AVRUPA’DA SOSYAL DEMOKRASİNİN EVRİMİ – Kemal SARUHAN

Çağdaş Yol, Sayı 7, Mayıs 1989

Batı Avrupa’da bugünkü sosyal de­mokrat partilerin kökleri, 1889’da ku­rulan II. Enternasyonal’e dayanır. Ora­dan da Marksizm’in 48 bildirgesine.

Komünist Manifesto, 1848-1850 yıl­ları arası bütün Avrupa’yı saran dev­rimci kaynaşma ortamında çığ gibi bü­yüyen ve yollarını burjuvaziden ayır­maya başlayan işçi sınıfı hareketinin ev­rensel program temelini ortaya koy­muştu. Manifestonun ilkeleri üzerinde örgütlenen Uluslararası İşçi Ligası’nın (I. Enternasyonal) dağılışından sonra, başta Alman proletaryası gelmek üze­re bütün Avrupa ülkelerinin işçileri, kendi ulusal partilerinde birleşmeye başladılar. Yoğun siyasa birikime ve devrimci savaş deneylerine sahip bu­lunan Alman proletaryası 1905 Rus Devrimi’ne kadar uluslararası işçi hare­ketinin liderliğini üstlenmiş durumday­dı.

İşçi eğitim dernekleri ve ligalar tar­zındaki eski devrimci örgüt deneyleri bir yana bırakılırsa, Alman proletarya­sının ulusal düzeyde yaygın faaliyet yü­rüten ilk parti örgütü, 1875’de Gotha’da kurulan Alman Sosyalist İşçi Parti­si olmuştur. Lassalle’cı görüşlerin etkisi altında reformcu bir programa sahip olan bu parti, Lassalle’ın Leipzig’de kur­duğu Alman İşçileri Genel Birliği ile Bebel’in önderliğindeki Marksistlerin Eisenach’ta kurdukları Sosyal Demok­rat İşçi Partisi’nin birleşmesinden doğ­muştur.

Ünlü anti-sosyalist yasa karşısında yer altına çekilmek zorunda kalan Al­man sosyalistleri, bu kez 1890 yılında Erfurt’da Alman Sosyal Demokrat Partisi’ni (SPD) örgütlediler. İşte, II Enter­nasyonal’in başını çeken SPD, bu şe­kilde doğmuş oldu. Kaynağını Mani­festo’dan alan parti programı, 1919 devrimiyle Alman İmparatorluğu’nun çöküşüne dek yürürlükte kaldı.

Diğer ülkelerde de sosyal demokrat adı altında örgütlenen sosyalistler, aralarındaki bütün ideolojik farklılaşmala­ra karşın ilk Evrensel Paylaşım Savaşı’nın patlak verdiği 1914 yılına kadar II. Enternasyonali bağlı kaldılar. Enternasyonal’in en etkili liderleri, Kautsky ve Bebel gibi kıdemli Alman Marksistleriydi.

***

Burada, sosyal demokrasi kavramı­nın o günkü tarihsel anlamına kısaca değinmekte yarar var.

İlk burjuva devrimleri çağında “ser­best ticaret” sloganıyla ayağa kalkan burjuvazi, feodal imtiyaz ve tekellere karşı ezilen sınıfları demokrasi ve cum­huriyet bayrağı altında toplamıştı. An­cak, cumhuriyet, demokrasi, eşitlik pa­rolaları, küçük üreticilerin hızla mülksüzleştirilip proleterleştirilmesine ve acımasız bir yoksullaşmanın yayılmasına yol açan serbest rekabetçi soygun eko­nomisinin politik terminoloji yaldızları haline dönüşmekten kaçınamadı.

Yasalar karşısında eşit sayılan ve si­yasal özgürlükleri ünlü devrim bildir­geleriyle teminat altına alınan yurttaş­lar, gerçekte bütün yasal hakların kul­lanımını ekonomik güç ve zenginliğin belirlediğini gördüler. Ezilen işçi sınıfı, burjuva özgürlüklerinin, emek sömü­rüsünden kaynaklanan toplumsal eşitsizlik karşısında nasıl bir kuru avutmacadan ibaret kaldığını acı acı yaşadı. Si­yasal eşitlik, toplumsal eşitlikle bütün­leştirilmeden, proletarya ve yoksul yı­ğınlar için salt biçimsel haklar manzu­mesi olarak kalmaktan, dahası, burju­va sınıf egemenliğini gizleyen incir yaprakları olmaktan öteye gidemezdi.

Burjuvazinin siyasal demokrasi ve eşitlik sloganıyla feodaliteye karşı yön­lendirdiği proletarya, bu kez silahları­nı burjuvaziye karşı yöneltmeye giriş­ti. 1848 Haziran Fransız Devrimi’nin kır­mızı bayrağında sosyal cumhuriyet, sosyal demokrasi ve bütün tarihsel kapsamını Sovyetler iktidarında bula­cak olan gerçek sosyal eşitlik slogan­ları yazılıydı.

O yüzden, denebilir ki, sosyal de­mokrasi, burjuva devrimleri çağında, kitlesel kalkışmaların yarattığı güçlü alt-üstlükler karşısında ürküp feodal geri­cilikle uzlaşan burjuvazi ile devrimi gerçek toplumsal eşitlik sağlanıncaya dek sürdürmeye kararlı olan proletar­ya arasındaki ayırt edici savaş parolası­dır.

***

Peki, nasıl oldu da proletarya hare­ketinin bu devrimci politik nitelendiril­mesi, uzlaşmacı-reformist burjuva po­litikacılığının bayrağı haline dönüştü? Bunun cevabı, 1890’larda Avrupa sos­yalist hareketini sarmaya başlayan, Sovyet Devrimi’nin son verdiği ideolojik kriz dönemi boyunca, II. Enter­nasyonal’e bağlı partilerin sosyal bur­juva partilerine dönüşmesinde yatar.

Sosyal demokrasi kavramı, sosya­lizm ve komünizm kavramları gibi pro­letaryanın en genel toplumsal hedef­lerini belirlemekle kalır. Bu nedenle, toplumsal hoşnutsuzlukların genişle­mesiyle sosyalizme katılan küçük bur­juva ve burjuva aydınlarının taşıdığı re­formcu ütopyalar, tam anlamıyla ide­olojik netlik kazanamamış proletarya hareketi içinde bazı işçi zümrelerini de etkisine alarak, kavramın bu soyut belirlemesi altında yer edinebilme olana­ğını bulabilmiştir.

Kapitalist rekabetin yıkıma uğrattığı küçük mülk sahipleri ve gündelik bur­juva yaşamın onulmaz sığlığı karşısın­da öfkeye kapılan mülk sahibi sınıfla­rın aydınları, gittikçe sosyalizm bayra­ğı altında toplanarak, kendi sosyal ku­runtu ve hayallerini de sosyalizm mücadelesine taşımışlardır. Henüz Leninist parti modelinin sıkı merkezi, disip­linli, homojen örgüt yapısına kavuşa­mamış olan işçi sınıfı partileri, devrim­ci Marksizm’in yönlendirici damgasını taşısalar da, Marksizm’in etki alanına girmiş çeşitli reformcu akımları da ken­di bünyelerinde toplamışlardır. Bu du­rum, sosyal demokrat partiler içinde, bilimsel anlayış ve ütopizm, devrimci tutum ve reformculuk arasında sürek­li çatışmalara neden olacaktır.

19. yüzyıl sonlarından itibaren, pro­letaryanın sınıfsal bünyesinde de de­ğişimler yaratan kapitalist dönüşümler üzerinde temellenerek yayılan reformcu akımlar, “eleştirel özgürlük” taleple­rini sinsice yoğunlaştırarak Marksizm’i kemirme kampanyalarına girişirler. Re­formculuğun yayılışı ve devrim merke­zinin Avrupa’dan Doğu’ya doğru kayı­şıyla dönekliğin pençesine düşen sos­yal demokrat partiler, kaçınılmaz bir çatlamaya uğrayarak, Sovyet Devrimi’nin anlayış çizgisine yönelmiş yeni tip proletarya partilerinin doğuşuna gebe kalırlar. Eski uluslararası proletarya bir­liği, döneklik ve reformizmin güdümünde gerçek bir “kocakarılar enternasyonali”ne dönüşmüştür.

***

Süreci daha yakından izleyelim.

Uzun mücadeleler sonucu açık sen­dikal ve siyasal örgütlenme ile genel oy hakkını elde eden Alman proletarya­sı, yasal planda büyük siyasal başarı­lar kazanır. İhtilalci sosyal demokrat parti, “yepyeni bir mücadele yöntemini” harekete geçirip “bir kurtu­luş aracına dönüştür”erek, oylarını 1871’den 1890’a artan bir hızla toplam oyların %25’i gibi oldukça yüksek bir düzeye ulaştırır.1

Kazanılan reformların sonucu olarak yasal planda hızlı genişleme ve parla­menter mücadele yöntemlerinin genel proletarya hareketi içinde kazandığı ağırlık, Engels’in, Marx’ın Fransa’da Sı­nıf Mücadele adlı eserine yazdığı ünlü önsözünün reformist bir yorumundan hareket eden yorulmuş pratik parti li­derlerini, Almanya gibi dünya milita­rizminin en korunaklı kalesinde, var olan yasal olanakları abartıp, bugün çok daha yakından tanıdığımız sosyal devrimi barışçıl yollardan gerçekleştirme yanılgılarına doğru sürükler. İşte, re­formcu kanadın sinsi etkinliğine olanak sağlayan da, yaşlı parti yöneticilerini saran bu safça pragmatizmdir.

Devrimci ilkelere pratik bağlılığın za­yıflamaya başladığı böyle bir ortamda, Lassallecı Gotha programından beri Alman sosyal demokrasisinin pratik kanallarında yer edinen “evrimci sosyalizm” anlayışı, Bernsteincı reviz­yonizm tarafından İngiliz burjuva sol­culuğunun Fabiancı cılklığıyla kaynaştırılarak yeniden hortlatılır.

Aynı dönem, Alman sendikal hare­ketinin olağanüstü güçlendiği, ulusal düzeyde örgütlenen sendikaların geniş mali fonlara sahip milyonlarca üyeli devasa örgütlere dönüştüğü yıllardır. Bu durum, yalnızca Almanya’da değil, kıtanın ileri gelen diğer ülkelerinde de, sendikal avadanlıkları ve büyük mali fonları yönlendirerek işçi hareketinin gündelik pratik akışını denetimlerine alan etkili bir sendikacılar zümresinin gelişmesine yol açar. Temsil ettikleri kitlesel, mali güçlerle sendika liderle­ri, pratik parti siyasetinin belirlenmesin­de gittikçe daha etkili hale gelirler.

90’lı yılların sonlarında, siyasal ha­reket içinde önemli güçlere erişen sen­dikacılar, “partiden bağımsız bir sendikal hareket” fikriyle ortaya çıkmakta, “pozitif iş” diye adlandırdıkları işçilerin pratik, güncel, basit sorunlarını ön planda tutan davranışları2 ile ihtilal­ci parti programından bağımsız bir gün­lük siyaseti parti faaliyetlerine ege­men kılmaya çalışmaktadırlar. Bu bakımdan, sosyalist mücadeleyi reformcu pozitivizme indirgeyen revizyonist akım, en büyük destekçilerini sendikal hareketin liderleri arasında bulacaktır. Sendikacıların eğilimlerinin ağır bastı­ğı 1906 Mannheim Kongresi’nde bu durum, ihtilalci kanadın üyeleri tarafın­dan, “revizyonizmin sendikalar içinde hortlaması” olarak ilan edilecektir.

Daha 1899 yılında toplanan Hannover Kongresi’nde parti çoğunluğu, ih­tilalci kanadın revizyonizmi mahkûm eden kararlarını desteklemişti. Ancak, devrimci mücadeleyi “kendi varlık nedenlerini inkâr etmek” olarak gören “sendikacıların genel tutumu, parti radikallerinin entelektüel fantezisi gibi görünen tahlilleri etrafında sürtüşme yaratmak yerine, somut sorunlar çık­tıkça bunları kendi tercih ettikleri yön­de ve sabırla partiye kabul ettirmek ol­muştur.”3 (abç)

Marksizm’in temel fikirlerini benim­sedikleri halde, devrimci programın gerçekleşmesini burjuvaziyle proletar­ya arasındaki günlük savaşımın değiş­ken pratik dengelerinde aramaya git­tikçe daha çok eğilim duyan parti yö­neticilerinin çelişkili pragmatik tutumu, partinin devrimci çizgisinde reformiz­min sinsice boy attığı derin çatlaklar ya­ratmış, bu nedenle “sorunların pek ço­ğunun nihai çözümü, yavaş yavaş da olsa, reformcu kanadın istediği yönde gerçekleşmiştir.”4

***

Revizyonizmin temel önermesi, Bernstein’ın şu sözlerinde ifadesini bu­luyordu: “Genel olarak sosyalizmin ni­hai hedefi olarak adlandırılan benim için hiçbir şeydir; hareket her şeydir.”

Sosyalizmin genel programatik amaç­larını reddedip, “pratik, güncel, somut sorunların çözümünü yegâne hedef haline getiren bu reformcu anlayış, Bernstein gibi Engels’in çok güvendiği yetenekli bir parti liderini Marksizm’e fütursuzca kılıç çekmeye götürmüştür.

Bernstein’a göre sosyal demokrasi, “artık eskimiş olan üsluptan kendisini kurtaracak cesarete sahip olabilmeli ve gerçekte neyse öyle görünmeyi kabul etmelidir: Demokratik, sosyalist bir reform partisi.”5 (abç)

Gerçekten de, reformizm ve ihtilâl­ci kanat arasında denge arayışlarıyla ip cambazına dönmüş Kautsky’nin opor­tünizmi ve parti bütünlüğünün korun­ması uğruna Rosa Luxemburg, Kari Liebknecht gibi ihtilâlci kadroların ödünsüz tavrını yumuşatmaya çalışan yaşlı Bebel’in “olgun ve ağırbaşlı prensip adamlığı”nda gizlenen beceriksizli­ği altında parti siyaseti, ağır ve sancılı bir ilerleyişle bu yöne doğru akmakta­dır.

Kautsky’nin Sosyal İhtilâl adlı ünlü kitabındaki tezleri ise, reformist ve dev­rimci kanat arasındaki ayrımları belir­sizleştirerek, son duruşmada reformiz­min gelişimine fırsat tanıyan uzlaşma arayışlarının teorik sonuçlarıydı.

Kautsky, devrimi politik ve sosyal devrim olmak üzere ikiye ayırırdı. Po­litik devrim, “siyasal iktidarın yeni bir sınıf tarafından fethi”dir. Sosyal devrim­se, politik devrimi izleyen hukuki ve si­yasi üst yapıdaki köklü değişimi belirtir. “Hukuki ve siyasi üst yapının her­hangi bir yoldan dönüşüme uğrama­sı geniş anlamıyla, özel yol ve yöntem­le (şiddet kullanarak) olması ise dar an­lamıyla sosyal ihtilâldir. Buna göre re­formcu sosyal demokratlar -geniş anlamıyla- sosyal ihtilâlcidir. Yalnız se­çim yoluyla da olsa işçi sınıfı partisinin iktidara gelmesi için çabaladıklarına göre, aynı zamanda siyasal ihtilâlci­dir.”6

Sosyal devrimi hukuki ve siyasi üst­yapı değişimlerine indirgeyen bu aşırı basitleştirme, aynı zamanda revizyonizmin dolaylı bir teorik aklanışıydı. Farklı nedenlerle de olsa bir günümüz sos­yal demokratı bile, Kautsky’yi reformist ve devrimci kanatlar arasındaki “zıtlı­ğın özünü kaçırmış olmak”la suçlarken kesinlikle haklıdır. “Aradaki fark, baş­vurulan araçların değişik olmasından ibaret ve basit olmayıp, iki farklı top­lumsal değişme, tarih felsefesi ve dün­ya görüşünü yansıtmaktadır.”7

Kautsky’ye göre devrim, altyapı iliş­kilerindeki kendiliğinden gelişimin ürü­nü olarak ortaya çıkar. Bu görüş, ka­pitalist bir toplumda üretici güçlerin sosyalleşme eğilimini etkileyen tarihsel ve dışsal faktörleri göz ardı ederken, devrimi altyapı ilişkilerindeki kendili­ğinden dönüşümlerin basit bir tamam­layıcısı olarak gösterir. Bunun doğal sonucuysa, “devrimin olgunlaşmış kriz­lerden ve büyük sınıfsal kopuşmalardan çıkageldiği” yolundaki Leninist te­ze karşı, devrim için kapitalizmin üre­tici güçleri gerekli olan olgun sosyal­leşme düzeyine eriştirmesini beklemek olacaktır. İşçi sınıfının kurtuluşunu “bu sınıfın giderek yoksullaşmasının değil, tam aksine, kendi ‘yaşam koşullarını giderek düzeltmesinin’ bir sonucu”(8) olarak gören Kautsky, buradan zo­runlulukla kapitalizmin gelişimini desteklemek gibi bir pratik siyasetin örül­mesi yoluna çıkacaktır.

Tekeller çağında kapitalizmin gelişim mantığıyla işçi sınıfının tarihsel çıkarları arasında ortaklıklar kuran bu anlayış, devrimi bilinmeyen bir geleceğe erte­leyerek sosyalist mücadeleyi “pozitif iş”e indirgeyen ve kapitalizmi reformlar yoluyla terbiye etmeyi amaçlayan uzlaşmacı tavrın ta kendisidir. Bundan sonra geri ülkelere “uygarlık taşıyıcı” bir ultra-emperyalizm tezine ilerleyerek, sosyal demokrat partiyi ulusal tekelle­rin saldırgan ve yayılmacı politikaları­na koltuk değneği haline getirmeye ça­lışmak, artık pek zor olmayacaktır.

Diğer yandan Kautsky, zoru sınıf mücadelesinin objektif akışından ko­partıp, “tüm hukuki ve siyasi değişme­ler için devletin zorlaması”na daraltıl­mış basit bir siyasi araca indirgeyerek, zorun kullanımını devrimci politikanın tamamlayıcı bir unsuru olarak gören Marksizm anlayışının dışına düşmüş olmaktadır. Zor araçlarının kullanımını bir tercih sorunu olarak görmek; işte bu “evrimci sosyalizm”in en köklü “revizyon” taleplerinin başında gelmek­tedir.

Kautsky, “şiddetin sosyalizmi soysuzlaştırdığı” kanısındaydı. “Sosya­lizmi, teröre başvurmak tuzağından ancak demokrasinin kurtaracağı” gö­rüşüyle, demokrasiyi bütün sınıf içeri­ğinden soyarak proletarya diktatörlü­ğünün karşısına çıkarttı. Bu durumda, “terörün engellenmesi” yollu çığırtkanlıklar, sosyal demokrat partinin Alman işçileri arasında baş gösteren devrimci arayışları engellemeye çalışmasından başka bir sonuç getiremezdi.

Bu tutumlarıyla sosyal demokrasi li­derleri, Bolşevik Devrimi’nin en haya­sız düşmanları haline geldikleri gibi, Spartakist Devrimin bastırılmasında Alman finans-kapitalinin sadık uygu­layıcıları olmaktan da utanç duymaya­caklardır.

***

Bernsteincı ve Kautskist fikirlerin, köklü bir partinin ideolojik rotasını de­ğişime zorlayan sınıfsal dayanakları ne­lerdir?

Avrupa’da kapitalizm, üretimin mer­kezileşmesi yoluyla teknik temelle­rini güçlendirmiş, ülke ölçüsünde de­rinlemesine, dünya ölçüsünde geniş­lemesine sömürü olanakları yaratarak emperyalizm evresine tırmanmıştı. Sö­mürgecilik yöntemleri ile geri ülkeler­den kapitalist anayurtlara akıtılan muazzam sermaye potansiyelleriyle bes­lenen yeni refah olanakları, işçi kitleleri arasında bu olanaklardan az çok yararlanabilen bir aristokratik zümrenin doğuşuna neden oldu. Sendika liderlerinin temsiliyle pratik siyasette ağırlı­ğını duyuran bu gelişim, işçi sınıfı için­de zümresel farklılaşmaların derinleş­mesine yol açmıştır.

Sosyal demokrat partilerin sınıf da­yanaklarında baş gösteren amorflaş­ma sonucu, Marksist teorinin şekilsizleşmeye zorlanması da kaçınılmazlaştı. İşçi sınıfı partileri, aristokrat işçilerin bencil çıkarları üzerine oturan sosyal anlamıyla dar zümre partilerine dö­nüşürlerken, kadrolarının sınıf köken­leri ne olursa olsun, Marksizm’den, uzaklaşmaları, onları sosyal burjuva politikalarının temsiline yöneltmiştir. İş­çi aristokrasisinin ideolojik kişiliksizliği, kapitalist toplumun çelişkin içyapısı­na eklemlenen işçi partilerinin, parlamentarizmin sığ sularında tavizkâr yal­palamalarla içten benimsedikleri kay­gan “kitle partisi” teriminde ifadesini bulmuştur.

İşçi aristokrasisi (işçi sınıfı değil), Kautsky’nin deyimiyle, “zincirlerinden başka kaybedecek çok şeye sahip”ti. Emperyalist kapitalizmin iç bayıltıcı “nimet”lerinden aldığı kölece zevkle ken­di tarihsel çıkarlarına yabancılaşan bu “işçi küçük-burjuvazi”, finans-kapital politikalarının işçi yığınları arasındaki temel dayanaklarını oluşturmuştur. Bu sosyal dönüşümün zoruyla kapitalizme kıyamaz hale gelen sosyal demokrat partilerin “demokratik” zafiyetleri, bur­juva kuyrukçuluğunun çok bilinen ih­tilal fobisinden başka neyi yansıtabilir­di?

Önce Marksizm toprağında türeyen kemirgen faaliyet, savaş yıllarının zo­runlu kopuşuyla Marksizm alanının dı­şına düştü. Kendilerini kapitalist düze­nin iç kıvrımlanışa hızla uyarlayan ye­ni sosyal demokrat partiler, 20’li-30’lu yılları tarihsel köklerinden gelen Mark­sizm etkilerini “seyreltme” çabasına ver­dikten sonra, yeni ideolojik kimlikleri­ni açıkça tanımlayabilme cesaretini ka­zandılar. Tanımlama, SPD’nin 1956 Bad Godesberg toplantısında kesin şeklini aldı: Avrupa finans-kapitalinin sol kanat politikacılığı!

Öyle ya, kapitalizme kıyamayan, onu reformlar yoluyla terbiye edip insanileştirmeye çabalayan bir zihniyet, kendi ütopik “tercih”lerini, tarihsel de­terminizmin baskısı altında zavallıca kaydırmalara uğratmaktan başka şan­sa sahip olabilir miydi? Kapitalizme kıyamayış, onun egemen tekelci man­tığını açıkça benimsemekten başka so­nuç getiremezdi.

***

Kapitalizme kıyamayan reformcu anlayış, kendini teorisize etmek yolun­da öncelikle tarihsel akışı belirleyen nesnel zorunluluk yasalarından anla­yış ve bağışlanma dilemek zorundaydı. Çünkü sosyalizm, sosyalist kişilerin iyi niyetlerinden bağımsızca ilerleyen tarihsel evrimin yaman diyalektiğinden kaynaklanır. Üretici güçlerin sosyalleş­mesi ve mülkiyetin bireyselleşmesi ara­sındaki karşı konulmaz çelişkinin zo­runlu çözümü olarak ortaya çıkar.

Reformizmin ilk işi, düşünce katın­da sosyalizmi bir zorunluluk olmaktan çıkarıp, seçmenler çoğunluğunun ter­cihlerine dayalı bir tarihsel olasılık ha­line getirmek oldu. Nesnel zorunluluk kategorilerinin subjektif tercihlere indir­genmesi tarihsel maddeciliğe sığdırılamayacağından, revizyonizm, tarih ya­salarından göremeyeceği “anlayışı” Marksizm’den talep etmek durumun­daydı. Özgürlüğü zorunluluğun bilinci olarak kavrayan Marksizm’in tersine, zorunluluğun (dünya devrimci krizinin) baskısından kurtulmakta arayan sosyal demokrat teorisyenler, gerçekte “dö­nekliğin dayanılmaz ideolojik hafifleme” (nam-ı diğer “eleştiri özgür­lüğü”) eğilimini devrimci teorinin kar­şısına çıkartıyordu.

Sosyalizmin bir subjektif tercihe in­dirgenmesi, sınıf mücadelesinin “kahredici” zorunluluklarından yan çi­zen işçi aristokratlarının sınıf sorumsuz­luklarına buldukları yegâne teorik kılıf olmuş, böylece, 19. yüzyıl başlarında­ki nesnel yetersizliklerle mazeretli üto­pik anlayışlar, revizyonizmin gerici soysuzlaştırmalarıyla yeniden piyasaya sürülmüştür.

Reformizm, tarihsel maddecilik an­layışını reddetmekle, idealist felsefenin “kurutulmuş bahçelerinde” umutsuz bir gezintiden kaçınamazdı. Nesnel zorun­luluk yasalarının reddi, doğa ve top­lum yasalarını bilemeyeceğimizi vaze­den Kantçı agnostisizmde mantıksal dayanaklarına kavuştu. (Bernstein, Karleby vd.)

Ünlü İsveçli sosyal demokrat Wigforss da “sosyalizm asla bilimsel olarak kanıtlanamaz; o, gerçekleştirilebilecek olan bir idealdir”(9) derken, aslında nesnel zorunluluk yasalarını, varsa bi­le kanıtlanamaz saymakta ve onun kar­şısına tarihsel-toplumsal belirlenimle­rinden yarı yarıya soyulmuş insanın “özgür iradesini çıkarmaktaydı.

Sosyalizm bir tarihsel zorunluluk ol­maktan çıkartıldığı ve seçmenler ço­ğunluğunun tercihlerine indirgendiği anda, tabii ki hareketi evrim-birikim/devrim-sıçrama süreçlerinin karşılıklı dönüşümü ve bütünlüğü olarak kav­rayan materyalist diyalektik de önemi­ni yitirecekti. Mademki sosyalizm, toplumsal gelişmenin zorunlu bir konağı değil, çoğunluk tercihlerinin barışçıl, bi­rikimiyle elde edilebilecek bir olası dö­nüşümdür, o halde hareketin devrim konağına hiç uğramadan, kendi ilerleyişiyle sürekli kendisini besleyen bir ev­rimin düz çizgisinden başka bir şey ol­madığı görüşü de, diyalektik anlayışın karşısında biricik “bilimsel” gerçeklik olarak benimsenecekti.

***

Kapitalizmden sosyalizme sınıf sava­şına başvurmadan, uzlaşmalar yoluy­la tedrici geçiş ve hatta üretim araçla­rının tümüyle sosyalleştirilmesi gibi ana programatik talepler, 50’li yıllara dek soyut ilkesel hedefler olarak yürürlük­te kalsalar da, sosyal demokrat parti­lerin uzun yıllar kapitalist ekonomile­rin yönetiminde bulunmaları ve tekel­ci devlet yapısıyla içli dışlı oluşları, kıs­men geçmişten gelen Marksizm etki­lerini yansıtan bu özü boşaltılmış ilkelerden geriye yalnızca pragmatik uzlaş­ma siyasetini bırakarak kökleştirmiş, bütün ideoloji tartışmaları, bu ana siyaset karakteristiğinin çevresinde yürütülmüştür.

Kuşkusuz, toplumsal eşitsizliğin ka­pitalist toplumun sosyal sınıf yapısına dokunmadan giderilebileceğine ilişkin reformist görüş, sömürü kavramına ye­ni burjuva yorumları getirilmeksizin temellendirilemezdi. Nitekim, Bernstein’dan başlamak üzere sosyal demokrat teorisyenler, Marx’ın artı-değer teori­sinin soyut kategorik bir açıklama getirmekten öteye gidemediği, bunun tek tek metaların ekonomik analizinde en küçük bir teorik olarak sağlamadığı gö­rüşünde birleştiler. Sömürünün kayna­ğını meta üretiminin kendisinde değil, yaratılan toplumsal değerlerin bölüşümünde aramak gerekiyordu. Buradan kalkılarak, toplumsal eşitsizliklerin mül­kiyet sorununda düğümlendiği yolun­daki temel sosyalist anlayış terkedilecek, Bernstein’ın “üretimde değil, pay­laşımda sosyalizm” ilkesi, sosyal de­mokrasinin pratik siyaset, amaçlarının ana teorik belirlemesi halini alacaktır.

Bu anlayış, kapitalist bir toplumda bütün adaletsizliklerin kaynağını oluş­turan artı-değer sömürüsünü gözler­den gizleyerek, gelir dağılımının “hakça” düzenlenişiyle, ya da başka de­yişle, emekçi sınıfların toplam ulusal gelirden aldıkları payın kısmen yüksel­tilmesiyle sosyalizmin gerçekleştirilmiş olacağını vazetmektedir. Gerçekte ise böyle bir görüş, toplumsal adaletsizlik­lerin kapitalizmin kökensel yapısıyla bağıntısız, giderilebilir arızalar olduğu­nu belirlemekle, kapitalist sömürünün sivrilmiş aşırılıklarını törpüleyerek, dü­zenin kendisini aklayıp şirinleştirmekten öte bir anlam taşıyamaz. Kapitaliz­me kıyamayanlar, onu şirin gösterme­den bir adım bile atamazlardı.

“Ulusal gelirin adil bölüşümü”nde kullanılan klasik araçlar nelerdir?

Gelir düzeyine göre artan oranlı ver­gilendirme politikaları, işsizlik sigorta­sı ve sosyal güvenlik harcamalarına ayrılan kamusal fonların arttırılması, sağlık, eğitim, barınma vb. gibi genel refah düzeyinin yükselişine hizmet eden kamu yatırımlarına yönelik harcamaların yükseltilmesi, devlet kredi olanak­larının dengeli dağılımı, reel ücret had­lerinde sağlanan artışlarla çalışanların satın alma güçlerinin geliştirilmesi vb.

Sosyal demokrasi, ulusal gelirin dengeli bölüşümünde kullanılan bu klasik araçları, ekonomik kaynakların planlı kullanımı, hızlı sanayileşme ve ekonomik büyüme, tam istihdam, ko­operatif ve sendikal örgütlenme hak­larının geliştirilmesi, klasik burjuva de­mokrasisinin yaygınlaştırılarak yasal güvenceler altına alınması gibi, kendi­sini diğer burjuva partilerinden ayıran geleneksel politikalar çerçevesinde ele almaktadır.

Bu reformcu-pragmatik kavrayışın, finans-kapital egemenliğiyle işçi sınıfı­nın güncel çıkarları arasında bir den­ge ve uzlaşma arayışından kaynaklandığı çok açıktır.

Marx, daha 1850’lerde, kapitalizm koşulları altında kalındığı sürece, ser­mayenin gelişiminin işçi sınıfının gün­lük çıkarları açısından tercih edilir bir durum olduğunu, bunun işçiler için ka­pitalist sömürüyü en azından katlanı­labilir hale getirdiğini belirtmişti. Ama üretim anarşisinin doğurduğu devresel krizlerin kaçınılmazlığı, kapitalist büyü­menin gittikçe kısalan periyodlarla tı­kanmasına yol açarak, refah olanaklarındaki artışın yerini yoğun bir işsizlik-sefalet dalgasına bırakması ile sosyal devrim olanaklarını da yaratır. Yani, iş­çi sınıfının günlük çıkarlarının istikrarlı tatmin araçları, bizzat kapitalizmin ken­di içsel dinamikleri tarafından yok edi­lir.

Ancak, emperyalizm çağında kapi­talizm, sömürge talanından elde edi­len muazzam sermaye birikimiyle, bü­yüme ve sanayileşme güçlerini arttır­dığı gibi, kendi iç bunalımlarını geri ül­kelere aktararak hafifletebilme olanak­larını da yaratmış oldu. 60’lı yılların “ileri sanayi toplumu” veya “refah toplumu” gibi şekilsiz kavramlarla ifade edilen ge­nel sıçramaları, geri ülkeleri kıskaç al­tına alan yeni sömürgecilik yöntemle­rinin sağladığı olanaklarla açıklanabi­lir. “Batı demokrasileri”nin 50’lerden beri tökezlemeden az-çok istikrarlı gi­dişinin temelinde yatan gerçeklik de budur. O yüzden, “Avrupa sosyalizmi”nin bütün o ekonomik büyüme, sos­yal refah ve demokrasi programları, kapitalist anayurtlarında sınıf çelişkile­rini yumuşatan emperyalist sömürü sisteminin gelişimi üzerinde yükselmektedir.

Görülüyor ki, bugünkü sosyal de­mokrat partilerin ana politik çizgileri, daha Bernsteincı revizyonizmin Marksist teori alanında giriştiği sinsi deformasyon çabalarında köklerini buluyor. Ancak, bu çabaların Marksizmle hiçbir ideolojik yakınlığının bulunmadığı da açık. Tersine, 1. Dünya Savaşı yılları­nın köklü kopuşmasıyla ihtilâlci Marksizmin baskısından kurtulan reformcu akımlar, ekonomik politikalarının te­mellerini “büyük bunalım” yıllarının Keynesci yaklaşımlarında buldular.

Ekonominin devlet müdahalesi ve planlama yöntemleriyle kontrol altına alınması. Kamu yatırımları ve sosyal harcamaların arttırılması, çalışanların satın alma güçlerinin geliştirilmesi yo­luyla talebi canlandırarak büyüme po­litikalarına geçiş. Avrupa sosyalizminin “sosyal” etiketiyle damgalanmış Keynesciliği, aslan payını tekellerin yuttu­ğu, ancak orta sınıfların ve proletaryanın da günlük çıkarlarında nispi ilerle­meler yaratan genel büyüme ve refah döneminin ortak çıkar dengeleri üzerine oturmaktadır. Finans-kapital ve aristokratlaşmış proletaryayı ortak çıkar dengelerinde uzlaştıran ideoloji motifi, burada bütün çıplaklığıyla kar­şımıza çıkmaktadır: Bunalım ve dev­rim korkusu.

Emperyalist sömürü mekanizmala­rının kısmi tıkanmalara uğradığı, kapi­talist anayurtlarında sınıf mücadelesinin göreli yükseliş eğilimine girdiği istikrarsızlık dönemlerindeyse, bu ortaklıkların ucundan kıyısından da olsa yavaş yavaş bozulmaya başladığını görürüz. Finans-kapitalin “müktesep” işçi haklarına saldırısını kaçınılmaz kılan böy­le her çözülüş ortamında, bağlı bu­lunduğu ideolojik formasyonla (finans- kapital) kitlesel dayanakları (aristokra­tik proletarya ve orta tabakaların şekil­siz “kitle”si) arasında bocalayan sosyal demokrasi, kişiliksiz yapısını ortaya se­ren bir bunalımın politik açmazlarını yaşamaktan kaçınamaz. Sosyal de­mokrasi, kapitalizmin iyi günlerinin çocuğudur ve bütün politik başarı şan­sı, sermaye çıkarlarının açılıp çiçeklendiği genel refah ve büyüme dönemle­rine karşılık düşer.

***

İsmail Cem, sosyal demokrasinin politik açmazını şu sözleriyle itiraf edi­yor:

“Sosyal demokrat özellikli bütün ha­reketler değiştirmek iddiasında olduk­ları düzen tarafından “kullanılmak” tehlikesine açıktır. Bu kullanılma süre­cinde, “koşullar, zorunluklar, ülke çıkarları” gibi gerekçelerle, hareket, kendi ilkelerine, bünyesine, seçmenlerine ters düşen uygulamalara yönele­bilir. Sonuç, hareketin asıl dayanakla­rından uzaklaşması, güvenilirliğini yitirmesi olabilir. Bir siyasal hareketin kendi özüyle ve kişiliğiyle çatışan uy­gulamalara girmesi, mazeretler ne olursa olsun, ondan beklenmemesi ge­reken bir “fedakârlıktır”.10

Sosyal demokrasinin tarihi bu tür­den “fedakârlık”larla doludur. Alman ve Avusturya sosyal demokratlarının 1918-1919’da “burjuva partilerinin ko­alisyon ortakları olarak, onlarla birlik­te kitle hareketlerini bastırmak ve bir parlamenter devleti istikrara kavuştur­mak gayreti içinde” hükümete girme­leri, izleyen yıllarda hükümet olan İn­giliz İşçi Partisi ve İsveç sosyal demok­ratlarının “gergin siyasal krizler” sırasın­da “ihtiyatlı ve anayasal” tutumları… Örnekler çoğaltılabilir.11

80’li yılların ekonomik zorlukları kar­şısında ise, Avrupalı sosyal demokrat partilerin geleneksel çizgilerinden bile köklü bir ayrılış eğiliminde oldukları or­taya çıkmıştır. Yakın yılların ve günü­müzün hükümet deneyleri, sosyal de­mokrasinin uluslararası ölçekte bir “muhafazakârlaşma” içinde bulunduk­larını gösteriyor. Ünlü TÜSİAD yöne­ticisi Ali Koçman’n ölçülerine göre “Batı Avrupa’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan siyasi tablo içinde, sosyal demokratların konumu ortanın çok solunda bir görünüm arz ediyor­du. Bugün, 1950’lerin muhafazakârla­rından daha sağdadırlar.”12 (abç)

1981’de iktidara geçen Fransız Sos­yalist Partisi’nin hükümet programın­da geniş millileştirmeler, asgari ücret yasalarında iyileştirmeler, çalışma sü­resinin kısaltılması, daha uzun tatil ve sosyal refah uygulamalarının geliştiril­mesi vaatleri bulunuyordu. Bu yollarla talep canlandırılarak tam istihdam sağ­lanacak, devlet harcamalarındaki artış­la ekonomi durgunluktan çıkarılacak­tı. Olmadı. Ödemeler dengesi krizi için­de bir yılda çöken Keynesçi uygulama­lar, yerini ücretlerin dondurulması, sos­yal harcamalarda kısıntılar, sendikala­ra saldırılar gibi klasik muhafazakâr ön­lemlere bıraktı. Çad ve Lübnan buna­lımlarındaki saldırgan politika, barışçı harekete karşı acımasız tavır alış da ca­bası.

İspanya’da işsizliği yok edeceği vaa­diyle yola çıkan Gonzales hükümeti, “ilerici kemer sıkma politikaları” deni­len denk bütçe, sıkı para, ihracatı teş­vik uygulamalarıyla işsizliği tırmandırdı. İşten çıkarma kuralları yumuşatıldı. Sosyal harcamalar düşürüldü. NATO karşıtı sloganlarla iktidara gelen Gonzales, bugün Avrupa’da NATO şampi­yonluğunun ilk akla gelen isimleri ara­sında bulunuyor.

Portekiz’de Soares hükümetleri, Ka­ranfil Devrimi’nin toplumsal kazanımlarını ortadan kaldırma gayretleriyle ta­nınıyor.

İtalya’da Craxi yönetimi, ücret endekslemesinin durdurulması, sermaye piyasasının liberasyonu, millileştirilmiş sanayilerin özelleştirilmesiyle muhafa­zakâr politika kervanına katıldı.

Başlangıçta ücret endekslemesinde yükseltmeler ve küçük çiftçilere yöne­lik fiyat desteklemelerinin genişletilme­siyle işe girişen PASOK hükümeti, it­halâtın artışı ve yatırımlardaki düşme karşısında, daraltıcı mali uygulamala­ra başvurarak, vergi reformu ve sosyal hizmet politikalarından vazgeçti. İşsizliğin artışı ve “acı reçete”lerin baskısına karşı yükselen sendikal direnişleri bas­tırmak için kamu çalışanlarının grev haklarına geniş boyutlu kısıtlama ve denetimler getirdi.

Sosyal demokrasinin “nazar boncuğu” İsveç’te bile, işsizliğin artışı ve resmi kemer sıkma politikalarına karşı sendikal huzursuzluğun tırmanışı, par­lak dönemlerin sona erdiğini gösteri­yor.

Kısaca ele aldığımız bu örnekler, de­ğişen uluslararası ekonomi ve politika dengeleri içinde, sosyal demokrasiyi muhafazakâr partilerden ayıran refor­mist özellikler bakımından da evrim çizgisinin bitimine doğru gelindiğini dü­şündürtüyor.

***

Son olarak, mülkiyet sorununa ye­niden dönelim.

Üretim araçlarının kimin elinde ol­duğu önemli değil, mülkiyetten kim­lerin yararlandığı önemli görüşüyle, Marksizm’in Keynesçilikle karıştırılarak özü boşaltılmış son kalıntılarını da sü­püren sosyal demokrasi, sosyalist üre­timdeki bürokratik tıkanmaların baskı­sıyla zihinleri bulanmış Sovyet akademisyenlerinin bile cazibesine kapıldığı “halk mülkiyeti” kavramının da mima­rı durumundadır. “İskandinav tipi sosyalizm”de örneklerini bulan bu mi­mari kuruluşun temelinde de Bernsteincı görüşlerin yattığı biliniyor.

Başta, üretim araçlarının aşamalı sosyalizasyonuyla burjuvazinin evrim­ci çözülüşünü amaçlayan yeni sosyal demokrat partiler, on yıllardır mülkiye­tin yaygınlaştırılmasıyla işçilerin burjuvalaştırılması gibi ütopik demagojilere sarılarak, proletarya içindeki sınıf atlama özlemlerini kışkırtma eğilimi içinde bulunuyorlar. Geniş millileştirme önlem­leriyle tanınan İsveç Sosyal Demokrat Partisi’nin (SAP) bile, sanayideki mar­jinal sektörleri devletleştirmekle yetin­diği ve geçtiğimiz yıllarda gündeme ge­tirdiği yeni millileştirme politikalarının kapitalistlerden gördüğü tepki karşısın­da bundan da vazgeçtiği hatırlardadır.

Nedir bu “halk mülkiyeti”nin içyüzü?

“Esnek planlama” politikalarıyla “si­vil toplum”un denetimine alınan finans-kapitale sosyal bir görünümün kazandırılması. Tek tek bütün işçilerin üretim araçlarının sahipleri haline gel­mesi zaten mümkün değil. Ancak, sendika ve kooperatiflerin kendi mali fonlarıyla, devlet kredi desteğine dayanarak kuracakları veya hisse senet­lerini satın alarak iştirak edecekleri şir­ketler yoluyla işçilerin mülkiyete katıl­ması öngörülüyor. Böylece, hem tekel­leşmeyi kıracak rekabet unsurları güçlendirilecek, hem de sermayenin be­lirli ellerde ya da devlet bünyesinde yo­ğunlaşarak “sivil toplumu” tehdit eden otoriter bir güce erişmesi engellenecek­tir.

“Esnek planlama” düşüncesi, libera­lizmin serbest piyasa kurallarıyla tekelci devlet kapitalizminin Keynesyen mü­dahaleciliğinden elde edilmiş bir eko­nomik sebze çorbasıdır. Tekelci serma­yenin türlü yollardan devlet sermaye­siyle sentezleştiği ve sermayenin kişi etiketlerinden sıyrılarak anonim bir toplumsal karakter kazandığı devlet ka­pitalizmi koşullarında, rekabet sınırla­rının son duruşmada finans kapital çıkarlarınca belirlendiği, Leninist çözüm­lemelerle pekişmiş Marksist ekonomi-politiğin en bilinen gerçeklerindendir.

Finans-kapital, tek tek kişilerin yön­lendirdiği sermayeyi değil, banka ve şirketlerde yoğunlaşmış sermaye irileş­mesini ifade eder. “Halk mülkiyeti” bu noktada, sendika ve kooperatiflerin el­lerinde birikmiş kolektif işçi fonlarınım finans-kapital çarklarına bağlanmasıy­la, daha yüksek bir sermaye konsant­rasyonunun araçları haline getirilişi ola­rak karşımıza çıkmaktadır.

Diğer yandan, işçi örgütlerinin “ano­nim kapitalist” kurumlaşmalara dönüş­türülmesi, işçi muhalefetinin kapitalizasyon süreçleri içinde eritilmesi gibi bir gerici politik amacın çerçevesini aşmamaktadır.

Bütün bunlar, İsveç ekonomisini beş büyük finans grubunun denetlediği gerçeğini gizlemeye yetmiyor.

***

Yaşanmış tarihsel süreçler üzerinde geriye doğru iz sürmelerle yol aldığı­mızda, bugünkü sosyal demokrat parti uygulamalarının Bernsteincı ve Kautkist tezlerle çok açık bir mantık zincirlenişi içinde bulunduğunu görmekte­yiz. Revizyonizmin gerici özü, finans-kapital çağının yüzyıllık sosyal demok­rat pratiği içinde evrilerek aşılıp çiçeklenmiştir.

Tabii ki, dönekliğin ilk pratik mey­veleri, sosyal demokrat partilerin sa­vaşta kendi ülkelerinin burjuvalarını destekleme kararlarıyla açığa çıktığın­da, yıllardır birbiriyle tepişerek ilerlemiş reformist ve ihtilalci kanatların aynı parti içinde yer almaları tümden ola­naksız hale gelecekti. Hele Ebert ve Scheidemannların Alman devriminin bastırılmasında oynadıkları rol, pratik kanalların karşıt kutuplaşma alanları­na doğru akmasını hiçbir şekilde en­gelleyemezdi.

“Emperyalist savaş, devrime dönüştürme” taktiğiyle Leninizm’e yak­laşan ve Sovyet devriminin etkileriyle yenilenen çökkün partilerin devrimci unsurları, ünlü Bolşevizasyon progra­mının yeni tip parti şekillendirişinden geçerek III. Enternasyonal (Komintern)’in onurlu yaratıcıları arasında yer aldılar. Reformcu akımlardan yollarını ayıran devrimci partiler soysuzlaştırmış eski politik sıfatları terk ederek, 1848’in ev­rensel programıyla bağlarını çıplak bi­çimde ifade eden köken adına döndü. Yeni partiler “komünist” sıfatıyla or­taya çıktılar. II. Endernasyonal’in “kocakarılar” bölüğü ise, tekelci kapitalizmin “eğiticiliği” altında Sosyalist En­ternasyonal’de yeniden bir araya gel­mişlerdir.

Ancak, kapitalizmin ikinci savaş sonrası yıllarda gerçekleştirdiği refah pat­laması, dünya komünist hareketi üze­rinde yeni bir ideolojik buhran etkisi yaratarak, 1910’larda Leninizm’in üs­tünlükle kapattığı tartışma konularını tekrar gündeme getirdi. İtalyan ve İspanyol komünist partilerinin başını çektiği Leninizm’den kopuş dalgası, Batılı partileri Avrokomünizmin refor­mist sığlığına sürükleyerek ciddi tıkan­malara uğrattı.

Bugün Avrokomünizm, kaçınılmaz bir çöküntüyü yaşıyor. Carillo’nun al­dığı ağır seçim yenilgisinden sonra İspanyol Komünist Partisi, tam anla­mıyla bir paçavraya dönüşmüş durum­dadır. “Gri saçlı, gri bıyıklı” yeni lider­lerinin yönetimi altındaki İtalyan “ko­münist”leri ise, sosyal demokratlarla birleşme yolunda epey mesafe katetmiş görünüyorlar. Diğer partiler, çö­küntünün ardından Avrokomünizmi terk etme çabalarına girişmiş olsalar da, Batı’da proletarya hareketi, siyasi kri­zin aşılması bakımından kısa vadede umut verici bir devrimci kabarışa hazır bulunmuyor.

Avrupa’da durum bu iken, ne yazık ki, yenilgi ortamında Batı’dan bize vu­ran yüzyıllık geçmişe sahip teorik pa­çavraların esintisi, Türkiye sosyalizmin­de de “devrim” hortlatmalarına giriş­miştir. Sivil toplumculuğun çeşitli fre­kanslardan yayılan teslimiyetçi ütopya­ları ve hele Bay Murat Belge’nin Kolombvari “yeni keşif”leri, ne ölçüde za­vallı ve uzun dönem açısından şanssız görünürse görünsün, bir olgu olarak karşımızda duruyor.

Ve ne yazık ki, etkili Sovyet akade­misyenlerinin Marksist teorinin “global” yapısında yaratmaya başladıkları Neo-Kautskist deformasyon ve bu deformasyonun başta TBKP olmak üzere kimi çevrelerce Türkiye sosyalizmine taşınması, bizde de, dünyada da yüz­yıl önceki tartışmaları yeni boyutlarla tekrar bir teorik gündem haline getire­ceğe benziyor.

Tarih, tekerrürdür mü diyeceğiz?

Kaynaklar:

1- Engels, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne önsöz.

2- Halûk Özdalga, Çağdaş Sosyal Demokrasinin Olu­şumu s. 51

3- Özdalga, a.e., s. 51

4- Özdalga, a.e., s. 50

5- Aktaran: Özdalga, a.e., s 60

6- Yorumlayarak aktaran: Özdalga, a.e., s. 68

7- Özdalga, a.e., s. 69

8- Aktaran: İsmail Cem, Sosyal Demokrasi Nedir, Ne Değildir, s. 81

9- Aktaran: Özdalga, s. 100

10- İsmail Cem, Siyaset Yazıları, s. 202-203

11- Perry Anderson, Avrupa Sosyal Demokrasisi Ölüm Döşeğinde mi? 11. Tez, sayı:6

12- Ekonomide Diyalog, Kasım 1988

13- Anderson, a.y.