YENİ İNSAN, YENİ AYDIN, YENİ EDEBİYAT – Kemal Saruhan

 

Çağdaş Yol, Sayı 1, Mart 1987

Türk edebiyatının dünyaca tanınmış eserler yaratamamış olması, sık sık tartışılan konulardan biridir. Bu tartışma zaman zaman öyle hassas boyutlara ulaşır ki kelli felli aydınlarımız Türkiye de roman var mı, yok mu gibi anlamsız ve oyalayıcı sorularla uğraşmaktan kendilerini alamazlar. Türk romanının gelişim özellikleri, toplumsal yapı ve edebiyat arasındaki ilişkilerin genel nitelikleri, edebiyatta türler ve akımlar arasındaki ilişkilerin karakterleri ve bunlara bağlı olarak tek tek eserlerin taşıdığı estetik ve ideolojik değerlerin araştırılması için Türk edebiyatının çok yönlü bir otopsiden geçirilmesi yerine, tartışma akıl almaz ölçüde kişiselleştirilip bulanıklığa sürüklenerek, artık neredeyse geleneksel bir hal almış müzmin düşünce sığlığı pervasızca sergilenir.

Böyle ciddi bir sorunun teorik çözümünde, tartışma yöntemi kadar sorunun ortaya konuş tarzı da büyük önem taşıyor kuşkusuz. Bu açıdan, Türkiye’de roman var mı, yok mu gibisinden aşırı genellemeler, tartışmaya açıklık kazandırmak bir yana, yüz yıllık birikimi tümden yok saymaya ve giderek köksüz arayışlara yol açabilecek tehlikeli bir yönelişe kapı aralıyor. Oysa ciddi bir otopsinin öncelikle çözmesi gereken ana sorun, toplumsal yapımızdaki değişmelerin edebiyata hangi düzeyde bir gelişme olanağı sağlayabildiğidir. Bu noktada, edebî birikimin taşıdığı gerçek potansiyeli ortaya çıkarabilmek için geçmişten devralınan kültürel mirasın genel özellikleri ve bu özelliklerin toplumsal yapıdaki gelişmeler bağlamında sanatçı üzerinde hangi türden etkilenmelere yol açtığı incelenmelidir. Kuşkusuz burada, dünyadaki gelişmiş örneklerle yapılacak kıyaslamalar, bize nerede bulunduğumuz konusunda bazı genel düşünceler sağlayacaktır. Ancak, Batılı örneklerin mutlak ölçüt olarak alınması, tartışmayı daha baştan kısırlığa boğabilir.

O halde, sorun, kendi gerçekliğimizin tanınmasını öne çıkarıyor. Bu gerçekliğe hangi yoldan giderek evrensel bir değer kazandırabiliriz? Asıl sorun budur.

Yalnız, bu yazı, ele almak istediği temel problem açısından, çerçevesi yukarıda sunulan soruya doğrudan bir cevap aramak amacını taşımıyor. Fakat yazıda ortaya konulacak görüşlerin bu sorunun çözümü doğrultusunda genel bir perspektif sunabileceğine inanıyoruz.

Sanatın konusu, doğayla metabolizma ilişkisi içindeki toplumdur (Lukacs). Bu biliniyor. Doğa ve toplum arasındaki ilişkiler, gerçek anlamda insan etkinliğiyle dile getirildiğine göre, sanat, son çözümlemede, tarih içinde gelişen insan etkinliğini yansıtmış oluyor. İnsanoğlunun her türlü etkinliği ise, toplumsal çatışmalar ve çelişkiler bağlamında değişen şekiller kazanmaktadır. Öyleyse “sanatın yapısı ile belli bir tarihsel gelişme dönemi içinde yer alan toplumsal sorunların, çatışma ve çelişkilerin sanata dönüştürülmesi arasında kaçınılmaz bir bağlantı vardır.” (A. Çalışlar) Bu bağlantı, ideoloji aracılığıyla gerçekleşiyor. Her sanat eseri, bilinçli olarak ya da bilinçsizce yaratılmış bir ideolojik değeri ortaya koyuyor.

Sanatın bu en genel özelliği dikkate alındığında. Konumuz açısından önem taşıyan şöyle bir soru doğmaktadır. Sınıflar arasındaki ilişkilerin gelişme düzeyi, bir aydın olarak sanatçı üzerinde hangi türden ideolojik etkilenmelere yol açmaktadır? Sanatçının ideolojik tutumu, toplumsal yapıdaki değişme ve gelişmelerin sanat yoluyla ifade edilmesinde ne ölçüde olumlu bir rol oynamaktadır?

Türk romanı, yeni bir kısırlık dönemini yaşıyor. Hızı çoktan kesilen “köy romanı” yazma salgını yerini bunalan aydının “Bodrum boğuntuları”na bırakmış görünüyor. Dün, kırda kapitalist gelişmenin yarattığı toplumsal anaforlar kaba yaklaşımlarla, daha açık bir deyim kullanırsak, popülist yargılarla dile getirilirdi. Bugünse gözler şehirde yaşayan aydınlara dikilmiştir. Konular tümden değişti kuşkusuz, ama kısırlık aynı güçle, hatta daha yoğun biçimde varlığını sürdürüyor.

Roman yazmak, öncelikle bir seçim yapmayı gerektiriyor. Yazar, önünde duran zengin toplumsal malzeme yığınından romanının konusunu seçip ayırıyor. Bu, rastgele bir davranış değildir; tersine, bilinçli bir tutumu ifade ediyor. Olaylar ve olgular arasından kendisi üzerinde en yüksek etkileri yaratmış olanları seçiyor çünkü yazar. Bunu yaparken, bilgi ve gözlem birikimine dayanıyor. O yüzdendir, her seçimde kendi bakış açısını dile getirmiş oluyor.

Toplumsal pratik, bir zincirleme süreçtir. Ten başlarına belirli bir gerçekliğe sahip olabilen olaylar ve olguların birbirine geçişmesiyle, birbirini doğurmasıyla oluşan karmaşık bir bütünlüğü dile getirir. Yazarın görevi, bu karmaşık sürecin en tipik ve belirleyici olan yanlarını ortaya koymaktır. Bir başka deyişle, zinciri sürükleyen ana halkayı yakalamak, olayların kökenindeki olaycığı bulup çıkarmak. Yazarın bakış açısına tarihsel yönden olumlu ya da olumsuz bir değer biçen mihenk taşı budur işte. Bakış açısının sağlamlığı, seçimin gerçek gücü bu noktada ortaya çıkar.

Türk edebiyatının ikide bir içine düştüğü kısırlık da buradan başlamaktadır. Bu gerçeklik, en başta, aydınımızın tarihsel perspektifindeki genel darlıktan kaynaklanıyor. Roman yazmak, yalnızca yaşanmış olan ya da yaşanmaktaki gerçekliği sanatsal yollarla dile getirmek değildir. Gerçekçi sanat yöntemi, toplumsal çelişki ve çatışmaları tarihsel bir bakış açısından yansıtmayı, toplumsal olguları ve olaylarla geçmişle gelecek arasındaki konumlarıyla belirtmeyi, bunun gereği olarak da geleceğe ilişkin ipuçları verebilmeyi zorunlu kılıyor. Tersine bir gelişimse, genellikle sanatta güncel olanın ön plana çıkmasına neden oluyor ve bu tutum, sanatın piyasanın beklentilerine göre biçimlenmesine uygun sağlıksız bir temel yaratarak, onun özünün ve işlevlerinin bozulmasına yol açıyor. Ülkemizde sanat ve edebiyatın değişik alanları bu geçişi yıllardır çok açık biçimlerde yaşamaktadır.

Açık-seçik ve kararlı konuşmaktan yanayız. Türk edebiyatı, on yıllardır yaşanan toplumsal gerçekliği tarihsel bir perspektifle ele almakta, toplumsal süreçleri geçmişten geleceğe akan en tipik ve çarpıcı yönleriyle dile getirmekte genellikle başarısız kalmıştır. Romanın, kendisini bir dönem kırdaki gelişmelerle sınırlaması, sonraları burjuva aydınının hastalıklı iç dünyasına hapsolup kalması, temelde bu müzmindar görüşlülüğün sonucu oluyor. Oysa taşıdığı devrimci dinamizm, sahip olduğu zengin yaşam ve mücadele deneyleri açısından, işçi sınıfımızın toplumsal pratiği, sanatın ve sanatçının bugüne dek neredeyse hiç el atmadığı bakir bir alan olarak önümüzde durmaktadır.

Edebiyat ve sanatta işçi sınıfını konu almak, onun günlük yaşamda dışa vuran duygu biçimlerini, düşünce ve davranışlarını yansıtmak, yalnızca, sınıf olarak işçilerin yaşama tecrübelerindeki zenginliğin sanatsal açıdan uygun bir malzeme yığını özelliğini taşımasından değil, ama aynı zamanda ve hepsinden önce, işçi sınıfının tarihte oynadığı devrimci-öncü rolünden dolayı gereklidir. Edebiyatta ve sanatta tarihsel perspektif darlığı, işçi sınıfının toplumsal mücadele içindeki artan ağırlığını, buna bağlı olarak, tarihsel rolünün somut-pratik anlamını görememekten, ya da en azından yeterince kavrayamamaktan ileri geliyor. Bu durum, genel olarak aydınlarımızın burjuva-küçük burjuva ideolojilerinin kesin etkileri altında bulunmalarının sonucudur.

Kısırlığın ikinci yüzü, toplumsal çözümlemede sığlıktır. Karşıtı derinlik oluyor. Sanatta derinliğin yalnızca perspektif yasalarının bir öğesi olduğunu söylemeyiz. Ondan da öte derinlik, gerçekçi sanat yönteminin en temel gerekliliklerinden biridir. Sığlık, eğer, dış gerçekliğin görünen yüzeylerini yansıtmakla yetinmek şeklinde tanımlanırsa, derinlik, görünen yaşamın gerisinde gizlenen etkin nedenleri, yasaları ortaya çıkarmak, daha doğrusu, olayları ve olguları nedensel bağlantıları içerisinde ele alarak yansıtmak demektir. Bu bakımdan, edebiyatta gözlem ve ayrıntı zenginliği, tek başına, güçlü bir sanat eseri yaratmak için yeterli olmuyor. Bunları toplumsal pratiğin öne çıkan süreçlerine bağımlı kılmak, dolayısıyla, ayrıntıyı temel olanla karşılıklı besleyici ilişkileri içinde kavramak ve yansıtmak gerekiyor. O nedenle, sanatta determinist öğeyi reddetmek, natüralizme ve sübjektivizme yol açıyor.

Temel olanı ya da ayrıntıyı kendi tarihsel oluşumları içinde kavrayabiliriz ancak. Öyleyse, toplumsal çözümlemede derinlik, tarihsel perspektifin genişliğine bağlı olmaktadır. Tersi yönde bir gelişimse, sığlık ve darlığın sürekli birbirine dönüşmesiyle sonuçlanır.

Şimdi; “köy romancıları”, 1950’ler sonrası gelişen toplumsal süreci derinlikli olarak yansımaktan uzak kaldılar Görünen, yüzeydeki gerçekliği tasvir etmekle yetindiler. Bu, onların belirgin bir modern sınıf görüşünden yoksun oluşları yüzündendi. Sınıfsal açıdan ayrımlaşmamış bir halk ve halkçılık kavramıyla olaylara yaklaşmaları “köy romancıları”nı süreci en çarpıcı yönleriyle dile getirmekten uzaklaştırdı. Onlar, sınıf mücadelesinin aşağıda mayalanan modern şekillenmelerinin geleceğe değgin önemini kavrayamadılar. Popülist yaklaşımları, eserlerinde şöyle bir toplumsal manzara çizimine izin verdi. Bir yanda antika gericilikle (derebeylik ve tefeci-bezirganlık) bütünleşmiş yerel devlet temsilcileri; öbür yanda pratik yaşam görüşleri ve kurnazlıklarıyla, zaman zaman birincilerin aleti durumuna düşmelerine yol açan kaba çıkarları ve önyargılarıyla, acıları ve öfkeleriyle köylü halk.

Romancılığımızda popülist yaklaşım, gerçekliği temel öğeleriyle yansıtmaktan uzak sığ gözlemciliğiyle, sonuçta, ne genel anlamda gerçekçi tip çizimine, ne de özel anlamda modern devrimci tipin yaratımına yol açabilmiştir. Hep aynı temalar, her romanda birbirine benzeyen hep aynı kişiler… “Köy romanı” bu onmaz kısırlık içinde boğulup gitti.

Modernist burjuva aydını ise, ters yönde giderek aynı sonuca ulaşıyor. Sınıf mücadelesinin çok gerisinde kalan ve mücadelenin sertleşen koşullarına karşı tiksintili bir tepkiyle kendi içine kapanan aydının ruhsal boğuntusunu yansıtıyor Ancak, bunu sınıf mücadelesinin öne fırlattığı toplumsal güçler açısından değil, tarihsel işlevlerini yitiren, gericileşen zümreler açısından yapıyor. Gerçekliğin doğru ve tam bir yansımasını değil, sübjektivize edilmiş, çarpıtılmış halini veriyor bize. Eleştiri görünürken olumluyor. Çünkü çirkefliği dışarıdan değil, yine kendi içinden anlatıyor. Bir burjuva sanatçısı olarak, burjuva aydınının çapraşık ve çelişkili tutumunu eserleriyle dışa vurmuş oluyor böylece.

Oysa toplumsal yaşamda işçi sınıfının giderek artan ağırlığı, sanatta sosyalist bakış açısını ön plana çıkarmıştır. Yirminci yüzyılda sanatçı, işçi sınıfının ve sosyalist güçlerin tarihsel rolünü az-çok kavrayabildiği ve bu güçlere yakınlaştığı ölçüde gerçekçi sanat eserleri yaratma şansına sahip olabiliyor. Sosyalist gerçekçilik, bu noktadan sonra, sanatçının sosyalist bakış açısını bilinçli olarak benimseyip, eserlerini bu bakış açısından yaratmaya başladığı anda ortaya çıkabiliyor.

Kısırlığın üçüncü yüzü de estetik kofluk/yavanlıktır. Estetik deyince, birçoğumuzun aklına üslûp özellikleri ya da eserin teknik yapısı geliyor. Oysa estetik sorunlarının salt biçim sorunlarına indirgenmesi, estetizm gibi yanlış, biçimci anlayışlara yol açıyor. Bu tür anlayışları savunan kişiler tarafından, içerikteki kofluk, biçim zorlamalarıyla gizlenmeye, giderilmeye çalışılıyor.

Günümüzde, burjuva sanatçının estetik görüşü özünde budur. Burjuva aydınımız, çok büyük ölçüde, Batılı, çağdaş burjuva sanat anlayışlarına bağlıdır. Burjuva aydınının çözüşmüş dünyasından olaylara bakışı, sanatçıyı kaçınılmaz olarak, çözülmüş bir toplumsal yapının ürünü olan modernist anlayışlara doğru itiyor. Bir yandan Batılı modernist yazarların kitapları Türkçeye çevrilirken, öbür yandan edebiyatımızı değişik modernist tekniklerin kaba taklitleri kaplıyor.

Ancak, estetik bilimi, yalnızca biçime ilişkin kategorileri değil, içeriğe (öze) değgin öğeleri de kapsamına alır. Bir eserin estetik değeri, biçim ile özün uyumlu bütünlüğünden doğar. İçeriğin zayıf kaldığı eserlerde biçimsel denemelerin parlaklığı, önemli bir pratik değer taşımaz. Çünkü burada biçim ustalığı, tek yanlı ve koftur. Aynı şekilde, eserin içeriği ne denli sağlam ve güçlü olursa olsun, biçimin zayıflığı, eserin sanatsal değerini büyük ölçüde ortadan kaldırır. Biçimdeki kuruluk, içeriğin gücünü gölgeler, etkilerini zayıflatır.

Bu açıklamaları göz önünde bulundurarak, şöyle bir sonuca varabiliriz: Modernist etkiler altındaki burjuva sanatçıların ürünleri, ilk bakışta, biçimsel açıdan ne ölçüde ustaca yaratılmış görünürse görünsün, sanatçı görüşlerini ne ölçüde parlak bir üslûpla yansıtmış olursa olsun, eserin kendisi gerçekliğin doğru ve tam bir yansımasını değil, çarpıtılmış biçimlerini dile getirdiği ölçüde, biçimdeki ustalık, estetik kofluğun gizlenmesine yaramaktadır.

Diğer yandan, modernist-biçimci denemelerin kaynağı, nasıl çarpık burjuva ideolojilerinde yatıyorsa, onun gibi, örneğin, “köy romancıları”nın ürünlerinde göze çarpan estetik kuruluk ve yavanlık da, yazarın sahip olduğu popülist anlayışlarla ilintilidir. Toplumsal gerçekliğin kupkuru ve yavan analizi, biçim yönünden kurulukla bütünleşiyor. Sınıflara ayrışmamış, yekpare bir halk kavramının ülküleştirilmesi, beraberinde, aynı anda hem gerici hem de insancı ve demokratik öğeler taşıyan geleneksel halk değerlerinin de ülküleştirilmesini getiriyor. Türkü, koşma, destan, masal, hikaye gibi geleneksel halk edebiyatının çeşitli türlerinin çağdaş edebiyata katkıları abartılıyor. Üslûba köylü şivesi siniyor. Gerçekçi olmak adına art arda küfürler sıralanıyor. Sık sık aşırı ve kaba cinsel tasvirlere yer veriliyor vb.

Görülüyor ki, en genel hatlarıyla, Türk romancılığında yaşanan kısırlık, üç yönlüdür ve hepsi aynı temelden kaynaklanıyor: Burjuva, küçük burjuva ideolojilerinin sanatçı üzerindeki kesin etkilerinden. Bu bakımdan, genel anlamda kısırlık, sanatta ideolojik tıkanıklığın bir ürünüdür. Günümüz Türkiye’sinde burjuva, küçük burjuva ideolojileri, toplumsal yapıdaki değişme ve gelişmelerin yaşanan gerçekliğe en uygun tarzda sanata aktarılmasına, toplumsal çelişki ve çatışmaların sanat yoluyla doğru ve devrimci bir yansımasının yaratılmasına gerekli olanakları sağlayamamaktadır, sağlayamamıştır da.

Öyleyse, edebiyatta ve sanatta kısırlığın aşılması, bir aydın olarak sanatçının bilinçlice işçi sınıfından yana tavır almasına, ideolojik ve pratik olarak işçi sınıfına yönelmesine bağlı bulunuyor. Geleceğin sosyalist insanına gebe olan ve bu insanın sağlam karakter özelliklerini bu günün kavgasında billurlaştıran toplumsal mücadele, yeni bir aydın tipini ve yeni bir sanat anlayışını gerektiriyor. Devrimci işçi sınıfı aydınını ve işçi sınıfının gerçekçi sanat anlayışını.

İşçi sınıfımızın siyasal geriliklerini aşıp toplumsal mücadeleye uzun yıllar ağırlığını koyamamış olması, bütün diğer toplumsal etkinlik alanlarında olduğu gibi, sanat ve kültür alanında da burjuva, küçük burjuva ideolojilerinin pervasızca at koşturmalarına yol açmıştır. Aynı nedenle, işçi sınıfı sosyalizmi sürekli olarak cılız ve güçsüz kalmış, olağanüstü siyasal baskılar karşısında örgütsel sürekliliğini koruyamamıştır. Bu nedenle, aydınımız, işçi sınıfının ve onun sosyalist örgütünün yönlendiriciliğinden uzak kalmıştır. Bu gerçeklik de aydını, onun küçük burjuva toplumsal karakteriyle bütünleşerek, proletarya-dışı sınıf ve zümrelerin olağanüstü ideolojik etkilerine açık bırakmıştır.

Bununla birlikte, Türk edebiyatı, şair yönü ve estetik görüşleriyle kendisine onur kazandıran bir Nazım Hikmet yaratmayı başarabildiyse, popülist anlayışlardan kopuşamamış ve dolayısıyla toplumsal gerçekliğin tam bir yansımasını verememiş olmalarına karşın 1940 kuşağı şairleri ve aynı dönemde yetişen bazı roman ve öykü yazarlarımız, devrimci-demokrat ruhlarıyla edebiyatımıza ve toplumsal mücadele yaşamına inkar edilemez katkılarda bulunup, edebiyatımızda kendi çapında bir devrimci-demokrat geleneğin doğuşuna önayak olabildilerse, bu sözü geçen sanatçıların çoğunlukla işçi sınıfı partisi kökenli olmalarından ya da en azından onun ideolojik etkileri altında bulunmalarından kaynaklanmıştır.

Ancak, sanatta popülist yargılardan tümüyle kurtulmak, çok daha keskin bir sınıf görüşünü gerektiriyor. Bizim aydınımızın en büyük ve en temel eksikliği burada yatmaktadır. Bu eksiklik, Nazım Hikmet’in sanatında bile bazı ideolojik yanılgıların derinleşmesine neden olabiliyor. Politik yaşamındaki savruluşların yer yer şiirine yansımış olması. Nazım Hikmetin tam anlamıyla proleter anlayış zeminine sağlamca ayak basmasını engelleyebiliyor.

Nazım Hikmet, edebiyatımızda bir istinadın 1940’lı ve 50’li yıllarda parlayan bir güneş gibi duruyor. Etkiliyor, taklit ediliyor, ama onun sanatımızda açtığı çığır, hak ettiğince sürdürülemiyor.

1940 kuşağı şairleri çoğunlukla kır kökenli küçük burjuva aydınlarıdır. Şiirlerinde emeğe sevgi, halka ve gelecek günlere güven vardır. Ama onlar, işçi sınıfı zemini üzerine basmazlar. Gerçek anlamda işçi sınıfı aydını değildirler. Gelişememiş, onun devrimci müttefikleri olarak kalmışlardır yalnızca. 1940 kuşağı şairlerinin eserlerinde ön plana çıkan temalar, daha çok ulusal kurtuluş ve yoksul köylü yaşamıdır. İşçi sınıfına duyulan sevgi, köylü halka duyulan sevgiden daha farklı değildir. İşçi sınıfının sosyalist anlayışı, ezilen yığınlar içinde işçi sınıfına ayrıcalıklı bir yer tanır. Onlar, bütün ezilen insanlara sempati duyarlar, ama işçi sınıfına karşı besledikleri sevginin içlerinde hepsinden daha özel bir yeri vardır. Bunu bütün toplumsal mücadele alanlarında açıkça ilan etmek gerekir. Sosyalist gerçekçi sanatın temeli, işçi sınıfına duyulan ayrıcalıklı sevgi ve bağlılığa dayanır. Sosyalist gerçekçi sanatçı, emeği yüceltir, şiirselleştirir, işçi sınıfını sanat anlayışının merkezi haline getirir. Çoğunun “toplumcu gerçekçi” olarak nitelendirilmesine karşın, yukarıda sözünü ettiğimiz şair ve yazarlarımızı devrimci-demokrat bir çizgiyle sınırlı tutan önemli eksikleri işte budur.

Sosyalist gerçekçi sanatçı, toplumsal olayları ve olguları işçi sınıfının siyasal perspektifinden ele almakla kalmaz, aynı zamanda, günlük yaşamları ve sınıfsal eylemleri içinde işçileri, duygu, düşünce ve davranışlarıyla sanatında yansıtmaya çalışır. Eğer, bizim sanatçımız, işçi sınıfını sanata sokma (hem ideolojik, hem de pratik anlamda) konusunda yeterince istekli davranmamışsa, ya da ısrarlı olamamışsa, bu aydınlarımız arasında proletarya-dışı sınıf-zümre çıkarlarının ağır bastığını gösterir. Bu olumsuzluğu giderebilecek toplumsal etki, aynı kökten çıkıp birbirini tamamlayan iki yönde geliyor: ilk olarak, işçi sınıfın kendiliğinden mücadelesindeki yükseliş, sanatçıyı etkileyerek, işçilerin yaşama koşullarını da dile getirmeye itiyor. Ancak, böyle bir sanat henüz sosyalist sanat değildir. Sosyalist sanat, işçi sınıfı ideolojisini gerektiriyor. Bu saptama bizi etkinin ikinci yönüne götürüyor, yani sanatçıyla sosyalist parti arasındaki ilişkiye. Sosyalist partinin mücadeleci kültür etkinliği, kapitalist baskı ve sömürüye tepki duyan sanatçı üzerinde ideolojik etkiler yaratıyor ve onu olayları işçi sınıfı perspektifinden ele almaya zorluyor. Sosyalist sanat, her zaman ve her yerde, sosyalist parti etkinliğiyle el ele yürüyor.

Türkiye’de işçi hareketinin uzun yıllar toplumsal mücadelenin önüne çıkamaması ve proleter anlamda sosyalist parti etkinliğinin güçsüzlüğü, aydının -işçi sınıfının sanata sokulması eyleminde- yönsüz kalmasına yol açmıştır. Ama bu, bir başka gerçeği de unutturmuyor: Dar görüşlülüğü. Bizim aydınımızın bazı acayip özellikleri vardır. Genellikle yumurta kapıya dayandığında aklı başına gelir örneğin. Gerçeklik, ille de “kör gözüm parmağına” sözünde ifade edilen bir inatçılıkla karşımıza dikildiğinde kabul görür. Tıpkı, işçi sınıfının toplumsal varlığının 15-16 Haziran eylemiyle, kapitalizmin 12 Mart darbesiyle öğrenilmiş olması gibi.

Türkiye’de sanatçı şu perspektifle davranmıyor: İşçiler on yıllar boyunca sanattan, bilimden, felsefeden ve diğer bütün zihinsel etkinliklerden uzak tutulmuşlardır. Sanata yabancı oluşları, yeteneksiz oluşlarından değil, sömürü düzeninin acımasız koşullarından ileri geliyor. Kültürel etkinliklerde bulunmak için ne gereken paraya, ne de yeterli boş zamana sahiptir onlar. Bazı zorunlulukları sezen az-çok bilinçli işçiler ise, yol göstericilerinden uzak tutulmaya çalışılıyor. O halde, eğer ben bir sanatçıysam ve sosyalistsem, eğer sosyalizm de işçi sınıfının ideolojisiyse, benim görevim, sanatı işçi sınıfına götürmektir.

Ancak, işçiler, aç-sefil, bin bir güçlük içinde yaşamaya çalışırken, kendi yaşama tecrübelerini yansıtmayan, kendisine yol göstermeyen, umut ve moral aşılamayan eserlere ilgi duyabilir mi hiç? Demek, sanatta ve edebiyatta işçi sınıfının günlük yaşamına ve sınıfsal eylemine yer vermek gerekiyor.

Yeter mi? Yetmez. Siyasal baskılar ve kapitalizmin her şeyi pazara döken mantığı karşısında en önemli sorun, sanat eserini alıcı sına ulaştırmaktır. Aktif politik çabayı gerektiriyor. Ya da Brechtçe bir tutumu diyelim. Türkiye’de Brecht anlaşılamıyor. Demokrasiyle, kostümüyle, oyunculuk sanatına ilişkin görüşleriyle kabul görüyor, ama onun sanatına güç veren asıl yönü, eylem adamlığı unutuluyor. Sosyalist gerçekçi sanatçı, bir eylem adamı’dır. Sosyalist sanatsa, sosyalist eylemin bir parçası oluyor.

Sanatı işçilere götürmek, aydın olarak sanatçının işçilerle yan yana, iç içe olması demektir. Yani aydının kitle adamı olması demektir. Bu aynı zamanda, aydının işçileşmesini beraberinde getiriyor. Aydının işçileşmesi, onu işçi sınıfının kapitalist toplumdaki alt konumuna indirmiyor, tersine, entellektüel zeka ve birikimi işçilerin devrimci sınıf karakteriyle bütünleşerek daha ileriye doğru itiyor.

Sanatın işçilere götürülmesi, sosyalist sanat eyleminin yalnızca bir yanıdır. Öbür yanı, işçilerin sanata getirilmesi oluyor. İşçilere sanatın toplumun dönüştürülmesindeki devrimci işlevini kavratmak gerekiyor. Uvruyerizm, sınıf bencilliğidir. Oysa işçi sınıfı, kendi sınıf varlığını inkâr etme yeteneğine sahip olabildiği için ufku sınıfsız topluma dek uzanabiliyor. Tarihin belirli bir dönemde devrimci özellikler göstermiş olan bütün sınıflarından farklı olarak, işçi sınıfı sonuna dek devrimcidir, insanlığı kurtarma görevini üstlenmiştir. Onun için sosyalizm, her bir insanlık ülküsüdür. İnsanlık kültürüne sahip çıkmayı, anlamayı ve hazmetmeyi gerektirir. İşçiler Beethowen’i. Van Gogh’u, bir Rilke’yi ya da bir Tolstoy’u anlamadan zorlu tarihsel görevlerinin üstesinden gelemeyeceklerini bilmelidirler. Bu, yüksek bir sınıf bilinci demektir.

İşçilerde bilinci yükseltmek aydınlara düşüyor. Ama sanatın sınıf ülküleri açısından önemini kavrayan işçiler, bilfiil sanatla ilgilenmek isteyecektir. Kendi toplumsal varlığını ve tarihsel misyonunu kavrayan işçi sınıfı, taşıdığı gerçek potansiyel yeteneği hissedip, onu yaşama uygulayarak geliştirmeye çalışacaktır. İşçi sınıfının toplumsal yetenekleri açığa vurdukça, işçiler arasından gerçek sanatçılar da ortaya çıkacaktır. Gorki, bir işçidir: Rusya’da işçi hareketinin yoğunlaştığı bir dönemde yetişmiş olması, tesadüf sayılabilir mi?

Toplumsal mücadelede bu sürece işçinin aydınlaşması süreci diyoruz. Onu aydının işçileşmesinden ayrı düşünemiyoruz. İki süreç, birbiriyle yan yana yürüyor ve belirli bir noktada kesişiyor. Bu nokta, proleter anlamda bir sosyalist partisidir. Aydınlaşmış işçi, işçileşmiş aydın… Sosyalist parti budur. İşçi sınıfının aydınları teşkilatsız olamıyor. Devrimci aydın olmak için aynı zamanda teşkilat adamı olmak gerekiyor.

Devrimci aydın, sosyalist aydındır, daha da açık konuşursak, işçi sınıfı aydınıdır. Sosyalizm, bir sınıf ülküsüdür, ama aynı zamanda bir insanlık ülküsüdür de. O yüzden, sosyalist kültür, insanlığın binlerce yıllık kültür birikimin yepyeni bir sentezidir. Devrimci aydın, gözlerini insanlığa ve insanlığın geleceğine dikmiştir. Ulusal birikimi reddetmez, ama ufkunu onunla da sınırlamaz. Uluslararası düzeyde düşünen ve davranabilen adamıdır devrimci aydın; enternasyonal adam’dır.

Özetlersek, devrimci aydın=kitle adamı+teşkilat adamı+enternasyonal adam demektir. Böyle bir aydın tipinin gelişimi, aydının işçileşmesi ve işçinin aydınlaşmasıyla güçlenir. Örnekleyelim. Birinci yanda John Reedler, Henry Barbüsseler, Romain Rollandlar vardır. Ömür yanda Maksim Gorkiler, Nikola Vaptsaroflar ve daha birçokları. Ayrı ülkelerdendirler; ayrı sınıflardan, ayrı yaşama biçimlerinden çıkıp gelmişler, aynı zeminde birleşmişlerdir. Sözcüğün tam anlamıyla bizim sanatçılarımızda hepsi. Onların yarattığı ve güçlendirdiği birikim, Şolohov’u ortaya çıkardı sonra. Gittikçe yakınlaşan daha da yeni bir geleceğe, sosyalizmin daha gelişmiş üst evrelerine uzanan bir sanatçıyı.

Türkiye toprağı kendi Gorkilerini çıkaramadı henüz. Ama biraz sabredelim ve oturup serinkanlıca değerlendirelim yaşadığımız geçmişi. Yıl 1969… Sosyalistler “strateji tartışmaları” yapılır. Türkiye’de kapitalizm var mı yok mu? Türkiye’de işçi sınıfı var mı yok mu? İşçi sınıfımız 15-16 Haziran’da kılıcını atıyor ortaya. Toplumsal varlığını dostça düşmana duyuruyor. Tartışma, bıçak gibi kesiliyor.

Ancak, yanlış bir anlayışın tortuları ileriki yıllarda da etkinliğini sürdürebiliyor: Temel güç köylülüktür. İşçi sınıfı fiili önder değil, ideolojik önderdir gibi… Ama olayların mantığı bu anlayışı yalanladı. İşçiler, 1977’lerden sonra yükselttikleri eylemleriyle, kendi gerçek liderlerini bile pratikçe aşıp toplumsal mücadelenin öncülüğüne soyunduklarını gösterdiler. 12 Eylül, bu süreci kesintiye uğratmış, ama yok edememiştir. Yeniden yükseltilmesi gereken sosyalist hareket, işçi sınıfının eylemi üzerine oturtulmalıdır artık. Şimdi görev, sosyalist hareketle işçi hareketinin kaynaştırılmasıdır.

Bu çerçevede olmak üzere, 1960 sonrasında sosyalist harekete damgasını vuran TİP’in oportünist çizgisi, işçi hareketinin asıl uzun vadeli ihtiyaçlarına cevap veremedi. Burjuva sosyalizmi denendi ve gerçek kimliği çıktı ortaya. 12 Mart ve sonrasında küçük burjuva devrimciliğinin parlak yükselişi de çözemedi problemleri. Ve şimdi 12 Eylül, sosyalist harekette yeni bir tarihsel dönemi getiriyor: İşçi sınıfının sosyalist anlayışının yükselişini. Tarih, işçi sınıfına ve onun sosyalist anlayışına yol açıyor. Öyleyse, gelişen toplumsal süreç, sosyalist gerçekçi sanatın ve onun zorunlu kıldığı devrimci aydın tipinin gelişimini kolaylaştırıyor. Onun için bu yazı, yalnızca bir yaklaşımı ortaya koymak amacıyla değil, kaşarlanmamış, gelişmeye açık aydına ve sanatçıya ve de özellikle kendince bir yön arayışı içinde olan genç insanlarımıza gittikçe belirginleşen bir tarihsel hedefi göstermek için yazılıyor.

Plehanov da, Lenin de aydın kişilerdi. Yalnız, bir fark vardı, aralarında: Plehanov, işçilerin babası, efendisiydi. Ama Lenin arkadaşları oldu. İşçi sınıfının dostu olan, olmak isteyen aydın ve sanatçı, bu ayrımı iyice tartmalıdır. Çünkü devrimci aydın tipinin gelişmiş örneği bu ayrımın kendisinde somutlaşmaktadır.

Türkiye’de geleceğe, sosyalizme yönelik yeni bir insanın karakter özellikleri billurlaşıyor. Halkın çıkarlarına ve davaya bağlılık, kendini adama dayanışma ve kollektif çalışma ruhu vb. gibi 12 Eylül öncesindeki mücadele döneminde temellerini bulan bu karakter özellikleri, gittikçe şekillenerek modern sosyalist toplum insanını yaratacaktır. Sosyalist gerçekçi sanat, bu karakteristik özellikleri araştırıp geliştirme çabasına yöneltmeli gücünü; malzeme yığınını öncelikle toplumsal mücadelenin geçmiş dönemlerde ortaya koyduğu deneyler birikiminde aramalı. Ne yapılsa toplumsal pratikten silinemeyen bu zengin tecrübe, politikada olduğu kadar sanatta da yerini alacaktır kuşkusuz. Bunun ilk sonuçları, bizzat o tecrübenin içinden çıkmış insanlardan uzun zamandır gelmeye başladı. Cezaevlerinde direnen ve düşünen gençler, direnç, yaşama sevinci ve geleceğe inanç dolu şiirler yazıyorlar. Öyküler ve karikatürler yayınlıyorlar dergilerde. Onların çoğunda slogancılık ve kuru ajitasyon görülüyor. Pek çoğu biçim yönünden işlenmemiş, kuru ve yavan geliyor belki bize. Ama bunu doğal karşılıyor ve hoşgörüyle bakıyoruz. Çünkü çoktandır unutturulmaya yok edilmeye çalışılan sağlıklı bir ruh halini buluyoruz onlarda. Çözülüş döneminin bunalmış, alçalmış “kahraman”larına karşı sahip çıkıyoruz onlara ki, onlar içinden bazıları. Örneğin Nevzat Çelik’in şiirleri, geleceğe dair umutlar, parıltılar da yansıtabiliyor.

Dimitrov, yazarlara “bize şiirden, öyküden, romandan silahlar verin!” diye seslenmişti. Devrimden sonra eski savaşçılar tecrübelerini edebiyata dökmeye başladılar. O dönemin ürünleri Türkiye’de yayınlandı. Mitka Gribçeva’nın kitabı çok sevildi örneğin ve daha başkaları. Estetik açıdan pek fazla bir değer taşıdıkları yoktu, ama yaşam görüşleri pırıl pırıl, canlı ve sağlamdı. Sonra, örneğin, bir Daskalof çıktı içlerinden. Bulgar sosyalist edebiyatı için de neden böyle düşünmeyelim?

Ancak, hayalciliğe düşmekten her zaman kaçınmalıyız. Gösterdiğimiz hedefler, uzun bir süreci ve kararlı davranışı gerektiriyor. Sanatta işçi sınıfı anlayışını etkin kılma, burjuva-küçük burjuva ideolojilerinin, anlamsız kaprisler ve saçma önyargıların ve bütün bu olumsuzları besleyen kapitalist piyasa ilişkilerinin yoğunlaştığı bir ortamda, hiç de kolay görünmüyor. Ama yeni ve genç olan her şeyin içten coşkuyla sesleniyoruz: Türkiye’de sosyalist gerçekçi bir sanatın gelişmesi için uygun koşullar uygunlaşmaktadır. Evet, sosyalist gerçekçi edebiyatın Rusya’da ve 1924’lerde kurulduğunu biliyoruz. Ve sosyalist gerçekçi yöntemin edebiyata ancak sosyalist koşullarda damgasını vurabileceğini düşünüyoruz.

Çünkü sosyalist gerçekçi sanat, sanatın yığınsallaşmasıdır ve o yüzden yığınların sanatıdır. Sanatın ve yığınların özgürleştiği toplumsal koşullarda yığınlara mal edilebilir ancak.

* * *

Sosyalist gerçekçi sanat, işçi sınıfının damgasını taşır. Bu nedenle, diğer sanat akımlarından ve anlayışlarından köklü biçimde ayrılır. Ama o, sanatta burjuva eğilimlerinden bağlarını kesin olarak kopartmış olduğu halde, burjuva gerçekçi sanatın içinde çıkıp gelişti. Bugün tekelci kapitalizmin reddettiği mirasa işçi sınıfı sahip çıkıyor. Sosyalist gerçekçilik, sanatta demokrat burjuva geleneğinin yarattığı birikimi sahiplenerek ve her türlü yozlaşmış, dekadans geleneğe karşı savaşarak güçlenmiştir.

Sosyalist gerçekçi sanatın anayurdu Rusya’ydı. Ona adını Gorki verdi. O yüzden, Gorki, sosyalist gerçekçiliğin babası sayıldı. Tolstoycu anlayışla modern sosyalist edebiyat arasındaki köprüdür Gorki, devrimci ve demokrat bir ruhla gelişen klasik Rus edebiyatını çağdaş Sovyet edebiyatına bağlar. Eğer, Sovyet edebiyatı, Fütürizm, Prolet-Kült gibi anarşizan sanat akımlarının tuzağına düşüp, bu köprüleri atmış olsaydı, bugün belki Şolohov gibi üstün yetenekli yazarları da yetiştirmeyecekti. Oysa Gogol’ü ve Dostoyevski’yi atlayıp geçmedi onlar; Çernişevski’yi, Puşkin’i, Lermontov’u unutmadı; Turgenyev’i, Çehov’u, Tolstoy’u bir köşeye fırlatıp atmadı. Onların birikiminden sonuna dek yararlanma yolunu tuttu. Edebiyat ve toplumsal mücadele tarihindeki gerçek yerlerine oturttu hepsini ve aşmaya çalıştı. Sovyet edebiyatı, kendi köklerinden hiç kopmadı.

Bizde hep tersine gitmek maharet sayılıyor. Eskiden sosyalizm ve Türkiye tarihi üzerine bilgiler hep edebiyat eserlerinden öğrenilmeye çalışılırdı. Bir olumsuzluktu bu. Ama dün devrimci-demokrat edebiyat geleneğimiz aşırıca yüceltirken, bugün adeta küçümseniyor. Batılı çeviriler, hem de en yozlaşmış örnekleriyle el üstünde tutuluyor. Hayır, biz dünya edebiyatının Türk okurunca tanınmasına karşı çıkamayız, tersine, gereklidir bu. Ama kendi edebiyat geleneğimizin göz ardı edilmesi karşısında da susup kalamayız.

Üç bin yıllık antika sermaye geleneğinin çoraklaştırdığı toprağımızda Puşkin’ler. Tolstoy’lar gibi dehalar yetişemedi doğru. Ancak, etine göre budu, kendi çapında bir edebiyat geleneğine sahibiz. Bir Nazım Hikmet var edebiyatımızda, istisna. Anlamak ve anlatmak gerekiyor. Devrimci- demokrat edebiyat geleneğimizde Enver Gökçeler, Ahmet Arifler, Sabahattin Ali’ler, Kerim KorcanIar, Yaşar Kemaller var örneğin. Orhan Veliler, Sait Faikler, Cevat Şakirler var, demokrat bir geleneğin insanları olarak. Reddetmiyoruz. Yerli yerine oturtmak istiyoruz hepsini. Ancak, onların sanatçı tutumu, Türkiye topraklarında yeşeren gerçekliği ifade etmeye yetmiyor, belli. Yeni bir sanat anlayışı, yeni bir sanatçı tutumu gerekiyor o yüzden. Sosyalist gerçekçiliğin hep yanlış anlaşıldığını artık itiraf etmek gerekiyor. Edebiyat geleneğimizin abartılmadan ve yok sayılmadan da değerlendirilebileceğini bilmek gerekiyor. Bu gerçek kavranılmadan, gerçek sosyalist edebiyatın, devrimci bir sanat görüşünün başarılı olabileceğine inanmıyoruz.

Sonuç olarak, aydınımız, sanatçımız, artık işçi sınıfının sesine kulak vermelidir. Netaş grevi ile dayanışma ilan etmek besbelli ki toplumsal mücadelenin ihtiyaçlarını tek başına karşılamaya yetmiyor, işçi sınıfına inanan ve güvenen sanatçı onun günlük yaşamını ve sınıfsal eylemini sanatına sokmalı, hatta en baş köşeye oturtmalıdır.

Denilecek edebiyatımızda hiç mi örneği yok? Olmaz olur mu? Olumsuz örnekleri var: İşçileri mantıklı düşünme yeteneğinden yoksun, gelişmemiş, inisiyatifsiz yaratıklar olarak sunan ve “bunun için mi dövüşüyorsunuz, boş verin birey olmaya bakın” diyenler. Biri Lâtife Tekin. Berci Kristin Çöp Masalları’nda her şeyi; karikatürize ederek gülünçleştiriyor. Kaypaklığını ve dönekliğini seviyesiz bir güldürünün arkasına gizliyor. Öyle işçiler yok mu? Var ama bunu bir sınıfın genel özelliğiymiş gibi yansıtmak, onun olumluluklarını göre göre, bile bile göz ardı etmek, hiç de sanatçı dürüstlüğüne yakışır bir davranış değildir.

Olumlu ve onurlu örnekler de var. Örneğin; bir Orhan Kemal. Büyük kentlerin kenar semtlerinde oturan insanları anlatıyor. Onları seviyor, emeği yüceltmeye çalışıyor. Ama Orhan Kemal’in eserlerinde işçi sınıfının ayrıcalıklı bir yeri yoktur. Orhan Kemal’in işçilerinde bir sınıfın bilinçli bir üyesi olarak davranma özelliği yoktur. Bağımsız, tek tek bireylerdir onlar. Esere renk katarlar sadece, odak noktası olamazlar.

Oysa sosyalist gerçekçi sanatçı, işçi sınıfına duyduğu sevgi ve bağlılığı eserinde renkli bir fon olarak kullanmaz. Toplumsal olayları işçi sınıfı anlayışının süzgecinden geçirir, onun sınıf duyarlığını yansıtır. İşçi kahramanları tek tek bireyler olarak ele almaz. Tersine, işçiyi bir sınıfın üyesi olarak yansıtır. Bir sınıfın üyesi olarak işçiyi kendi sınıfının üyeleriyle olan ilişkileri içinde; yine bir sınıfın üyesi olarak işçiyi başka sınıf ve zümrelerin üyeleriyle olan ilişkileri içinde değerlendirir.

Sosyalist gerçekçi sanat, işçiyi ölü bir kahraman olarak değil, yaşayan, canlı bir varlık olarak, olumluluklarıyla ve olumsuzluklarıyla birlikte dile getirir. Çalışan ve sömürülen, savaşan ve teslim olan işçiyi sendikaya üye olan, partiye giren, grev yapan, hapse düşen, direnen, acı çeken, aşık olan, kumar oynayan, karısını döven işçiyi anlatmaya çalışır. Bunu yaparken, tarihin mantığına uyar, işçi sınıfının tarihsel rolünü ön plana çıkarır hep. Olumsuzlukların, bir insan olarak işçilerin yaradılışlarından ya da sınıfsal özelliklerinden değil, kapitalizmin egemen yapısından kaynaklandığını belirtir. Olumlu ve gelişmeye açık yönleri öne çıkarmayı amaçlar.

Ama bu söylediklerimizi bir başka uca çekip, sanatın konusunu işçi sınıfıyla sınırlamak arzusunda olduğumuzu iddia edenler de çıkabilir. Asla. Bu yazıda, işçi sınıfı ve sanat arasındaki özlenen ilişki üzerinde ısrarlıca durulması, sanatın bir sınıfın pratik yaşamından çok ötelere bütün insanlığa uzanan güçlü insancıl yapısını reddettiğimizden değil, yalnızca edebiyatımızı bir kısır çember içerisine daraltan temel eksikliklerin göze batırılmasını amaçladığımızdandır.

Sanatı insanlığa mal eden şey, bütün insanlarda ortak olabilen yönleri dile getirmesidir. Aradan 2500 yıl geçmesine karşın, Homeros’u severek okuruz o yüzden. Köleci bir dünya görüşüne sahip olan eski Grek sanatçılarının eserlerini, insanın yüce ve kalıcı olan yanlarını dile getirdikleri için beğeniyoruz. Balzac’ı Balzac yapan insanları bencil ve çıkarcı varlıklar haline getiren toplumsal koşulları, siyasal görüşleri çok farklı olmasına karşın, ustaca dile getirebilmiş olmasıdır. İnsanlık Komedyası, baştan aşağı, insanı insanlıktan çıkaran toplumsal koşulların eleştirisidir. Onlar, bu en temelli özellikleriyle her zaman yaşayacaklar ve biz, her defasında, onları okumaktan sonsuz bir tat alacağız.

Sanatın konusu, tek başına işçi sınıfı değildir. O yüzden, biz, Selim İleri’yi burjuva aydınlarını anlattığı için eleştiremeyiz. Kimsenin hakkı yoktur buna. Sanatçı, içinden çıktığı, tanıdığı. bildiği çevreleri anlatır. Ya da Yaşar Kemal’e “neden hep Çukurova’yı anlatıyorsun” veya “hâlâ bugüne gelemedin” diye de sormayız. Biliriz ki, sanatın konusu insandır ve sosyalizm bir insanlık ülküsüdür. Ve biliriz ki, işçi sınıfı kendi dışındaki sınıf ve zümrelerin sorunlarına sahip çıkmadan toplumsal mücadeleye öncülük edemez. O yüzden sosyalist sanat, proletarya dışındaki sınıf ve zümrelerin yaşamlarını, duygularını, düşüncelerini ve davranışlarını da yansıtmaya özen gösterir. Ancak, bunu, onların bulunduğu toplumsal konumdan değil, işçi sınıfının bakış açısından yapar. Ve her durumda, onların ortak insani özelliklerini öne çıkarmaya çalışır.

Türkiye, yeni bir insana gebedir. Onun için yeni bir aydın tipine ve yenidir sanata ihtiyaç duyuluyor. Dayanılacak birikim bellidir. Perspektif? Açıkladık. Türk sanat ve edebiyatı bu perspektifle yeniden değerlendirilmeli, yaşanan tarih yeniden sanata dökülmelidir.