verimliliğin hiçbir zaman atlanmaması gereken bir koşul olmasıdır. Ancak üretim zenginliğinin artmasından sonra, yavaş yavaş bu koşul belirleyici etkisini yitirecektir.

Üretici güçler ve devrim sorunu başlığı altında öne çıkan ikinci önemli konu, “tek ülkede sosyalizm” sorunudur. Bu konu, sosyalist hareket içinde sürekli gündemde kalmıştır. Ancak, uzun yıllardır gündemin altlarına itilmişken, son gelişmelerle öne çıkmış görünüyor. Mehmet Gündüz, Stalin’i eleştirirken bilinen gerçekleri tekrarlar:

“Bu teorinin en büyük yanılgısı, tek bir ülkenin sanayileşmesiyle sosyalizmin temelinin sağlanacağının ileri sürülmesidir. Oysa Marks’ın tezine göre burada önemli olan nokta, herhangi bir ülkede gerekli sanayi temelinin bulunması değil, burjuvazinin dünya ekonomisi üzerindeki hegemonyasını kuracak bir üstünlüğün sağlanmasıdır ki, bu da ancak ekonominin can damarını elinde tutan birkaç ana kapitalist ülkede devrimin zafere ulaşmasıyla mümkündür… Yetmiş yılık deneyler bunun böyle olduğunu yeterince göstermiştir.” (7)

“Birkaç ana kapitalist ülkede devrimin zafere” ulaşması çok iyi olurdu, ancak, gelişen olaylar devrimleri daha geri ülkelere kaydırdı. Sosyalizmi gelişmiş ülkelerdeki devrimler sonrasına ertelemek de bir yoldur; ancak bu yol, yaşamın canlı pratiğinden kopuk ölü bir dogmatizm olmaktan öteye gidemez. Rus devrimcileri ve daha sonra iktidar olan komünistler ne yapmalıydı? M. Gündüz’ün mantığına göre, ya ana kapitalist ülkelere devrimi yaymak için müdahale edecekler, bu imkansızsa, iktidarda kalmalarının bir anlamı olmayacaktır. Troçkizm’in bu ünlü tezi, “dünya devrimi” keskin çığlığı altında en derin ve kımıltısız pasifizmi teorileştirmekten başka bir sonuç doğurmamıştır.

“Yetmiş yıllık deneyler” neyi kanıtlamıştır? Sosyalizmin “birkaç ana kapitalist ülkede” egemen olmasını beklemekle kapitalizmin yıkılamayacağı, tamamen özgül koşullar sonucu tek tek ülkelerde patlayan Çevrimlerden “dünya Çevrimine” gidilebileceği, yetmiş yılın kanıtladığı gerçekliktir. Elbette, her patlayan ve hatta başarıyla sonuçlanan devrim, mevcut dünya koşullarında sosyalizme sancısız varamaz. Geriye dönüşlerin yaşanması, tarihin ileriye akışına engel değildir. Ancak böyle bir birikim, dünya ölçüsünde sosyalizmin maddi temellerini inşa edecektir. Sosyalizmin yaşanan deneyi, kapitalizme karşı kesin bir üstünlüğe varamadı, bu noktaya tırmanamadan şimdi bir geriye dönüş yaşanıyor. Ancak sosyalizmin yetmiş yıllık deneyi; “kale” üçüncü dünyaya muazzam bir itilim verdi, onları klasik sömürgecilik ağından koparttı, ayrıca ana yurtlardaki kapitalizmin “sivri köşelerini yuvarlaklaştırdı”, onları -üçüncü dünya halkları pahasına da olsa- “refah devletleri” kurmaya zorladı. Bizzat kendi topraklarında ise, kapitalizmin bir yetmiş yılıyla karşılaştırıldığında, dev atılımlar gerçekleştirdi.

Tüm dünyaya bu muazzam ivmeyi veren sosyalizm, şimdi enerjisini tüketmiş görünüyor. Ancak bu neyi kanıtlar? Günümüz gerçekliklerinin acı tadı karşısında kocakarılar gibi “bir kaç ana kapitalist ülkede” sosyalizmin hala kurulmayışına hayıflanmak, sorunlara cevap değil, yeteneksizliğin ve iktidarsızlığın ebedileştirilmesidir.

Sosyalizm, dünyaya yaydığı enerjisini yeniden toparlayıp, yaşamının ikinci ve daha yüksek basamağına tırmanacaktır. Gelecek günler, yaşanan deneylerin üzerinde yükselecektir. Sosyalizmin yeni güçleri, geçmişten en açık, cesaretli dersleri çıkarabildikleri, dünün hatalarına karşı acımasız oldukları ölçüde, geleceğe daha hızlı atılabileceklerdir. Bunun yerine, “birkaç ana kapitalist ülkede” sosyalizm beklemek, yaşanan bütün deneyleri “işte böyle olmayacağı görüldü” diyerek küçümseyip hiçe indirmek, sosyalizmin geri ülkelerde kurulamayacağının kanıtı değil, tez sahiplerinin zavallılığının kanıtıdır.

Sosyalizmin bugünkü geriye dönüşüne tek yanlı bakanlar, onun hataları karşısında küçülüp ezilenler, sürecin diğer yüzünü göremedikleri için, umutsuzluklarını “kapitalist ana yurtlardan devrim” parolası altına gizleyebilirler.

Sosyalizmin hataları ile kendi içyüzünü örtebilen kapitalizm, artık bu şansa sahip değildir. Burada, sosyalizmin geçici yitirilişine karşılık onun yeni geleceği yatar. Ancak, dünyadaki somut süreç, mücadelenin ana okunun henüz kapitalist anayurtlarda devrimlere yönelmediğini açıkça gösteriyor. Böyle koşullarda sosyalizmin geleceğini “ana ülkelere” bağlamak, somut canlı mücadeleye karşı bir kayıtsızlık, Marksizm’in canlı ruhundan kopuşmak, kalıplar içinde donuklaşmak olur. Dünyada sosyalizmin kendini her gün yenilemekle yükümlü mücadelesi ile sosyalizmin geri dönülmez bir dünya düzeni olması, gelişimin farklı aşamalarıdır. Sosyalizmin geri dönülmez bir düzen haline gelmesinin en önemli teminatlarından birisi, hiç şüphesiz, dünya ölçüsünde egemen düzen haline gelmesidir. Bunun da görünen en kolay yolu, “ana kapitalist ülkelerde” sosyalizmin kurulmasıdır. Fakat bu noktaya nasıl varılacaktır, hangi dolambaçlı yollardan yürünecektir? Ana kapitalist ülkelerde kapitalizmin çökmesine hangi süreçlerden varılacaktır? Bunların cevabı teorinin satır aralarında bulanamaz. Cevap, tümüyle canlı pratikten çıkar. Ve bugüne kadarki süreçte dünyanın orta gelişmiş ve geri bölgelerinden sosyalizme yönelişler yaşandı. Gelişmiş ülkelerin dünyanın geri alanlarından sermaye çekmesi, söz konusu ülkelerde kapitalizmin gelişimini en sancılı yollara itmektedir. Bu temel gerçeklik değişmediği müddetçe, dünyadaki devrimci süreç de eteklerden zirveye tırmanmaya devam edecektir. Bazen geriye düşüşler, iyi tahkim edilmiş zirvenin salvo atışları karşısında ezilmek mümkündür. Fakat zirveyi yaşatan “atar damarlar” kesildikçe, insanlığın önünde yepyeni gelişim ufukları açılacaktır.

Üretici güçler ve devrim sorununda diğer öne çıkan konu, Ekim devrimi sonrasında izlenen yolla ilgilidir.

“Buna sonuna kadar bağlı kalınması, Ekim Devrimi’nin sürekliliği ve evrenselliğidir.” “Buradan saptınız mı, ulusların bağımsızlık ve özgürlük savaşımını sürekli kılmadınız mı, onu desteklemediniz mi, bu ilkeye ters düşmüşsünüzdür. Ve ortada kalan, aslında belli ölçüde devrimsel bir gelişme temelince ortaya çıkılsa da sosyalizmin belli bir gelişmesine tanık olunsa da, devrimle sürekli beslenmediği için devrim evrenselleşmediği için bir yozlaşmadır.” (8)

Devrimin süreklileştirilmesi yerine “ekonomik kalkınma”nın (a.y.) öne çıkartılmasının “Ekim devriminin ilkesine ters düştüğü” iddia edilmektedir.

Sovyetler Birliği’ne en fazla eleştiri bu yönden yapılmıştır. Devrimleri desteklemek yerine, ekonomik kalkınmaya yönelmek çöküşün nedeni gibi görülüyor.

Devrimi evrenselleştirmek, Sovyetler’in tek başına iradesi dışında bir olgudur. Bir ülkenin -bu Sovyetler kadar büyük bile olsa- isteğiyle devrim süreklileşemezdi. Ancak, Sovyetler, sahip olduğu imkanlarıyla maddi ve sosyal olarak daha gelişkin bir seviyeye ulaşabilirdi.

Sovyetler’in dünya devrimci sürecine ustaca müdahale edemediği, önemli yanılgılara düştüğü çok açıktır. “Barışçıl geçiş” ve “kapitalist olmayan yol” tezleri, bu yanlışların başlıca ikisidir. Fakat bu hatalara rağmen, 1917’de başlayan devrimler, kısa aralıklarla 1975’lere kadar gelmiştir. Sovyetlerin iradesi dışında ve bazen onun yanlış politikalarına rağmen, devrimler 1917 Ekim’inden sonra da devam etmiştir. Doğu Avrupa, Çin, Küba, Vietnam, Afrika vb. devrimleri, 1930’lar sonrası otuz beş-kırk yıllık bir sürece yayılmıştır. Bu anlamda Ekim devrimi evrenselleşmiştir.

Sovyetler Birliği, bu devrimlere, güçlü bir ekonomisi ve maddi kaynakları olmasaydı nasıl yardım edebilirdi? “Moral” destek maddi olarak cisimleşmezse, en sonunda moral bozar. Ve onlarca deneyin gösterdiği gibi, devrim yıllarında Sovyetlere çok yakın davranan ülkeler, sonrasında emperyalist dünyaya yelken açmıştır. Bu dönüşlerinin temel nedeni, o ülke devrimlerinin sınıf karakteriydi şüphesiz. Fakat tek neden bu değildir. Devrim sonrası ülke ekonomilerinin kuruluşunda Sovyetler, geri tekniğiyle pek çok alanı emperyalist ülkelere kaptırmıştır. Sovyetlerin böyle çarçur olmuş emekleri saymakla bitmez.

Sovyetler Birliği’ni devrimi evrenselleştirmemekle eleştirmek, fazlaca haksızlık olur. Devrimler, Sovyetlerin isteğine aldırmadan dünyanın dört bir ucuna zaten yayılmıştır. Sorun, Sovyetlerin bu devrimlere ne ölçüde yetişebildiği ve onların seviyesini ne kadar yükseltebildiğindedir. Sovyetler Birliği eleştirilecekse, üçüncü dünya devrimlerine öngörüsüz, hesapsız “yardımlarından”, işlek bir ekonomi kuramadığından eleştirilmelidir. Devrimlerin nasıl sürekli kılınabileceğine cevap verilmedikçe, bu yöndeki eleştiriler, temelsiz kalır. Devrimini başaran her ülkede, geniş yığınlar kaçınılmaz bir şekilde devrimin sonuçlarını günlük yaşamlarında görmek isterler. Sosyalizmin ekonomik temelini yaratıp güçlendirmek için izlenen kimi yollar eleştirilebilir, fakat devrim sonrası sosyalizmin maddi temellerinin inşasına yöneliş eleştirilemez.

Sanıldığının tam tersine, Sovyetlerin iradesi dışında devam eden devrimci sürecin, Sovyetlerin destek gücünü aştığı tespit edilmelidir. 1975’lere kadar dünyada ardarda devrimler yaşanmış, sosyalizm parolası ya da Ekim devriminin idealleri, dünya ölçüsünde bir değer kazanmıştır. Bu döneme, sosyalizmin henüz toprağın derinliklerinde kök salmadan yüzeysel yayılma yılları diyebiliriz. Yaşanan olaylar bunu gösteriyor. Bu yayılma, derinleşmediği ve Sovyetlerden sürekli enerji çektiği ölçüde, Sovyetleri de tüketmiştir. Artık dünya yüzeyine serpilmiş sosyalizm tohumlarının derinleşip kök salacağı bir döneme girecektir. Eğer Ekim devrimi “yozlaştı” ise, devrimler dünya ölçüsünde yaygınlaşmadığı için değil, yayılan devrimler yeterince kök salıp derinleşmediği için yozlaşmıştır. Bu nedenle bir geriye dönüş belli ölçüde kaçınılmazdı. Ancak bu geriye dönüşlerin sosyalizmin çekirdeğine kadar varması, çıkartılacak dersleri sosyalizmin mücadele taktiklerinden öteye, sosyalizmin inşa temellerine kadar derinleştirmeyi zorunlu kılıyor.

Kapitalizmin kaba gelişim yılları, kendi karşıtı sosyalizmi yarattı. Fakat yıkılmayan kapitalizm intensiv, yoğun, derinlemesine gelişime girdi. Bu dönüşümler, kapitalist anayurtların otuzdan fazla yılını aldı. Sosyalizmin kaba gelişimi şimdi çöküyor, derinleşip seviyesini yükseltmesi kaç yılını alır bilemeyiz, ancak yaşanacak süreç budur. Özetle, Ekim devriminin “yozlaşması”, evrenselleşmemesinden değil, kaba ve yüzeyde kalmasından, derinlere inememesindendir. Öyleyse toprak daha derinden sürülecek!

Devlet Bürokrasi, Parti Sorunu: Sosyalizmin yetmiş yıllık pratiğinin, son gerçeklikler ışığında devlet sorunu açısından yeniden irdelenmesi gerektiği açıktır. Sınıfların ortadan kalkmasıyla devletin sönümleneceği günlerin henüz çok uzaklarda olduğuna şüphe yoktur. Ancak 70 yıllık sosyalizm deneyinden devletin sönümlenmesi değil, ama bu yolda somut belirtiler beklenmeliydi. Bu beklentilerin hiçbirisi sosyal pratikte gerçekleşmemiştir.

Kapitalizmden komünizme geçişte, henüz “herkese emeğine göre” değil, ama bu yolda somut belirtiler beklenmeliydi. Bu beklentilerin hiçbirisi sosyal pratikte gerçekleşmemiştir.

Kapitalizmden komünizme geçişte, henüz “herkese emeğine göre” verildiği sosyalizm yıllarında proletarya diktatörlükleri kaçınılmazdır. Yaşanan pratik, böyle bir adımdan öteye gidememiştir. Ancak proletarya diktatörlükleri, aynı zamanda, devletin çözülmesi yolunda belirtiler verebilirdi, vermeliydi. Yetmiş yıllık deneyden sonra, insanlığın elinde böyle açık işaretler henüz yoktur.

İlk gerçekleşen proletarya diktatörlüğü olan Paris Komünü’nden çıkarılan başlıca dersler, ardından gelen proletarya iktidarlarında neredeyse ortadan kaybolmuştur. Prensip planında önce bunlara değinelim.

Paris Komünü’nden çıkarılan ilk önemli ders, düzenli ordu yerine, halkın genel silahlanmasıydı. Bolşevikler bu parolayı devrim sonrası yıllara kadar taşıdılar. Ancak iç savaş koşulları ve emperyalizmin saldırı hazırlıkları düzenli bir orduyu gerekli kıldığı için, halkın genel silahlanması parolası terkedildi. Düzenli ordunun halktan kopuk imtiyazlı bir kast haline gelmemesi kaydıyla, bu değişim anlaşılabilirdir. Fakat olaylar böyle akmamış, ordu, bürokrasinin önemli bir kanadı olarak imtiyazlı bir kasta dönüşmüştür.

İkinci önemli prensip, halk vekillerinin ve memurların geri çağırılması hakkı, genellikle kağıtta kalan, canlı pratikte var olmayan bir prensip olmuştur.

Üçüncü önemli prensip, memurların ve halk temsilcilerinin ortalama işçi ücretinden yukarıya ücret almaması, dönem dönem uygulanmış olsa da, sosyalist ülkelerde bürokrasi, ücretten öteye, özel mağazalar, konut, sağlık hizmeti, seyahat hakkı gibi imtiyazlarla sıradan işçilerin hiçbir zaman erişemediği bir konum elde etmiştir.

Dördüncü prensip, mahalli yönetimlerin insiyakinin gelişmesi, çeşitli halk örgütlenmelerinin devletin yürütümünde yer almaları, pratikte sürekli merkezi yapının aşırı irileşmesiyle uygulanamaz bir dilek olarak kalmıştır.

Bu dört pratik nokta proletarya iktidarını sıradan bir burjuva iktidarından ayıran en temel prensiplerdir. Yine bunlar, devletin çözülmesi sürecinde zorunlu, merkezi yapının yavaş yavaş erimesinde akış kanalları olabilecek pratik araçlar olarak düşünülmüştür. Adeta merkezi devlet, bu mekanizmaların harekete geçmesi ve gelişmesiyle güç yitirip eriyecek, daha doğrusu bu güç genel halk iradesine aktarılacaktır. Pratikte bu kanallar işlememiş, ancak aynı yolda başka kanallar da ortaya çıkmamıştır.

Komünist hareketin bugüne kadar “burjuva propagandası” diyerek atladığı pek çok sorun, artık gözler önündedir. Ancak, bugüne kadar bu konuda söylenenler, Stalin’in “kötülüklerinin” sıralanmasından öteye gidememiştir. Proletarya iktidarının öngörülen özellikleriyle pratiğin çeliştiği noktada, daima uygulamalar yargılanmış, uygulamaların karşısına -bizim de yukarı da yaptığımız gibi- teorik öngörüler çıkarılmış, böylece pratik mahkum edilmiş, ancak olayın derinliklerine inilememiştir.

Proletarya diktatörlüklerinde devletin sönümlenmesine doğru hiç değilse birkaç ipucunun canlı pratikten çıkması yerine, iktidarların bürokratik soysuzlaşmasına neden olan nedir? Bu konuda ileri sürülen bazı görüşleri irdeleyerek bir sonuca varmaya çalışalım.

“Proletarya diktatörlüğü, toplumsal antagonizman iki yanımda kaldırarak -çalışma dahil- sivil toplumun çelişkilerini gideremediğinden (tam tersine, ‘maddi temel’in zorunluluğu açısından, çalışmayı yoğunlaştırmayı tasarlamak zorunda kalır), proletarya, diktatörlüğünü kendisine çevirir” (9) Lukacs kaynaklı bu değerlendirme, bir gerçekliğe değinir. Burjuvaziyi sınıf olarak tasfiye eden (alışkanlıklar, özlemler, gelenekler açısından değil) henüz “çalışmayı” kaldıramayan proletarya diktatörlüğü, üretimi arttırmak ve geliştirmek için yalnızca “gönüllü, bilinçli” davranışa dayanamayacağı için, “çalışma disiplinini” arttırmak zorundadır, böylece “proletarya diktatörlüğü, proletaryanın kendisine çevrilir”(a.y.)

“Çalışmanın kalkması” ya da çalışmaya yabancılaşmanın son bulması ve çok yönlü çalışmanın insanın geçinme zorunluluğundan kopması, ancak yüksek üretkenlikte ulaşılabilecek olan komünizmin maddi temellerini meydana getirir. Devrimler böylesine gelişmiş bir ülkede gerçekleşmediği müddetçe, proletarya iktidarlarının önünde çalışma disiplinini örgütlemek, görev olarak kalacaktır. Çalışma disiplinini örgütlemek, proletarya diktatörlüğünün “kendine dönmesi” midir? Bu soruya belli bir ölçüde evet denebilir. Kapitalizmin işsizlik ve açlık tehdidiyle birkaç yüzyılda kurduğu iş disiplini, üretim için vazgeçilemez bir temeldir. Proletarya iktidarında, geniş çalışan kitlelerin gönüllü disiplini yetmez, gönüllülük bilgi ve deneyle desteklenmediği ölçüde, üretim açısından onlarca iyi niyetli felakete neden olabilir. Bu nedenle, Sovyet deneyinin hemen ilk yıllarındaki fabrikada işçi yönetimi, üretim planlanması gibi ütopik kavrayışlar, çok kısa sürede yerini “tek adam yönetimi”ne terketmiştir. Sınıfın tümünü çok kısa sürede eğitmek mümkün olmadığına göre, böyle bir dönüş kaçınılmazdır. Dolayısıyla, proletarya diktatörlüğünün bu anlamda kendine dönmesinde yadırganacak bir şey yoktur. Proletarya iktidarının, çalışma disiplinini örgütlemek için “kendine dönmesinde” fazla bir tehlike yoktur. Tehlike, bunu yeterince yapamamasındadır. Sosyalist ülkeler, çalışanı bunaltan fazla iş disiplininden çökmüyor, tam tersine, bir türlü önüne geçilemeyen laçkalıklardan çöküyor. İşçi iktidarında iş disiplini(!), hatta hele üretim sürecinde Taylor sistemi gibi sistemlerin kullanılması, pek çok küçük-burjuva devrimcisi için sosyalizme ihanetle eş kavramlardır. Sosyalizm, üretimin örgütlenmesinde bu kaba ön yargılardan büyük zararlar görmüştür.

Yazar, çalışma kalkmadan proletaryanın sınıf olarak ortadan kalkmayacağını kabul ediyor, fakat bu uzun ve sancılı süreçteki üretkenliğin yükseltilmesi mücadelesinde, proletarya iktidarının “kendine dönmesi”nden yakınıyor. Yakınmadır, çünkü böyle bir geçiş dönemini yaşamadan komünizme varmak imkansızdır.

Proletarya iktidarlarının yozlaşmasıyla ilgili diğer ilginç bir görüş, iktidar ve şiddetin kullanılması üzerinedir.

“Kızıl terörün tartışılması, sosyalistlerle komünistler arasındaki başlıca anlaşmazlık noktalarından biridir. Kan dökmekten kaçınmaya uğraşan ‘insani’ devrimler, karşı devrimcilerce ezilmiştir. Kan dökmekten ve terörden, açık politik diktatörlükten çekinmeyen ‘sert’ devrimler ise yozlaşmışlar ve Thermidorcular tarafından ezilmişlerdir. Paris Komünü bastırıldı. Şili’deki ‘Halk Birliği’de bastırıldı, ama Bolşevik Rusya, tıpkı Castro’nun Kübası gibi yozlaştı… Bence haklı olan Martov ve Allende’ydi, Lenin değil. Gericiliğin darbeleri karşısında yenik düşen bir devrim, hiç değilse ahlaki bir zafer olarak kalır ve yeni kuşaklar devrim fikirlerine duydukları inancı korurlar, ‘yeni baştan başlamaya’, ‘bir kez daha denemeye’ hazır olurlar. Bir devrimin yozlaşması ise iğrenme duygusu yaratır, emekçilerin moralini bozar.” (10)

Kagarlitski’nin bu görüşlerinin Sosyalizmin çöküşünden önce hiçbir değeri olamazdı. Yaşadığımız büyük geriye dönüşler, böyle tezlere bir değer kazandırabilir mi? Kesinlikle hayır! Yazar önümüze iki alternatif koymaktadır; “kızıl terör” Kullanmayıp fiziki yenilgiye karşılık, göksel “ahlaki bir zafer” kazanmak, ya da kızıl terörle kazanılan zaferin yozlaşması… Paris Komünü, bugüne dek devrimci şahlanışlar için örnek olmuştur, sosyalizmin yaşanan çöküşünden sonra ise mistik yenilgi türkülerine kaynak olacağa benziyor.

1917 Devrimi böyle yozlaşacağına yenilseydi, ya da hiç gerçekleşmeseydi, o zaman tüm devrimciler, başlarının üzerinde Paris Komünü’nün aydınlatıcı halesiyle, kutsal azizler gibi “yeni baştan başlamak” için dönüp dururlardı.

Söylediklerimiz abartma değil, özellikle kapitalist anayurtlardaki aydınlarda sosyalizmin çöküşüne karşı tepki olarak ortaya çıkan Paris Komünü tutkusunun anlatımıdır. Yaşanan gerçekliklerle mücadele edemeyiş, sosyalizm deneyinin çirkin yönlerinden paniğe uğrayış sonucunda, yersel çirkinliklerden göksel zaferlere uçmak kaçınılmaz oluyor. Kagarlitski yanılıyor. Paris Komünü’nün ve bir ölçüde Allende’nin safça yenilgileri eğer tekrarlanır gelirse, bu bir ahlaki zafer yaratmaktan çok, nihilistçe bir yenilgi budalalığı yaratabilirdi. Böyle bir moral zeminden “yeniden başlama” enerjisi çıkamaz, olsa olsa yenilgiyi alınyazısı sayan bir boyun eğiş çıkardı. Ahlaki zaferler, maddi karşılıklarıyla taçlandırılmadıkça çürüyüp giderler. Paris Komünü’nün ardından 1917 Devrimi ve diğerleri gelmeseydi, Komün deneyi ansiklopedik bilgi olmaktan öteye, hiçbir moral değere sahip olamazdı. Komünün yenilgisinden devrimci dersler çıkarabilenler, 1917 Ekimini başardılar. Kagarlitski’nin söylediğinin tersine, Martov gibileri yenik düşen devrimlerin “ahlaki zaferinden hız alıp “yeni baştan başlamaya” hiç yeltenmediler. 1905 yenilgisinden sonra Menşevikler, yeni bir devrime hazırlanışları karşısında Bolşevikleri “yenik düşülen yere bir kere daha gitmekle” suçladılar.

Şiddet, ya da “kızıl terör” kaçınılmaz, bir şekilde devrimi yozlaştırır mı? Bu soruyu evet’le cevaplayanlar hiçbir zaman bir devrimi başarıya ulaştıramayacakları için “yozlaşma” sorunuyla da yüz yüze gelmeyeceklerdir. “Kızıl terör”, bazen devrimcilerin ellerini kirletebilir, fakat zora dayanan bir burjuva iktidarını şiddete başvurmaksızın yıkmak mümkün değildir. “Toplumun insanileştirilmesi yalnızca insani araçlarla başarılabilir” diyor yazar. İnsanlık üzerine belki de en fazla söylev çekildiği günümüzde, yalnızca açlıktan her gün on binler ölüyor. Böyle bir durumda bol söylevler açları doyurmayınca, açların örgütlenip zenginlerin bir parça lüksüne zorla el koymaları “insanlık dışı” araçların kullanımı mı olur? Bunun kriteri nerededir?

Günümüz koşullarında sınıflar savaşından zoru çekip almak, onun canlı özünü öldürmek, bu savaşı gevezeliğe indirgemek olur. Sosyalizmin yozlaşması sonucundan hareketle, devrimde şiddetin rolünün inkarına varmak çıkarılabilecek en gerici sonuçtur. Sovyet devriminin yozlaşmasında kendi iç hatalarını olduğundan öte abartırken, tüm emperyalizmin doğuşundan beri sosyalizme karşı uyguladığı zorun yarattığı bozulmaları unutmak, en azından ikiyüzlülük olur. Gücünden öteye yük taşımak zorunda kalan Sovyet devrimi, küçük-burjuva önyargılarla da kirletilince bozulma başlamıştır. Ustaca kullanıp, yeni başarılı devrimler yaratacak devrimciler, eskinin deneylerinden hareketle devrimlerin bir kere daha yozlaşmasını engelleme şansına sahiptirler. Ancak, yozlaşmalardan yalnızca “iğrenip” “ahlaki zaferlerle” yetinecek olanlar, hiçbir zaman böyle bir şansa sahip olamayacaklardır.

Türkiye’de sosyalizmin çöküşüyle birlikte, devlet ve iktidar sorunu üzerinde Perinçek tarafından Mao’nun yaklaşımı yeniden gündeme getirilmiştir.

“Sosyalizmin kuruluş teorisinde en temel sorun, çelişmelerin ve sınıf mücadelesinin devam ettiğinin kabul edilmesidir… Öncü’nün emekçilerle birleşen, emekçi demokrasisiyle geleceğin yolunu açmak isteyen kesimleri, sosyalizmde sınıf mücadelesini kabul ediyorlar. Öncü’nün bir azınlık diktatörlüğüne yönelen kesimleri ise, sınıf mücadelesini ve çelişmeleri reddeden teoriler ürettiler.” (Perinçek, a.y.)

Öncünün bu iki kesimi arasındaki mücadele, “kitlenin öncüye dönüşmesiyle” son bulacaktır. “Sosyalizmin kuruluşu bir bakıma öncü-kitle farklılaşmasının ortadan kaldırılması sürecidir. Sosyalist demokrasinin temel sorunu ise, öncü-kitle çelişmesinin çözümüdür.” (a.y.)

Perinçek, proletarya iktidarı sonrası süreçte de bir “sınıf mücadelesi” görür. Ancak, bu sınıf mücadelesi Öncü’nün iki kesimi (emekçilere yakın ve azınlık diktasına yönelenler) arasında sürmektedir. Ve ancak, “kitlenin öncüye dönüşmesiyle” bu mücadele son bulacaktır. Sorunu son derece ilkelce tanımladıktan sonra (öncünün iki kesiminin mücadelesi) Perinçek, çözümü, bütün bir süreci atlayıp “kitlenin öncüye dönüşeceği” komünist topluma havale ediyor.

Öncü’nün “iki kesimi” niçin ve hangi hedefler için mücadele etmektedirler? Sosyalizmin kuruluş sürecinde yalnızca bu iki kesimin mi mücadelesi sürecektir? Başka mücadele alanları yok mudur?

Bu söylenenler, Çin Komünist Partisinin ünlü skolastik “iki çizgi mücadelesinin” değişik kelimelerle tekrarıdır.

Deneyler, sosyalist toplumun kuruluş mücadelesinin böyle basit formüllerle bayağılaştırılmasının, sonuçta, sorunlara karşı kör önyargılar ürettiğini defalarca göstermiştir. “Öncünün emekçilere yakın kesiminin” doğru politika üreteceğinin bir garantisi olmadığı gibi, “azınlık diktatörlüğüne” yönelenlerin de mutlak yanlış olacağı bir ön belirleme olarak savunulamaz. Bu, bayağı popülizmdir, hatta halk dalkavukluğudur.

Sosyalizmin çelişkisini “öncü-kitle çelişkisi” olarak görmek soruna son derece dar yaklaşmak ve sosyalizmin sorunlarını kitle popülizmi ile bulanıklaştırmak olur. Sosyalist ülkelerde şekillenen imtiyazlı bürokrasi gerçekliğine karşı kitle vurgusu, hiçbir anlam ifade etmez. Söz konusu sosyalist ülkelerde yapılan hatalar, “halk ve işçi sınıfı çıkarları” öne sürülerek işlenmiştir. “Kitle öncüleşinceye” kadar, uzun bir dönem, kitleden ayrı öncü olacaktır. Böyle bir gerçeklikten bir çırpıda kurtulmak mümkün olmadığına göre ne yapılmalıdır?

“İktidarın karakteri, işçi olmalıdır. Yani yöneticilerin emekçi olmasının ötesinde, siyasal süreçler esas olarak emekçi sınıfların denetiminde olmalıdır”.

“Eskiyen teori, iktidarın alınmasından ve mülkiyetin toplumsallaştırılmasından sonra sosyalizmden geri dönüş olasılığını göz önünde bulundurmadı. Aslında bu teori iktidarın yüzbinlerce birim ve düzlemden oluştuğunu dikkate almadı. Emekçilerin iktidarı için mücadele, sosyalizmin kuruluşu sürecinde de devam eder.

“İktidar, emekçiler tarafından bu süreç boyunca, hem derinliğine hem yaygınlığına döne döne fethedilir”. (Perinçek a.y.) “Yöneticilerin emekçi olması”, “iktidarın yüzbinlerce birim ve düzlemden oluştuğunu dikkate” almak ve iktidarı “döne döne feth” etmek, Perinçek’in ileriye sürdüğü çözüm yollarıdır.

Mao’nun kültür devrimine özenilmiyorsa, “yöneticilerin emekçi olması” talebi boş, boş olduğu için de en kolay tekrarlanan, ancak hiçbir anlam ifade etmeyen bir tekerlemedir. İşyerlerindeki bazı yönetim seviyeleri dışında, merkezi bir devlet yönetiminde iktidar kademeleri, profesyonel politikacılar ve yönetici uzmanlardan meydana gelir. Bu konudaki bütün kaba önyargıları pratik yalanlamıştır. Sorun emekçi popülizminde değildir. Zaten işçi sınıfının kendisi de, henüz üstesinden gelemeyeceği yönetim ve idari sorunların içine biraz da kaba bir yaklaşımla itilince, bu görevlere kayıtsız kalarak cevap vermiştir.

Yönetici “öncüler”, aynı zamanda “emekçi” olamaz. Onların emekçi, aydın ya da köylü kökenli olması ise belirleyici bir öneme sahip değildir. Sosyalist ülkelerdeki yöneticilerin büyük bir bölümü, “emekçi” kökenli olmasına rağmen, bürokratik yozlaşmalar ve çöküşler engellenememiştir. Bu noktada, yine eski bir tekerleme “emekçi denetimi” ileriye sürülecektir. Ancak, deneyler, böyle bir denetimin pratik yaşamda çok cılız kaldığını kanıtlamıştır.

Bu nedenle, böyle konularda eski sözlerin tekrarından öteye ancak Sosyalist ülke deneylerinin detaylı bir irdelemesinden sonra geçilebilir. Denetleyebilmek için ilk elden iki temelin kurulması gerektiği ortaya çıkmıştır. İlki, düzenli ve gerçek bilgi akışı, diğeri doğrudan denetleme organlarının varlığıdır. Bunların yolu herhangi bir nedenle tıkandığında, denetleme sözde kalan bir iyi dileğe dönüşüyor.

Perinçek, “öncü-kitle” çelişkisinin çözümünde “iktidarın yüzbinlerce birim ve düzlemden oluştu”ğuna dikkati çeker. Fakat bunun ne anlama geldiğini açıklamaz. Ortada yüzbinlerce iktidar “birim ve düzlemi” olunca, işçi sınıfına da bunları “döne döne feth” etmek kalır.

Sosyalizmin yaşanan deneylerinden sonra “döne döne” aynı lafların tekrarı sorunlara çözüm getirmemekle kalmıyor, çözüm yollarını tıkıyor. “İktidarın yüzbinlerce birim ve düzlemi” ne demek? Tek tek fabrika yönetimleri, var olan belediyeler ve tüm yönetim kurulları mı kastediliyor? Böyle yüzbinlerce “iktidar birimi” sayılabilir. Ancak, bu iktidar sorununu karmakarışık hale getirmekten başka bir sonuç doğurmaz. Bu iktidar birimlerini “döne döne feth” edebilmek için, merkezi iktidarın yürütümünde merkezi bir politika gerekir. Sosyalist ülkeler deneyinde, merkezi yapıların urlaşıp aşırı irileşmesi, böyle anlamsız “yüzbinlerce iktidar birim ve düzeyi” laflarını üretiyor olmalı. Kulağa hoş gelen bu laflar, eğer merkezi iktidara karşı bir alternatif olarak üretilmişse, “yüz bin iktidar birimi” iktidarsızlık demektir. İşçi sınıfının merkezi iktidarı aldıktan sonraki süreçte yürüteceği “sınıf mücadelesiyle”, iktidarın diğer “yüz bin birimi”ni fethetmesi yozlaşmaya karşı ne ölçüde bir garanti olabilir?

Sosyalist ülkelerin pek çoğunda bu süreç zaten yaşanmıştır. “Öncü”, yürüttüğü merkezi politikayla ülkenin her yanını ve her alanını, “yüzbinlerce birim ve düzlemi”, on yıllar sonra da olsa fethedebilmiştir. Fakat felaket, bu noktadan sonra başlamıştır. Her alanın fethi, iktidarı cansızlaştırmış, içi gittikçe çürüyen kalın bir kabuğa dönüştürmüştür.

Özetlersek, aktardığımız eleştirilerin iki ana özelliği vardır: ya somut çözümlerden soyut geleceğe kaçmak, ya da bizzat iktidar olayından kaçmak.

Çalışmanın zorunlu geçimden kopuştuğu ya da “kitlenin öncüye dönüştüğü” bir zaman sürecinde, devlet sorunu kalmayacaktır. Olmayan bir sorun da tartışılamaz. Fakat sosyalizmin gündeminde cevap bekleyen sorun, proletarya diktatörlüğü sürecidir. Bu konu üstünde yeterince deney birikmiştir. Bütün bu deneyler, yalnızca genel teorik tezlerle karşılaştırılıp “mahkum” edilerek değerlendirilemez. Bu, canlı pratikten teennin satır aralarına kaçmak olur.

İktidarda kalmak için şiddeti reddeden bir anlayışa karşı fazla söylenecek bir şey yoktur. Böyle bir yaklaşım, sonunda sınıf iktidarını reddeden bir zemine kayar. Savunulan bu tezler iktidarsızlığın tezleri olur.

Sorunu nasıl ele almalıyız? Kapitalizmden komünizme geçişte zorunlu olan proletarya diktatörlüğü, burjuvazi ve artıkları için diktatörlük, geniş halk kesimleri için özgürlük ve demokrasi olacağı için, komünizme doğru atılacak her adımda aynı zamanda devlet olmaktan çıkacak, tarihsel süreç içinde sönümlenecektir. Teorinin bu öngörüşü, pratikte bambaşka bir biçimde gerçekleşmiştir. Ekonominin ve günlük yaşamın Hemen her alanında, halk tarafından denetlenmesi şöyle dursun, doğrudan denetleyici durumuna gelen proletarya iktidarı, sönümlenme yolunda hiç değilse kimi ipuçları ortaya koymak yerine, gittikçe irileşen, urlaşan ve aynı ölçüde yozlaşan bir yapıya dönüşmüş, kimi ülkelerde “kadife devrimlerle, kimilerinde zorlu mücadelelerle tasfiye edilmiştir.

Bu açık gerçeklikler karşısında pratik uygulamalara yıldırımlar yağdırarak teoriyi aklayamayız. Tam tersine, pratik deneylerden teoriyi yargılamalıyız.

Soruna genellikle yapıldığı gibi sırf bürokratik kemikleşme ve imtiyazlarla yozlaşma yönünden yaklaşmak, görünüşe aldanmak olur. Bu konudaki bütün tartışmalar, en sonunda devrimci hareketlerin “biz aynı hataları tekrarlamayacağız’’ şeklindeki iman tazelemesiyle son bulur. Ancak, bu bilinçlenme yönünde bir adım değil, eh iyi haliyle yerinde saymadır. Bürokrasinin imtiyazları kaldırılabilir ya da kısıtlanabilir, fakat siyasi ve ekonomik sistemdeki fonksiyonu değişmediği müddetçe, aynı yapı yeni başka imtiyazlar üretir. Öte yandan, sosyalist ahlak açısından kabul edilemez görünen imtiyazlar, proletarya iktidarlarının yargılanmasında baş konu olamaz. Esas sorun bu değildir. Daçaların, imtiyazlı mağazaların sosyalizmin sorunlarında en öne çıkartılması, sosyalizmi bir ekonomik sistem olmaktan çıkarıp, sırf ahlak: bir inanca, indirgemek olur. Zaten, geniş yığınlardaki böyle bir bilinç yanılması, “kadife devrimler” sırasında kitleleri ellerinde mumlar kiliselere akıtmıştır. Fakat, imtiyazlılara lanet okuyarak sorunlar çözülmemiş, hala en sancılı biçimde ortada durmaktadır.

Sorun, devletin, üretim ilişkilerini şekillendirişinde ve giderek, üretim ilişkilerinin proletarya devletinin davranış çerçevesini belirlemesinde yatmaktadır. Sosyalizmin kuruluş deneyinde, devlet, doğrudan üretim ve dolaşım sürecinin içinde olmuştur. Bu demektir ki, üretim ilişkileri ve üretici güçler arasındaki bütün ilişki devlet tarafından dolaylanmıştır. Bu alandaki bütün ilişkiler, devlet mekanizmalarından geçmiştir. Devlet mülkiyeti ve merkezi planlama, devletin sürekli kendini üretmesini kaçınılmazlaştırmıştır. Sosyalizmde mülkiyet ilişkileri, planlama ve üretim ikinci bölümde irdeleneceği için bu belirlemeden sonra, devletin bu temelde şekillenmesinin siyasi sonuçlarına geçelim. Teori, burjuvazinin tasfiyesi ve üretim, araçlarının toplumsallaştırılmasından sonraki süreçte, proletarya diktatörlüğü ile geniş çalışan yığınlar arasındaki ilişkiyi oldukça sorunsuz olarak tasarlamıştır. Gelişmiş bir ekonomi temelinde böyle de olabilirdi, ancak, canlı pratik böyle gelişmedi.

Geniş köylü yığınlarının var olduğu, sanayi temeli ve iş disiplininin oldukça yetersiz olduğu ülkelerde, bir bakıma kapitalizmin yapması gerekenlerin önemli bir bölümünü de proletarya iktidarı yapmakla yüz yüze kalınca, ortaya bambaşka sonuçlar çıkmıştır. Sanayi temelinin yaratılması ya da geliştirilmesi ve kırda eski ilişkilerin, tasfiyesi, proletarya iktidarı ile yığınlar arasındaki ilişkiye sosyalist olmaktan çok, burjuva bir özellik vermiştir. Bugüne kadar en geri bir ülkede bile proletaryanın iktidara gelmesini, toplumun Sosyalist olması için yeterli gören görüşümüzü değiştirmeliyiz. Sosyalizme giden yolun zikzaklı ve geri dönüşlü olabileceğini pratik göstermiştir. Proletaryanın iktidar olması ve hatta üretim araçlarını devletleştirmesi, eğer gündemde hala burjuva devriminin görevleri duruyorsa, sosyalizmin kuruluşu için teminat değildir.

Yıkılan sosyalist iktidarlar, hem kendi ülkelerinde, hem yaptıkları yardımlarla üçüncü dünya ülkelerinde, kapitalizmin geliştirme gücünü gösteremediği, fakat aynı zamanda henüz onun maddi temeli olan üretici güçleri geliştirmenin bedelini ödüyorlar. Böyle bir tarihsel görevden kaçınılmazdı. Ancak, bu ölçüde bir bedelle yüz yüze gelineceği, yolun başındayken hiç de belli değildi.

Bağlarsak, demokratik ve sosyalist devrimlerin iç içe girdiği ülkelerde, geri üretim ilişkilerinin tasfiyesi ve sosyalizme maddi temel olabilecek bir ekonomik yapının inşası sürecinde, devletin sönümlenmesiyle ilgili adımlar atılabilmesi imkansızdır.

Bunu söylemekle, bürokratik yozlaşmaya uğramanın ve bir çöküşle tasfiye olmanın alın yazısı olduğunu söylemiyoruz. Ancak, devrimci inşanın bu döneminde, sosyalizme maddi ve moral temel olabilecek bir üretim ve bilinç seviyesine kadar, proletarya iktidarının güçlü merkezi yapısının kaçınılmazlığını öne çıkartmak istiyoruz. Bu dönemde, devlet ve geniş halk yığınları arasındaki ilişkide fazla hayale kapılmak, politikada kaçınılmaz bir şekilde ikiyüzlülüklere yol açıyor. “İkiyüzlü” kelimesini kaba bir aşağılama olarak kullanmıyoruz. Bugüne kadarki süreçte bayraklarda, kitaplarda, günlük yayınlarda ve hatta kanunlarda sosyalizmin üstün nitelikleri yer almış, fakat her günkü pratik, bambaşka gelişmiştir. Bu ikiz görüntü, yığınlarda önce beklenti, sonra tepki, en sonunda da kayıtsızlık yaratmıştır. En önemli üretici güç insan, bilinç yozlaşmasına uğratılmıştır.

Sosyalizmin mevcut deneyleri, karşı devrimin tasfiyesi ve ekonomik temellerin inşa yıllarında merkezileşen uygulamalarla ilgili pek çok örnek bırakmış, ancak, devlet işlerinin yığınlarca yerine getirilmesiyle ilgili kalıcı örnekler bırakmamıştır. Bu, yalnızca partilerin hatalı uygulamalarıyla açıklanamaz. Kapitalizmin tasfiyesi, geri üretim ve sosyal yapı üzerine sosyalist üretim ilişkilerinin inşa sürecinin doğası, yığın katılımıyla ilgili kaba yanılgıları dışlamıştır.

Geri üretim ilişkileri ve geri sosyal bilinç, proletarya iktidarlarının yığınlar tarafından denetlenememesini açıklayabilir. Yığından yeterli ve zamanında tepki alamayan iktidarların bir ölçüde keyfileşmesi de anlaşılabilir. Fakat bütün bunlar, günümüzde yaşanan devasa çöküşü açıklayamaz.

Ekonomideki yeri nedeniyle sürekli büyüyen devlet aparatı, başlıca bu yolla sosyal yaşamın her alanına yayılıp urlaşınca, ancak böyle bir çöküşle, “sönümlenme” sürecine itilmiş oldu. Yaşanan yıkılışlar, proletarya iktidarlarının merkezileşmesinin sınırlarını gösteriyor. Henüz şaşkın, hedefsiz, hatta genellikle yanlış yönelişler içinde de olsa, inisiyatif zirveden tabana yayılmaktadır. Henüz, bu konuda hiçbir hayale kapılmanın zamanı değil. Üretimi ve toplumsal yaşamı kireçlendiren yapının parçalanmasının yeni enerjileri ortaya çıkartacağı beklenmelidir.

Bugüne dek, proletarya iktidarının kaçınılmaz merkezi yapısından, devletin sönümlenme sürecine geçişini adım adım işleyecek, inişli çıkışlı olsa da, aynı yönde ilerlemesi gereken bir süreç olarak tasarladık. Fakat, olaylar böyle gelişmedi. Proletarya diktatörlüğü, önce gücünün en sonuna kadar yükselip, sonra bir çöküşe geçti. Hiç şüphesiz ki, bu atlamalı gidiş, mutlak bir yol değildir. Tam tersine, sosyalist ülke deneylerinden çıkartılması gereken en önemli ders, zorunlu koşullarda gittikçe sivrilen ve yoğunlaşan proletarya diktatörlüğünün, koşullardaki değişime hızla, cesaretle, yeni biçimlere girerek uyum yapabilmesidir. Bu konularda, hiçbir hazır biçim ve tabu formül olamaz. Proletarya iktidarları, kaçınılmaz merkezi uygulamalarından dolayı değil, koşullar yeni uygulamaları dayatmasına rağmen, eski biçimlerde katılaşıp kaldıklarından yıkıldılar.

Bu noktada, komünist partilerin, üstelik diyalektik materyalizmle silahlanmış olan bu partilerin, nasıl olup da dönüş momentlerini kaçırdıkları sorusu akla gelir. Bilinç, hele toplumsal ölçüde bilinçlenme, yaşamdan sonra geliyor. İnsanlığın olaylara daha dakik müdahalesi, ancak her gün yükselen sosyal bilinçlenmeyle mümkün olabilecektir. Fakat sorun, yalnızca bu genel sözlerde yatmıyor. Sosyalist ülkelerdeki partiler, uzun yıllar kendilerini kaçınılmaz bir ölüme mahkum eden bir işleyiş kurmuşlardır. Parti içi yaşamın cansızlaştırılması, partinin toplumla bağlarını yapmacık bir hale getirmiştir. En yüksek merkezileşmenin bile haklı çıkaramayacağı bu durum, bugünkü çöküşlerin sinsi birikimini yaratmıştır.

Sonuç olarak, devletin sönümlenmesi yolunda kanıtları, bugüne kadarki sosyalizm deneyi ortaya çıkartamadı. Böyle bir gelişmenin, ancak maddi ve sosyal temelin gelişkin bir döneminde kendini ortaya koyabileceği öne sürülmelidir. Özellikle, demokratik ve sosyalist devrimlerin içiçe yürüdüğü süreçlerde, böyle beklentiler, boşuna hayal kırıklıklarına ve bilinç bozukluklarına neden oluyor. Parti, herhangi bir önyargıya kapılmaksızın, kuruluş sürecinde yığından gelen tepkileri algılayabilmeli ve yığınlara süreçle ilgi doğru ve dakik bilgiler aktara alıdır.

Yığın inisiyatifini arttırma adına hantal mekanizmalar yaratmakta, işleri hızlı ve kolay yürütmek adına yığınlardan kopuşmakta tercih edilemez. Ancak, devrimden sonraki kuruluş yıllarında merkeziyetçiliğin ağır basmasına alerji duymak, yaşanan deneylerden doğru ders çıkartmak değil, diğer uca savrulmak olur. Bilinç geriliğinden uygulanamayan “geri çağırma hakkı”, ya da üretim ve idari işlerde kaçınılmaz uzmanlaşmalara yüksek ücret verilmesi gibi pek çok konuda cansız formüllere takılı kalmak, bütün yaşananlardan sonra affedilmez hatalar olur. Pratiğin yalanladığı konularda prensip adına kazıklaşmak değil, derhal yeni çözümler üretmek yaşamın canlı diyalektiğine denk düşer.

Sosyalist ülkelerdeki yaşanan deneylerden sonra Partilerin kendilerini de öldüren merkezi kemikleşmeler karşısında yerli yersiz yığın inisiyatifine vurgu yapılıyor. Fakat yapılan bu övgüleri yığınlar pek de hak etmiyorlar. Bir illüzyondan diğerine kapılmak neticede yine aldanmalar içinde yüzmek olur. Walesa’yı, Havelleri, Yeltsinleri yaratan, Doğu Almanya’yı bir haftada yok eden yığınlar, şimdi acı acı bedel ödeyecekler. Kendi tarihlerine böylesine histeriyle karşı çıkışlarının kaçınılmaz bedellerini ödeyeceklerdir. Zaten bu devasa deneyler, yeni ve daha yüksek sosyal bilinçlenmelere yol açacak, gerçekten yığınlar kaderlerini daha güçlü bir şekilde ellerine alacaklardır.

II. BÖLÜM

Sosyalist Üretim ve Mülkiyet İlişkileri Açısından Teori ve Pratik

Sosyalist ülkelerde bugüne kadar sosyalizmin maddi temelleri olarak kabul edilen en esaslı kategorilerde köklü değişiklikler yaşanıyor. Bu apaçık olaylar eski yapıların ne ölçüde sosyalizme maddi temel olabildiği ve bundan sonra nasıl bir yol izlenmesi gerektiği üzerine yeni ipuçları veriyor. Bu ipuçlarını mülkiyet ilişkileri, planlama ve üretimde işçi yönetimi açılarından irdelemeye çalışalım.

Sosyalist Mülkiyet İlişkileri Sorunu: Teoride, üretimin toplumsallaşmasının mantık sonucu olarak, üretim araçlarının da toplumsallaşmasına varılacağı öngörülmüştür. Proletarya iktidarı, “mülksüzleştirenleri mülksüzleştirerek” sosyalizmin yolunu açacaktı. Engels, küçük köylü üretiminin proletarya iktidarı koşullarında bir anda tasfiyesini değil de, bunun bir süreç içinde başarılmasını savunarak, mülksüzleştirme eyleminin koşullara göre belirlenmesi gerektiğini ilk defa vurgulamıştır.

Bütün bu söylenenlerde, üretim araçlarının toplumsallaştırılması, kendi başına bir hedef değil, önceki özel mülkiyet ilişkisinin üretici güçlerin önünde engel olmaya başlamasından çıkan bir sonuçtur. Bu nedenle, teoride, toplumsallaştırma eyleminin üretkenliğe yeni bir ivme vereceği, daha yüksek bir üretim biçimine geçileceği öngörülmüştür. Toplumsallaştırma, soyut planda bir hedef değil, koşullardan çıkması gereken bir adımdır. Kapitalizmin sınırları içinde bile mülkiyet ilişkilerinde önemli değişiklikler olmuştur. Doğuşunda devlet mülkiyeti tanımayan kapitalizm, şimdi pek çok devlet işletmesine sahiptir. Öte yandan, tekelleşme, aynı zamanda hisse senetli anonim ortaklıkları yaratmıştır. Böylece, kapitalizm koşullarında işletmenin mülkiyeti ve yürütümü arasında eskiden var olan doğrudan bağ kopmuştur. Yine kapitalizm sınırları içinde, bir zamanlar Sovyetlerin bile örnek aldığı ünlü Hollanda ve Danimarka tarım kooperatifleri vardır.

Sosyalizm, bu gelişmelerin ötesinde neler yapabilmiştir? Ve bugünkü çöküşte hangi mülkiyet biçimleri öne çıkmaktadır?

Sosyalizmin kuruluş deneyinde ağırlıklı olarak ortaya çıkan mülkiyet biçimi, devlet mülkiyetidir. Bunun yanında, kooperatif mülkiyet ve doğrudan özel mülkiyet biçimleri de var olmuştur. Sovyetleri dikkate alırsak, özel mülkiyet hemen hemen tümüyle tasfiye edilmiştir. Fakat, özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde kırda ve şehirde küçük işletmeler varlıklarını sürdürebilmiştir.

Bu çeşitli biçimlerin içiçe var olması ya da Sovyetlerdeki gibi hemen hemen tümüyle devlet ve kooperatif mülkiyet biçiminin üretimi şekillendirmesi, günümüz sorunlarının patlak vermesini engelleyememiştir.

Bunun nedenlerini irdelemeye çalışalım.

“Temel anlaşmazlıkların sadece üretim araçlarında özel mülkiyet yüzünden görüldüğünü iddia etmek saçmalıktır. Göreli kıtlık ve ona bağlı olarak fırsat-maliyeti varsayımı, kesinlikle bir çatışma çıkarmaya yeter. “(11) A. Nove üretim araçlarında özel mülkiyete belirgin bir anlam vermiyor. “Temel anlaşmazlıkların” (bunu sınıf çatışmaları diye okumalıyız) üretim araçlarında özel mülkiyetten değil, “göreli kıtlıktan kaynaklandığını iddia eden yazar, İlkel Komünal toplumda neden sınıfların var olmadığını açıklayamaz. Çünkü “göreli kıtlık”, insanlığın o dönemi için fazlasıyla geçerli olan bir koşuldu. “Devlet, devletin demokratik kurumlan tartışmaları çözüme bağlayacak kaynaklar üstünde birbiriyle çatışan iddiaları halledecektir.” (A. Nove a.y.) “Sosyalizmin uygulanabilir iktisadı” üzerine yazan birisinin onun hiç değilse temel tespitleri üzerine sağlam bir bilgisi olmalıdır. “Üretim araçlarının özel mülkiyeti” koşullarında devlet bunları elinde tutanların bir egemenlik aracıdır. Dolayısıyla, böyle koşullarda “kaynaklar üstünde birbiriyle çatışan iddiaları” çözümlerken devlet, esas olarak üretim araçları sahiplerini kollar. Günümüzde ise, üretim araçları sahiplerinin sadece azınlık bir kesimini, tekelleri kollamaktadır. O nedenle, üretim araçlarında özel mülkiyeti önemsememek. Temel anlaşmazlıkların” nedeni olarak “göreli kıtlığı” ve ona bağlı olarak “fırsat-maliyeti”ni görmek, farklı seviyedeki olguları birbirine karıştırmak olur. “Göreli kıtlığın” sebep olacağı “anlaşmazlıklar”, üretim araçlarının özel mülkiyetinin varlığı koşullarında veya toplumsal mülkiyet koşullarında farklı farklı sonuçlar doğuracaktır.

Yazar, toplumsal mülkiyet koşullarında da “göreli kıtlık” nedeniyle anlaşmazlıkların ortadan kalkmayacağını söylediğinde haklıdır. Ancak, anlaşmazlıkların çözüm yolu ve tarzı kesinlikle başka olacaktır, özel mülkiyet koşullarında kaynaklar, öncelikle egemen sınıflara, hatta onların da en irilerine aktarılırken, toplumsal mülkiyet koşullarında genel çıkarlar kollanarak çözümler aranacaktır. “Göreli kıtlığı” sorunların esas kaynağı olarak görmek, aslında hiçbir şey söylememektir. Çünkü insanlık tarihi, henüz bolluk yaşamamış, “göreli kıtlık” koşullarında tarihsel olarak farklı üretim ve dağıtım biçimleriyle kaynakları değerlendirmiştir. İnsanlık, komünizmin tasarladığı bolluğa ulaşabilirse, mülkiyet biçimleri anlamını yitirecektir. “Göreli kıtlık” varolduğu müddetçe, mülkiyet biçimleri kaynakların ve imkanların dağıtımında esas belirleyici olarak kalacaktır.

Sosyalizmdeki mülkiyet biçimlerinin de sorunları çözememiş olmasından hareketle A. Nove, toplumsal yapıda mülkiyet ilişkilerini dikkate almayan bir düşünceye varmış, “demokratik kurumlarıyla tartışmaları çözüme bağlayacak” bir “devleti” “uygulanabilir” çözüm olarak ileri sürmüştür. “Göreli kıtlık” ve kaynakları “demokratik bir şekilde dağıtan, devlet”, yazarın varsayımlarının mantık sonucudur. Böyle bir çözümü “uygulanabilir” görmek bir yana, tartışmak bile gereksizdir.

Sosyalist ülkelerde pratikte yaşanan mülkiyet biçimlerinin gözle görülür, açık, net çözümler üretememesinden hareketle A. Nove, üretim araçlarında özel mülkiyeti önemsemeyen bir sonuca varmıştır. Sosyalizmin pratiğinden çıkartılabilecek en uç sonuç budur. Abartılmış uygulamalar, özel mülkiyetin tümüyle olumsuzlanması, üretim sürecine zarar veren sonuçlar yaratmıştır. Fakat bunlardan hareketle, mülkiyet biçimlerini önemsemeyen, “göreli kıtlığı” öne çıkartan bir sonuç üretmek, gerçek sorunlardan tümüyle uzaklaşmak olur.

Sosyalizmdeki mülkiyet sorununa diğer bir genel yaklaşım, onun hukuki ve fiili durumu arasındaki uyumsuzluğu öne çıkartır.

“Dünyamızın somutunda bugüne kadar gerçekleşmiş sosyalist toplumların temel çelişkisi -ki bunların hepsi görece geri ülkelerdir- mülkiyetin hukuki biçimleriyle üretim ilişkilerinin esasını meydana getiren gerçek temellük arasındaki çelişmedir”, “Yani toplumun temel çelişmesi, hukuki biçimle gerçek temellük, sınıfsal planda proletarya ile bürokratik eğilimler arasında olmaya devam eder”. (12)

Bu “temel çelişkiyi” çözmede “sorunun anahtarı”, “üretici güçlerin geliştirilmesi için üretim ilişkilerini geliştirmeye ağırlık vermektir.

Sosyalizmin tarihinde hukuki biçimlerle fiili gerçeklik arasında bir “çelişki” sürekli olagelmiştir. Hukuki biçimler daha çok ulaşılacak geleceğe işaret etmiş, günlük uygulamalar ise, hukuki çerçeveyi sürekli sınırlamıştır. Mülkiyet ilişkilerinde de, toplum mülkiyeti, günlük pratikte bürokrasinin tasarrufunda kalmıştır. Yazara göre çözüm, “üretim ilişkilerini geliştirmekten” yani “mülkiyet biçiminin yozlaşmasına karşı mücadele” ederek hukuki biçimle arasındaki çelişkiyi kapatmaktan geçmektedir.

Sosyalizmin günlük pratiği böyle akmıyor. Mülkiyet ilişkilerindeki değişimler, hukuki ilişkilerdeki değişimi de ardından getirmiştir. Polonya kooperatifleri 1956’da dağıtılırken de, Çin’de tarım komünlerinden küçük üretim biçimlerine geçerken de bu hep böyle olmuştur. Soruna böyle bakmak, üretim ilişkilerindeki sorunun, bir bakıma, hukuki biçimleri pratiğe geçirilişte bürokrasi tarafından yozlaştırılması olarak görülmesine yol açar.

Sosyalizmin pratiğinde bir bürokrasi sorunu vardır. Ancak, sosyalizmin sorununu bürokratik yozlaşma olarak görmek, yüzeyde kalmak, onu yaratan temelleri gölgelemek olur. Bürokrasi sorununun altında, sosyalizmin pratiğinde uygulanan devlet mülkiyeti ve merkezi planlama yatmaktadır. Konumuz, üretim araçlarının mülkiyetidir. Sosyalizmin pratiğinde, sınırlı özel mülkiyeti bir kenara bırakırsak, toplumsal mülkiyet kendini başlıca üç biçimde ortaya koymuştur: devlet mülkiyeti, kooperatif mülkiyeti ve grup mülkiyeti; Devlet mülkiyeti doğrudan bürokrasinin yürütümünde, kooperatif ve grup mülkiyeti, ise merkezi planlama aracılığıyla dolaylı yoldan bürokrasinin denetiminde olmuştur. Bürokrasi, her temsili sistemde varolmak zorundadır. Sosyalist üretim biçiminde bürokrasi, devlet mülkiyeti ve merkezi planlama nedeniyle daha belirgin bir yere sahiptir. Fakat, sosyalist sistemdeki tıkanmayı yaratan, imtiyazlı bürokrasi değil, şekillenen üretim ilişkileridir. O nedenle, şimdi yaşanan süreç, M. Gündüz’ün beklediği gibi fiili durumun hukuki biçime yaklaşması değil, tüm hukuki temellerin değiştirilmesi yönündedir. Yazar, “üretici güçleri geliştirmek için üretim ilişkilerinin geliştirilmesini” sorunun anahtarı olarak ileri sürerken, bunun nasıl yapılacağını açık bırakmıştır. Ya da bununla gerçek “toplumsal mülkiyeti” kastediyor olmalıdır. Fakat gerçek toplumsal mülkiyete nasıl varılacaktır?

“Devlet, yalnızca zam ve hukuksal biçimi sağlar, ama gerçek sosyalist ilişkileri kuracak olan toplumdur, kitlelerdir”. Yine geldik kitlelere!

“Sosyalizmin hakim mülkiyet biçimi olan toplumsal mülkiyet, devlet mülkiyeti değildir. Toplumsal mülkiyet, insan etkeninden soyutlanmış bir biçim de değildir, ancak paylaşma yeteneği olan ve paylaşmaktan başka çaresi olmayan mülksüz emekçiler, işçiler tarafından gerçekleştirilir… Paylaşıcılar, yani emekçiler, üretim üzerindeki denetimlerini kaybettikleri zaman, üretime de, ürettiklerine de, yöneticilerine de yabancılaşırlar.” (13)

Ya da Kagarlitski’den benzer bir cümle: “Devlet mülkiyetinin gerçekten ‘bütün halkın mülkiyeti’ olması için, anayasaya güzel sözler yazmak yetmez. Gerekli olan, kitlelerin kararların tartışılıp uygulamasına geniş katılımlarıyla birlikte üretim araçları üzerindeki ve kamu idaresindeki demokratik toplumsal denetimdir.”(14)

“Kitleler”, “emekçi denetimi”, “demokratik toplumsal denetim”, bürokrasiye karşı ileri sürülen silahlardır. Fakat artık birinin çıkıp bu denetimin nasıl yapılması gerektiğini söylemesi gerekmiyor mu? Sosyalizmin her sorununun kitlelerle çözüleceğini söylemek, bu kadar deneyden sonra hiçbir şey söylememektir.

Hele D. Perinçek’in “paylaşıcıları”, tam bir yeni keşiftir. Toplumsal mülkiyet, “ancak paylaşma yeteneği olan ve paylaşmaktan başka çaresi olmayan mülksüz emekçiler” tarafından nasıl gerçekleştirilecektir? “Paylaşıcılar”, ürettiklerini doğrudan paylaşarak mı bunu yapacaklardır? Bu, tam bir saçmalık olur. Üretenler, “paylarım” mutlaka dolayımlı olarak alacaklardır. Bu ilişki, kaçınılmaz bir şekilde sosyalist devletten geçer. Yugoslav grup mülkiyetinde bile paylaşımın arasına devlet girer. Fakat bu deneyde görüldüğü gibi, devlete belli bir fon aktardıktan sonra diğer artığı istediği gibi kullanmakta özgür olan “öz yönetim işçileri”, genellikle ücretlerine zam yapmışlardır. Kuru ve kaba popülizm ile sosyalizm inşa edilemiyor.

Toplumsal mülkiyetin ancak “paylaşmaya mecbur emekçiler tarafından gerçekleştirilebileceğini” öğrendik, ancak Perinçek bize, emekçilerin bunu nasıl yapacağını açıklamıyor.

“Devlet mülkiyeti”, çok sıkı bir top ateşi altındadır. Teorik olarak değil, pratik olarak da! Sosyalist ülkelerde devlet mülkiyeti, şimdi eski koruyucusu bürokrasi tarafından özelleştirilmeye çalışılıyor. Bu süreç, henüz küçük işletmelerden yukarıya tırmanamadı. Gelişimin küçüklerden büyüklere doğru ağır, sancılı bir yol izlemesi akla uygun görünüyor. Fakat pratikte olaylar böyle akmayabilir. Sosyalizm deneyi, “devlet mülkiyetinin -bu isim altında sosyalist mülkiyetin- sosyal değerini aşırıca yıprattı, aynı şekilde restorasyon süreci de, çok daha, hızlı bir şekilde üretim araçlarında özel mülkiyetin sosyal değerini sıfıra indirebilir.

Pratik nasıl yeni biçimler yaratacaktır? Bu konuda yeni ipuçları, hiç şüphesiz ki geleceğe ışık tutacaktır. Ancak, henüz bu konuda belirgin ipuçları olmadığı için, soruna sosyalizmin bugüne kadarki deneyinden hareketle bakmalıyız.

Mülkiyet ilişkileri konusunda en ilginç tez, “komün mülkiyeti”dir.

“İlkel komünal toplumda özel olarak da ilkel sosyalizmde üretim araçlarının mülkiyeti devlete değil, gense aittir. Ve gens (klan) günümüzde üretim biçimi olan işletmeye denk düşmektedir.”

“İnsanlar ancak ve ancak elleriyle temas edebildiği, onunla üretim yapabildiği, üzerinde yenilik veya başka değişimleri gerçekleştirebildiği, onun üzerinde hiçbir kısıtlama olmadan kullanım hakkının olduğu nesne ve aletlere kendi mülkiyeti olarak yaklaşabilir ve onları kendi bedeninin bir parçası gibi koruyup ona kendi benliğinden bir şeyler katarak onu geliştirebilir onu mülksünebilirler… Bunun da bir tek olanağı üretim birimlerinin doğrudan o üretim biriminin bütün cefasını çeken… işçilere devredilmesi ile mümkün olabilecektir.” (15)

Bugüne kadar yaşanan deneylerde işçi sınıfı “devlet mülkiyetine yabancılaşınca, ona özel mülkiyet dışında yeni bir mülkiyet biçimi, “gens” ya da “üretim birimi mülkiyeti” sunulmaktadır. Mutlaklaştırılmadığı ölçüde, yani komünizme geçişte tek biçim olarak görülmediği müddetçe, tümüyle reddedilecek bir öneri değildir. Ancak, tez öyle gerekçelendiriliyor ki, sonuç işçi sınıfını esnaflaştırmaktan başka bir noktaya varmıyor, “insanlar ancak elleriyle tutabildikleri”, “üzerinde hiçbir kısıtlama olmadan kullanım hakkının olduğu” nesneleri sahiplenebilirler” diyen yazar, buradan hareketle, “gens” mülkiyetine varıyor. İnsanlık tarihinin belli bir döneminde, antik ve feodal dönemlerde küçük köylü ve esnaf, eliyle tutabildiğine mülkü olarak bakmıştır. Ancak, günümüzde dev holding sahipleri, mülklerini, elleriyle tutabilmek şöyle dursun, sadece kayıtlı evrak olarak biliyor. Bu durum, onların bu “nesneleri” muazzam bir hırsla sahiplenmelerini engellemiyor. Öte yandan, “hiçbir kısıtlama olmadan kullanım hakkına” insanlar kapitalizmde bile sahip değildirler. Mülklerini kullanmalarının kural ve sınırları vardır. Kamu ve ticaret hukuku bunları belirler.

Eğer, işçi sınıfı yalnızca eliyle tutabildiği, istediği gibi kullanabildiği nesnelerle üretim yapacaksa, bu durum sınıfı daha modernleştirmek şöyle dursun, ünlü “küçük olsun benim olsun” küçük-burjuva mantığıyla esnaflaştırır. Sınıfa, sürekli olarak bin bir bağla birbirine girift olan üretim sürecinin genel yapısını kavratmak yerine, sevip okşadığı kendi biriminde ibadet etmesini öğütlemek, modern sosyalizm değil, ortaçağ esnaflığının ruh halidir.

“Yapılan üretim doğrudan emeğin sahibini bulduğu zaman o emek… o üretim dalında daha az emek harcayarak daha fazla üretim yapmanın yollarını ortaya çıkartacaktır.” (a.y.) Üretimin doğrudan emeğin sahibini bulması ne demektir? Ortaçağ küçük esnafı, ürettiğinin doğrudan şahitli durumundaydı. Bu mu özleniyor? Fakat modern üretim koşullarında bu imkansız ve anlamsızdır. İşçi, ihtiyacı olmadığı bir nesneden binlercesine sahip olduğunda, bunları kaçınılmazca ihtiyacı olan nesnelerle değiştirecektir. O zaman da, fazla üretmekle fazla paylaşmanın birbirine doğru orantıyla bağlı olmadığı görülür. Üretilenin dolaşım sürecinde gerçekleşmesi şarttır. H. Ersöz’ün “üretim birimleri” bunu nasıl yapacaktır? Bu noktada, Ersöz tarafından neredeyse tapınak seviyesinde kutsallaştırılan üretim birimi, bin bir bağla üretimin diğer alanlarına bağlı olduğunu kavrar.

“Üretimin doğrudan emeğin sahibini bulması” özlemi, tipik bir küçük-burjuva kavrayışıdır. Üretim, doğrudan, emeğin sahibini bulamaz, kapitalizmde oraya pazar, sosyalizmde ise kısmen pazar, kısmen de merkezi dağıtım girer. Üretim, ancak dolaylı olarak “emeğin sahibini” bulur. Üretilenin tümü emeğin sahibini bulamaz, kapitalizm de sırf ücretle yetinmek zorundadır; sosyalizmde ücret artı sosyal hizmetlerle dönen kesim, ancak üretilenin bir kısmını meydana getirir. Makina yenileme fonuna vb. kesinti yapılır. Geriye bir küçük-burjuva ajitasyonu kalır.

  1. Ersöz’ün komün üretim birimleri, tümüyle bir küçük-burjuva özlemidir, modern büyük üretimle hiçbir ilgisi yoktur.

Tezin küçük-burjuva özlemlerini bir yana bırakalım. Üretim birimleri, komünler olarak işçi sınıfına devredilince nasıl bir sonuç çıkar? Üretim araçlarına -komünler biçiminde de olsa- sırf işçi sınıfı sahip olduğu için, toplumda imtiyazlı bir sınıf konumuna yükselir. Komünizme işçi sınıf ı egemenliğinden gidilecektir, fakat imtiyazlı sınıf egemenliğinden değil!

Öte yandan, Yugoslavya’daki işletmelerin bir kaç kişinin kontrolüne geçmesi gibi bozulmalar olmayacağını bir an kabul etsek bile, komün üretim birimleri, sınıf arasında da büyük dengesizliklere yol açacaktır. Verimli alanlarda çalışanlar, diğerleri aleyhine “zenginleşecektir”.

Bunları açıkça gören yazar, Komün sistemine şu sınırlamaları getirmiştir.

“Komün sisteminde sermaye birikiminin işletmelere hak olarak tanınması, komün sisteminin yok edilmesi demektir… Sermaye birikimi ulusal çapta yapılır”.

“Komün işletmelerinin yeni yatırım” yapması yasaktır. “Yeni yatırım hakkı sadece ve sadece devletin kontrolünde olmalıdır”. (Ersöz, ay.)

Böylece H. Ersöz’ün “komün sisteminden geriye “sadece ve sadece” bir isim kalır. Tanımlanan, sistem esas olarak, Sovyetlerdeki ekonomik yapının aynısıdır. Evet, işletmeler çalışanların mülkü değildir, ancak sermaye birikimi yapamayan, “halk kasası” (yeni bir laf daha) tarafından finanse edilen, yeni yatırım hakkı olmayan bir işletmenin mülküsün, çalışanlara ya da devlete ait olması çok fark etmez.

Sosyalizmde, devlet mülkiyeti biçiminin iki yönden deforme olması, yukarıda bürokratik imtiyazlar, aşağıda işçinin devlet mülkiyeti biçimine ve üretime kayıtsızlığı gerçekliği, sorunun çözümü için yanlış iki hareket noktası yaratmaktadır. Bürokratik imtiyazlara karşı “işçi denetimi”; işçinin mülkiyet ve üretime kayıtsızlığına karşı da yeni mülkiyet biçimleri gündeme getirilmektedir. Birinci çözüm, “işçi denetimi”, tekrarlanmaktan aşınmış, yalama olmuş bir “çözüm”dür. Öte yandan, “yabancılaşma” sorunundan hareketle mülkiyet ilişkilerine bakmak, insanı kaçınılmaz bir şekilde yanlış noktalara vardırmaktadır. Sanki yabancılaşmadan kurtulmak için, işçi sınıfı “ne olduğu belirsiz devlet mülkiyeti” yerine, “ürettiğine doğrudan sahiplenebileceği” daha somut mülkiyet biçimlerine yönelmektedir. Olayı böyle koymak, kesinlikle yanlıştır. Çözümlenecek sorun yabancılaşma değildir. Çünkü yabancılaşma sorununun çözümü, yalnızca mülkiyet biçimine bağlı değil, tek düze modern fabrika üretiminde fizik olarak harcanan zamana bağlıdır. Üretim zamanı ile geçim zorunluluğunun bağlantısı gevşemedikçe, yabancılaşma son bulmayacaktır. Üretim tekniği olarak çok gelişkin bir ülkede sosyalizme geçilirse, mülkiyetin toplumsallaşması ile üretime yabancılaşmanın son bulması belki eşzamanlı olabilir. Ancak, geri ülkelerdeki bir geçiş için kesinlikle böyle bir sonuç mümkün değildir.

Sosyalist ülkelerde üretime yabancılaşma ise, bambaşka bir karaktere sahiptir. Kapitalizmden devralınan 8 saatlik monoton çalışma zorunluluğunun yanında, bir türlü aşılamayan mal kıtlığı, ücretlerin pratik yaşamda gerçekleşmesini engellemiş, bu sorun müzminleştikçe, ücret karşılığı çalışma, anlamını yitirmiştir. Ücretini, ihtiyaçlarını karşılayarak değerlendiremeyen işçi çalışmaya karşı kayıtsızlaşmıştır. Bu anlamda, sosyalist sistemdeki yabancılaşma, sadece devlet mülkiyeti biçiminden değil, sürekli mal kıtlığından kaynaklanmaktadır.

Mülkiyet biçiminin bu sorun üzerindeki etkisi nedir? Üretim ya da hizmetin henüz kişicil özelliğini yitirmediği alanlarda devlet mülkiyeti biçimi bir hantallık, üretici güçlerde bir durgunlaşma yaratmıştır. Kırda bazı tarımsal üretim alanları, şehirlerde küçük üretim ve bazı hizmet alanlarında devlet mülkiyeti gereksiz zorlama olmuştur. Nitekim bu alanlarda kimi ülkelerde millileştirme ya hiç olmamış ya da kısa bir uygulamadan sonra vazgeçilmiştir. Sovyetlerde ise, perestroykayla birlikte toplumsal mülkiyet bu alanlardan çözülmeye başlamıştır. Aile işletmelerine, onarım vb. alanlarda özel işletmelere izin verilmesiyle başlayan süreç tüm sistemi sarmış görünüyor.

İki soruya cevap bulmalıyız? Kapitalizmden komünizme geçerken yaşanması zorunlu olan sosyalizm sürecinde mülkiyet ilişkileri hangi biçimleri alabilir? İkinci önemli soru, yaşanan sosyalizm deneyinde üretici güçlerin gelişmesini engelleyen “sosyalist” üretim ilişkileri hangileridir?

İlk sorudan başlarsak, sosyalizmin pratiğinde özel mülkiyetin tasfiyesi, doğal olarak hep ulaşılması gereken hedef olarak kalmıştır. Bu hedefe doğru bugüne kadar atılan adımlar kaçınılmaz kabalıklarla birlikte yürümüştür. Özel mülkiyetin tasfiyesi, üretici güçlerin seviyesi, üretkenlik dikkate alınmaksızın uygulanan bir pratik haline gelmiştir. Ve bunun bedelleri sürekli üretimde düşüşlerle ödenmiştir. Devlet mülkiyeti, toplumsal mülkiyetin “en üst biçimi” olarak kabul edilmiş, hukuki plandaki bu varsayımı üretimdeki verimlilik seviyesi genellikle doğrulamamıştır.

Sosyalizm, yola büyük işletmelerde devlet mülkiyetinden çıkabilir, çıkmalıdır. Büyük işletmelerde, “grup mülkiyeti”, ya da “komün mülkiyeti” uygulanamaz. Bunların üretim ölçeği, yapısı, böyle esnaf ütopyalarına yer bırakmaz. Ancak, diğer alanlarda kooperatif, grup, hatta özel mülkiyet var olabilir. Devlet mülkiyeti, verimlilikte öncü olabildiği oranda diğer mülkiyet biçimleri, belli bir süreç içinde anlamlarını yitirecektir. Ya da sosyal mülkiyetçe kuşatılmış olarak yaşayabilirler.

Sosyalizmin deneylerinden çıktığı kadarıyla, toplumsal mülkiyetin esas biçimi, devlet mülkiyeti olmak zorundadır. Ancak, üretimin her alanına yayılmadan, yalnızca devlet zoruna dayanarak değil, üretkenliğiyle var olabilmelidir. Özellikle demokratik ve sosyalist devrimlerin içiçe girdiği ülkelerde maddi temellerin inşa sürecinde, kaynakların uygun dağıtımı, ihtiyaç öncelikleri için ekonominin maddi temelllerini, elinde tutan merkezi bir uygulama kaçınılmazdır. Ancak, bugünlerde bile merkezi uygulama dışında kalan alanlar olabilecektir. Sosyalizm, NEP gibi kısmi restorasyonlardan hız almadan giderse, topyekün bir restorasyonla yüz yüze gelmek kaçınılmaz oluyor. İkinci soruya gelirsek, sosyalist ülkelerde üretici güçlerin gelişmesini hangi üretim ilişkileri engellemiştir? Cevaba tersinden başlayalım. Kapitalizmde üretici güçlerin gelişmesine yol açan üretim ilişkileri nelerdir? Kapitalistler arası rekabet ve işçi sınıfının baskısıdır. Sosyalizmin yaşadığı günlerde kapitalist ülkelerde işçi sınıfının baskısı olduğundan öteye bir güce sahipti. Tekellerin, gelişimi çürüten yanına rağmen, rekabet ulusal ve uluslararası planda sürmektedir. Son yılların bilimsel teknik gelişmeleri ise, bu rekabeti hızlandırıcı bir rol oynamıştır. Gelişmenin gerektirdiği sermaye birikiminin önemli bir kısmı, emperyalist ilişkiler yoluyla geri ülkelerden aktarılmaktadır. O nedenle, dünya kapitalizminin sadece bir yanı, bünyenin diğer kısımlarını zayıflatarak gelişmektedir.

Sosyalizmde her iki rekabet de kalkmıştır. Kapitalizmde var olan işçi sınıfının baskısı, sosyalizmde bilinçli olarak üretime katılıma dönüşecekti. Rekabetin yerini ise, merkezi planlama almıştır. Böylece, kapitalist rekabetin aynı zamanda yol açtığı yıkımlara uğramadan, üretim en uygun biçimde planlanacaktı.

Öyleyse, sosyalizmde itici güç olarak yalnızca sosyal bilinç kalmıştır. Bunun sosyal pratikteki karşılığı ise, devlet mülkiyeti ve merkezi planlama olmuştur. Ve insanlık tarihinde ilk kez bir toplum kör güçlerle değil, kendi planladığı güçlerle gelişme yoluna çıkmış, ancak’ tasarladığından çok farklı noktalara varmıştır. Bu sosyal bilincin inşa ettiği toplumun harekete geçirdiği güçler, şimdi kaynağına yönelerek, kendisini yaratan sosyalist bilinci imha ediyorlar.

Bunun iki nedeni vardır. Genel olarak yığınlardaki sosyal bilinç geri olduğu, yeni üretim biçiminin gerektirdiği bilinçlenmeye bir anda ulaşamadığı için gelişmeyi devindiren güç, “yığınların bilinçli öncüsü” parti ve devlet olmuştur. Bu gelişime aktif davranışıyla katılabildiği ölçüde benimseyen yığınlar, aksi durumda kendilerini temsil eden “sosyal bilinçten” -öncü’den- kopuşmuştur. Öte yandan, bilinç kendi kendisinin iticisi olamaz. Bu yolla mükemmel tasarımlar yapılabilir, fakat bilinç yalnızca sosyal pratikle beslendiği ölçüde gelişebilir. Oysa, sosyalist ülkelerde pratik, sosyalist ideallerle çeliştikçe,’ “sapma” olarak dışlanmış ve on yıllardır her “sapmaya” karşı bir tepki üreten devlet, üretimin ve sosyal yaşamın her alanına yayılmıştır.

Netice olarak, sosyalizm, üretici güçlerin gelişimi için yığınların bilinçli davranışını günlük pratiğe sokamadığı müddetçe ve sokuncaya kadar, kapitalizmden devir aldıklarını kendi süzgecinden geçirerek kullanmak zorundadır. Soyut mülkiyet biçimleri aramak, hele modern büyük ve kompleks üretimin içinde şekillenen işçi sınıfını, “ürettiğine doğrudan sahip çıkma” hayalleriyle tam bir küçük-burjuva dar görüşlülüğü içinde grup mülkiyetine yönlendirmek, sosyalizmden kapitalizme değil, ortaçağ esnaflığına dönüşü özlemek anlamına gelir.

Söylediklerimizle grev ve rekabet mi öneriyoruz? Proletarya iktidarı koşullarının getirdiği yeni bir özle evet!

İşçi sınıfı ve halk örgütlenmeleri, proletarya iktidarında hemen ve etkili bir şekilde üretimin denetim ve planlanmasına katılamıyor. Katılmasını özlemek, binlerce kere bunu tekrarlamak, sadece bu aracın değerini düşürüyor. O nedenle, proletarya iktidarı, kendi uygulamalarını hayata geçirirken, işçi sınıfı ve halk örgütlenmelerinin bağımsız tepkilerine her zaman ortam ve alan bırakmalıdır. Onların “sapma”larından öğrenmeli ve yığınları bu temelde eğitmelidir. Bu tepkiler, kendini grev biçiminde gösterir ya da kampanya şeklinde ortaya koyabilir. Şeklinden çok kendini ortaya koyma imkanına sahip olması önemlidir.

Öte yandan, işletmelerin birbirleriyle ve tüketiciyle bağının tümüyle merkezi planlamanın aracılığıyla yürütülmesi, üretimin tüketimle bağını bir noktadan sonra hantallaştırmama, hatta koparmaktadır. Sorun yalnızca devlet mülkiyetinde değildir. Bu mülkiyet biçiminin her alana yayılmasında ve planlama aracılığıyla imtiyazlı hale getirilmesindedir. Planlamayla ilgili sorunları gelecek bölümde irdeleyeceğiz. Mülkiyet ilişkilerini şöyle bağlayabiliriz: Devlet mülkiyeti, toplumsal mülkiyetin en önemli biçimi olarak kalmaya devam edecektir. Haberleşmenin ve bilgi aktarımının geliştiği, teknik ve yönetim bilgilerinin sıradanlaştığı uzak gelecekte, kendi bencilliğini öne çıkartmayan grup mülkiyetleri de olabilir. Daha doğrusu, ancak böyle koşullarda toplumsal mülkiyet biçimleri daha zengin bileşimler içerebilir.

Ancak, mevcut deneyler, devlet mülkiyeti başat kalmak koşuluyla mülkiyet biçimlerinin gerektiğinde değişebileceğini gösteriyor. Koşulların zorlamasıyla aşırı yaygınlaşan devlet mülkiyetinin bir kesiminin gerektiğinde “özelleştirilmesi” gibi adımlar atılabilir. Soyut tarih açısından bu geriye doğru bir adım olur, ancak somut tarih böyle ilerliyor. Sosyalizm, NEP’İ daima bir kere uygulanabilir olarak gördü. Fakat sosyal pratik sosyalizmin inşasında NEP’li zikzakların olabileceğini gösteriyor. Momentler iyi yakalanabilirse, zikzaklar esas yapıyı tahrip etmeden aşılabilir; aksi durumda sancılı altüstlükler kaçınılmaz oluyor.

Planlama, Pazar ve Değer Yasası: Sosyalizmin kuruluşu, üretim araçlarının sosyal mülkiyeti kadar planlı ekonomiyi gerektirir. Kapitalizmin, bir yönüyle üretici güçlerin israfına yol açan rekabetine karşılık, planlı ekonomi, 1930 sonrası dünyasında sadece sosyalist ülkelerde değil, kapitalist ülkelerde de uygulandı. Elbette planlama yolları farklıydı, fakat planı kendi ölümüyle eş gören kapitalizm, rekabette yıkım noktasına gelince plana sarılmadan edemedi. 1929 krizini yaşayan kapitalist dünya aydınları, o yıllarda sosyalizmin planlama deneylerini görmek için Sovyetlere aktılar. Ve planlı ekonomisiyle Sovyetler, dev atılımlar yaptı.

Sosyalizmin kriziyle birlikte, şimdi sosyalist ülke ekonomistleri hep bir ağızdan “pazar” çığlıkları atıyorlar, planlama yerin yedi kat dibine gömülmeye hazırlanılıyor. Sovyet ekonomisini iki büyük savaş yıkımından çıkarıp gelişkin bir noktaya getiren planlama neden terkediliyor?

Konumuz planlama teknik ve yöntemleri değil. Planlamanın sosyalizmin kuruluşundaki yeri ve uygulanma sınırladır. Planlamanın bazı önemli sorunları olduğunu sosyalizmin krizi gösteriyor. Bunları bulmaya çalışalım.

Önce, “kapitalizmin hakimiyetindeki bir dünyada merkezi planlamanın köklü sorunlarla, giderek tıkanıklarla karşılaşmasının kaçınılmaz olduğunu” (16) ileri süren teze değinelim.

S. Savran, “dünya ekonomisindeki değişikliklerin, denetlenmek bir yana, planlamanın gereklerine uygun bir kesinlik derecesiyle öngörülmesi bile olanaklı olmadığına göre, ülkenin dünya ekonomisiyle bağlantılarının yoğunluğu ölçüsünde planlama kapasitesi sınırlanır; ikincisi, üretici güçlerin gelişmesine paralel olarak dünya ekonomisiyle ilişkiler giriftleşeceği için sınırlılık artar” diyor. (a y.) Bu tez, yazarın “tek ülkede sosyalizm” kurulamayacağı görüşüyle sıkı bir paralellik içeriyor. Ancak, biz konumuz açısından planlama ile sınırlı kalacağız. S. Savran, görüşlerine en iyi kanıt olarak Polonya’yı vermektedir. Bunun çok talihsiz bir örnek olduğu açıktır. Polonya, 1970’lerde batı kredilerine fazla bağlanmıştır, ancak ülkenin çöküşünün esas nedeni bunlar değil, bizzat yönetimin insana inanılmaz gelen yanılgılarıdır. Zaten, yazarın tezi, Sovyetlerdeki çöküşü hiç açıklayamaz. Sovyetler, kapitalist dünya ile giriftleşmekten değil, belki de aşırı kopuk kaldığı için “tıkanıklık” yaşıyor.

Sosyalist ekonomilerin, kapitalist dünyadaki çalkantılardan etkilenmeleri mümkündür. Fakat bu, planlamada tıkanıklıkların kaçınılmazlığını göstermez. “Planlamanın gereklerine uygun bir kesinlikle kapitalist dünyadaki gelişmeleri öngörememek, çözülemeyecek bir sorun değildir. Fakat planlamanın kesinliği hiçbir zaman mutlak olamaz. Planlama aynı zamanda muhtemel değişimlere uyum yapma yeteneği değilse böyle gelişmelere karşı da gerekli çözümlemeleri elde bulunduramayacaksa, basit bir matematik hesaba indirgenmiş olur. Planlama, aynı zamanda bir stratejidir. Plancılar sadece kesin verilerden yola çıkamazlar. Her koşulda, ülke içinde bile “kesinlik” mümkün değildir. Bırakalım kapitalizmle içiçe girmekten çıkacak hesap-dışılıkları, dünyanın çeşitli köşelerinde meydana gelebilecek devrimler ve bunlara yapılacak yardımlar da hiçbir zaman kesinlikle hesaplanamaz. Bunların plan açısından anlamı, madde ve teknik aktarımıdır. Böyle gelişmelere karşı da planlı ekonomi uyum yapabilmeli, çözüm üretebilmelidir. Ancak yazar, sorunları dünya devrimi sonrasına ertelediği için, o koşullarda planlamanın daha rahat, ve adeta sırf matematiksel bir hesaplamaya indirgenebileceğini düşünüyor olmalıdır.

Yazarın kendi tezine ikinci gerekçesi; “uluslararası alanda değer yasasının hakimiyetinin planın hedefleri, oranları, akımları üzerinde yaptığı tahribattır.” (a.y.) Emperyalizm, sosyalist planlamanın kaynaklarını, dünyada egemen değer yasasının kanallarından çok, silahlanma yarışı ile sınırladı. Değer yasasıyla kurulacak ilişkilerin yaratacağı tahribat, silahlanmanın yanında hiç kalır. Yazar, yine burada pratik bir süreci ve karşılıklı ilişkiyi öngörmek yerine, değer yasasını bünyesinden atmak için “mücadele eden” sosyalist ülke ile dünyanın onu değer yasasıyla kuşatmasını tasarlıyor. Sorunu fazla soyut ve kategorik bir ele alış!

Sosyalist dünyaya baktığımızda, planlamanın tıkanma noktalarının esas olarak ekonominin kendi iç yapısından geldiğini görürüz. Kapitalizmin yarattığı sınırlamalar “tıkanmalar” için yeterli görünmüyor.

Sovyetler, NEP dönemini kapattıktan sonra, üretimin her alanına uzanan merkezi planlamayla “değer yasasım” tasfiye ettiğini ilan etti. (17) Gerçekten, üretim araçları üretimi alanında, tüm sosyal hizmetlerde, işgücü için, hatta ana tüketim mallarında pazar etkisi planlamayla sona erdirildi. “Bu yaklaşım değer yasasının fiyat yasasıymış gibi kabul edilmesine yol açtı… Bilimsel literatür, el kitapları, ekonomideki yöneticilerin davranış ve düşünce tarzına tümüyle bu yaklaşım egemen oldu”. “Gerçekte fiyatlar sosyal olarak gerekli emek harcamasından kopuştu.” (18)

Kapitalist ekonomide, pazar koşullarında, fiyatlar değişim değerinin civarında oynar, arz-talep dengesine göre şekillenir, öte yandan, değişim değeri, metaya doğrudan bireysel olarak katılan emek miktarıyla ölçülmez, sosyal olarak gerekli ortalama emek miktarıyla belirlenir. Bunu ise, ekonomideki ortalama verimlilik seviyesi belirler. Ve kapitalizm koşullarında ortalama verimlilik, rekabetle sürekli yukarıya çekilmektedir,

Pazar koşullarının kaldırıldığı planlı ekonomide, emek-zamana göre hesaplanan değişim değeri, aynı zamanda tüketim fiyatı olur. Fiyatlar rekabetle gerçekleşmediği için, ortalama verimliliğin ekonomideki itici gücü ortadan kalkar.

Bu durumda iki olasılığı gözden geçirmeliyiz. Planlı olarak üretilen tüm malların belirlenen tüketim fiyatından satın alındığını varsayalım. Tüketim fiyatı, ortalama verimliliğe göre hesaplandığı için, yüksek üretkenlikteki işletmeler mallarını değerinin üstünde, buna karşılık düşük üretkenlikteki işletmeler değerin altında satış yapmış olurlar. Kapitalizm koşullarında pazar, yüksek üretken firmaların baskısıyla ortalama üretkenliği yukarıya çekerek, düşük üretkenlikte çalışanları tasfiyeye zorlar. Planlı ekonomi koşullarında ne olmuştur?

“Karsız ya da çok az-karlı işletmeler problemi sosyalist ülkeler için en acil problemlerden birisi haline gelmiştir. Örneğin Sovyet ekonomisinde 1980’lerin ortalarında bunların payı yüzde 40’tır. Bu işletmelerin on yıllardır nasıl yaşayabildiği sorusu ortaya çıkar. Cevap yeterince açıktır: Devlet verimli çalışma kolektiflerinin karını alıp kötü durumdakilere aktarmıştır. Böyle koşullar altında verimli çalışmanın bir anlamı kalmamıştır.” (19) Planlı ekonomi koşullarında ortalama verimliliğin altında çalışan işletmeler, verimli alanlardan aktarılacak kaynak, deney ve kadrolarla geliştirildiklerinde ve süreç böyle işlediğinde sorun yoktur. Ancak, sosyalist ülkelerde böyle işletmeler sürekli sübvanse edilmiş, dolayısıyla, bir bakıma verimsizlik ebedileştirilmiştir. Hele verimsizliğin sırf teknik bileşimden kaynaklanmadığı, “gevşek” iş disiplininden kaynaklandığı düşünülürse, bu yolla çalışma ortamı zehirlenmiş, “asalak davranışlara” maddi bir ortam hazırlanmıştır. Çalışmaya karşı yabancılaşmayı ortadan kaldırmayı hedefleyen sosyalizm, bunu, çalışmayı anlamlı hale getirerek değil, tersine anlamsızlaştırarak yapmıştır. (!)

İkinci varsayıma geçelim. Planlanan tüketim fiyatları üzerinden arz-talep dengesinin kurulmadığını düşünelim. Tüketime sunulan mallar tümüyle satılmazsa belirlenen tüketim fiyatı gerçekleşmemiş olur. Pazar koşullarında fiyatlardaki bir düşüşle işletmeler, üretim maliyetlerini düşürmeye zorlanırlar. Planlı ekonomide, işletme, kendine düşen kotayı devlete teslim ettiği arı, tüketim fiyatını gerçekleştirir. Ancak, bu mallar gerçekte tüketilmediği için, tüketim fiyatı “sosyal olarak gerekli emek miktarından” kopar. Planlı ekonomi bu duruma gerekli tepkiyi göstermediği müddetçe, değersiz bir üretim stoku olur.

“Ekonomimizin nihai tüketimi tatmin etmeksizin, fakat dolaşımdaki sermayede tamamlanmış ve yarı tamamlanmış mal stoklarındaki bir artışla birlikte çalıştığı çok yıllar oldu.” “Karar mekanizmalarındaki katılık ulusal gelirde devasa kayıplara yol açtı. Bazı tahminlere göre bu kayıplar yılda 240 milyar ruble-ulusal gelirin yaklaşık yüzde 40’ı kadardır.” (20)

Arz-talep dengesizliği, kendini diğer yönden de gösterebilir. Planlanan tüketim fiyatlarıyla sunulan malların talebi karşılamadığını düşünelim. Pazar koşullarında piyasa fiyatı yükselir ve bu alana sermaye akışı başlar. Planlı ekonomi koşullarında tüketim fiyatlarında yükselme olmayacağı için, bu sefer tersi bir etkiyle, fiyatlar yine “sosyal olarak gerekli emek miktarından” kopar. Nasıl ki, satılmayan mal üretiminde plan merkezinden bir direktif gelmedikçe bu değersiz üretim devam ediyorsa, yetersiz üretim koşullarında da plan merkezinden bir direktif (tabii bu durumda sırf direktif yetmez kaynak da gereklidir) gelmedikçe üretim artırılmayacaktır.

Böyle koşullarda, fiyat rakamının ve ücretin parayla ödenmesinin hiçbir anlamı kalmaz. Kıtlık, karne sistemini doğurur, fakat öte yandan, paranın varlığı karaborsa ve çarpık tüketimi yaratır. Talep edilen mallar, kara piyasadan da bulunamazsa, para ihtiyaç-dışı tüketime kayar ve anlamını yitirir.

Planlı ekonomilerdeki “mal kıtlığı” olgusuna biraz daha değinelim.

“Bu kısa tahlil bize piyasa kategorilerinin dizgin altına alınmış olunduğu planlanmış bir ekonominin temel bir yasasını verir: Periyodik bir biçimde aşırı-üretim (eksik talep) bunalımları ile karşılaşan kapitalist ekonomiye karşıt olarak, planlı bir geçiş ekonomisinde sürekli olarak bir aşırı talep eğilimi varolacaktır.” “Aşırı-yatırım ve aşırı-talep eğilimi, mübadele değerinin kullanım değeri üzerindeki boyunduruğunun kırıldığı, piyasanın ihtiyaçlar üzerindeki cenderesinin parçalandığı her durumda bir eğilim olarak ortaya çıkacaktır.” (21)

S. Savran, “planlı bir geçiş ekonomisi”nde “sürekli olarak aşırı-talep eğilimi”nin var olacağını iddia ediyor. Bu iddiasını ise, planlı ekonomide “mübadele değerinin kullanım değeri üzerindeki boyunduruğunun kırıl”masına bağlıyor. Değişim değerinin kullanım değeri, üzerindeki boyunduruğunun kırılması ne demektir? Malların değişiminde “emek zamanı” ortak kriterinin kalkmasıdır. Ancak, planlı ekonomiler, henüz bunu tümüyle yapabilecek üretim zenginliğine ulaşamamışlardır. Değer yasasının halen hükmünü sürdürdüğü bir ortamda onu baskı altına almak, ekonominin ve giderek sosyal yapının deforme olmasına neden olmuştur.

Verimsiz alanlara, devlet -planlama- aracılığıyla sürekli kaynak aktarılması, planlı ekonomilerdeki mal kıtlığının esas temelidir. Bu, sistemi, üretimi etkinleştirecek kaynaklardan yoksun bırakmıştır. Planlama, aynı zamanda üretimi sonuçlarından kopardığı için, bir yanda mal darlığı yaşanırken, diğer bir alanda değersiz üretim yapılabilmektedir.

Yazar, sosyalist ülkelerdeki planlamayı “bürokratik planlama” olarak niteleyerek, buralarda planlamanın, bakanlıklar, işletme birlikleri, yerel yönetimler gibi pek çok kurum arasındaki “pazarlıklarla yapıldığını söyleyerek, planlamadaki işlemeyişi bu “parçalanmışlığa” bağlamaktadır. Kendisi, “büyük kitlelere söz hakkı tanıyan” “demokratik bir planlama” önermektedir. Ve görüşünü şöyle sonuçlandırır: “Merkezi planlama yaklaşımı, özellikle tüketim malları alanında piyasanın varlığını yadsımaz, ama ekonomi çapında piyasanın planlamaya tabi olmasını savunur. (a.y.)

“Demokratik planlama”, E. Mandel’in “üçüncü yol”una benziyor. (22) işletmeler seviyesinden yukarıya doğru demokratik işçi Konseyleriyle yapılan bir planlama, ne ölçüde bölgeler, çeşitli kurumlar arasındaki pazarlıkları engelleyebilecektir? Ya da böyle pazarlıklar olmaksızın planlama yapılabilir mi? Bürokrasinin yanıltıcı rakamlarını, bencilliğini öne süren S. Savran, böyle kötülüklerden “çalışanların temsilcilerini” nasıl uzak tutabilecektir?

Hepsinden öteye, “tüketim malları alanında piyasanın varlığı yadsınamazsa, üretim araçları üretiminin planlanması için uzun “demokratik” törenlere gerek kalır mı? Ayrıca, özellikle tüketim malları alanında piyasa var olursa, “mübadele değerinin kullanım değeri üzerindeki boyunduruğu” nasıl kılabilecektir? Böyle koşullarda “aşırı-talep eğilimi”, piyasa mekanizmalarıyla dengelenmek zorunda değil midir?

Planlama konusunda Alec Nove’un Marks’ı eleştirisine geçelim.

“Marks’ın kendisi, benim görüşümce, kullanım değerlerini birbirleriyle kıyaslanamayacak kadar önemsiz olarak değerlendirmekle ve her şey bir yana değer ile kullanım değeri arasında yapay ve geçersiz bir ayrıma giderek, pek çok karışıklığa neden olmuştur.” “Marks’ın gözünde kullanım-değerinin varlığı değerin ön koşullarından biridir, ama bu baklamda bir takım şeylerin kullanım-değerinin başka şeylerinkinden daha fazla olduğu kabul edilmez.” (23)

Yazar, çok eski bir yanılgıyı yeniden gündeme getirir. Marks’ın kullanım değerini önemsizleştirdiğini iddia eden A. Nove, “aynı şeye malolmasına” ve “aynı gereksinimi karşılamasına rağmen kullanıcı A ve B’den A’ya daha fazla değer verebilir” diyerek, Marks’ın değer yasasını anlamsızlaştırmaya çalışır. Böylece A. Nove, Marks’a kadar burjuva iktisatçıların tekrarladığı, malların değerini taleple açıklama hatasını bir kere daha yineler.

Eğer, A. Nove’un dediği gibi, değer ve kullanım değeri ayrımı, “yapay ve geçersiz bir ayrım” ise, kapitalist ekonominin tüm meta üretimi sistemi saçmalık olur çıkar. Yazar, çok ilkel bir örnekle yetindiği için, kıyaslanabilir iki kullanım değerini ele alarak -diyelim iki kazak- birini tercih edip diğerini değersizleştirir. Ancak, her iki metanın etiketinde yazılı olan fiyat rakamının, henüz kullanıcıya sunulmadan önce neye dayanarak yazıldığını, neden bin değil de on olduğunu açıklamaz. Hele yazar, bir ayakkabı ile bir şapkanın kullanım değerlerini kıyaslamaya kalkışırsa, işin içinden çıkamayacaktır. Kullanım değeri, değişim değerinin taşıyıcısıdır. Üstünde çok emek harcanmış olsa da, kimse tarafından talep edilmeyen bir mal değersizdir. Ancak, eğer talep edilirse, alım değeri, kullanıma yararlı fiziksel Özelliklerinden değil, harcanan emek miktarından gelir. “Piyasanın yokluğu, çabayla sonuç, yararlanılan emek-gücü niceliğiyle üretilen kullanım-değeri arasındaki bağlantıyı -kusursuz değil tabii, ama ne de olsa bir bağlantı- koparır… Bütün Sovyet tarihi boyunca hem kuram hem de uygulama, değer (ya da maliyete dayalı fiyat) ile kullanım-değerinin ayrılmasından zarar görmüştür.” (a.y.)

A. Nove, değer yasası teorisiyle, Marks’ın “zihinlere karışık tohumlar ektiği” kanısındadır. Sorun A. Nove’un iddia ettiği gibi değer ve kullanım değeri arasındaki ayırımdan değil, Sovyetlerde 1930’lardan sonra değer yasasının varlığının inkarından çıkmaktadır. Eğer soruna A. Nove’un açısından bakarsak, Sovyetlerde sorunun yalnızca kullanım değeri taşımayan malların üretimiyle sınırlı kaldığı sanılır. Sovyetlerdeki uygulanışıyla, planlamanın üretimi sonuçlarından kopardığı doğrudur. Böylece planlamanın hesaplarında görünen fiyatlar, gerçekliği ifade etmez. Örneğin, Sovyetlerde özellikle yiyecek maddelerinde fiyatlar yıllardır neredeyse artmamıştır. Buna karşılık, Sovyet tarımına önemli yatırımlar yapılmıştır. Fiyatların artmayışından, en azından tarımda önemli verimlilik artışlarının olduğu sanılabilir. Oysa verimlilikte gözle görülür artışlar yaşanmamıştır. Sovyetlerde yaşanan yiyecek maddeleri kıtlığının bir nedeni de, aşırı ucuzluklardır. Bu ucuzluk, bir yandan tarım için kaynak yetersizliğine sebep olurken, öte yandan aşırı-talep israfa neden olmaktadır. Düzensiz mal arzı ile bireysel stoklama, sürekli birbirini kışkırtmaktadır.

Netice olarak, planlama mekanizmaları, işletmelerle yani üretimle, dolaşım ve tüketimin bağlarını koparmış, dolaylı hale getirmiştir. Üretici, kendi plan kotasıyla ilgilenmekte, ürettiklerinin gerçekleşmesiyle ilgili olarak ancak planlama kanalıyla bir tepki geldiği ölçüde harekete geçmektedir. Hele plan-dışı talepler olursa, bu tam bir sorun olmaktadır. Bunlar, genellikle yeni tip bir alet ya da ara malı talebi olmaktadır. Planlama ağıyla ilişkileri düzenlenen Sovyet üretim sistemi, böyle taleplere ortalama “18-24 ayda” tepki gösterebilmektedir. (24)

Sovyet sistemi, uygulanan planlamanın sınırlarını göstermiştir.

İlk olarak, temel sanayiin kuruluş yıllarında kaynakların aktarımı, on gerekli olanlardan başlanıp öncelik sırasına göre devam etmiştir. Böyle bir aşamada, henüz sanayi temelleri inşa edildiği için verimlilik öne çıkan bir kriter olmayabilir. Ancak, bu dönem geçildikten sonra, işletmelerin üretkenliği aşırı önem kazanır. Sosyalizmde iflasın olmaması, popülist bir bakışla kulağa hoş gelebiliyor. Fakat, iflas halinde bir işletmenin finansmanının toplumsal artı-değerden sağlandığı düşünüldüğünde, olayın hoşgörülebilecek bir yanı kalmaz. Bugün Sovyetlerde işletmelerin -sosyal tesislerin değil, onlar zaten toplumsal artı-değerden finanse edilmektedir- yüzde 40’ı toplumsal artı-değer yaratmadığı halde üretime devam etmektedir. Dolayısıyla, verimli çalışan yüzde 60 tarafından beslenmektedir. Bu durum, gelgeç aksamalardan öteye, sistemin yapısına yerleşince felaket başlamaktadır. Gelişme için gerekli kaynaklar, böyle çatlaklardan sızıp kaybolunca, Sovyet sanayii, ortalama olarak 1965’lerdeki teknik seviyesinde kalmıştır. Verimsizlik, bedelini ödemelidir. Aksi takdirde tüm sisteme yayılıp, bütün yapıyı işlemez hale getirmektedir. O nedenle, sistemin tümünün iflası istenemeyeceğine göre, verimsiz işletmelerin iflası, sosyalizm içinde do mümkün olmalıdır.

İkinci olarak, Sovyet planlaması tek bir merkezi yapının ekonomiyi yönetmesi nedeniyle kendine uygun işletme tipleri yaratmıştır. Bunlar dev devlet tekelleridir. Bırakalım üretim araçları üretimini, dayanıklı tüketim malları, örneğin çamaşır makinası bile Kirov’daki bir tek fabrikadan bütün Sovyetlere dağıtılır. Dikiş makinası için yine bir tek işletme (Podolsk’da) vardır. Mutfak teçhizatları ve buzdolabında da yine birer işletme, tüm Sovyet pazarına üretim yapmaktadır. (25) Planlamanın kendi mantığı, böyle işletme tiplerini yaratmaktadır. Fakat, her büyük işletme rasyonel çalışmıyor, üstelik bütün tüketim malları üreten işletmeler, çok sık dizayn ve teknik değişiklik yapmak zorundadırlar. Ancak, bu dev işletmeler, bir dinazorun ağız hareketleriyle davranmaktadırlar.

Sovyet planlaması, kendi iç işleyiş refleksleriyle devler yaratmıştır, fakat şimdi yarattığı devleri, yenilenmenin gerekleri doğrultusunda harekete geçirememektedir. Deneyler, her üretim tipine göre rasyonel çalışabilen işletme büyüklüklerini ortaya çıkarır. Son bilimsel teknik gelişmeler ise, üretim araçlarını çok daha hızlı eskitmektedir. Dolayısıyla, yeni teknik, kendi üretim biçimini yaratmaktadır. Dev Sovyet işletmeleri, bu yeni fırtınalı teknik gelişimin ortasında heybetli ortaçağ şatoları gibi durmaktadır

Üçüncü olarak, Sovyet planlaması, üretime giren her parçanın planlanmasının mümkün olmadığını ortaya çıkartmıştır. Bu, bir teknik zorluktan dolayı böyle değildir. A. Nove, bir iki üretim düzeyi planlaması için bir kaç on milyonluk işlem yapılması gerektiğini ileri sürerek, konuya teknik hesaplamanın inanılmaz boyutlara varması yönünden yaklaşmaktadır. Bu sorunun üstesinden gelinebilir, hele kompüter çağında bu çok daha kolay olur. Hem nitelik ve hem de nicelik olarak hızla çeşitlenen tüketim malları üretiminin bu yapısına merkezi planlama engel olmaktadır. Ham madde, ara madde tahsisi, merkezi planlama kanalından geçtiği için, yeni bir durum her zaman bürokrasinin dehlizlerinde bekletilmiştir. Bu nedenle, planlama hazırlıkları sırasında Sovyetlerde işletmeler, ihtiyaçlarını daima olduğundan yukarı gösterme eğiliminde olmuşlardır. Bu ise, kaynak israfının başka bir biçimi olmuştur.

Eğer, planlama, insan beyninin mükemmelliğinde tepki gösterebilirse, tüketim malları planlaması da bir merkezden yönetilebilir. Ancak, insanın yüz binlerce yıllık pratik yaşamı, onun beyninin mükemmelleşmesinin nedenidir. Tüketim mallarında planlama, biraz olayların arkasından koşarak kendini mükemmelleştirebilir, yoksa “mükemmel taslaklarla” camı pratiğin akışını donuklaştırmak kaçınılmaz oluyor.

Merkezi proletarya devleti, üretim araçlarının üretimini, önemli besin maddelerini, finans kaynaklarını planlayarak, ekonominin tümüne bir biçim verebilir. Bu durumda, kapitalizmdeki tüketim çılgınlığı patlak vermez mi? Genel kaynak dağılımı merkezi planlamanın elinde olacağı için, böyle bir israf önemli ölçüde engellenebilir. Esas olan şudur: Sovyet planlaması, üretici ile tüketicinin ilişkisini, yani üretilen malların pratikte gerçekleşmesini bir merkez aracılığıyla dolaylı hale getirmiş, birbirinden koparmıştır. Tüketim malları alanında işletmeler, mallarının pratikte gerçekleşmesinden kendi kuracakları mekanizmalarla doğrudan etkilenmelidirler. Tüketicinin tepkisi, hemen üretici işletmeye ulaşabilmeli, yoksa merkezi planlamanın bürokratik kanallarında sönümlendirilmemelidir.

Tarih, kapitalizmin bilinçsiz rekabetinden onun yıkımını üretti, sosyalizm kuruldu. Ekonominin ve sosyal yaşamın her girintisine sızan sosyalizmin merkezi planlaması ise, kendi hareket yeteneğini ortadan kaldırdı, merkezin dağılmasını, inkarını getirdi. Sosyal pratikte, merkezi planlama kısmi pazarla, pazar da planlamanın sınırlamalarıyla yaşamaya zorlanıyor.

Tüketim mallarındaki pazar ilişkileri yukarı doğru tırmanarak, finans kaynaklarına ve üretim araçları sanayiine baskı yapmayacak mıdır? Kesinlikle yapacaktır. Ancak, gelişme de bu karşılıklı tepkilerden üreyecektir.

Dördüncü olarak, sosyalist ülkelerde özel mülkiyete geçmeden işletmelerin kendi kendilerini finanse etmesi uygulaması yürümeyip, topyekün özelleşmeye gidildiğine göre, pazar ve mülkiyet ilişkisi nedir? Pazar, özel mülkiyeti kaçınılmaz mı kılar?

Sosyalist ülkelerde halen özelleşme belli alanlarla sınırlıdır. Dev işitilmelerin özelleştirilmesi, hala cevap bulunamayan bir sorundur. Gorbaçov’un ilk yola çıkışta önerdiği İşletmelerin kendi kendini finansmanının” yürümeyişinin iki nedeni; bu işletmelerin hemen yeni koşullara uyum yapamayacak kadar dev ve eski teknikli olması, öte yandan yılların alışkanlıklarını bir çırpıda bırakamayışlarıdır.

Sosyalist ülkelerde özelleşmeyi zorlayan, kısmi pazar koşullarına geçiş değildir; üretim tekniklerinin yenilenmesi için gerekli kaynak yokluğudur. Siyasi iktidarın, kaynak yaratmak için halktan fedakarlık isteyecek gücü ve itibarı kalmadığı için, özelleştirme, iflaslar ve dış yardım gündeme gelmiştir.

Sovyetlerde ve sosyalist ülkelerde kriz koşullarının yarattığı şaşkınlıkla devlet mülkiyeti ve planlama lanetlenirken, özel mülkiyet ve pazar kutsanıyor. Ancak, bu sevdalanmaların düş kırıklığına dönüşmesi kaçınılmazdır. Kapitalist ana yurtlarda bile, pazarın tekel sınırlarıyla kuşatılması, özel mülkiyetin -küçük işletmeler ayrı tutulursa- hisse selindi spekülasyonlarla borsalarda kumara dönüştürülmesi gerçeğini eski sosyalist ülke insanları bir kere de kendi elleriyle tutmak isterlerse bu, insanlık için bile bile israf olur. Eğer, böyle aşırı uçlara savrulmalar, yani sentezler yaratılabilirse, bu, insanlık için kazanç olur.

Üretime İşçi Katılımı ve Yabancılaşma Sorunu: Sosyalizmin bu konudaki pratiği olumlu, kalıcı örnekler bırakmamıştır. Proletarya iktidarı koşullarında üretim birimlerinde yönetim, çok kısa sürelerde atamalarla şekillenen bir yapıya kavuşmuştur. İşçinin üretime yönlendirme anlamında katılımı, insanlığın bilincine yerleşecek ölçüde, olumlu miraslar bırakmamıştır.

Stahanof hareketini unutmuyoruz. Ancak, bu deneye daha yakından bakılınca, üretim temposunu yükselten bu yetenekli işçi önderlerinin, sınıfın genel ataletini bozamadıkları ortaya çıkar. Hatta Stahanof, hareketi sırasında sınıfın saflarından geri tepkiler bile gelmiş, Stahanovist işçiler dayakla sindirilmiştir. Geriye bir hareket değil, bol madalyalı tek tek “iş kahramanları” kalmıştır.

Sosyalizmin pratiği ve elbette üretimin kompleks yapısı, “üretimde işçi yönetim ve denetimi” kavramını bir kenara itmiştir. Buna sebep, yozlaşmış bürokratlar değildir. Ya da olayı yalnızca bürokrasiye yüklemek, gerçekliği tek yanından görmek olur.

Üretim tekniği açısından 8 saat çalışmak zorunda olan işçinin, işyerinde üretilen malın ülke ekonomisinde ve hatta dünyadaki yeriyle, üretimin teknik yönüyle ve bu konudaki gelişmelerle ve sonunda malların pazardaki durumuyla ilgili yeterli bir bilgi, edinebilmesi için, sekiz saat dışında ayrıca zaman ve enerji harcaması gerekir. İlk coşkulu günlerde böyle şeyler de olabilir. Ancak, fazla uzun sürmez. Yeterli bilgiye sahip olmayan birisinin ise, konuyla ilgili organlarda aktif davranabilmesi çok zordur.

“Hatalar yapılarak öğrenilecektir” denirse, bunun üretim sürecindeki anlamı, yanlış tekniğin kullanımı vb. demektir ki, bütün ekonomi ölçüsünde böyle bir şey tam bir israf anlamına gelir.

Ancak, tekdüze çalışma süresi azaldıkça, işçi yeni bilgiler ödenebilmek için zaman ve teknik gereçlere sahip olacaktır. Dolayısıyla, olay uzun bir sürecin işidir.

Proletarya iktidarları nereden başlamalıdır? İşçiler, işletmelerde çalışma koşullarının iyileştirilmesi alanında bilinçli ve aktif davranabilirler. Bu, kapitalizmde bırakılan yerden başlamaktır. Fakat, ondan çok ileriye gidilebilir; işyeri ve oturma alanlarının sosyal, kültürel, sağlık, eğitim yönünden iyileştirilmesi, işçilerin kayıtsız kalmayıp ilk elden inisiyatiflice ele alabilecekleri konular olur.

Öte yandan, Stahanof hareketinden hiçbir şey kalmamış değildir. İşçi sınıfının ilk anda ele alabileceği ikinci önemli iş, işyerinde insan fiziğine ve mevcut tekniğe en uygun çalışma düzeninin kurulmasıdır. Her gün tekrarlanan hareketlerden en rafine çalışma sistemi üretilebilir; ayrıca, kullanılan üretim araçlarının verimliliğinin arttırılabilmesi yolunda kullanım pratiğinden üreyen detay yeniliklerle üretim araçlarının geliştirilmesi sağlanabilir.

Bu süreçlerin birikiminden, sınıfın üretimdeki etkinliği, giderek yükselen bir çizgi izleyebilir. Ancak, bu, uzun ve inişli-çıkışlı bir süreçtir.

Unutulmaması gereken, yabancılaşmanın, üretim araçlarının kollektif mülkiyetiyle birlikte kalkmadığıdır. Yaşamak için zorunlu günlük çalışma süresinin azalmasıyla birlikte, kişinin kendi yaratıcılığını geliştiren çalışma, yaygınlaşmaya başlayacaktır. Böyle bir maddi ortamın inşasının mümkün olduğuna yığınlar inanmadıkça ve bu yolda çok somut kanıtlar ortaya çıkmadıkça, en ustaca propaganda ve ajitasyonlar bile yığınların günlük monoton işe ilgisini arttıramaz. Başka bir deyişle, sırf ahlaki çağrılar, maddi termeleriyle taçlandırılmadıkça, toplumda ikiyüzlülükler yaratıyor ve bizzat ulaşılmak istenen hedefi gözden düşürüyor.

III. BÖLÜM

Sosyalizmin pratiğinden bazı sonuçlar çıkartabilmek, bu ülkelerde yaşananları olduğu gibi görebilmekten geçiyor. Bu nedenle, yaşananlardan sosyalizm için ders çıkarabilmek, bu toplumların nasıl nitelendiğine doğrudan bağlıdır. Bilindiği gibi, dünya ve Türkiye solunda yıllardır bu konuda farklı görüşler savunulmuştur. Ancak, son yıkılışlarla birlikte, bu görüşlerin yeniden değerlendirilmesi kaçınılmaz olmaktadır.

“Bugün Sovyetlerde açığa çıkan sistemin krizi, özel bir toplumun özel bir krizidir: Kendini yürütme ve artan bir üretimi gerçekleştirme yeteneğinde olmayan, bir yanda dünya sosyalist devriminin gecikmesi ve diğer yanda imtiyazlı ve asalak bürokrasinin toplum ve devletteki egemenliği nedeniyle gelişmesi bir geçiş sürecinde donmuş olan, kapitalizm ve sosyalizm arasında geçiş sürecinde bir toplumun krizidir.” (26)

Bu tanımlama, tek ülkede sosyalizm kurulamayacağı görüşünün doğal bir mantık sonucudur. Arcak, Dördüncü Enternasyonal çevresindekilerin sosyalim tanımlanası -sınıfsız, meta üretiminin olmadığı bir toplum- Marks’ın “komünizmin üst aşaması” olarak nitelediği topluma daha yakındır.

Marksizm’in kurucuları, “kapitalizmden komünizme geçişi” tanımladılar. Ve bu geçiş toplumuna genellikle sosyalizm denildi. Skolastik tartışmalara girmemek için isim üzerindeki çekişmeleri bir yana bırakıp, bu “geçiş toplumunun” ana özelliklerini hatırlayalım. Bunlar siyasi planda proletarya diktatörlüğü, ekonomik planda ise üretim araçlarında özel mülkiyetin tasfiyesi ve planlı ekonomiye geçiştir. Bu üç temel manivela, bir toplumu kapitalizmden koparıp komünizme taşıyacaktır.

Canlı tarih, formülasyonlara somut cevaplar verdi, veriyor. Dünya devrimci süreci, proletaryanın önüne Rusya gibi ülkelerde demokratik devrim görevini de çıkarttı. Yani, henüz kapitalizmin tasfiye edemediği oldukça güçlü olarak yaşayan kapitalizm-öncesi ekonomik ve sosyal ilişkilerin tasfiye edilmesi ile kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiye süreçleri içiçe girdiler. Dolayısıyla, bu yeni olgu geçiş sürecine yepyeni özellikler kattı.

Sonuçta, insanlığın önünde, komünizme geçişi hedeflemiş 70 yıllık yaşanmış sosyalizm deneyi vardır. Sosyalizm, kendisi komünizme göre bir geçiş toplumu olsa da, kendi özellikleri olan bir toplum yapısıdır. E. Mandel’in “geçiş toplumu” ise, kapitalizm ve sosyalizm arasında “özel bir toplumdur”. Ancak, bu “özel toplum,” kendi iç işleyiş mekanizmalarından çok, varılacak hedef komünizmin özellikleri açısından ve kapitalizme benzerlikleri yönünden kritik edilir. Mantık böyle olunca, kapitalizm ve sosyalizm arasında “gelişmesi donmuş” olan bu toplumun krizine temel neden olarak “geciken dünya sosyalist devrimi” ve her nasılsa iktidarda sürekli kalmayı başarmış “imtiyazlı ve asalak bürokrasi” görülür. Böyle yapılarak, belki sosyalizm yaşanan çirkinliklerden kurtarılmış oluyor, ancak onun yetmiş yıllık deneyinden hareketle kendi iç işleyişinin sorunları arka plana itilerek, sosyalizmin gerçek geleceği karartılmış olmaktadır.

“Dünya sosyalist devriminin” gecikmesiyle bu toplumların gelişmesinin durduğunu söylemek, onların kendilerinin bir iç gelişim potansiyeli taşımadığını söylemekle eş anlamlıdır. O zaman da, dünya sosyalist devrimi öncesi girişimler insanlarda heyecan uyandırsa da, boşa harcanan çabalar olup çıkarlar. Bu tezler, sosyalizmin canlı pratiğinden dünya devrimine doğru kopuştuğu için, ne bu pratikten gerekli dersleri çıkartabilir, ne de canlı pratikte var olabilirler.

Sosyalist toplumların bir diğer tanımlanması, o topraklarda halen yaşayan bir genç aydın tarafından şöyle yapılmaktadır: “Statokratik toplum, sosyalizmin ve devlet kapitalizminin dışsal göstergelerinden bir kısmını barındırır, ama gerçekliğe bakılırsa oldukça ayrı bir ilişkiler sistemidir. Toplum burada iki temel gruba bölünür: “kollektif üretici” (proletarya: işçiler, mühendisler, bilim adamları, düşünürler ve sömürülen tüm emekçi insanlar) ve “kollektif sömürücü”, yani statokrasi. Ek olarak, konumları son derece çelişkili olan ara bir orta katman vardır”. “Sfatokrat toplumda ekonomik ve politik iktidar özdeştir. Biri ötekine yol açmaz, çünkü biri zaten ötekidir. Burada iktidar, yalnızca topyekün politik ve ekonomik iktidar olarak varolur; başka türlü varolamaz.” (27)

Statüko ve otokrasi kelimelerinden türetilen bu yeni toplumdaki “kollektif sömürücülerin yıllardır biriktirmiş olmaları gereken “kollektif servetleri” nerededir? Yazar, toplum biçimlerine üretim ve üretim ilişkileri temelinden bakamayınca, garip bir “kollektif” “statokrat toplum” yalatmak zorunda kalıyor. Dünyadaki kapitalist ülkelere bakarsak, hepsi önemli farklılıklara sahiptir. Ancak, üretim ve mülkiyet ilişkilerinde bir ortak temel olduğu için, hepsi kapitalist toplumlar olarak tanımlanır. Sosyalist toplumların da farklı bazı özelliklerine rağmen, ortak bir üretim ve mülkiyet ilişkileri temeli vardır. Bunları eleştirmek, gerçekten insanlık gelişimine engel konumdaki bazı ilişkilerin değiştirilmesi için mücadele etmek başkadır, bilimsel kriterleri dikkate almayan, öne çıkan görüntülerden hareketle yeni toplumlar yaratmak başkadır. “Sosyalizm bu değildir” demekle sosyalizme varılamaz. Sosyalizm teorisinin pratiğe uygulanışından, üretim, üretim ilişkileri, siyasi iktidar konumlarından somut dersler çıkartarak geleceğe daha sağlam adımlar atılabilir. Yazar, Sovyetler Birliğine kapitalist bir toplum diyemediği ölçüde, soruna sosyalizmin maddi ve siyasi temelleri açısından bakmak zorundadır.

Son olarak, Sovyetlerde uzun yıllardır kapitalizmin egemen olduğunu iddia eden “sosyal-emperyalizm” tezlerine bakalım.

“Sosyalizm ile kapitalizm, burjuvazi ile proletarya ekonomide ve devlette birbirleriyle mücadele eden çelişmeli iki kutbu oluşturdular. Ülküde kapitalizme geri dönüş süreci, bürokratik burjuvazinin iktidarda kesin hakimiyetini gerçekleştirdiği ve iktidarını pekiştirdiği 1950 ve 60’lı yıllarda başladı. Sürecin ilk döneminde kamu mülkiyeti biçim olarak kotundu, ancak hakim sınıfın kollektif denetimine geçmişti. Azınlığın özel çıkarını güvence altına alan bu sistem, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin daha açık biçimlerine ilerlemek zorundaydı.” (28)

D. Perinçek’in bu hikayesi bir tek temele dayanır; Mao’nun ünlü “iki çizgi mücadelesi” tezine(!). Proletarya iktidarı koşullarında da burjuvazi ve proletarya mücadele içindedir, bazen biri, bazen diğeri, egemen duruma girebilir. Ve 1950’lerde Sovyetlerde “bürokrat burjuvazi” egemen konuma gelmiştir!

Perinçek’in sosyalizminde her şey bir giz perdesi arkasındadır. Çıkarlar hiçbir zaman gerçek yönleriyle dile getirilmez, ama yine de kapitalizm ve sosyalizm boğuşup durur. Stalin dönemi ölçüsünde katı proletarya diktatörlüğü koşullarında, kapitalizm, “bürokrat burjuvazi” kılığında iktidarın önemli noktalarına nasıl tırmanabilmiştir? Hangi mücadele yöntemlerini, parolalarını kullanmıştır? Üstelik faşizme ve emperyalizme karşı devasa bir savaştan yeni çıkmışken, hangi açık bırakıları yollardan kapitalistler, iktidara tırmanabilmişlerdir? Ayrıca, bu sosyalizm kapitalizm boğuşmasında NEP yıllarında iktidara gelemeyen burjuvazi, nasıl olup da “1950 ve 1960’lı yıllarda”, sosyalizm bir zafer sonrası dünyada yaygınlaşmaya başladığı zaman “iktidarda kesin hakimiyetini gerçekleştirmiştir?

Bu sorulara Perinçek’ten bir tek cevap gelebilir: “emeğe göre bölüşüm ilkesi her an kapitalizme geri dönüşün ekonomik temelini korur” (a.y.) Oysa, bizim sorumuz “her an geri dönüş” ihtimali üzerine değil, dünyada sosyalizmin güç ve itibarının en yüksek noktada olduğu 1950 ve 1960’lı yıllarda nasıl olup da “bürokrat burjuvazinin” iktidar olduğu üzerinedir.

Perinçek’in görüşleri Mao’ya dayanır. Mao’nun 1960’larda Sovyetleri “emperyalist” ilan etmesinin ardında “üç dünya teorisi”, yani üçüncü dünya şovenizmi yatıyordu. Neden Sovyetler, gücüyle bir çırpıda “kağıttan kaplan” emperyalizmi yere serip üçüncü dünyaya yolu açmıyordu? Ancak, bu çok keskin çığlığın altında tam tersi bir sosyal içgüdü yatıyordu: Sovyetlerin (yani sosyalizmin) dünya hegemonyası tehlikesi(!) üçüncü dünya burjuvalarının bir kesimi emperyalizme karşıydılar, öte yandan sosyalizme ancak sözde katlanabilirlerdi, gerçek uygulamada değil. Bu noktada “Sovyet emperyalizmi” çığlıkları yükselmiştir. O nedenle, Sovyetlerde nasıl olup da “bürokrat burjuvazinin” 1960’larda iktidara geldiğine bilimsel sosyalizmin temel öngörülerinden hareketle cevap aranmadı. Emperyalizmi, hırpaladığı ölçüde sosyalizme “dost” olan sosyal güçler (kurtuluş mücadelesindeki geri ülke burjuvaları, orta tabakaları ve kimi koşullarda küçük-burjuva tabakalar) sosyalizmin gücünün bundan öteye gidebileceğini sezdiklerinde, Sovyetleri emperyalist ilan ederek, aslında kendi arafattaki konumlarını mükemmel bir şekilde açığa vurmuş oluyorlardı. D. Perinçek de böyle sosyal eğilimlerden birinin temsilcisidir.

O nedenle, Perinçek’ten 1950’lerde Sovyetlerde “bürokrat burjuvazinin” iktidar oluşunun bilimsel bir açıklamasını beklemek hata olur. Ancak, böyle bir şeyi varsaymasıyla D. Perinçek, kendi sosyal konumunun ve mantık yapısının güzel bir açıklamasını yapmış olmaktadır.

Devam edelim, iktidarı her nasılsa alan “bürokrat burjuvazi”, otuz yılı aşkın bir süre “biçimsel olarak” kamu mülkiyetini korumuştur. Neden? Diyelim ki, konumunu güçlendirmek için. Ancak, üretim araçlarında özel mülkiyetin olmadığı bir toplumda “bürokrat burjuvazi”, kendi konumunu nasıl güçlendirebilirdi? Bürokrasiye kendini temsil edenleri yerleştirip, diğerlerini tasfiye ederek. 1950‘lerden günümüze böyle bir süreç işlemiş olmalıdır. Fakat, son gelişmelerle ne görüyoruz? Otuz yıldır iktidarda olan, biçimsel olarak kamu mülkiyetini koruyan, son olarak başına Gorbaçov’u getiren “bürokrat burjuvazi”, tam özel mülkiyet meyvasına uzanırken tasfiye ediliyor. Hele başarısız askeri darbeden sonra bu tasfiye, iyice hızlanmıştır.

Doğu Avrupa ve Sovyetlerde otuz yıldır iktidarda olan “bürokrat burjuvazi”yi tasfiye eden Walesa, Havel, Yeltsin’ler neyin temsilcileridir? Eğer Perinçek, bürokrat burjuvazinin iki kanadı, artık açıkça özelleştirmeyi savunanlarla diğerleri çatışıyor derse, yine “iki çizgi mücadelesi”, yeniden aynı kısır çember…

Sosyalist toplumlardaki olaylar neden çözümlenemez bilmecelere dönüşüyor?

“Elimizde kimyasal analizdeki turnusol kağıdı gibi, sosyalist topluma batırıp çıkardığımız zaman iktidarın sınıfsal rengini verecek bir araç yok” diyor D. Perinçek. Oysa olmalı!

“Sosyalist toplumun çelişmeleri, iktidarın yapısında da kendini gösterir. Herhangi bir toplumda merkezi iktidarın ötesinde binlerce, yüzbinlerce iktidar odağı bulunduğunu hatırlamalıyız. Bütün bu iktidar odakları eski ve yeni, geçmiş ve gelecek arasında bölünmüştür. Sosyalist bir toplumun siyasal hayatında, bu çelişmeler her gün her saat kendini gösterecek, çözümler de çelişmeli olmaya devam edecektir.” (a.y.) Çok konuşup hiçbir şey söylememek, sanırız budur. Sosyalist toplumlardaki iktidarların sınıfsal yapısını belirlemeye çalıştığımızda, karşımıza “binlerce, yüzbinlerce, iktidar odağı” çıkıyor, hangi birinden çözümlemeye başlayacağız? Kapitalizmde böyle olmuyor, iktidarın sınıfsal niteliği sorunu, neden sosyalizmde dallanıp budaklanıp binlerce parçaya bölünüyor? Bunun bir bilimsel açıklaması var mıdır?

Perinçek, devrimlerin odak noktası olan iktidar sorununu, bu yaklaşımıyla yüzbinlerce parçaya bölerek ortadan kaldırıyor. Merkezi iktidar sorununu önemsizleştiriyor. Sosyalist ülkelerdeki iktidarların sınıf niteliği bilmece değildir. Ve elimizdeki “turnusol kağıdı”, üretim ve mülkiyet ilişkileridir. Ancak Perinçek kendi tarih anlayışıyla her türlü kriteri bozduğu için, yüzbinlerce iktidar odağının ortasında çaresiz kalıyor.

1950’lerde iktidara “bürokrat burjuvaları” getiren Perinçek’tir. Böylece, Sovyetler emperyalist bir ülke olmuştur. Ancak, Perinçek’in bürokrat burjuvaları, hiç değilse biçimsel olarak “kamu mülkiyetini” korumuşlardır. Ardından gelenler, bu kamu burjuvalarını tasfiye edip özel mülkiyete bayrak açmışlardır. Böyle bir tarih anlayışıyla hangi iktidarın sınıf karakteri çözümlenebilir!

D. Perinçek, sonunda yepyeni bir kriter yaratır: “Sosyalizmin varlığı açısından kritik soru, o toplumun yeni bir devrime gerek olmaksızın sınıfsız toplum yönünde ilerleme olanaklarını elinde tutup tutmadığıdır. Bir toplum, iktidar düzlemindeki barışçı değişiklerle yeniden sosyalizmin kuruluşu rayına oturma şansına sahipse, sosyalist rengini koruyor demektir.” (a.y.)

Eğer kriter buysa, bu kriteri tersinden işletirsek, 1950’lerde Sovyetler sessiz sedasız kapitalist olabildiğine göre, 1950 öncesi toplumun da ana özellikleriyle kapitalist olması gerekmez mi? Ya Sovyetler 1950’lerde kapitalizme geçmemiştir, ya da Perinçek’in bu yeni kriteri bir saçmalıktır.

“Devrime gerek olmaksızın” sınıfsız toplum yönünde ilerleme olanaklarına sahip olmak, maddi üretim temeli ve üretim ilişkileri açısından radikal bir geriye dönüşe uğramamış olmak demektir. Böyle bir durumda “devrimsiz” ileriye doğru gidilebilir. Ancak, son gelişmeler, tarihin sosyalizm yolunda doğru adımlarla ilerlemediğini gösterdi. Bir toplumun sosyalist üretim ilişkilerinden daha ileriye giderken devrime gerek duymaması nasıl mutlaklaştırılabilir? Teori sosyalist toplumda, üretici güçlerle üretim ilişkilerinin uyumlu gelişeceğini öngörmesine rağmen, pratikte bu teoriden bazı “sapmalar” yaşanmıştır. ,Eğer ortaçağ Katolik papazları değilsek, bu gerçeklikler ışığında teoriyi yetkinleştirmekle yüz yüze kalırız. Bunu hakkıyla yapıp yapamayacağımız ayrı bir sorundur; önemli olan, pratiğin yakıcılaştırdığı teorik sorunlara yaratıcı yaklaşımlardır.

Marks’ın üretici güçler teorisini Ekim Devrimiyle bir çırpıda çürüten D. Perinçek, sosyalist ülkelerin pratiğini bir türlü teoriye yakıştıramıyor. Onun mantığına göre, bugüne kadar yaşananlardan ülkelerin toplumsal yapısının niteliğiyle ilgili bir yargıya varmak mümkün değildir. Buna gelecek karar verecektir. Eğer bu ülkelerin bazılarından devrimsiz” sınıfsız topluma adımlar atılabilirse, o zaman bunların bir zamanlar sosyalist toplum olduğuna tarih karar verecektir.

Bağlarsak, teoriye ya bir Katolik papazı mantığıyla ya da tam zıddı bir keyfilikle yaklaşarak, ama her iki durumda da yanılgılı idealizasyonlarla sosyalizmin yetmiş yıllık deneyine kayıtsız kalmak, hatta yalnızca hafife almak bile bilimsel sosyalizme ihanettir. Sosyalizmin kalitesini yükseltmek, ancak geçmiş deneyi olduğu gibi görebilmek ve yeni dersler çıkartmakla mümkündür. Bu noktada, geçmişte sosyalizm göremeyenler, onu Troçki’nin Sovyetlerden sürülüşü ya da Stalin’in ölümüyle sona erdirenler veya yakın geçmişe kadar Arnavutluk’u biricik sosyalist ülke görenler, geçmiş deneylere körce baktıkları için geleceğe hazırlanamazlar.

IV. BÖLÜM

Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş Sorunları

Sosyalizmin yıkılışı gerçekliğiyle yüz yüze gelmeden önce, kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecini, ana hatlarıyla sürekli ileriye akan bir “çağ” olarak algılamıştık. 1917 Ekim Devrimi ve Bolşevik iktidarıyla başlayan “çağ”, ardından gelen yeni zaferlerle sürekli beslenmişti. Kapitalizmden sosyalizme geçiş süreci, beraberinde “doğu uluslarının uyanışını” da yaratmıştı. Ulusal kurtuluş savaşlarının yükselişi, sömürgeciliğin çöküşü olmuş, insanlık tarihinde kara bir dönem kapanmıştı.

Ulusal kurtuluş savaşlarının hemen hepsinin sosyalizm bayrağını taşımaları, tesadüf ya da ikiyüzlülük değildi. Dönemin ağır basan sosyal eğilimi, gelişmelere damgasını vuran güç, sosyalizmdi. Sosyalizme yönelme çabası gösteren geri ülkelerin bazılarında yaşanan geriye dönüşleri, o dönemlerde sosyalizmin yıkılışı yönünde bir kıyamet belirtisi olarak görmedik. Son derece geri sosyal yapı ortamından sosyalizme geçiş, sosyalist sistemin varlığı koşullarında bile, kolay bir adım değildi. Üretim temelindeki gerilik, proletaryanın son derece zayıf olması ya da hiç olmaması, geriye dönüşlerin sosyal zemini olabiliyordu. Fakat, 1985‘lerde su yüzüne çıkan süreçte, sosyalizmin maddi temellerinin en azından 1930’lardan beri var olduğu “sosyalizmin anavatanında” geriye dönüş yaşanmaya başlanınca, bugüne kadar şekillenen pek çok kavram yerlerinden oynadı, anlamını yitirdi. Yepyeni olaylar, yeni bakış açılarını gerektirdi.

Bugün, sosyalizmin çöküşü, acıda olsa çıplak bir gerçekliktir. Bu durumdan iki sonuç çıkar: Ya sosyalizm, yani işçi sınıfı iktidarları, tarihte Roma imparatorluğu günlerindeki Spartaküs isyanı veya Brezilya’daki Los Palmores köle iktidarları gibi bir “istisna” olarak kabul edilip tarih sayfalarına terkedilecektir; ya da günümüzde yaşanan geriye dönüşlerin, tarihin çarkını geriye döndüremeyeceği kabul edilerek, bugünkü çöküşlerin içinden, gelecek daha güçlü olarak inşa edilecektir.

“Tarihsel gelişim, bir yapıdan diğerine radikal zor yoluyla bir değişim olarak açıklanırken, tarihsel süreç, farklı sosyo-ekonomik yapılar arasındaki uzlaşmaz zıtlık olarak yorumlandı. Oysa gerçek tarihsel gelişim asla dosdoğru olmadı ve böyle bir kapsamla sınırlandırılmadı. Tarih, yalnızca çelişkiyi kapsamaz, aynı zamanda yapıların karşılıklı zenginleşmesi ve uzun süre varolması temelinde işbirliğini ve birbirinin içine girişini de kapsar. Tarihçiler, kölecilik ve feodalizm, feodalizm ve burjuva toplumu arasında olduğu gibi, günümüzdeki burjuva ve sosyalist toplumların işbirliği konusunda da pek çok örnek verebilirler.” (29)

Bu iki Sovyet tarihçisinin söylediklerinden “tarihsel gelişimin asla dosdoğru olmadı”ğı tespitini çıkarın, geriye zavallı bir düşünce yığını kalır. Tarihte bir üretim temelinden diğerine geçerken, geçişlerin kilometre taşlarının dizilişi gibi kesinlik taşımadığı, ileri geri gidişlerin yaşandığı bir gerçekliktir. Ancak, bu içiçe girişlerin her birisi, kendi özgül koşullarında incelenmesi gereken olgulardır. Bunların “işbirliği”nden, birbirini “karşılıklı zenginleştirmesi”nden söz etmek, böyle süreçleri yalnızca olumlamak olur ki, böyle bir mantık gericilikle kucaklaşmadan edemez. Bırakalım geçmişi, günümüzde Asya, Afrika ve Latin Amerika’da hala kapitalizm ile ondan önceki toplum yapıları içiçe yaşamalarına rağmen, birbirlerini “karşılıklı zenginleştir”medikleri gibi, üretici güçleri korkunç bir şekilde çürütmektedirler.

Sovyet ideologları, her zaman yaptıkları gibi, bilimsel gerçeklikleri pragmatik politikaya feda ediyorlar. “Barış içinde birlikte yaşama”dan, sistemlerin “işbirliği ve birbirinin içine girmesi” tezlerine evrimleşen Sovyet politikası, bu pragmatik yolculuğuna en sonunda Gorbaçov’un ağzından son verdi. “Komünizmin iflası”yla, sistemlerin içiçe girme tezleri de iflas etmiş olmalıdır.

Tarihte, toplum biçimlerinin evrimi sırasında, farklı üretim biçimlerinin ve sosyal kurumların içiçe yaşadığı süreçler olmuştur. Ancak, bunların “işbirliği”, hele “karşılıklı birbirlerini zenginleştirmeleri”, somut olgular üzerinde değil de, genel soyutlama olarak dile getirilirse, bir yanlıştan diğerine sıçranmış olur. Feodalizmin kapitalizmle “işbirliğinden, insanlık gelişimi açısından genellikle gerici sonuçlar türemiştir. Ancak, koşullara göre burjuvazi, feodalizmle bazen devrimle hesaplaşmış, bazen de sancılı bir evrimleşme içinde uzlaşmıştır. Bunlar tarihsel gerçekliklerdir. Bu gerçeklikleri yok sayamayız, fakat bütün bunlardan feodalizmle kapitalizmin uzlaşması gerektiği gibi bir teorik sonuç çıkartılamaz.

Bu nedenle, sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonunu irdelerken, gerçekliği olduğu gibi görmek gerektiği öne sürülerek, kapitalizmle sosyalizmin “birbirinin içine” girmesi teorileştirilemez.

Sosyalizmdeki çöküş, kapitalizmden sosyalizme geçişin kendini sürekli ilerleten, bir bakıma kesintisiz bir süreç olmadığını gösterdi. Kaba bir analojiyle bundan sonra yaşanacak bütün geçişlerde de böyle geriye dönüşler yaşanacağı sonucunu çıkartmak hatalı olur.

Tam tersine, yaşananlardan ders alınarak, böyle çöküşler, alınyazısı olmaktan çıkarılabilir.

Sosyalizmde yaşanan restorasyon sorununa geçmeden, kapitalizme geçiş yıllarında yaşanmış deneylere göz atmalıyız.

Kapitalizme Farklı Geçişler ve Restorasyon

Kapitalizme geçişler ülkelere göre çok farklı yollar izlemiştir. Yazımızın amacı açısından bunları, bir kaç ana başlık altında toplayıp gözden geçireceğiz.

İlki, Avrupa ortaçağından kapitalizme geçiştir. Bu geçişlerde İngiltere ve Fransa bir yanda, Almanya kendi özellikleriyle farklı bir yanda durur.

İkinci orijinal geçiş, Amerika’dadır.

Üçüncüsü, Almanya ile keskin benzerlikler taşıyan Japonya’dadır.

Bu ülkeler dışında kalan eski sömürge ve yarı sömürge ülkelerin kapitalizme geçişiyse, bambaşka özellikler taşır. Bunlara ancak kıtasal seviyede (Latin Amerika, Asya ve Afrika) değinmekle yetinmek zorundayız.

Avrupa ortaçağından kapitalizme iki önemli geçiş, hiç şüphesiz ki İngiltere ve Fransa’dır. İlk burjuva devrimi İngiltere’de yaşanmasına rağmen, 1789 Fransız devrimi çok daha “büyük” bir üne sahiptir. İngiliz devrimi, gerek monarşinin merkezi yapısının güçlü olmayışından ve gerekse devrim öncesi yaşanan Güller Savaşıyla (1455-1485) toprak aristokrasisinin iyice zayıflamasından dolayı yeterince, radikal, olmadı. Aynı zamanda, devrimdeki tarafların elindeki siyasi parolalar henüz büyük ölçüde din kisvesi altındaydı.

Fransız devrimi, güçlü merkezi krallığa karşı tarihin o güne kadar gördüğü en radikal vuruşu yaparken, kendi siyasi parolalarını yarattı ve bu parolalar hızla evrenselleşerek, haklı olarak Fransız devrimini “büyük” kıldı.

İngiltere’de 14. yy.’da yün ticareti gelişmeye başlamıştır. Uzun yıllar Hollanda’ya yün ihraç eden İngiltere adasında, bu gelişim, toprağa dayalı düzene ilk darbeleri vurmaya başladı. 15. yy.’ın ikinci yarısında patlak veren Güller Savaşında, toprak sahibi aristokrasi, ticaretle uğraşmaya başlayan toprak sahipleri ve tüccarlar tarafından hırpalandı ve zayıflatıldı. Burjuva devrimine giden yollar döşeniyordu. İngiliz: burjuva devriminin bir özelliği, toprak aristokrasisinin önemli bir bölümünün tarımdaki ticarileşmeye ayak uydurmasındadır. Bu, ünlü “çitleme hareketini” başlatmış, küçük köylüler topraklarından kovulmuştur. 15. yy.’ın son yarısında başlayan bu hareket, 18. yy.’ın ortasında en yüksek noktasına varmış ve 1832 reformuyla birlikte son bulmuştur. Böylece, İngiltere adasında “toprağın ticarileşmesi”, ortaçağ asaletinden tümüyle kopuşması, yaklaşık dört yüzyıl almıştır.

Gelişmelere karşı direnen krallıkla, parlamento arasındaki mücadele, her geçen gün şiddetlenmiş, 1640’lardaki ekonomik buhran da bu çatışmayı tepe noktasına çıkartmıştır. Parlamento kralın aristokrasiyi besleyecek yeni vergi taleplerine karşı direnmiştir. 1642’de iç savaş patlamıştır. Sanayi ve ticaretin gelişkin olduğu İngiltere adasının doğu ve güneyini parlamentonun tutmasına karşılık, kral, toprak düzeninin henüz fazla bozulmadığı kuzey ve batıyı tutmuştur. 1&50’de devrim zafer kazanmış, monarşi tasfiye edilmiş ve kral asılmıştır.

İç savaş yeni başladığında, “kralı, doksan dokuz defa da yensek, gene de o kraldır’’ diyen parlamentodaki burjuvalar, devrimin kralın başını almadan zafere ulaşamayacağını anlayınca, böyle bir adımı atmaktan kaçınamamışlardır.

İngiliz devrimi, Fransız devrimi ölçüsünde Jakobenlerini yaratmasa da, o da devrimin tutunma yıllarında kaçınılmaz bir şekilde “Düzleyiciler”i yaratmıştır. Devrimin küçük köylülere ve halka yayılmasını zorlayan ve “bütün erkeklere oy hakkım” savunan Düzleyiciler, iç savaşın yarattığı orduda önemli bir etkinliğe sahiptiler. Parlamentodan “uzlaşmacıları” tasfiye ettikten sonra, Düzleyiciler de Cromwell tarafından kurşuna dizilerek tasfiye edildi, iş savaştaki liderliğiyle burjuva devriminin zaferi için yol açan Cromwell, “Düzleyiciler”i tasfiyesiyle, restorasyona davetiye çıkartmış oluyordu.

“1660’da bütün kürsülerde pasif boyun eğiş vaaz ediliyordu; bir kral ‘vücuduna bol bol kutsal yağ sürülerek’ geri getirildi”. (30) Devrimin başını aldığı kralın oğlu Charles II ile, İngiliz devriminin restorasyon dönemi açılmış oluyordu.

Fransız devrimi, İngiliz burjuva devriminden ancak 147 yıl sonra patlak verdi. Devrim kıvılcımlarının kıtaya atlaması için bir yüzyıldan fazla zaman gerekmiştir. Bu kadar uzun gecikmeye rağmen, devrim yıllarında ekonomik yapı daha gelişkin değildi. “1789’da Fransız dokuma sanayiinde 900 Jenny (dokuma makinesi) vardı; oysa, aynı dönemde İngiltere’de 20.000’di bunun sayısı.” (31)

1730’lardan itibaren, Fransa üzerinden yapılan ticarette bir yoğunlaşma olur. Bu gelişim, feodal yapıyı aşındırıp çözmektedir. Fakat buna rağmen, devrim öncesi Turgot’un burjuvaziden yana reformlarını yürürlükten kaldırıp, “ticaret özgürlüğünün can düşmanı Necker’i maliye bakanlığına atayan XVI. Louis, böylece devrimi çabuklaştırmış ölüyordu.

Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesine karşı Fransız aristokrasisi, yıkılmadan önce en yüksek direncini gösterdi. Bu nedenle, “birçok tarihçi, 1750-1789 yıllarını, yani yüzyılın ikinci yarısını Fransa’da ‘feodal tepki dönemi” olarak nitelerler.” (32)

Feodalizmin direnci yükseldiği ölçüde devrim, vuruşunu şiddetlendirdi. 1789 Temmuz’unda devrim patladıktan hemen sonra, Ağustos sonunda kırlarda eski düzenin bütün yöneticileri tasfiye olmuştu. Her tarafta yeni “komünler” (belediyeler) şekillendi. Ancak, devrimin bu ilk yılları, 1789-1792, “uzlaşma” yıllarıdır. Toprak sahibi aristokrasi ile burjuvazinin toprak sahiplerini fazla incitmeyen, öte yandan burjuvaziyi fazla tatmin etmeyen çözüm yollarında gidip gelinir.

1792 Ağustosunda “ikinci devrim”le, Fransız devriminin “düzleyiciler”i Jakobenler, uzlaşıcı Jirondenleri tasfiye ederler. Genel oy hakkı tanınır, feodal hakların tümü tasfiye edilir. Hatta Hristiyanlığın tasfiye rüzgarları eser. Dini törenler kaldırılır. Devrim, kendini milat sayıp takvimi kendisiyle başlatır, yeni takvim uygulaması başlar.

Jakoben diktatörlüğünün kısa yıllarında Fransa, Avrupa gericiliğine karşı savaşır. İngiliz saldırısı püskürtülür. İtalya, İspanya ve Avusturya’ya Fransız devrim orduları girer. Jakobenler, içerde ve dışarda devrime karşı yükselen tehlikeleri saf dışı ettikten sonra, 1794 Temmuz’unda kendileri tasfiye olur. Thermidor, gericilik yılları başlar. Çok geçmeden, Napolyon’la birlikte İmparatorluk geri gelir. Ancak, 1800-1812 Napolyon yılları, yine de devrimin Napolyon eliyle Avrupa’ya yayıldığı yıllardır: Waterloo yenilgisiyle bu dönem kapanır.

1815’de yeniden Bourbon hanedanının egemenliğiyle, 1830’lara kadar süren restorasyon yılları başlar.

Restorasyon neydi? Eski rejimin yeniden inşa edilmesi özlemi, ancak pratikte yeni düzenin eski biçimler altında duraksayarak da olsa gelişmesiydi.

İngiliz devriminden yaklaşık yirmi yıl sonra restorasyon dönemi başlamıştır. Tarihçiler, 1660-1688 arasını restorasyon yılları olarak kabul ederler. Fransız devriminde de yirmi beş yıl sonra restorasyon yılları başlar, on beş yıl sürer (1815-1830).

Restorasyon yıllarının başlıca özellikleri nelerdir? Sınıflar planında, ortaçağ toprak sahipliği, hem İngiltere’de, hem de Fransa’da kralların başının toprağa düşmesi gibi iktidarlardan tekerlenmediler. Devrimin şiddetiyle geri çekildiler, ancak yok olmadılar. Eski aristokrasiye karşı yükselen devrim, ilk sıcak yıllarında, Fransız devriminde olduğu gibi aristokrasinin önde gelenlerini giyotinden geçirdi. Eskinin tüm kutsallığı yerle bir edildi. İngiliz Prüten devrimi, krala karşı parlamentoyu destekleyen “yuvarlak kafalılar”ı, Fransız devrimi de Jakoben kulüplerinin liderliğinde “donsuzlar”ı öne çıkarttı. Ancak, bu devrimlerin motor gücü olan burjuvazi, küçük-burjuva halk tabakalarının devrimin şiddetiyle fazla öne çıktığı, aristokrasiye karşı atılan “eşitlik” parolalarının bu yığınlarca ekmek su gibi benimsendiği noktadan itibaren, devrimden dönmeye başlamıştır. Bu duraksayış, kaçınılmaz bir şekilde, yeniden eski toprak sahipleri sınıfını iktidar basamaklarına itmiştir.

Tarih, daha sonradan yorumlanırken yapıldığı gibi, hep hesaplı adımlarla ilerlememiştir. Cromwell, devrimin ortaya çıkarttığı eşitlikçi eğilimlere sıkı sıkıya sarılan ve iç savaş ordusu içinde önemli bir güç olan “Düzleyiciler”i tasfiye ederken, eski sınıflara kapıyı ister istemez aralamış oluyordu. Kendini anayasal olarak devrimin “koruyucusu” ilan ettirmesi sonradan başına gelecekleri engelleyemedi. Ölümünden sonra cumhuriyet ilan edilip, krallık yeniden restore edildi.

“İngilizlerin ‘Büyük Ayaklanma’ konusundaki düşüncelerinin değişmesi ve ondan daha saygılı bir dille, bir ‘devrim’ olarak söz edebilmeleri için aradan iki yüz yılın geçmesi gerekiyordu; Avam Kamarası’nın önünde Cromwell’in heykelinin dikilebilmesi içinse, bundan da uzun bir sürenin girmesi gerekiyordu araya.” (33)

Restorasyon yıllarında İngiltere’yi “çoktan Cromwell ve Azizlerin temsil ettiği her şeye karşı derin bir nefret duygusu” (a.y.) kaplamıştı.

İngiltere’ye modern çağın kapısını açanlar, uzun yıllar toplum bilincinde lanetli olarak kalmış, hatta 1640 iç savaşının aşağılanmadan kurtulup “devrim” olarak kabul edilmesi için, üzerinden iki yüzyıl geçmesi gerekmiştir.

Hiç şüphesiz ki, 1660’larda monarşi restore edilse de, bu artık eski günlerin iktidarı olamamıştır. Ancak toprak beyleri eski ruhlarını yitirirken, burjuva devriminin sosyal bilincini uzun yıllar karartmaktan geri durmamışlardır.

Siyasi planda, restorasyonla birlikte, yeni gelişimin üstüne eski siyasi kurumlar yerleştirilmeye çalışılmıştır. Ancak, bu ne bir aldatmaca, ne de tarihin bir yanılgısıdır. Devrimin şiddeti geri çekilmeye başladığı anda, eski kurum ve alışkanlıklar dirilmeye başlamaktadır.

Fransız devriminde Jakobenlerin başına gelenler farklı değildir; “1789’dan sonra Fransa’da iş başına geçenler, herhalde kendilerini Marat ya da Robespierre’in varisleri olarak tanıtmayı düşünmezlerdi. Fransa, Jakobenizmin kendi hayatında oynadığı büyük yaratıcı rolü nerdeyse unutmuştu: Jakobenizmi, Terör günlerinde giyotinin arkasında dikilen bir canavar olarak hatırlıyordu sadece.” (a.y.)

Restorasyon yılları, siyasi olarak, burjuvazi ile eski toprak aristokrasisinin, burjuvazinin perde arkasına çekilerek, iktidarda uzlaştığı yıllar oldu. Ancak bu uzlaşma, eski düzeni en derin noktalarına kadar sarsan bir devrim sonrasında gerçekleştiği için, onun meyvalarının histerikçe lanetlendiği bir dönem olmuştur. Öte yandan, bütün bu devrim korkusuna rağmen, onun açtığı yolu tümüyle tersine çevirmek mümkün olmadığı için, gelişim eski biçimlerin kanallarında yol almaya devam etmiştir.

İngiliz ve Fransız devrimlerinde restorasyonun sınıfsal gücü, toprak aristokrasisidir. Fakat öte yandan, restorasyona sosyal zemin hazırlayan, imtiyazlı aristokrasinin devrimle darbe yemesi sonucu ortaya çıkan köylü ve esnaf yığınlarındaki eşitlikçi özlemlerin burjuvazi tarafından hayal kırıklığına uğratılmasıdır. İngiltere’de devrimden toprak bekleyen köylülük, çitleme hareketiyle topraklarından sürüldü. Böylece, aristokrasi ile burjuvazi arasındaki dengede bir misyona sahip olabilecek köylülük, İngiliz devriminden sonra hızla tasfiye oldu. Bu, yarattığı bütün acılara rağmen, İngiliz devriminin üstün yanını meydana getirir. Burjuvalaşan lordlarla, burjuvazi, bu gelişime ayak uyduramayan kralcı aristokrasiyi, onun siyasi kurumlarım yeniden inşa ederken, aynı zamanda onların ekonomik ve sosyal temellerini eritip yok ediyordu.

Fransa’da devrimi “şehirli halk” başlattı, ancak geniş köylü yığınları ayakta tuttu. Jakobenler, devrimi Avrupa gericiliğine ve Bourbon hanedanına karşı korumak için kırlara ikide bir “daha çok tahıl toplamak için devrim ordularım” yolladıkça, köylülük Jakobenlerden soğumuştur.

Thermidorcu Konvansiyon 1794’de, Jakobenlerin dış ticaretin millileştirilmesi, emlak satışında küçük mülklülerin korunması, ilerleyen vergi, buğday fiyatlarında tavan uygulaması gibi tedbirlerini kaldırınca her şey şehirli halk aleyhinde hızla kötüleşti. Thermidor gericiliğine karşı çok geçmeden Parisli yoksullar ayaklandı. Konvansiyon basıldı, üyelerinden biri öldürüldü. Ancak, Fransa kırlarında hiçbir kıpırdanma olmadı. Buğday ticaretinde özgürlük ile ürününe el konulmasından kurtulan köylü, restorasyon için gericiliğe kırlarda dolaylı bir destek oldu. Kısa görüşlülüğüyle restorasyona sosyal bir zemin yaratan geniş küçük köylülük nedeniyle Fransız devrimi, İngiliz devrimine göre çok daha inişli çıkışlı ilerlemiştir. Monarşi dört kez yeniden inşa edilmiş, ancak “Beşinci Cumhuriyet” günümüze gelebilmiştir.

Fransız devrimi, İngiliz devrimi ölçüsünde radikal bir şekilde kırları süpüremediği için, en keskin iniş çıkışları yaşamak zorunda kalmış, burjuva gelişim daima geniş köylü yığınlarının frenlemesiyle boğuşmuştur. Elbette, İngiltere ilk olmanın muazzam avantajını kullanarak, dünyanın atölyesi durumuna gelebildiği ölçüde, köylülüğü fırtınalı bir şekilde kırlardan sürüp çıkartabilmiştir. Fransız devrimi yeni patlak verdiği yılda, İngiltere, Fransa’dan yirmi kat fazla üretim gücüne sahipti. Köylülük, Fransa’da aristokrasiye karşı devrimin yayını gerginleştirmiş, fakat ok yaydan fırladıktan sonra okun ardında salınarak, onu yavaşlatan bir ağırlık olmuştur.

Üretim ve mülkiyet ilişkileri açısından, restorasyon ne anlama geliyordu? Restorasyon yıllarında, başlıca iki yönde geriye dönüşler yaşanmıştır. İlki, devrimin “güzel günlerinin” yarattığı, Düzleyiciler ve Jakobenler’in damgasını taşıyan, şehirli halk tabakalarını ve küçük köylüleri kollayan eşitlikçi önlemler kaldırılmıştır. İkincisi, devrimin ilk doğal eylemi olan toprak aristokrasisinin topraklarına el konulmasının sonuçları, yavaş yavaş geriye alınmıştır.

“Bir çalışma, Cromwell’in Cumhuriyet Rejimi sırasında satılan mülklerin dörtte üçünden çoğunun Restorasyon döneminde yeniden eski sahiplerinin eline geçtiğini ortaya çıkarmıştır.” (34)

Fransa’da da başka türlü olmadı. “Restorasyon döneminde, Bourbonlar’ın yeniden iktidara gelip, bir Bourbon kralının, 1815’ten 1830’a kadar on beş yıl süreyle yeniden tahtta kaldığı ve eski toprak sahibi aristokrasinin yitirdiklerinin büyük bölümünü geçici olarak geri aldığı doğrudur. Bazı araştırmacıların tahmini, aristokrasinin, Devrim sırasında yitirdiği toprak biçimindeki mülklerinin yarısına yakınını yeniden ele geçirdiği yolundadır.” (a.y.) Ayrıca, X. Charles, mülkünden edilenlere 1824-1830 yılları arasında bir milyar frank tazminat ödemiştir.

Kaçınılmaz bir şekilde, tüm burjuva devrimlerinin esas sorunu: Kırlarda eski mülkiyet ve üretim biçimlerinin tasfiye edilmesi olmuştur. İngiliz ve Fransız devrimleri (elbette Amerikan devrimi de) bu ilişkilerin tasfiyesinde, tarihin gördüğü en radikal burjuva devrimleridir. Ancak, onların radikalliği bile, yücelttiği “aklın yolundan” gidememiştir. Kapitalizmin gelişim mantığı, topraktaki derebey rantını, kırlara sermaye akışında bir engel olarak görüp tasfiye etmeyi özlemiştir. Ancak, onun bu özlemi, kapitalist özel mülkiyetin kutsallığını zedelediği için, burjuva devrimleri özel mülkiyeti dokunulmaz kılabilmek uğruna, kaçınılmaz bir şekilde derebeyliğe şöyle ya da böyle haraç ödemek zorunda kalmıştır. Restorasyon yılları, bu haracın ödenme yıllarıdır. Toprakların doğrudan geri verilmesi ya da tazminat ödenmesi biçimlerini alan, ortaçağ ile kapitalizm arasında yapılan bu alışveriş, üretici güçlerin gelişme imkanlarını belli bir ölçüde daraltıyordu. Bu, açık bir gerçeklik olmasına rağmen, en az onun kadar açık olan bir diğer gerçeklik, devrimin yolunu açtığı kapitalist gelişimin sürmüş olmasıdır.

Restorasyon yılları, mutlak duraklama yılları değildir. Toprak sahipleri ve burjuvazinin uzlaşmasıyla, devrimci günlerin öne çıkarttığı halk kesimlerinin sahneden uzaklaştırılması ve “düzenin” kurulması yıllarıdır. Böylece, halk yığınları üzerinden yeni düzenin gerektirdiği biçimde sermaye birikimi garantiye alınmış olmaktadır.

Ancak, gerek İngiltere’de, gerekse Fransa’da restorasyonu yeni devrimler izlemiştir. Bu noktada, yine Fransız devrimi bütün radikalizmini sergilerken, İngiltere gürültüsüz, “ağır başlı” bir devrim yapmış1 tır.

“Ama 1660’da kurulu otoriteye pasif bir boyun eğiş vaaz eden aynı rahipler ve eşraf, 1688’de II. James bu kurumlan olduğu gibi alıp eski mutlakiyetçi monarşiyi geri getirme tehdidinde bulunduğunda onu tahttan indirmek için birleşti. James 1688 ‘Şanlı Devrimi’ ile ülkeden çıkarıldı. Bu devrim ‘şanlı’ idi, çünkü kan dökülmemişti, toplumsal bir kargaşa olmamıştı, ‘anarşi’ olmamıştı; devrimci-demokratik taleplerin yeniden canlanması olanağı yoktu”. (35)

Restorasyon yıllarında itibarı ve kısmen de malları iade edilen kilise ve toprak sahipliğinin aracılığıyla, geriye doğru gelişimin mantık sonucu olarak, kral, tümüyle eski düzeni inşa etmeye yeltenince, ne kilisenin, ne de toprak sahipliğinin artık eskisi gibi olmadığını, İngiltere’den kovularak anladı. Devrime karşı vaaz edilen “düzen”, eski düzen değildi.

Böylece, burjuvazi ve burjuvalaşan lordlar, restorasyon yıllarında “beyinsiz, öfkeli ve kanlı bir güruhun elinden” kralın ve kilisenin kutsallığını yücelterek kurtulurken, aynı zamanda da krala gücünün sınırlarını “şanlı devrim”le bildirerek restorasyon yıllarına son veriyordu.

İşler, Fransa’da bu kadar pürüzsüz gitmedi. Kralın 1830’lara gelirken eski toprak sahiplerine tazminat ödemesi, Bourbonlara karşı hoşnutsuzluğu, burjuvazi içinde de iyice yükseltti. 1830 Temmuz’unda Paris’te halk ayaklandı. Anayasal monarşi kuruldu. İktidarın merkezi, aristokratlardan zengin burjuvalara geçti. Ekonomik kriz devam edince, 1848 Şubat devrimi patlak verdi. Haziranda ise, Paris proletaryası ayaklandı, yenildi.

1850’lerle İkinci İmparatorluk başladı. 1870’e kadar geçen dönem, ekonomide atılım yılları oldu. Bununla birlikte, sendika ve grev hakkı geldi. İmparatorluğa muhalefet gittikçe yoğunlaştı. Mayıs 1870’de halkın büyük çoğunluğunun oylarıyla Üçüncü Cumhuriyet ilan edildi. Çok geçmeden yaşanan 1871 Paris Komünü, burjuva devrimine unutulmaz son uyarısını yaptı: Devrimin önündeki ortaçağdan kalan engeller cesaretle kaldırılmadığında bu görevi proletarya üstlenebilirdi. Bu uyarı, Fransız burjuva devrimini uzun iniş çıkışlarının sonuna getirdi.

Özetle, Fransa’da 1815-30 arası restorasyon dönemi, İngiltere’dekinden daha gerici bir dönemdir. Bourbon hanedanı, toprak sahipliğine eski imtiyazlarını verme çabası içindeyken, burjuva gelişimin yolunu iyice tıkamış oldu. Bu gidiş, 1830’da Paris ayaklanmasına ve 1840 devrimlerine kapı açtı. 1852 ile başlayan İkinci İmparatorluk ya da ikinci restorasyon yıllarında, artık iktidarın merkezinde burjuvazi vardı ve Fransa, bu yıllarda ekonomik olarak önemli adımlar attı. Son kalıntılar ise, 1870 devrimiyle tasfiye edildi.

İngiltere ve Fransa’nın Avrupa ortaçağından kapitalizme geçişi, hem devrimci atılımların, hem de restorasyonların yaşandığı bir geçiş olmuştur. Devrim fırtınası, yeni güçleri henüz hazırlıksızken sosyal gelişimin önüne itmiş, bu durum, peşinden sahneye eski aktörlerin çıktığı restorasyonları getirmiştir.

İlk kapitalizme geçişte, merkezi krallığın güçlü olmayışı, toprak sahiplerinin önemli bir kesiminin daha devrim öncesi burjuvalaşması ve hepsinden önemlisi, kırda köylülüğün hemen hemen tümüyle tasfiyesi, İngiliz devriminin güçlüklerini azaltmıştır. Devrim ve restorasyonun karşılıklı tepkileri, 1640’dan 1688’e esas olarak durulmuştur.

Fransa’da merkezi krallığın güçlü olması, İngiliz ekonomisine muazzam bir hız veren yün ticareti ve tekstil üretimi gibi bir olgunun olmaması, daha doğrusu şarapçılığın küçük köylülüğü süreklileştirmesi, Fransız devriminin güçlükleri olmuştur. Bu durum, devrim ve restorasyon biçiminde karşılıklı devinimi, 1789’dan 1870’lere kadar yaymıştır. İngiliz devriminin yaklaşık 40 yılda aştığı süreci, Fransız devrimi 80 yılda aşmıştır.

Restorasyonlar, siyasi olarak, krallıkların (eski biçimlerin) geriye dönüşüne, üretim ve mülkiyet ilişkileri açısından ise, toprak aristokrasisinin ekonomik imtiyazlarının yeniden tanınmasına denk düşmüş; ancak, burjuva ekonomik ilişkileri, bir yeraltı suyu gibi restorasyon döneminin toprağını oyup onu çökertmiştir.

İngiltere’de lordların kapitalistleşmesi ve köylülüğün hızla tasfiyesi, restorasyonun zeminini hızla ortadan kaldırmış; Fransa’da ise, güçlü aristokrasi ve geniş köylülük, devrimin radikal adımlarını engellemiş, restorasyon için geniş bir zemin yaratmıştır. O nedenle, Fransa, burjuva devrim dalgaları duruluncaya kadar, ardarda üç-dört devrim ve karşı devrim dönemi yaşamıştır.

Restorasyonun diğer önemli bir temeli, kapitalist üretimin o yıllardaki biçimi ve seviyesidir. Manüfaktür üretim, henüz üretici güçlerde ve üretim ilişkilerinde köklü değişimler yaratmamıştır, yaratamazdı da. Yalnızca eski lonca dönemi üretim araçlarının bir yere toplanması ya da evlere iş verilmesi, üretim biçiminde köklü değişimler getirmemiştir. Kapitalizmin manüfaktür dönemi, iki yüzyıldan fazla sürmüştür. 1800’lerin ortaları, artık fabrika dönemidir. İlk burjuva devrimleri, üretici güçlerin önünü açmış, onların gelişimi ise, kapitalist üretimi geri dönülemez noktaya getirmiştir.

İşçi sınıfı hareketi de, esas olarak fabrika dönemiyle birlikte başlamıştır. Böylece, restorasyona karşı en önemli sosyal güç şekillenmiş oluyordu.

Kapitalizme ikinci orijinal geçiş, Amerika’dadır. Amerika kıtasının Kuzeyi eski feodal ilişkileri tanımamıştır. Amerika’ya göçenlerin hemen hepsi, Avrupa’da kapitalizmin gelişmesinin açığa çıkarttığı “fazla nüfustur”. Dolayısıyla, bunlar zaten eski geleneksel ilişkilerinden kopuşarak Yeni Dünya’ya gitmişlerdir. Amerika’da üç gelişim birlikte yaşandı: Kuzey Doğu’da sanayi üretimi, Batı’da aile tarımı, Güney’de köleci plantasyonlar, Amerikan ekonomisinin sürekli birbirini etkileyen farklı yönleri olmuştur. Gelişen sanayiden hoşnutsuz kesimi Batı’nın boş toprakları çekmiş, böylece Amerikan sanayii fazla işgücü lüksü yaşamamıştır. Güneyin plantasyonlarıysa, ekonomik olarak pamuk ticaretiyle İngiltere’ye bağlı, yapı olarak oldukça stabil, işgücü açığa çıkartmayan yapılardır.

Sonuç olarak, Batı, köleci ilişkilerin daha kuzeye yayılmaması için; Kuzeydoğu ise, Birlik, (daha geniş iç pazar) ve serbest işgücü için Güney’e karşı konumdaydılar. Amerikan iç savaşı, hem güneyin ayrılma eğilimlerine son verdi, hem de plantasyon tarımını tasfiye etti, ancak plantasyon sahiplerini değil!

El konmuş ve terkedilmiş plantasyon toprakları, 40 bin zenciye dağıtılmıştır. Fakat çok geçmeden, bunların büyük bir bölümü eski sahiplerine iade edilmiştir.

Amerikan iç savaşı da, tüm plantasyonların tasfiyesini savunan “Radikallerini yaratmıştır. Ancak, bunlar iç savaş sırasında ve sonrasında hiçbir belirleyici güce sahip değildiler, Cumhuriyetçi Parti’nin ”Radikal” fraksiyonu olmaktan öteye gidemediler.

Neticede, kölecilik tasfiye edildi, ancak, plantasyon sahipleri yerlerinde kaldılar. İç savaşın bitimiyle “Batı’da radikal tarımcıların (çiftçilerin) ve Doğu’da radikal işçilerin yaylım ateşi altındaki Kuzey’in servet, mülkiyet ve ayrıcalık sahiplerinin partisi, mülksüz ve ezilen emekçi zenci sınıfın haklarını kolluyor gibi görünmekten de vazgeçmeye hazır bir konuma geldi.”(36) Cumhuriyetçi Parti, gerçekten iç savaş öncesi köleci Güney’e karşı yürüttüğü politikayla Batı’nın çiftçilerinin, zencilerin ve Doğu’daki sanayi işçisinin özlemlerine cevap vermiş oluyordu. Ancak, onların özlemlerini yerine getirmeye hiç de niyetli değildi.

“Güneyli Junkerler’in köle sahibi olmaktan çıktıkları ve kentin iş dünyasının davranışlarının büyük bir bölümünü benimsedikleri, Kuzeyli kapitalistlerin ise, radikal hoşnutsuzluk homurtularıyla yüzyüze geldikleri bir dönemde, tutucular arasında başvurulan klasik koalisyon olanakları doğdu. Böylece, “İkinci Amerikan Devrimi”ni tasfiye eden Thermidor sökün etti.” (a.y.)

Amerikan devriminin Jakobenleri hiç olmadığı için, onun Thermidor’u da bir özellik taşımaz. Sonuçta, Güneyde’ki kölecilik tasfiye oldu, ancak, köle çalıştıran toprak sahipleri yerlerini korudular.

“Önceleri ücretli emek kullanma yolunda bazı girişimlerde bulunuldu; ama bunlar, hiç değilse bir dereceye dek, zencilerin, ücretlerini işlerin durgun olduğu aylarda çekip, pamuğun toplanmasının gerektiği mevsimde ortalıktan kaybolmaları nedeniyle başarısız kaldı. Böylece, her yerde, plantasyoncuya işgücü üzerinde daha büyük bir denetim olanağı sağlayan ortakçılık sistemine geçildiği görüldü. Bu değişiklik çok anlamlıydı.”(a.y.) Amerikan’ın güneyinde Amerikan ortaçağından kapitalizme böyle geçildi. Ancak, unutulmaması gereken gerçeklik şudur; Güney’in köleci plantasyonları, ortaya çıktıkları günden itibaren, ticari tarım yaptılar. Onların, ortaçağ derebey toprak düzeniyle hiçbir benzerlikleri yoktur. Bu nedenle, Güney’deki ortakçılık düzeni, derebey düzeninden kapitalizme geçişte yaşanan sancılı dönemleri yaşamadı. Gelişkin Kuzeydoğu sanayii, Birlik sonrası Güney’e makina ve metalarıyla akınca, ortakçı düzeni hızla modern kapitalist tarım işletmelerine evrimleşti.

Amerikan devrimi, köklü aristokratik gelenek ve ekonomik ayrıcalıklarla dövüşmek zorunda kalmadığı için, Güney’in eski köle sahiplerinin gücü, bir restorasyon dönemi yaratmamıştır. Ayrıca, devrim radikal bir çözümle, Batı’yı örnek alıp, tüm plantasyonları işleyenlere -yani kölelere- dağıtmak gibi bir yol hiçbir zaman seçmediği için, devrim sonrası Güney’de büyük git-geller yaşanmamıştır. Sonuçta, Amerikan devrimi, bir restorasyon yaşamamıştır.

Kapitalizme üçüncü orijinal geçiş, biri Avrupa’dan Almanya, diğeri Uzakdoğu’dan Japonya’dır. Ayrı yanları unutulmamak kaydıyla her ikisinin ortak özelliği; eski egemen sınıfların iktidarında, toprak sahipliğiyle cılız burjuvazinin uzlaşmasıyla, uzun sancılı bir dönemden kapitalizme geçiştir.

Almanya’da Stein ve Hardenberg reformlarıyla (1806-1813) sertlik ilga edilmiştir. Ancak, serfliğin kaldırılması, Elbe’nin doğusunda (Prusya’da) Junkerlerin topraklarını genişletmeleri sonunu doğurmuştur. Elbe’nin batısında ise, borçlu köylüler yığınını yarattı ve “Yeni Dünya”ya kaçışı hızlandırdı. 1830’larda Orta Avrupa’da tekstil sanayii ve madencilik gelişmişti. Bankacılık, ilk adımlarını atıyordu.

Almanya’da radikal gelişme eğilimleri, ilk rüzgarı 1830 Paris ayaklanmasıyla Bourbon hanedanının yıkılmasından aldı. Liberal ve demokrat akımlar, filizlenip yayıldı. Liberaller anayasal monarşi isterken, Demokratlar bir Jakoben devrimi özlüyorlardı. Rüzgar kısa sürdü. Metternich, Alman Konfederasyonunu yeniden sağlamlaştırdı. Ancak, kapitalizmin çıkarları doğrultusunda adım atmaktan da geri durmadı. İlk kez federal prenslikler arasında “gümrük birliği” sağlandı. (1834)

Alman burjuva devrimi, ikinci ivmeyi de Fransa’dan almıştır. 1848 Şubat’ında Paris’te patlayan devrim, Mart’ta Almanya’ya ulaşmıştır. Mayıs’ta yapılan seçimlerle, laftan başka hiçbir şey üretememekle ünlü Frankfurt Ulusal Meclisi toplanmıştır. Gericilik, Avusturya ve Prusya’da Alman Federasyonuna karşı hazırlık yaparken, parlamento, devrimi koruyarak hiçbir pratik önlem almıyor, tartışmalarla hayati önemdeki zamanı tüketiyordu. Liberallerin, pısırık Alman burjuvazisinin, devrimi ilerletmek şöyle dursun, korumaya bile yetenekli olmadığı ortaya çıkarken demokratların da tek yeteneğinin gevezelik olduğu açığa çıkıyordu

1848 yazında, Avusturya İmparatoru, Bohemya’da devrimi bastırdı, İtalya’da kontrol altına aldı. Prusya’da ise, William IV gittikçe güçleniyordu. Aralık’ta Berlin Anayasal Meclisini dağıttı. 1849 baharında Frankfurt Parlamentosu, nihayet bir Anayasa kararlaştırdığında, devrim her yerde sona ermişti.

1850 ile Alman Thermidor’u -gericilik yılları- başlar. Ancak, ekonomide 1857 çöküşüne kadar belirgin bir gelişme olur.

1860’larda Avusturya’da mutlakiyet yenilir. İtalya ve Almanya’da yeniden mutlakiyet karşıtı hareketler canlanır. Gerici bakanlar federasyonlarda tek tek istifa eder. Ancak bütün bu gelişmeler yeni, bir devrimci patlamayı getirmez: Junkerler ile burjuvaziyi şahsında -daha doğrusu hükümetinde- uzlaştıran Bismark dönemini başlatır. Otuz yıl süren bu dönemde, kapitalizmin gelişimi, Prusya toprak aristokrasisi Junkerlerle tam bir uzlaşma içinde yürütülür. Bu dönem, Bismark’tan sonra da 1918 devrimine dek sürmüştür. Nasıl Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet’e, son uyarıyı Paris Komünü yaptıysa, Almanya’da cumhuriyetin yolunu çok kısa süre Berlin’e egemen olan 1918 proleter devrimi açmıştır.

Alman devriminde, İngiliz ve Fransız devrimlerinde henüz olgunlaşmamış olan proletaryanın sınıf olarak eylemliliği yaşanmıştır. Frankfurt Parlamentosunu yaratan 1848 devriminde, hem Fransa’da, hem de Almanya’da proletarya ilk kez silahı bir omuzundan diğerine aktarmıştır. Bu gerçeklik, Alman devriminin kaderini çizmiştir.

İngiliz ve Fransız devrimlerinde, üretim henüz manüfaktür temelinde olduğu için, önemli işçi hareketleri görülmez. Sanayi devrimiyle 1800’de fabrika üretimine geçen kapitalizm, ilk kez İngiltere’de Çartist işçi hareketini doğurmuştur.

Almanya’da kapitalizm, İngiltere’deki gibi iki yüzyıl manüfaktür dönemi yaşamak zorunda kalmamıştır. Kapitalizm, daha baştan, fabrika üretimiyle başlamıştır. O nedenle, 1848 devrimi, daha ilk adımda, Alman burjuvazisini proletarya ve Junkerler arasında kişiliksizleştirmiştir. Ona güç kazandıran, devrimin yukardan yürütüldüğü Bismark yılları olmuştur.

Sonuçta, Almanya’da kapitalizmin gelişmesi, Fransa’dan esen devrimin Frankfurt Parlamentosunda lafa boğulmasından sonra, adeta bitmez bir restorasyon dönemine girer. Radikal kopuşmalar ve uzlaşmalar biçiminde gelişme yerine, Almanya’da burjuva ‘‘devrimi”, bir kopuşma denemesinden sonra sürekli uzlaşmayla gelişmiştir.

Japonya, uzak doğunun bu adası, Avrupa’daki gibi devrim rüzgarlarından etkilenmeden bütünüyle kendi iç evrimini yaşamıştır. Japonya ile Almanya’nın kapitalizm öncesi sosyal yapısında en küçük bir benzerlik yoktur. Üstelik palazlanan Japon burjuvazisini toprak sahipliğiyle uzlaşmaya itecek hiçbir işçi eylemliliği yaşanmamıştır. Buna rağmen, Japonya’da kapitalizm, bütünüyle merkezi aristokrasinin güdümünde gelişmiştir.

Japonya’da kapitalizmin yolunu açan, Meici Hanedanıdır (1868-1912).

Sosyal yapı, hanedanın altında Daymyo (beyler), onun altında Samuray’lar -Osmanlılıktaki Dirlikçiler- ve köylülükten ibarettir. Meici Hanedanı başlarında, 266 Daymyo’nun, 2 milyona yakın da Samuray’ın olduğu bilinmektedir.(37)

Bu yapı, 1800’lerin ikinci yarısına gelindiğinde, orijinal, tarihten gelen özelliklerini artık yitirmiştir. Tarım ticarileşmiş, Samurayların askercil fonksiyonu giderek ortadan kalkmıştır. 1877 Satsuma Ayaklanması, Samurayların bu gidişe karşı son direnişi olmuştur.

Öte yandan, eski toprak düzeninin değişmesine karşı, Meici Hanedanının ilk on yılında 200’ü aşkın köylü ayaklanması yaşanmıştır. Bu ayaklanmaların pek çoğunda Samurayların köylülerle davrandığı açıktır.

1889’da ayaklanmalar son bulur. Mülk sahiplerine oy verme hakkı tanınır. 50 milyon nüfustan 460 bin kişi bu hakkı elde eder.

1900’lere gelindiğinde “tahtı kuşatan çevre, feodal ayrıcalıklarından vazgeçmeleri karşılığında kapitalistlere dönüştürülen eski feodal beylerden, az sayıda eski tacir aileden ve alt tabakalardan yükselmiş birkaç karun gibi yeni zengin tacir aileden oluşuyordu.” Daha “1880’de ulusal bankalardaki hisse senetlerinin yüzde 44’ünden biraz fazlası, çoğu eski Daymyo ve imparatorluk sarayının üyeleri olan bu yeni soylulara aitti.” (a.y.)

Meici Hanedanı, beylerden imtiyazlarını satın alıp, onları saray çevresinde yeni zenginler olarak tutarken, geniş Samuraylar kitlesini de süreç içinde tasfiye etmiştir. “Samuray kitlesinin küçük bir bölümünün iş ve politika dünyasında zengin ve güçlü duruma geldikleri kuşkusuz. Ama, birçoğu toplumsal yapıda tutunabilecekleri bir dala sarılıp, ellerinden ne geliyorsa onu yaptılar ve bu arada polis, komiser, subay, öğretmen, avukat, gazeteci, hatta çek-çek çekicisi ve adi hırsız oldular.” (a.y.)

Kırda ise, tarımın ticarileşmesi, eski geleneksel bağları radikal bir şekilde koparmadan, büyük toprak sahibi-kiracı çiftçi ilişkisine evrimleşmiştir. 1900’lerde, toprakların yarısı kiracı çiftçilerce işlenmektedir. 1938’de, bu durum hemen hiç değişmemiştir.

Japonya’da kapitalizm, neredeyse İmparatorluğun sosyal yapı iskeletini hiç değiştirmeden, onun kanallarında gelişip, bu kabuğa yeni bir öz kazandırmıştır. Bu nasıl olmuştur?

1860’lar dünyası, Kıta Avrupası’nda ve Amerika’da kapitalizmin kesin egemen olduğu bir dünyadır. Japon egemenleri, bu gelişimi uzaktan da olsa izliyorlardı. Adanın bu gelişmelerle doğrudan teması sınırlı kalsa da, dolaylı olarak bu genel gidişin etkisi altındaydı. Öte yandan, Japon toplumunda, Tokugova Hanedanlığı ile birlikte, 1600’lerde derebey savaşları son bulmuş; İmparator, Beyleri saraya çağırarak, genellikle onları sarayda tutarak düzeni sağlarken, bu “barış” ortamında güvenli ticaretin yollarını açmış oluyordu.

Benzeri bir yoldan, Osmanlılık, yarı-sömürgeliğe sıçrayabilmiştir! Oysa, Japonya artık ekonomik bir devdir.

Bu gelişimde önemli sebeplerden ilki, Japonya’nın emperyalizmin sömürücü alanına girmemiş olmasıdır. Adada emperyalizmi çekecek bir zenginlik yoktu. Bu, sermaye birikiminin dışarıya kaçışını engellemiştir. Esas önemlisi, antik medeniyetlerin kanını emen bir tefeci sermaye mirasına sahip olmamasıdır. Yukarı barbarlık geleneklerinin henüz güçlü olduğu, Samuray (Dirlikçi) gözetimindeki kollektif köy yapısının yaygın olduğu bir yapıdan kapitalizme geçiş başlamıştır.

“Meici yönetiminin erken dönemlerinde, ekonomik gelişme yönünde baş dürtü, hiç değilse resmen, o sıralarda tarım soyluluğunun yeni bir kanadının elinde bulunan hükümetten ve Tokugova döneminde pek çok şeyini yitirmenin acısını çekmiş, oraya buraya dağılmış samuray kökenli, yetenekli ve enerjik kimselerden geldi”, (a.y.)

Ticari tarımın gelişmesiyle, bir yandan dağılan geleneksel yapı, öte yandan ruhunu henüz kapitalizme teslim etmediği için, merkezi yapının yönlendirmesini tabana kadar ileten bir mekanizma işlevi görüyordu.

Ancak, Batı’da değişimin açık öncüsü olan burjuvazinin bu konumu, onu açıkça derebeylikle hesaplaşmaya itmiştir. Japonya’da ise, henüz “Samuray geleneklerinin” güçlü olduğu bir sosyal yapıda, kapitalizmin gelişmesi bambaşka sonuçlar doğurmuştur.

“Meici yönetiminin daha ileriki yıllarında bile, işadamları sınıfının konumu, toplumsal ve siyasal bakımdan hala, Japonya’yı yöneten elitin, ekonomik kökleri çağdaş endüstri dünyası içine kadar ulaşabilmiş olsa bile, kültürel kökleri tarımcı bir geçmişe dayanan elitin altındaydı. Toplumda işadamlarını aşağı gören tutum sürmekteydi. İşadamları, kamu görevlileri karşısında saygılı, bir kusur işlemişçesine bir tutum takınmayı sürdürdüler. Kamu önünde açıktan politikayla uğraşmaktan kaçınarak, etkili bir özel siyasal ilişkiler ağı kurdular, işadamları dünyasıyla politika dünyasının gereksinimlerini uzlaştıran başlıca düzenek rüşvet idi.” (a.y.)

Anlatılanlar, bize hiç de yabancı değil. Osmanlı devlet sınıfları katında, “tüccar takımı” hep aşağılanmıştır. Ancak, Osmanlılıkta tefeci-bezirgan sermaye üretime akmazken, Japonya’da merkezi yönetimin denetiminden çıkamayan sermaye üretimde yeni birikimler yaratmıştır.

Japonya’da kapitalizmin gelişimi, henüz güçlü olarak yaşayan yukarı barbar gelenekleriyle içiçe girince, toprakta kiracı çiftçiye dönüşen köylünün toprak sahibiyle, fabrikadaki işçinin işverenle ilişkisi ataerkil niteliğini korumuştur.

1870’lerde parlayıp sönen köylü ayaklanmaları dışında, yapının iç düzenini sarsan bir gelişme olmamıştır.

Neticede, Japon kapitalizmi, Samuray düzeninin kabuğu içinde gelişirken, adeta sürekli bir restorasyon yaşamıştır. İktidar ve siyasi yapı, çok tedrici olarak değişmiş; topraktaki yapı ise korunmuş, toprak sahipliği gücünü yitirmeden, II. Dünya Savaşı yıllarına kadar gelmiştir.

Sosyal tepkileri geleneksel yapı içinde sönümlendiren ya da sindiren düzen, en son 1915’lerde patlak veren köylü ve işçi hareketlerini milliyetçi örgütlenmelerle bastırmıştır.

Ancak, bu sosyal yapı, tam da kendine özgü başka bir tepki üretmiştir. “1932 yılında, bir Budist rahibin önderliğini yaptığı küçük bir genç köylüler grubu, Japonya’nın tarımsal sefaletinden sorumlu olan “yönetici zümre” üyelerini öldürmek için ant içmiştir. Köylüler, bazı önemli yöneticileri öldürmüş, ardından genç bahriye ve harbiye öğrencileri arasında, bu görevi sürdürmeye hazır takımlar çıkmıştır.” (a.y.)

Samuray geleneğiyle içiçe gelişen kapitalizm, Japonya’ya önemli adımlar attırsa da, kapitalizmin sermaye birikimine hizmet eden ataerkil kolektivizm, yığınların tepkisini sürekli sönümlendiren, geciktiren bir rol oynamıştır. Kır ilişkilerindeki düğüm, büyük toprak sahipliğini tümüyle tasfiye eden reformla, ancak II. Dünya Savaşı sonrası Amerikan işgal komutanlığınca çözülmüştür. En az 150 yıllık sancı olan kır ilişkilerini, Japonya’nın kendi iç dinamiği çözememiştir. Ataerkil ilişkilerin koruyucu çeperi içinde gelişen kapitalizm, böyle bir dinamizme 150 yılda varamamıştır. Amerika’nın yaptığı toprak reformu ise, Japonya ekonomisine yepyeni bir ivme vermiştir.

Almanya ile Japonya karşılaştırılırsa, her iki ülkede de kapitalizmin eski egemenlerin iktidarında yukarıdan inşası bir benzerlik göstermektedir. Ancak, benzerlik yalnızca bu kadardır. Almanya, Fransız devrim rüzgarlarıyla beslenmiş, merkezi aristokrasiden çok, bölgesel prensliklerin egemenlik çatışmasının yaşandığı dönemlerden kapitalist üretim ilişkilerine geçmiştir. Bu ülkede, Junkerler ile burjuvazinin uzlaşması yukarıdan devrimin ivmesi ve teminatı olmuştur. Japonya’da ise, bir uzlaşmadan çok, imparatorluk aristokrasisinin vesayetinde kapitalist üretim şekillenmiştir. Bu vesayet ve eski ataerkil geleneklerin canlı tutulması, kapitalist üretim ilişkilerinin gözeneklerine sinmiştir. Bu özellik, ancak 1970’lerden sonra hızla erozyona uğramıştır. O nedenle, Japon toplumu, artık, eskiden tanımadığı yepyeni sorunlarla yüz yüzedir.

Kapitalizme bu tarz geçiş, bir bakıma, sürekli restorasyonla birlikte yaşamak oluyor. Eski sosyal yapı radikal vuruşlarla tasfiye edilmediği için, onun özellikleri kapitalist üretim ilişkilerine yapışıyor, kaynaşıyor. 1870’lerdeki köylü ayaklanmalarından başka hiçbir sosyal devrim durumu yaşamayan Japonya’da, halk yığınlarında sorunlara karşı radikal tepkiler üretmek yerine, “kollektif uyum” genellikle egemen ruh hali olmuştur.

Ayrıca, Alman kapitalizmi nasıl manüfaktür döneminden geçmeden büyük bir hızla fabrika üretimine geçtiyse, Japon kapitalizmi de, hem kendi gelişim özelliğinden -imparatorluk aristokrasisinin vaseyetinde geliştiğinden- hem de dünyada kapitalizmin tekelcileşmeye başladığı bir dönemde kapitalist gelişmeye girmesinden dolayı, neredeyse doğrudan tekelci devlet kapitalizmi özelliği kazanmıştır. Gelişme yıllarında avantaj sağlayan bu özellikler, artık dezavantaja dönmeye başlamıştır.

Özetlersek, gelişmiş ülkelerde kapitalizme başlıca üç yoldan yaşanan geçişler, varılan sonuçlardan bakıldığında önem taşımıyor gibi görünebilir. Ancak, her yol, kendi özelliklerini adeta silinmez bir şekilde toplum yapısına kazımıştır.

Geçiş yolları, üretici güçler ve üretim ilişkileri üzerinde keskin izler bırakmıştır. İngiltere ve Fransa’da devrim, restorasyon, yeniden devrim gidişi, topluma sosyal olayların gidişine karşı canlı refleks gösterme yeteneği kazandırmıştır. Bu iki ülke, restorasyon dönemlerine yine birer devrimle son verebilmişlerdir.

Amerika, belirgin geriye dönüşler -restorasyonlar- yaşamadan ve kapitalizm-öncesi ilişkilerle boğuşmadan gelişmiştir. Bu gidiş, Amerikan toplumuna tükenmez bir “geleceğe iyimser bakış” özelliği kazandırmıştır.

Alman ve özellikle Japon gelişimi, sürekli restorasyon ya da kapitalizm-öncesi özellikleri yeni üretim ilişkilerine sindirme, bu toplumların, restorasyonun çürütücü etkilerinden kendi iç dinamikleriyle kurtulma yeteneklerini azaltmıştır. Almanya, I. Dünya Savaşı yıllarında, tümüyle savaş ortamının ve Rus devriminin etkisiyle patlak veren 1918 devrimiyle, radikal bir kopuşmayı denemiş, bunu yeterince yapamayınca, faşizm yaşamak zorunda kalmıştır. Japonya, yaşadığı sürekli restorasyonla özellikle kırlarda yüzyıllardır biriktirdiği sorunu, ancak Amerikan işgal kuvvetlerinin zoruyla çözebilmiştir.

Bir üretim biçiminden diğerine bir sıçrayışta geçilemiyor. Ancak, eski ve yeninin müzmin içiçeliği, çok daha korkunç sonuçlar doğuruyor. Alman, Japon ve hatta İtalyan faşizminin kaynağında, bir de bu yön vardır. Köklü Çevrimlerle yaşanan ilk kopuşmalar, eğer topluma değişim için gerekli ivmeyi kazandırabilmişse, ardından gelen restorasyon dönemleri, yeni kazançlarla açılabiliyor. Böyle köklü bir kopuşma yaşanmamışsa, eskinin ve yeninin içiçeliği, üretici güçleri geliştirse de, aynı zamanda onlarda hep çürük, eskiye ait bir yan bırakıyor.

Bu, en açık biçimde, Üçüncü Dünya’da kapitalizme geçişte görülür. Üçüncü dünyada emperyalizmin eli değmeden kapitalizme geçen hemen hemen hiçbir ülke yoktur. Ana özellikleriyle bu geçişleri ayrımlandırırsak, önümüze başlıca üç farklı gelişim biçimi çıkar.

Latin Amerika kıtasından, genellikle kent medeniyetlerinden (İnka, Maya, Aztek) ya da yukarı barbarlık konağından emperyalizmin talanıyla kapitalizme geçiş; Afrika’nın orta ve güneyinde aşağı ve orta barbarlıktan, yani ilkel komün kabile yaşamından kapitalizme geçiş; Asya kıtasında ve Afrika’nın Kuzeyinde antik medeniyetlerden (İslam, Hint, Çin) ya da “doğu feodalizmi”nden kapitalizme geçiş yaşanmıştır.

Bu geçişlerin hepsi farklı özellikler taşır. Dünyadaki son gelişmeler ışığında yeniden incelenmeleri gerektiğine inanıyoruz. Konumuz açısından, yalnızca bazı esas özelliklerle yetinmek zorundayız.

Emperyalizm, orta ve yukarı barbarlık konağındaki toplum yapılarını tümüyle altüst etmiştir. Afrika kabileleri, köle kaynağı haline geldikleri için, kabile savaşları hızlanmış, birbirlerini köleleştirmek için delice bir savaş başlatmışlardır. Kapitalizm, bu geri toplumlarla karşılaşınca, antik çağın köleciliği, bir kere daha “özgür ticaret” bayrağı altında, o günleri aratmayacak şekilde canlanmıştır. Avrupa’ya, daha çok da Amerika’ya milyonlarca köle pazarlanmıştır. Kölecilik, kapitalizmin kendinden önceki toplum yapılarından alıp canlandırdığı ilk kurum olmuştur. İkincisi, ise latifundia tarımıdır. Bütün Orta ve Latin Amerika kent medeniyetleri tam anlamıyla yağma edilmiş, yerliler ve Afrika köleleriyle, dev köle plantasyonları işletmeye açılmıştır.

Kapitalizm, Latin Amerika’da adeta ortaçağı yeniden inşa etmiştir. Köleler, uçsuz bucaksız topraklarıyla latifundialar, modern kapitalizmin Latin Amerika toplumlarına verdiği yeni biçim olmuştur.

Kapitalizm, henüz ticareti bile çok az tanıyan bu toplum yapılarını, kelimenin gerçek anlamıyla cin gibi çarpmıştır.

Öte yandan, daha ileri aşamada olan antik medeniyetlerle -Çin, Hint, İslam- karşılaştığında bunların oturmuş egemen yapılarına fazla dokunmadan, kapitalizmin meta ekonomisini bu ülkelerin kendi üretimlerinin aleyhine geliştirmiştir. Saray, tefeci-bezirgan sermaye ve toprak beyliğiyle kenetlenen kapitalizm, bu toplum yapılarında ancak çok ağır, sancılı bir değişime yol açabilmiştir.

Netice olarak, üçüncü dünya, kapitalizmin gerçek yüzünü yansıtan bir ayna gibidir. Nasıl, İngiltere, Fransız devrimine düşmanca davrandıysa, Amerikan iç savaşında Güney’in yanında yer aldıysa, üçüncü dünyada da modern üretimi geliştirmek kaygısını taşımamıştır. Modern teknik gelişim, daima kar tanrısına tabi olmuştur.

Günümüze kadar, geri ülkelerde kapitalist üretim ilişkileriyle, önceki üretim ilişkileri içiçe yaşamış ya da “eklemlenmiştir”. Siyasi olarak, diktatörlükler, ortaçağ mutlakiyetinin bir devamı olmuştur. Pinochetler, Markoslar, modern çağda geri ülke kraIcıklarıdır. Restorasyonlar, Üçüncü Dünya’nın neredeyse alınyazısıdır. Bu durum, üretici güçleri geriletmek bir yana, artık açıkça çürütmektedir. Geri ülkelerde, hem vurguncu egemenler, hem de yoksul ve işsiz kitleler farklı derinliklere doğru çürümektedirler.

Dünya ölçüsündeki konumu düşünüldüğünde, kapitalizm henüz yerkürenin büyük bir kesiminden, kendinden önceki üretim biçimlerini tasfiye edememiştir. Elbette, eski toplum biçimlerine dönüşler başlamayacak, ancak ileriye sağlıklı gelişimler olmayınca içiçe giren yapılarda çürümeler kaçınılmazdır. Toplumu geliştirme yeteneğini yitiren bir üretim biçimiyse, kaçınılmaz bir şekilde tasfiye olur.

Kapitalizme genel olarak baktığımızda; “büyük” burjuva devimlerinden sonra, emperyalizm ve sömürgecilik yıllarıyla dünya ölçüsünde bir restorasyon dönemine girilmiştir. Bu restorasyon dönemi, Rus devrimi, ardından Doğu Avrupa devrimleri ve ulusal kurtuluş savaşlarıyla sona erdirilmiştir. Daha sonra, yeni sömürgecilikle başka bir restorasyon dönemi başlamıştır. Eski üretim ilişkilerinin sömürge valilikleriyle tasasızca korunduğu yıllar bitmiş, dünya modern derebeyliği -uluslararası finans-kapital-, gelişmekte olan ülke burjuvazileri, yeni bir uzlaşmaya girmiştir. Dünya ölçüsünde üretim ilişkileri bu şekilde evrimleştiriliyor. Böyle bir yoldan, uzun ve sancılı yıllardan sonra Almanya ya da Japonya’nınkine benzer bir gelişim dünya ölçüsünde yaşanabilir mi? Buna gelecek cevap verecek.

Ancak insanlık, ne Almanya’nın ne de Japonya’nın sırf böyle bir evrimleşmeyle modernleşmediğini, her ikisinin de radikal müdahaleleri çağırmadan edemediğini biliyor. Kapitalizmin dünya ölçüsünde süren bu restorasyonuna ancak yeni devrimler son verebilir. Her şey, yeni sermaye birikimleri için dünya kırlarının -gerçek anlamda geri ülkeler tarımının- radikal değişimlere uğratılmasını zorluyor. Kapitalizm, gelişmesiyle kaçınılmaz bir şekilde yeni devrimleri çağırıyor.

Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş ve Restorasyon

Kapitalizmden sosyalizme geçiş, ilk kez Rusya’da yaşandı. İster istemez, bu geçiş, Rusya’nın bütün özgül koşullarını içinde taşıdı. Fakat aynı zamanda, ardından gelecek devrimlere bıraktığı önemli genel dersler oldu. Hepsinden öteye, yakın zamana kadar, sosyalizme geçişin sürekli ileriye akan bir süreç biçiminde gelişeceği düşüncesi yaygındı. Bazı sosyalist ülkelerde patlak veren hoşnutsuzlukları, aşılması gerekli gerici tepkiler olarak gördük. Akan olaylarla bugüne kadar gelen birikimin patlamasıyla, sürecin bambaşka bir yüzü daha olduğu açığa çıktı. Sosyalizmin gelişiyor göründüğü günlerde, geçmişte kalan kesintili, zorlu, hatta geriye dönüşlü zaman aralıkları gözlerden doğal olarak silinmişti; şimdi yaşanan çöküşle gözler ister istemez o dönemlere çevrilmektedir.

Kapitalizmdeki restorasyonla, sosyalizmde yaşanan arasında kaba benzetmeler yapmak soruna açıklık getirmemekle kalmaz, önemli yanılgılar da yaratabilir. Daha gerçekçi bir karşılaştırma yapabilmek için bilinen tarihi döneme, bazı başka yönleri öne çıkartarak yeniden bakalım.

“1917’de Rusya Avrupa tarihindeki büyük burjuva devrimlerinin sonuncusu ile proleter devrimlerinin ilkini yaşadı. İki devrim birleşerek tek bir devrim halini aldı. Bu eşi görülmedik birleşme, yeni rejime olağanüstü bir canlılık ve enerji kazandırdı; ama aynı zamanda şiddetli gerilim ve zorlamaların ve yıkıcı sarsıntıların da kaynağı oldu.” (38)

Çarlığın ve burjuvazinin tasfiyesinin çok yakın zaman dilimlerinde olması, devrimin oluşuna büyük bir ivme verdi. Fabrika üretimiyle proletaryanın sahneye çıkması ve güçlü Junker egemenliği, Alman burjuvazisini nasıl ürkekleştirdiyse, bu gerçeklik Rusya için on kat daha geçerliydi. Proletarya, çok kısa bir zaman aralığında, Rusya’nın iki merkezine yığıldı. Rus burjuvazisi, proletarya ve Çarlık arasında kişiliksizleşti; burjuva anlamda bile hiçbir reformu gerçekleştirme yeteneğinde olmadığım olağanüstü koşullarda sergileyince, proletarya ilk kez tarih sahnesine egemen sınıf olarak çıktı.

Ancak, iki devrimin içiçe sürmesi, proletarya devriminin tutunması açısından muazzam sorunlarla yüklüydü. Sovyet deneyi, bunun yarattığı “gerilimi” aralıksız yaşamıştır.

Savaş komünizmi yıllarını Fransız devriminin Jakoben yıllarına benzetirsek, ardından gelen NEP dönemi, Thermidor -gericilik- dönemine denk düşer. Fakat böyle bir benzetme, kaba bir analojiden öteye gitmez. Daha yakından baktığımızda, NEP yılları bir geri çekilme ve bu anlamda restorasyon yıllarıdır. Burjuva devrimlerinden farklı olarak, siyasi iktidar değişmemiş, ancak çarlığın eski bürokratları kaçınılmaz zorunluluklardan dolayı devlet aparatına geri çağırılmış; ekonomide, şehir ve kır arasında özgür ticaret imkanı tanınmıştır.

NEP dönemi, içiçe giren iki devrimin kopuşmasını hazırlamış, NEP’in bitişiyle proletarya devrimine burjuva Rusya’sından miras kalan görevler esas olarak geride kalmıştır. Bu, kapitalizmin bazı araç ve yöntemlerini kullanarak sosyalizmin kuruluşuna yol açma anlamında böyledir. Oysa NEP sonrası, büyük ölçüde gelişmiş ülkelerde kapitalizmin yaptıkları, sanayileşme ve tarımda modernleşme gerçekleştirilirken, bu sefer sosyalizmin araç ve yöntemleriyle kapitalizmin yapamadıkları tamamlanmıştır. Elbette, hiçbir zaman kapitalizmin yaşamadığı boyutlarda. “1926’da kentlerde yaşayanların sayısı ancak 26 milyondu. 1966’da ise bu sayı 125 milyona çıkmıştır. Sadece son on beş yıl içinde kent nüfusu 53-54 milyonluk, yani Britanya Adaları’nın toplam nüfusu kadar bir artış gösterdi… Amerika’da ise kentli nüfusun yüzde 60’a çıkabilmesi için tam bir yüzyıl geçmesi gerekmiştir.

“Sovyet kentleşmesinin hem hız, hem de ölçek açısından, tarihte bir benzeri daha yoktur.” (a.y.)

Amerika’nın savaş görmemiş verimli topraklarında yüzyılda katettiği yolu Sovyetler, savaş yıllarını ve yıkımını hesaba katarsak, otuz-otuz beş yılda katetmiştir. Bu, toplum yapısının değişiminde tarihin gördüğü en muazzam hızdır. Fakat bugün böylesine fırtınalı atılımın yalnızca avantajlar yaratmayıp, önemli zaafları da bünyeye kazıdığını daha rahatlıkla görebiliyoruz.

Tarihte, toplumların bir yapıdan diğerine böyle hızlı sürüklenişleri ardından tepkileri, restorasyon yıllarını getirmiştir. Aynı tepki, Sovyetler’de de 1966’larda Kruşçev döneminde açığa çıkmayı denemiş, fakat bastırılmıştır. Bastırılan bu tepki, Brejnev döneminde kılcal damarlardan tüm topluma yayılmıştır. Bir bakıma uykuya yatırılan, dondurulan restorasyon güçleri, çok daha birikmiş olarak, 1985’lerde tüm kuralları ve sınırlamaları bir kenara iterek açığa vurmuştur.

Sosyalist ülkelerde, özellikle Sovyetler Birliği’nde yaşanan restorasyonun nedenlerine ve muhtemel gelişmelerin irdelenmesine gelmeden, kapitalizmde yaşanan restorasyonlarla benzerlik ve farklılıklarını tespit edelim.

Sınıfsal planda, kapitalizmde yaşanan restorasyonlarda, eski düzenin egemen sınıfları uzlaşmayla ya da doğrudan yeniden iktidar gücünü ellerine aldılar. Bu geriye dönüş sırasında, halk yığınlarında genel bir ruh hali değişikliği, devrimin erken sonuçlarından duyulan düş kırıklığıyla, eski değerlere bir dönüş yaşanmıştır. Bu düş kırıklığı, İngiltere ve Fransa’da bir histeriye dönüşmüş, Prüten ve Jakoben “çılgınlıklar’, lanet yağmuruna tutulmuştur.

Sosyalizmde, yetmiş yıl sonra yaşanan restorasyonda eski egemen sınıflar yoktur. Hem toprak aristokrasisi, hem de burjuvazi köklü İm vekilde tasfiye edilmiştir. Aydınlar, bürokrasi ve hatta işçi sınıfı içinden çıkan kesimler restorasyona “öncülük” etmektedir. Ancak, bunların eski egemenlerle ne soy, ne de doğrudan bir düşünce mirası anlamında bağlantıları yoktur. Restorasyon süreci, kendini savunan “sınıfımı” da yine bu gidişi içinde yaratmaktadır. Bu nedenle kapitalist restorasyondaki eski egemenlerin yönetme alışkanlığından gelen “istikrar” görüntüsü, sosyalist restorasyonda yoktur. Öne çıkan güçler, dağınık, programsız cesaretsizdir. O nedenle, kendi ülkelerinde sağlam bir dayanak noktasından yoksun olduklarından, yeryüzü egemeni finans-kapitalin buyruğu altına girmek için iğrenç bir yarış içindeler. Halk yığınlarında ise, ruh hali olarak komünizme karşı histerik bir dönüş yaşanmaktadır. Heykellere saldırarak geçmiş bilincini inkar eden yığınlar, henüz yerine yengini koyamamışlardır.

Siyasal planda, kapitalist restorasyonda tam bir gericilik yavanmış, zaten restorasyon, esas olarak, devrimin ön plana çıkarttığı “baldırı çıplaklar”a haddini bildirmiştir. Sosyalist restorasyonda ise tervice, geçmiş dönemin ağır ve durgun siyasi havasının yerini, canlı, her kafadan bir sesin çıktığı tipik bir geçiş dönemi “özgürlüğü” almıştır. Hu çarpıcı farklılığın temelinde, kapitalizm ve sosyalizmin karşıt özellikleri yatmaktadır. Feodalizm de, kapitalizm de azınlık iktidarlarıydılar. Sosyalizm en deforme edilmiş haliyle bile, işçi sınıfı ve halk yığınlarının düzen içindeki fonksiyonunu sıfıra indirememiştir. Zaten restorasyon da “daha fazla sosyalizm” parolalarıyla başladı. Ancak, sosyalizmin kalitesi yükseltemedikçe, bu “özgür günlerin” uzun ömürlü olmadığını milliyetçi hortlamalar göstermektedir.

Mülkiyet ilişkileri açısından, kapitalist restorasyonda eski toprak sahipleri ya mülklerine kavuştular, ya da büyük tazminatlar aldılar. Ancak, eski sosyal imtiyazlarını geriye alamadılar. Bunların yerine kendilerine para ödendi. Sosyalist restorasyonda ise mülklerin iade edileceği eski sahipler yoktur. Bu sorun hala çözülememiştir. Ve sosyalist restorasyona tam bir kaos görüntüsü kazandıran gerçeklik budur. Devlet mülkiyetinin, halk yığınlarının aleyhine yağma edilmesi, yakın gelecekte derin komplikasyonlar yaratacaktır.

Genel ekonomik gidiş açısından, restorasyon dönemlerinde kapitalist ekonomi gelişmiştir. Yeni üretim ilişkileri ağır ve sancılı yollardan da olsa yerleşikleşmiştir. Sosyalist restorasyonda bu konuda henüz açık belirtiler yoktur. Egemen görüntü tam bir kaostur.

Restorasyonun genel nedenine gelince; kapitalizmde,  devrimin zoruyla yeni üretici güçler eski ilişkiler ağı içinde ilerleme ivmesini yitirince, gerileme başlamıştır. Sosyalizmde ise eski, radikal bir şekilde tasfiye edilmesine rağmen, uzun yıllar sonra restorasyon patlak verebilmiştir. Nedenlerini irdelemeye çalışalım,

“Eğer restorasyona karşı tümüyle etkili gerçek bir ekonomik garantiden, yani restorasyonu engelleyecek ekonomik koşulları yaratacak bir garantiden bahsediyorsak, o zaman şunu söylemek zorunda kalırız: Restorasyona karşı tek garanti, Batı’da bir sosyalist devrimdir. Gerçek ve kelimenin tam anlamında başka bir garanti olamaz. Bu koşul olmaksızın sorunun herhangi bir yoldan (belediyeleştirme, toprak dağıtımı vb.) çözümünde restorasyon yalnızca mümkün olmakla kalmaz, kesinlikle kaçınılmazdır da.”

“Mülkiyet ve tasarrufun tüm biçimleri altında, küçük mülk sahipliği daima restorasyonun sığınağı olacaktır.” (39)

Tarım sorunu tartışılırken, 1906 Stockholm kongresinde, Lenin böyle diyordu. Bugünkü restorasyonu Lenin’in bu tezleriyle açıklamaya çalışmak, sosyalizmin yetmiş yıllık deneyini hiç dikkate almamak, hatta restorasyonu, Batı’da bir sosyalist devrim olmadığı için alınyazısı olarak görmek olur.

Ancak, bu tespit bize, Bolşevik iktidarının küçük mülk sahipliğine karşı bütün bir kuruluş döneminde aldığı tavrı açıklar. Köylü, bir yandan kolhoz hareketiyle, öte yandan şehre göçle, oldukça kısa bir sürede tasfiye edilmiş, fakat onun alışkanlıkları, aynı çabuklukla yok olmayıp, Sovyet politik sisteminin ve toplum yaşamının bütün gözeneklerine sinmiştir. Küçük mülk sahipliğinin restorasyondaki payından söz edilecekse, artık bu, onun maddi varlığından çok, hala yaşayan ruhundan dolayı mümkündür.

Ancak, Çelik Bilgin aynı kanıda değildir: “Kapitalist restorasyon ise emperyalizmin kuşatma ve desteğinde, sosyalist ülkelerde kapitalizmi yeniden kurmak için başlatılan ve sürdürülen bir sınıf mücadelesidir. Bu mücadelenin liderliği, sosyalizmden soğumuş ve çok büyük bölümü sosyalist olmak yerine proletaryanın şiddeti karşısında sönmüş aydınlat tarafından üstleniliyor; dayanağı ise sosyalist toplumlarda kazınamayan küçük meta üreticileri ve küçük meta üreticisi sayılabilecek olan ‘kazanılmamış gelir sahipleri’ oluyor.” (40)

Küçük meta üreticileri belki “kazanama”mıştı, ama üretimdeki yerleri çok daraltılmıştır. Polonya dışında diğer ülkelerde, kırda ve şehirdeki varlıkları yüzde 5’i geçmemiştir. Bugün hala ayakta duran Küba’da tarımın yüzde 23,4’ü özel işletmedir ve Polonya’dan sonraki en yüksek orandır. Eğer, restorasyona maddi temel olarak yetmiş yıl sonra küçük üretim alınırsa, soruna sosyalizm-dışı, kapitalizmden gelen kalıntılar yönünden bakılmış olur ki, esas sorun; sosyalizmin kendi işleyişinin kusurları ve yetersizlikleri görülmemiş olur.

“Kazanılmamış gelir sahiplendin ekonomideki yeri, kaba tahminlere göre Sovyet ekonomisinin yüzde 25’i kadardır. Eğer, restorasyona hareket noktası olarak bunlar ele alınırsa, bu sefer de sonuçtan yola çıkılmış olur. “Kara ekonomi”, sistemdeki aksamaların, bozulmaların bir sonucudur.

Ç. Bilgin’in mantığıyla davranıldığında, ya “kazınamayan küçük üretim” abartılmak zorundadır, ya da sosyalizmin, ekonomide çok küçük bir yere sahip olan küçük üretim karşısında bile kendini sürdürme yeteneğinde olmadığa kabul edilmelidir.

Restorasyonun nedenleri konusunda bir diğer görüş, Troçkizm geleneğinden gelen, sorunu bürokraside odaklaştıran yaklaşımdır.

“Başlangıçta ve uzun bir süre bürokrasi hücrelerinde hayat bulduğu işçi devletinin temellerine hiç dokunmaksızın kendi maddi ayrıcalıklarını var olan yapı içinde sistemleştirmekle ve kodlaştırmakla yetinir.” Giderek, “kendini yeniden üreten bir kast niteliği kazanır.” “Ama bürokrasi hala bir hakim sınıfın, mülkiyete dayalı, sağlam temellere yaslanan konumuna ulaşamamıştı… İşte burjuva bölüşüm ilişkileriyle ilintimin (mülkiyetin) sosyalizme yönelik örgütlenmesi arasındaki çelişki hurda doruğuna ulaşır. Sonuçta, bürokrasi toplumda ayrıcalıklarını özel mülkiyet temelinde sağlamlaştırma eğilimi içine girer.” Ancak, bu eğilimini “açık bir restorasyon çabası olarak ortaya koyamaz. Çünkü işçi sınıfı, korkulu bir toplumsal güçtür.” Bulmacanın çözümünün tamamlanması için bir eksik nokta kalmıştır. Sungur Savran, oraya da “bunalım” kelimesini yazarak çözüme ulaşır: “Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki bunalım restorasyonist eğilimlerin belirtili bir biçimde ifade edilmesi”ne imkan yaratmıştır.”(41)

Yazar, “sonunda” özel mülkiyeti bayraklaştıracak bir bürokrasiyi baştan varsayarak, “mantıklı” bir akıl yürütmeyle baştaki varsayımını kanıtlar: Restorasyonun sosyal gücü, imtiyazlarını özel mülkiyet hakkıyla perçinlemek isteyen bürokrasidir!

Bürokrasinin bu yağmadan bir şeyler kapacağı açıktır. Ancak, bir bütün olarak bürokrasiye imtiyazlı bir konum veren, devlet mülkiyetini yönetme hakkıdır. Bu mülkiyet biçimi kalktığı an, bürokrasi de eski haliyle var olmaktan çıkar. “Bir kast olarak” bürokrasi böyle bir adım atarak neden intihar etsin?

Pratik süreçte, adeta bürokrasinin siyasi ruhu haline gelmiş Komünist Partiler iktidardan tasfiye oldular. Walesa, Havel ve Yeltsin’ler, bürokrasinin mabedinden çoktan koyulmuşlardı, şimdi hangi bürokrasiye yağmalaması için devlet pastasını sunuyorlar? Sovyetlerde, Gorbaçov’un özelleştirme reformlarını “sabotajlarıyla felce uğratan” bürokrasi, neden S. Savran’ın varsayımı doğrultusunda davranmamaktadır? Eninde sonunda devlet mülkünü yağmalayacak bir bürokrasi tablosu, restorasyon sorununun temeline inmiyor.

Zaten yazar, bürokrasinin yağmaya başlaması için iki koşuldan söz eder. Birisi, “burjuva bölüşüm ilişkileriyle üretimin (mülkiyetin) sosyalizme yönelik örgütlenmesi arasındaki çelişkidir. İkincisi, bürokrasiye, restorasyon talebini öne sürmesinde imkan sağlayan “bunalım”dır.

Sosyalizmde, yazarın sözünü ettiği “çelişki”, neden geriye doğru, yani bölüşüm ilişkilerindeki burjuva özelliğe bir de üretim ilişkilerinde özel mülkiyetin katılması yönünde çözülmüştür, fakat tersi yönde bir gelişim olmamıştır? S. Savran bunu açıklamıyor. Öte yandan, sosyalist ülkelerdeki bunalım nereden kaynaklanmaktadır? Eğer bütün bu sorulara her zamanki kolaylıkla, tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağı cevabı verilirse ve sorunların temeline bu yaklaşım konursa, bütün tartışmalar boşunadır.

Bir “bunalım” patlak vermedikçe, restorasyon talebini gündeme getiremeyecek olan bürokrasi, nasıl restorasyonun sosyal gücü olarak görülebilir?

Son olarak, D. Perinçek’in “geriye dönüşün ekonomik zemini”ne değinelim: “Üretim araçlarının esas olarak kollektifleşmesinden sonra bile, burjuva hukuku değişim ve bölüşüm alanında varlığını sürdürür… Tıpkı kapitalist toplumdaki gibi, emekçiler üretimden ’emeklerine göre’ pay almaktadırlar.” “Değişim ve bölüşüm düzleminde eski toplumun temelini henüz ortadan kaldıramamış olan sosyalizm kapitalizme geri dönüşün ekonomik mevzilerini bağrında taşımaya devam eder.”(42)

d. Perinçek totoloji yapıyor. Söylediklerine göre, sosyalizmin temel prensibi: “emeğe göre paylaşım”, aynı zamanda sosyalizmden geri dönüşün de temel zeminidir. Bu müthiş diyalektik, restorasyonu alın yazısı haline getirir. Çünkü proletarya diktatörlüğü oldukça kısa dönemlerde küçük üretimi tasfiye edebilir, oysa “emeğe göre” ilkesinin tasfiyesi, ancak emeğin karşılığını anlamsız hale getirecek bir üretim bolluğunda mümkündür.

O zaman da, D. Perinçek’in tezi garip bir demagojiye dönüşür. Söylenenler, “komünizme henüz geçilemediği için kapitalizme geriye dönüş zemini vardır” demeye gelir ki, bu mantıkla, yaşanan olayları aydınlatmak şöyle dursun, sosyalizmin tüm geleceği karartılmış olur.

Perinçek, “emeğe göre ilkesinin” henüz “burjuva hukuku” çerçevesinde kaldığını bir yerden okumuş, düz mantıkla burada geriye dönüşün temel zeminini bulmuştur. Oysa yaşanan sosyalizm pratiği, emeğe göre dağıtımın bozulduğu noktalarda, sosyalizmde üretime yabancılaşmanın başladığını göstermiştir. Kaba eşitçilik, ya da genel üretim düzeyinde verimsizliğin sürekli sübvanse edilmesi, emek harcamayı anlamsızlaştırmıştır.

D. Perinçek, ileri sürdüğü geriye dönüş zeminiyle, 1950’lerde birden nasıl bürokratik kapitalizme geçildiğini açıklamıyor. Emeğe göre ilkesi uygulandığı için mi “bürokrat kapitalistler” iktidarı ele geçirmiştir? Sosyalizmin en önemli hatası, kendi ekonomik işleyişinde henüz ücretli emek varolmasına rağmen, onu koşullandıran değer yasasının yok sayılması olmuştur. O zaman, ödenen ücretle, onun günlük yaşamdaki gerçekleştirilmesi arasındaki bağ kopmuştur.

Emeğe göre ilkesi, geniş yığınların oldukça uzun zaman alacağı anlaşılan üretimde yaratıcı yer alışına kadar, en önemli ivme verici güç olarak kalacaktır. Bu ilkenin manivela gücüyle verimlilik arttıkça, artık kendisi itici güç olmaktan çıkacaktır. Evet, sosyalizm, bu “bölüşüm” tarzını kapitalizmden almaktadır, ama kapitalistler olmaksızın. Dolayısıyla, toplumsal artı-değerin paylaşımında kar, faiz ve rant kriteri ortadan kalkınca, geriye “emeğe göre paylaşım” yolu kalmaktadır. Toplumsal artı-değerin böyle paylaşımı, tek paylaştırıcı kriterin emek haline gelmesi, aynı zamanda onun ölçü olmaktan çıkmasının ilk adımıdır da.

Bütün üretim birimlerinin kendi bölgesel, grupcul, kişicil bencilliklerinden kurtulamadıkları, üretkenlikte önemli farklılıkların henüz giderilemediği, işçi sınıfının üretimle ilgili kendi fabrikası dışındaki genel durumu rahatlıkla algılayamadığı ve çıkarların uzlaştırılıp ortaklaştırılmasında hala merkezi siyasi zora gerek olduğu müddetçe, değer yasası hükmünü sürdürecektir.

Restorasyon sorununa D. Perinçek gibi çok genel bir zemin koymak, konuyla ilgili hiçbir şey söylememek demektir. Yazar, “emeğe göre paylaşım” ilkesini restorasyonun zemini olarak görmekle, sorunu sosyalizme sürekli içkin hale getirmiştir. Restorasyon, neredeyse alınyazısıdır. Geriye bir tek ne zaman gerçekleşeceği kalmaktadır. Bu durumda, restorasyonun olması değil, olmaması yadırganabilir. O nedenle Perinçek, 1950’lerde zahmetsizce “bürokratik kapitalizmi” restore edebilmiştir.

Restorasyonda, küçük mülklülerin, “kara piyasa” kapitalistlerinin, bürokrasinin belli ölçülerde rolü olmuştur. Ancak, bunlar sistemin işleyişindeki başka daha temel bozulmaların bir sonucudur. Ya da başka bir yaklaşımla, restorasyona neden olarak “emeğe göre paylaşım” ilkesinin sürmesi gösterilirse, bu kısır bir düşünce çemberinde kalmak bir şey söylememek olur.

Kapitalizmdeki restorasyonlar, henüz eski üretim ilişkileri canlı ve eski egemen sınıfın belli ölçüde gücünü koruduğu ortamlarda sökün etmiştir. O nedenle, restorasyonların nedeni olarak, eski düzenden kalanlara bakmak, haklı ve anlaşılabilir bir yaklaşımdır. Sovyet iktidarı ise, henüz ilk dönemlerinde tehlikeyi küçük köylü üretiminde görmekte haklıydı. Aradan önemli yılların geçmesinden ve eski sınıfların ve küçük üretimin tasfiyesinden sonra, sorunun cevabını hala kapitalizmin günahlarında aramak, sosyalizmin kendi hatalarına gözleri kapamak olur.

Sosyalizmin gelişim sürecine baktığımızda; başlangıçta üretici güçlere devasa bir ivme veren planlama ve devlet mülkiyetinin, üretimin bir aşamasında -yaygın üretimden yoğun üretime geçişte- eski biçim ve yöntemleriyle, gelişmeye engel olmaya başladığı görülür. Planlama ve devlet tekeli çeşitlenen, zenginleşen ve daha hızlı yenilenmesi gereken üretime, sosyalist sistem ayak uyduramamıştır. Üretici güçlere, önceleri, kapitalizmin hiçbir zaman yapamadığı boyutlarda, topyekün ivme veren planlama ve devlet tekeli, zamanla üretim alanları arasındaki verimlilik farklarını azaltamayıp, hatta tam tersine, bu farkları bir bakıma sabitleştirerek, zıddına bir etkiyle, üretici güçleri motive etme gücünü yitirmiş, gelişime engel hale gelmiştir.

Bu sürecin detaylı bir çözümlemesi, sosyalizmdeki restorasyona daha dakik çözümler getirebilir. Sosyalist sistem bir bakıma, Lenin’in Kronştad ayaklanmasıyla NEP’e geçişi gibi, sonraki yıllarda, gerekli momentlerde kısmi restorasyonlarla, kimi tıkanan kanalları temizleyebilseydi, bugünün köklü çöküşüyle yüz yüze gelmeyebilirdi. Tıkanma noktalarında, planlama ve devlet mülkiyeti bazı “özgür” alanlar bırakarak, bu çatışmalı süreçten yeni bir kaliteye tırmanabilirdi. Oysa kartopu gibi sürekli büyüyen planlama ve devlet mülkiyeti, sonuçta kendi hareket alanını tüketmiştir. Pratik, gelişimin, sosyalist üretim ilişkilerinin inşasının, planlama ve devlet mülkiyeti biçiminde sürekli kendini üretmesi yolundan akmadığını göstermiştir. Koşulların zorladığı dev öne atılışların ardından kaçınılmaz kısmi geri çekilmelerin yaşanması, tarihsel gidişin kanunu olarak görünüyor. Bu nabzı elinde tutamayan siyasi öncüler ve toplum yapıları, çok daha zorlu birikimlerle boğuşmak zorunda kalıyor.

“Sistemimizin köklü yanlışı, özelin üzerinde genelin tam ve devasa egemenliğidir. Burada bütün mantıklı ölçüler altüst edilmiştir. Belki de, bizim ve tüm insanlığın sosyalizm deneyimizden çıkartacağı en eğitici ders budur. Bu ders, toplumun “sosyalizasyonunun” kesin ölçüsünün gözlemlenmesi gerektiğine dayanır. Bugün bizler için çok açıktır, aşırı sosyalizasyon yalnızca kapitalizmin yapısındaki olumsuz unsurları silip süpürmedi, aynı zamanda insanca ilişkilerin dayanak noktalarını tehlikeye düşürdü, zayıflattı. Onun başarısızlığına neden olan tamamen budur.” (43)

Kapitalizmin insanı çürüten bireyciliğinden kişiyi neredeyse yoka çeviren bir “aşırı sosyalizasyona” sıçrayışı, insanlık yaşamadan edememiştir. Kimsenin gözünden kaçmayacağı gibi, sosyalist ülkelerde şimdi sarkacın topu yeniden bireyciliğe salınmaktadır. Bu sosyal salınımlar yaşanmaksızın, insanlık gelişemez miydi sorusunu sormak anlamsız değildir. Üstelik, bu salınımların anaforunda yitip gitmemek, olaylar karşısında ağırbaşlı bir teslimiyet göstermemek için, bu soruyu sormak gerekir. Olanları “düzelterek” yeniden yaşamak imkansızdır, ama insanlığın gelecek adımlarında böyle uçtan uca salınımları alın yazısı olmaktan çıkarmak mümkündür.

Sosyalist ülkelerdeki restorasyon hangi noktalara varabilir?

“Bugünkü uyumsuz bileşim, derin bir hayal kırıklığı yaratmaktadır; ama işte bu yüzden de, devrimin sefaleti, insanların gözünde, onun ihtişamını gölgeleyebilir. Geçmiş devrimlerde bu, her zaman eski düzenin geri getirilmesiyle sonuçlanmıştır. Ama, böyle bir restorasyon, ona boyun eğen ulus için büyük bir gerileme, hatta bir trajedi demek olmuşsa da, belirli bir yarar sağlamamış da değildir: Devrimde hayal kırıklığına uğrayan bir halka, gerici almaşığın nasıl katlanılmaz bir şey olduğunu göstermiştir. Geri dönen Bourbonlar ve Stuartlar halka, geçmişe dönüş olmadığını, devrimin temel eserinin geri çevrilemeyeceğini ve geleceğe saklamak zorunda olduğunu, Püritenlerden, Jakobenlerden ya da Bonapartistlerden çok daha iyi öğretmişlerdir. Böylece, restorasyon, hiç farkında olmadan, devrimi ya da en azından devrimin temel ve akılcı kazanımlarını canlandırmış, yeniden ortaya çıkarmıştır”.

Böyle diyor I. Deutscher, Ekim devrimin 50. yıldönümünde kaleme aldığı “Bitmemiş Devrim”de.

Günümüzün Bourbonlarının, Stuartlarının, halka, devrimin kazançlarına sahip çıkma yolunda çok şeyler öğreteceği açıktır. Hatta bu sürecin çoktan başladığını söyleyebiliriz. Ancak, gelişmeler, devrimin temel ve akılcı kazanımlarını canlandırıp, “yeniden ortaya çıkar”tabilecek midir?

Kapitalizmde restorasyon feodalizme geri dönüşe varmamıştır. Ancak, tarih yine göstermiştir ki, bu geriye dönmeyişin kendiliğinden bir garantisi yoktur. Almanya ve Japonya’da yaşandığı gibi, restorasyonla birlikte ilerleme diyebileceğimiz bir durumda, insan üretici gücünün körce otomatlaşması, boyun eğmeyi özellik edinmesi, bu tarz ilerlemenin bedeli olmuştur. Öte yandan, kapitalizm, geri ülkeler alanında, kendinden önceki üretim ilişkilerini tasfiye etme güç ve yeteneğinde olmadığını göstermiştir. Dünyanın bu alanındaki müzmin restorasyon süreci, bir yandan üretici güçlerde inanılmaz boyutlarda israflara yol açarken, öte yandan, insanlığın çürümesi sonucuna varan bu gidişi havaya uçurabilecek patlayıcı maddeleri biriktirmektedir.

Sonuçta, sosyalizmde yaşanan restorasyonun sırf tarihsel bir analojiyle, devrimin temel kazançlarını canlandıracağını söyleyemeyiz. Bu kazanımlara sahip çıkacak, yalnızca bu yetmez, onları geliştirme ufkuna sahip sosyal güçler, örgütlü olarak tarih sahnesine çıkmadıkça, hangi sancılı süreçlerin yaşanacağını kimse bitemez.

Bu konuda, yakın geleceğe bakınca, belirsizlik, yığınlarda ise, kararsızlık egemendir. Ancak, bazı belirginleşen noktalar yok değildir. Sovyetlerde yapılan bir araştırmadan harekette kimi önemli sonuçlara varılabilir. (Tablo 1)

Tablo I

Sovyetlerde Halkın Toprak ve İş yeri Sahipliğine Karşı Tavrı

 

Özel Mülk Alanı Gerekli Diyenler Mümkün diyenler İzin verilemez diyenler Cevapsız
Küçük dükkan, atölye 28 45 17 10
Büyük toprak ve fabrika 6 16 58 20
Küçük toprak parçası 53 34 7 6
Problems of Economics, Mart 1991

Mülkiyetin restorasyonunda belirgin eğilim, hizmet sektöründe ve toprakta küçük mülkiyete büyük bir ağırlıkla olumlu yaklaşılmasıdır. Hizmet sektöründe özel işletmeyi olumlayanlar (gerekli ve mümkün diyenler) yüzde 73, tarım kesiminde küçük toprak sahipliğini olumlayanlar ise yüzde 87 oranındadır. Buna karşılık, büyük toprak ve fabrikada diyenler yüzde 73, tarım kesiminde küçük toprak sahipliğini olumlayanlar ise yüzde 87 oranındadır. Buna karşılık, büyük toprak ve fabrikada özel mülkiyete karşı olanların oranı yüzde 58, olumlayanlarsa yüzde 22’dir. Yüzde 20 gibi küçümsenmeyecek bir oranda da kararsız vardır. Restorasyonun bu ilk yıllarında halk içinde küçük mülke olumlu yaklaşılırken, büyük işletmelerde özel mülkiyet şimdilik benimsenmemektedir. Ancak şu kadarı çok açıktır; bu eğilim, şimdiye kadar kararlı bir davranış olarak politik mücadele alanına çıkmamıştır. Tam tersine, sahnede gürültü yapanların hepsi, sınırsız özel mülkiyetten yanadır ve olaylar, bu yönde akmaktadır.

Diğer önemli konu, pazar ekonomisine geçiştir. Bu konuda halktaki eğilimler oldukça ilginç bir dağılım vermektedir. (Tablo II)

Tablo II

Pazar Ekonomisine Geçişe Tavır
Nüfus Grubu Geçişi savunanlar Karşı olanlar Kararsız
İşletme yöneticileri, yönetici aparattaki işçiler 71 19 10
Yüksek eğitimli uzmanlar 68 28 9
Beyaz yakalı işçiler 46 42 12
Vasıfsız işçiler 30 6 64
Öğrenciler 74 11 15
Genel ortalama 52 28 20
(a.y.) Nisan 1991

 

İşletme yöneticileri ve uzmanlar arasında pazar ekonomisine geçişi savunanlar yüksek orandadır. Bir de öğrenciler, yani bu ülkelerin gelecek nesli, ağırlıkla pazardan yanadır. Beyaz yakalı işçiler ise, iki kutba savrulmuş görünüyor. İşletmelerin tepesinde bulunmasa da ekonominin gidişinden haberdar olabilen bu kesimin, neredeyse eşit ölçüde lehte ve aleyhte saflaşması, durumun genel belirsizliğinin en güzel ifadesi olsa gerektir. Öte yandan, özelliksiz işçilerden pazara geçişe karşı olanlar çok az iken (yüzde 6) büyük bir kitle (yüzde 64) kararsızdır, işçilerdeki bu dağılım, eskisi gibi gidermeyeceğinin, fakat buna karşılık, çıkılan yeni yola karşı da büyük bir güvensizliğin kanıtıdır.

Son olarak, bu gidişten beklenenlere bakalım. (Tablo III)

 Tablo III

Ülkenin Pazar Ekonomisi Temelinde Gelişimi Üzerine Düşünceler
Nüfus grubu Modern sosyalizme Kapitalizme İki sistemin En İyi Özelliklerini alan Bir Topluma İki sistemin En Kötü Özelliklerini alan Bir Topluma Kararsız
işletme yöneticilerive yönetici aparattaki işçiler 26 2 38 11 23
Yüksek eğitimli uzman 10 10 32 18 30
Beyaz yakalı işçiler 6 11 27 13 43
Vasıfsız işçiler 8 4 15 6 67
Öğrenciler 6 10 41 4 39
Genel ortalama 11 11 26 12 40
(ay.) Nisan 1991

“Modern sosyalizm”e gidileceğini düşünenler genel ortalamada yüzde 11 gibi düşük bir orandadır. Buna karşılık, işletme yöneticileri arasında bu düşünce ortalamanın üstündedir (yüzde26), Kapitalizme gidileceğini düşünenler ise, yüzde 2 gibi çok küçük bir azınlıktır. Umutlar başka bir alternatifte toplanmıştır: Sosyalizm ve kapitalizmin en iyi yanlarını alan bir toplum yapısına geçileceği umulmaktadır. Fakat bu konuda en yüksek oran öğrenciler arasındadır, iki sistemin “en iyi” yanlarının birleştirilmesini bekleyen gençlik oranı yüzde 41’dir. Ne kapitalizme ne de sosyalizme olumlu bakmayan gençler arasında kararsız kitle ise, oldukça yüksektir (yüzde 39). Vasıfsız işçilerin büyük bir çoğunluğunun (yüzde 67) kararsız olması, dönemin bütün özelliğini açıklamaktadır. “Modern sosyalizme” ya da kapitalizme eğilim duymayan işçiler, iki sistemin “en iyi” yanlarının birleştirilmesini biraz daha fazla (yüzde 15) ummaktadırlar, fakat kararsızlık en baskın eğilimdir.

Öte yandan, toplumun daha yüksek bilinçli kesimlerinde de (işletme yöneticileri, uzmanlar, beyaz yakalılar) kararsızlık oranının yüksek olması, yaşanan restorasyonun nasıl pek çok bilinmezle yüklü olduğunu göstermektedir.

Diğer dikkat çeken bir özellik, genel ortalamada kararsızlıktan sonraki en öne çıkan eğilimin, iki sistemin “en iyi” yanlarını alan bir toplum beklentisi olmasıdır. Bu sonuç, hiç de anlamsız değildir. Halk bilincinde sosyalizm itibar yitirmesine rağmen, kapitalizm de itibar kazanamamıştır. Genel olarak, ne modern sosyalizme gidiş, ne de kapitalizme geri dönüş isteniyor, her iki eğilim de yüzde 11’le sınırlıdır. Ancak, buna denk güçte bir karamsarlığın varlığı da gözden kaçırılmamalıdır. İki sistemin “en kötü” bileşimini bekleyenler yüzde12 oranındadır.

Bu yoklamalardan bir tek kesin sonuç çıkarılabilir: Eski tarzda gidilemeyeceği, ancak yakın gelecekle ilgili aydınlık bir düşüncenin olmayışı.

Sonuç olarak, yaşanan restorasyonda hangi noktalardan geriye dönülemeyeceğini belirlemeye çalışalım.

Siyasi olarak; Sosyalizmin dünyaya yaydığı özlemlerden şovenizme bir dönüş, Yeltsinlerin denediği gibi milliyetçiliği öne çıkartma çabalarının kalıcılaşma şansı çok zayıftır. Yaşanan olağanüstü değişken günlerde bu eğilimlerin geçici olarak güçlenmesi mümkündür, ancak sosyalizme alternatif olarak yaşama şansları yoktur. Öte yandan, demokrasi histerisi yavaş yavaş duruluyor. Batı’dan ödünç alınan parlamentolar, oylamalar hızla anlamını yitirirken, yerini bunlara karşı düş kırıklığına bırakıyor. Hiç şüphesiz ki, yığınların eski donuk, madalyalıların resmi geçidi haline gelen toplantıları da özlemediği açıktır. Geriye, şimdilik düzensiz ve örgütsüz de olsa, yığınların doğrudan eylemliliği kalmaktadır. Yapılan pek çok hatalara rağmen, politik yaşamda halk yığınlarının doğrudan davranışı ve inisiyatifi öne çıkmaktadır.

Sınıfsal olarak; restorasyonun açıkça bir kapitalistler sınıfı yarattığı ortadadır. Ancak, bu burjuvazinin iki temel özelliği, onun siyasi öncü bir sınıf konumuna tırmanmasını engelleyebilir. İlki, kapitalizmin doğuş yıllarındaki gibi bileğinin hakkına kendine yol açan bir sınıf olarak değil, devlet mülkiyetinin yağmasından palazlanan kişiliksiz, parazit bir sınıf şekillenmesidir. İkinci olarak, restorasyon burjuvazisi, aşırıca sinik ve daha doğuşunda emperyalizmin çanak yalayıcısı olarak şekillenmektedir. Restorasyon burjuvazisinin tüm umutları emperyalizme bağlanmıştır. Böyle bir sınıfın eski sosyalist ülkelerde rahatça egemenlik kurabileceğini düşünmek yanlış olur. Bu konuda sonucu şimdiden kestirmenin zor olduğu keskin bir sınıf savaşı sürecektir. Dolayısıyla, yaşanan restorasyonda iki süreç içiçe gelişecektir: Sınıfların (burjuva anlamda) şekillenmesi ve egemenlik savaşı. Bu sonuçlanmış bir süreç değil, tam tersine, önümüzdeki günlerde iyice yoğunlaşacak bir mücadeledir. İşçi sınıfı, yaşadığı düş kırıklığıyla, mevzilerini kolayca teslim edecek midir; yoksa gelişmelerde yalnızca arada tepki gösteren, ama inisiyatif alamayan bir konumda mı kalacaktır? Belirtilerin büyük çoğunluğu, eski sosyalist ülkelerde, kapitalist ülkelerdekilerin benzeri bir egemenlik ilişkisinin kurulamayacağını gösteriyor. Nasıl ki, kapitalizmdeki restorasyonda, toprak sahipleri her şeye rağmen burjuvaziyle uzlaşık davranmak zorunda kaldılarsa, eski sosyalist ülkelerde de işçi sınıfı, iktidarın ortağı olduğunu zaman zaman duyuracaktır. Batı’daki gibi kesin ve tartışmasız bir burjuva egemenliğinin şekillenmesi mümkün görünmüyor.

Mülkiyet yönünden; ekonominin bel kemiği olan büyük sanayide ve finans sisteminde özel mülkiyetin yeniden inşası, Macaristan’da bile hala aşılamamış büyük sorunlar yarattığına göre, mülkiyet sorununda tekelci finans-kapitalin inşası çok zor, hatta imkansız bir süreç olacaktır. Kapitalist ekonominin bel kemiği olan sürükleyici gücü dev tekeller, sosyalizmdeki restorasyonda en zayıf nokta, sürekli kanayan bir yara olacaktır.

Sonuç olarak, restorasyonun geriye doğru bazı sınırları vardır. Önümüzdeki günlerin pratiği, bu sınırları daha belirginleştirecektir. Ancak şu kadarı kesindir, işçi sınıfı ve halk yığınları ayağa kalkamayacak ölçüde yenilgiye uğratılmadıkça, bu ülkelerin hiç değilse bir kesiminde, restorasyon tamamıyla kapitalizme varamaz. İktidarların üstünde daima işçi sınıfının gölgesi olacaktır.

Restorasyonun ilk Teorik ve Siyasi Sonuçları

Yaşanan olayların yol açtığı siyasi ve teorik yeni yaklaşımlar, henüz şekillenmektedir. Öne çıkan bazıların, değerlendirerek yazımızı sonuçlandıralım.

İlki, iki sistemin karşıtlığının yanlışlığı üzerinedir.

“Eski geleneksel biçimleri altında, sosyalizm ve kapitalizmin topyekün karşıtlığının, yalnızca yıkıma yol açabileceğini yaşamın kendisi göstermiştir.”(44) Bugüne dek iki sistemin karşıtlığı yaşanmıştır; ancak, şimdi yaşanmakta olan, iki sistemin “dayanışması” değil, birinin yenilip yok olmasıdır. Kapitalizm ve sosyalizmin kıyamet dengesinin dünyayı, sürekli bir gerilim altında tuttuğu doğrudur. Ancak, aynı denge, insanlığın gelişimine zemin de hazırlamıştır. Bu gerilimin topyekün savaşla çözümü, insanlık için tam bir felaket olurdu. Fakat gerilimin sosyalizmin çöküşüyle çözülmesi, insanlık için daha az mı felaket olacaktır? Tüm insanlık, bunun böyle olmayacağını acı acı yaşamaya başlamıştır bile. Elbette, hiçbir durum sonsuza dek devam edemez, iki sistem arasındaki “denge” de edemezdi. Buradan hareketle, iki sistemin zıt karakterinin inkarına varılamaz. Oysa A. Yakovlev’in mantığı, kaçınılmazca o noktaya gitmektedir. İki sistem arasındaki zıtlık, biri diğerine dönüşmedikçe kalkamazdı. Şimdi olan budur. Netice olarak, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki gerilim, iki sistem yaşadıkça sürer. Ancak, bunun insanlık açısından bir felaketle sonuçlanmaması için taktik adımlar atmak bir şeydir, gerilimi kaldırmak adına sistemlerden birini yok etmek başka bir şeydir. Sosyalist olarak, iki sistemin karşıtlığından yakınmak, son tahlilde, kapitalizme karşı havlu atmaya varır. Restorasyonun ilk önemli siyasi sonucu budur.

İkinci öne çıkan olgu, sınıf çatışmalarının üstüne çıkarılan “insanlık değerleridir”. Perestroykanın başlarında “insanlık değerleri” kavramı, sınıf gerçekliğinin temel tespitlerinden kopuş için örtü oldu. Sonra aynı kavram, insanlık için yeni bir trajedinin yolunu açtı. Sosyalist ülkelerde çöküşler, milliyetçi çatışmalarda on binlerce insanın yıkıma uğraması, hep “insanlık değerleri” adına yapıldı. Son olarak, eski sosyalist ülkelerdeki sınıflaşma, yeni burjuvazinin doğuşu ve proletaryanın işsizliğe mahkum edilişi, yine sınıflar kavramından üstün “insanlık değerleri” adına gerçekleşiyor. Bu kavramı ve yaratıcılarını, olaylar daha şimdiden paçavra etmiştir. “İnsanlık değerlerine” (bu deyimi demagojiden uzak insanlığın tüm olumlu mirası olarak ele alıyoruz) kimsenin itirazı olamaz. Ancak, insanlığı, kültürüyle, siyasetiyle sistemden sisteme sınıflar taşımıştır. Burjuvazinin insanlığa verdiklerini inkar etmek kimsenin aklından geçmez, fakat artık burjuvazi tarihsel olarak bu misyonu yitirmiştir, işçi sınıfı, tarih sahnesine çıkarak insanlığın mirasını taşımıştır. Günümüzde insanlığı hangi sınıf ve tabakalar geleceğe taşıyabilir? Sorun budur. Sosyalizmin yaşanan krizine rağmen, insanlığı emperyalizm değil, işçi sınıfı ve geniş halk yığınları geleceğe taşıyacaktır. Böyle bir taşıyıcı olmaksızın, genel insanlık edebiyatı boş söze dönüşür.

Üçüncü sorun, sosyalizmin bir üretim sistemi olmaktan çok, bir ahlaki davranışa indirgenmesidir. “Sosyalizmi dünya çapında böyle görmek yerine, bireye indirgemek, bireyin ne kadar sosyalistleştiğine bakmak ve bunu da öyle sayılarla ifade etmek değil, daha çok da ahlak bakımından bireyin sosyalizmi yaşayıp yaşamadığına önem vermek gerekiyor.”(45)

Sosyalist sistemdeki restorasyondan ve özellikle sosyalist ülke insanlarının açıkça sosyalist değerlere saldırmasından sonra, böyle bir yaklaşıma yönelmek yadırganmayabilir. Ancak, sosyalizm, önce, bir siyasi-ekonomik sistemdir, bu sistem kendi ahlakını yaratabilir. Nitekim yapılan bütün propagandalara, düzenin bütün eğitim sisteminin sosyalizm değerlerine dayanmasına rağmen, bugüne kadar işleyişindeki bozulmalar, başka bir ahlak yaratmıştır. Kapitalizmin çürümüşlükleri, sosyalist akımları doğuruyor; ancak, sosyalizm iktidara geldikten sonra programında vaadettiği maddi temeli kurup işletemezse, bir sosyalist ahlak da yaratamaz. Öncünün sosyalist bilinç ve ahlakı, geniş kitlelere ancak her gün işleyen bir maddi sistemle aktarılabilir.

Sosyalizmin maddi temellerinin yıkılması, soruna ahlaki açıdan yaklaşımı öne çıkartıyor. Ancak, bu tipik bir yanılgıdır. İnsanlığa “iyilik” vaadeden ahlakçı yaklaşımlardan öteye gidilmelidir. Bu da ancak, sosyalizmin bir toplumsal sistem olarak insanlığın önünde bir adım olduğunun kavranmasından geçer. Son yıkılışlar, bunun tersini ispatlamadı, yeniden yıkılışa uğramamak için önümüze sağlam deneyler bıraktı. Bu ders, “sosyalizmi bireye indirgemek” ve “ahlak bakımından bireyin sosyalizmi” yaşamasını sağlamak değildir. Sosyalizmin insanlığa vaadettikleriyle, günlük pratik arasındaki tutarsızlığı kaldırmaktır. Günlük pratikteki aksamaları, sosyalist fedakarlığa vurgu yaparak aşmak, ancak bir noktaya kadar mümkündür. Geleceğe atılan beklentiler cisimleşmedikçe, o güne kadar şekillendirilmiş ahlak da çürümeye başlar. Sovyet insanının büyük sosyalist kollektivitesi, döneminin seviyesine göre yüksek sosyalist ahlakı, daha sonraki süreçte erozyona uğramıştır.

Sonuç

Ülkesinde Lenin’in heykelleri yıkılırken, insanlık yeni bir döneme giriyor. Rus devrimi, yoksul halkların umudu olmuştu. Şimdiki restorasyon, ya da “kadife devrimler”, insanlığa bir umut vermek şöyle dursun, emperyalizmi kutsayarak insanlığı aşağılıyor.

Sosyalizmin veremediklerini Batı’dan hemen alabileceğini umanlar, önlerine sunulan yüksek faturalarla yeni bir düş kırıklığına yuvarlandılar. Lenin’in heykelini yıkanlar, yerine Bush’unkini dikemiyorlar. Geleceğe yönelik hiçbir açık düşünceye sahip olamadıkları için, geçmişe o ölçüde hırsla ve kinle saldırıyorlar. Bu bilinç kopukluğunun çatlaklarına, şimdilik kapitalizmin değer yargıları en ham, en soysuz biçimde yerleşiyor. Ancak, günlük yaşamdaki her sarsıntı, bu bilinç altüstlüğünü zamanla yerleştirecektir.

Yakın gelecek, sosyalizm tehdidinden kurtulan emperyalizmin insanlığa kendi iç yüzünü bir kere daha, ama çok daha yaygın biçimde sergileyeceği yıllar olacaktır. O zaman, yeni acılarla öfkesini bileyen insanlığın üzerinde Ekim devriminin ruhu yeniden canlanacaktır.

Notlar

(1) Zbigniew Brezezinski, Büyük Çöküş

(2) Leonid Vasilyev, New Times, 1990-45

(3) Leonid Vasilyev, (a.y.)

(4) Doğu Perinçek, Stalin’den Gortoaçov’a

(5) Doğu Perinçek, (a.y.)

(6) Engin Erkiner, Emek, Ekim 1990

(7) Mehmet Gündüz, Bürokrasi ve Sosyalist Demokrasi

(8) Ali Fırat, Özgür Halk, Nisan 1991

(9) İstvan Meszaros, Doğu Avrupa Dosyası

(10) Boris Kagarlitski, Düşünen Sazlık

(11) Alec Nove, Uygulanabilir Bir Sosyalizm İktisadi

(12) Mehmet Gündüz, (a.y.)

(13) Doğu Perinçek, (a.y.)

(14) Boris Kagarlitski, (a.y.)

(15) Haydar Ersöz, Mülkiyet, Devlet, Parti

(16) Sungur Savran, 11. Tez-11

(17) Stalin, Sosyalist Ekonominin Meseleleri

(18) Vsevolod Kulikov, Social Sciences, 1990-4

(19) Vsevolod Kulikov, Economic Laws of Socialism. Soc. Sci. 1990-4

(20) Victor Kuznetsov, Soviet Reforms and Western Experience

(21) Sungur Savran, (a.y.)

(22) Ernest Mandel, Der dritte Weg

(23) Alec Nove, (a.y.)

(24) Victor Kuznetsov, (a.y.)

(25) The Economist, 11 Ağustos 1990

(26) Ernest Mandel, Beyond Perestroika

(27) Boris Kagarlitski, (a.y.)

(28) Doğu Perinçek, (a.y.)

(29) Vladimir Sagrin, Alexander Chubaryan, Highlighting Some Problems of World History, Soc Sci. 990-2

(30) Christopher Hill, 1640 İngiliz Devrimi

(31) Server Tanilli, Dünyayı Değiştiren On Yıl

(32) Server Tanilli, (ay.)

(33) Isaac Deutscher, Bitmemiş Devrim

(34) Barrington Moore Jr., Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri

(35) Christopher Hill, (a.y.)

(36) Barrington Moore Jr., (a.y.)

(37) Barrington Moore Jr., (a.y.)

(38) Isaac Deutscher, (a.y )

(39) Lenin, Cilt 10

(40) Ç. Bilgin, Toplumsal Kurtuluş, Mayıs 1990

(41) Sungur Savran, 11. Tez-10

(42) Doğu Perinçek, (a.y.)

(43) Georgi Shakhnazorou, Renewal, Sos. Sci. 1991-2

(44) Alexander Yakovlev, New Sociality, Born, New Times, 1990 Kasım

(45) Özgür Halk, Ali Fırat, Kasım 1990