1960 SONRASI DEVRİMCİ HAREKETE GENEL BAKIŞ

Çağdaş Yol, Sayı 9, Ekim 1989

27 Mayıs’la Türkiye’deki sınıflar savaşı yeni bir döneme giriyordu. Tek Parti diktatörlüğünün ve ardından Menderes zulmünün baskı ve bentlemesinden sonra, bütün gövdesiyle açığa çıkıyordu. Bunun anlamı, ekonomik gelişmenin kaçınılmaz sonucu olarak, sınıflar arası kopuşma’nın hızlanmasıdır. Yani o güne kadar, Finans-kapitalin siyaset çemberinde oyalanıp uyutulan sınıf ve tabakalar, yavaş yavaş kendi öz eğilimlerini açığa vurmaya başlıyorlardı. Elbette bu sınıflar kopuşması ilk planda ve kaçınılmaz olarak proletarya ve burjuvazi arasında olmuş, TKP daha 1920’Ierde örgütlenmiştir. Ama diğer sınıf ve tabakalar, genellikle, finans-kapitalin siyaset ağlarında çırpınmışlardır. İşte bu sınıf ve tabakaların finans-kapital ağlarından kopuşmasının hızlandığı yıllar; 1950’ler ve en kör göze batarsa açığa çıktığı yıllar ise, 1960’lardır.

Bu sınıflar kopuşmasının 1960’larda kendini gösterişi, yaşadığı­mız toplumun geleneklerine uygun bir şekilde oldu. Ordu gençliği devleti kurtarmak için davrandı. Ve ilerisi için hemen hiçbir açık fikre sahip ol­madan kendini iktidarda buldu. Ve iş­te o andan sonra, vurucu güç’ün yön­lendirilmesi toplumdaki sınıflar savaşı­nın güçler dengesinden ayrı bir yol ala­mazdı. Egemen finans-kapital, 27 Mayıs’ı daha birinci gününden itibaren nötralize etmek için didinmeye başla­dı. Ve bu, 12 Mart’a varana kadar bir on yıl sürdü gitti.

Yön ve T. Aydemir olayı: 27 Mayıs’ta davranan ordu gençliğine yol gösteren sadece finans-kapital değil­di. O dönemde Vatan Partisi adına Dr. H. Kıvılcımlı MBK’ne iki açık mektupla ne yapılması gerektiğini bildirdi. Ve söylenenin esası Vatan Partisi Programının uygulanmasıydı. Elbette, proletaryanın siyasi örgütlenmesinin çok cılız olduğu o günlerde, bu yol göstermelerin pratik bir sonucu olamadı. Esas olan şudur.

Osmanlılığın İlb’lerinden kalan ‘Devlet Sınıflarının’ devlete sahip çıkma, halk adına davranma geleneğinin en güzel bir atılışı olan 27 Mayıs, kendi başına özlediğini yapamazdı. Halk için bir şeyler yapmak, ancak işçi sınıfına dayanarak olabilirdi. Ve bu yolda pro­letaryanın siyaseti Vatan Partisi, ‘MBK’ne Açık Mektup’la bu gerçeği açıkla­mıştı. İşçi sınıfının karşısında, finans-kapital, MBK’ne ‘yol’ göstermede, güçlü örgütlenmesinden dolayı kıyaslanmayacak avantajlara sahipti.

Fakat MBK’ne yol gösteren sınıf­lar, sırf birbirine karşıt, finans-kapital ve proletarya değildi. O dönemde, 1961 sonlarında yayınlanmaya başla­yan ‘Yön’ dergisi çevresindekiler de, 27 Mayıs’a bir şeyler öğretmeye çalışı­yorlardı. Yön’ün gösterdiği yol eski bir şarkının tekrarı gibiydi. Tutulması gereken yol ‘Devletçilik’di. Bunun başa­rılması için ise aydın kadrolar seferber edilmeliydi. Böylece ‘Yön’, TKP için­den tasfiye olmuş Kemalizm’in ‘Kadro’ ideolojisinin yeni bir biçimini savunu­yordu. Bu haliyle ‘Yön’ sınıfları göre­meyen bir küçük burjuva ütopyası ola­rak şekilleniyordu. Dikkat edilsin, 27 Mayıs’la hızlanan sınıflar kopuşmasında, en azından bir yayınla önde görü­nen ‘Yön’ küçük burjuva eğilimi, tama­men içinden geldiği ortamın karakteri­ni üzerinde taşımaktaydı. Doktrini ‘Devletçilikdi dayandığı zemin ise ay­dın kadrolardı. Sınıfsız bakışı ve Dev­letçilik doktriniyle hala Kemalist burjuvazinin ideolojisinden öteye gideme­mişti. İşte 27 Mayıs sonrası ilk şekille­nen küçük burjuva eğilimi ‘Yön’ böyle bir zemindeydi. Sınıflar savaşı şiddet­lendikçe, küçük burjuvazinin yöneliş­leri elbette değişti. 12 Mart’a girmeden MDD olarak şekillendi. Ve Kemaliz­m’in izlerinden kurtulmaya, işçi sınıfını görmeye doğru bir yol izleyen küçük burjuva devrimciliği, şimdi elbette ki 12 Mart öncesinden de daha ileride bir siyasi çizgiye gelebilmiştir. Sınıflar savaşı küçük burjuvaziyi eğitmektedir.

Demek ki 27 Mayıs’tan sonra ilk şekillenen küçük burjuva eğilimi ‘Yön’, ideolojik yapısıyla, Kemalizm’i ve Devletçiliğimizi aşabilmiş değildir. Daha sonra, 1969’larda, Yön, Dev­rim dergisi olarak varlığını sürdüre­cektir. Ve temel bakış açısı işçi sınıfı dı­şında ‘sivil asker aydın zümre’ye da­yanan bir devrim anlayışını savunmak olacaktır.

27 Mayıs kaynaklı bir diğer önemli atılım da T. Aydemirlerin 21 Mayıs darbe girişimidir. Finans-kapitalin 27 Mayıs’ı nötralize etmesine bir tepki olarak gelişen 21 Mayıs hareketi ba­şarıya ulaşamadan bastırıldı. 21 Mayıs’ın liderlerinden Fethi Gürcan hare­ketlerinin dayandığı temel mantığı şöyle açıklıyor: ‘Biz haklılığımızın sa­vunmasını modern devlet görüşünde bulmaktayız. Bu görüşe göre, devletin bir fonksiyonu ve bu fonksiyonu ger­çekleştirmek için de bir otoritesi var­dır. Bu fonksiyonun gayesi halkın mutluluğunu sağlamaktır ve mutluluk sağlandığı müddetçe meşru bir devlet otoritesi var demektir… Bu itibarla kanunlar ve devlet müesseselerinin verdiği her türlü hukuki emirler özü itibariyle bu amaca karşı olamazlar. Ak­si takdirde meşru değildirler. (F. Gür­can’ın Savunması, Sosyalist, s. 6)

‘Halkın mutluluğunu sağla’mayan bir devleti ‘meşru’ görmeyen F. Gür­can, bu mutluluk yolunda yapılabile­cekleri şöyle anlatıyor: ‘Olumlu bir toprak reformu, hem sosyal adaleti ve onunla birlikte hem de en azından bü­yük fakat aç ve çıplak Anadolu halkını besleyecek ölçüde istihsal artışını sağlayacak toprak reformu nerede?

‘Bütün bunların altında nüfuz tica­reti, soygunlar, akraba kayırmaları yatmakta ve ekonomik, politik müna­sebetleri ile basınıyla, diğer müesseseleri ile halkın gerçek iradesinin dı­şında hatta karşısında kalınmaktadır. Şimdi soruyoruz:

‘Bu şartlar altında 27 Mayıs öncesi statükoyu koruma, hatta restore et­mek rolünde olan Başbakanla, parla­mento, büyük halktan yana mı, yoksa onun karşısında mı?’

‘27 Mayıs öncesi statükonun korunup-restore edildiğini gören ordu gençliği, ‘Yön’ dergisi gibi fazla yazıp çizmeden, doğrudan davranıyor ve halk adına halktan kopuk kaldığı için ‘statüko’nun duvarında parçalanıyor­du. Elbette bizim ordu gençliğimizin bu güzel geleneğinin de kendine göre dayandığı bir tabaka vardır. Bunu da yine F. Gürcan şöyle açıklıyor: ‘İşte biz ulusal iradenin gerçekten tecellisi için ona engel olan politik, ekonomik ve sosyal münasebetleri ulusun çoğunlu­ğu lehine ortadan kaldırmak istiyor­duk.

‘Bu münasebet yarın mutlaka ko­parılacaktır. Bu koparmayı kimlerin aracılığıyla yapacaktık? Kafalarıyla ye­ni nesil Atatürk’ün Cumhuriyeti ema­net ettiği, aslında halkın mutluluğunu sağlamayı tavsiye ettiği gençlik ile ya­pacaktı. Daha doğrusu onlar yapacak­tı. Bu şüphesiz dar anlamıyla gençlik değil, yurdun her yanında, her kesi­minde düşüncesiyle ve yapıcılığıyla devrimci olan zinde güçtür.’ (a.y.)

İşte 1960’larda küçük burjuva dev­rimciliği iki yönde gelişmiştir. Devletçi gelenekli aydın küçük burjuva eğilimi ‘Yön’, 27 Mayıs’a yol gösterirken ken­di aydın çemberi içinde soysuzlaşıp bayağı burjuva liberalizmine dönüş­müştür. Öte yandan, ordu gençliğin­den kaynak alan 21 Mayıs hareketi ise, kendi geleneğini sürdürmüş, adeta sınıfların önünde davranmıştır. ‘Yön’ atalet içinde soysuzlaşırken, 21 Mayısçılar bir atakla statükoyu sarsamadan meşale gibi yanıp söndüler.

Türkiye’de sınıflar savaşının en kör göze henüz batamadığı bu yıllar­da, sınıfa dayanmadan davranan Genç Türk geleneğimiz teorisi ve pra­tiğiyle önde göründü. Soyut halk kav­ramından ve onu kurtaracak zinde güçlerden öteye gidememiş olan bi­linçlenme, sınıflar savaşı yükseldikçe ister istemez değişmiştir.

TİP: Yine 1961’de kurulan, fakat sırf sendikacılar zümresinde kalan TİP, bu yıllarda genellikle sessiz ve adeta yok gibidir. Ordu gençliğinin 21 Mayıs yenilgisinden sonra 1964’lerde, TİP sesi duyulur hale gelmeye baş­lamıştır. Aristokrat işçi zümresi sendi­kacıların ve burjuva aydınların ege­menliğindeki TİP, gelişmesiyle, çevre­sine hemen hemen o yıllarda devrimci potansiyelin tamamını toplamıştır. Küçük burjuva devrimciliğinin sınıfsız bakışına ve ‘zinde güçler’e dayan­masına karşılık; TİP, bir sınıfa dayandığını söylüyor ve ‘halkın mutlulu­ğu’nun yerine de soyut olarak sosya­lizmi savunuyordu. Bütün bunlar dev­rimci hareketin genel gidişinde bir aşamaydı. Yön ‘çağdaş uygarlık’tan öteye gitmemiş ve sınıfları görmemiş­ti. 21 Mayıs hareketi, ‘zinde güçler’le 27 Mayıs’a pratik yol göstericiliğini denemiş, ancak kendini yakmıştı. Ve bu yıllar içinde sınıflar savaşındaki ge­lişim, 1963’lerde işçi sınıfının grev ve toplu sözleşme hakkını almasına ka­dar varmıştır. İşte bu dönemde ‘Türki­ye’de burjuva ve emekçi sınıfın olup ol­madığı… Endüstri işçisi Türkiye’de toplumculuğun öncüsü olabilir mi, olamaz mı?’ vb. konuları hararetle tar­tışılmaktadır. Bunun anlamı ise, işçi sınıfının kendini siyaset sahnesinde ya­vaş yavaş duyurması ve küçük burjuva devrimciliğinin bundan etkilenmesi demektir.

‘Zinde güçlerin ne teorisi ne de pratiği 1960 sonrası devrimci hareket üzerinde etkin ve egemen olamamıştır. Sadece, henüz 27 Mayıs’ın sıcak etkinliğinin yaşandığı günlerde filizlenmiş, sonra yaşayamamış; ya kendini yakmış ya da burjuva liberalizmine soysuzlaşmıştır. ‘Yön’ CHP’nin yedeğinde kalmıştır. İşte bu yıllar, henüz bağımsız küçük burjuva devrimciliği pek yoktur. Var olan eğilimler ‘devlet sınıf­ları’ geleneğinin ötesine geçememiş­tir. Yani sınıflar kopuşması, henüz kü­çük burjuva devrimciliğini az çok istik­rarlı bir biçimde ortaya koyacak sed­yede değildir.

Küçük burjuva tabakalar; özellikle köylülüğün bir kısmı ve küçük esnaf­lar, hatta gençliğin bir kısmı bu yıllarda CHP potasındadır. Şehir ve kasaba­lardaki gençliğin büyük kısmı ise, 1963’lerden sonra güçlenmeye başla­yan TİP çevresindedir. O dönemde CHP ‘ortanın solu’ TİP de ‘Sosyalizm’ demektedir. Bu söylenenlerin sınıflar savaşı açısından anlamı şudur. O güne kadar gerek ekonomik gerekse politik olarak finans-kapitalle önemli bir ça­tışma içinde olmayan yaban burjuva­ların (tekel dışı kapitalistler) 1950’lerden beri finans-kapital vurgununun hızlanmasıyla, finans-kapitalle çatışmaları yükselmiştir. Ve bunun siyasi olarak görünümü iki yönde olmuştur. Yaban burjuvaların daha irileri serbest rekabet özlemlerini ‘ortanın solu’ şek­lindeki daha çok liberal bir anlayışla CHP’de dile getirmişler, düzenden daha çok kopuşanları ise, kurtuluşu iş­çi sınıfı ile ittifakta yoklayarak, özlem­lerini ‘Sosyalizm’ talebiyle TİP’de gi­dermeye koyulmuşlardır. TİP işçi sınıfı içinde aristokrat, zengin işçilere, sen­dikacılara dayanmaktaydı. TİP’de ege­men olan işçi aristokrasisi ve burjuva aydınların eğilimiydi. Bunlar ise sonuçta işçi sınıfı içinde burjuva nüfuzu olmaktaydılar. Bütün bu gelişmeler şu­nu gösteriyordu:

Proletaryanın öz eğilimi 1920’de doğmuş ve 1927’lerde sağlamca şe­killenmiştir. Fakat sınıflar savaşının yüksek boyutlara varmadığı yıllarda finans-kapitalin sürekli; zulmü ve yok etmesi sonucunda 1960’lara gelindiğin­de dağınık ve örgütsüzdü. Bu nedenle 27 Mayısla ‘hürleşen ortamda işçi sı­nıfı adına onun öz eğilimi değil, tersine işçi içindeki egemen burjuva nüfuzu davranmış ve TİP olarak partileşmiştir. Ve henüz küçük burjuva devrimci­liği de TİP içindedir. Yani sınıfsal ola­rak; henüz sınıflar kopuşmasında işçi sınıfı ve küçük burjuva tabakalar ya­ban burjuvazinin takipçisi durumunda­dır. Ve yine aynı şekilde henüz yaban burjuvazinin, küçük burjuvazinin ve proletaryanın siyasi taleplerinin birbi­rinden farkı açıkça görünmemektedir. Kaba bir bakışla hepsi sanki aynı gö­rünmektedir. Elbette bu görüntüyü sağlayan sınıflar savaşının 1965’lerdeki seviyesidir.

İşte 1960 sonrası ‘devlet sınıfları’ gelenekli küçük burjuva devrimciliği­nin kısa ataklarından sonra, devrimci harekette burjuva devrimciliği öncü davranmıştır. Onun öncülüğü ‘zinde güçler’in sınıfsız bakışına karşılık işçi sınıfı ve sosyalizmi savunmasında ol­muştur. Ama sınıflar savaşı yükselip de mücadele şartları değişince, daha militan bir karakter kazanınca TİP’in burjuva devrimciliği iflas etmeye başla­mıştır. Çünkü TİP’in sosyalizmi ger­çekte işçi sınıfına değil, işçi içinde aris­tokrat bir zümreye dayanıyordu. Ve düzen değişikliğini devrimci bir tarzda düşünmeyip, burjuva devrimciliğinin gereği parlementoda ‘başa güreş’tiğini söyleyerek, aslında, mevcut düzenin ebedileşmesi için çalışmış oluyordu. İşte bütün bunlar geniş yığınlar tarafın­dan 1965’lerde henüz gerçek anlamlarında bilinemiyordu. Ama özellikle 1966’lardan sonra hızla yükselmeye başlayan, sertleşen sınıflar savaşı TİP’in yaldızlarını dökmüştür. TİP içinde ve dışında partinin politik hattına karşı MDD hareketi gelişmeye başlamıştır. Bunun anlamı, yükselen sınıf mücadelesi şartlarında küçük burjuva tabakalarının burjuva öncülüğünden kopuşmasıydı. Dolayısıyla sınıf mücadelesinin yeni şartları bir bakıma burjuva devrimciliğinin öncülüğünü imkan­sız hale getiriyordu. 1960 sonrasının genellikle banşçıl geçtiği 1967 yıllarına kadar olan döneminde, burjuva devrimciliğinin öncülüğü açıkça ortadayken, bu öncülük ekonomide yeni bir buhranın patlamaya yüz tuttuğu 1969’larda açıkça dağılışa girmiştir. Özellikle 1969 yılı, parlamentoda başa güreşilemeyeceğini göstermiş ve TİP hızla çözülmeye başlamıştır. Daha doğru şöyle söylenebilir. Gelişen sınıf­lar savaşı karşısında TİP’in gittikçe gericileşmesi ve çürümesi iki olay tarafından hızla açığa çıkartılmıştır. İçerde, 1969 seçimlerinde uğranılan sonuç, milletvekillikleri birdenbire kaybolun­ca, bu durum, parlamenter mantıklar­daki paniği hızlandırmıştır. Dışarıda ise, Çekoslavakya olaylarıdır. Aybar bu olaylar karşısında bütün gericiliğini kusmuş ve sosyalizm düşmanlığını açığa vurmuştur. Bu iki olay hem TİP’in karakterini daha iyi ortaya çıkartmış, hem de çözülmeyi hızlandırmıştır.

Böylece 1969lara gelindiğinde burjuva devrimciliğinin öncülüğü çö­zülürken, daha çok gençlik temelinde gelişen, küçük burjuva devrimciliğinin öncülüğü açıkça belirmeye başlamış­tır. Bu değişim nasıl gerçekleşmiştir? Ve nelere yol açmıştır?

Önce finans-kapitalin 27 Mayıs sayesinde halka tasarruf ettirdiği biri­kimler montaj sanayi dış alımıyla tüke­tilmiş, finans-kapital yeni ve daha bü­yük sermaye birikimleri özlemiyle buhrana girmiştir. Ekonomideki bu gi­diş kendini siyasette sınıflar savaşının hızlanması şeklinde göstermiştir.

Bunun sonucu olarak işçi, gençlik hareketleri en yüksek noktasına 1969 yılında ulaşmıştır. 1964’de 6.600 olan grevci sayısı 1966’da 10.400’e çıkmış ve 1969’da ise 23.190’a var­mıştır. Yine gençlik hareketleri de bu yılda en fazla olmuştur. Aynı yıllar için­de toprak işgalleri de sıklaşmıştır. Bü­tün bunlar ülkedeki buhranın derinleş­tiğine işaret etti. Ve toplumdaki sınıf­lar savaşı yükseldikçe, kaçınılmaz ola­rak sınıf ve tabakaların tepkileri ve kendi öz eğilimleri daha net olarak or­taya çıkmaktadır. Kaynayan kazanda birbirine yapışık görünen sınıf ve taba­kaların arasındaki çatlaklar büyümek­te ve sınıfsal kopuşmalar gerçekleş­mektedir. İşte bu yıllarda, şekillenmesi sonuçlanan TİP’deki MDD hareketi ve CHP’deki Ecevit hareketi sınıflar pla­nında küçük burjuva tabakaların kopuşmasının siyasi görünümüne denk düşer.

MDD daha çok şehirlerdeki aydın gençliğin işçi aristokrasisi ve burjuva aydınlarının siyasi zemininden kopuşması idi. Ecevit hareketi ise, aşağıdan yükselen küçük üretmenlerin tepkisiy­le İ. İnönü’den daha radikal davran­mak zorunluluğunu hisseden yaban burjuvaların siyasi hareketiydi. Bu ha­reket ister istemez küçük üretmenle­rin tepkilerini de dile getiriyordu. Da­ha doğrusu gelişen hareket yaban burjuvaları daha radikal davranmaya itiyordu.

İşte yükselen buhran içinde çabuk etkilenen ve çarçabuk ihtilalci düşüncelere sürüklenen küçük burjuvalar hareketin kabarışının ve bilinç seviyesi­nin tabii sonucu olarak öne sıçramış­lardır.

Küçük üretmenler İnönü’nün finans-kapitalle uzlaşıcı politikasına tepkilerini yükseltirken, gençlik de devrimci hareketin gerektirdiği yeni ve daha militan mücadele yöntemlerine karşı TİP’in gösterdiği gerici tutuma, yani karşı devrime pasifçe teslim olu­şuna hoşnutsuzluğunu yükseltiyordu.

1969’da artık TİP görevini ta­mamlamış ve kendi sınıf zeminindeki yapısı daha da netleşmiştir. 1960 son­rası en genel anlamda işçi sınıfı öncülü­ğü ve sosyalizm propagandası yap­mış, bunu yaygınlaştırmıştır. Fakat mücadele, artık bu genel sözlerden öteye daha yeni görevlerle yüz yüze gelince, kendi sınıf karakterinin sonu­cu hareketin öncülüğünü artık yürüte­meyeceğini göstermiş oluyordu. TİP döneminde parlamentarist mücadele daima önde olmuş, işçi sınıfı içinde de sendikalizmden öteye gidilememiş­tir. Ve bu mücadele tarzı belli bir dö­nem (1963-1969) genel olarak dev­rimci kadrolarda açık bir tepki oluştur­mazken, sınıflar savaşının daha da şid­detlenmesiyle o güne kadar biriken tepkiler açıkça ortaya çıkmış ve TİP- MDD kopuşması gerçekleşmiştir. Bu kopuşmanın objektif zemini sınıf sava­şının o dönemde en yüksek noktasına varması, sübjektif zemini ise, bu gidiş karşısında TİP’in tam bir teslimiyete bürünmüş olmasıdır.

Ve bu kopuşmanın en genel anla­mı da, devrimci hareketin belirli bir ge­lişme seviyesinde geçerli olabilecek olan ve belki de yaşanması bir bakıma zorunlu -aynı zamanda zorunluluğun­dan dolayı öğretici de- olan burjuva devrimciliğinin öncülük döneminin bittiği veya kapandığıdır. Aynı şekilde bu dönemin kapanmasıyla birlikte, o döneme ait mücadele araçları olan parlamentarizm ve sendikalizmin de göz boyacı olmaktan çıkması demek­tir. Nitekim 1974 sonrası TİP’in anlı şanlı günlerini ne legalitede TSİP ne de yeraltında TKP yaşayamamış, hiç bir zaman hareketin tek odak merkezi olamamışlardır. Artık yaşanan ve de­rinleşen buhranla kopuşan sınıflar eski balayı dönemini bir kere daha yaşaya­mazlardı. Bütün yaldızları ancak bir iki yıl sürmüştür.

MDD kopuşurken, yani sınıf anla­mında burjuva devrimciliğinden kü­çük burjuva devrimciliği kopuşurken, elbette olumluluğunun yanında olum­suz özellikleri de kaçınılmaz olarak vardı.

En genel anlamda TİP’in sırf işçici tutumuna haklı bir tepki gösterirken, aynı zamanda işçi sınıfının öncülüğü­nü tartışma konusu yaparak, ister iste­mez ‘Yön’ devrimciliğinin “zinde güçler”e dayanan sınıfsız bakışının etkile­rini üzerinde taşıyordu. Daha doğrusu MDD hareketi, TİP deneyi süresince yaşanan olaylardan iki gerici sonuç çı­kartmıştır. İlki, işçi sınıfının pratikte öncülüğünü göremediğinden veya iş­çi sınıfı öncülüğünü TİP gibi zannettiğinden, sınıfa güvensizliği kışkırtmak. Onun yerine aydın-sivil-asker zümrey­le bir bağımsızlık savaşı hayal etmek. İkincisi, TİP soysuzlaşmasından kal­karak partinin olmazlığına varmak. Partisizliği teorileştirmek.

TİP deneyinden ancak bir küçük ­burjuva devrimcisi bu gerici sonuçları çıkarabilirdi. İşte MDD böyle bir ze­minde şekillenmiştir. Ve sırf işçici TİP ile ‘aydın kadrolar’a öncülük tanıyan ‘Yön’ çizgisinin eklektik bir uzlaşması­nın sonucu MDD teorisi olmuştur. MDD sözde işçi sınıfının varlığını ve öncülüğünü reddedemiyor, ama işçi sınıfını öncü olarak da bir türlü göremiyordu. Nitekim daha sonraki yıllarda MDD’nin diğer bütün nüansları arasın­daki temel konu hep bu öncülük mese­lesi olmuştur.

MDD: 1969’larda işçi ve gençlik hareketlerinin en yüksek noktasına erişildiği zamanda sonuçlanan TİP-MDD kopuşmasında Özellikle MDD’nin Türkiye’ye bakışını irdelemeliyiz. Elbette eleştirinin hedefi açısından bu ancak genel hatlarıyla yapı­lacaktır. Zaten ‘MDD Zortlaması’ ki­tapçığı bu eleştiriyi momentinde ve en iyi biçimde yapmıştır.

MDD, TİP içinde özellikle 1966’larda şekillenmeye başlamıştır. Ve bu birikim sınıflar savaşının gelişim seyrinde 1969’da kopuşmayla sonuç­lanmıştır. Bu kopuşma burjuva dev­rimciliği ile küçük burjuva devrimciliği­nin bir kopuşmasıydı. Biz şimdi bu kopuşmada, Türkiye sınıflar savaşına TİP’in ve MDD’nin nasıl baktığını açık­larsak, bu, burjuva ve küçük burjuva devrimciliğinin Türkiye’ye bakışları olacaktır. Ve dolayısıyla bu eğilimlerin hangi ‘düşman’a göre şekillendiğini de ortaya çıkmış olacaktır. Bu ‘düşman’ kavramı tamamen sınıflar savaşının kapsamını, derinliğini kavrayabilmek­le ilgilidir.

TİP-MDD çatışmasında en temelli konu devrimin stratejik konağıydı. TİP ‘Sosyalist Devrim’ adımını, MDD ‘Milli Demokratik Devrim’ adımını savunu­yordu. Yani TİP Kemalist burjuvazinin kendi burjuva devrimini sonuçlandır­dığını, böylece kapitalizm öncesi üre­tim ilişkilerini tasfiye ettiğini söyleye­rek, artık işçi sınıfının sosyalizmi kur­mak için davranması gerektiğini öğütlüyordu. Bunları söylemekle TİP Tür­kiye’deki sınıflar gelişmesini olduğun­dan ileride görmüş oluyordu. Bunu yaparak da çağımızda, yani burjuvazi­nin devrimci karakterini yitirdiği tekel­ci kapitalizm çağında, burjuvaziye ol­duğundan öteye bir devrimci misyon yüklüyordu. Oysa Kemalist burjuvazi ulusal kurtuluştan, sosyal kurtuluşa sıçrayamamıştı. Dayandığı sınıf açı­sından, irili ufaklı bütün Anadolu bur­juvazisine dayandığından, ulusal kur­tuluştan sonra kendi soygun düzenini kurmakla yetinmiştir. Ve üstelik bizde egemen antika tefeci-bezirgan ser­maye ile uluslararası tekelciliğin sentezleşmesi ve Devletçilik fideliğinde semirmesiyle finans-kapital gelişmiş, dolayısıyla hiç bir temelli reform ger­çekleşmemiştir.

Oysa TİP’e göre antika sermaye ve üretim ilişkileri tasfiye olmuş, üste­lik bunları burjuvazi gerçekleştirmiştir. Bunun ise iki pratik sonucu vardı: Ön­ce TİP bu tutumuyla proletaryanın önündeki demokratik görevleri gör­mezlikten gelmiş oluyor, dolayısıyla bu görevleri CHP’ye (burjuvaziye) ısmarlamış oluyordu. Kendisi sosya­lizm türküsüyle demokratik görevler­den kaçınıyordu. İkinci sonuç ise, ka­pitalizmin bizdeki gelişim seviyesini ve doğurduğu çelişkileri yanlış değerlen­dirdiğinden proletaryanın bugünkü müttefiklerinden kopuyor, somutça taktik cephe adımını atlıyor, hareket içinde yalnızlaşıyordu.

TİP olaylara neden böyle bakmak­taydı? TİP işçi sınıfı içinde burjuva nü­fuzu olduğundan; işçi aristokrasisi ve burjuva aydın zümrelerine dayandı­ğından, bizde kapitalizmin gelişim se­viyesini abartıyordu. Çünkü hem işçi aristokrasisi (bizde zenginleşmiş sendi­kacılar zümresi) ve hem de burjuva ay­dınlar (doktor, avukat, mühendis vb.) kapitalizmin yaratığıdır. Üstelik de ka­pitalizm bu tabakaları kendi nimetle­riyle düzene daha sıkı bağlamıştır. Ya­ni bunlar karnı tok politikacılardır. Dolayısıyla konumlarını korumak ve biraz daha iyileştirmek için genellikle ekonomik mücadele zemininde hapsolurlar. İşçi sınıfını ekonomik müca­dele zemininde tutmak isterler. Yani işçi sınıfını önündeki acil demokratik görevlerden (işçi sınıfının asgari prog­ramı) koparıp, sosyalizm ninnisiyle sı­nıf bencilliği içine hapsetmek isterler. Mücadeleleri düzenin onarılması sevi­yesinde kalır.

Özetlersek, kapitalizmin yarattığı işçi aristokrasisi ve burjuva aydınları, burjuvazi ile aralarındaki çelişkiyi çö­zümlemeye kalkarken, sınıf adına de­ğil de, onun zenginleşmiş bir zümresi adına davrandıklarından bu konumları onları işçi sınıfını halkın öncüsü olarak davranma perspektifinden uzaklaştırır, tersine sınıf bencilliği içinde dav­ranması pratik sonucuna vardırır. Yi­ne işçi aristokrasisi ve burjuva aydınları hali vakti yerinde bir tabaka olduğun­dan, mücadele tarzı ve araçları bu ko­numuna göre şekillenir. Daha devrim­ci bir ruh içinde olan unsurlarla ittifak yerine, kendi fikirlerini burjuvaziye an­latıp ikna etme tutumunu seçerler. Bunun ise en bilinen iki yolu Parlamento bülbüllüğü ile sendikalizm kı­sır döngüsüdür, işte TİP bu yapısıyla iş­çi sınıfının önündeki gerçek görevleri atlayıp, sınıf içinde bir burjuva nüfuzu olduğundan işçi sınıfını müttefiklerin­den koparıcı bir politika izlemiştir. Bunun teorik çerçevesi ise kaçınılmaz olarak, Sosyalist Devrim bahanesiyle, demokratik devrim görevlerinden yan çizmek olmuştur. Ve bütün mücadele ‘burjuvaziye karşı’ günlük ücret ve bazı hakların alınması seviyesinde ilkelleştirilmiştir.

Bunun karşısında MDD ise, doğru bir çizgi savunmamış, adeta TİP’in an­titezi kılığında şekillenmiştir. Türki­ye’de kapitalizmin gelişmesini oldu­ğundan geri değerlendirmiş, ‘yarı-feodal’ gördüğü Türkiye’de feodalizm ve sömürge olgusunu abartmıştır. MDD 1920’lerin Türkiye’siyle 1960’lar Türkiye’si arasında fazla bir fark göremedi. TİP Kemalizm’e burjuva devrimini so­nuna kadar yaptırırken, MDD 1930’lardan sonra Kemalizm’i dağdan geri kaydırıp 1919’lara kadar düşürdü. Böylece 1968’ler Türkiye’sini emperyalizmin işgalindeki bir yarı sömürge gibi gördü. O zaman da sırf dışarlak bir emperyalizm ile onun yerli işbirlikçi­lerinin karşısına ‘milli sınıfları’ koydu. Böylece sınıflar savaşına kendi küçük burjuva milliyetçiliğini karıştırınca or­taya ‘milli’, ‘gayrı milli’ sınıf değerlen­dirmesi çıkmıştır. Mesele böyle konu­lunca bunun mantık sonucu işçi sınıfı­nın öncülüğünü küçümsememek ol­muş, bunun yerine 1960’ların M. Ke­mal’i olmak yeğlenmiş, MDD Kema­lizm’den kopuşamamıştır. Kemalizm’in anti-emperyalist tutumunun be­nimsenmesi olumluluk sayılsa da, esas burjuva karakteri görülemeyip, Kema­lizm küçük burjuva eğilimi zannedilin­ce, ister istemez burjuva etkisi altında kalınmış olunuyordu.

MDD Türkiye’de Kurtuluş Sava­şından sonra gelişen kapitalizmi ve onun yarattığı sınıf ilişki-çelişkilerini göremiyordu. Daha doğrusu, MDD sı­nıf savaşı açısından meseleye bakamı­yor, emperyalizme ve onun yerli işbir­likçilerine karşı bir bağımsızlık savaşı özlüyordu. Bu savaş ‘millici sınıflar’ ta­rafından yürütülecekti. Böylece MDD’nin tepkisinin özü ve yönelişi Amerikan Emperyalizmine karşı ulu­sal seviyede şekillenmiş oluyordu. Bu ‘anti-emperyalist’ savaşın sınıfsal saf­laşması konusunda MDD daima bula­nık kalmış ve ‘Yön’ eğilimiyle TİP’in ek­lektik bir birliği olmaktan öteye gide­memiştir.

MDD’ye göre Kemalizm küçük burjuva eğilimidir. Ve 1920’lerden sonra iktidardadır. Fakat 1946’lardan sonra Amerikan emperyalizmi yerli iş­birlikçileriyle bizi yarı sömürge yapmıştır. Bütün ‘millici’ sınıflar emper­yalizmi söküp atmalıdır. Ve bu talebin temel parolası ‘Tam Bağımsızlık’ ol­muştur. MDD bu tutumuyla Kemalizm’den ileriye gitmiş olamıyordu. 1920’lerde Ulusal Kurtuluş tamamlandıktan sonra artık gündemde sosyal kurtuluş vardı. Ve bu da ancak işçi sınıfının öncülüğünde gerçekleşebilirdi. Yoksa dış düşmana karşı ‘milli sınıf­larla’ değil.

Bu değerlendirmesiyle MDD iki şeyi açıkça ilan etmiş oluyordu. 1930’lardan beri Türkiye’de kapitalizmin gelişmesini ve bunun sonucu şe­killenen sınıf yapılarını önemsemiyor, böylece bizdeki kapitalizmi ve işçi sını­fını cılız olarak görüp, feodalizmi abar­tıyordu. Bunun pratik sonucu işçi sını­fı öncülüğünde bulanıklık oldu. İkinci­si; MDD, bizde kapitalist gelişmeye gösterdiği kayıtsızlığa ve bunun yeri­ne sırf bir genel düşman emperyaliz­mi öne çıkartarak mücadeleye sınıfsal (işçi sınıfı) zeminden değil, ulusal (burjuva-küçük burjuva) bir zeminden bak­tığını anlatmış oluyordu.

MDD Türkiye’ye neden böyle ba­kıyordu? MDD liderliği Türkiye dev­rimci hareketinde, ‘II Emperyalist Ev­ren Savaşı sonrası gençlik eğilimidir.’ Öte yandan MDD daha ziyade şehir ve kasabalardaki gençlik eğilimi olarak şekillendi. Bu genç küçük burjuva ta­bakaların en temel özelliği üretimden kopuk olmalarıdır. Yani direkt olarak kapitalist üretim içinde değillerdir. Bu nedenle sınıf-zıtlıklarını soyut olarak kavrarlar. Veya başka bir deyişle, üst­lerinde duydukları ekonomik ve siya­sal baskının bir sınıftan kaynak aldığı­nı önceleri kavrayamazlar. Onlara bu baskının nedeni soyut planda ‘devlet’ olarak gözükür. Ve öfke ile devlete karşı çıkarlar. Devletin sınıf yapısını kavrayamaz, ama bunu Amerikan Emperyalizminin bir kuklası (‘Filipin ti­pi demokrasi’) olarak görüp, bütün öf­kesini Amerikan Emperyalizmine ve yerli piyonlarına yöneltir. Devletin güç kaynağını, dayanağını göremez, bunu sadece Amerikan Emperyalizmi olarak görür.

Üretimden kopuk, bu sebeple do­laysız sınıf çelişmelerinden de kopuk olan küçük burjuva tabakalarda, bu dü­şünceleri uyandıran başka nedenler yok muydu?

Her şeyden önce 1965 sonrası, Amerikan Emperyalizminin hem dün­yada, hem de Türkiye’de yeterince de­şifre olduğu yıllardır. 1967 Vietnam zaferi Amerikan Emperyalizminin bü­tün kanlı ve gerçek yüzünü ortaya koy­muştur. Buna bağlı olarak Amerika’nın Türkiye’deki durumu da gençliğin daha çok gözüne batar hale gelmiştir. Ve bütün dünyada başta Amerikan Em­peryalizmine karşı Ulusal Kurtuluş Sa­vaşları verilmektedir. Ve Türkiye dev­rimcileri de bu genel görünümden el­bette etkilenmezlik edemezlerdi. İşte MDD’nin şekillenmesinde etkili olan en genel ortam budur. Elbette ki sırf bu görüntülerle yetinmek kaçınılmaz ya­nılgıların kaynağı olacaktı. Ama ne ça­re ki küçük burjuva yapısı gereği ça­buk öfkelenip davranır. Üstelik bir Kurtuluş Savaşı yaşamış, Kuvayi Milliyeci bir geleneğe sahip olmak çarça­buk gençliği emperyalizme karşı yeni bir bağımsızlık savaşına sürükledi. MDD’nin temel zemini budur.

Elbette deney öğretir. Nitekim MDD hareketi de daha gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla birlikte, hemen 1969 sonlarında parçalanmalara uğ­radı. Bunun anlamı, TİP’e karşı dev­rimci hareketin gelişmesine devrimci tepkisiyle bir müddet cevap verebilen MDD, artık aşılmalıydı. Hareketin ihtiyaçlarına cevap veremez hale hızla ge­liyordu. Bu süreç içinde MDD nüans­lara ayrılmış, kaba ve genel bakışını bir bakıma çeşitli yönlerden derinleştir­miştir.

1969 sonlarında gelişmesinin te­pe noktasına varan MDD hareketi Ocak 1970’de AL-AK Aydınlık bölünmesine uğramıştır. Bölünmenin gerçekleştiği ortam Türkiye’nin 1960 sonrası işçi hareketlerinin en çok yoğunlaştığı bir ortamdır. Ocak 1970’de kopuşan MDD’nin AK Aydınlık (şim­diki SP) franksiyonunun o zamanlar savunduğu temel görüş işçi sınıfı öncü­lüğünün ‘objektif ve sübjektif’ şartlarının olmadığı ve çalışmanın bu ger­çeklik üzerine oturtulması biçimindey­di.

Böyle bir görüşü tam da işçi hare­ketinin en yüksek olduğu zamanda sa­vunmak ne anlama gelirdi? Bunu açık­layabilmek için AK Aydınlığın diğer görüşlerine de kısaca bakmalıyız.

‘Yarı sömürge, yarı-feodal bir ülke olan yurdumuzda devrimin temel gücü köylülüktür… Devrimin… programı­nın özü… Toprak devrimidir.’ (PD Ay­dınlık, s. 26) Demokratik Devrimi ‘Toprak devrimine’ indirgemek Türki­ye sınıflar yapısında feodalizmin abar­tılmasının bir mantık sonucudur. Fakat AK Aydınlık bunla da yetinmiyor. Açıkça şunları söylüyor: ‘Emperyaliz­min en yakın işbirlikçisi olan tekelci sermaye, diğer bütün sömürücü sınıf­lara da hükmetmektedir ve sömürülen ülke halkının en amansız düşmanıdır. Ama geniş halk yığınlarının, özellikle köylülüğün hemen önündeki düşman­lar; geniş köylü yığınlarını doğrudan doğruya sömüren unsurlar, bu tekelci sermayenin gerici müttefiki yarı-feo­dal unsurlardır.’ (PD Aydınlık, s. 26) Evet, mücadele ‘doğrudan doğruya sö­müren unsurlar’la olduğundan şimdilik ‘tekelci sermaye’ bu alanın dışında ka­lacaktır.

Bu mücadelenin hedeflerini de AK Aydınlık şöyle sıralar: ‘Toprak refor­munun yapılması, tefeciliğin kökünün kurutulması, aracılığa son verilmesi, adil kredi sağlanması’ (İşçi Köylü, s.7) Bütün bu söylenenler içerik olarak CHP’nin taleplerinden daha ileri değil­dir. ‘Aracılığa son verilmesi, adil kredi…’ Bütün bunlar o bir türlü görüle­meyen kapitalizmin anaforunda boca­layan küçük üretmenlerin hayalleridir. Fakat bunlar eninde sonunda hayaldir ve kapitalizme vurmaya göze almadan hiçbirisinin bir anlamı yoktur.

Hedeflediği bu talepler doğrultu­sunda AK Aydınlık nasıl döğüşecektir? ‘Biz niçin menfaatlerimizi temsil etme­yen partilere bölünelim ve niçin millet olarak bölük pörçük olalım? İki köylü­nün veya iki işçinin aralarında hangi menfaat ayrılığı var ki ayrı ayrı partile­re bölünüyorlar?… Bizim partimiz MİLLİ KURTULUŞ CEPHESİ’dir. Bi­zim partimizin komutanı Mustafa Ke­mal’dir. Bizim partimizin üyeleri, Amerikan sömürücüleriyle ortaklık et­meyen bütün MİLLETTİR.’ (İşçi Köylü, s.7)

AK Aydınlığın sınıflarla bir işi yok­tur. Amerikan sömürücülerine karşı ‘MİLLET’çe savaşacaktır. Bu millet bölünmemelidir.

Bunlar, MDD içinden çıkan bir nü­ansın temel görüşleridir.

Açıkça beliren karakteriyle AK Ay­dınlık, sınıflar savaşının hızlandığı bir momentte ve en kör gözlere batmaya başladığı zaman, bu savaşın üstünü örtmeye çalışıyor. Bunun tek anlamı şudur: Bu tutum yükselen işçi hareketi­ne karşı gerici bir burjuvanın feryadı­dır. Öyle bir burjuva ki bu feryadıyla iş­çi sınıfına, sosyalizme düşmanlığını açıkça ilan etmiş olmaktadır. İşte AK Aydınlık hareketi MDD içinden, yük­selen işçi hareketine karşı şekillenen bir gerici tepkidir. MDD devrimci eğilimi içinden böyle gerici bir eğilimin şe­killenmesi nasıl açıklanabilir?

MDD, TİP karşısında Demokratik Devrim görevlerine talip olurken ve TİP’in pasif, teslimiyetçi mücadele tar­zına karşı dururken, devrimcidir. Ama Türkiye’deki mücadeleyi ‘milli’, ‘işbirlikçi’ mücadelesine indirgediğin­den ve bu temel pencereden Türki­ye’ye baktığından, dolayısıyla yaşanan sınıf mücadelesini kavrayamadığın­dan, bu sınıf savaşı karşısındaki tep­kileriyle de gericidir. 1919’ların ba­ğımsızlık savaşı o moment içinde dev­rimci bir görev yaparken, 1970’lerde aynı mantıkla davranıldığında her şey­den önce yerli egemen sınıflara karşı verilmesi gereken İktisadi Kurtuluş Savaşı görülemediğinden mücadele­nin gerisine düşülmüş oluyordu. ‘Ba­ğımsızlık’ parolası abartılarak ‘Sosyalizm’ parolası yasaklandı. ‘Memleke­tinde Emperyalistlerin işbirlikçileri ik­tidara sahip çıkarken… senin hakkın yoktur ‘Sosyalist Türkiye’ sloganı atmıya… layık değilsin henüz ona. Ona layık olmak için, ‘Sosyalist Türkiye’ sloganını atabilmek için, ilk önce Tür­kiye’yi bağımsız hale getirelim; bağım­sız ve gerçekten demokratik bir ülke haline getirelim.’ (Türk Solu, 12)

Bu haliyle MDD, TİP’e tepki gös­terirken aslında devrimci yanlarıyla birlikte iki önemli gerici tutumunu da açığa vurmuş oluyordu:

Birincisi, MDD ‘Sosyalizme’ bu­günden yarına gerici bir tepki göster­miş oluyor, bu parola yerine ‘bağımsızlık’ı geçiriyordu. Yine buna bağlı olarak işçi sınıfına ve onun öncülüğü­ne gerici bir tepki göstermiş oluyor, bunun yerine ‘milli sınıflar’ı geçiriyor­du.

İşte AK Aydınlık MDD’nin bu sağ, gerici yanının yükselen işçi hareketi karşısında hızla şekillenmesi, mantık sonuçlarına varması ve ayrı bir çizgi olarak açığa çıkmasıdır. Yani MDD’nin özünde filiz halinde var olan Sosyalizme ve işçi sınıfına duyulan gerici tepki, AK Aydınlık şeklinde uç vermiştir.

AK Aydınlık; mücadeleyi Ameri­kan Emperyalizmine karşı bütün ‘millet’in savaşına indirgemiş, tekelcileri ‘doğrudan sömürücü’ olmadıklarından göz ardı ederek, hedefini ‘Toprak devrimi’yle sınırlamıştır. Ve bu yolda sınıflara bölünmemek gereklidir. Oy­sa ‘Toprak devrimi’ dahi çağımızda ve ülkemizde ancak ‘işçi sınıfı öncülüğün­de’ gerçekleşebilecektir. AK Aydınlık bu gerçeği reddederek bayağı bir liberal burjuva olduğunu açığa vurmuş­tur. Yine AK Aydınlık sınıflar mücade­lesini görmek istemediğinden bunun mantık sonucu olarak sosyalizme düş­manlığını açıkça ilan etmiştir. Bunu o yıllarda Sovyetlerin 1956’dan sonra, ‘revizyonistleştiğini’ ve egemenliğin ‘Sovyet burjuvazisi’ne geçtiğini (PD. Aydınlık, s. 22) söyleyerek yapmıştır. Yani yeryüzünden sosyalizmi kuş ya­pıp uçurmuş, sosyalizmin olmazlığını ispatlama yoluna girmiştir. Hep biliriz daha sonra, yani Türkiye’de işçi sınıfı­nın mücadelesi inadına yükseldikçe, buna tepki olarak AK Aydınlık Sovyet­lerin ‘baş emperyalist’ olduğunu iddia etmeye kadar işi vardırmıştır.

Özetlersek AK Aydınlık önce sınıf­lar savaşını reddederek, bunun üstünü örtmeye çalışıp, burjuvalaştığını, sos­yalizme düşmanlığını ilan ederek de gerici bir burjuva olduğunu açığa vur­muş oluyordu.

Olaya bir de sınıflar savaşının, dev­rimci hareket önüne koyduğu görevler açısından bakalım.

TİP’in pazifizmine karşı bir tepki olarak şekillenen MDD ilk günlerinde, harekette belli seviyede devrimci bir adım oldu. Yani daha militan mücade­le tarzlarına uyum gösterebilmesi bakı­mından önemli bir adımdı. Fakat hare­ket yükseldikçe MDD’nin perspektifi de yetersiz kaldı. Ve bu yetersizliğin ortaya çıkması uzun yıllar gerektirme­di. MDD gelişiminin en yüksek nokta­sında, 1969’da, aynı zamanda zaafla­rının da en çok açığa çıktığı günleri ya­şıyordu. İşçi sınıfı ile ittifak kurup daha devrimci adımlar atılacaktır ya da ka­rarsızlığa saplanıp burjuvazinin safları­na düşülecektir. Çünkü küçük burjuva devrimciliğinin kaçınılmaz alın yazısı budur. Ya gerçekten proleterleşen, yani sürekli proletaryaya doğru objek­tif ortam tarafından itilen küçük burju­va tabakaların devrimci öncüsü olarak proletarya ile ittifak sağlamlaştırılacaktır ya da devrim yolunda bir kaç adım atıldıktan sonra kendi konumu­nu korumakla yetinip devrimci bir atı­lımı göze alamayıp burjuva liberalizmi­nin saflarına yanaşılacaktır. Oradan en gerici saflara da atlanabilir. İşte MDD olarak yola çıkılırken Amerikan Emperyalizmine tepki seviyesindeki hareket, işçi sınıfı ile ittifak yol ayrımı­na gelince yani çıkış noktasından daha devrimci adımlar atmakla yüz yüze ka­lınca, MDD hareketi içinden daha hali vakti yerinde küçük burjuvalar geriye doğru kopuştular. Ve en temel özel­likleri sözde keskin çığlıklar atmak, öz­ de yığınların gericiliğini kışkırtmak ol­du. İşte AK Aydınlık yükselen işçi hare­ketinin MDD’nin önüne daha devrimci görevler koymasıyla, bu görevlerden geriye kaçan ve kendi konumunu ko­rumakla yetinen ve hızla burjuvazinin saflarına yelken açan gerici küçük bur­juva eğilimi olarak şekillenmiştir.

AK Aydınlık kopuşmasından çok kısa bir süre sonra -5-6 ay sonra- 15-16 Haziran olayları yaşandı. Bu AK Aydınlığın işçi sınıfını görmesini sağla­mış mıdır? Elbette açıkça inkar artık et­kisini yitireceğinden, aynı inkar artık daha örtülü yapılacaktır. Esas sorun şudur: 15-16 Haziran olayları AK Aydınlık’ta daha devrimci bir kıpırdanma mı yaratmıştır? Tam tersine işçi sınıfı­nın devrimci atılımının her açığa çıkışında AK Aydınlık daha da gericileşmiştir. Çünkü onun doğuş zemini yük­selen işçi hareketine bir gerici tepkidir. Nitekim 12 Mart gelmeden AK Aydın­lık ünlü ‘Sovyet Sosyal Emperyalizmi’ tezine varıp Amerikan emperyalizmi­nin yükünü yarı yarıya hafifletmiştir. (70’lerin sonlarında ise, Amerikan Emperyalizminin yükünü tamamen al­mış, onu beraat ettirmiştir.)

15-16 Haziran olayları MDD saflarında önemli bir dönüm noktasıdır. 15-16 Haziran’dan hemen önce ger­çekleşen AK Aydınlık bölünmesi hare­ketten geriye doğru, gerici bir kopuşmaydı. Haziran olaylarıyla birlikte işçi sınıfı kendini ortaya koyunca, AL Ay­dınlık saflarında iki tepkiye yol açtı. AL Aydınlığın pratik ve teorik tutanakları çözülüp dağılırken bu momentte, 1971 başında ‘Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup’la Cephe hare­keti kopuştu.

Haziran olaylarından hemen son­ra 1970 sonlarına doğru Proletarya Sosyalizmi, Sosyalist gazetesiyle ve Proletarya Partisinin Reorganizasyonu parolasıyla açık tutumunu orta­ya koydu. O zamana kadar Türkiye’de proletaryayı göremeyen gözler onun ideolojisini ‘en eski sosyalizmi’ de el­bette göremeyecekti. Bu nedenle Dr. H. Kıvılcımlı’nın bütün görüşleri o za­mana kadar susuşa getirilmiştir. Eleşti­riyle öldürülemeyen görüşler susarak olmamışa çevrilmeye çalışılıyordu. Fa­kat Haziran olayları proletarya sosya­lizmi üzerindeki bütün örtüleri kaldır­maya yetti. Böylece ne oluyordu? TİP karşısında belli bir pratik üstünlük sağ­lasa da, MDD, teorik perspektifi bakı­mından işçi sınıfı öncülüğüne, Parti örgütlenmesine, dolayısıyla iktidar problemine yan çizmesiyle TİP karşısında hiçbir teorik üstünlük kurama­mış, devrimci kadroların yolunu aydınlatamamıştı. Proletarya Sosyaliz­mi ise, MDD’nin aksadığı ve sağa yal­paladığı bütün konularda devrimimizin sorunlarını, 40 yıldır konulmuş ha­liyle, netçe ortaya koyuyordu. Bu du­rumda MDD teorisi eklem yerlerinden dağılmaya başladı. Küçük burjuva milliyetçiliğini gerici sonuçlara vardıran AK Aydınlık sınıfsızlığı savunarak sa­ğa yol almaya başlamıştı bile. Bu sağa gidişe, aynı zamanda da MDD Mer­kez Kanadı M. Belli’nin oyalamalarına, sol bir tepki şekillendi. Proletarya öncülüğünü açıkça reddedenler AK Aydınlık saflarındaydı. Proletaryanın ikirciksiz öncülüğünü savunan onun öz eğilimi Sosyalist artık gün gibi orta­daydı. Proletarya öncülüğünü yan çizmeden savunanların ve döğüşenlerin bu safta yer alması gerekiyordu. Ve öyle de oldu.

En kör göze batan proletaryayı açıkça inkar edemeyen, fakat küçük ­burjuva ütopik bakışıyla da ona bir tür­lü öncülüğü layık görmeyen Cephe eğilimi ise, ikisinin ortası veya eklektik toplamı olan ‘ideolojik öncülük’ görü­şüne vardı. Bu proletaryayı yeteri ka­dar öncü göremeyen küçük burjuvaların onun adına davranmalarıydı.

Böylece Cephe, proletaryanın ide­olojik öncülüğünü savunup, kırları mücadele alanı seçerek aslında olayların baskısı ile küçük burjuva devrimcili­ğini iyice sol bir çizgiye vardırarak, proletaryanın öncülüğünü sol’dan red­dediyordu. AK Aydınlık ‘objektif-subjektif şartlar’ bahanesiyle iğrenç bir burjuva kuyrukçuluğuna soyunarak proletaryanın öncülüğünü reddeder­ken, Cephe de tersine proletarya ‘şehirlerde kuşatıldığından’ onun adına kırlarda davranma yoluna çıkarak, sol uçkunlukla proletaryanın sınıf öncülü­ğünü reddediyordu. MDD Merkez (M. Belli) kanadı ise, gerçek proletarya sosyalizminin karşısında bocalayıp, eriyor dağılıyordu.

Böylece MDD hareketi, süreç için­de iki temel kanada ayrılmıştır. MDD’nin ve aynı zamanda işçi hareketinin en yüksek noktasında yeni ve daha zorlu görevlere (teorik-pratik) soyunmanın eşiğinde AK Aydınlık ge­riye bir kopuşmadır. Yine özellikle Haziran olayları ile birlikte devrimci hareketin genel olarak inişe geçtiği 1970 ikinci yarısında, MDD, hareke­tin gerektirdiği devrimci atılımı yapamayınca hızla dağılmaya başlamış, karşı-devrim de terörünü sistemlice yükseltmiştir, işte böyle bir momentte, 1971 Ocak’ında AL Aydınlıktan ko­pan Cephe hareketi ise, ileri kaçık bir karakterdedir. AK Aydınlık hareket yükselirken geriye (sağa) düşmüş, Cephe ise hareket geriye çekilirken bu esnekliği gösteremeyip paniğini uçkunluğa vardırıp, ileriye kaçmıştır. Dolayısıyla AK Aydınlık gericiliği teorileştirirken, Cephe de uçkunluğunun teorisini yapmıştır. Bunun son durağı ‘Kesintisiz Devrim’ olmuştur.

Sonuçlandırırsak; TİP’in pasifizmine ve demokratik devrim görevle­rinden kaçışına, yani işçi aristokrasisi­nin sınıf bencilliğine karşı şekillenen MDD küçük burjuva devrimciliği, 12 Mart’tan önce bizzat işçi hareketi tara­fından bozguna uğratılmıştır. Ve MDD, 12 Mart’ın eşiğinde çözülmüş­tür”. (Küçükburjuva Devrimciliğinin Eleştirisi, Kıvılcım Yayınları, s. 9-27)

Özetlersek: 1919’larda şekillen­meye başlayan proletarya hareketinin ayrılıkları, sapıklıkları bir bakıma kendi içinde ve teşkilat olarak da bir Parti (TKP) içi ve çevresinde yaşanmıştır de­nilebilir. Ütopist ve Popülist konak (toptan Narodnik de denilebilir) Onbeşler ve Halk İştirakiyyun ile yaşan­mış; ardından Legal Marksizm ve Ekonomizm konağı (toptan Kuyrukçuluk da denebilir) Aydınlık Dergisi ve (sonra Kadro dergisi olan) V. Nedim ve Ş. Sü­reyyalar ya da ünlü “Seka” ile yaşan­mıştır. Oysa 1960’lar sonrası benzer kopuşmalar bir teşkilat içinde (TİP’in bu dönemdeki konumunu unutmuyo­ruz) olmaktan çok, hızla ayrı kanallara akıp, kendi şekillenmelerini kurmuş­tur.

21 Mayıs Ordu Gençliği darbesi ve Yön hareketi bir ölçüde Popülist bir atılım olarak sayılabilirse de, hareket 27 Mayıs sonrası esas olarak TİP olayı ve ardından Dev-Genç-MDD olayı ola­rak akmıştır. Dolayısıyla, 1960 sonra­sı yeniden doğuşa ilk olarak damgasını vuran TİP olmuştur. Bu ne demekti: İş­çi sınıfı mücadele alanını artık nicelik ve yoğunluğu ile doldurabilecek konu­ma gelmişti; ama öte yandan, işçi sınıfı “adına” ilk ve epeyce yaygın olarak öne çıkan eğilim işçi içindeki burjuva nüfuzu yani aristokrat işçi eğilimiydi. Bu, hareketin ikinci yeniden doğuşun­da Legal Marksizm ve Ekonomizm konağına denk düşmekteydi. Demek ki, hareket 1960 sonrası yeniden doğar­ken Narodnik eğilim değil, fakat işçi sı­nıfına yapışık ekonomist eğilim önde davranmıştır. Ya da böyle görünmüş­tür. Bu, sapıklıklarıyla birlikte işçi sını­fının 1960 sonrası mücadele alanının artık önünde olacağının, olabileceği­nin ilk belirtisiydi.

TİP deneyinin yukarda sayılan olumsuzluklarından da kaynak alan, az çok Narodnik karakterli Dev-Genç ve MDD hareketleriyse ancak, hare­ketin ikinci önemli basamağı olarak doğmuş, ama işçi hareketi kaçınılmaz yoluna bir kez girmiş olduğundan, bu hareket, 3-4 yılda en yüksek noktası­na çıkıp, dağılışa geçmiştir.

12 Mart’a kadar geçen hemen he­men bir on yıllık mücadelenin ideolojik çatışma noktası ya da siyasetler arası mücadelenin odak noktası: Türki­ye’nin Strateji Planı, ya da sınıflar yapı­sının tespiti ve buradan hareketle önü­müzdeki devrimin temel karakterinin tartışılmasıydı.

Olayca, bu temel tespitler Türkiye komünist hareketi tarafından 1930’larda olgunlaştırılmış olmasına rağmen neden bir on yıl daha aynı ko­nu en canlı tartışma noktası olmuştur? İlk olarak, 1950 ve 1960’lardaki önemli değişimler, sanki öncesiyle te­melden bambaşka bir görünüm yarat­mış, olay özce böyle olmasa da bu de­ğişimlerin de izahıyla, 1930’lardaki tespitler zenginleştirilmeliydi. Bu ob­jektif bir ihtiyaç olarak dayatıyordu. İkinci olarak ve en önemlisi, devrimci harekete neredeyse bir kaç yılda binlerce insan akmış, hareketin boyutları eskiyle kıyaslanmayacak boyutlara varmıştı. Elbette ki bu yeni insanlar müthiş bir enerji ve coşkuyla atıldıkları mücadelenin temel hedeflerini tartışa­caklardı.

Fakat elbette ki bu büyük “haklılık­lar”, ne kadar büyük olurlarsa olsun­lar, inatçı gerçeklikleri de örtemezler­di. O nedenle proletarya sosyalizmi­nin, Partinin en eski tespitlerini yeni deneylerin ışığında zenginleştirerek ileri sürdüğü “Halk Savaşının Planları”ndaki Strateji Planı olayların akı­şıyla zahmetli yollarla da olsa gittikçe daha öne çıkmakta, aydınlanmada­dır.

12 Mart Sonrası Devrimci Ortamın Genel Karakteri

“Burjuva devrimciliği TİP, 12 Mart gelmeden, daha mücadele yükseldiği zamanda teslimiyet bayrağını çekmiş, yenilgisini ilan etmişti. 12 Mart, bu ne­denle, özellikle MDD kökenli küçük burjuva devrimciliğinin yenilgisini ge­tirdi. Devrim hayalleri, ‘devrim zor­lamaları’ pratiğin cenderesinde kırıl­dı. Dolayısıyla aynı hayallerin yeniden aynı kılıklarda ortaya çıkması imkan­sızdır. Ama mücadeleye yeni küçük burjuva yığınlar katıldıkça bu hayaller aynı ilkellikte olmasa da bu anlamda tekrarlanacaktır. Her tekrar bir önce­kinin basit bir kopyası değil, deneyler­le zenginleştirilmiş bir üst aşaması ola­caktır. Bu gerçeklik kendini şöyle gös­termiştir. 12 Mart öncesi devrimci ha­reketin en genel karakteri sınıf eğilimleri arasındaki sınır çizgilerinin çizil­mesi dönemi olmuştur. Bu kendini, ‘Strateji tartışmaları’ biçiminde açığa vurmuştur. Ve bu dönem hemen he­men 10 yıl sürmüştür. Ve sonunda en genel hatlarıyla burjuva devrimciliği­nin, küçük burjuva devrimciliğinin ve proletarya sosyalizminin sınır çizgileri ortaya çıkmıştır.

“Böylece 12 Mart’a girerken sınır çizgileri çizilmiş, dolayısıyla tartışma­lar ‘strateji’den program ve parti basamağına tırmanmıştır. 12 Mart karan­lıkları ise, bu yarım kalan parti adımla­rının sürdürülmesine denk düşer. Ve zaten 14 Ekim seçimleri sonrasında da hızla siyasi yayın organları ve parti­ler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu 12 Mart öncesi hareketin geldiği seviye­nin 12 Mart duraklamasından sonra devam etmesi demek oldu. Bu yeni dö­nemde tartışma konuları ise, eski deneylerin kritiği ışığında parti ve günlük politik taktikler üzerine yığılmıştır. Bu­nun siyasi anlamı ise şuydu: Artık sınır çizgileri çizilmiş olan devrimci eğilim­ler arası mücadele dönemi başlıyordu. Bu ise sınıflar kopuşmasının en doğal sonucuydu. Artık burjuva, küçük bur­juva, proletarya devrimciliği kendi tak­tik parolaları ile her gün yüz yüze, karşı karşıyaydılar. Bu nedenle temelli tar­tışma konusu: İttifaklar veya Halk Cephesine dönüşmüştür. Elbette bunları söylemekle mutlak bir ifadeyle her siyasi eğilimin tamamen sınır çiz­gilerini çizdiğinden söz etmiş olmuyo­ruz. Böyle bir bakış açısı hayatın kendi akışına ters düşer. Bizim söylediğimiz şey, bu karakterlerin dönemin hakim özellikleri olmasıdır.

Öyleyse 12 Mart, bu sınıflar kopuşmasını ve bunun siyasi görüntüsü olarak siyasetlerin sınır çizgilerini orta­dan kaldıramayacağına, bu gelişimi geri döndüremeyeceğine göre, ancak siyasetlerin en genel stratejilerinin bir sınanması olmuştur.

“12 Mart’ın en genel dersleri: Tür­kiye’deki sınıflar yapısını, bir avuç parababasını açığa çıkartmasıdır. Görün­meyen gerçek sınıf düşmanı inkar edi­lemez biçimde ortaya çıkmıştır. Ame­rikan Emperyalizmi gibi bir dışarlak düşman hayali yıkılmış ve finans-kapital gerçekliği kafalarda yavaş yavaş şekillenmiştir. Ve yine ‘Devrim zorla­maları’ veya sınıflar savaşındaki güç­ler dengesinin yanlış değerlendirme­leri pratikte yargılanmıştır. Son ola­rak, sınıflar kopuşması şekillenince az çok ideolojiler netleşince bunun man­tık sonucu olarak Parti konusundaki oyalamaların içyüzü daha açıkça orta­ya çıkmıştır. Bütün bu gerçeklerden dolayı, 12 Mart sonrası yeniden do­ğuşlar bu derslerin izini kaçınılmazca üstünde taşıyacaktır.” (Küçükburjuva Devrimciliğinin Eleştirisi, Kıvılcım ya­yınları, s. 112-114)

Bu şekillenen sınır çizgilerini en genel hatlarıyla nasıl özetleyebiliriz?

Burjuva Sosyalizmi: 12 Mart ön­cesinin TİP’i 12 Mart sonrasında esas yapısını ve özünü koruyarak yeniden şekillenmiştir. 12 Mart öncesi olma­yan TSİP ve “Atılım” yapan “TKP” ise 1973’lerden sonra şekillenmişlerdir. Yeni olmalarına rağmen özce bir ye­nilik taşımakta mıdırlar? TSİP, 12 Mart deneyinin hilkat garibesi çocuğu­dur. Öncenin deneylerinin olumsuz bir inkarıdır. MDD teorisinin, TİP’in ve H. Kıvılcımlı’nın tezlerinin “doğru” yanlarından eklektik bir ideoloji yaratma­ya kalkışmış, ama bu ekleme teori ek­lem yerlerinden 1,5 yıl içinde çatla­mış, gerçek burjuva özü açığa çıkmış; orta aydın tabakaların, işçi aristokrasi­si eğiliminin bir varyasyonu olmuştur. “TKP” TİP yenilgisinin boşluğuna, ama özde ondan fazla farklı olmayan bir şekilde doğmuştur. Teorik lafızla­rında hiç şüphesiz ki farklar olan bu eğilimlerin en temelli ortak yanı nere­dedir? Önümüzdeki devrim aşamasın­da (kimisi “demokratik devrim”, kimisi “ileri demokrasi” der) baş müttefik ola­rak orta tabakalara (aydınlar, işçi aris­tokrasisi, tekel dışı burjuvalar) tutunur­lar. 12 Eylül’e kadar pratik davranış­ları bunu defalarca ispatlamıştır. On­lar Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiğinde Menşevik hatta; burjuvaziyi ürkütmeden, bu an­lamda “devrimin alanını daraltmadan” yürüme hattına denk düşerler.

Bu eğilim, TİP olarak 12 Mart ön­cesi, TİP-TSİP-TKP olarak da 12 Mart sonrası 12 Eylül’e kadar yeterli evrimlerini geçirmişler, bu anlamda oturaklaşmışlardır. Özellikle 1978 Ecevit koalisyonundan sonra yüzleri daha netçe açığa çıkmış, bir anlamda etkinlikleri zayıflamaya başlamıştır.

Küçük Burjuva Sosyalizmleri

Aşırıca çeşitliliğinden dolayı bir kaç temel süreci irdelemekle yetinme­liyiz. 12 Mart öncesinin AL Aydınlı­ğından doğan Cephe eğiliminin içinde 12 Mart sonrası en yaygın olanı D. Yol oldu. D. Yol, Cephe ideolojisini başlı­ca iki yönden evrimleştirmiştir. İlki, “Amerikan Emperyalizminin işgaline” karşı kurtuluşçu temeldeki tepki, “Fa­şizme karşı direniş”e, böylece müca­dele D. Yol açısından “demokrasi programı” aşamasına gelip dayanmış­tır. 12 Eylül’e gelindiğinde varılan son nokta buydu. Öte yandan, “Kesintisiz Devrim”deki işçi sınıfının “ideolojik öncülüğü” tespiti sessizce gerilere itilir­ken, öne “baş çelişki=oligarşi ile halk arasındadır” denerek, halk kavramı çı­karılıyordu. “İşçi Sınıfı” ideolojik olarak da “öncü” konumundan alınarak halk arasına “katılıp”, sınıf bakışı eriti­liyordu. Bu, küçük burjuva devrimcili­ği içinde birinci temel eğilimdir.

Öte yandan, 12 Mart öncesi yine Narodnik kaynaklı eğilimlerin bir kıs­mı (örneğin Cephe kaynaklı Kurtuluş ve THKO kaynaklı Emeğin Birliği) es­ki hataların ışığında görüşlerini evrimleştirirken işçi sınıfının öncülüğünü öne çıkartan bir gelişime girmişlerdir. İlk bakışa olumlu görünen bu gelişim, kendi derinliklerinde nasıl zaaflar taşı­maktaydı?

İşçi sınıfını daha önce görmeyen onu şu veya bu gerekçelerle reddeden Narodnik kökenli bir bakışta böyle bir dönüş, pratikte iki sonuç doğurdu. Kurtuluş, 12 Mart yenilgisinin ezikli­ğiyle, “Bilinçlenmeyi”, “Marksizm’in genel doğrularının öğrenilmesini” önüne pratik görev koydu. Haklıydı, pek basit bir gerçekliği, Türkiye’de işçi sınıfının konumunu göremeden döğüşen bir eğilimden, bir yenilgi sonrası kopuşunca, en basit, temel gerçekleri­nin kavranması ilkelliğine battı. O alanda sallandı durdu. Aslında böyle yaparak işçi sınıfına teorik teçhizatsız ve pratikçe örgütsüz olarak yö­neldiğinden, işçi sınıfı içinde üste gö­rünen, burjuva etkisine bulaşmadan edemedi. Böylece, işçi sınıfına yöne­liş, objektif olarak onun içindeki burju­va etkisine yöneliş anlamına geldi. Emeğin Birliği ideolojide ve pratikte işçi sınıfına yönelirken, işçi sınıfının objektif konumunu yaratan ekonomik ve sınıf yapısını tahlilde, Türkiye’de kapitalizmin konumunu özellikle kır­lardaki durumunu, olduğundan ileri­de görerek, köylü sorununu atlıyor, bir bakıma sırf işçici bir konuma girip, işçi sınıfını gerçek müttefikinden ko­parıyordu. Böylece Emeğin Birliği, si­yasi bakış açısı olarak, sınıfı esas müt­tefikinden kopardığından, sırf işçici ültimatomcu-otzovist keskinliklere de bunun tam zıddı burjuva etkilenmelere de açık bir konuma gelmiş oluyordu. Özellikle 1979’lardan yakın zamana kadar “devrimci durum” vb. tespitleriyle birinci konumda göründüyse de, şimdi ikincisine doğru keskin bir dö­nüş yapıyor. Neticede, 12 Mart deneylerinden sonra Narodnik kökenli hareketlerden işçi sınıfına dönüş de (ideolojik ve pratik olarak) bir eğilimdi. Ama sırf yönelmek yetmiyordu. Ve bu dönüşlerin objektif sonucu, şöyle ya da böyle burjuva sosyalizminden etkilen­me, böyle bir etkiye açık olma objektifi sonucu doğmuştur.

12 Eylül Sonrası ve Sonuç

Sonuçlandırırsak; 27 Mayıs, 12 Mart arası yeniden doğuş döneminde hareketler Türkiye’nin Strateji Planını, yani Sınıflar Konumunu tartıştılar. Davranışlarını ve teorilerini başlıca bu temel gerçeklik determine ediyordu. 12 Mart’ın eşiğine gelip dayamadığın­da bu konak genel anlamda asılmıştı. 12 Mart’tan sonraki dönem, strateji Planından hareketle Programları ve Temel Taktiği, bunlara bağlı olarak Partileri kurma dönemi oldu. Yine 12 Mart-12 Eylül döneminde devrimci hareket henüz filiz halinde de olsa ger­çek anlamda iktidar mücadelesiyle yüz yüze geldiler. Bu onların Programlaşmalarını daha bir acil ve zorunlu ha­le getirdi. Ve 12 Eylül’e girilirken he­men her devrimci hareket ya Progra­mını, ya da Program taslağını ilan et­miş durumdaydı. Artık bundan sonraki mücadele bu anlamda daha açık ve net parolalar temelinde yürüyecektir. Bu hareket açısından önemli bir adım­dır.

Program deyince ise gündeme başlıca iki sorun: Demokrasi ve Köylü sorunu gelir. Ve Programda, Strateji Planındaki az çok soyut ve genel kav­ramlar daha bir pratik anlam ve so­mutluk kazanır.

Bugüne kadar akıp gelen mücade­le içinde Proletarya Sosyalizmi dışın­daki eğilimlerin, olayların akışında bel­li bir oranda kavrayabildikleri gerçek­lik egemen zümre finans-kapitalin varlığı ve konumudur. Ama finans-kapital şehirlerdeki “tekelciler” olarak kavrandığından, bugüne kadar mücadele belli bir anlamda tekellere karşı “demokrasi” mücadelesi seviyesine gelebildi. Ve sınıflar kopuşmasının se­viyesi henüz, işçi sınıfını, onun içinde­ki burjuva nüfuzu olan aristokrat işçi eğilimlerini, özellikle şehir ve kasaba­daki küçük burjuva aydın, küçük esnaf ve memurların seslerini yükselttiğinden, demokrasi mücadelesinin ufku da bir sınırlar içinde görülmeye başlandı. Henüz finans-kapitalin geniş Türkiye kırlarındaki bağları, onun yedek gücü tefeci-bezirgan sermaye ve bu serma­yenin ağında inleyen milyonlarca, top­raksız, az topraklı küçük köylülük dev­rimci hareketlerin bilincinde soyutluk­tan kurtulamamıştır. Yani bir bakı­ma finans-kapital gerçekliği görünen yanıyla kavranabilmiş, kendi iç bağlan ve derinlikleriyle kavranmamıştır.

Böyle bir kavrayış ise devrimci ortamda şu iki uç şekillenmeyi ve yönelişi yaratmıştır. İlki, burjuva sosyalizmi de­diğimiz TİP-TSİP-TKP finans-kapitale karşı mücadelede tekel dışı orta tabakaları (hem kendi sınıf yapısından, hem de bu tabakaların siyaset alanın­da açıkça görünenlerinden dolayı) müttefik edinmiş, böylece tarihteki yeri Menşevizm olarak isimlendirilen, libe­ral burjuva kuyrukçuluğuna yönelmiş­tir. İkinci eğilim, özellikle Acil, TKEP ve İş. Sesi’nin daha çok öne çıkarttığı, Türkiye’de köylü sorununu gelişmiş bir kapitalist ülkedeki gibi ele alışlarıyla, proletaryayı geniş, ittifak gücünden kopartır konumuna düşmüşlerdir. Bi­zim gibi bir ülkede Köylü Sorununu böyle bir atlayış, kaçınılmaz bir şekilde bu siyasetleri ya keskin işçiliğe, ya da li­beral bocalamalara itecektir. İki rahmetten biri kaçınılmazdır.

Bu ikisinin arasında bir konum gösteren D. Yol ise demokrasi ve köy­lülük sorununda sınıfsız bir halkçı bakış açısını daha çok öne çıkartmaktadır. “Halk” kavramı, halkın içindeki sınıf­laşmayı örten bir seviyeye çıkartılırsa, bu yol kaçınılmazca popülist bir ideo­lojiye yönelir. Ve halkın biz de çoğun­luğu şu ya da bu ölçüde meta üreten kü­çük üretmenler, ya da devlet bürokrasi­sidir. Yani üretim temeli olarak kapitalizme bağlı ve kapitalizmi üreten, bir yapıdadır. Dolayısıyla böyle bir temele dayanan ideoloji, en son tahlilde ka­pitalizmi devrimci sözlerle rektöre et­me, “demokratik” olarak yeniden üretme çerçevesinde kalır.

12 Eylül’le birlikte, özellikle yeni hazırlanılan mücadele dönemi kendi özelliklerini daha açıkça ortaya koy­dukça, bu temel yönelişler iyice netle­şecek, sınıf ve tabakaların öz eğilimleri gerçek özleriyle görünmeye başlaya­caktır. Ve böyle bir gelişme, şimdi ko­puk görünen 1950 öncesi mücadele­siyle 1960 sonrası mücadelesinin bağ­larını daha gerçek temellere oturta­cak, görünüşteki kopukluğu kapatacaktır.

Yeni mücadele dönemine, olduk­ça yüklü bir deney birikimi ve objektif olarak yaygınlaşmış, hoşnutsuzluğu artmış bir “halk” hareketinin potansi­yeli ile giriyoruz. Sınıflar kopuşması gerçekliğini bulandırmaya çalışacak bütün girişimler ömürlerini hızla tüketeceklerdir. Artık proletaryanın devrim­ci öncülerinin dünyayı değiştirme azmi ve enerjileriyle, “tarihin adaleti yerine getiri”lecektir.