THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ, MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI – Mehmet YILMAZER

Yol, Kış 2016

Thomas Piketty’nin Kapital’inin Marks’ınkiyle bir benzerliği yoktur. Olması da beklenemezdi. Marks kapitalizmin işleyişini büyük bir açıklıkla tahlil etmiştir. Binlerce eleştiriye rağmen hala burjuva iktisatçıları Kapital’den bir türlü kurtulamadılar. Sosyalist sistemin yıkılışından sonra Marks’ın da tarihe gömüldüğünü düşünenler neoliberalizmin her krizinde onun hayaletiyle karşılaştılar. Özellikle 2008 büyük bunalımıyla birlikte Marks güçlü bir şekilde “geri döndü”.

Thomas Piketty’nin “21. Yüzyılda Kapital” kitabının büyük ilgi görmesinin esas nedeni de Marks’ın bu geri dönüşüdür. Burjuva ekonomistlerin büyük çoğunluğu kapitalizmin krizlerinin “hükümetlerin hatalı politikalarından kaynaklandığına” inanırlar ve herkesi bu yalana inandırmaya uğraşırlar. Neoliberalizm günlerinde yaşanan krizler ve onların en büyüğü olan 2008 krizi bu aldatmacaya büyük bir darbe vurdu. Bu nedenle Marks’ın geri dönüşü de güçlü oldu.

T.Piketty, kitabının adına uygun bir şekilde “21. Yüzyılda Kapital”in yapısını ve sermaye birikim yollarında bu yüzyıla özgü farklılıkları anlatmıyor. Sermaye birikiminin neden ve nasıl büyük eşitsizlikler yarattığını açıklamaya çalışıyor. Günümüzün en kör göze batar hale gelen bu çılgın gidişi nedeniyle de kitap haklı olarak büyük bir ilgi çekmiştir. Fakat bu süreci açıklama yolları ve hele çözüm önerileri Occupy Wall Street eylemi ile ünlenen “yüzde 99”u büyük düş kırıklığına uğratmıştır. Bu nedenle kitabın etkisinin Kapital gibi uzun ömürlü olma olasılığı yoktur.

Yazar kitabın girişinde, vardığı iki önemli sonucu açıklayarak yola çıkar. “Birincisi, zenginlik ve gelirin eşitsizliği konusunda herhangi bir ekonomik determinizme ihtiyatlı yaklaşılması gerekir. Zenginliğin dağılım tarihi daima derinlemesine politik bir tarihtir ve sadece ekonomik mekanizmalara indirgenemez.” (“21 Yüzyılda Kapital”, Thomas Piketty, s.20) Bu tespit çok haklıdır. Yazar epey zamandır ekonomistlerin “aşırıca matematik modeller kullanmalarına”; “ekonomik gerçekleri açıklamak yerine bütün enerjilerini sırf teorik spekülasyonlara harcamalarına” ( Piketty, s.574) tepki gösteriyor.

Burjuva ekonomistleri içinde matematik modellere aşırı düşkünlük 1970’li yılların sonlarında iyice artar. Gerçeklerden ve pratikten uzaklaşıldığı ölçüde “ekonomi bilimi” sırf matematik modellere kaçmaya devam ediyor. Bunun en temel nedeni, tekelci finans kapitalin (“yüzde 1”) neoliberal soygununu haklı göstermek, kendi ekonomi politikalarını dokunulmaz hale getirebilmek için, ekonominin politikadan kesinlikle ayrılması ve özellikle merkez bankalarının iktidarlardan “bağımsız” olması gerektiğini savunmaya başlamasıdır. Politika yapmak özellikle yüzde 99’u da dikkate almakla mümkün olur. Ancak ekonomi, politikadan koparılırsa, o zaman “yüzde 1”in ekonomik çıkarları daha rahat savunulabilir. Dünyada son otuz yıldır yaşanan budur.

Aslında günümüzde finans kapitalin bir “ekonomi bilimi” yoktur, “para politikaları” vardır. Neoliberalizm ya da monetarizm finans kapitalin sözde “ekonomi biliminde” geldiği son noktadır. Amerika’nın en yetenekli matematikçileri 1980’ler sonrası Wall Street’te bol gelirli işler buldular. Yüksek isabetli olasılık hesapları ve spekülasyonlar “ekonomi bilimi” yerine geçti. Başkan nezle olsa “piyasalar” etkileniyordu. “Ekonomik mekanizmaların” ve “pazarın” kendi işleyiş kuralları vardı; onlara müdahale edilmesi felaketle sonuçlanabilirdi. O nedenle, ekonomiye politik müdahaleler yapılmamalıydı. Böylece ekonomik kararlar alınırken “yüzde 99”un çıkarlarını dışlamak kolay hale geliyordu.

Yazarın soyut matematik modellere dönüşen “ekonomik determinizme” tepki göstermesi haklı olsa da, bunun bir sınırı olduğu açıktır. Her şey “sadece ekonomik mekanizmalara” indirgenemeyeceği gibi, sırf iktidardakilerin politikasına da indirgenemez. Tüm sınıfları kuşatan bir tarih ve toplumsal düzen vardır. Ekonomik yapı ve sınıflar arası güç dengeleri kararları etkiler. Bu anlamda bir determinizm vardır.

Piketty’nin vardığı diğer sonuç kitabın eksenini oluşturmaktadır: “Bu kitabın merkezinde olan ikinci sonuç, zenginliğin dağılım dinamikleri, birbiri ardından birleştirici ve ayırıcı yönde akan güçlü mekanizmalar ortaya çıkarmaktadır… Birleştirici temel güçler, eğitim ve yeteneğe yatırımın ve bilginin yaygınlaşmasıdır.” “Ayrıştırıcı temel güç: kar oranının ekonomik büyüme oranından büyük (r>g) olmasıdır.” (Piketty, s.21,25) Yazımızın genel konusu Piketty’nin çıkarttığı bu ikinci sonuçla ilgili olacaktır.

Eşitsizliğin Genel Tablosu

Önce yazarın çıkarttığı eşitsizlik tablosuna genel olarak bir bakalım. Gelir eşitsizliğinin Amerika’daki bir yüzyıllık seyri (1910-2010) kapitalizmin tarihi açısından anlamlı bir tablo ortaya koymaktadır. Zirvedeki yüzde 10’nun 1910 yılında ulusal gelirdeki payı yüzde 40’ın biraz üzerindedir. 1929 yılında bu pay artarak yüzde 48’e ulaşır. Büyük bunalım yıllarında keskin bir düşüş yaşar.1944 yılına gelindiğinde ulusal gelirde tepedeki yüzde 10’un payı yüzde 32’ye kadar geriler. Bu pay 1980 yılına kadar aşağı yukarı küçük iniş çıkışlarla aynı seviyede seyreder. 1980’le birlikte, yani neoliberal politikalarla tepedeki yüzde 10’un payı tırmanmaya başlar, 1990’da yüzde 40’ı bulur; 2008 yılında tarihinin en yüksek noktasına yüzde 50’ye ulaşır. 2008 büyük bunalımında yeniden düşüş başlar 2010’da yüzde 47’ye geriler. (Piketty, s.24) Bugünün 1930 bunalımından farkı zirvedeki yüzde 10’un ulusal gelirdeki payı 1930’larda olduğu gibi keskin bir şekilde gerilememiştir. Küçük bir gerilemeden sonra kendi payını korumaktadır. Bu Federal Rezerv’in “piyasalara” “helikopterle para yağdırmasının” sonucudur.

Tablo genel seyir açısından Avrupa’da biraz farklıdır. Özel sermayenin ulusal gelirdeki payı 1910’larda keskin bir düşüş yaşar, bu aşağıya gidiş azalarak 1950’ye kadar devam eder. 1950 sonrası sermayenin payı yükselişe geçer, 1990 sonrası ise yükseliş hızı artar. (Piketty, s.26)

Küresel eşitsizlik 1820’lerden günümüze artarak devam ediyor. 1820 yılında Asya-Afrika’da kişi başına gelir dünya ortalamasının yüzde 82’sidir. Avrupa-Amerika’da kişi başına gelir ise dünya ortalamasının üzerindedir, yüzde 150’dir.  1950’lere kadar mesafe sürekli açılır. 1950’de Asya-Afrika’da kişi başına gelir, dünya ortalamasının yüzde 37’sine gerilerken; Avrupa-Amerika’da yüzde 215’e çıkar. 2012’de aynı oranlar Asya-Afrika için yüzde 57; Avrupa-Amerika için yüzde 225’dir. (Piketty, s.61) Kutuplaşma giderek büyüyor.

Bir başka açıdan bakıldığında bugün geri ve gelişmekte olan ülkeler dünya nüfusunun yüzde 85’ini meydana getirirken, dünya gelirinin sadece yüzde 54’üne sahiptirler; oysa dünya nüfusunun yüzde 15’ini meydana getiren Avrupa-Amerika-Japonya dünya gelirinin yüzde 46’sına sahiptirler. (Piketty, s.63)

Kapitalizmin tarihinde (1870-1914) yılları finans ve ticarette “ilk küreselleşme”dir. İkincisi 1970’lerin sonlarında başlamıştır. (Piketty, s.28)

“İlk küreselleşme” insanlığı dünya savaşlarına götürmüştü; bakalım ikinci küreselleşme nereye götürecek?

Bu tablo çok çarpıcı olmasına rağmen çoktandır ilginç değildir. Bilinen sıradan bilgiler arasında yer almaktadır. Önemli olan gittikçe büyüyen eşitsizliğin mekanizmaları ve elbette bu gidişe karşı mücadele yollarıdır. “İkinci küreselleşme” birincinin yol açtığı felaketleri yeniden yaratacak mıdır? Bu konuda Piketty “karamsar” değildir.

Bu noktada yazar, Marks’ın kapitalizme biçtiği “alın yazısını” hatırlar. “Gerçekte, onun temel sonucu, ‘sınırsız birikim prensibi’ denebilecek sermayenin insafsız birikim eğilimi ve doğal bir sınır tanımadan çok az sayıdaki elde yoğunlaşmasıdır. Bu Marks’ın kapitalizmin nihai alınyazısı için esas öngörüsüdür: ya sermaye getiri oranı sürekli düşecektir (böylece birikim makinesi ölür ve kapitalistler arası şiddetli çatışmalara yol açar), veya sermayenin ulusal gelirdeki payı sınırsız yükselecektir (bu durumda eninde sonunda işçiler ayaklanma için birleşecektir). Her iki durumda da sosyoekonomik ve politik istikrar mümkün değildi.” (Piketty, s.9)

Fakat “Marks’ın karamsar kehaneti gerçekleşmez.” “On dokuzuncu yüzyılın son otuz yılında ücretler yükselmeye başlar… aşırı eşitsizlik devam etse de belli ölçülerde I. Dünya Savaşına kadar yükselmeye devam eder. Komünist devrim aslında gerçekleşmedi, Avrupa’nın en geri ülkesi Rusya’da gerçekleşti.” (Piketty, s.10)

“Öncülleri gibi Marks da, özel sermayenin birikim ve yoğunlaşma sürecine dengeleyici ağırlık olarak bir dereceye kadar hizmet edebilecek bir gücü, istikrarlı teknolojik gelişme ve sürekli üretkenlik artışı imkânını tümüyle göz ardı etti.” (Piketty, s.10)

Piketty, kendisi 21. yüzyılda kapital üzerine yazarken Marks’ın “Kapital”iyle ilişkisi son derece kabadır. “Kapital”i incelemediği anlaşılıyor. Marks’a “sınırsız sermaye birikimi” diye bir “prensip” yakıştırıp buradan devrimleri çıkartıyor. Marks, devrimleri sermaye birikim ve yoğunlaşma mekanizmalarına bağlamaz. Devrimlerin “üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiden çıkageldiğini” iddia eder. Daha da ötesi “içerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşumun asla yok olma”yacağını tespit eder. (Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s.26)

Piketty’nin devrimleri harekete geçiren güçlerden haberi yoktur. O sadece yarım yamalak sermaye birikim süreciyle ilgilenir. Sermaye birikim süreçlerinin tıkanmasından kapitalizmin krizleri çıkar, ancak her krizden devrim çıkmaz. Marks’a göre kapitalizmin krizlerinin kaynağı “aşırı üretim”dir. Aşırı üretim aynı zamanda aşırı sermaye birikimidir. En son örnekleri 2001’de informatik sanayi alanındaki krizde (Nasdaq hisselerinin borsada çöküşü); 2008’de ise emlak alanındaki “şişme”de (mortgage krizi) çok canlı olarak yaşandı.

Piketty, Marks’ı o kadar kabalaştırır ki, “sermaye yoğunlaşması sonucu, ya sermaye getirisi düşecek böylece kapitalistler arası çatışma çıkacaktır, ya da ulusal gelir içinde sermayenin payı sınırsız yükselince işçiler ayaklanma yolunu seçecektir.” Bu yorumunun Marks’la hiçbir ilgisi yoktur. Sermayenin getirisi neden düşer? Her düştüğünde kapitalistler arası çatışma mı çıkar? Ya da sermayenin payının sınırsız artışı ne demektir? Sermayenin ulusal gelirdeki payı çok artsa da, aynı zamanda işçi ücretleri de artamaz mı? Marks kapitalizmin krizlerini sermaye birikim süreçlerinin tıkanmasıyla birlikte ele alır. Üstelik kriz kapitalistleri de, işçileri de aynı anda vurur. Yoksa krizlerin kapitalistler için nedeniyle (sermaye getirisinin düşmesi); işçiler için nedeni (ulusal gelirde sermayenin payının sınırsız artması) farklı değildir.

Piketty, kapitalizmin krizlerinden söz ederken “aşırı üretim” veya “aşırı birikim” kavramlarından özellikle kaçınır, bunun yerine “sınırsız birikim” kavramını öne çıkartarak Marks’ın düşünce sistematiğini çarpıtır.

Piketty, kapitalizmde sermaye birikim ve yoğunlaşma süreçlerinin işleyişini o kadar kavramamıştır ki  “sermayenin birikim ve yoğunlaşma sürecine dengeleyici ağırlık olarak” Marks’ın  “istikrarlı teknolojik gelişme ve sürekli üretkenlik artışı imkânını tümüyle göz ardı” ettiğini ileri sürer. Kapital’in I. kitabı neredeyse tümüyle” “artı-değer üretimi”nin mekanizmalarıyla ilgilidir. Artı-değer üretim mekanizmalarında ise teknik değişim ve üretkenlik başrolü oynar. Ancak teknik gelişme ve üretkenlik artışının neden sermaye birikim ve yoğunlaşmasına “dengeleyici bir ağırlık” oluşturduğunu yazar açıklamaz. Teknik değişim ve üretkenlik sermaye birikim ve yoğunlaşma sürecini, değil “dengelemek”, tam tersine hızlandırır.

Kapitalizm, “manifaktür döneminde” daha çok “mutlak artı-değer” sömürüsüyle sermaye birikimi yaptı, fakat buhar makinelerinin bulunmasıyla başlayan “sanayi kapitalizmi” ve hızlı yaşanan teknik gelişim nispi artı-değer sömürüsünü imkânlı hale getirdi. Böylece sermaye birikim süreci önündeki zaman sınırı (insanın kaldırabileceği çalışma zamanı-işgünü) engeli kalkıyor, teknik gelişim ve üretkenlik artışıyla neredeyse sınırsız sermaye birikim imkânı yolları açılıyordu. Yazarın yerli yersiz kullandığı “sınırsız birikim” kavramı mutlak artı-değerden nispi artı-değere geçişin anlatımıdır.

Teknik gelişim ve üretkenlik sermaye birikim sürecine ve sermayenin çok az elde yoğunlaşmasına bir karşı ağırlık oluşturmaz. Teknik gelişimin fırtınalı bir hız kazandığı son yirmi yılda, “yüzde 1” ile “yüzde 99” arasındaki uçurumun görülmedik ölçüde açılması Piketty’nin Marks’ı eleştirisini boşa çıkartıyor.

“Eşitsizliğin Dinamikleri”

Yazar, eşitsizliğin temel dinamiğini “sermaye getirisinin ekonomik büyüme oranından büyük (r>g) olmasın”da görür. Kitabın temel tezi budur.

“Sermayenin getirisinin neden sistematik olarak büyüme oranından büyük olması gerektiğinin derin temelleri var mıdır? Açık olmak gerekirse, bunu tarihsel bir gerçek olarak ele alıyorum, mantıksal bir gereklilik olarak değil.”

“Uzun bir tarihsel dönemde r’in gerçekte g’den büyük olduğu itiraz edilemez bir tarihsel gerçekliktir.” (Piketty, s.353)

Bu tarihsel gerçekliğin kanıtları yazarın tablolarıdır. (Piketty, s.354) Ancak tablolar o kadar geniş bir zaman aralığını (0 yılı ile 2100) kapsıyor ki, sonuçları “itiraz edilemez” olarak kabul etmek çok zordur. Üstelik “kapital”den söz ediyorsak, bu kavram kapitalist sistemi varsayar. Servet birikimiyle sermaye birikimi ayrı şeylerdir. “Bir toprak parçasının etrafı bir çitle çevrilip” özel mülkiyetin insan yaşamına girdiği yıllardan beri, yaklaşık on bin yıldır, servet birikimi vardır. Fakat sermaye birikimi çok daha gençtir, hepi topu dört yüzyıllık bir tarihi vardır.

Tabloda bu aralığa baktığımızda (1700-2012) kar oranı yüzde 4-5 bandında seyrederken, büyüme yüzde 0,5’lerden yükselişe geçer, özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısı hızla tırmanır yüzde 4’e yaklaşarak bir zirve yapar, sonra düşüşe geçer.

Yazar, sermaye getirisi ve büyüme arasındaki ilişkiyi bir de kardan vergiler düşüldükten sonra irdeler. “Sonuç olarak, yirminci yüzyılda, mali ve mali olmayan şokların yarattığı sonuçlarla tarihte ilk kez, sermaye getirisinin büyüme oranından daha az olduğu bir dönemi buluruz.” (Piketty, s.356) Bu dönemde, yani 20. yüzyılda sermayeden vergi oranı ortalama yüzde 30’dur. Bu oran 21.yüzyılda yüzde 10’lara geriler. İki dünya savaşının yaşandığı yıllarda -yazar bunları “şoklar” olarak nitelemeyi tercih ediyor- sermayeden vergi oldukça yükselir. Bunun da etkisiyle “tarihte ilk kez” sermaye getirisi büyüme oranının altına düşer. Bu dönem aynı zamanda kapitalizmin Keynes ekonomisini uyguladığı yıllardır. Büyük yıkımlardan sonra devlet vergileri yükselterek, bu sermayeyi yatırımlara yönlendirir. Böylece büyüme oranı sermaye getiri oranının üstüne çıkar.

Neoliberalizm yılları gelince -1980 sonrası- “şokların” etkileri azalır ve yeniden vergiler inişe geçer, böylece sermaye getirisi yeniden büyüme oranının üstüne çıkar.

Sermaye getirisinin büyüme oranından sürekli büyük olmasının anlamı nedir ve nelere yol açar? Yazar bu temel tespitini şöyle derinleştirir. r>g’nin eşitsizliği, geçmişte birikmiş zenginliğin üretim ve ücretlerden daha hızlı büyüdüğünü anlatır. Bu eşitsizlik temel mantıksal zıtlığı açıklar. İşverenler kaçınılmaz bir şekilde rantiyeliğe eğilim duyarlar, emeğinden başka bir şeye sahip olmayanlar üzerinde gittikçe artan bir hâkimiyet. Bir kez bu yapı ortaya çıkınca, sermaye kendini, üretim artışından daha hızlı üretir. Geçmiş geleceği yutar.” (Piketty, s.571)

Sermaye getirisinin büyüme oranından büyük olması, en genel olarak karın tümünün üretime yatırılmaması anlamına gelir. Kapitalist sistemde böyle bir tercih her zaman mümkündür. Ancak bunu kapitalizmin tüm tarihine yaymak, Piketty’nin verileri öyle gösterse de, doğru değildir. Yazar, tüm dünya için ve çok uzun bir zaman aralığında rakamları ele alıyor. Oysa sadece kapitalizm yıllarını ele alsak bile, dünya baştan aşağıya “eşitsiz gelişim” yaşamıştır. Aynı zamanda emperyalist savaşlar, devrimler, ulusal kurtuluş savaşları, dönemler arası büyük farklılıklar yaratmıştır. Yazar, bütün bunları uzun zaman aralığı içinde ve tüm dünya için ortalamalarla silikleştiriyor.

Gelelim r>g eşitsizliğinin yarattığı sonuçlara: Bu eşitsizlik devam ederse, yazara göre sermaye rantiyeleşiyor ve kendini üretim artışından daha hızlı büyütüyor. Piketty, sermayeyi nasıl ele alır? “Bu kitapta, sermaye sahip olunabilen ve pazarda değiştirilebilen insan dışı tüm değerlerdir. Sermaye, şirketler ve hükümet firmaları tarafından kullanılan, finansal ve profesyonel sermaye (işletmeler, altyapı, makine, patent vb) kadar bütün gayrı menkulleri de içerir.”  Piketty’nin sermayesini, Marks’ın tanımıyla karşılaştırdığımızda, yazar işgücünü (değişen sermayeyi) sermaye dışında tutuğuna göre, onun tanımı değişmeyen sermayeyi kapsamaktadır. İçinde değişen sermaye (işgücü) olmadığında hiçbir sermayenin birikim yapamayacağını ayrıca anlatmayacağız. Çünkü Piketty’nin “Das Kapital”in mantığıyla bir yakınlığı yoktur.

Sermaye getirisi ulusal büyümeden fazla olunca sermaye neden rantiyeleşmeye yönelir? Yani neden üretime yönelmez de spekülasyona yönelir? Yazar bu konuda doyurucu bir açıklama yapmaz. Sermaye, üretime veya üretim dışı alanlara kar oranlarındaki farklara göre yönelir. Karın yüksek olduğu alanlara sermaye akışı artacağı için bir dönem sonra bu alandaki kar da diğer alanlardaki seviyeye geriler. Yazar’ın kendi tespitine göre rantiyeliğe yönelen sermaye, kendini üretimdekinden daha hızlı büyütür. Başka bir deyişle kar oranları rantiyelik alanlarında üretim alanından daha yüksektir. Piketty, bunun nedenini de bize açıklamaz. Bu ayrıca hep böyle midir? En son yaşanan 2008 büyük bunalımı bir kez daha böyle olmadığını gösterdi. Spekülasyon alanında sermaye bollaştıkça, neticede balon patladı. Dolayısıyla bu alanda kar oranları uçurumun dibine yuvarlandı.

Yazar, r>g eşitsizliğini “kötülüklerin anası” ilan ettikten sonra bu eşitsizliğin nedenleriyle ilgili bazı görüşleri ele alır.

“Özetlersek, bu kitap boyunca vurguladığım r>g eşitsizliğinde belirlenebilecek temel kutuplaştırıcı gücün, pazarın yetersizliğiyle bir ilişkisi yoktur ve pazarlar daha serbest ve daha rekabetçi olsa da ortadan kalkmayacaktır.” (Piketty, s.424) Yazar, liberallerle tartışırken bu tezi savunuyor. Bunu biz şöyle tercüme edebiliriz: Eğer r>g eşitsizliği varsa, pazarlar eksiksiz işlese de, sermaye rantiyeleşmeye yönelir. Bu kısmen doğrudur. En son küreselleşme yıllarında pazarlar önceki yıllara göre çok daha iyi işledikleri halde spekülasyon ya da rantiyeleşme zirvelere tırmandı. Tam 2008 bunalımı öncesinde, 2007 yılında dünya toplam hâsılası 65 trilyon dolar iken, finansal varlıkların toplamı 1000 trilyondu. (Küresel Kriz ve Finansallaşma, Volkan Yaraşır) En kaba hesapla “hayali ekonomi” “gerçek ekonomi”nin 15 katı büyüktü. Bu pazarlar “iyi” işlediği için böyle olmuştur.

Fakat yazar, r>g eşitsizliğinin tersine döndüğü dönemi nedense hep ıskalamayı tercih eder. Keynes ekonomi politikasıyla pazara devlet müdahalesinin yapıldığı yıllarda -yazara göre şok yıllarında-büyüme, sermaye gelirinin üstüne çıkmış (g>r olmuş) ve eşitsizliğin yarattığı kutuplaşma yumuşamıştır. Fakat yazar, 20. yüzyıldaki bu durumu insanlık tarihinde bir istisna olarak kabul edip özel olarak incelemeye gerek duymaz. Pazarlar mükemmel işlese de  r>g eşitsizliği insanlığın alın yazısıdır. Bu alın yazısının kırıldığı dönem (1914-1975) bir istisnadır ve yazarın700 sayfalık kitabında fazla ilgisini çekmez.

“Bugün ‘rant’ sistematik olarak ‘tekellerle’ birlikte anılır… Oysa sermayenin getirisinin büyüme oranından daha yüksek olması gerçekliğinin tekellerle bir bağlantısı yoktur ve daha fazla rekabetle çözülemez. Tam tersine sermaye pazarında daha saf ve daha fazla rekabet, sermayenin getirisi ile büyüme oranı arasındaki uçurumu daha fazla büyütür. Sonuç sermaye sahibi ile yöneticinin ayrılmasıdır.” (Dynamics of Inequality, New Left Review,  Piketty, Jan/Feb 2014) Tekellerin rantla bir ilgisi yoksa kimlerin vardır? Bankalar ve tekellerin kaynaşması onlara her alanda rant sağlama imkanı yaratır. Üretim alanında, para sermayenin hüküm sürdüğü kredi piyasalarında, spekülasyon alanı olan borsalarda hep tekellerin sözü geçer. Tekeller rekabeti yok edemez, ancak çoğu zaman kendileri için en uygun ortamı yaratma gücüne sahiptirler.

Öte yandan, daha fazla rekabet neden r>g uçurumunu büyütsün? Rekabetin, karları aşağıya çeken bir etkisi vardır. Böylece sermayenin getiri oranı da azalır. “Saf veya güçlü rekabetin” büyümeyi mutlaka arttırması gibi bir ekonomik kural da yoktur. Rekabetle güçlü olanlar büyüyüp ayakta kalırken, diğerleri iflas ederler. Bunun otomatik sonucu büyüme değildir. Yazar, r>g eşitsizliğinin yumuşatılması için neoliberallerin pazarı savunan tezlerini reddediyor. Bu kadarı güzel, fakat çözüm için 20. yüzyılın “şok” yaşanan yıllarından, yani eşitsizliğin gerilediği yıllardaki ekonomik uygulamalarından bugüne bir ders ya da çözüm önerisi aktarmıyor. Netice olarak, bu lanetli alın yazısı r>g eşitsizliğinden kurtuluşun bir yolu kalmıyor.

Aslında bir yolu var ancak Piketty o yolu gözlerden saklamak için epeyce gayret gösteriyor. Yazara göre “insanlık tarihinde” sadece bir kez, 20.yüzyılın önemli bir bölümünde (1914-1980 arası) eşitsizliği yaratan r>g bağlantısı tersine dönmüştür.  Yazar İsa’dan bugüne rakamlarla konuşma iddiasındadır. Fakat bunun spekülatif tahminden öteye bir anlamı elbette yoktur. İnsanlık tarihini bir yana bırakalım, kapitalizm yıllarına bakarsak gerçekten sözü edilen yıllar özel bir yere sahiptir. Yazar bu yıllardaki olayları “mali ve mali olmayan şoklar” olarak yuvarlıyor, derinliğine inmekten ısrarla kaçınıyor.

“Gerçekte, iki savaşın bütçe ve mali şokları, sermayenin kendi içindeki savaşlardan daha yıkıcı olduğunu kanıtladı. Fiziksel yıkıma ilave olarak, 1913 ve 1950 arasında sermaye ve gelir oranındaki baş döndürücü düşüşün açıklanmasında temel faktörler; yabancı tahvillerin çöküşü ve bu zamanın özelliği çok düşük tasarruf oranı ve öte yandan savaş sonrası yeni politik koşullarda karma mülkiyet ve kuralların geçerli olmasıyla varlıkların düşük fiyatlarıdır.” (Piketty, s.148)

Bu söylenenler o günün sadece bir fotoğrafıdır. “Şokların” iç bağlarına değinilmez. Örneğin; yazar “savaş sonrasının yeni politik koşullarında karma mülkiyet ve kuralların” ortaya çıkış nedenlerini fazla kurcalamaz.

Fakat kitabıyla ilgili New Left Review dergisiyle yaptığı bir söyleşide yazar, derginin sorusundan fazla kaçamaz. “1914-1975 arası gelir eşitsizliğindeki azalmayı sadece iki dünya savaşına bağlıyorsunuz. Güçlü işçi örgütlenmelerinin rolü yok mudur?” sorusuna cevap verirken kimi gerçeklere değinmek zorunda kalıyor. Fakat yine de kendi mantık duvarlarının dışına çıkamıyor, ya da çıkmayı tercih etmiyor. “Görüşüm basittir, bu değişimler, Bolşevik Devrimi süreci ve Doğu’da ortaya çıkan tehlike dâhil, büyük ölçüde savaşların ve Büyük Bunalım’ın yarattığı şokların ürünüdür.” (New Left Review, a.y. s.115)

Yazar, Sermaye’nin içinde “değişen sermaye”ye (iş gücüne) yer vermediği için “şoklar”ı anlatırken sermayenin bu yanının davranışlarına hemen hiç değinmez. Kitabının başında ekonomi biliminin soyut matematik formüllere indirgenmesini eleştiren yazar, aynı zamanda “ekonomik determinizme” ihtiyatla yaklaştığını, sorunun “politik” olduğunu ileri sürmüştü. Ancak “şokları” açıklarken sırf ekonomik determinizm sınırında kalıyor. “İnsanlık tarihinde ilk kez eşitsizliğin azaldığı” aralığı anlatırken savaşın yıkımı yanında, yabancı sermaye portföylerinin çöküşüne, az tasarruf olmasına ve varlık değerlerinin düşük olmasına değinir. Fakat “yeni politik koşullarda” ortaya çıkan “karma mülkiyet ve kurallar”ın içine girmez. Yazarın bakışı ekonomik nesnelerle sınırlı kalır. Oysa Marks’ın ana buluşunu açıklarken Engels politikanın, ekonominin neresinde olduğunu mükemmel bir şekilde açıklamıştır.

“İktisat, nesneyi incelemez, insanlar arasındaki ilişkileri ve son tahlilde, sınıflar arasındaki ilişkileri inceler; oysa bu ilişkiler, her zaman, nesneye bağlıdırlar ve nesne gibi gözükürler.” (F.Engels, Karl Marks’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisi, s.39)

New Left Review, “şoklarda” “güçlü işçi örgütlenmelerinin rolünü” sorduğunda, yazarın cevabı totolojiktir. “Değişimlerin, savaşlar ve büyük bunalımın sonucu olduğunu” tekrarlar. İnsanlar ya da sınıflar arası ilişki konunun dışında kalır. İşçi sınıfı mücadelesinin 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısında yükselmesi, Paris Komünü’nden Bolşevik Devrimi’ne giden bir sürecin başlaması, şokların içinde işçi sınıfı örgütlenmelerinin büyük rolünün olduğu yıllardır.

Oysa Piketty’nin hiç değinmemeyi tercih ettiği sosyalizm korkusu kapitalizme olmadık işler yaptırmıştır. Refah devletleri adı altında işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları tarihte olmadık ölçülerde iyileşmiştir, ayrıca sermaye getirisine büyük vergiler konabilmiştir. Elbette bütün bunlar aynı zamanda işçi ücretlerinde yükselme demekti. Dolayısıyla r>g eşitsizliği  “uzun tarihsel dönemde” kendiliğinden işleyen bir “tarihsel gerçek” değildir. Sınıflar mücadelesinin kendini ortaya koyma biçimlerinden birisidir. Savaş şokları zaten sınıflar savaşının bir başka biçimiydi. Ortaya sosyalist bir sistem çıkınca eşitsizliğin uçurumu belli ölçülerde daraldı.

Diğer şeyler bir kenara Piketty çözümü vergide gördüğü için “şok” yıllarında bu konudaki gelişmeleri nasıl yorumlayacaktır? Bu yıllarda, sermaye üzerinden yüksek oranlı vergilerin alınabilmesini, fakat bu vergi oranlarının 1980’ler sonrası yeniden azalışını nasıl açıklayacaktır? Ekonomik determinizmle değil, “politikalarla” açıklayacaksa, politikaların bu köklü değişiminin de bir izahı gerekir. Bu soruların cevabı sınıflar savaşında, işçi sınıfı mücadelesinin gücünde yatmaktadır. Fakat Piketty’nin “21. Yüzyılda Kapital”inde sınıflar savaşı yoktur.

Piketty, İsa’dan bugüne istatistik tabloları yaparak, iki bin yılı aşkın zaman aralığında bir “tarihsel gerçeği” kanıtlamaya çalışırken, dürbünün tersiyle olaylara bakıp, özgün dönemleri silikleştirir. Eşitsizliğin dinamiğinde rantiyeleşmeyi görmek, sonuçla uğraşmak oluyor. Das Kapital’e göre, kar oranlarında düşme sermayeyi üretim alanları dışında arayışlara iter. 1975’ler sonrası yaşananlar bunun bir kez daha en iyi kanıtıdır. Sermaye üretim alanlarından spekülasyona kaymıştır. Öyle ki, kapitalizmin tarihinde spekülasyona hiç bu ölçüde kayış yaşanmamıştır.

Piketty ve Kar Oranlarında Düşme

Piketty, Marks’ın kar oranlarında düşme yasasına inanmadığı için rantiyeleşmeyi r>g eşitsizliğine bağlar. Bu eşitsizliği ise istatistiklere dayanarak “tarihsel bir gerçek” olarak kabul eder. Eşitsizliğin dinamiklerinin içine doğru yolculuğa devam edebilmek için yazarın Marks’ın kar oranlarındaki düşme yasasını nasıl yok ettiğine bakmalıyız.

“…kapitalistler sürekli artan miktarda sermaye biriktirirler, bu birikim sonunda kaçınılmaz biçimde kar oranlarının (yani sermaye geliri) düşmesine ve daha sonra da kendi çöküşlerine yol açar. Marks matematik modeller kullanmadı ve onun metni daima berrak değildi, bu yüzden aklında ne olduğundan emin olmak zordur.” (Piketty, s.228)

Önce yazarın Marks yorumunda zorunlu düzeltmeler yapmalıyız. Kar oranlarında düşmenin nedeni “kapitalistlerin sürekli artan miktarda sermaye biriktirmesi” değildir. Sermaye birikiminin değişen yapısıdır. Ayrıca Marks kar oranlarının düşmesi yasasını bir matematik formül üzerinde açıklar. Fakat bu “model” basit bir tanımdan ibarettir. Açıklama kar oranı formülünün yapısında vardır.

Marks kar oranını k=A/S olarak tanımlar; A: artı-değer miktarıdır, S: toplam sermayedir. S, yani toplam sermaye, değişmeyen (makine, diğer donanımlar ve ham maddeler) (s) ve değişen (işgücü ücretleri) sermaye(d) olarak ayrılır. Sonuçta kar oranı formülü k=A/s+d olarak ifade edilebilir. Eşitliğin pay ve paydasını (d) değişen sermaye ile bölersek k=a/b+1 olur. Burada a=artı-değer oranı, b=sermayenin organik bileşimidir. Kar oranında düşme olması için sermayenin organik bileşiminin (b) artı-değer oranından (a) daha hızlı büyümesi gerekir.

Marks kapitalist birikimin yasasını çok berrak biçimde şöyle açıklar: “Değişmeyen sermayedeki bu sürekli değer artışına… ürünlerde sürekli bir ucuzlama tekabül eder. Her tek tek ürün, kendi başına alındığında, ücretlere yatırılan sermayenin, üretim araçlarına yatırılan sermayeye kıyasla daha büyük bir yer tuttuğu daha düşük üretim düzeyine göre, daha az miktarda emek içerir… Bu üretim tarzı, değişmeyen sermayeye kıyasla, değişen sermayede gitgide nispi bir azalma, ve dolayısıyla toplam sermayenin organik bileşiminde sürekli bir yükselme yaratır. Bunun doğrudan sonucu, aynı ya da hatta artan bir emek sömürü derecesinde, artı–değer oranının sürekli düşme gösteren bir kar oranı ile temsil edilmesidir.” (K.Marks, Kapital III, s.225)

Marks, Piketty’nin yorumladığı gibi, artan sermaye birikiminin kar oranlarını düşürdüğünü söylemiyor. Kapitalizmde sermaye birikim sürecinde, teknik ve üretim örgütlenmeleri geliştikçe, sermayenin organik bileşimi, artı-değer sömürü oranına göre daha hızlı arttığı için kar oranları düşme eğilimi gösterir. Marks’ın bu düşmeyi mutlak değil bir eğilim olarak ele almasının da bir nedeni vardır. Çünkü bu eğiliminin yanında “zıt yönde etkiler” de vardır.

“Zıt yönde etkileri” çok kısa özetlersek bunlar; “sömürü yoğunluğundaki artış”, “ücretlerin, emek gücünün değerinin altına düşmesi”, “değişmeyen sermaye unsurlarının ucuzlaması”, “nispi aşırı nüfus”, “dış ticaret” ve “hisse senetli sermayenin artışı”dır. (Marks, ay. s.244-254) Kar oranlarının düşme yasası ve zıt yönde etkiler incelendiğinde Marks’ın “metninin berrak” olduğu görülür.

Yazar, Marks’ın Kapital’in I. kitabında bir tekstil fabrikasının defterlerini inceleyerek “sabit ve değişken sermaye arasında aşırı yüksek -ondan büyük- bir oran bulduğunu söyler. Marks ve pek çok şüpheci diğer gözlemciler için bütün bunların (özellikle on dokuzuncu yüzyılın başından beri durgunlaşan ücretler nedeniyle) nereye gideceğini ve böyle hiper-sermaye-yoğun sanayi gelişmesinin ne tip uzun dönemli bir sosyoekonomik denge yaratacağını sormaları doğaldır.” (Piketty, s.229)

“Bu önemli sezgiye rağmen problem, Marks’ın elde edilebilir istatistiklere genellikle hikâye gibi ve sistematik olmayan bir yaklaşım içinde olmasıdır. Özellikle, bazı fabrikaların hesap defterlerinin gözleminden çok yüksek sermaye yoğunluğunun bir bütün olarak İngiliz ekonomisini veya bazı sektörlerini temsil edip etmediğini bulmaya çalışmamıştır.” (Piketty,s.229)

Yazar, bugün Marks’tan çok daha fazla ve gelişkin veriye sahip olmasına rağmen, rakamlarla onun hatasını kanıtlamaya kalkışmıyor. Marks’ın “sezgisine” önem veriyor, fakat metodunun “sistematik olmadığını”, dolayısıyla birkaç rakamdan böyle bir sonuca ulaşılamayacağını söylüyor. Eğer, yazar rakamlarla Marks’ı yalanlamaya kalksaydı bunu başaramazdı. Çünkü sanayi kapitalizmi Marks’ın keşfettiği yolda gelişmiştir. Sermayenin organik bileşimi sürekli büyümüştür. Hele bugünün kapitalist dünyasında bunun tersini iddia etmek sadece gülünç olur.

Yazar, “sürekli sermaye birikimi yaşanırken, büyümenin sıfıra yakın olması koşullarında, sermayenin gelirdeki payının bütün ulusal geliri yutacağını” iddia ederek, kapitalistlerin böyle koşullarda kendi “mezarlarını kazacağını” (bu “mezar kazıcılığını” Marks proletarya için söylemiştir, ancak konu dışı kaldığı için geçelim) savunmaktadır. (Piketty, s.228) Bu tespitin ne Marks’ın kapitalist bunalımlarla ilgili söyledikleriyle, ne de üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çatışmadan çıkıp gelen devrim dönemleriyle ilgili öngörüleriyle yakından bir ilişkisi vardır.

Yazara göre bu felaketten çıkış yolu “yapısal büyüme”dir, fakat Marks’ın bunu görmediğini ileri sürmektedir. “Marks’ın aklında, on dokuzuncu yüzyılın tamamında ve yirminci yüzyıl başındaki ekonomistler gibi,… sürekli ve sağlam üretkenlik artışına dayanan yapısal büyüme fikri açıklıkla tanımlanmış veya formüle edilmemişti.” (Piketty, s.228)

Evet, Marks kendi döneminde “ulusal büyüme”, “ulusal gelir”le ilgilenmemiştir. Ulusal kapitalist pazarların oldukça genç ve dünya pazarlarının paylaşımının başladığı günlerde bu kavramlar henüz ortaya çıkmamıştı. İlk “ulusal gelir” hesaplama girişimleri 1800’lü yıllarda ortaya çıkmış olsa da, konunun bir ekonomik kavram olarak şekillenip kullanılması büyük bunalım (1930’lar) yıllarına kadar gider.

Sonuç olarak, yazar, Marks’ın kapitalizmin çöküşü ile ilgili “kehanetini”yle, “sürekli yapısal büyüme” olgusundan habersiz olduğu için hatalı bir tespit yaptığını iddia ediyor. “Marks’ın işaret ettiği dinamik istikrarsızlık, gerçek bir zorluğa denk düşer, bundan mantıklı tek çıkış yapısal büyümedir; sermaye birikim sürecini dengeleyecek tek yol budur.” (Piketty, s.228)

“Özetle, üretkenlik artışına ve bilginin yaygınlaşması temeline dayanan modern büyüme, Marks tarafından öngörülen kehanetten kaçınmayı ve sermaye birikim sürecini dengelemeyi mümkün kılar.” (Piketty, s.234)

Yazar, “sürekli sermaye birikimi yaşanırken, büyümenin sıfır veya sıfıra yakın olması durumunda”, Marks’ın kapitalizmin çöküş kehanetinin gerçekleşebileceğini iddia ediyor. Bu çöküşten kaçınmak için, sermaye birikim sürecinin sürekli yapısal büyüme ile dengelenebileceğini ileri sürüyor. Ortada bir gariplik olduğu açık! Önce, büyüme sıfırken sürekli sermaye birikimi nasıl gerçekleşiyor? Diğer bir ifadeyle, sermaye birikim sürecinin yapısal büyüme ile dengelenmesi ne anlama geliyor? Bu garip paradokslardan yazarın sermaye birikim sürecinden anladığının, üretim temelli olmayıp, spekülatif veya ranta dayalı olduğu anlaşılıyor.

Eğer büyüme sıfırsa, yani toplam ekonomide artı değer yaratılmıyorsa, “sürekli sermaye birikimi” ancak spekülasyonla, yani para oyunlarıyla gerçekleşebilir. Yazar bu noktada haklıdır, eğer ekonomi sadece bu kanaldan gidiyorsa bir çöküş kaçınılmazdır. Fakat böyle çöküşler genellikle kapitalist sistemin çöküşünü değil, balon yapan değerlerin patlayıp yok oluşunu getirir.

Öte yandan, sermaye birikiminin tahrip edici etkisini yapısal büyüme ile dengelemekten ne anlamalıyız? Yazar, spekülatif veya ranta dayalı sermaye birikiminin yanında üretime dayalı sermaye birikimi gerçekleşirse çöküşten kaçınılabileceğini iddia ediyor. Bu bakış açısının ne Marks’ı ne de kapitalist sistemin yapısını hiç anlamadığı çok açıktır. Marks sermaye birikiminin kaynağının artı-değer üretimi olduğunu tespit eder ve bu süreçlerin işleyiş kanunlarını ortaya çıkartır. Aslında kapitalizmin ilk günlerinden beri burjuva iktisatçıları “zenginliğin kaynağını” araştırmışlar, “değer yaratan nedir?” sorusunun cevabını aramışlardır. A. Smith ve daha çok Ricardo, değerin kaynağında emeği bulmuşlar, böylece kapitalist üretimin gizleri çözülmeye başlamıştır. Marks daha ileri giderek, artı-değer yaratma süreçlerini ve bu süreçlerin yıkıcı çelişkilerini ortaya koymuştur. Marks, özel olarak spekülatif veya rantiye sermaye ile ilgilenmemiş, sanayi üretiminin yapısıyla ilgilenmiştir. Çünkü kapitalizmin temel çelişkileri bu üretim ve sermaye birikim süreçlerinde yatmaktadır.

Piketty, “sermaye birikim sürecini yapısal büyüme ile dengelemekten” söz edince şunu da söylemiş oluyor: Kapitalizmi yıkıma götürecek olan üretim alanı dışındaki rantiye sermaye birikimidir, yoksa “yapısal bir büyümeyi” sağlayacak kapitalist üretim, Marks’ın kehanetinden kaçınabilir. Başka bir değişle, üretime dayalı sermaye birikim sürecinde yıkıcı bir çelişki yoktur.

Das Kapital’le Piketty’in Kapital’inin temel ayrılık noktası budur. Yazar kapitalizmin bir kusuru ile uğraşıyor; r>g eşitsizliğinden türediğini iddia ettiği rantiyeleşmenin etkileri azaltılırsa kapitalizm pek ala “sonsuza” kadar yaşayabilecektir. Sermayenin, üretim devresi dışına kaçmasının, böylece rantiye sermayenin şişmesinin temel nedeni olan kar oranlarında düşme gerçekliği, Piketty’nin görmek istemediği, üstelik vergilendirmeyle de kurtulamayacağı kapitalist üretimin esaslı çelişkisidir. Kapitalizm, Piketty’nin sevdiği deyimle, emeğin “sınırsız” sömürüsünü gerçekleştirmek için tekniği geliştirdikçe, kar oranlarını riske sokmaktadır. Bu çelişkiden, kapitalizm, “sürekli büyüme” ile kurtulamaz. Ayrıca kapitalist üretimin yapısı gereği sürekli büyüme imkânsızdır.

Yazara, kapitalizmin yapısı gereği sürekli yapısal büyümeyi gerçekleştiremeyeceğini hatırlatmak gerekiyor. Aşırı üretim, aşırı sermaye birikimi, yani değersizleşen sermayelerin bir köşeye atılmasını gerektirir. Bu da ancak büyük bunalımlarla gerçekleşebilir. Bir tanesinin içinde yaşıyoruz. Kapitalizm hala büyüyemiyor. 90’lı yıllardan beri gerçeklik olan “Japon sendromu” -sıfır büyüme- dünya ekonomisini sarmış durumda. Neden helikopterlerden piyasaya atılan dolarlar üretim devresine girmiyor da “rantiyeleşiyor”? Yoksa finans kapital intihar etmeye mi niyetlidir? Piketty, kapitalizmi Marks’ın “kehanetinden” kurtarmak istediğinde sadece gülünç oluyor.

Rantiyeleşmenin Gerçek Nedenleri ve Günümüzdeki Durumu

Piketty, sermayenin günümüzdeki rantiyeleşmesine veya ikinci küreselleşmenin nedenlerine fazlaca değinmez. Onun için r>g eşitsizliğinin işlemesi yeterlidir. Fakat eşitsizlik üzerine araştırma yapmış bir başka yazar, J.Stiglitz, Amerikan ekonomisini saran spekülasyon havasıyla ilgili çarpıcı bir soru sorar:

“Ne zaman yoldan çıktık?”

“Bu soruya kolay bir cevap yoktur, fakat Birleşik Devletlerde Reagan’ın başkan seçilmesi bir dönüm noktasıdır.” (The Price of Inequality, Joseph Stiglitz, s.xxxi) Stiglitz’e göre 1981’de “yoldan çıkma süreci” başlar ve hızla gelişir. 2008 öncesi Amerikan tekellerinin karlarının yüzde 40’ı finans sektörüne gidiyordu. (Stiglitz, ay) Reagan havayollarında 1981’deki grevi kırarak yeni süreçte sınıflar mücadelesinin nasıl bir zeminde yürüyeceğini gösteriyordu. Margaret Thatcher aynı yoldan giderek liman işçileri grevini kırmıştı.

Stiglitz bu dönemin en tipik olgularının başında “rant arayışı”nı vurgular.  (Stigtilz, s.48) Sermaye kendini büyütmek için yeni yollar aramaya çıkmıştır.

Yine bu dönemde “yeni ekonomi”ye büyük umutlar bağlanmıştı. “Bilgi sanayi”si kapitalizmin geleceği için büyük imkânlar sergiliyordu. Fakat bu da uzun sürmedi. 2002 yılında büyük umutlar bağlanan “dotcom” çöktü ve 7 trilyon dolar buharlaştı. (Capitalism’s Last Stand?, Walden Bello, s. 69) “Dotcom”un çökmesinden sonra Amerikan finans kapitalinin emlak alanında balonlar yaratma yoluna çıktığı biliniyor. Onun da çöküşü 2008’de geldi.

Neden Amerika ve İngiltere’nin öncülüğünde neoliberalizm yoluna çıkıldığına, kar oranları açısından baktığımızda açık bir tablo ortaya çıkar. Çin hariç kar oranlarındaki gelişim şöyledir: İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra 1965’e kadar kar oranları sürekli yükselir ve yüzde 25’e varır. 1965 yılı aynı zamanda kar oranlarında kırılma noktasıdır, düşme başlar. 1982’de yüzde 14,5’e geriler. Neoliberal uygulamalarla kısmen bir yükseliş başlar ve 1998’de yüzde 18,5’e varır. Ancak burada tutunamaz yeniden inişe geçer ve “dotcom” krizinde yüzde 16,5’e düşer. Büyük krizin ilk yılında 2009’da ise yüzde 15,5’e geriler. (A world rate of profit revisited with Maito and Piketty, Michael Robert Blog)

Fortune dergisinin 500 büyük Amerikan firması için kar oranları daha da kötüdür. “Ekonomist Philip O’Hara’nın sunduğu endekse göre, 1960-69 arası %7.15 ; 1980-89 arası %5,30 ; 1990-99 arası %2,29 ; 2000-02 arası %1,32’dir.” (W.Bello, s.7)

İşin bu kadarı kapitalizmin rutini içinde kalır. Piketty kabul etmese de kar oranlarında düşme sermayeyi üretim alanı dışına iter, Stiglitz’in deyimiyle “rant aramaya” yöneltir. Fakat bunlar kapitalizmin neoliberal ekonomi politikalarla 1980 sonrası kazandığı özellikleri yeterince açıklamaz. Kapitalizmin tarihinde olmadık ölçüde borsanın rolü ve hacmi 1980 sonrası artmıştır. Finans sermayesinin gücü hiç bu kadar büyümemiştir. Emekli ve sigorta fonlarındaki trilyonlar “borsaya” akmıştır ve bu kapitalizmin tarihinde bir ilktir. Ortaya ikili bir ekonomik yapı çıkmıştır: “gerçek ekonomi” ve “finans ekonomisi”. 2007 rakamlarına göre “finans ekonomisi”, “gerçek ekonomi”den 15 kat büyüktür.

Öte yandan büyük 2008 krizine rağmen finansal şişme devam etmektedir. “Krizden bu yana dünyadaki merkez bankalarının varlıklarının toplamı iki kat artarak 20 trilyon doları aşmıştır.” (Mustafa Durmuş, Küresel Kapitalist Krizde Son Durum, internet, 14.08.2014) Merkez bankaları krizi aşmak için para basıyor.

Dolayısıyla yarattığı bütün yıkıma rağmen “finans ekonomisi”nin egemenliği devam etmektedir. Bu anlamda 2008 krizi ve çözüm yolları da kapitalizmin tarihinde ilk olma özelliğine sahiptir. Kapitalist ekonomide büyük krizler değersizleşen sermaye yığınının süpürülmesi anlamına gelir. Schumpeter’in deyimiyle krizler aynı zamanda “yaratıcı yıkımlardır.” Çürükler silinir. 2008 krizinde de böyle silinmeler, batışlar elbette olmuştur. Fakat yıkımın 1929 bunalımındaki gibi olmaması için Amerikan Merkez Bankası piyasaya helikopterle para yağdırmıştır. Böylece “batmayacak kadar büyük” olanlar kurtarılmıştır. O nedenle, bugün büyük bunalıma rağmen kapitalist ana yurtlarda ekonomide çürüklerle sağlamlar iç içedir. Böylece ekonomik çürüme devam ediyor. Değersizleşen sermaye yığını hala ekonomi içinde kalmaya devam ediyor. Çöp insanlar gibi kapitalizm çöpleriyle birlikte yaşamaya devam ediyor. Bu da günümüz kapitalizmine özgü bir yeniliktir.

Günümüz kapitalizmine bir de Marks’ın kar oranlarının düşmesine karşı sistemin ürettiği “zıt yönde etkiler” tarafından bakalım. Kapitalizm, Piketty’nin iddia ettiği gibi “yapısal büyüme” arayışlarıyla mı çıkış yolu arıyor; yoksa düşen kar oranlarını kurtarmak için bütün gücüyle “zıt yönde etkileri” mi harekete geçirmek için didiniyor?

Neoliberalizmle birlikte kar oranlarındaki düşmeyi dengelemek için uygulanan karşı tepkileri Marks’ın sıralamasına bağlı kalarak irdeleyelim:

İlk karşı tepki, “sömürü yoğunluğundaki artış”tır. Bunun temel iki yolu mutlak ve göreli artı-değeri arttırmaktan geçer. Mutlak artı-değeri arttırmanın yolu, işgününü uzatmaktır. Vardiya, fazla mesai veya doğrudan işgününü uzatma biçiminde olabilir. Günümüzde artık genellikle fazla mesailere ücret ödenmiyor ve ücretlerde bir artış yapılmıyor, işgünü çeşitli yollarla uzatılıyor; hepsinden önemlisi işgücü geçici iş bulma büroları tarafından pazarlandığı için üstündeki mutlak sömürünün arttırılmasına karşı hiçbir pazarlık gücüne sahip olamıyor.

“Diğer yol nispi artı-değerin arttırılmasıdır. Ancak bu yol kendi içinde bir handikap taşır. Sömürü oranını nispi olarak arttırmak için belli bir canlı emekten mümkün olduğu kadar fazla artı-değer sömürmek gerekir, bu da onun üretkenliğinin arttırılması demektir. Bunun için de daha fazla sermaye yatırımı ve etkili iş organizasyonu gerekir. Emeğin üretkenliğini arttırmak için yapılan sermaye yatırımı ise kar oranlarını aşağına çeken bir etki yaratır. Bu handikapın çözümü işgücünün fiyatını ucuzlatmaktan geçer.

“Burada, ikinci tepkiye gelinir: “ücretlerin, emek-gücünün değerinin altına düşmesi”dir. Bu tüketim mallarında bir ucuzlamayla da olabilir; ancak esas olarak işgücünün pazarlık gücünün kırılmasıyla sağlanır. Günümüzün en tipik olgusudur. (Kapitalizmin tarihinde ilk kez bu kadar uzun bir dönem verimlilik artmasına rağmen ücretler yerinde saymakta ve hatta gerilemektedir.)

“Üçüncü tepki, “değişmeyen sermaye öğelerinin ucuzlaması”. Üretkenlik arttıkça Kesim I üretiminde de verimlilik artar, dolayısıyla makinelerin fiyatında ucuzlama olabilir. Daha çok da ham madde fiyatlarındaki ucuzlamalar bunu sağlar. Günümüzde, üretim araçlarının yenilenmesi büyük bir hız kazandığı için, makinelerin satın alınması yerine kiralanması yönteminin gelişmesi de bu konuyla ilgilidir. (Böylece değişmeyen sermaye öğeleri ucuzlatılır.)

“Dördüncü tepki, “nispi aşırı-nüfus”tur. Bu ücretleri aşağıya çeken bir baskı yaratır. Bugün tüm ülkelerde (gelişmiş-gelişmemiş), büyük bir rol oynamaktadır. (Özellikle geniş genç işsizler denizi çalışanların ücretleri için tehdittir.)

“Beşinci tepki, “dış ticaret”tir. Bu ham madde fiyatlarında ucuzlama yaratabilir,  aynı zamanda emeğin yaşam gereksinmelerini ucuzlatarak da, hem değişen hem değişmeyen sermayede ucuzlama yaratarak kar oranının yükselmesine yol açar. Öte yandan, sermaye ihracı da aynı yönde etki yaratır.

“Son tepki, “hisse senetli sermayenin artışı”dır. Bu senetler ortalama karın altında kar sağlarlar. Bunların yaygınlaşmasına rağmen kar ortalamasına girmedikleri için, oranı aşağıya çekici bir etki yaratmazlar. Üretime çekilen bu tür sermaye artar, ancak bunlar ortalama kar oranına girmedikleri için, sonuçta değişmeyen sermayenin ucuzlatılması etkisinin aynısını yaratırlar. (Marks, s.244-253, a.y.) (Borsadan firmaların devşirdiği sermaye netice olarak, değişmeyen sermayenin ucuzlaması etkisini yaratır.)

“Günümüz neoliberal politikalarına bu yönden bakınca, kar oranlarının düşmesine karşı hangi mekanizmaları harekete geçirdikleri görülebilir. Bugünün en tipik olgularından taşeronlaştırma, kar oranlarının ortalama karda eşitlenme eğiliminin önünü keserek, bu yolla ara girdilerin, yani değişmeyen sermayenin ucuzlatılmasından başka bir şey değildir. Yine bu konu içinde ele alınabilecek, tasarımının merkezlerde yapılıp bütün üretimin emek ucuz ülkelere taşınması da sermayenin organik bileşimini düşüren etkiler yaratmaktadır. Özelleştirmeler de çok düşük fiyatlarla gerçekleştirilen bu sözde yeni yatırımlar, bu özellikleriyle, sermayenin organik bileşiminin düşmesini sağlamaktadır. Artan spekülasyon ise, kar oranlarındaki düşmeye gösterilen üretim devresi dışından tepkidir. Kar kitlesinin büyük bölümünü temsil eder hale gelmeleri ise, kar oranlarındaki düşmenin kapitalist üretimin temellerini nasıl aşındırdığının iyi bir kanıtıdır.” (M.Yılmazer, Kapitalizmde Yapısal Dönüşüm, s.255-56)

Bütün bu etkilerin odak noktasında 1980 sonrası sınıf mücadelesinin yaşadığı büyük değişimler yatmaktadır. Piketty, eşitsizliği istatistik olarak sergiler, fakat onun mekanizmalarını irdelemez ya da sadece r>g eşitsizliğine indirger. Onun için de “sınıf mücadelesi mi ya da yüzdeler mücadelesi mi” başlığı altında en üst yüzde 10 en alt yüzde 50 arasındaki gelir dağılımını irdeler. İstatistik bir tablo açısından bu çok doğaldır. Ancak “eşitsizliğin” kaynak ve mekanizmalarını açıklamak açısından yeterli değildir. Kapitalizmde, üretim araçlarının mülkiyeti, sermaye birikim yasaları ve işçi sınıfın mücadele gücü dikkate alınmadan “eşitsizlik” konuşulursa, ortada sadece gerçekten “yüzdeler” kalır.

Bu konuda sözü uzatmanın anlamı yoktur. Sözü “Amerika’nın 20. yüzyıldaki en başarılı yatırımcısı’ borsa yıldızı Warren Buffett’a bırakalım: “Son yirmi yıldır sınıflar savaşı yaşanıyor ve benim sınıfım kazandı.” (aktaran, J.Stiglitz, s.225) Elbette Amerika’daki sınıflar savaşı sadece son yirmi yılla sınırlı değildir. Fakat son yirmi yılda “yatırımcıların” kesin kazandığı işçi sınıfının kaybettiği bir sınıflar savaşı yaşanmıştır. Ancak Piketty, bütün günahı karların yapısal büyümeye değil de rant sağlamaya yatırılmasına bağladığı için sınıf mücadelesiyle ilgilenmez. Neoliberalizmin sınıf örgütlenmelerini güçsüz düşürmek için nasıl büyük bir savaş verdiğine fazla değinmez.

Sermaye Yapısında Değişim

“21. yüzyılda sermaye” hakkında yazınca sadece “eşitsizlik” değil onun değişen yapısının da irdelenmesi gerekirdi. Yazar bu konuda oldukça yüzeysel bir tespitle yetiniyor. “Değer yapısı açısından, yirmi birinci yüzyılda sermayenin on sekizinci yüzyıldaki sermaye ile en küçük bir ortak yanı yoktur… Basitçe koyarsak, uzun bir süreçte görünen, tarım topraklarının derece derece gayrimenkul, iş sermayesi ve firmalar ve hükümet kurumlarında yatırılan finans sermayesiyle yer değiştirmesidir.” “Sermayenin doğası değişti: bir zamanlar o topraktan ibaretti fakat artık esas olarak gayrimenkul artı sanayi ve finans sermayesine dönüştü.” (Piketty, s.118,120) Böyle bir tespit için özel bir çaba gerekmiyordu, söylenen çoktandır bilinen gerçeğin tekrarıdır.

Yazar, sermayenin üç yüz yılda geçirdiği değişimlere ve özellikle bugünkü yapısının detaylarına değinmiyor. Sermayenin yapısında özellikle üç temel değişime değinmekle yetinelim. Sanayi sermayesinin yığınağı imalat sanayinden bilgi-hizmet alanına kaymıştır. Ulusal hâsılada artık bu alanın payı büyümektedir. Kapitalizmin ilk yıllarından itibaren sermaye önce topraktan sanayiye kaymış, 1970’ler sonrası imalat sanayinden bilgi-hizmet alanına kaymıştır. Bu alanın imalat sanayi kesiminden temel farkı, makinelerin insanların yerini alması bu sektörlerde daha yavaştır. Bilgi-hizmet sektöründe insanın yerini makinelerin alamayacağı kesimler oldukça çoktur. Özellikle yaratıcı düşüncenin yerini makineler hiçbir zaman alamayacaktır. Kitlesel meta üretiminden sürekli yeni meta üretimine, başka bir deyişle meta yaratımına geçilince yaratıcı emeğin üretimdeki rolü artmaktadır.

Böylece, sermayenin yapısındaki “değişen sermaye”nin rolü bant sistemi günlerinden farklı bir özellik kazanmaya başlamıştır. Ancak nasıl bir gelişim izleyeceği henüz yeterince aydınlık değildir.

Sermayenin yapısında ikinci çok önemli değişim, üretim dışındaki bölümünün-rant veya spekülasyon alanları-gittikçe büyümesidir. Bu büyüme kapitalizmin önceki dönemlerinden çok farklıdır. Hatta ekonomilerde artık iki ana bölüm oluşmuştur: gerçek ekonomi; finans ekonomisi! Bugünün rakamlarıyla finans ekonomisi gerçek ekonomiden değer olarak 15 kat büyüktür. Kapitalizmde karların en son dayanak noktası artı-değer üretimidir. Finans ekonomisinde karlar bu gerçekliğin dışında geliştiği için büyük balonlar ve patlamalar biçiminde akan büyük bir ekonomi alanı oluşmuştur. Aslında bu bir toplumsal çürümenin ekonomik nesnelerle kendini ifade etmesidir.

Üçüncü değişim, sermaye sahipliğinde değişimdir. Büyük bir finans ekonomisinin oluşması ve bu alana dev parasal havuzların -sağlık sigortaları, emeklilik fonları gibi- akması sermayenin doğrudan sahipleri ile onu yönetenler arasında kesin bir kopma yaratmıştır. Bu elbette ilk değildir, Marks zamanındaki anonim şirketlerden beri vardır. Fakat bugünkü boyutlar önceki masum haliyle kıyaslanmayacak ölçüde büyüktür. Çılgın yönetici -CEO- ücretleri bu kopan çatlaktan çıkmıştır. Bunun en derin yaşandığı Amerika’da CEO ücretleri de en çılgın noktalara çıkmıştır.

Sermaye sahipliği ile yönetenin kopması kapitalizmin mevcut koşullarında “yatırımların” kısa vadeli yüksek karlara yönelmesini getirmektedir. “Yatırım” deyimi yanıltıcı olabilir, buradaki anlamı spekülatif yatırımlar anlamındadır. Borsa, döviz, emlak spekülasyonu alanlarında yoğunlaşır. Orta ve uzun vadeli yeni teknoloji ile donanmış stratejik doğrudan yatırım bir türlü canlanmıyor.

Sonuç

Sonuçta yazarın, uçurumlaşan eşitsizliğin yumuşatılması için çözüm önerisi vergidir: “Doğru çözüm sermaye üzerinden yıllık ilerleyen vergidir.” “Bu çözümdeki zorluk, sermaye üzerinde ilerleyen vergi, yüksek seviyeli uluslar arası dayanışmayı ve bölgesel politik entegrasyonu gerektirir.” (Piketty, s.572)

Yazar, “iki kutuplu dünya yıllarında” sermaye üzerinden verginin ortalama yüzde 30 ve üzerinde iken, hatta İskandinav ülkeleri ve Amerika’da yüksek servetlerden vergilerin yüzde 80’lere kadar çıktığı dönemlerden, neden günümüzde yüzde 10’ların altına düştüğünü açıklayamadığı sürece bu önerinin hiçbir değeri yoktur.

New Left Review ile konuşmasında yazar, vergi ile ilgili soruya verdiği cevapta aslında bir gerçeği de dile getiriyor. “Kademeli artan vergi… geçmişteki her büyük demokratik devrimin yüreğinde bir mali devrim vardı ve aynısı gelecek için de doğru olacaktır.” (Piketty, New Left Review, s. 113) Böylece yazar dolaylı olarak, böyle bir verginin ancak demokratik devrim ölçüsünde büyük bir gelişmeyle mümkün olabileceğini söylemiş oluyor.

Bugünün dünyasında bu konuda bir uluslar arası dayanışma imkânsızdır. Her büyük gücün diğerinin kuyusunu kazmak için uğraştığı günümüzde yazarın önerisi tam bir komedidir. Kendi deyimiyle hiçbir karşılığı olmayan “faydalı bir ütopya”dır.

“21. yüzyılda sermaye” üzerine koca bir kitap yazıp sonunda onu anlamsız bir öneriyle noktalamak basit bir öngörüsüzlük olarak görülebilir. Kitabın başka bir “hizmeti” olmasa dikkate almamak mümkündü. Ancak onun esas rolü kapitalizmle ilgili Marks’ın “kehanetini” boşa çıkartmaktır. Yazar,    “ayrıştırıcı temel güç olarak” “kar oranının ekonomik büyüme oranından büyük (r>g) olmasını” görüyor; “teknik gelişim ve üretkenlikle yapısal bir büyüme sağlandığı ölçüde, Marks’ın kehanetinden kaçınılabileceğini” iddia ediyor (Piketty, s.21,25)

Böylece kapitalizmde, onun sermaye birikim süreçlerinde bir sorun yoktur. Tek sorun, “kar oranının ekonomik büyüme oranından büyük (r>g) olmasıyla” ortaya çıkan rantiyeleşmedir. Üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasında bir çelişki yoktur. “Zenginliğin dağılım dinamiklerinde” üretim araçlarının özel mülkiyeti bir rol oynamazken r>g eşitsizliğinden doğan rantiyeleşme rol oynamaktadır.

Oysa Das Kapital’e göre zenginliğin dağılımında genel olarak özel mülkiyet, kapitalizm koşullarında ise üretim araçlarının özel mülkiyeti belirleyici bir rol oynar. Piketty’nin bundan haberdar olmaması mümkün değildir. Ancak yazar bu noktada bir sorun görmez.

“Marks özel sermayenin tümüyle ortadan kaldırıldığında bir toplumun politik ve ekonomik olarak nasıl örgütleneceği konusunda en küçük bir düşünce yürütmedi—görüldüğü gibi, özel sermayenin kaldırıldığı devletlerde trajik totaliter uygulamaların yürütülmesiyle, böyle kompleks bir sorun var olduysa.” (Piketty, s.10) Yazar dolambaçlı konuşsa da, ne demek istediği bellidir: Özel mülkiyetin kaldırıldığı toplumlar totaliter uygulamalar üretiyor ve Marks bu konu üzerine hiç akıl yormamıştır.

Yazar, Marks’ın özellikle Paris Komünü deneyinden sonra bu konuda önemli görüşler geliştirdiğini biraz zahmet etse okuyabilirdi. Ancak Marks elbette ki sosyalist sistemin uygulamalarının yarattığı olumsuzlukları yaşadığı günlerden öngöremezdi. Fakat Marks çok açık bir şekilde artı-değer üretiminin sermaye birikiminin kaynağı olduğunu, bu artı-değer kitlesine de, üretim araçlarına sahip olanların el koyduğunu kanıtlamıştır. Dolayısıyla kapitalizmde “zenginliğin dağılım dinamiklerinin” temelinde, r>g eşitsizliği değil,  üretim araçlarının özel mülkiyeti durmaktadır.

Fakat Piketty, kapitalizmde eşitsizliğin temel kaynağı olan üretim araçlarının özel mülkiyeti konusunu r>g eşitsizliği ile örter. Eğer özel mülkiyet kaldırılırsa “trajik totaliter uygulamaların” çıkabileceği konusunda da uyarıda bulunur. Böylece özel mülkiyeti bütün kapitalistler gibi kutsamış olur.

Ona göre, sorun, üretim araçlarında özel mülkiyet ve tekel değil, rantiyeleşmedir. Rantiyeleşmenin de bizzat kapitalist sermaye birikim sürecinin kaçınılmaz bir ürünü olduğunu kavramaz. Kar oranlarında düşme eğiliminin kapitalist üretim sisteminde nasıl krizler ve yıkımlar ürettiğine hiç değinmez. r>g eşitsizliğinin İsa’dan beri bir “tarihsel gerçek” olduğuna kendi yarattığı istatistik tablolar yoluyla inanır ve yedi yüz sayfa boyunca herkesi inandırmaya çalışır.

Sonuç olarak, sorun kapitalizmde yatmıyor, insanlık tarihi boyunca var olan bir “gerçek”tir söz konusu olan! Sanki bir alın yazısıdır. Çıkış yolu ise “faydalı bir ütopya” olan “ilerleyen vergi”dir.

Öte yandan, Marks’ın ömrü Kapital’i tamamlamaya yetmemiştir. El yazmaları “sınıflar” konusunda kalır. “21. Yüzyılda Kapital” hakkında yazan birisinden Marks’ın yarım bıraktığı konuyu ele alması beklenirdi. Ancak Piketty, sınıflar mücadelesinden özellikle kaçınmıştır. İstatistiklerle eşitsizliğin nasıl derinleştiğini anlatıp, işgücünün örgütlü mücadelesinden söz etmemek, “zenginliğin dağılım dinamiklerini” hiç kavramamak anlamına gelir. İşçi sınıfı güçlü örgütlenmelere sahip olduğunda artı-değer üretiminden daha fazla pay alabilir. Yazar’ın İsa’dan beri yaptığı tablolarda bile bu gerçeklik silik de olsa görülmektedir. İnsanlık Paris Komünü’nden 1970’li yılların sonlarına kadar böyle bir dönem yaşamıştır. Yazar bugünlere “şoklar” deyip geçmekte, altında yatan sınıf mücadelesi gerçeğini örtmektedir.

Sadece bu değil, daha ileriye giderek, güçlü sınıf örgütlenmeleri yerine eşitsizliğin yumuşatılmasının ancak, “eğitim ve yeteneğe yatırım ve bilginin yaygınlaşması”yla mümkün olabileceğini savunmaktadır. Yazar, kapitalizmin tarihini özel olarak fazla merak etmediği için, sermayenin ihtiyacına göre sürekli işgücünü eğittiğini, yeteneklere büyük yatırımlar yaptığını gözden kaçırıyor.  Ayrıca 1980’ler sonrası kapitalizmindeki gelişmelere “bilimsel teknik devrim” adı verildi; “informatik çağı”nda bilginin herkesin ulaşabileceği hale geldiği iddia edildi. Emeğin niteliğinin yükseltilmesi için bilgi yaygınlaştırılıyordu. Fakat bizzat yazarın tablolarında 1980’ler sonrası “yüzde 1” ile “yüzde 99” arasındaki uçurumun dehşetli büyüdüğü görülüyor. Neden eşitsizlik bir türlü hafifletilemiyor? Burada işgücünün bilgi ve yeteneğinin yanında onun örgütlü gücünün rolü “elveda proletarya” şarkılarının söylenmeye başladığı postmodern dünyada unutulmaya başladı. Piketty de aynı unutkanlık hastalığından inmelidir.

“Eğitim ve yeteneğe yatırım ve bilginin yaygınlaşması” ne rantiyeleşmeyi ne eşitsizliği engelleyebiliyor. Piketty burada kapitalizmin zenginliğin dağılım dinamiklerinde temel rolü olan özel mülkiyeti unutuyor. Bilgi de bir metadır ve esas sahibi onun üretim sistemlerini elinde tutan sermayedir. Daha somut olarak, devasa iletişim tekelleridir. Nasıl ki kutsal özel mülkiyetten sıradan insanlara araba, ev gibi bir şeyler düşüyorsa; bilgi konusunda da bir şeyler düşecektir. Ancak bu ne rantiyeleşmeyi ne de eşitsizliği engeller. Tam tersine derinleştirir.

Sonuç olarak, bir “ilerleyen vergi sistemi” için yazar “demokratik devrim günlerini” anmak zorunda kalıyorsa; bize düşen, eşitsizliğin kaldırılmasının özel mülkiyetin tasfiyesiyle çok sıkı bağını bilerek, Marks’ın kapitalizmle ilgili “kehanetini” yeniden hatırlatmaktır.