12 EYLÜL’ÜN İŞÇİ HAREKETİ VE SENDİKALAR AÇISINDAN DOĞURDUĞU SONUÇLAR VE BU SONUÇLARA MÜDAHALEMİZ – Ahmet ERKÖK
Çağdaş Yol, Sayı 7, Mayıs 1989
Giriş
Bugünlerde işçi hareketi ve sendikal mücadeleye yaklaşım konusunda çeşitli görüşler tartışılmakta, değişik alternatif ve davranış biçimleri ortaya atılmaktadır.
Bu konuda netleşebilmek için sanırım anılarımızı yenilemekte yarar var. Olaya bakışımızı, geçmişle gelecek arasındaki iletişimi ve bütünleşmeyi de sağlayarak tespitlere gidilmeli. Bu kavramamızı ve çözümünü kolaylaştırıcı somut bir yöntem olacaktır. En önemlisi de konuyu bugünkü gibi gündeme getiren, sendikal cepheye şekil veren maddi yönüdür. Burjuvazinin sendikal alandaki istem ve adımlarından bağımsız olarak olayı kavramak mümkün değildir.
İşçi hareketinin sendikal cephesine yönelik görüşler, sarı uzlaşmacı Türk-İş çizgisi, Türk-İş’te birlik, DSİM ve Bağımsız sendika çizgileridir. Hepsi ayrı ayrı tartışma konusu yapılabilir. Bir yazı içinde tümünü tartışmak (salt yöntem tartışması olmayıp, aynı zamanda sendikal kavramların yorumlanış biçimlerini de içine alacağından) yazının izlenmesini zorlaştıracaktır. Biz bu tartışmaları ileriki yazılara bıraktık. Öncelikle, konuyu, 12 Eylül’ün İşçi hareketi ve sendikalar açısından doğurduğu sonuçlar ve bu sonuçlara müdahale açısından belleklerimizi de yenileyerek ele alacağız.
12 Eylül’e Gelirken İşçi Hareketi ve Sendikalar
Finans kapitalin daha çok tekelleşme, tekelleşme için daha çok üretim ve mali kaynak, daha çok çalıştırma, daha az ücret koşullarını istediği 1980 yılı Türkiye’si.
Finans-oligarşi bu sorunlarını doğası gereği sürekli olarak zaten bağrında taşımaktadır. Ne var ki, ekonomik-demokratik talepler üzerine dayalı toplamsal muhalefet politik bir baskı gücüdür de. Böylece işler hiç de tekellerin istediği gibi gitmeyebiliyordu. Emekçi yığınların politik anlamda merkezi oluşumunun eksikliğine rağmen, mesleki örgütlenmeler düzeyinde dahi sorunlara müdahale ve kitlesel istemler için hareket etmeleri oldukça ileri boyutlardaydı. Ayrıca her biri diğer demokratik yapılanmalardan da destek görmekteydi. Toplumsal muhalefetin yaygın ve etkili biçimde yürütülmesi sınıf çatışmasında güç dengesini belirli ölçülerde işçi sınıfından yana kaydırıyor ve ivme kazandırıyordu.
Günlük hayatın toplumsal muhalefetle süslenen yapısı tekeller açısından hiç de avantajlı değildi. Sınıf hareketinin ekonomik demokratik baskı gücü olarak da bir ölçüde, DİSK’e bağlı sendikalar, politik istemlerini uygulatma konusunda yaptırımcı olmaya başlamışlardı. Oysa tekelleşmenin mantıksal sonucu olarak, tekelleşme arttıkça daha az kesim ve tekeller için daha çok demokrasi, çoğunluk yani halk kitleleri için daha az demokrasi gerekir.
İşte 24 OCAK kararları bu ortamda alınıyor ve yönetenlerin yönetemez olduğu dönemde hayata geçirilmesi isteniyordu. 24 Ocak sosyo-ekonomik tedbirlerinin yaptırımcı olarak hayata geçirilmesini engelleyen toplumsal demokratik muhalefetin ve muhalefetin sözcüsü durumunda olan yasal demokratik kurumların demokrasi sahnesinden indirilmesi gerekiyordu. Sahnenin öbür tarafında hazırlanan 12 Eylül, “yerinde ve zamanında müdahalesi”ydi. Bu yolla demokrasi güçlerini sahneden çekiyor ve oyunun baş aktörü durumuna gelerek, hükmedenlere yönetmenin mutlak otoritesini sunuyordu. 24 Ocak kararları toplumsal kesitler açısından aynı anlama gelen sonuçlar doğurdu. Finans kapitalin sınıf sendikacılığına karşı yürüttüğü ideolojik mücadelenin sonuçlarını alması açısından da istemler taşıyordu. 12 Eylül bunu sağlarken demokrasi güçlerini cephenin çok gerilerine savuruyordu. Toplumsal muhalefetin yaygın olmasına karşın politik anlamda sınıf örgütlülüğüne sahip olamayınca sosyalistlerin (!) demokratların geriye gidişlerinin önü alınamıyordu.
Bir yandan alınan ekonomik tedbirler bir yanda da ekonomik tedbirlerin uygulanabilmesi için gerekli koşullar hazırlanıyor. 24 Ocak ve onun yaptırımcı yapılanması 12 Eylül’le birlikte. Ekonomik tedbirler deyince akla ilk gelen işçi sınıfı ve emekçi yığınlardır. Doğaldır ki ekonomik tedbirlere tepki de bu kesimlerden gelecektir. Buna karşı, ekonomik-demokratik mücadelenin verildiği kuruluşların varlığı ya da niteliği finans-kapitalin en çok tartıştığı üzerinde en çok demagoji yaptığı ve ideolojik mücadelesini doğrudan yürüttüğü odaklardı.
1980’lere gelindiğinde birçok yanlışları bağrında taşımasına rağmen, yığınlar geniş olarak DİSK1 olgusunu tartışmaya, ekonomik mücadelede kazandığı başarılardan, politik mücadele girişimlerinden de etkilenmeye başlamışlardı. Türk-İş ise kuruluşundan bu yana sermaye için salt bir mevzi örgütlenme değildir. Kurumsal olarak, sömürünün devamından yana, uzlaşmacı tavrıyla sermaye ile bütünleşmiştir. 12 Eylül arifesinde bu tutumu gelişen sınıf sendikacılığı anlayışı karşısında kendisi için bir çıkış noktası oluşturmuştur.
Finans kapital sözcüleri 12 Eylül arifesinde sınıf sendikacılığı anlayışının yaygınlaşmaya başlamasından rahatsızdırlar. Sık sık “Sendika enflasyonu”ndan söz ederek DİSK’Ie Türk-İş’in birleşmesi gerektiğini savunur olmuşlar. Ama o günkü koşullarda istemlerini uygulamaya geçirecek maddi zemini bulamamışlardır. Toplumsal gelişme içinde sendikal anlayışları farklı olan, o güne kadar “işçi sınıfı” terimini ağzına bile almamış Türk-İş’le birçok eksiği ve yanlışına rağmen “sınıf sendikacılığı”nı benimsemiş DİSK’i birleştirmek gibi bir şey olacaktı. Ne var ki böylesi bir birleştirme zorlaması sermaye güçleri için gerekliydi. Ve işçi sınıfının niteliksel anlamda daha da güçlenmesinin yaratacağı tehlikenin kapıda beklediğinin sezinlenmesinin sonucuydu. Sistemin yürümesi için mutlaka olması gerekirdi. Aksi takdirde işçi sınıfının ekonomik demokratik ve politik mücadelesi, egemenlerin ve işbirlikçilerinin kontrolünden çıkıyordu. Girişilen mücadeleler içinde işçi sınıfı öncüleri sınıf içinden yetişmeye başlıyordu. O zaman finans kapital açısından yapılması gereken sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışının ideolojik ve politik açıdan yenilenmesini sağlamak olmalıydı.
12 Eylül bu konuda da kılıcını attı. DİSK kapatıldı. Bu yolla da sınıf ve kitle sendikacılığına darbe indirilmiş oldu. Bilimselliği bir tarafa, sırf demagojiye dayalı olarak giderek artan dozajlarda DİSK’e karşı ideolojik mücadeleye girişildi. Toplumsal muhalefet ve DİSK’in toplumsal muhalefet içinde yer alışının nedenleri-sonuçları unutturuldu. DİSK ve pek çok demokratik kuruluş hakkında davalar açılarak öncü işçiler içinde baskı oluşturuldu. Giderek de Türk-İş’le DİSK arasındaki sendikal anlayış ve mücadele yöntemlerini ilişkin farklılıklar unutturuldu. Bir yandan bu yapılırken diğer yandan da sözde serbest toplu iş sözleşmesi pazarlığına geçilince, sendikası kapalı olan yığınlar, ekonomik ablukada kaldı. Bu tedbirle Türk-İş ve Hak-İş’e gitmeye zorlandılar. Böyleyken bile 200-300 bine varan DİSK üyesi uzun süre Türk-İş’e gitmeme konusunda direndi.
Görüldüğü gibi 12 Eylül’le çıkartılan yasalara salt doğurduğu hukuksal sonuçlar açısından bakmak, geçmiş dönemi ve bundan sonraki dönemi tanımak açısından yolumuzu tıkar. Gerçekten de 12 Eylül yasalarıyla işçi hareketi ve sendikal mücadele geriye götürülmüştür. Yani sermaye güçleri amaçlarına ulaşmışlardır. Bu yasaların, finans kapitalin işçi hareketine karşı, sendikal anlamda yürüttüğü ideolojik mücadelenin politik sonuçları olduğunu görmezsek ne olur? Basit, bu yasalara karşı mücadele, en önemlisi yasaların ekonomik-politik maddi temellerine karşı verilecek mücadele anlayışı konusunda bizleri yanılgıya, olumsuzluğa en tehlikelisi de sermayenin minderinde dövüşmeye götürür.
Nasıl Bakmalı?
Sendikalar kapitalizmin sistem içinde ortaya çıkarttığı işçi sınıfının ekonomik demokratik politik dayanışma, istem ve mücadele örgütleridir. Ama egemen güç sendikaları demokratik ve politik mücadeleden koparmaya çalışır. Dahası sömürünün sınırlandırılması, buna yönelik mücadelenin önünün açılması gibi temel istemlerini yok saymak, ekonomik istemler için bile mücadeleyi değil uzlaşmayı temel alan örgütler durumuna getirmek için çaba gösterirler.
Öte yandan, üretimin toplumsal karakterine rağmen üretim araçlarının özel mülkiyette bulunması, kapitalistlerle işçi sınıfı arasında uzlaşmaz çelişki yaratır. Finans kapitalin yaşaması daha fazla sömürüye, işçilerin yaşaması ise daha fazla ekonomik-sosyal imkanların elde edilmesine bağlıdır. Bu nedenle işçiler kapitalistlere karşı hak arama mücadelesine gitmek zorundadırlar. İşçi sınıfı doğal olarak ilkin ekonomik mücadele vermiştir. Ancak politik iktidarları aracılığıyla kapitalistler, hak arama mücadelelerinin, zorla ya da var olan yasaları uygulamayarak önüne geçmiştir. Yani kapitalistlerin elinde yalnızca üretim araçları değil, politik iktidarları da vardır. Öyleyse sendikaların verdiği mücadele ekonomik-demokratik mücadeleyle sınırlandırılamaz. Sendikalar giderek sömürünün kaynağına yönelik ve onu sürekli kılan ideolojik anlayışa karşı da mücadeleye girmek zorundadırlar.
İşte burada iki farklı sendikal anlayış ortaya çıkacak. Biri işçi sınıfının aleyhine uzlaşmacı anlayışlı politik kampta yer alırken ikincisi sendikal mücadelenin ekonomik, politik, ideolojik bütünlük içinde yürütülmesini savunacaktır. Bir üçüncü biçim olan anarko sendikalizm ise sendikalarla iktidar mücadelesini özdeşleştirecektir. Bu anlayışın farklı biçimleri olarak ya sendikaların vereceği ekonomik mücadeleyle sınırlanacak ya da sendikal örgütlenmeye karşı çıkmanın yollarını geliştirecektir.
Finans kapitalse sınıf sendikacılığı olan ekonomik demokratik politik mücadeleyi bütün olarak gören anlayıştan rahatsız olmakta, DİSK’le Türk-İş’i birleştirmeyi düşünürken aslında sınıf sendikacılığı anlayışını fiili olarak imha etmeyi planlamaktadır. O günün koşullarında (yanlış ve eksiklerine rağmen) Türk-İş’ten farklı bir politikaya sahip olan DİSK vardır. İşçiler DİSK öncülüğünün ağır bastığı ekonomik demokratik mücadeleler sonucunda ve grevler pahasına elde ettikleri bir dizi hakların bir süre sonra kapitalistlerin körüklediği enflasyon ve diğer yollarla alındığını gördüler. Politik mücadeleyle bu haklarını ve mevzileri pekiştirmek, sınırlarını genişletmek ve sömürünün kaynağına karşı durmak yolunda da eylemlere girişmek zorunluluğu kavranılır oldu. Bu durum, politik bir sıçramaya dönüştürecek koşullar olmasa da finans kapital açısından rahatsız edici gelişmeler sayılmaktaydı. 24 Ocak kararları bu açıdan da tersine bir alt üst oluşu gerektiriyor, işçi sınıfının elde ettiği mevzilerden ve ulaştığı ekonomik, demokratik, politik mücadele seviyesinden geriye gitmesini öneriyordu. 12 Eylül’ün yaptırımcı gücü ise bunların hepsine toptan çözüm getiriyordu.
Artık sendikalar politikayla uğraşmamalı, ekonomik demokratik taleplerle uzun boyluca mücadeleye girişmemeli. Sendikal alanda tek anlayış “sarı sendikacılık” ona muhalefet olarak da “ekonomizm” egemen olmalıydı.
12 Eylülle fiili olarak bu istemini gerçekleştirdi. Sürmesini sağlamak içinse demagoji ve ideolojik tartışmayla farklı görüşlerin kendi gücüne boyun eğmesini zorluyordu. Doğrusu bunda başarılı da oldu.
Bir süre sonra DİSK içinde yer almış olan bazı kesimler önce “Türk-İş’te birlik” şiarını ileri attılar. DİSK’in tabanının Türk-İş’e gitmesiyle Türk-İş’in kolayca ele geçirileceğini savunan bu kesim düşüncelerini kısa yoldan (!) hayata geçiremeyince daha sonra “Türk-İş değişmelidir” ve “var olan mevzilerin korunması” biçiminde taktik tutumla bağımsız sınıf örgütlenmelerini gündemden çıkardılar.
Bir başka anlayış da, “Düzenin devamı” ilkesi üzerine kurumlaşmış olan Türk-İş’in işçi sınıfının her türden savaşımı önünde baraj oluşturduğunu söylüyordu. Buna rağmen Türk-İş içinde çalışma yapılabileceğini ve hatta eylem birliğine zorlanabileceğini belirtiyordu. Ancak işçi sınıfının önüne, 12 Eylül sonrasında “rüştünü” ispatlamış, sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışının egemen olduğu örgütlenmeler çıkarmadan Türk-İş içindeki yapının da parçalanmayacağını ileri sürüyordu. Ve bu temelde “bağımsız sendikaların” örgütlenmesinin zorunluluğunu savunuyordu. Tabii “bunu her iş kolunda tepeden dayatmacı olarak değil uygun iş kollarında bizzat işçilerin gücüyle gerçekleştirmek” gerekiyordu.
Yine bu anlayışa göre yasalar, egemenlerin, işçi sınıfının mücadelesini ve sendikal alanda yürüttüğü ideolojik mücadelesini engelleme politikasının bir sonucuydu. Bu ve yukarıdaki nedenlerle sendikal mücadele salt yasalara karşı değil yasaların politik gerekçelerine karşı da verilmeliydi. Zaten yeni yasalarla sendikacılığa karşı değil, sınıf ve kitle sendikacılığına karşı engelleme getiriliyordu, işçilerin ekonomik, politik, ideolojik mücadelesini birbirinden koparmayı amaçlıyordu. Türk-İş’te birlik ve Türk-İş’i ele geçirme mantığıysa sınıfı sınıf ve kitle sendikacılığı etrafında bütünleşmeden koparıyordu. Hatta bütünlüğün parçalanmasının kendisinden başka bir şey ifade etmiyordu. (Sarı sendikacılık ve sınıf sendikacılığı konunun dağılmaması açısından ayrı bir tartışma konusu yapılacaktır.)
Sınıf ve kitle sendikacılığı Türk-İş’te birlikteki karşı çıktığı, Türk-İş’te birlikle;
a- Sınıf uzlaşmacı sarı sendikacılık güçlenecek,
b- Egemen ideolojiye karşı bağımlılık artacak,
c- Sermayeye karşı bağımlılık artacak,
d- Gerici partilere karşı bağımlılık gerçekleştirilmesi, sınıf ve kitle sendikacılığı için mücadeleyse bilinmeyen bir tarihe ertelenmesiydi.
Finans kapitali, ideolojik mücadelede zorla baskın getiren politik mücadelenin sonuçları olarak ifade ettiğimiz yasalar karşısında işçi sınıfı ne yapmalıydı?
İşçi sınıfı Türk-İş’in içinde rendelemeye ve tasfiyeye tabi tuttuğu sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışını hangi politika ve yöntemlerle sürdürecektir. Sınıf örgütlülüğünün bir parçası olarak sendikalara nasıl bakacaktı?
Sorun bu soruların yanıtlarında kendiliğinden açılıyor. Bir yanda yığın haline getirilmiş işçi sınıfı, diğer yanda işçi sınıfı bilimi. Bir yanda hak arama bürolarına dönüştürülmüş sendikalar öte yanda sınıf ve kitle sendikacılığı. Kesik kesik, birbirinden koparılmış ayrı düşünce ve davranış biçimleri. Ve siz de ne pahasına olursa olsun yığınları bir arada tutma çabası içindesiniz. Sonuçta egemen güçlerin istediği zeminde dövüşür olmaktan, onların bir güç olarak sendikalar üzerinde kurduğu ideolojik denetimi kolaylaştırmaktan başka bir şey yapamaz durumdasınız.
Yaratılan sonuç bu. Üretimin kolektif olarak gerçekleştirilmesiyle, üretim araçlarının özel mülkiyetin doğurduğu uzlaşmaz çelişkilerin olduğu bir gerçektir. Taraf olarak da çıkan çıkar çatışmalarından, bu çatışmada politik inisiyatif ve mücadele yöntemlerinden vazgeçmiş olmanın adı bu birliktir, ne de var olan mevzilerin ele geçirilmesi.
Sermaye partilerinin, gerici güçlerin ve kumrularının ideolojik-politik mücadelesine aynı propagandayla karşı durmadan en basit bir ekonomik mücadelenin bile nasıl geri püskürtüldüğü ve ne denli sancılı bir mücadele evrimi geçirildiği tarihsel bir gerçekliktir.
Son zamanlarda yapılan işçi kıyımlarının herkesi rahatsız etmesine rağmen örgütlenme ve mücadele tarzında düşülen zaaf nedeniyle ciddi hiç bir adım atılamayışının sorumluluğu yasaların ardına sığınılarak nasıl gizlenecektir.
Sendikal politikamızı sınıf ideolojisine dayalı tespit etmemiz kaçınılmaz görevdir. Önümüzdeki sorun Türk-İş’te birlik gibi kaypak hedefler yerine sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışının ve bu temelde sendikal birliğin hayata geçirilmesidir. Bununsa maddi zemini ve çekim merkezi örgütlü gücü bağımsız sendikalardan başka bir şey değildir.
Bağımsız Sendikal Anlayışın Maddi Temel ve İlkeleri
Genel anlamda doğru olan Tüm İşçilerin Birliğinin Tek Çatı Altında toplanmasıdır. Ancak bu gerekliliğin vazgeçilmez koşulu olan sınıf ve kitle sendikacılığı ilkeleri de “birliğin” sağlanması koşulu unutulmuş ucube bir birlik anlayışı bizi ilk bakışta Türk-İş’e götürebilir. Gerçekte ise her birlik gibi sendikal birliğin de vazgeçilmez ilkeleri olmalıdır. Yoksa “kitle”nin olduğu yerde olmak gibi bir anlayış besbelli ki sınıf mücadelesinden vazgeçmekten öte işlev görmez. Bağımsız sendikalaşmanın nedenleri ve hedeflerini bu anlamda bir kez daha açmakta yarar görmekteyiz.
Bağımsız sendika kavramından Türk-İş ya da herhangi bir konfederasyona karşı bağımsızlık gibi bir anlam çıkarılmaya çalışılmaktadır. Bu son derece sakat ve sınıf anlayışını gizlemeye yöneliktir. Bağımsız sendika kavramının başındaki “bağımsızlık” sözcüğü, Türk-İş ya da herhangi “sarı sendikacılık” ya da “anarko sendikacılık” anlayışında olan konfederasyon ya da oluşuma karşı olduğu kadar bunun asıl nedenlerini ve gerekçelerini içeren taşır. Ama belirleyici olanı değil tam aksine sıralanan bir dizi bağımsızlık gerektiren faktörlerin sonucu olarak bir soyutlamadır.
Bağımsız sendikacılık öncelikle sınıf ve kitle sendikacılığının kapsamında olan “bağımsız sınıf örgütlenmesi” anlayışının günümüz koşullarında üstü basılarak tekrarından başka bir şey değildir.
Bağımsızlık sözcüğünün ilke olarak içeriği ise;
a. Gerici ideolojilere karşı bağımsızlık,
b. Sınıf uzlaşmacısı anlayışa karşı bağımsızlık,
c. Sermayeye ve onun temsilcileriyle partilerine karşı bağımsızlık,
d. Sermayenin tüm kurum ve aygıtlarına karşı bağımsızlıktan başka bir şey değildir. Elbette ki bunun sonucu olarak da sınıf uzlaşmacısı her türden sendikal yapılanmadan da bağımsızlık belirleyici unsur olarak ortaya çıkacaktır.
Bağımsız sendikacılığı böylesi bir kavramayla hayata geçirme, işçi sınıfının birliğinin parçalanmasını değil, tam da sınıf sendikacılığı zemininde işçilerin sendikal birliğini sağlamayı gerçekleştirmeyi hedeflemektedir.
Gelişen koşullar içinde ise bağımsız sendikacılık bu ilkeler temelinde iki farklı görüşe karşı mücadele vermek durumundadır. Birincisi, doğrudan burjuva ideolojisi olan, sendikaları politik mücadeleden koparmaya çalışan görüş. Bu sonuç itibariyle burjuva ideolojisini tamamlayan sınıf sendikacılığa sahip çıkma, onu özgün koşullarda örgütleme yerine işçileri sarı uzlaşmacı sendikalarda toplamayı hedefleyen ekonomist-reformist görüştür. İkincisi ise sendikaların ekonomik demokratik yönünü görmeyen ve sendikal bürokrasiyi tasfiye etmek adı altında sınıf sendikacılığını küçümseyen sol görüş DSİM mantığıdır.
Bugüne kadar sendikalarda yaşayan sendika yöneticilerini “Tü-kaka” görmek ve yalnızca Türk-İş’e rağmen örgütlenmeyi ön plana çıkarmak olduğundan yukardaki görüşlere karşı köklü ideolojik mücadele yürütülememiştir. Başlangıcını Türk-İş’e karşı olma olarak gören, bir yığın mücadele ve çabalardan sonra ortaya çıkan, toplu iş sözleşmesi yapma durumuna gelmiş bağımsız sendikalar ise sınıf sendikacılığı anlayışını geliştirip dövüştürmek yerine kazandıkları sayısal gücün hesabını yaparak Türk-İş içinde mücadele edebilmenin telaşı içine düştüler. Geldikleri durumu sonuç ve zafer olarak görmenin erken olduğunu anlamadan Türk İş’e yeşil ışık yakmaya başladılar. Bu sendikalar, net olarak, sınıf ve kitle sendikacılığının ilkelerini açık alan da dövüştürmenin kaçınılmaz olduğunu, dileriz deneme sınama yoluyla öğrenmesinler.
Bize göre örgütlenme düzeyleri ne olursa olsun bağımsız sendikalar bugünden başlayarak sınıf ve kitle sendikacılığını daha da bulanıklaştırmayan çıkararak tartışmaya ve ideolojik mücadeleye açmalıdır.
Özetle koyduğumuz bu durum ve bağımsız sendikaların ortaya çıkışıyla mücadeleleri; sınıfın egemenlerle yürüttüğü ideolojik mücadelenin sonucu ve bu ideolojik mücadelenin örgütlü yürütülmesi için gerekli maddi temelin çabasıdır. Sınıfın sendikal politikasının çekim merkezinin yaratılması çabasıdır.
Sınıf ve kitle sendikacılığının kavranıp kavratılmasıyladır ki işçi sınıfı bugüne kadar yaptığı mücadeleleri yeni den başlatma gibi geri bir seviyeye düşmeden, yeni mevziler ele geçirmeli ve bulunduğu yerden başlayarak gücünü ve örgütlülüğünü pekiştirmelidir.
Toplumsal tarih ve özellikle Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi bize göstermiştir ki işçi sınıfının taleplerinin toptan veya kısmi olarak gerçekleşmesi toplumsal sıçramalarla mümkündür. Bu anlayış hep sıfırdan başlamayı değil var olan deneyim ve maddi koşulların üzerine yeni örgütlenme-mücadele yöntemleri geliştirmeyi öngörür. Bu açıdan ele alındığında “bağımsız” sendikalar, mücadele geleneğinin örgütlü gücü olarak da sınıfın önünde, onu her türlü sendikal gericilikten uzaklaştırarak, kendisi için dövüşen örgütlü güç durumuna getiren yeni dinamizmlerin oluşmasına neden olacaktır Böylesine bir sorumluluğu üstlenmek yerine DSİM adına örgütsüzlüğü önermek ya da sınıf uzlaşmacılığı anlayışının devlet sendikacılığıyla birlikte kurumlaştığı Türk-İş çatısı altında kalabalıklaşmak (Türk-İş’te mücadele edilmemeli demiyoruz. Bu ayrı bir yazının konusudur ve son derece önemli bir görevdir. Türk-İş’i sendika gangsterlerine bırakmak sınıfa ihanet anlamına gelecektir.) sınıf sendikacılığı anlayışından vazgeçmek, sınıf mücadelesini egemenlerin izin verdiği döneme bırakmaktır.
Halbuki günümüz koşullarında sınıfın bağımsız örgütlenmelerinden daha tarihsel görev yoktur.
Dipnot
1- DİSK’le ilgili tespitleri tek boyutlu olarak yapmak toplumsal gelişim çizgisine etki eden önemli bir olguyu görmezlikten gelmek olacaktır.
Türk-İş’e karşı oluşumunda ekonomizmin etkisine rağmen siyasi yönü de vardır. Bu siyasi yön tam da sınıf sendikacılığı çizgisinde olmasa da sendikaların politikadan bağımsız kalamayacağının bir sonucudur.
DİSK’te sınıf sendikacılığının tümüyle hayata geçirildiği söylenemez, ancak ekonomik demokratik taleplerini gelişen toplumsal muhalefet içinde ve burjuvazinin saldırısı karşısında politik istem ve mücadele yöntemleriyle perçinleyip genişletmeye çalışma zorunluluğu kitlelerde devrimci ruhun uyanmasında az çok etki yapmıştır.
Anti-demokratik uygulamalara ve yasalara karşı düzenlediği kitlesel eylemler toplumsal muhalefet açısından olumlu sonuçlar da doğurmuştur.
Biz DİSK’i yöneticileriyle simgeleştirmeyip kavram olarak düşünüyor ve onun mücadeleci yönünü yazımızda esas alıyoruz.