SADECE KAHRAMANLIK MI? – Orhan DİNÇOK
Çağdaş Yol, Sayı 2, Temmuz 1987
12 Eylül öncesinde olduğu gibi bu yıl da Mayıs ayında çıkan bazı dergilerde Denizlere övgü yazılarını okuduk. Söylenen, Özetle: “Bu insanlar kahramandı.” Acaba böyle mi? Deniz ve Mahir’de simgeleşen Dev-Genç hareketi sadece kahramanlık mıdır? Yasal bir derginin sınırlarıyla zorlanarak da olsa bu konuya açıklık getirmeye mecbur olduğumuzu düşündük.
Kapitalizmin hakim olduğu ülkelerde halkın sisteme karşı muhalif hareketinin motoru, ideolojik ve pratik mücadelenin öncüsü İşçi sınıfı. Öncülük şu veya bu sübjektif iradenin değil, kolektif ve modern üretimle dolaysızca ilişkide bulunma maddi temelinden kaynaklanan objektif bir durum. Ama pratik hayatta kendiliğinden gerçekleşecek ve herkesçe hemen kabul edilecek bir konum değil.
Siyasal mücadele her şeyden önce pratik bir sorundur ve öncülük de pratikte kazanılacaktır. Öncülük verilmez, kazanılır. Kimse işçi sınıfının öncülüğünü maddi temeli olduğu ve bilimsel olarak ispatlandığı için kabul etmez, işçi sınıfı ancak gerçekten siyasi öncülük yapabilirse; sınıf mücadelesini/bir bütün olarak/ ideolojisi, taktikleri ve becerisiyle pratikte yönetip yönlendirebilirse öncülüğü kazanabilir.
Eğer işçi sınıfı sınıf mücadelesinin bütününde veya herhangi bir alanında öncülüğü sağlayamazsa, o alanda oluşan boşluk başka sınıf ve zümrelerce doldurulabilir. Çünkü sınıf mücadelesi Öncülük sorunundan ayrıca objektif bir temelden kaynaklanır ve durmaz. Her an tüm zenginliğiyle sürer ve yeni eğilimler doğurur. Öncü için sorun, bu zenginliği ve canlı akışı tümüyle kucaklayabilecek ideolojik sağlamlığa/genişliğe, taktik ustalığa/esnekliğe ve pratik cesarete/beceriye sahip olan bir yapılanma içinde olabilmektir. Eğer herhangi birinde eksiklik varsa bu, mücadele alanında etkisini hemen çeşitli zaaflarda gösterecektir. Hele öyle bir yapılanmanın -ki onun çağımızdaki biçimi proletarya partisidir- olmaması hali olayları yönetebilmeyi imkansızlaştırabilir. Veya etkisini her alana yayıp derin zaaflar yaratabilir.
O noktada ve o zaaflı alanlarda öncülük yapılamayacaktır, ama işçi sınıfı tarafından yapılamayacaktır. Fakat Panta rei /her şey akar/ hayat zengindir ve ürettiği her çözüm kesinlikle mükemmel değildir. O zenginlik içinde yana sıçramalar, yanlış eğriler ve hatta tersine akıntılar bol bol yaşanır. Ve doğru eğilim bazı kere birçok sancılardan sonra şekillenebilir. Zaten öncünün görevi o sancıların azaltılması değil midir?
Gerçek öncünün, doğum sancısını azaltamadığı noktalarda başkaları pratiği kavrama cara doğrusu sezme yetenekleriyle açılışı açacak, o alandaki boşluğu dolduracaktır Elbet her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Herkes kendi stiliyle çalışacak, o boşluğu kendi stiliyle dolduracaktır. O stilleri eleştirmek, sancıları azaltmak için gerekir, ama daha önemlisi boşluğun varlığıdır.
1920’lerde “Ulusal Kurtuluş Savaşının” sıcak mücadele koşullarında oluşan işçi sınıfı hareketi o yıllarda mücadelenin en ön saflarında yerin; aldı. Bolşevizm’in dünya çapındaki prestiji ve kendi pratik mücadele yeteneğiyle siyasette etkin bir konuma sahip oldu. Bu canlı eylemcilik Cumhuriyetin ilk yıllarında da korunabildi. Ancak Kemalizm’in işçi hareketine karşı taviz vermez baskısı ve ülkenin o günkü güçler dengesinde bu baskının kalıcılaştırabilmesi, devrimci dalganın geri çekilmesi; işçi hareketinin de geri çekilmesi ve ağır gizlilik koşullarında yapkın faaliyetin tüm alanlarda hakimiyetini kurması sonucunu doğurdu.1 60’lı yıllara gelinceye kadar devrimci işçi hareketi yapkın çalışma veya bir başka deyişle “Almanca konuşma” zemininde mücadele verdi. Bu, doğru bir taktikti. Ülkenin o yıllardaki koşulları tarafından belirleniyordu.
60’lı yıllar ülkede politik alanda önemli kopuşmaların yaşandığı bir dönemdi. Sınıflar ve hatta zümreler politika sahnesinde daha canlı ve daha bağımsız biçimde yerini almaya başladı. CHP, devletçiliğin baskısı altında olsa bile Ecevit’in önderliğinde çatlayarak tekel dışı burjuvaların sosyal demokrat zeminine yönelirken, sosyalizm tekelciler dışındaki sınıf ve zümrelere yayılıyordu. TIP, tekel dışı burjuvaların, orta aydınların, çiftçilerin, sendikacılar zümresinin sosyalist eğilimi olarak şekillenirken doğal karakteri sonucu parlamentarizm-sendikalizm kıskacına takılıyordu. Küçük burjuva tabakalar ise dört bir yandan siyaset sahnesine dalıyor. YÖN’le başlayan bu canlanma çeşitli “cuntacı” eğilimler ve küçük burjuva sosyalizmleri olarak oluşma sürecine giriyordu.
1951 TKP operasyonu ve 1957 VP tevkifatı ile dağılışa uğrayan devrimci işçi hareketi ise 601ı yıllarda 3 değişik kanaldan akıyordu. Bu, canlanan politik ortamın ufak nüans ayrılıklarını derinleştirmesidir. Birincisi, yurt dışına kaçan kanat, orada bir radyo istasyonunun yayını ile yetinen pratik(!) çizgi izliyor, TİP zemininde bir eğilim olarak şekilleniyordu. İkincisi M. Belli ve çevresiydi. Cuntacı akımlar, küçük burjuva sosyalizmi arayışları, Jön Türk eğilimli sivil aydınlar hepsi değişik oranlarda kaynaşmış biçimde geçici olarak ortak MDD çizgisi etrafında toplanıyor, sınıf mücadelesi keskinleştikçe bu geçici ortaklık eklem yerlerinden dağılışa uğruyordu. Üçüncüsü H. Kıvılcımlı ve çevresiydi. TİP’i hedef alan eleştirileriyle netleşen burjuva sosyalizminin baskısına ve sendikacı saltanatına karşı işçi sınıfının devrimci karakterini üste çıkarmaya çalışırken, M. Belli ile yürüttüğü polemiklerde işçi sınıfının öncülüğünü ve proletarya partisini savunuyordu. Dönemin sonunda “Anarşi Yok Büyük Derleniş!” parolası etrafında kendi eğilimi, M. Belli ve gençlik eğilimleri tarafından oluşturulacak devrimci bir partinin en acil görev olduğunu savunarak, diğer bütün faaliyetlerini belirleyecek temel çizgisi haline getiriyordu.
Siyasi kopuşmaların canlanması ve yığınların yavaş yavaş eylemliliğini yükselterek seslerini duyurması, yasal sınırları zorlaması şeklinde gözüken sınıf mücadelesinin keskinleşmesi mevcut düzenden yana olan açık-gizli güçleri de harekete geçirdi. Bir yandan bizzat devlet güçleri Amerikan Donanması’na karşı direnen gençlerin merkezi haline gelen İTÜ yurdunu basarak Vedat Demircioğlu’nu açıkça katlederken, öte yandan sivil faşist harekette kurduğu komando kamplarıyla açıkça silahlı saldırıların hazırlığını yapıyor, “Kanlı Pazar’da kitlesel katliam denemesine girişiyordu.
Halk güçleri ise yoksul köylülerin seyrek de olsa toprak İşgalleri, yürüyüş-mitingleri, öğrencilerin eğitim düzenini protestodan başlayarak anti-emperyalist bir zemine yükselen boykot, işgal, yürüyüş eylemleri ve en önemlisi işçi sınıfının yaygın grevlerden sonra bağımsız sendikalaşma hareketine (DİSK) yönelik saldırıya karşı 15-16 Haziran’da sokağa çıkmasıyla sesini duyuruyor, düzenin yasal sınırlarını zorlayan eylemler gündeme geliyordu. Doğu’da ise “özgürlük mitingleri” yakıcı güneşin kuruttuğu otlarla dolu ovalarda birer kıvılcım fonksiyonunu görüyordu.
Bütün bu kitlesel nitelikli “karşılıklı yoklamalar” sınıf mücadelesinin yükselmesine paralel olarak o güne dek kullanılmayan bazı yöntemleri gündeme sokan bazı eğilimlerin yerin altında bir yerlerde yavaş yavaş canlandığının ve yukarılara çıkma sancısı çektiğinin göstergesidir. Evet, belki henüz ülke devrimci hareketi o yükselen eğilimi değerlendirebilecek bir karakterde değildi. İdeolojik ve örgütsel kaos devrimci harekete hakimdi. Ancak dünyanın hiçbir ülkesinde burjuvazi devrimci hareketin tam bir olgunluğa ulaşmasına kadar sessiz kalmamıştır. Baskı ve sömürüyle bunalan halk da öncüsünün yetkinleşmesini beklememiştir. Ve zaten devrimci hareketlerde ancak sınıf mücadelesinin ateşi içinde devrimci anlamda bir olgunluğa ulaşabilirler.
İşte, o yükselen yeni eğilimi görmek, herkesten önce görmek, öncü olmak ve işçi sınıfının bağımsız/devrimci zemininde değerlendirmek gerekiyordu. Yakalanan temel halka, “proletarya partisinin oluşumu” ancak hayatın zenginliği ile kaynaştırılabilirse; doğan yeni eğilimlerin öncüsü olmakla, pratik mücadele içinde de öncü olmakla sağlanabilirdi. O noktada proletarya sosyalizmi öncü olamamıştır. Sadece o eğilimin yanlış değerlendirilişini eleştirmekle yetinmiş, kendisi doğru kullanılışını pratikte gösterememiştir, daha doğrusu zindanlarda geçen uzun yılların sonucu olan olağanüstü yalnızlığı ve kadro anlamında güçsüzlüğü proletaryanın kendisinin de bir sınıf olarak henüz düzene dair kof hayallerden kopuşamaması ile birleşince gösterme imkânını bulamamıştır.2
İşte, Deniz ve Mahir’in şahsında simgeleşen Dev-Genç Hareketi’nin değeri bu noktada oluştu Onlar sınıf mücadelesinin akmaya başladığı yeni karakterin doğurduğu bazı eğilimlerin doğal öncüleriydi. Sınıf mücadelesinin ülkede gelişimine genel bir bakış atarsak, 25’li yıllarda girilen dönemden sonra 60’lı yılların bir dönemeç olduğunu, 70’li ve 80’li yıllardaki yeni karakterin o dönemde oluşmaya başladığını görürüz. İşte aynı zamanda burjuva sosyalizminin iğrenç hımbıllığına/pısırıklığına ve proletarya sosyalizminin kendilerine pratikte öncü olamayışına tepkiyi de içinde barındıran cesaretli çıkışlarıyla Deniz ve Mahir’in şahsında Dev-Genç bir dönemin perdesini açtı. Türkiye işçi sınıfına ve emekçilerine “Fransızca” konuşmanın da gerekebileceği ve bir bütün olarak sınıflar mücadelesinin daha üst seviyede şekilleneceği yeni bir dönemin açıldığını gösterdiler, öğretici oldular. Sadece kahraman değiller. Onları hâlâ bıyık altından küçümseyerek güya hatırlayanların hiç anlamadıkları ve sosyal demokrasi kuyrukçuluğuyla inmelinmiş beyinlerinin belki de hiç anlayamayacağı bir şeyler söylediler. “Gün” dergisi yazıyor: Ölüme “karanfillerle” gitmişler. Hayır! Ellerinde “karanfiller” değil, başka şeyler yardı. Bunu herkes biliyor.
Bizim için önemli olan tam da “Gün” dergisinin atladığı noktadır. Sezdiler, davrandılar ve öğretici oldular. Her türden eleştiri onların üstün sezme yetenekleri ve pratik cesaretleriyle sınıf mücadelesinde yeni dönemin yarattığı bazı eğilimlerin açılışını yaptığını göremediği sürece sağ oportünizmin bataklığında çürümeye mahkumdur. Öyleleri Eylül’den beridir sol liberaller, sivil toplumcular ve artık sosyal demokrasinin bir nüansı haline dönüşen burjuva sosyalistleri tarafından taşınan sarı bayrağın peşi sıra gidebilirler İşçi sınıfı başka renge tutkun ve çağrılı.
Proletarya sosyalizmi kendi bağımsız/devrimci zemininde oluşturacağı yeni taktiklerle yeni bazı eğilimlerin pratik öncülüğünü yapamayınca yetişen gençlik önderleri Deniz ve Mahir’in şahsında Jön Türk eğilimi ve küçük burjuva sosyalizmi karışımı, henüz tam netleşmeyen siyasi yapılarıyla yurtseverlik yanı ağır basan bir zeminde o konularda öncülük yaptılar. Yurtseverlik bilinçli işçilerin karakteridir, ama sınıf hareketi bu zeminin üstüne oturamaz, işçi sınıfının herhangi bir sınırla bağdaşmayan bağımsız sınıfsal görevleri vardır. Ayrıca sınıf mücadelesi 70 ve 80’!i yılların Türkiye’sinde objektif olarak ve açıkça belirleyici durumda. Nitekim Deniz ve Mahir’in devamcıları o noktadan kendi köklerini aşmak (12 Eylül öncesi Dev-Yol) veya aşındırmak (12 Eylül öncesi Halkın Kurtuluşu, TKEP/Kurtuluş) veya eskiye platonik bir özlem ve vefa duygusuyla yetinmek (T.D.Y.-D.K) zorunda kaldılar.4 Ancak söz konusu “aşma”, koşulların zorlanması ve el yordamıyla olduğundan, tutarlı bir teorik-örgütsel zemine oturtulamadığından yarım kalmış, Eylül sonrasında devamlılık sağlayamamıştır. Bugün T. Akçam sırtında papaz giysisi, elinde teslimiyet dininin İncil’iyle o eğilimin itibarını çürütebiliyorsa, bunun sebebini T. Akçam’ın gücünde veya konuştuklarının “dayanılmaz hafifliğinde” değil, başka yerlerde aramak gerekiyor.
Bugün hâlâ 70 Hareketi’nin aynen devamcısı olduğunu açıklayan eğilimler var. Bunlar 80’li yılların sınıf mücadelesi koşullarında gerçeklere uymayan ve gerçekler tarafından zorlanmaya/aşınmaya mahkum görüşlerdir. Mücadele yurtseverlik değil, sınıfsal temelde yürümek zorunda. Sınıfa karşı sınıf! Emperyalizmi başka yerlerde aram aya gerek yok: İşte, Finans-Oligarşisi. Ye karşıtını artık kimse görmezlikten gelemez: İdeolojik ve pratik öncülük artık bugünün koşullarında ancak işçi sınıfı tarafından kotarılabilecek seviyeye yükselmiştir. Ve işçi sınıfı böyle bir öncülük için hazır olduğunu görmek isteyen herkese göstermektedir.
***
Yazımızın sonunda, bizi bu yazıyı yazmaya zorlayan bazı işçi arkadaşların eleştirilerini ve cevabımızı aktarmak istiyoruz.
Bazı işçi arkadaşlar, 30 Mart 1972’nin yıldönümü olduğu için mart ayında çıkan 1. sayımızda Mahirlerin resimlerini basmamızı eleştirerek, dergiyi satarken zorluk çektiklerini bildirdiler.
Birincisi, lokal/bölgesel bir eleştiri, YOL çoğunlukla fabrikalarda okundu. Ve başka fabrikalardan bu yönde bir eleştiri gelmedi. Tam tersi de oldu, bir fabrikada derginin kapağının duvarlara yaptırıldığını duyduk.
İkincisi, haksız bir eleştiri. Haksız olduğu için eğer Mayıs ayında çıkabilseydik Denizlerin, Sinanların resimlerini basacaktık. Şimdi Mayıs şehitlerine atfen bir başka Mayıs şehidi için yazılan bir ağıtı yayınlamakla yetineceğiz. Üstünde bulunduğumuz direniş zemininden tarihimize, kökümüze baktığımız zaman onları da görüyoruz. Tarihimize sahip çıkıyoruz.5 Daha farklı değerlendirsek de, 18 Mayıs 1973’te işkencede katledilen İ. Kaypakkaya’yı da saygıyla anıyoruz.
Bilinçli işçiler işçi yığınlarının ufuklarını sendikal mücadelenin ötesine yükseltmek zorundalar. Yükselttiği anda Deniz ve Mahir işçilere başka şeyler ifade edecektir. Daha da önemlisi artık işçi sınıfı mücadele bayrağını kendi bağımsız/devrimci zemininde çok daha yüksek mevkilere dikmeye mecburdur.
(1) Burada Türkiye işçi sınıfının devrimci hareketinin değerlendirmesini yapma amacında değiliz. O ayrı, daha kapsamlı bir konu. Sadece belirli bir çalışma stili açısından ve bu yüzden eksik olmayı baştan kabullenen bir açıdan bakıyoruz.
(2) Ve bu biraz da zorunlu eksiklik, sadece yanlış biçimi eleştiri zemininde kalış, bazılarını yanıltmış; aslında “pili bitmiş” “Fransızca” konuşmaktan ürken kim gençlik önderleri, devrimci hareketten kopmadan veya burjuva sosyalizmine yönelmeden önce proletarya sosyalizmi maskesini giyme sahtekârlığına girişmişler ve Y. Küpeliler-İ. Sevenler, Kıvılcımlı’ya kara bir leke sürmüştür. Böyleleri ile birlikte onlarla aynı zeminde üreyen ve kimi “yatmadan önce her gün ‘doktor” okuyacak denli keskin (!) eskimiş gençlik önderleri H. Kıvılcımlı’dan sonra Kıvılcımlı’yla herhangi bir ilişkisi olmayan “Doktorculuk” diye bir eğilim şekillendirdiler. Onlar sonraları çok yanıldıklarını, proletarya sosyalizminin ateşten gömlek olduğunu anladılar ve soluğu kendi bataklık zeminlerinin ürettiği bataklık siyasetlerde ya da küçük burjuva dünyalarında aldılar. Ama boylarından çok büyük günahları hep peşlerinden gidiyor, gidecek!
“Doktorculuk” sorununa değinmekle yetiniyoruz. Konuyu esas olarak 3. sayımızda işleyeceğiz.
(3) Sınıf mücadelesinin 60’lardaki patlamasından sonraki yeni aşamasını gençlik her alana yayılan ve yasaları zorlayan/aşan pratik mücadelesi ile açarken, mücadele alanlarının gelecekteki biçimleri hakkında ilk ışığı yakıyor, yol açıyordu. Kıvılcımlı ise teoride yeni aşamada bir kez daha doğarken, aynı zamanda daha yüksek seviyedeki mücadelenin çözmeyi zorunlu kıldığı teorik problemlerin açılışını yapıyor, pratikte ise her türden mücadelenin motoru olacak proletarya partisinin yeniden inşası için ilk adımın: atılıyor, bu konuda taviz vermeyen çizgisi ile gelecekte yeniden oluşacak proletarya partisinin temelini atıyordu.
(4) PKK şimdi artık farklı zeminde de olsa tarihi kökünün önemli bir beslenme kaynağı 70 Hareketi’dir. Ve 12 Eylül olmasaydı Dev-Yol’un hangi zeminlere sıçrayabileceğini kim bilebilir?
Olayları bazı kalıplar içinde değerlendirenler için hayatın zenginliği “fazla” gelebilir ama olayların dili olmakta ısrarlı olanlar, hayatı nüanslarıyla kavrama titizliğinde olanlar şüphesiz başka yola çıkacaktır. Etrafı beton kalıplarla kaplı küçük havuzlarda yüzmektense, okyanusların enginliğinde kulaç sallamak. İşte bilinçli işçilere yakışanı budur!
(5) Bu uzun dipnotta üç önemli noktayı açıklamak istiyoruz.
a) 70 Hareketi’ni sadece 30 Mart veya Denizlerin Ankara, dışına çıkışı veya 31 Mayıs olarak değerlendirmiyoruz. 65’den itibaren gelişen bir direniş eğilimi var. Bu önce okullarda boykot/işgal/yürüyüşlerle başlıyor, grev yerlerini ziyaret ve toprak işgallerine yardımcı olmakla sürüyor, 15-16 Haziran’da sokaklara taşan işçileri başlarındaki sendikacıları yalnız bırakırken aktif olarak destekleyerek gelişiyor. Biz 70 Hareketi’ni bu bütünlük içinde, yani Dev-Genç geleneğini, de içine alarak değerlendiriyoruz. Ortada yasal sınırları aşan bir halk hareketliliği ve o halkın önünde kendi karakterinin yettiğince direnen/mücadele eden gençler var.
Bugün halkın üzerinde estirilen teröre ve artık tam bir talana çevrilen soyguna karşı direnen halk üçlerinin kendi tarihi kökleri içinde (bu direniş perspektifinden bakıldığında) Dev-Genç Hareketini de görmeleri gerekiyor.
b) Özellikle 65’den sonra (önce o isim kullanılmasa da) Dev-Genç eğiliminin öne çıktığını görüyoruz. Ancak bu eğilim içinde derinleşmeye müsait zaafları da yaşıyordu. 12 Mart sonrası yaşananlar bir yönüyle de o zaafların derinleşmesidir. Devlet terörünün yükselmesi ve dayanılacak bir emekçi halk hareketinin de olmayışı Dev-Genç eğiliminin öncülerini derinden sarsmış ve o sarsılış içinde zaaflar hızla derinleşmiştir. Burjuva sosyalizminden duyulan tiksinti önceleri yığın hareketleri ile ondan kopuşarak dile getiriliyordu 12 Mart’tan sonra yığın hareketi geri çekilince yalnız kalan öncüler kendilerini yakarak eleştiri yolunu tuttular.
c) Önemli bir ayrım var. Bunun atlanması büyük hatalara, yanlış eğilimlere sebep olabilir. Direniş çizgisi başkadır, proletarya sosyalizmi başka. Direniş çizgisi mevcut durumda proletarya ve Küçük burjuvazinin devrimci eğilimlerinden oluşuyor. Proletarya sosyalizmi direniş çizgisinin içindedir, ama kendi bağımsızlığını ideolojik ve pratik zeminde hassasça korumak zorundadır
Önce MDD’den hoşnutsuzluğuyla proletarya sosyalizmine doğru yönelişin zeminini yakalayan M. Çayan, 1970 Haziran’ında yaptığı tespitlerde işçi sınıfına ancak “ideolojik öncülük”ü layık görerek küçük burjuva sosyalizmine yönelmiştir. 12 Mart’tan sonra 12 Eylül’e dek geçen günlerde ise bir yandan o netleşme süreci tamamlanırken, aynı zamanda çok geniş yığınlarla iç içe giren ve onlara önderlik etme durumuna yükselen küçük burjuva sosyalizminin kendi kabuğunu kırarak proletarya sosyalizmi ile yeni bir yakınlaşması yaşandı. Ama “Birikim”, “Halkın Kurtuluşu” vb. burjuva aydın siyasetlerinin etkisin de çürümesi de yaşandı. 12 Eylül küçük burjuva sosyalizmini derinden sarsmış ve eklem yerlerinden parçalayarak yeni biçimlere doğru itmiştir.
Şimdi bu durum, yanı tüm karmaşıklığı içinde olsa bile proletarya sosyalizmi ile küçük burjuva sosyalizmi arasındaki ayrımın netleşmesi. Türkiye devrimci hareketi açısından bir kazançtır. O ayrılığı bulanıklaştırmak, gericiliktir. O halde, evet, proletarya sosyalistleri direniş çizgisi içindedir, ama hemen belirtmelidir ki tarihi kökü çok daha derinlere gider, ideolojik ve politik bağımsız bir yapısı vardır. Ortak bir direniş hattı içinde bulunduğu dost güçlerin kendine doğru attığı her adımı desteklemeli, kararsızlaştığı veya burjuva liberalizmine doğru yönelişlerini eleştirmeli, hepsinden önemlisi kendi bağımsız yapısını her an titizlikle korumalıdır.