1960 SONRASI DEVRİMCİ HAREKETE GENEL BAKIŞ
Çağdaş Yol, Sayı 9, Ekim 1989
27 Mayıs’la Türkiye’deki sınıflar savaşı yeni bir döneme giriyordu. Tek Parti diktatörlüğünün ve ardından Menderes zulmünün baskı ve bentlemesinden sonra, bütün gövdesiyle açığa çıkıyordu. Bunun anlamı, ekonomik gelişmenin kaçınılmaz sonucu olarak, sınıflar arası kopuşma’nın hızlanmasıdır. Yani o güne kadar, Finans-kapitalin siyaset çemberinde oyalanıp uyutulan sınıf ve tabakalar, yavaş yavaş kendi öz eğilimlerini açığa vurmaya başlıyorlardı. Elbette bu sınıflar kopuşması ilk planda ve kaçınılmaz olarak proletarya ve burjuvazi arasında olmuş, TKP daha 1920’Ierde örgütlenmiştir. Ama diğer sınıf ve tabakalar, genellikle, finans-kapitalin siyaset ağlarında çırpınmışlardır. İşte bu sınıf ve tabakaların finans-kapital ağlarından kopuşmasının hızlandığı yıllar; 1950’ler ve en kör göze batarsa açığa çıktığı yıllar ise, 1960’lardır.
Bu sınıflar kopuşmasının 1960’larda kendini gösterişi, yaşadığımız toplumun geleneklerine uygun bir şekilde oldu. Ordu gençliği devleti kurtarmak için davrandı. Ve ilerisi için hemen hiçbir açık fikre sahip olmadan kendini iktidarda buldu. Ve işte o andan sonra, vurucu güç’ün yönlendirilmesi toplumdaki sınıflar savaşının güçler dengesinden ayrı bir yol alamazdı. Egemen finans-kapital, 27 Mayıs’ı daha birinci gününden itibaren nötralize etmek için didinmeye başladı. Ve bu, 12 Mart’a varana kadar bir on yıl sürdü gitti.
Yön ve T. Aydemir olayı: 27 Mayıs’ta davranan ordu gençliğine yol gösteren sadece finans-kapital değildi. O dönemde Vatan Partisi adına Dr. H. Kıvılcımlı MBK’ne iki açık mektupla ne yapılması gerektiğini bildirdi. Ve söylenenin esası Vatan Partisi Programının uygulanmasıydı. Elbette, proletaryanın siyasi örgütlenmesinin çok cılız olduğu o günlerde, bu yol göstermelerin pratik bir sonucu olamadı. Esas olan şudur.
Osmanlılığın İlb’lerinden kalan ‘Devlet Sınıflarının’ devlete sahip çıkma, halk adına davranma geleneğinin en güzel bir atılışı olan 27 Mayıs, kendi başına özlediğini yapamazdı. Halk için bir şeyler yapmak, ancak işçi sınıfına dayanarak olabilirdi. Ve bu yolda proletaryanın siyaseti Vatan Partisi, ‘MBK’ne Açık Mektup’la bu gerçeği açıklamıştı. İşçi sınıfının karşısında, finans-kapital, MBK’ne ‘yol’ göstermede, güçlü örgütlenmesinden dolayı kıyaslanmayacak avantajlara sahipti.
Fakat MBK’ne yol gösteren sınıflar, sırf birbirine karşıt, finans-kapital ve proletarya değildi. O dönemde, 1961 sonlarında yayınlanmaya başlayan ‘Yön’ dergisi çevresindekiler de, 27 Mayıs’a bir şeyler öğretmeye çalışıyorlardı. Yön’ün gösterdiği yol eski bir şarkının tekrarı gibiydi. Tutulması gereken yol ‘Devletçilik’di. Bunun başarılması için ise aydın kadrolar seferber edilmeliydi. Böylece ‘Yön’, TKP içinden tasfiye olmuş Kemalizm’in ‘Kadro’ ideolojisinin yeni bir biçimini savunuyordu. Bu haliyle ‘Yön’ sınıfları göremeyen bir küçük burjuva ütopyası olarak şekilleniyordu. Dikkat edilsin, 27 Mayıs’la hızlanan sınıflar kopuşmasında, en azından bir yayınla önde görünen ‘Yön’ küçük burjuva eğilimi, tamamen içinden geldiği ortamın karakterini üzerinde taşımaktaydı. Doktrini ‘Devletçilik’di dayandığı zemin ise aydın kadrolardı. Sınıfsız bakışı ve Devletçilik doktriniyle hala Kemalist burjuvazinin ideolojisinden öteye gidememişti. İşte 27 Mayıs sonrası ilk şekillenen küçük burjuva eğilimi ‘Yön’ böyle bir zemindeydi. Sınıflar savaşı şiddetlendikçe, küçük burjuvazinin yönelişleri elbette değişti. 12 Mart’a girmeden MDD olarak şekillendi. Ve Kemalizm’in izlerinden kurtulmaya, işçi sınıfını görmeye doğru bir yol izleyen küçük burjuva devrimciliği, şimdi elbette ki 12 Mart öncesinden de daha ileride bir siyasi çizgiye gelebilmiştir. Sınıflar savaşı küçük burjuvaziyi eğitmektedir.
Demek ki 27 Mayıs’tan sonra ilk şekillenen küçük burjuva eğilimi ‘Yön’, ideolojik yapısıyla, Kemalizm’i ve Devletçiliğimizi aşabilmiş değildir. Daha sonra, 1969’larda, Yön, Devrim dergisi olarak varlığını sürdürecektir. Ve temel bakış açısı işçi sınıfı dışında ‘sivil asker aydın zümre’ye dayanan bir devrim anlayışını savunmak olacaktır.
27 Mayıs kaynaklı bir diğer önemli atılım da T. Aydemirlerin 21 Mayıs darbe girişimidir. Finans-kapitalin 27 Mayıs’ı nötralize etmesine bir tepki olarak gelişen 21 Mayıs hareketi başarıya ulaşamadan bastırıldı. 21 Mayıs’ın liderlerinden Fethi Gürcan hareketlerinin dayandığı temel mantığı şöyle açıklıyor: ‘Biz haklılığımızın savunmasını modern devlet görüşünde bulmaktayız. Bu görüşe göre, devletin bir fonksiyonu ve bu fonksiyonu gerçekleştirmek için de bir otoritesi vardır. Bu fonksiyonun gayesi halkın mutluluğunu sağlamaktır ve mutluluk sağlandığı müddetçe meşru bir devlet otoritesi var demektir… Bu itibarla kanunlar ve devlet müesseselerinin verdiği her türlü hukuki emirler özü itibariyle bu amaca karşı olamazlar. Aksi takdirde meşru değildirler. (F. Gürcan’ın Savunması, Sosyalist, s. 6)
‘Halkın mutluluğunu sağla’mayan bir devleti ‘meşru’ görmeyen F. Gürcan, bu mutluluk yolunda yapılabilecekleri şöyle anlatıyor: ‘Olumlu bir toprak reformu, hem sosyal adaleti ve onunla birlikte hem de en azından büyük fakat aç ve çıplak Anadolu halkını besleyecek ölçüde istihsal artışını sağlayacak toprak reformu nerede?
‘Bütün bunların altında nüfuz ticareti, soygunlar, akraba kayırmaları yatmakta ve ekonomik, politik münasebetleri ile basınıyla, diğer müesseseleri ile halkın gerçek iradesinin dışında hatta karşısında kalınmaktadır. Şimdi soruyoruz:
‘Bu şartlar altında 27 Mayıs öncesi statükoyu koruma, hatta restore etmek rolünde olan Başbakanla, parlamento, büyük halktan yana mı, yoksa onun karşısında mı?’
‘27 Mayıs öncesi statükonun korunup-restore edildiğini gören ordu gençliği, ‘Yön’ dergisi gibi fazla yazıp çizmeden, doğrudan davranıyor ve halk adına halktan kopuk kaldığı için ‘statüko’nun duvarında parçalanıyordu. Elbette bizim ordu gençliğimizin bu güzel geleneğinin de kendine göre dayandığı bir tabaka vardır. Bunu da yine F. Gürcan şöyle açıklıyor: ‘İşte biz ulusal iradenin gerçekten tecellisi için ona engel olan politik, ekonomik ve sosyal münasebetleri ulusun çoğunluğu lehine ortadan kaldırmak istiyorduk.
‘Bu münasebet yarın mutlaka koparılacaktır. Bu koparmayı kimlerin aracılığıyla yapacaktık? Kafalarıyla yeni nesil Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği, aslında halkın mutluluğunu sağlamayı tavsiye ettiği gençlik ile yapacaktı. Daha doğrusu onlar yapacaktı. Bu şüphesiz dar anlamıyla gençlik değil, yurdun her yanında, her kesiminde düşüncesiyle ve yapıcılığıyla devrimci olan zinde güçtür.’ (a.y.)
İşte 1960’larda küçük burjuva devrimciliği iki yönde gelişmiştir. Devletçi gelenekli aydın küçük burjuva eğilimi ‘Yön’, 27 Mayıs’a yol gösterirken kendi aydın çemberi içinde soysuzlaşıp bayağı burjuva liberalizmine dönüşmüştür. Öte yandan, ordu gençliğinden kaynak alan 21 Mayıs hareketi ise, kendi geleneğini sürdürmüş, adeta sınıfların önünde davranmıştır. ‘Yön’ atalet içinde soysuzlaşırken, 21 Mayısçılar bir atakla statükoyu sarsamadan meşale gibi yanıp söndüler.
Türkiye’de sınıflar savaşının en kör göze henüz batamadığı bu yıllarda, sınıfa dayanmadan davranan Genç Türk geleneğimiz teorisi ve pratiğiyle önde göründü. Soyut halk kavramından ve onu kurtaracak zinde güçlerden öteye gidememiş olan bilinçlenme, sınıflar savaşı yükseldikçe ister istemez değişmiştir.
TİP: Yine 1961’de kurulan, fakat sırf sendikacılar zümresinde kalan TİP, bu yıllarda genellikle sessiz ve adeta yok gibidir. Ordu gençliğinin 21 Mayıs yenilgisinden sonra 1964’lerde, TİP sesi duyulur hale gelmeye başlamıştır. Aristokrat işçi zümresi sendikacıların ve burjuva aydınların egemenliğindeki TİP, gelişmesiyle, çevresine hemen hemen o yıllarda devrimci potansiyelin tamamını toplamıştır. Küçük burjuva devrimciliğinin sınıfsız bakışına ve ‘zinde güçler’e dayanmasına karşılık; TİP, bir sınıfa dayandığını söylüyor ve ‘halkın mutluluğu’nun yerine de soyut olarak sosyalizmi savunuyordu. Bütün bunlar devrimci hareketin genel gidişinde bir aşamaydı. Yön ‘çağdaş uygarlık’tan öteye gitmemiş ve sınıfları görmemişti. 21 Mayıs hareketi, ‘zinde güçler’le 27 Mayıs’a pratik yol göstericiliğini denemiş, ancak kendini yakmıştı. Ve bu yıllar içinde sınıflar savaşındaki gelişim, 1963’lerde işçi sınıfının grev ve toplu sözleşme hakkını almasına kadar varmıştır. İşte bu dönemde ‘Türkiye’de burjuva ve emekçi sınıfın olup olmadığı… Endüstri işçisi Türkiye’de toplumculuğun öncüsü olabilir mi, olamaz mı?’ vb. konuları hararetle tartışılmaktadır. Bunun anlamı ise, işçi sınıfının kendini siyaset sahnesinde yavaş yavaş duyurması ve küçük burjuva devrimciliğinin bundan etkilenmesi demektir.
‘Zinde güçlerin ne teorisi ne de pratiği 1960 sonrası devrimci hareket üzerinde etkin ve egemen olamamıştır. Sadece, henüz 27 Mayıs’ın sıcak etkinliğinin yaşandığı günlerde filizlenmiş, sonra yaşayamamış; ya kendini yakmış ya da burjuva liberalizmine soysuzlaşmıştır. ‘Yön’ CHP’nin yedeğinde kalmıştır. İşte bu yıllar, henüz bağımsız küçük burjuva devrimciliği pek yoktur. Var olan eğilimler ‘devlet sınıfları’ geleneğinin ötesine geçememiştir. Yani sınıflar kopuşması, henüz küçük burjuva devrimciliğini az çok istikrarlı bir biçimde ortaya koyacak sedyede değildir.
Küçük burjuva tabakalar; özellikle köylülüğün bir kısmı ve küçük esnaflar, hatta gençliğin bir kısmı bu yıllarda CHP potasındadır. Şehir ve kasabalardaki gençliğin büyük kısmı ise, 1963’lerden sonra güçlenmeye başlayan TİP çevresindedir. O dönemde CHP ‘ortanın solu’ TİP de ‘Sosyalizm’ demektedir. Bu söylenenlerin sınıflar savaşı açısından anlamı şudur. O güne kadar gerek ekonomik gerekse politik olarak finans-kapitalle önemli bir çatışma içinde olmayan yaban burjuvaların (tekel dışı kapitalistler) 1950’lerden beri finans-kapital vurgununun hızlanmasıyla, finans-kapitalle çatışmaları yükselmiştir. Ve bunun siyasi olarak görünümü iki yönde olmuştur. Yaban burjuvaların daha irileri serbest rekabet özlemlerini ‘ortanın solu’ şeklindeki daha çok liberal bir anlayışla CHP’de dile getirmişler, düzenden daha çok kopuşanları ise, kurtuluşu işçi sınıfı ile ittifakta yoklayarak, özlemlerini ‘Sosyalizm’ talebiyle TİP’de gidermeye koyulmuşlardır. TİP işçi sınıfı içinde aristokrat, zengin işçilere, sendikacılara dayanmaktaydı. TİP’de egemen olan işçi aristokrasisi ve burjuva aydınların eğilimiydi. Bunlar ise sonuçta işçi sınıfı içinde burjuva nüfuzu olmaktaydılar. Bütün bu gelişmeler şunu gösteriyordu:
Proletaryanın öz eğilimi 1920’de doğmuş ve 1927’lerde sağlamca şekillenmiştir. Fakat sınıflar savaşının yüksek boyutlara varmadığı yıllarda finans-kapitalin sürekli; zulmü ve yok etmesi sonucunda 1960’lara gelindiğinde dağınık ve örgütsüzdü. Bu nedenle 27 Mayısla ‘hürleşen ortamda işçi sınıfı adına onun öz eğilimi değil, tersine işçi içindeki egemen burjuva nüfuzu davranmış ve TİP olarak partileşmiştir. Ve henüz küçük burjuva devrimciliği de TİP içindedir. Yani sınıfsal olarak; henüz sınıflar kopuşmasında işçi sınıfı ve küçük burjuva tabakalar yaban burjuvazinin takipçisi durumundadır. Ve yine aynı şekilde henüz yaban burjuvazinin, küçük burjuvazinin ve proletaryanın siyasi taleplerinin birbirinden farkı açıkça görünmemektedir. Kaba bir bakışla hepsi sanki aynı görünmektedir. Elbette bu görüntüyü sağlayan sınıflar savaşının 1965’lerdeki seviyesidir.
İşte 1960 sonrası ‘devlet sınıfları’ gelenekli küçük burjuva devrimciliğinin kısa ataklarından sonra, devrimci harekette burjuva devrimciliği öncü davranmıştır. Onun öncülüğü ‘zinde güçler’in sınıfsız bakışına karşılık işçi sınıfı ve sosyalizmi savunmasında olmuştur. Ama sınıflar savaşı yükselip de mücadele şartları değişince, daha militan bir karakter kazanınca TİP’in burjuva devrimciliği iflas etmeye başlamıştır. Çünkü TİP’in sosyalizmi gerçekte işçi sınıfına değil, işçi içinde aristokrat bir zümreye dayanıyordu. Ve düzen değişikliğini devrimci bir tarzda düşünmeyip, burjuva devrimciliğinin gereği parlementoda ‘başa güreş’tiğini söyleyerek, aslında, mevcut düzenin ebedileşmesi için çalışmış oluyordu. İşte bütün bunlar geniş yığınlar tarafından 1965’lerde henüz gerçek anlamlarında bilinemiyordu. Ama özellikle 1966’lardan sonra hızla yükselmeye başlayan, sertleşen sınıflar savaşı TİP’in yaldızlarını dökmüştür. TİP içinde ve dışında partinin politik hattına karşı MDD hareketi gelişmeye başlamıştır. Bunun anlamı, yükselen sınıf mücadelesi şartlarında küçük burjuva tabakalarının burjuva öncülüğünden kopuşmasıydı. Dolayısıyla sınıf mücadelesinin yeni şartları bir bakıma burjuva devrimciliğinin öncülüğünü imkansız hale getiriyordu. 1960 sonrasının genellikle banşçıl geçtiği 1967 yıllarına kadar olan döneminde, burjuva devrimciliğinin öncülüğü açıkça ortadayken, bu öncülük ekonomide yeni bir buhranın patlamaya yüz tuttuğu 1969’larda açıkça dağılışa girmiştir. Özellikle 1969 yılı, parlamentoda başa güreşilemeyeceğini göstermiş ve TİP hızla çözülmeye başlamıştır. Daha doğru şöyle söylenebilir. Gelişen sınıflar savaşı karşısında TİP’in gittikçe gericileşmesi ve çürümesi iki olay tarafından hızla açığa çıkartılmıştır. İçerde, 1969 seçimlerinde uğranılan sonuç, milletvekillikleri birdenbire kaybolunca, bu durum, parlamenter mantıklardaki paniği hızlandırmıştır. Dışarıda ise, Çekoslavakya olaylarıdır. Aybar bu olaylar karşısında bütün gericiliğini kusmuş ve sosyalizm düşmanlığını açığa vurmuştur. Bu iki olay hem TİP’in karakterini daha iyi ortaya çıkartmış, hem de çözülmeyi hızlandırmıştır.
Böylece 1969lara gelindiğinde burjuva devrimciliğinin öncülüğü çözülürken, daha çok gençlik temelinde gelişen, küçük burjuva devrimciliğinin öncülüğü açıkça belirmeye başlamıştır. Bu değişim nasıl gerçekleşmiştir? Ve nelere yol açmıştır?
Önce finans-kapitalin 27 Mayıs sayesinde halka tasarruf ettirdiği birikimler montaj sanayi dış alımıyla tüketilmiş, finans-kapital yeni ve daha büyük sermaye birikimleri özlemiyle buhrana girmiştir. Ekonomideki bu gidiş kendini siyasette sınıflar savaşının hızlanması şeklinde göstermiştir.
Bunun sonucu olarak işçi, gençlik hareketleri en yüksek noktasına 1969 yılında ulaşmıştır. 1964’de 6.600 olan grevci sayısı 1966’da 10.400’e çıkmış ve 1969’da ise 23.190’a varmıştır. Yine gençlik hareketleri de bu yılda en fazla olmuştur. Aynı yıllar içinde toprak işgalleri de sıklaşmıştır. Bütün bunlar ülkedeki buhranın derinleştiğine işaret etti. Ve toplumdaki sınıflar savaşı yükseldikçe, kaçınılmaz olarak sınıf ve tabakaların tepkileri ve kendi öz eğilimleri daha net olarak ortaya çıkmaktadır. Kaynayan kazanda birbirine yapışık görünen sınıf ve tabakaların arasındaki çatlaklar büyümekte ve sınıfsal kopuşmalar gerçekleşmektedir. İşte bu yıllarda, şekillenmesi sonuçlanan TİP’deki MDD hareketi ve CHP’deki Ecevit hareketi sınıflar planında küçük burjuva tabakaların kopuşmasının siyasi görünümüne denk düşer.
MDD daha çok şehirlerdeki aydın gençliğin işçi aristokrasisi ve burjuva aydınlarının siyasi zemininden kopuşması idi. Ecevit hareketi ise, aşağıdan yükselen küçük üretmenlerin tepkisiyle İ. İnönü’den daha radikal davranmak zorunluluğunu hisseden yaban burjuvaların siyasi hareketiydi. Bu hareket ister istemez küçük üretmenlerin tepkilerini de dile getiriyordu. Daha doğrusu gelişen hareket yaban burjuvaları daha radikal davranmaya itiyordu.
İşte yükselen buhran içinde çabuk etkilenen ve çarçabuk ihtilalci düşüncelere sürüklenen küçük burjuvalar hareketin kabarışının ve bilinç seviyesinin tabii sonucu olarak öne sıçramışlardır.
Küçük üretmenler İnönü’nün finans-kapitalle uzlaşıcı politikasına tepkilerini yükseltirken, gençlik de devrimci hareketin gerektirdiği yeni ve daha militan mücadele yöntemlerine karşı TİP’in gösterdiği gerici tutuma, yani karşı devrime pasifçe teslim oluşuna hoşnutsuzluğunu yükseltiyordu.
1969’da artık TİP görevini tamamlamış ve kendi sınıf zeminindeki yapısı daha da netleşmiştir. 1960 sonrası en genel anlamda işçi sınıfı öncülüğü ve sosyalizm propagandası yapmış, bunu yaygınlaştırmıştır. Fakat mücadele, artık bu genel sözlerden öteye daha yeni görevlerle yüz yüze gelince, kendi sınıf karakterinin sonucu hareketin öncülüğünü artık yürütemeyeceğini göstermiş oluyordu. TİP döneminde parlamentarist mücadele daima önde olmuş, işçi sınıfı içinde de sendikalizmden öteye gidilememiştir. Ve bu mücadele tarzı belli bir dönem (1963-1969) genel olarak devrimci kadrolarda açık bir tepki oluşturmazken, sınıflar savaşının daha da şiddetlenmesiyle o güne kadar biriken tepkiler açıkça ortaya çıkmış ve TİP- MDD kopuşması gerçekleşmiştir. Bu kopuşmanın objektif zemini sınıf savaşının o dönemde en yüksek noktasına varması, sübjektif zemini ise, bu gidiş karşısında TİP’in tam bir teslimiyete bürünmüş olmasıdır.
Ve bu kopuşmanın en genel anlamı da, devrimci hareketin belirli bir gelişme seviyesinde geçerli olabilecek olan ve belki de yaşanması bir bakıma zorunlu -aynı zamanda zorunluluğundan dolayı öğretici de- olan burjuva devrimciliğinin öncülük döneminin bittiği veya kapandığıdır. Aynı şekilde bu dönemin kapanmasıyla birlikte, o döneme ait mücadele araçları olan parlamentarizm ve sendikalizmin de göz boyacı olmaktan çıkması demektir. Nitekim 1974 sonrası TİP’in anlı şanlı günlerini ne legalitede TSİP ne de yeraltında TKP yaşayamamış, hiç bir zaman hareketin tek odak merkezi olamamışlardır. Artık yaşanan ve derinleşen buhranla kopuşan sınıflar eski balayı dönemini bir kere daha yaşayamazlardı. Bütün yaldızları ancak bir iki yıl sürmüştür.
MDD kopuşurken, yani sınıf anlamında burjuva devrimciliğinden küçük burjuva devrimciliği kopuşurken, elbette olumluluğunun yanında olumsuz özellikleri de kaçınılmaz olarak vardı.
En genel anlamda TİP’in sırf işçici tutumuna haklı bir tepki gösterirken, aynı zamanda işçi sınıfının öncülüğünü tartışma konusu yaparak, ister istemez ‘Yön’ devrimciliğinin “zinde güçler”e dayanan sınıfsız bakışının etkilerini üzerinde taşıyordu. Daha doğrusu MDD hareketi, TİP deneyi süresince yaşanan olaylardan iki gerici sonuç çıkartmıştır. İlki, işçi sınıfının pratikte öncülüğünü göremediğinden veya işçi sınıfı öncülüğünü TİP gibi zannettiğinden, sınıfa güvensizliği kışkırtmak. Onun yerine aydın-sivil-asker zümreyle bir bağımsızlık savaşı hayal etmek. İkincisi, TİP soysuzlaşmasından kalkarak partinin olmazlığına varmak. Partisizliği teorileştirmek.
TİP deneyinden ancak bir küçük burjuva devrimcisi bu gerici sonuçları çıkarabilirdi. İşte MDD böyle bir zeminde şekillenmiştir. Ve sırf işçici TİP ile ‘aydın kadrolar’a öncülük tanıyan ‘Yön’ çizgisinin eklektik bir uzlaşmasının sonucu MDD teorisi olmuştur. MDD sözde işçi sınıfının varlığını ve öncülüğünü reddedemiyor, ama işçi sınıfını öncü olarak da bir türlü göremiyordu. Nitekim daha sonraki yıllarda MDD’nin diğer bütün nüansları arasındaki temel konu hep bu öncülük meselesi olmuştur.
MDD: 1969’larda işçi ve gençlik hareketlerinin en yüksek noktasına erişildiği zamanda sonuçlanan TİP-MDD kopuşmasında Özellikle MDD’nin Türkiye’ye bakışını irdelemeliyiz. Elbette eleştirinin hedefi açısından bu ancak genel hatlarıyla yapılacaktır. Zaten ‘MDD Zortlaması’ kitapçığı bu eleştiriyi momentinde ve en iyi biçimde yapmıştır.
MDD, TİP içinde özellikle 1966’larda şekillenmeye başlamıştır. Ve bu birikim sınıflar savaşının gelişim seyrinde 1969’da kopuşmayla sonuçlanmıştır. Bu kopuşma burjuva devrimciliği ile küçük burjuva devrimciliğinin bir kopuşmasıydı. Biz şimdi bu kopuşmada, Türkiye sınıflar savaşına TİP’in ve MDD’nin nasıl baktığını açıklarsak, bu, burjuva ve küçük burjuva devrimciliğinin Türkiye’ye bakışları olacaktır. Ve dolayısıyla bu eğilimlerin hangi ‘düşman’a göre şekillendiğini de ortaya çıkmış olacaktır. Bu ‘düşman’ kavramı tamamen sınıflar savaşının kapsamını, derinliğini kavrayabilmekle ilgilidir.
TİP-MDD çatışmasında en temelli konu devrimin stratejik konağıydı. TİP ‘Sosyalist Devrim’ adımını, MDD ‘Milli Demokratik Devrim’ adımını savunuyordu. Yani TİP Kemalist burjuvazinin kendi burjuva devrimini sonuçlandırdığını, böylece kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini tasfiye ettiğini söyleyerek, artık işçi sınıfının sosyalizmi kurmak için davranması gerektiğini öğütlüyordu. Bunları söylemekle TİP Türkiye’deki sınıflar gelişmesini olduğundan ileride görmüş oluyordu. Bunu yaparak da çağımızda, yani burjuvazinin devrimci karakterini yitirdiği tekelci kapitalizm çağında, burjuvaziye olduğundan öteye bir devrimci misyon yüklüyordu. Oysa Kemalist burjuvazi ulusal kurtuluştan, sosyal kurtuluşa sıçrayamamıştı. Dayandığı sınıf açısından, irili ufaklı bütün Anadolu burjuvazisine dayandığından, ulusal kurtuluştan sonra kendi soygun düzenini kurmakla yetinmiştir. Ve üstelik bizde egemen antika tefeci-bezirgan sermaye ile uluslararası tekelciliğin sentezleşmesi ve Devletçilik fideliğinde semirmesiyle finans-kapital gelişmiş, dolayısıyla hiç bir temelli reform gerçekleşmemiştir.
Oysa TİP’e göre antika sermaye ve üretim ilişkileri tasfiye olmuş, üstelik bunları burjuvazi gerçekleştirmiştir. Bunun ise iki pratik sonucu vardı: Önce TİP bu tutumuyla proletaryanın önündeki demokratik görevleri görmezlikten gelmiş oluyor, dolayısıyla bu görevleri CHP’ye (burjuvaziye) ısmarlamış oluyordu. Kendisi sosyalizm türküsüyle demokratik görevlerden kaçınıyordu. İkinci sonuç ise, kapitalizmin bizdeki gelişim seviyesini ve doğurduğu çelişkileri yanlış değerlendirdiğinden proletaryanın bugünkü müttefiklerinden kopuyor, somutça taktik cephe adımını atlıyor, hareket içinde yalnızlaşıyordu.
TİP olaylara neden böyle bakmaktaydı? TİP işçi sınıfı içinde burjuva nüfuzu olduğundan; işçi aristokrasisi ve burjuva aydın zümrelerine dayandığından, bizde kapitalizmin gelişim seviyesini abartıyordu. Çünkü hem işçi aristokrasisi (bizde zenginleşmiş sendikacılar zümresi) ve hem de burjuva aydınlar (doktor, avukat, mühendis vb.) kapitalizmin yaratığıdır. Üstelik de kapitalizm bu tabakaları kendi nimetleriyle düzene daha sıkı bağlamıştır. Yani bunlar karnı tok politikacılardır. Dolayısıyla konumlarını korumak ve biraz daha iyileştirmek için genellikle ekonomik mücadele zemininde hapsolurlar. İşçi sınıfını ekonomik mücadele zemininde tutmak isterler. Yani işçi sınıfını önündeki acil demokratik görevlerden (işçi sınıfının asgari programı) koparıp, sosyalizm ninnisiyle sınıf bencilliği içine hapsetmek isterler. Mücadeleleri düzenin onarılması seviyesinde kalır.
Özetlersek, kapitalizmin yarattığı işçi aristokrasisi ve burjuva aydınları, burjuvazi ile aralarındaki çelişkiyi çözümlemeye kalkarken, sınıf adına değil de, onun zenginleşmiş bir zümresi adına davrandıklarından bu konumları onları işçi sınıfını halkın öncüsü olarak davranma perspektifinden uzaklaştırır, tersine sınıf bencilliği içinde davranması pratik sonucuna vardırır. Yine işçi aristokrasisi ve burjuva aydınları hali vakti yerinde bir tabaka olduğundan, mücadele tarzı ve araçları bu konumuna göre şekillenir. Daha devrimci bir ruh içinde olan unsurlarla ittifak yerine, kendi fikirlerini burjuvaziye anlatıp ikna etme tutumunu seçerler. Bunun ise en bilinen iki yolu Parlamento bülbüllüğü ile sendikalizm kısır döngüsüdür, işte TİP bu yapısıyla işçi sınıfının önündeki gerçek görevleri atlayıp, sınıf içinde bir burjuva nüfuzu olduğundan işçi sınıfını müttefiklerinden koparıcı bir politika izlemiştir. Bunun teorik çerçevesi ise kaçınılmaz olarak, Sosyalist Devrim bahanesiyle, demokratik devrim görevlerinden yan çizmek olmuştur. Ve bütün mücadele ‘burjuvaziye karşı’ günlük ücret ve bazı hakların alınması seviyesinde ilkelleştirilmiştir.
Bunun karşısında MDD ise, doğru bir çizgi savunmamış, adeta TİP’in antitezi kılığında şekillenmiştir. Türkiye’de kapitalizmin gelişmesini olduğundan geri değerlendirmiş, ‘yarı-feodal’ gördüğü Türkiye’de feodalizm ve sömürge olgusunu abartmıştır. MDD 1920’lerin Türkiye’siyle 1960’lar Türkiye’si arasında fazla bir fark göremedi. TİP Kemalizm’e burjuva devrimini sonuna kadar yaptırırken, MDD 1930’lardan sonra Kemalizm’i dağdan geri kaydırıp 1919’lara kadar düşürdü. Böylece 1968’ler Türkiye’sini emperyalizmin işgalindeki bir yarı sömürge gibi gördü. O zaman da sırf dışarlak bir emperyalizm ile onun yerli işbirlikçilerinin karşısına ‘milli sınıfları’ koydu. Böylece sınıflar savaşına kendi küçük burjuva milliyetçiliğini karıştırınca ortaya ‘milli’, ‘gayrı milli’ sınıf değerlendirmesi çıkmıştır. Mesele böyle konulunca bunun mantık sonucu işçi sınıfının öncülüğünü küçümsememek olmuş, bunun yerine 1960’ların M. Kemal’i olmak yeğlenmiş, MDD Kemalizm’den kopuşamamıştır. Kemalizm’in anti-emperyalist tutumunun benimsenmesi olumluluk sayılsa da, esas burjuva karakteri görülemeyip, Kemalizm küçük burjuva eğilimi zannedilince, ister istemez burjuva etkisi altında kalınmış olunuyordu.
MDD Türkiye’de Kurtuluş Savaşından sonra gelişen kapitalizmi ve onun yarattığı sınıf ilişki-çelişkilerini göremiyordu. Daha doğrusu, MDD sınıf savaşı açısından meseleye bakamıyor, emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı bir bağımsızlık savaşı özlüyordu. Bu savaş ‘millici sınıflar’ tarafından yürütülecekti. Böylece MDD’nin tepkisinin özü ve yönelişi Amerikan Emperyalizmine karşı ulusal seviyede şekillenmiş oluyordu. Bu ‘anti-emperyalist’ savaşın sınıfsal saflaşması konusunda MDD daima bulanık kalmış ve ‘Yön’ eğilimiyle TİP’in eklektik bir birliği olmaktan öteye gidememiştir.
MDD’ye göre Kemalizm küçük burjuva eğilimidir. Ve 1920’lerden sonra iktidardadır. Fakat 1946’lardan sonra Amerikan emperyalizmi yerli işbirlikçileriyle bizi yarı sömürge yapmıştır. Bütün ‘millici’ sınıflar emperyalizmi söküp atmalıdır. Ve bu talebin temel parolası ‘Tam Bağımsızlık’ olmuştur. MDD bu tutumuyla Kemalizm’den ileriye gitmiş olamıyordu. 1920’lerde Ulusal Kurtuluş tamamlandıktan sonra artık gündemde sosyal kurtuluş vardı. Ve bu da ancak işçi sınıfının öncülüğünde gerçekleşebilirdi. Yoksa dış düşmana karşı ‘milli sınıflarla’ değil.
Bu değerlendirmesiyle MDD iki şeyi açıkça ilan etmiş oluyordu. 1930’lardan beri Türkiye’de kapitalizmin gelişmesini ve bunun sonucu şekillenen sınıf yapılarını önemsemiyor, böylece bizdeki kapitalizmi ve işçi sınıfını cılız olarak görüp, feodalizmi abartıyordu. Bunun pratik sonucu işçi sınıfı öncülüğünde bulanıklık oldu. İkincisi; MDD, bizde kapitalist gelişmeye gösterdiği kayıtsızlığa ve bunun yerine sırf bir genel düşman emperyalizmi öne çıkartarak mücadeleye sınıfsal (işçi sınıfı) zeminden değil, ulusal (burjuva-küçük burjuva) bir zeminden baktığını anlatmış oluyordu.
MDD Türkiye’ye neden böyle bakıyordu? MDD liderliği Türkiye devrimci hareketinde, ‘II Emperyalist Evren Savaşı sonrası gençlik eğilimidir.’ Öte yandan MDD daha ziyade şehir ve kasabalardaki gençlik eğilimi olarak şekillendi. Bu genç küçük burjuva tabakaların en temel özelliği üretimden kopuk olmalarıdır. Yani direkt olarak kapitalist üretim içinde değillerdir. Bu nedenle sınıf-zıtlıklarını soyut olarak kavrarlar. Veya başka bir deyişle, üstlerinde duydukları ekonomik ve siyasal baskının bir sınıftan kaynak aldığını önceleri kavrayamazlar. Onlara bu baskının nedeni soyut planda ‘devlet’ olarak gözükür. Ve öfke ile devlete karşı çıkarlar. Devletin sınıf yapısını kavrayamaz, ama bunu Amerikan Emperyalizminin bir kuklası (‘Filipin tipi demokrasi’) olarak görüp, bütün öfkesini Amerikan Emperyalizmine ve yerli piyonlarına yöneltir. Devletin güç kaynağını, dayanağını göremez, bunu sadece Amerikan Emperyalizmi olarak görür.
Üretimden kopuk, bu sebeple dolaysız sınıf çelişmelerinden de kopuk olan küçük burjuva tabakalarda, bu düşünceleri uyandıran başka nedenler yok muydu?
Her şeyden önce 1965 sonrası, Amerikan Emperyalizminin hem dünyada, hem de Türkiye’de yeterince deşifre olduğu yıllardır. 1967 Vietnam zaferi Amerikan Emperyalizminin bütün kanlı ve gerçek yüzünü ortaya koymuştur. Buna bağlı olarak Amerika’nın Türkiye’deki durumu da gençliğin daha çok gözüne batar hale gelmiştir. Ve bütün dünyada başta Amerikan Emperyalizmine karşı Ulusal Kurtuluş Savaşları verilmektedir. Ve Türkiye devrimcileri de bu genel görünümden elbette etkilenmezlik edemezlerdi. İşte MDD’nin şekillenmesinde etkili olan en genel ortam budur. Elbette ki sırf bu görüntülerle yetinmek kaçınılmaz yanılgıların kaynağı olacaktı. Ama ne çare ki küçük burjuva yapısı gereği çabuk öfkelenip davranır. Üstelik bir Kurtuluş Savaşı yaşamış, Kuvayi Milliyeci bir geleneğe sahip olmak çarçabuk gençliği emperyalizme karşı yeni bir bağımsızlık savaşına sürükledi. MDD’nin temel zemini budur.
Elbette deney öğretir. Nitekim MDD hareketi de daha gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla birlikte, hemen 1969 sonlarında parçalanmalara uğradı. Bunun anlamı, TİP’e karşı devrimci hareketin gelişmesine devrimci tepkisiyle bir müddet cevap verebilen MDD, artık aşılmalıydı. Hareketin ihtiyaçlarına cevap veremez hale hızla geliyordu. Bu süreç içinde MDD nüanslara ayrılmış, kaba ve genel bakışını bir bakıma çeşitli yönlerden derinleştirmiştir.
1969 sonlarında gelişmesinin tepe noktasına varan MDD hareketi Ocak 1970’de AL-AK Aydınlık bölünmesine uğramıştır. Bölünmenin gerçekleştiği ortam Türkiye’nin 1960 sonrası işçi hareketlerinin en çok yoğunlaştığı bir ortamdır. Ocak 1970’de kopuşan MDD’nin AK Aydınlık (şimdiki SP) franksiyonunun o zamanlar savunduğu temel görüş işçi sınıfı öncülüğünün ‘objektif ve sübjektif’ şartlarının olmadığı ve çalışmanın bu gerçeklik üzerine oturtulması biçimindeydi.
Böyle bir görüşü tam da işçi hareketinin en yüksek olduğu zamanda savunmak ne anlama gelirdi? Bunu açıklayabilmek için AK Aydınlığın diğer görüşlerine de kısaca bakmalıyız.
‘Yarı sömürge, yarı-feodal bir ülke olan yurdumuzda devrimin temel gücü köylülüktür… Devrimin… programının özü… Toprak devrimidir.’ (PD Aydınlık, s. 26) Demokratik Devrimi ‘Toprak devrimine’ indirgemek Türkiye sınıflar yapısında feodalizmin abartılmasının bir mantık sonucudur. Fakat AK Aydınlık bunla da yetinmiyor. Açıkça şunları söylüyor: ‘Emperyalizmin en yakın işbirlikçisi olan tekelci sermaye, diğer bütün sömürücü sınıflara da hükmetmektedir ve sömürülen ülke halkının en amansız düşmanıdır. Ama geniş halk yığınlarının, özellikle köylülüğün hemen önündeki düşmanlar; geniş köylü yığınlarını doğrudan doğruya sömüren unsurlar, bu tekelci sermayenin gerici müttefiki yarı-feodal unsurlardır.’ (PD Aydınlık, s. 26) Evet, mücadele ‘doğrudan doğruya sömüren unsurlar’la olduğundan şimdilik ‘tekelci sermaye’ bu alanın dışında kalacaktır.
Bu mücadelenin hedeflerini de AK Aydınlık şöyle sıralar: ‘Toprak reformunun yapılması, tefeciliğin kökünün kurutulması, aracılığa son verilmesi, adil kredi sağlanması’ (İşçi Köylü, s.7) Bütün bu söylenenler içerik olarak CHP’nin taleplerinden daha ileri değildir. ‘Aracılığa son verilmesi, adil kredi…’ Bütün bunlar o bir türlü görülemeyen kapitalizmin anaforunda bocalayan küçük üretmenlerin hayalleridir. Fakat bunlar eninde sonunda hayaldir ve kapitalizme vurmaya göze almadan hiçbirisinin bir anlamı yoktur.
Hedeflediği bu talepler doğrultusunda AK Aydınlık nasıl döğüşecektir? ‘Biz niçin menfaatlerimizi temsil etmeyen partilere bölünelim ve niçin millet olarak bölük pörçük olalım? İki köylünün veya iki işçinin aralarında hangi menfaat ayrılığı var ki ayrı ayrı partilere bölünüyorlar?… Bizim partimiz MİLLİ KURTULUŞ CEPHESİ’dir. Bizim partimizin komutanı Mustafa Kemal’dir. Bizim partimizin üyeleri, Amerikan sömürücüleriyle ortaklık etmeyen bütün MİLLETTİR.’ (İşçi Köylü, s.7)
AK Aydınlığın sınıflarla bir işi yoktur. Amerikan sömürücülerine karşı ‘MİLLET’çe savaşacaktır. Bu millet bölünmemelidir.
Bunlar, MDD içinden çıkan bir nüansın temel görüşleridir.
Açıkça beliren karakteriyle AK Aydınlık, sınıflar savaşının hızlandığı bir momentte ve en kör gözlere batmaya başladığı zaman, bu savaşın üstünü örtmeye çalışıyor. Bunun tek anlamı şudur: Bu tutum yükselen işçi hareketine karşı gerici bir burjuvanın feryadıdır. Öyle bir burjuva ki bu feryadıyla işçi sınıfına, sosyalizme düşmanlığını açıkça ilan etmiş olmaktadır. İşte AK Aydınlık hareketi MDD içinden, yükselen işçi hareketine karşı şekillenen bir gerici tepkidir. MDD devrimci eğilimi içinden böyle gerici bir eğilimin şekillenmesi nasıl açıklanabilir?
MDD, TİP karşısında Demokratik Devrim görevlerine talip olurken ve TİP’in pasif, teslimiyetçi mücadele tarzına karşı dururken, devrimcidir. Ama Türkiye’deki mücadeleyi ‘milli’, ‘işbirlikçi’ mücadelesine indirgediğinden ve bu temel pencereden Türkiye’ye baktığından, dolayısıyla yaşanan sınıf mücadelesini kavrayamadığından, bu sınıf savaşı karşısındaki tepkileriyle de gericidir. 1919’ların bağımsızlık savaşı o moment içinde devrimci bir görev yaparken, 1970’lerde aynı mantıkla davranıldığında her şeyden önce yerli egemen sınıflara karşı verilmesi gereken İktisadi Kurtuluş Savaşı görülemediğinden mücadelenin gerisine düşülmüş oluyordu. ‘Bağımsızlık’ parolası abartılarak ‘Sosyalizm’ parolası yasaklandı. ‘Memleketinde Emperyalistlerin işbirlikçileri iktidara sahip çıkarken… senin hakkın yoktur ‘Sosyalist Türkiye’ sloganı atmıya… layık değilsin henüz ona. Ona layık olmak için, ‘Sosyalist Türkiye’ sloganını atabilmek için, ilk önce Türkiye’yi bağımsız hale getirelim; bağımsız ve gerçekten demokratik bir ülke haline getirelim.’ (Türk Solu, 12)
Bu haliyle MDD, TİP’e tepki gösterirken aslında devrimci yanlarıyla birlikte iki önemli gerici tutumunu da açığa vurmuş oluyordu:
Birincisi, MDD ‘Sosyalizme’ bugünden yarına gerici bir tepki göstermiş oluyor, bu parola yerine ‘bağımsızlık’ı geçiriyordu. Yine buna bağlı olarak işçi sınıfına ve onun öncülüğüne gerici bir tepki göstermiş oluyor, bunun yerine ‘milli sınıflar’ı geçiriyordu.
İşte AK Aydınlık MDD’nin bu sağ, gerici yanının yükselen işçi hareketi karşısında hızla şekillenmesi, mantık sonuçlarına varması ve ayrı bir çizgi olarak açığa çıkmasıdır. Yani MDD’nin özünde filiz halinde var olan Sosyalizme ve işçi sınıfına duyulan gerici tepki, AK Aydınlık şeklinde uç vermiştir.
AK Aydınlık; mücadeleyi Amerikan Emperyalizmine karşı bütün ‘millet’in savaşına indirgemiş, tekelcileri ‘doğrudan sömürücü’ olmadıklarından göz ardı ederek, hedefini ‘Toprak devrimi’yle sınırlamıştır. Ve bu yolda sınıflara bölünmemek gereklidir. Oysa ‘Toprak devrimi’ dahi çağımızda ve ülkemizde ancak ‘işçi sınıfı öncülüğünde’ gerçekleşebilecektir. AK Aydınlık bu gerçeği reddederek bayağı bir liberal burjuva olduğunu açığa vurmuştur. Yine AK Aydınlık sınıflar mücadelesini görmek istemediğinden bunun mantık sonucu olarak sosyalizme düşmanlığını açıkça ilan etmiştir. Bunu o yıllarda Sovyetlerin 1956’dan sonra, ‘revizyonistleştiğini’ ve egemenliğin ‘Sovyet burjuvazisi’ne geçtiğini (PD. Aydınlık, s. 22) söyleyerek yapmıştır. Yani yeryüzünden sosyalizmi kuş yapıp uçurmuş, sosyalizmin olmazlığını ispatlama yoluna girmiştir. Hep biliriz daha sonra, yani Türkiye’de işçi sınıfının mücadelesi inadına yükseldikçe, buna tepki olarak AK Aydınlık Sovyetlerin ‘baş emperyalist’ olduğunu iddia etmeye kadar işi vardırmıştır.
Özetlersek AK Aydınlık önce sınıflar savaşını reddederek, bunun üstünü örtmeye çalışıp, burjuvalaştığını, sosyalizme düşmanlığını ilan ederek de gerici bir burjuva olduğunu açığa vurmuş oluyordu.
Olaya bir de sınıflar savaşının, devrimci hareket önüne koyduğu görevler açısından bakalım.
TİP’in pazifizmine karşı bir tepki olarak şekillenen MDD ilk günlerinde, harekette belli seviyede devrimci bir adım oldu. Yani daha militan mücadele tarzlarına uyum gösterebilmesi bakımından önemli bir adımdı. Fakat hareket yükseldikçe MDD’nin perspektifi de yetersiz kaldı. Ve bu yetersizliğin ortaya çıkması uzun yıllar gerektirmedi. MDD gelişiminin en yüksek noktasında, 1969’da, aynı zamanda zaaflarının da en çok açığa çıktığı günleri yaşıyordu. İşçi sınıfı ile ittifak kurup daha devrimci adımlar atılacaktır ya da kararsızlığa saplanıp burjuvazinin saflarına düşülecektir. Çünkü küçük burjuva devrimciliğinin kaçınılmaz alın yazısı budur. Ya gerçekten proleterleşen, yani sürekli proletaryaya doğru objektif ortam tarafından itilen küçük burjuva tabakaların devrimci öncüsü olarak proletarya ile ittifak sağlamlaştırılacaktır ya da devrim yolunda bir kaç adım atıldıktan sonra kendi konumunu korumakla yetinip devrimci bir atılımı göze alamayıp burjuva liberalizminin saflarına yanaşılacaktır. Oradan en gerici saflara da atlanabilir. İşte MDD olarak yola çıkılırken Amerikan Emperyalizmine tepki seviyesindeki hareket, işçi sınıfı ile ittifak yol ayrımına gelince yani çıkış noktasından daha devrimci adımlar atmakla yüz yüze kalınca, MDD hareketi içinden daha hali vakti yerinde küçük burjuvalar geriye doğru kopuştular. Ve en temel özellikleri sözde keskin çığlıklar atmak, öz de yığınların gericiliğini kışkırtmak oldu. İşte AK Aydınlık yükselen işçi hareketinin MDD’nin önüne daha devrimci görevler koymasıyla, bu görevlerden geriye kaçan ve kendi konumunu korumakla yetinen ve hızla burjuvazinin saflarına yelken açan gerici küçük burjuva eğilimi olarak şekillenmiştir.
AK Aydınlık kopuşmasından çok kısa bir süre sonra -5-6 ay sonra- 15-16 Haziran olayları yaşandı. Bu AK Aydınlığın işçi sınıfını görmesini sağlamış mıdır? Elbette açıkça inkar artık etkisini yitireceğinden, aynı inkar artık daha örtülü yapılacaktır. Esas sorun şudur: 15-16 Haziran olayları AK Aydınlık’ta daha devrimci bir kıpırdanma mı yaratmıştır? Tam tersine işçi sınıfının devrimci atılımının her açığa çıkışında AK Aydınlık daha da gericileşmiştir. Çünkü onun doğuş zemini yükselen işçi hareketine bir gerici tepkidir. Nitekim 12 Mart gelmeden AK Aydınlık ünlü ‘Sovyet Sosyal Emperyalizmi’ tezine varıp Amerikan emperyalizminin yükünü yarı yarıya hafifletmiştir. (70’lerin sonlarında ise, Amerikan Emperyalizminin yükünü tamamen almış, onu beraat ettirmiştir.)
15-16 Haziran olayları MDD saflarında önemli bir dönüm noktasıdır. 15-16 Haziran’dan hemen önce gerçekleşen AK Aydınlık bölünmesi hareketten geriye doğru, gerici bir kopuşmaydı. Haziran olaylarıyla birlikte işçi sınıfı kendini ortaya koyunca, AL Aydınlık saflarında iki tepkiye yol açtı. AL Aydınlığın pratik ve teorik tutanakları çözülüp dağılırken bu momentte, 1971 başında ‘Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup’la Cephe hareketi kopuştu.
Haziran olaylarından hemen sonra 1970 sonlarına doğru Proletarya Sosyalizmi, Sosyalist gazetesiyle ve Proletarya Partisinin Reorganizasyonu parolasıyla açık tutumunu ortaya koydu. O zamana kadar Türkiye’de proletaryayı göremeyen gözler onun ideolojisini ‘en eski sosyalizmi’ de elbette göremeyecekti. Bu nedenle Dr. H. Kıvılcımlı’nın bütün görüşleri o zamana kadar susuşa getirilmiştir. Eleştiriyle öldürülemeyen görüşler susarak olmamışa çevrilmeye çalışılıyordu. Fakat Haziran olayları proletarya sosyalizmi üzerindeki bütün örtüleri kaldırmaya yetti. Böylece ne oluyordu? TİP karşısında belli bir pratik üstünlük sağlasa da, MDD, teorik perspektifi bakımından işçi sınıfı öncülüğüne, Parti örgütlenmesine, dolayısıyla iktidar problemine yan çizmesiyle TİP karşısında hiçbir teorik üstünlük kuramamış, devrimci kadroların yolunu aydınlatamamıştı. Proletarya Sosyalizmi ise, MDD’nin aksadığı ve sağa yalpaladığı bütün konularda devrimimizin sorunlarını, 40 yıldır konulmuş haliyle, netçe ortaya koyuyordu. Bu durumda MDD teorisi eklem yerlerinden dağılmaya başladı. Küçük burjuva milliyetçiliğini gerici sonuçlara vardıran AK Aydınlık sınıfsızlığı savunarak sağa yol almaya başlamıştı bile. Bu sağa gidişe, aynı zamanda da MDD Merkez Kanadı M. Belli’nin oyalamalarına, sol bir tepki şekillendi. Proletarya öncülüğünü açıkça reddedenler AK Aydınlık saflarındaydı. Proletaryanın ikirciksiz öncülüğünü savunan onun öz eğilimi Sosyalist artık gün gibi ortadaydı. Proletarya öncülüğünü yan çizmeden savunanların ve döğüşenlerin bu safta yer alması gerekiyordu. Ve öyle de oldu.
En kör göze batan proletaryayı açıkça inkar edemeyen, fakat küçük burjuva ütopik bakışıyla da ona bir türlü öncülüğü layık görmeyen Cephe eğilimi ise, ikisinin ortası veya eklektik toplamı olan ‘ideolojik öncülük’ görüşüne vardı. Bu proletaryayı yeteri kadar öncü göremeyen küçük burjuvaların onun adına davranmalarıydı.
Böylece Cephe, proletaryanın ideolojik öncülüğünü savunup, kırları mücadele alanı seçerek aslında olayların baskısı ile küçük burjuva devrimciliğini iyice sol bir çizgiye vardırarak, proletaryanın öncülüğünü sol’dan reddediyordu. AK Aydınlık ‘objektif-subjektif şartlar’ bahanesiyle iğrenç bir burjuva kuyrukçuluğuna soyunarak proletaryanın öncülüğünü reddederken, Cephe de tersine proletarya ‘şehirlerde kuşatıldığından’ onun adına kırlarda davranma yoluna çıkarak, sol uçkunlukla proletaryanın sınıf öncülüğünü reddediyordu. MDD Merkez (M. Belli) kanadı ise, gerçek proletarya sosyalizminin karşısında bocalayıp, eriyor dağılıyordu.
Böylece MDD hareketi, süreç içinde iki temel kanada ayrılmıştır. MDD’nin ve aynı zamanda işçi hareketinin en yüksek noktasında yeni ve daha zorlu görevlere (teorik-pratik) soyunmanın eşiğinde AK Aydınlık geriye bir kopuşmadır. Yine özellikle Haziran olayları ile birlikte devrimci hareketin genel olarak inişe geçtiği 1970 ikinci yarısında, MDD, hareketin gerektirdiği devrimci atılımı yapamayınca hızla dağılmaya başlamış, karşı-devrim de terörünü sistemlice yükseltmiştir, işte böyle bir momentte, 1971 Ocak’ında AL Aydınlıktan kopan Cephe hareketi ise, ileri kaçık bir karakterdedir. AK Aydınlık hareket yükselirken geriye (sağa) düşmüş, Cephe ise hareket geriye çekilirken bu esnekliği gösteremeyip paniğini uçkunluğa vardırıp, ileriye kaçmıştır. Dolayısıyla AK Aydınlık gericiliği teorileştirirken, Cephe de uçkunluğunun teorisini yapmıştır. Bunun son durağı ‘Kesintisiz Devrim’ olmuştur.
Sonuçlandırırsak; TİP’in pasifizmine ve demokratik devrim görevlerinden kaçışına, yani işçi aristokrasisinin sınıf bencilliğine karşı şekillenen MDD küçük burjuva devrimciliği, 12 Mart’tan önce bizzat işçi hareketi tarafından bozguna uğratılmıştır. Ve MDD, 12 Mart’ın eşiğinde çözülmüştür”. (Küçükburjuva Devrimciliğinin Eleştirisi, Kıvılcım Yayınları, s. 9-27)
Özetlersek: 1919’larda şekillenmeye başlayan proletarya hareketinin ayrılıkları, sapıklıkları bir bakıma kendi içinde ve teşkilat olarak da bir Parti (TKP) içi ve çevresinde yaşanmıştır denilebilir. Ütopist ve Popülist konak (toptan Narodnik de denilebilir) Onbeşler ve Halk İştirakiyyun ile yaşanmış; ardından Legal Marksizm ve Ekonomizm konağı (toptan Kuyrukçuluk da denebilir) Aydınlık Dergisi ve (sonra Kadro dergisi olan) V. Nedim ve Ş. Süreyyalar ya da ünlü “Seka” ile yaşanmıştır. Oysa 1960’lar sonrası benzer kopuşmalar bir teşkilat içinde (TİP’in bu dönemdeki konumunu unutmuyoruz) olmaktan çok, hızla ayrı kanallara akıp, kendi şekillenmelerini kurmuştur.
21 Mayıs Ordu Gençliği darbesi ve Yön hareketi bir ölçüde Popülist bir atılım olarak sayılabilirse de, hareket 27 Mayıs sonrası esas olarak TİP olayı ve ardından Dev-Genç-MDD olayı olarak akmıştır. Dolayısıyla, 1960 sonrası yeniden doğuşa ilk olarak damgasını vuran TİP olmuştur. Bu ne demekti: İşçi sınıfı mücadele alanını artık nicelik ve yoğunluğu ile doldurabilecek konuma gelmişti; ama öte yandan, işçi sınıfı “adına” ilk ve epeyce yaygın olarak öne çıkan eğilim işçi içindeki burjuva nüfuzu yani aristokrat işçi eğilimiydi. Bu, hareketin ikinci yeniden doğuşunda Legal Marksizm ve Ekonomizm konağına denk düşmekteydi. Demek ki, hareket 1960 sonrası yeniden doğarken Narodnik eğilim değil, fakat işçi sınıfına yapışık ekonomist eğilim önde davranmıştır. Ya da böyle görünmüştür. Bu, sapıklıklarıyla birlikte işçi sınıfının 1960 sonrası mücadele alanının artık önünde olacağının, olabileceğinin ilk belirtisiydi.
TİP deneyinin yukarda sayılan olumsuzluklarından da kaynak alan, az çok Narodnik karakterli Dev-Genç ve MDD hareketleriyse ancak, hareketin ikinci önemli basamağı olarak doğmuş, ama işçi hareketi kaçınılmaz yoluna bir kez girmiş olduğundan, bu hareket, 3-4 yılda en yüksek noktasına çıkıp, dağılışa geçmiştir.
12 Mart’a kadar geçen hemen hemen bir on yıllık mücadelenin ideolojik çatışma noktası ya da siyasetler arası mücadelenin odak noktası: Türkiye’nin Strateji Planı, ya da sınıflar yapısının tespiti ve buradan hareketle önümüzdeki devrimin temel karakterinin tartışılmasıydı.
Olayca, bu temel tespitler Türkiye komünist hareketi tarafından 1930’larda olgunlaştırılmış olmasına rağmen neden bir on yıl daha aynı konu en canlı tartışma noktası olmuştur? İlk olarak, 1950 ve 1960’lardaki önemli değişimler, sanki öncesiyle temelden bambaşka bir görünüm yaratmış, olay özce böyle olmasa da bu değişimlerin de izahıyla, 1930’lardaki tespitler zenginleştirilmeliydi. Bu objektif bir ihtiyaç olarak dayatıyordu. İkinci olarak ve en önemlisi, devrimci harekete neredeyse bir kaç yılda binlerce insan akmış, hareketin boyutları eskiyle kıyaslanmayacak boyutlara varmıştı. Elbette ki bu yeni insanlar müthiş bir enerji ve coşkuyla atıldıkları mücadelenin temel hedeflerini tartışacaklardı.
Fakat elbette ki bu büyük “haklılıklar”, ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, inatçı gerçeklikleri de örtemezlerdi. O nedenle proletarya sosyalizminin, Partinin en eski tespitlerini yeni deneylerin ışığında zenginleştirerek ileri sürdüğü “Halk Savaşının Planları”ndaki Strateji Planı olayların akışıyla zahmetli yollarla da olsa gittikçe daha öne çıkmakta, aydınlanmadadır.
12 Mart Sonrası Devrimci Ortamın Genel Karakteri
“Burjuva devrimciliği TİP, 12 Mart gelmeden, daha mücadele yükseldiği zamanda teslimiyet bayrağını çekmiş, yenilgisini ilan etmişti. 12 Mart, bu nedenle, özellikle MDD kökenli küçük burjuva devrimciliğinin yenilgisini getirdi. Devrim hayalleri, ‘devrim zorlamaları’ pratiğin cenderesinde kırıldı. Dolayısıyla aynı hayallerin yeniden aynı kılıklarda ortaya çıkması imkansızdır. Ama mücadeleye yeni küçük burjuva yığınlar katıldıkça bu hayaller aynı ilkellikte olmasa da bu anlamda tekrarlanacaktır. Her tekrar bir öncekinin basit bir kopyası değil, deneylerle zenginleştirilmiş bir üst aşaması olacaktır. Bu gerçeklik kendini şöyle göstermiştir. 12 Mart öncesi devrimci hareketin en genel karakteri sınıf eğilimleri arasındaki sınır çizgilerinin çizilmesi dönemi olmuştur. Bu kendini, ‘Strateji tartışmaları’ biçiminde açığa vurmuştur. Ve bu dönem hemen hemen 10 yıl sürmüştür. Ve sonunda en genel hatlarıyla burjuva devrimciliğinin, küçük burjuva devrimciliğinin ve proletarya sosyalizminin sınır çizgileri ortaya çıkmıştır.
“Böylece 12 Mart’a girerken sınır çizgileri çizilmiş, dolayısıyla tartışmalar ‘strateji’den program ve parti basamağına tırmanmıştır. 12 Mart karanlıkları ise, bu yarım kalan parti adımlarının sürdürülmesine denk düşer. Ve zaten 14 Ekim seçimleri sonrasında da hızla siyasi yayın organları ve partiler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu 12 Mart öncesi hareketin geldiği seviyenin 12 Mart duraklamasından sonra devam etmesi demek oldu. Bu yeni dönemde tartışma konuları ise, eski deneylerin kritiği ışığında parti ve günlük politik taktikler üzerine yığılmıştır. Bunun siyasi anlamı ise şuydu: Artık sınır çizgileri çizilmiş olan devrimci eğilimler arası mücadele dönemi başlıyordu. Bu ise sınıflar kopuşmasının en doğal sonucuydu. Artık burjuva, küçük burjuva, proletarya devrimciliği kendi taktik parolaları ile her gün yüz yüze, karşı karşıyaydılar. Bu nedenle temelli tartışma konusu: İttifaklar veya Halk Cephesine dönüşmüştür. Elbette bunları söylemekle mutlak bir ifadeyle her siyasi eğilimin tamamen sınır çizgilerini çizdiğinden söz etmiş olmuyoruz. Böyle bir bakış açısı hayatın kendi akışına ters düşer. Bizim söylediğimiz şey, bu karakterlerin dönemin hakim özellikleri olmasıdır.
Öyleyse 12 Mart, bu sınıflar kopuşmasını ve bunun siyasi görüntüsü olarak siyasetlerin sınır çizgilerini ortadan kaldıramayacağına, bu gelişimi geri döndüremeyeceğine göre, ancak siyasetlerin en genel stratejilerinin bir sınanması olmuştur.
“12 Mart’ın en genel dersleri: Türkiye’deki sınıflar yapısını, bir avuç parababasını açığa çıkartmasıdır. Görünmeyen gerçek sınıf düşmanı inkar edilemez biçimde ortaya çıkmıştır. Amerikan Emperyalizmi gibi bir dışarlak düşman hayali yıkılmış ve finans-kapital gerçekliği kafalarda yavaş yavaş şekillenmiştir. Ve yine ‘Devrim zorlamaları’ veya sınıflar savaşındaki güçler dengesinin yanlış değerlendirmeleri pratikte yargılanmıştır. Son olarak, sınıflar kopuşması şekillenince az çok ideolojiler netleşince bunun mantık sonucu olarak Parti konusundaki oyalamaların içyüzü daha açıkça ortaya çıkmıştır. Bütün bu gerçeklerden dolayı, 12 Mart sonrası yeniden doğuşlar bu derslerin izini kaçınılmazca üstünde taşıyacaktır.” (Küçükburjuva Devrimciliğinin Eleştirisi, Kıvılcım yayınları, s. 112-114)
Bu şekillenen sınır çizgilerini en genel hatlarıyla nasıl özetleyebiliriz?
Burjuva Sosyalizmi: 12 Mart öncesinin TİP’i 12 Mart sonrasında esas yapısını ve özünü koruyarak yeniden şekillenmiştir. 12 Mart öncesi olmayan TSİP ve “Atılım” yapan “TKP” ise 1973’lerden sonra şekillenmişlerdir. Yeni olmalarına rağmen özce bir yenilik taşımakta mıdırlar? TSİP, 12 Mart deneyinin hilkat garibesi çocuğudur. Öncenin deneylerinin olumsuz bir inkarıdır. MDD teorisinin, TİP’in ve H. Kıvılcımlı’nın tezlerinin “doğru” yanlarından eklektik bir ideoloji yaratmaya kalkışmış, ama bu ekleme teori eklem yerlerinden 1,5 yıl içinde çatlamış, gerçek burjuva özü açığa çıkmış; orta aydın tabakaların, işçi aristokrasisi eğiliminin bir varyasyonu olmuştur. “TKP” TİP yenilgisinin boşluğuna, ama özde ondan fazla farklı olmayan bir şekilde doğmuştur. Teorik lafızlarında hiç şüphesiz ki farklar olan bu eğilimlerin en temelli ortak yanı nerededir? Önümüzdeki devrim aşamasında (kimisi “demokratik devrim”, kimisi “ileri demokrasi” der) baş müttefik olarak orta tabakalara (aydınlar, işçi aristokrasisi, tekel dışı burjuvalar) tutunurlar. 12 Eylül’e kadar pratik davranışları bunu defalarca ispatlamıştır. Onlar Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiğinde Menşevik hatta; burjuvaziyi ürkütmeden, bu anlamda “devrimin alanını daraltmadan” yürüme hattına denk düşerler.
Bu eğilim, TİP olarak 12 Mart öncesi, TİP-TSİP-TKP olarak da 12 Mart sonrası 12 Eylül’e kadar yeterli evrimlerini geçirmişler, bu anlamda oturaklaşmışlardır. Özellikle 1978 Ecevit koalisyonundan sonra yüzleri daha netçe açığa çıkmış, bir anlamda etkinlikleri zayıflamaya başlamıştır.
Küçük Burjuva Sosyalizmleri
Aşırıca çeşitliliğinden dolayı bir kaç temel süreci irdelemekle yetinmeliyiz. 12 Mart öncesinin AL Aydınlığından doğan Cephe eğiliminin içinde 12 Mart sonrası en yaygın olanı D. Yol oldu. D. Yol, Cephe ideolojisini başlıca iki yönden evrimleştirmiştir. İlki, “Amerikan Emperyalizminin işgaline” karşı kurtuluşçu temeldeki tepki, “Faşizme karşı direniş”e, böylece mücadele D. Yol açısından “demokrasi programı” aşamasına gelip dayanmıştır. 12 Eylül’e gelindiğinde varılan son nokta buydu. Öte yandan, “Kesintisiz Devrim”deki işçi sınıfının “ideolojik öncülüğü” tespiti sessizce gerilere itilirken, öne “baş çelişki=oligarşi ile halk arasındadır” denerek, halk kavramı çıkarılıyordu. “İşçi Sınıfı” ideolojik olarak da “öncü” konumundan alınarak halk arasına “katılıp”, sınıf bakışı eritiliyordu. Bu, küçük burjuva devrimciliği içinde birinci temel eğilimdir.
Öte yandan, 12 Mart öncesi yine Narodnik kaynaklı eğilimlerin bir kısmı (örneğin Cephe kaynaklı Kurtuluş ve THKO kaynaklı Emeğin Birliği) eski hataların ışığında görüşlerini evrimleştirirken işçi sınıfının öncülüğünü öne çıkartan bir gelişime girmişlerdir. İlk bakışa olumlu görünen bu gelişim, kendi derinliklerinde nasıl zaaflar taşımaktaydı?
İşçi sınıfını daha önce görmeyen onu şu veya bu gerekçelerle reddeden Narodnik kökenli bir bakışta böyle bir dönüş, pratikte iki sonuç doğurdu. Kurtuluş, 12 Mart yenilgisinin ezikliğiyle, “Bilinçlenmeyi”, “Marksizm’in genel doğrularının öğrenilmesini” önüne pratik görev koydu. Haklıydı, pek basit bir gerçekliği, Türkiye’de işçi sınıfının konumunu göremeden döğüşen bir eğilimden, bir yenilgi sonrası kopuşunca, en basit, temel gerçeklerinin kavranması ilkelliğine battı. O alanda sallandı durdu. Aslında böyle yaparak işçi sınıfına teorik teçhizatsız ve pratikçe örgütsüz olarak yöneldiğinden, işçi sınıfı içinde üste görünen, burjuva etkisine bulaşmadan edemedi. Böylece, işçi sınıfına yöneliş, objektif olarak onun içindeki burjuva etkisine yöneliş anlamına geldi. Emeğin Birliği ideolojide ve pratikte işçi sınıfına yönelirken, işçi sınıfının objektif konumunu yaratan ekonomik ve sınıf yapısını tahlilde, Türkiye’de kapitalizmin konumunu özellikle kırlardaki durumunu, olduğundan ileride görerek, köylü sorununu atlıyor, bir bakıma sırf işçici bir konuma girip, işçi sınıfını gerçek müttefikinden koparıyordu. Böylece Emeğin Birliği, siyasi bakış açısı olarak, sınıfı esas müttefikinden kopardığından, sırf işçici ültimatomcu-otzovist keskinliklere de bunun tam zıddı burjuva etkilenmelere de açık bir konuma gelmiş oluyordu. Özellikle 1979’lardan yakın zamana kadar “devrimci durum” vb. tespitleriyle birinci konumda göründüyse de, şimdi ikincisine doğru keskin bir dönüş yapıyor. Neticede, 12 Mart deneylerinden sonra Narodnik kökenli hareketlerden işçi sınıfına dönüş de (ideolojik ve pratik olarak) bir eğilimdi. Ama sırf yönelmek yetmiyordu. Ve bu dönüşlerin objektif sonucu, şöyle ya da böyle burjuva sosyalizminden etkilenme, böyle bir etkiye açık olma objektifi sonucu doğmuştur.
12 Eylül Sonrası ve Sonuç
Sonuçlandırırsak; 27 Mayıs, 12 Mart arası yeniden doğuş döneminde hareketler Türkiye’nin Strateji Planını, yani Sınıflar Konumunu tartıştılar. Davranışlarını ve teorilerini başlıca bu temel gerçeklik determine ediyordu. 12 Mart’ın eşiğine gelip dayamadığında bu konak genel anlamda asılmıştı. 12 Mart’tan sonraki dönem, strateji Planından hareketle Programları ve Temel Taktiği, bunlara bağlı olarak Partileri kurma dönemi oldu. Yine 12 Mart-12 Eylül döneminde devrimci hareket henüz filiz halinde de olsa gerçek anlamda iktidar mücadelesiyle yüz yüze geldiler. Bu onların Programlaşmalarını daha bir acil ve zorunlu hale getirdi. Ve 12 Eylül’e girilirken hemen her devrimci hareket ya Programını, ya da Program taslağını ilan etmiş durumdaydı. Artık bundan sonraki mücadele bu anlamda daha açık ve net parolalar temelinde yürüyecektir. Bu hareket açısından önemli bir adımdır.
Program deyince ise gündeme başlıca iki sorun: Demokrasi ve Köylü sorunu gelir. Ve Programda, Strateji Planındaki az çok soyut ve genel kavramlar daha bir pratik anlam ve somutluk kazanır.
Bugüne kadar akıp gelen mücadele içinde Proletarya Sosyalizmi dışındaki eğilimlerin, olayların akışında belli bir oranda kavrayabildikleri gerçeklik egemen zümre finans-kapitalin varlığı ve konumudur. Ama finans-kapital şehirlerdeki “tekelciler” olarak kavrandığından, bugüne kadar mücadele belli bir anlamda tekellere karşı “demokrasi” mücadelesi seviyesine gelebildi. Ve sınıflar kopuşmasının seviyesi henüz, işçi sınıfını, onun içindeki burjuva nüfuzu olan aristokrat işçi eğilimlerini, özellikle şehir ve kasabadaki küçük burjuva aydın, küçük esnaf ve memurların seslerini yükselttiğinden, demokrasi mücadelesinin ufku da bir sınırlar içinde görülmeye başlandı. Henüz finans-kapitalin geniş Türkiye kırlarındaki bağları, onun yedek gücü tefeci-bezirgan sermaye ve bu sermayenin ağında inleyen milyonlarca, topraksız, az topraklı küçük köylülük devrimci hareketlerin bilincinde soyutluktan kurtulamamıştır. Yani bir bakıma finans-kapital gerçekliği görünen yanıyla kavranabilmiş, kendi iç bağlan ve derinlikleriyle kavranmamıştır.
Böyle bir kavrayış ise devrimci ortamda şu iki uç şekillenmeyi ve yönelişi yaratmıştır. İlki, burjuva sosyalizmi dediğimiz TİP-TSİP-TKP finans-kapitale karşı mücadelede tekel dışı orta tabakaları (hem kendi sınıf yapısından, hem de bu tabakaların siyaset alanında açıkça görünenlerinden dolayı) müttefik edinmiş, böylece tarihteki yeri Menşevizm olarak isimlendirilen, liberal burjuva kuyrukçuluğuna yönelmiştir. İkinci eğilim, özellikle Acil, TKEP ve İş. Sesi’nin daha çok öne çıkarttığı, Türkiye’de köylü sorununu gelişmiş bir kapitalist ülkedeki gibi ele alışlarıyla, proletaryayı geniş, ittifak gücünden kopartır konumuna düşmüşlerdir. Bizim gibi bir ülkede Köylü Sorununu böyle bir atlayış, kaçınılmaz bir şekilde bu siyasetleri ya keskin işçiliğe, ya da liberal bocalamalara itecektir. İki rahmetten biri kaçınılmazdır.
Bu ikisinin arasında bir konum gösteren D. Yol ise demokrasi ve köylülük sorununda sınıfsız bir halkçı bakış açısını daha çok öne çıkartmaktadır. “Halk” kavramı, halkın içindeki sınıflaşmayı örten bir seviyeye çıkartılırsa, bu yol kaçınılmazca popülist bir ideolojiye yönelir. Ve halkın biz de çoğunluğu şu ya da bu ölçüde meta üreten küçük üretmenler, ya da devlet bürokrasisidir. Yani üretim temeli olarak kapitalizme bağlı ve kapitalizmi üreten, bir yapıdadır. Dolayısıyla böyle bir temele dayanan ideoloji, en son tahlilde kapitalizmi devrimci sözlerle rektöre etme, “demokratik” olarak yeniden üretme çerçevesinde kalır.
12 Eylül’le birlikte, özellikle yeni hazırlanılan mücadele dönemi kendi özelliklerini daha açıkça ortaya koydukça, bu temel yönelişler iyice netleşecek, sınıf ve tabakaların öz eğilimleri gerçek özleriyle görünmeye başlayacaktır. Ve böyle bir gelişme, şimdi kopuk görünen 1950 öncesi mücadelesiyle 1960 sonrası mücadelesinin bağlarını daha gerçek temellere oturtacak, görünüşteki kopukluğu kapatacaktır.
Yeni mücadele dönemine, oldukça yüklü bir deney birikimi ve objektif olarak yaygınlaşmış, hoşnutsuzluğu artmış bir “halk” hareketinin potansiyeli ile giriyoruz. Sınıflar kopuşması gerçekliğini bulandırmaya çalışacak bütün girişimler ömürlerini hızla tüketeceklerdir. Artık proletaryanın devrimci öncülerinin dünyayı değiştirme azmi ve enerjileriyle, “tarihin adaleti yerine getiri”lecektir.