AVRUPA’DA SOSYAL DEMOKRASİNİN EVRİMİ – Kemal SARUHAN
Çağdaş Yol, Sayı 7, Mayıs 1989
Batı Avrupa’da bugünkü sosyal demokrat partilerin kökleri, 1889’da kurulan II. Enternasyonal’e dayanır. Oradan da Marksizm’in 48 bildirgesine.
Komünist Manifesto, 1848-1850 yılları arası bütün Avrupa’yı saran devrimci kaynaşma ortamında çığ gibi büyüyen ve yollarını burjuvaziden ayırmaya başlayan işçi sınıfı hareketinin evrensel program temelini ortaya koymuştu. Manifestonun ilkeleri üzerinde örgütlenen Uluslararası İşçi Ligası’nın (I. Enternasyonal) dağılışından sonra, başta Alman proletaryası gelmek üzere bütün Avrupa ülkelerinin işçileri, kendi ulusal partilerinde birleşmeye başladılar. Yoğun siyasa birikime ve devrimci savaş deneylerine sahip bulunan Alman proletaryası 1905 Rus Devrimi’ne kadar uluslararası işçi hareketinin liderliğini üstlenmiş durumdaydı.
İşçi eğitim dernekleri ve ligalar tarzındaki eski devrimci örgüt deneyleri bir yana bırakılırsa, Alman proletaryasının ulusal düzeyde yaygın faaliyet yürüten ilk parti örgütü, 1875’de Gotha’da kurulan Alman Sosyalist İşçi Partisi olmuştur. Lassalle’cı görüşlerin etkisi altında reformcu bir programa sahip olan bu parti, Lassalle’ın Leipzig’de kurduğu Alman İşçileri Genel Birliği ile Bebel’in önderliğindeki Marksistlerin Eisenach’ta kurdukları Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin birleşmesinden doğmuştur.
Ünlü anti-sosyalist yasa karşısında yer altına çekilmek zorunda kalan Alman sosyalistleri, bu kez 1890 yılında Erfurt’da Alman Sosyal Demokrat Partisi’ni (SPD) örgütlediler. İşte, II Enternasyonal’in başını çeken SPD, bu şekilde doğmuş oldu. Kaynağını Manifesto’dan alan parti programı, 1919 devrimiyle Alman İmparatorluğu’nun çöküşüne dek yürürlükte kaldı.
Diğer ülkelerde de sosyal demokrat adı altında örgütlenen sosyalistler, aralarındaki bütün ideolojik farklılaşmalara karşın ilk Evrensel Paylaşım Savaşı’nın patlak verdiği 1914 yılına kadar II. Enternasyonali bağlı kaldılar. Enternasyonal’in en etkili liderleri, Kautsky ve Bebel gibi kıdemli Alman Marksistleriydi.
***
Burada, sosyal demokrasi kavramının o günkü tarihsel anlamına kısaca değinmekte yarar var.
İlk burjuva devrimleri çağında “serbest ticaret” sloganıyla ayağa kalkan burjuvazi, feodal imtiyaz ve tekellere karşı ezilen sınıfları demokrasi ve cumhuriyet bayrağı altında toplamıştı. Ancak, cumhuriyet, demokrasi, eşitlik parolaları, küçük üreticilerin hızla mülksüzleştirilip proleterleştirilmesine ve acımasız bir yoksullaşmanın yayılmasına yol açan serbest rekabetçi soygun ekonomisinin politik terminoloji yaldızları haline dönüşmekten kaçınamadı.
Yasalar karşısında eşit sayılan ve siyasal özgürlükleri ünlü devrim bildirgeleriyle teminat altına alınan yurttaşlar, gerçekte bütün yasal hakların kullanımını ekonomik güç ve zenginliğin belirlediğini gördüler. Ezilen işçi sınıfı, burjuva özgürlüklerinin, emek sömürüsünden kaynaklanan toplumsal eşitsizlik karşısında nasıl bir kuru avutmacadan ibaret kaldığını acı acı yaşadı. Siyasal eşitlik, toplumsal eşitlikle bütünleştirilmeden, proletarya ve yoksul yığınlar için salt biçimsel haklar manzumesi olarak kalmaktan, dahası, burjuva sınıf egemenliğini gizleyen incir yaprakları olmaktan öteye gidemezdi.
Burjuvazinin siyasal demokrasi ve eşitlik sloganıyla feodaliteye karşı yönlendirdiği proletarya, bu kez silahlarını burjuvaziye karşı yöneltmeye girişti. 1848 Haziran Fransız Devrimi’nin kırmızı bayrağında sosyal cumhuriyet, sosyal demokrasi ve bütün tarihsel kapsamını Sovyetler iktidarında bulacak olan gerçek sosyal eşitlik sloganları yazılıydı.
O yüzden, denebilir ki, sosyal demokrasi, burjuva devrimleri çağında, kitlesel kalkışmaların yarattığı güçlü alt-üstlükler karşısında ürküp feodal gericilikle uzlaşan burjuvazi ile devrimi gerçek toplumsal eşitlik sağlanıncaya dek sürdürmeye kararlı olan proletarya arasındaki ayırt edici savaş parolasıdır.
***
Peki, nasıl oldu da proletarya hareketinin bu devrimci politik nitelendirilmesi, uzlaşmacı-reformist burjuva politikacılığının bayrağı haline dönüştü? Bunun cevabı, 1890’larda Avrupa sosyalist hareketini sarmaya başlayan, Sovyet Devrimi’nin son verdiği ideolojik kriz dönemi boyunca, II. Enternasyonal’e bağlı partilerin sosyal burjuva partilerine dönüşmesinde yatar.
Sosyal demokrasi kavramı, sosyalizm ve komünizm kavramları gibi proletaryanın en genel toplumsal hedeflerini belirlemekle kalır. Bu nedenle, toplumsal hoşnutsuzlukların genişlemesiyle sosyalizme katılan küçük burjuva ve burjuva aydınlarının taşıdığı reformcu ütopyalar, tam anlamıyla ideolojik netlik kazanamamış proletarya hareketi içinde bazı işçi zümrelerini de etkisine alarak, kavramın bu soyut belirlemesi altında yer edinebilme olanağını bulabilmiştir.
Kapitalist rekabetin yıkıma uğrattığı küçük mülk sahipleri ve gündelik burjuva yaşamın onulmaz sığlığı karşısında öfkeye kapılan mülk sahibi sınıfların aydınları, gittikçe sosyalizm bayrağı altında toplanarak, kendi sosyal kuruntu ve hayallerini de sosyalizm mücadelesine taşımışlardır. Henüz Leninist parti modelinin sıkı merkezi, disiplinli, homojen örgüt yapısına kavuşamamış olan işçi sınıfı partileri, devrimci Marksizm’in yönlendirici damgasını taşısalar da, Marksizm’in etki alanına girmiş çeşitli reformcu akımları da kendi bünyelerinde toplamışlardır. Bu durum, sosyal demokrat partiler içinde, bilimsel anlayış ve ütopizm, devrimci tutum ve reformculuk arasında sürekli çatışmalara neden olacaktır.
19. yüzyıl sonlarından itibaren, proletaryanın sınıfsal bünyesinde de değişimler yaratan kapitalist dönüşümler üzerinde temellenerek yayılan reformcu akımlar, “eleştirel özgürlük” taleplerini sinsice yoğunlaştırarak Marksizm’i kemirme kampanyalarına girişirler. Reformculuğun yayılışı ve devrim merkezinin Avrupa’dan Doğu’ya doğru kayışıyla dönekliğin pençesine düşen sosyal demokrat partiler, kaçınılmaz bir çatlamaya uğrayarak, Sovyet Devrimi’nin anlayış çizgisine yönelmiş yeni tip proletarya partilerinin doğuşuna gebe kalırlar. Eski uluslararası proletarya birliği, döneklik ve reformizmin güdümünde gerçek bir “kocakarılar enternasyonali”ne dönüşmüştür.
***
Süreci daha yakından izleyelim.
Uzun mücadeleler sonucu açık sendikal ve siyasal örgütlenme ile genel oy hakkını elde eden Alman proletaryası, yasal planda büyük siyasal başarılar kazanır. İhtilalci sosyal demokrat parti, “yepyeni bir mücadele yöntemini” harekete geçirip “bir kurtuluş aracına dönüştür”erek, oylarını 1871’den 1890’a artan bir hızla toplam oyların %25’i gibi oldukça yüksek bir düzeye ulaştırır.1
Kazanılan reformların sonucu olarak yasal planda hızlı genişleme ve parlamenter mücadele yöntemlerinin genel proletarya hareketi içinde kazandığı ağırlık, Engels’in, Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadele adlı eserine yazdığı ünlü önsözünün reformist bir yorumundan hareket eden yorulmuş pratik parti liderlerini, Almanya gibi dünya militarizminin en korunaklı kalesinde, var olan yasal olanakları abartıp, bugün çok daha yakından tanıdığımız sosyal devrimi barışçıl yollardan gerçekleştirme yanılgılarına doğru sürükler. İşte, reformcu kanadın sinsi etkinliğine olanak sağlayan da, yaşlı parti yöneticilerini saran bu safça pragmatizmdir.
Devrimci ilkelere pratik bağlılığın zayıflamaya başladığı böyle bir ortamda, Lassallecı Gotha programından beri Alman sosyal demokrasisinin pratik kanallarında yer edinen “evrimci sosyalizm” anlayışı, Bernsteincı revizyonizm tarafından İngiliz burjuva solculuğunun Fabiancı cılklığıyla kaynaştırılarak yeniden hortlatılır.
Aynı dönem, Alman sendikal hareketinin olağanüstü güçlendiği, ulusal düzeyde örgütlenen sendikaların geniş mali fonlara sahip milyonlarca üyeli devasa örgütlere dönüştüğü yıllardır. Bu durum, yalnızca Almanya’da değil, kıtanın ileri gelen diğer ülkelerinde de, sendikal avadanlıkları ve büyük mali fonları yönlendirerek işçi hareketinin gündelik pratik akışını denetimlerine alan etkili bir sendikacılar zümresinin gelişmesine yol açar. Temsil ettikleri kitlesel, mali güçlerle sendika liderleri, pratik parti siyasetinin belirlenmesinde gittikçe daha etkili hale gelirler.
90’lı yılların sonlarında, siyasal hareket içinde önemli güçlere erişen sendikacılar, “partiden bağımsız bir sendikal hareket” fikriyle ortaya çıkmakta, “pozitif iş” diye adlandırdıkları işçilerin pratik, güncel, basit sorunlarını ön planda tutan davranışları2 ile ihtilalci parti programından bağımsız bir günlük siyaseti parti faaliyetlerine egemen kılmaya çalışmaktadırlar. Bu bakımdan, sosyalist mücadeleyi reformcu pozitivizme indirgeyen revizyonist akım, en büyük destekçilerini sendikal hareketin liderleri arasında bulacaktır. Sendikacıların eğilimlerinin ağır bastığı 1906 Mannheim Kongresi’nde bu durum, ihtilalci kanadın üyeleri tarafından, “revizyonizmin sendikalar içinde hortlaması” olarak ilan edilecektir.
Daha 1899 yılında toplanan Hannover Kongresi’nde parti çoğunluğu, ihtilalci kanadın revizyonizmi mahkûm eden kararlarını desteklemişti. Ancak, devrimci mücadeleyi “kendi varlık nedenlerini inkâr etmek” olarak gören “sendikacıların genel tutumu, parti radikallerinin entelektüel fantezisi gibi görünen tahlilleri etrafında sürtüşme yaratmak yerine, somut sorunlar çıktıkça bunları kendi tercih ettikleri yönde ve sabırla partiye kabul ettirmek olmuştur.”3 (abç)
Marksizm’in temel fikirlerini benimsedikleri halde, devrimci programın gerçekleşmesini burjuvaziyle proletarya arasındaki günlük savaşımın değişken pratik dengelerinde aramaya gittikçe daha çok eğilim duyan parti yöneticilerinin çelişkili pragmatik tutumu, partinin devrimci çizgisinde reformizmin sinsice boy attığı derin çatlaklar yaratmış, bu nedenle “sorunların pek çoğunun nihai çözümü, yavaş yavaş da olsa, reformcu kanadın istediği yönde gerçekleşmiştir.”4
***
Revizyonizmin temel önermesi, Bernstein’ın şu sözlerinde ifadesini buluyordu: “Genel olarak sosyalizmin nihai hedefi olarak adlandırılan benim için hiçbir şeydir; hareket her şeydir.”
Sosyalizmin genel programatik amaçlarını reddedip, “pratik, güncel, somut sorunların çözümünü yegâne hedef haline getiren bu reformcu anlayış, Bernstein gibi Engels’in çok güvendiği yetenekli bir parti liderini Marksizm’e fütursuzca kılıç çekmeye götürmüştür.
Bernstein’a göre sosyal demokrasi, “artık eskimiş olan üsluptan kendisini kurtaracak cesarete sahip olabilmeli ve gerçekte neyse öyle görünmeyi kabul etmelidir: Demokratik, sosyalist bir reform partisi.”5 (abç)
Gerçekten de, reformizm ve ihtilâlci kanat arasında denge arayışlarıyla ip cambazına dönmüş Kautsky’nin oportünizmi ve parti bütünlüğünün korunması uğruna Rosa Luxemburg, Kari Liebknecht gibi ihtilâlci kadroların ödünsüz tavrını yumuşatmaya çalışan yaşlı Bebel’in “olgun ve ağırbaşlı prensip adamlığı”nda gizlenen beceriksizliği altında parti siyaseti, ağır ve sancılı bir ilerleyişle bu yöne doğru akmaktadır.
Kautsky’nin Sosyal İhtilâl adlı ünlü kitabındaki tezleri ise, reformist ve devrimci kanat arasındaki ayrımları belirsizleştirerek, son duruşmada reformizmin gelişimine fırsat tanıyan uzlaşma arayışlarının teorik sonuçlarıydı.
Kautsky, devrimi politik ve sosyal devrim olmak üzere ikiye ayırırdı. Politik devrim, “siyasal iktidarın yeni bir sınıf tarafından fethi”dir. Sosyal devrimse, politik devrimi izleyen hukuki ve siyasi üst yapıdaki köklü değişimi belirtir. “Hukuki ve siyasi üst yapının herhangi bir yoldan dönüşüme uğraması geniş anlamıyla, özel yol ve yöntemle (şiddet kullanarak) olması ise dar anlamıyla sosyal ihtilâldir. Buna göre reformcu sosyal demokratlar -geniş anlamıyla- sosyal ihtilâlcidir. Yalnız seçim yoluyla da olsa işçi sınıfı partisinin iktidara gelmesi için çabaladıklarına göre, aynı zamanda siyasal ihtilâlcidir.”6
Sosyal devrimi hukuki ve siyasi üstyapı değişimlerine indirgeyen bu aşırı basitleştirme, aynı zamanda revizyonizmin dolaylı bir teorik aklanışıydı. Farklı nedenlerle de olsa bir günümüz sosyal demokratı bile, Kautsky’yi reformist ve devrimci kanatlar arasındaki “zıtlığın özünü kaçırmış olmak”la suçlarken kesinlikle haklıdır. “Aradaki fark, başvurulan araçların değişik olmasından ibaret ve basit olmayıp, iki farklı toplumsal değişme, tarih felsefesi ve dünya görüşünü yansıtmaktadır.”7
Kautsky’ye göre devrim, altyapı ilişkilerindeki kendiliğinden gelişimin ürünü olarak ortaya çıkar. Bu görüş, kapitalist bir toplumda üretici güçlerin sosyalleşme eğilimini etkileyen tarihsel ve dışsal faktörleri göz ardı ederken, devrimi altyapı ilişkilerindeki kendiliğinden dönüşümlerin basit bir tamamlayıcısı olarak gösterir. Bunun doğal sonucuysa, “devrimin olgunlaşmış krizlerden ve büyük sınıfsal kopuşmalardan çıkageldiği” yolundaki Leninist teze karşı, devrim için kapitalizmin üretici güçleri gerekli olan olgun sosyalleşme düzeyine eriştirmesini beklemek olacaktır. İşçi sınıfının kurtuluşunu “bu sınıfın giderek yoksullaşmasının değil, tam aksine, kendi ‘yaşam koşullarını giderek düzeltmesinin’ bir sonucu”(8) olarak gören Kautsky, buradan zorunlulukla kapitalizmin gelişimini desteklemek gibi bir pratik siyasetin örülmesi yoluna çıkacaktır.
Tekeller çağında kapitalizmin gelişim mantığıyla işçi sınıfının tarihsel çıkarları arasında ortaklıklar kuran bu anlayış, devrimi bilinmeyen bir geleceğe erteleyerek sosyalist mücadeleyi “pozitif iş”e indirgeyen ve kapitalizmi reformlar yoluyla terbiye etmeyi amaçlayan uzlaşmacı tavrın ta kendisidir. Bundan sonra geri ülkelere “uygarlık taşıyıcı” bir ultra-emperyalizm tezine ilerleyerek, sosyal demokrat partiyi ulusal tekellerin saldırgan ve yayılmacı politikalarına koltuk değneği haline getirmeye çalışmak, artık pek zor olmayacaktır.
Diğer yandan Kautsky, zoru sınıf mücadelesinin objektif akışından kopartıp, “tüm hukuki ve siyasi değişmeler için devletin zorlaması”na daraltılmış basit bir siyasi araca indirgeyerek, zorun kullanımını devrimci politikanın tamamlayıcı bir unsuru olarak gören Marksizm anlayışının dışına düşmüş olmaktadır. Zor araçlarının kullanımını bir tercih sorunu olarak görmek; işte bu “evrimci sosyalizm”in en köklü “revizyon” taleplerinin başında gelmektedir.
Kautsky, “şiddetin sosyalizmi soysuzlaştırdığı” kanısındaydı. “Sosyalizmi, teröre başvurmak tuzağından ancak demokrasinin kurtaracağı” görüşüyle, demokrasiyi bütün sınıf içeriğinden soyarak proletarya diktatörlüğünün karşısına çıkarttı. Bu durumda, “terörün engellenmesi” yollu çığırtkanlıklar, sosyal demokrat partinin Alman işçileri arasında baş gösteren devrimci arayışları engellemeye çalışmasından başka bir sonuç getiremezdi.
Bu tutumlarıyla sosyal demokrasi liderleri, Bolşevik Devrimi’nin en hayasız düşmanları haline geldikleri gibi, Spartakist Devrimin bastırılmasında Alman finans-kapitalinin sadık uygulayıcıları olmaktan da utanç duymayacaklardır.
***
Bernsteincı ve Kautskist fikirlerin, köklü bir partinin ideolojik rotasını değişime zorlayan sınıfsal dayanakları nelerdir?
Avrupa’da kapitalizm, üretimin merkezileşmesi yoluyla teknik temellerini güçlendirmiş, ülke ölçüsünde derinlemesine, dünya ölçüsünde genişlemesine sömürü olanakları yaratarak emperyalizm evresine tırmanmıştı. Sömürgecilik yöntemleri ile geri ülkelerden kapitalist anayurtlara akıtılan muazzam sermaye potansiyelleriyle beslenen yeni refah olanakları, işçi kitleleri arasında bu olanaklardan az çok yararlanabilen bir aristokratik zümrenin doğuşuna neden oldu. Sendika liderlerinin temsiliyle pratik siyasette ağırlığını duyuran bu gelişim, işçi sınıfı içinde zümresel farklılaşmaların derinleşmesine yol açmıştır.
Sosyal demokrat partilerin sınıf dayanaklarında baş gösteren amorflaşma sonucu, Marksist teorinin şekilsizleşmeye zorlanması da kaçınılmazlaştı. İşçi sınıfı partileri, aristokrat işçilerin bencil çıkarları üzerine oturan sosyal anlamıyla dar zümre partilerine dönüşürlerken, kadrolarının sınıf kökenleri ne olursa olsun, Marksizm’den, uzaklaşmaları, onları sosyal burjuva politikalarının temsiline yöneltmiştir. İşçi aristokrasisinin ideolojik kişiliksizliği, kapitalist toplumun çelişkin içyapısına eklemlenen işçi partilerinin, parlamentarizmin sığ sularında tavizkâr yalpalamalarla içten benimsedikleri kaygan “kitle partisi” teriminde ifadesini bulmuştur.
İşçi aristokrasisi (işçi sınıfı değil), Kautsky’nin deyimiyle, “zincirlerinden başka kaybedecek çok şeye sahip”ti. Emperyalist kapitalizmin iç bayıltıcı “nimet”lerinden aldığı kölece zevkle kendi tarihsel çıkarlarına yabancılaşan bu “işçi küçük-burjuvazi”, finans-kapital politikalarının işçi yığınları arasındaki temel dayanaklarını oluşturmuştur. Bu sosyal dönüşümün zoruyla kapitalizme kıyamaz hale gelen sosyal demokrat partilerin “demokratik” zafiyetleri, burjuva kuyrukçuluğunun çok bilinen ihtilal fobisinden başka neyi yansıtabilirdi?
Önce Marksizm toprağında türeyen kemirgen faaliyet, savaş yıllarının zorunlu kopuşuyla Marksizm alanının dışına düştü. Kendilerini kapitalist düzenin iç kıvrımlanışa hızla uyarlayan yeni sosyal demokrat partiler, 20’li-30’lu yılları tarihsel köklerinden gelen Marksizm etkilerini “seyreltme” çabasına verdikten sonra, yeni ideolojik kimliklerini açıkça tanımlayabilme cesaretini kazandılar. Tanımlama, SPD’nin 1956 Bad Godesberg toplantısında kesin şeklini aldı: Avrupa finans-kapitalinin sol kanat politikacılığı!
Öyle ya, kapitalizme kıyamayan, onu reformlar yoluyla terbiye edip insanileştirmeye çabalayan bir zihniyet, kendi ütopik “tercih”lerini, tarihsel determinizmin baskısı altında zavallıca kaydırmalara uğratmaktan başka şansa sahip olabilir miydi? Kapitalizme kıyamayış, onun egemen tekelci mantığını açıkça benimsemekten başka sonuç getiremezdi.
***
Kapitalizme kıyamayan reformcu anlayış, kendini teorisize etmek yolunda öncelikle tarihsel akışı belirleyen nesnel zorunluluk yasalarından anlayış ve bağışlanma dilemek zorundaydı. Çünkü sosyalizm, sosyalist kişilerin iyi niyetlerinden bağımsızca ilerleyen tarihsel evrimin yaman diyalektiğinden kaynaklanır. Üretici güçlerin sosyalleşmesi ve mülkiyetin bireyselleşmesi arasındaki karşı konulmaz çelişkinin zorunlu çözümü olarak ortaya çıkar.
Reformizmin ilk işi, düşünce katında sosyalizmi bir zorunluluk olmaktan çıkarıp, seçmenler çoğunluğunun tercihlerine dayalı bir tarihsel olasılık haline getirmek oldu. Nesnel zorunluluk kategorilerinin subjektif tercihlere indirgenmesi tarihsel maddeciliğe sığdırılamayacağından, revizyonizm, tarih yasalarından göremeyeceği “anlayışı” Marksizm’den talep etmek durumundaydı. Özgürlüğü zorunluluğun bilinci olarak kavrayan Marksizm’in tersine, zorunluluğun (dünya devrimci krizinin) baskısından kurtulmakta arayan sosyal demokrat teorisyenler, gerçekte “dönekliğin dayanılmaz ideolojik hafifleme” (nam-ı diğer “eleştiri özgürlüğü”) eğilimini devrimci teorinin karşısına çıkartıyordu.
Sosyalizmin bir subjektif tercihe indirgenmesi, sınıf mücadelesinin “kahredici” zorunluluklarından yan çizen işçi aristokratlarının sınıf sorumsuzluklarına buldukları yegâne teorik kılıf olmuş, böylece, 19. yüzyıl başlarındaki nesnel yetersizliklerle mazeretli ütopik anlayışlar, revizyonizmin gerici soysuzlaştırmalarıyla yeniden piyasaya sürülmüştür.
Reformizm, tarihsel maddecilik anlayışını reddetmekle, idealist felsefenin “kurutulmuş bahçelerinde” umutsuz bir gezintiden kaçınamazdı. Nesnel zorunluluk yasalarının reddi, doğa ve toplum yasalarını bilemeyeceğimizi vazeden Kantçı agnostisizmde mantıksal dayanaklarına kavuştu. (Bernstein, Karleby vd.)
Ünlü İsveçli sosyal demokrat Wigforss da “sosyalizm asla bilimsel olarak kanıtlanamaz; o, gerçekleştirilebilecek olan bir idealdir”(9) derken, aslında nesnel zorunluluk yasalarını, varsa bile kanıtlanamaz saymakta ve onun karşısına tarihsel-toplumsal belirlenimlerinden yarı yarıya soyulmuş insanın “özgür iradesini çıkarmaktaydı.
Sosyalizm bir tarihsel zorunluluk olmaktan çıkartıldığı ve seçmenler çoğunluğunun tercihlerine indirgendiği anda, tabii ki hareketi evrim-birikim/devrim-sıçrama süreçlerinin karşılıklı dönüşümü ve bütünlüğü olarak kavrayan materyalist diyalektik de önemini yitirecekti. Mademki sosyalizm, toplumsal gelişmenin zorunlu bir konağı değil, çoğunluk tercihlerinin barışçıl, birikimiyle elde edilebilecek bir olası dönüşümdür, o halde hareketin devrim konağına hiç uğramadan, kendi ilerleyişiyle sürekli kendisini besleyen bir evrimin düz çizgisinden başka bir şey olmadığı görüşü de, diyalektik anlayışın karşısında biricik “bilimsel” gerçeklik olarak benimsenecekti.
***
Kapitalizmden sosyalizme sınıf savaşına başvurmadan, uzlaşmalar yoluyla tedrici geçiş ve hatta üretim araçlarının tümüyle sosyalleştirilmesi gibi ana programatik talepler, 50’li yıllara dek soyut ilkesel hedefler olarak yürürlükte kalsalar da, sosyal demokrat partilerin uzun yıllar kapitalist ekonomilerin yönetiminde bulunmaları ve tekelci devlet yapısıyla içli dışlı oluşları, kısmen geçmişten gelen Marksizm etkilerini yansıtan bu özü boşaltılmış ilkelerden geriye yalnızca pragmatik uzlaşma siyasetini bırakarak kökleştirmiş, bütün ideoloji tartışmaları, bu ana siyaset karakteristiğinin çevresinde yürütülmüştür.
Kuşkusuz, toplumsal eşitsizliğin kapitalist toplumun sosyal sınıf yapısına dokunmadan giderilebileceğine ilişkin reformist görüş, sömürü kavramına yeni burjuva yorumları getirilmeksizin temellendirilemezdi. Nitekim, Bernstein’dan başlamak üzere sosyal demokrat teorisyenler, Marx’ın artı-değer teorisinin soyut kategorik bir açıklama getirmekten öteye gidemediği, bunun tek tek metaların ekonomik analizinde en küçük bir teorik olarak sağlamadığı görüşünde birleştiler. Sömürünün kaynağını meta üretiminin kendisinde değil, yaratılan toplumsal değerlerin bölüşümünde aramak gerekiyordu. Buradan kalkılarak, toplumsal eşitsizliklerin mülkiyet sorununda düğümlendiği yolundaki temel sosyalist anlayış terkedilecek, Bernstein’ın “üretimde değil, paylaşımda sosyalizm” ilkesi, sosyal demokrasinin pratik siyaset, amaçlarının ana teorik belirlemesi halini alacaktır.
Bu anlayış, kapitalist bir toplumda bütün adaletsizliklerin kaynağını oluşturan artı-değer sömürüsünü gözlerden gizleyerek, gelir dağılımının “hakça” düzenlenişiyle, ya da başka deyişle, emekçi sınıfların toplam ulusal gelirden aldıkları payın kısmen yükseltilmesiyle sosyalizmin gerçekleştirilmiş olacağını vazetmektedir. Gerçekte ise böyle bir görüş, toplumsal adaletsizliklerin kapitalizmin kökensel yapısıyla bağıntısız, giderilebilir arızalar olduğunu belirlemekle, kapitalist sömürünün sivrilmiş aşırılıklarını törpüleyerek, düzenin kendisini aklayıp şirinleştirmekten öte bir anlam taşıyamaz. Kapitalizme kıyamayanlar, onu şirin göstermeden bir adım bile atamazlardı.
“Ulusal gelirin adil bölüşümü”nde kullanılan klasik araçlar nelerdir?
Gelir düzeyine göre artan oranlı vergilendirme politikaları, işsizlik sigortası ve sosyal güvenlik harcamalarına ayrılan kamusal fonların arttırılması, sağlık, eğitim, barınma vb. gibi genel refah düzeyinin yükselişine hizmet eden kamu yatırımlarına yönelik harcamaların yükseltilmesi, devlet kredi olanaklarının dengeli dağılımı, reel ücret hadlerinde sağlanan artışlarla çalışanların satın alma güçlerinin geliştirilmesi vb.
Sosyal demokrasi, ulusal gelirin dengeli bölüşümünde kullanılan bu klasik araçları, ekonomik kaynakların planlı kullanımı, hızlı sanayileşme ve ekonomik büyüme, tam istihdam, kooperatif ve sendikal örgütlenme haklarının geliştirilmesi, klasik burjuva demokrasisinin yaygınlaştırılarak yasal güvenceler altına alınması gibi, kendisini diğer burjuva partilerinden ayıran geleneksel politikalar çerçevesinde ele almaktadır.
Bu reformcu-pragmatik kavrayışın, finans-kapital egemenliğiyle işçi sınıfının güncel çıkarları arasında bir denge ve uzlaşma arayışından kaynaklandığı çok açıktır.
Marx, daha 1850’lerde, kapitalizm koşulları altında kalındığı sürece, sermayenin gelişiminin işçi sınıfının günlük çıkarları açısından tercih edilir bir durum olduğunu, bunun işçiler için kapitalist sömürüyü en azından katlanılabilir hale getirdiğini belirtmişti. Ama üretim anarşisinin doğurduğu devresel krizlerin kaçınılmazlığı, kapitalist büyümenin gittikçe kısalan periyodlarla tıkanmasına yol açarak, refah olanaklarındaki artışın yerini yoğun bir işsizlik-sefalet dalgasına bırakması ile sosyal devrim olanaklarını da yaratır. Yani, işçi sınıfının günlük çıkarlarının istikrarlı tatmin araçları, bizzat kapitalizmin kendi içsel dinamikleri tarafından yok edilir.
Ancak, emperyalizm çağında kapitalizm, sömürge talanından elde edilen muazzam sermaye birikimiyle, büyüme ve sanayileşme güçlerini arttırdığı gibi, kendi iç bunalımlarını geri ülkelere aktararak hafifletebilme olanaklarını da yaratmış oldu. 60’lı yılların “ileri sanayi toplumu” veya “refah toplumu” gibi şekilsiz kavramlarla ifade edilen genel sıçramaları, geri ülkeleri kıskaç altına alan yeni sömürgecilik yöntemlerinin sağladığı olanaklarla açıklanabilir. “Batı demokrasileri”nin 50’lerden beri tökezlemeden az-çok istikrarlı gidişinin temelinde yatan gerçeklik de budur. O yüzden, “Avrupa sosyalizmi”nin bütün o ekonomik büyüme, sosyal refah ve demokrasi programları, kapitalist anayurtlarında sınıf çelişkilerini yumuşatan emperyalist sömürü sisteminin gelişimi üzerinde yükselmektedir.
Görülüyor ki, bugünkü sosyal demokrat partilerin ana politik çizgileri, daha Bernsteincı revizyonizmin Marksist teori alanında giriştiği sinsi deformasyon çabalarında köklerini buluyor. Ancak, bu çabaların Marksizmle hiçbir ideolojik yakınlığının bulunmadığı da açık. Tersine, 1. Dünya Savaşı yıllarının köklü kopuşmasıyla ihtilâlci Marksizmin baskısından kurtulan reformcu akımlar, ekonomik politikalarının temellerini “büyük bunalım” yıllarının Keynesci yaklaşımlarında buldular.
Ekonominin devlet müdahalesi ve planlama yöntemleriyle kontrol altına alınması. Kamu yatırımları ve sosyal harcamaların arttırılması, çalışanların satın alma güçlerinin geliştirilmesi yoluyla talebi canlandırarak büyüme politikalarına geçiş. Avrupa sosyalizminin “sosyal” etiketiyle damgalanmış Keynesciliği, aslan payını tekellerin yuttuğu, ancak orta sınıfların ve proletaryanın da günlük çıkarlarında nispi ilerlemeler yaratan genel büyüme ve refah döneminin ortak çıkar dengeleri üzerine oturmaktadır. Finans-kapital ve aristokratlaşmış proletaryayı ortak çıkar dengelerinde uzlaştıran ideoloji motifi, burada bütün çıplaklığıyla karşımıza çıkmaktadır: Bunalım ve devrim korkusu.
Emperyalist sömürü mekanizmalarının kısmi tıkanmalara uğradığı, kapitalist anayurtlarında sınıf mücadelesinin göreli yükseliş eğilimine girdiği istikrarsızlık dönemlerindeyse, bu ortaklıkların ucundan kıyısından da olsa yavaş yavaş bozulmaya başladığını görürüz. Finans-kapitalin “müktesep” işçi haklarına saldırısını kaçınılmaz kılan böyle her çözülüş ortamında, bağlı bulunduğu ideolojik formasyonla (finans- kapital) kitlesel dayanakları (aristokratik proletarya ve orta tabakaların şekilsiz “kitle”si) arasında bocalayan sosyal demokrasi, kişiliksiz yapısını ortaya seren bir bunalımın politik açmazlarını yaşamaktan kaçınamaz. Sosyal demokrasi, kapitalizmin iyi günlerinin çocuğudur ve bütün politik başarı şansı, sermaye çıkarlarının açılıp çiçeklendiği genel refah ve büyüme dönemlerine karşılık düşer.
***
İsmail Cem, sosyal demokrasinin politik açmazını şu sözleriyle itiraf ediyor:
“Sosyal demokrat özellikli bütün hareketler değiştirmek iddiasında oldukları düzen tarafından “kullanılmak” tehlikesine açıktır. Bu kullanılma sürecinde, “koşullar, zorunluklar, ülke çıkarları” gibi gerekçelerle, hareket, kendi ilkelerine, bünyesine, seçmenlerine ters düşen uygulamalara yönelebilir. Sonuç, hareketin asıl dayanaklarından uzaklaşması, güvenilirliğini yitirmesi olabilir. Bir siyasal hareketin kendi özüyle ve kişiliğiyle çatışan uygulamalara girmesi, mazeretler ne olursa olsun, ondan beklenmemesi gereken bir “fedakârlıktır”.10
Sosyal demokrasinin tarihi bu türden “fedakârlık”larla doludur. Alman ve Avusturya sosyal demokratlarının 1918-1919’da “burjuva partilerinin koalisyon ortakları olarak, onlarla birlikte kitle hareketlerini bastırmak ve bir parlamenter devleti istikrara kavuşturmak gayreti içinde” hükümete girmeleri, izleyen yıllarda hükümet olan İngiliz İşçi Partisi ve İsveç sosyal demokratlarının “gergin siyasal krizler” sırasında “ihtiyatlı ve anayasal” tutumları… Örnekler çoğaltılabilir.11
80’li yılların ekonomik zorlukları karşısında ise, Avrupalı sosyal demokrat partilerin geleneksel çizgilerinden bile köklü bir ayrılış eğiliminde oldukları ortaya çıkmıştır. Yakın yılların ve günümüzün hükümet deneyleri, sosyal demokrasinin uluslararası ölçekte bir “muhafazakârlaşma” içinde bulunduklarını gösteriyor. Ünlü TÜSİAD yöneticisi Ali Koçman’n ölçülerine göre “Batı Avrupa’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan siyasi tablo içinde, sosyal demokratların konumu ortanın çok solunda bir görünüm arz ediyordu. Bugün, 1950’lerin muhafazakârlarından daha sağdadırlar.”12 (abç)
1981’de iktidara geçen Fransız Sosyalist Partisi’nin hükümet programında geniş millileştirmeler, asgari ücret yasalarında iyileştirmeler, çalışma süresinin kısaltılması, daha uzun tatil ve sosyal refah uygulamalarının geliştirilmesi vaatleri bulunuyordu. Bu yollarla talep canlandırılarak tam istihdam sağlanacak, devlet harcamalarındaki artışla ekonomi durgunluktan çıkarılacaktı. Olmadı. Ödemeler dengesi krizi içinde bir yılda çöken Keynesçi uygulamalar, yerini ücretlerin dondurulması, sosyal harcamalarda kısıntılar, sendikalara saldırılar gibi klasik muhafazakâr önlemlere bıraktı. Çad ve Lübnan bunalımlarındaki saldırgan politika, barışçı harekete karşı acımasız tavır alış da cabası.
İspanya’da işsizliği yok edeceği vaadiyle yola çıkan Gonzales hükümeti, “ilerici kemer sıkma politikaları” denilen denk bütçe, sıkı para, ihracatı teşvik uygulamalarıyla işsizliği tırmandırdı. İşten çıkarma kuralları yumuşatıldı. Sosyal harcamalar düşürüldü. NATO karşıtı sloganlarla iktidara gelen Gonzales, bugün Avrupa’da NATO şampiyonluğunun ilk akla gelen isimleri arasında bulunuyor.
Portekiz’de Soares hükümetleri, Karanfil Devrimi’nin toplumsal kazanımlarını ortadan kaldırma gayretleriyle tanınıyor.
İtalya’da Craxi yönetimi, ücret endekslemesinin durdurulması, sermaye piyasasının liberasyonu, millileştirilmiş sanayilerin özelleştirilmesiyle muhafazakâr politika kervanına katıldı.
Başlangıçta ücret endekslemesinde yükseltmeler ve küçük çiftçilere yönelik fiyat desteklemelerinin genişletilmesiyle işe girişen PASOK hükümeti, ithalâtın artışı ve yatırımlardaki düşme karşısında, daraltıcı mali uygulamalara başvurarak, vergi reformu ve sosyal hizmet politikalarından vazgeçti. İşsizliğin artışı ve “acı reçete”lerin baskısına karşı yükselen sendikal direnişleri bastırmak için kamu çalışanlarının grev haklarına geniş boyutlu kısıtlama ve denetimler getirdi.
Sosyal demokrasinin “nazar boncuğu” İsveç’te bile, işsizliğin artışı ve resmi kemer sıkma politikalarına karşı sendikal huzursuzluğun tırmanışı, parlak dönemlerin sona erdiğini gösteriyor.
Kısaca ele aldığımız bu örnekler, değişen uluslararası ekonomi ve politika dengeleri içinde, sosyal demokrasiyi muhafazakâr partilerden ayıran reformist özellikler bakımından da evrim çizgisinin bitimine doğru gelindiğini düşündürtüyor.
***
Son olarak, mülkiyet sorununa yeniden dönelim.
Üretim araçlarının kimin elinde olduğu önemli değil, mülkiyetten kimlerin yararlandığı önemli görüşüyle, Marksizm’in Keynesçilikle karıştırılarak özü boşaltılmış son kalıntılarını da süpüren sosyal demokrasi, sosyalist üretimdeki bürokratik tıkanmaların baskısıyla zihinleri bulanmış Sovyet akademisyenlerinin bile cazibesine kapıldığı “halk mülkiyeti” kavramının da mimarı durumundadır. “İskandinav tipi sosyalizm”de örneklerini bulan bu mimari kuruluşun temelinde de Bernsteincı görüşlerin yattığı biliniyor.
Başta, üretim araçlarının aşamalı sosyalizasyonuyla burjuvazinin evrimci çözülüşünü amaçlayan yeni sosyal demokrat partiler, on yıllardır mülkiyetin yaygınlaştırılmasıyla işçilerin burjuvalaştırılması gibi ütopik demagojilere sarılarak, proletarya içindeki sınıf atlama özlemlerini kışkırtma eğilimi içinde bulunuyorlar. Geniş millileştirme önlemleriyle tanınan İsveç Sosyal Demokrat Partisi’nin (SAP) bile, sanayideki marjinal sektörleri devletleştirmekle yetindiği ve geçtiğimiz yıllarda gündeme getirdiği yeni millileştirme politikalarının kapitalistlerden gördüğü tepki karşısında bundan da vazgeçtiği hatırlardadır.
Nedir bu “halk mülkiyeti”nin içyüzü?
“Esnek planlama” politikalarıyla “sivil toplum”un denetimine alınan finans-kapitale sosyal bir görünümün kazandırılması. Tek tek bütün işçilerin üretim araçlarının sahipleri haline gelmesi zaten mümkün değil. Ancak, sendika ve kooperatiflerin kendi mali fonlarıyla, devlet kredi desteğine dayanarak kuracakları veya hisse senetlerini satın alarak iştirak edecekleri şirketler yoluyla işçilerin mülkiyete katılması öngörülüyor. Böylece, hem tekelleşmeyi kıracak rekabet unsurları güçlendirilecek, hem de sermayenin belirli ellerde ya da devlet bünyesinde yoğunlaşarak “sivil toplumu” tehdit eden otoriter bir güce erişmesi engellenecektir.
“Esnek planlama” düşüncesi, liberalizmin serbest piyasa kurallarıyla tekelci devlet kapitalizminin Keynesyen müdahaleciliğinden elde edilmiş bir ekonomik sebze çorbasıdır. Tekelci sermayenin türlü yollardan devlet sermayesiyle sentezleştiği ve sermayenin kişi etiketlerinden sıyrılarak anonim bir toplumsal karakter kazandığı devlet kapitalizmi koşullarında, rekabet sınırlarının son duruşmada finans kapital çıkarlarınca belirlendiği, Leninist çözümlemelerle pekişmiş Marksist ekonomi-politiğin en bilinen gerçeklerindendir.
Finans-kapital, tek tek kişilerin yönlendirdiği sermayeyi değil, banka ve şirketlerde yoğunlaşmış sermaye irileşmesini ifade eder. “Halk mülkiyeti” bu noktada, sendika ve kooperatiflerin ellerinde birikmiş kolektif işçi fonlarınım finans-kapital çarklarına bağlanmasıyla, daha yüksek bir sermaye konsantrasyonunun araçları haline getirilişi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Diğer yandan, işçi örgütlerinin “anonim kapitalist” kurumlaşmalara dönüştürülmesi, işçi muhalefetinin kapitalizasyon süreçleri içinde eritilmesi gibi bir gerici politik amacın çerçevesini aşmamaktadır.
Bütün bunlar, İsveç ekonomisini beş büyük finans grubunun denetlediği gerçeğini gizlemeye yetmiyor.
***
Yaşanmış tarihsel süreçler üzerinde geriye doğru iz sürmelerle yol aldığımızda, bugünkü sosyal demokrat parti uygulamalarının Bernsteincı ve Kautkist tezlerle çok açık bir mantık zincirlenişi içinde bulunduğunu görmekteyiz. Revizyonizmin gerici özü, finans-kapital çağının yüzyıllık sosyal demokrat pratiği içinde evrilerek aşılıp çiçeklenmiştir.
Tabii ki, dönekliğin ilk pratik meyveleri, sosyal demokrat partilerin savaşta kendi ülkelerinin burjuvalarını destekleme kararlarıyla açığa çıktığında, yıllardır birbiriyle tepişerek ilerlemiş reformist ve ihtilalci kanatların aynı parti içinde yer almaları tümden olanaksız hale gelecekti. Hele Ebert ve Scheidemannların Alman devriminin bastırılmasında oynadıkları rol, pratik kanalların karşıt kutuplaşma alanlarına doğru akmasını hiçbir şekilde engelleyemezdi.
“Emperyalist savaş, devrime dönüştürme” taktiğiyle Leninizm’e yaklaşan ve Sovyet devriminin etkileriyle yenilenen çökkün partilerin devrimci unsurları, ünlü Bolşevizasyon programının yeni tip parti şekillendirişinden geçerek III. Enternasyonal (Komintern)’in onurlu yaratıcıları arasında yer aldılar. Reformcu akımlardan yollarını ayıran devrimci partiler soysuzlaştırmış eski politik sıfatları terk ederek, 1848’in evrensel programıyla bağlarını çıplak biçimde ifade eden köken adına döndü. Yeni partiler “komünist” sıfatıyla ortaya çıktılar. II. Endernasyonal’in “kocakarılar” bölüğü ise, tekelci kapitalizmin “eğiticiliği” altında Sosyalist Enternasyonal’de yeniden bir araya gelmişlerdir.
Ancak, kapitalizmin ikinci savaş sonrası yıllarda gerçekleştirdiği refah patlaması, dünya komünist hareketi üzerinde yeni bir ideolojik buhran etkisi yaratarak, 1910’larda Leninizm’in üstünlükle kapattığı tartışma konularını tekrar gündeme getirdi. İtalyan ve İspanyol komünist partilerinin başını çektiği Leninizm’den kopuş dalgası, Batılı partileri Avrokomünizmin reformist sığlığına sürükleyerek ciddi tıkanmalara uğrattı.
Bugün Avrokomünizm, kaçınılmaz bir çöküntüyü yaşıyor. Carillo’nun aldığı ağır seçim yenilgisinden sonra İspanyol Komünist Partisi, tam anlamıyla bir paçavraya dönüşmüş durumdadır. “Gri saçlı, gri bıyıklı” yeni liderlerinin yönetimi altındaki İtalyan “komünist”leri ise, sosyal demokratlarla birleşme yolunda epey mesafe katetmiş görünüyorlar. Diğer partiler, çöküntünün ardından Avrokomünizmi terk etme çabalarına girişmiş olsalar da, Batı’da proletarya hareketi, siyasi krizin aşılması bakımından kısa vadede umut verici bir devrimci kabarışa hazır bulunmuyor.
Avrupa’da durum bu iken, ne yazık ki, yenilgi ortamında Batı’dan bize vuran yüzyıllık geçmişe sahip teorik paçavraların esintisi, Türkiye sosyalizminde de “devrim” hortlatmalarına girişmiştir. Sivil toplumculuğun çeşitli frekanslardan yayılan teslimiyetçi ütopyaları ve hele Bay Murat Belge’nin Kolombvari “yeni keşif”leri, ne ölçüde zavallı ve uzun dönem açısından şanssız görünürse görünsün, bir olgu olarak karşımızda duruyor.
Ve ne yazık ki, etkili Sovyet akademisyenlerinin Marksist teorinin “global” yapısında yaratmaya başladıkları Neo-Kautskist deformasyon ve bu deformasyonun başta TBKP olmak üzere kimi çevrelerce Türkiye sosyalizmine taşınması, bizde de, dünyada da yüzyıl önceki tartışmaları yeni boyutlarla tekrar bir teorik gündem haline getireceğe benziyor.
Tarih, tekerrürdür mü diyeceğiz?
Kaynaklar:
1- Engels, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne önsöz.
2- Halûk Özdalga, Çağdaş Sosyal Demokrasinin Oluşumu s. 51
3- Özdalga, a.e., s. 51
4- Özdalga, a.e., s. 50
5- Aktaran: Özdalga, a.e., s 60
6- Yorumlayarak aktaran: Özdalga, a.e., s. 68
7- Özdalga, a.e., s. 69
8- Aktaran: İsmail Cem, Sosyal Demokrasi Nedir, Ne Değildir, s. 81
9- Aktaran: Özdalga, s. 100
10- İsmail Cem, Siyaset Yazıları, s. 202-203
11- Perry Anderson, Avrupa Sosyal Demokrasisi Ölüm Döşeğinde mi? 11. Tez, sayı:6
12- Ekonomide Diyalog, Kasım 1988
13- Anderson, a.y.