Sendikal Harekette Yol Ayrımı – Mete Akyol

Yol, Sayı 7, Şubat 2000

(Avrupa Deneyimi Üzerine Notlar)

Kapitalist metropollerde üretim sürecinde Fordizm-Taylorizm’den “yalın üretim”e geçiş, rakip sosyalist sistemin yıkılışından önce başladı ve bu süreç hala devam ediyor. Gerek politik, ge­rekse de sendikal tartışmalarda kapita­lizme karşı direnişin hangi çerçeve ve içerikte olması gerektiği bu iki aynı zamanlı gelişim, çoğu kez birlikte ele alınmadığından verimli-yol açıcı olmu­yor. Bu gelişmelerin üzerinden atlanın­ca, 80 öncesi bakış açıları ile havanda su dövmekten ileri gidilemiyor.

Yeni Güç Dengeleri

89’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı, bir bakıma kapitalizmin dünya işçi sınıfı ve halklarına yönelttiği saldırı önündeki son bentin ortadan kalkmasına benzetilebi­lir. İster beğenelim İster beğenmeyelim, sosyalist sistemin desteğini, ABD em­peryalizminin saldırganlığı karşısında Üçüncü Dünya Ülkeleri doğrudan his­settiler. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfları ise bu desteği biraz dolaylı aldıklarından pek fark edemediler. Bugün artık bu destek ortadan kalktığın­da, onun yokluğunu acı acı hissetmekteler. Ama bunu hala itiraf etmekten çekiniyorlar. Sermayenin bugün işçi sınıfı ve sendikalarına yönelik fütursuz saldırıları, onun birdenbire güçlenmesi ile olmadı. Tersine büyük bir zafer kazanma pozun­da olan reel-kapitalizm, her geçen gün daha da sefilleşmekte. Güç dengesini değiştiren ise işçi sınıfının “doğal mütte­fiki” sosyalist ülkelerin ortadan kaybolması. 89 öncesi kendi özgücü yanı sıra güçlü bir müttefikin varlığı ile işverenler karşısına çıkan sendikalar, bu sayede önemli kazanımlar elde ettiler. Kuşku­suz ağırlıkla sosyal haklardan çok ücret zammı gibi maddi yanı ağır basan bu kazanımların niteliğinin tartışılması ayrı bir konu (sendikal hareket özellikle ge­lişmiş kapitalist ülkelerde bu tartışmayı yapmak zorunda). Ama kazanımların varlığı tartışmasız ortada.

Bugün geçmiş alışkanlıklardan kurtu­lamayan sendikal hareket hala eskisi gibi arkasında kendi özgücü yanı sıra bir “müttefik ordu” varmış gibi davranma alışkanlığından vazgeçmiş değil. Toplu iş sözleşmeleri ve ücret zammı görüşme­leri öncesi, sendikalar, toplumu ayağa kaldırmaktan, “sıcak sonbaharlardan” ve benzerlerinden dem vurmakta. Bu kuru­sıkı tehditler karşısında işverenler gülümsemekle yetinmekte ve sendikalar birbiri ardından yenilgiler yaşamakta. Ne Fransa’daki tüm toplumu ayağa kaldıran “sıcak Aralık” ne de Almanya’da sendi­kalar birliği DGB’nin, hükümetin “tasarruf paketini” önlemek için milyonları sokağa dökmesi dişe dokunan bir sonuç aldı. Oysa aynı eylemliliklerle yirmi yıl önce, büyük kazanımlar elde edilmesi işten bile değildi. Kısacası sendikal hareket eskisinden daha etkin eylem­liliklerden, “müttefik ordusu” olmadığın­dan, eskiye nazaran çok az sonuçlar almakta. Bu gerçekliği kavrayıp, bunun gereklerini yerine getirme, yani daha da etkinleşme görevine talip olma yerine, sendikal hareket hala eskiyi tekrarla­maktan öteye gidemiyor.

Birlikten Güç mü Doğuyor?

Bunun yarattığı şaşkınlıkla sendikal hareket çareyi başka yerlerde aramakta. Akıllara ilk gelen de “birlikten kuvvet doğar” söylemi oluyor. Özellikle Batı Avrupa’da sendikal harekette “sendikal birlik” son yıllarda yoğun olarak tartışma gündemine girdi. Almanya, İtalya, Fransa gibi ülkelerde sendikal planda bir bir­leşme furyası yaşanıyor. Bu birleşme tartışmalarında dikkati çeken iki önemli nokta var. İlki ve herhalde bu tartış­maları belirleyen en önemlisi finansman sorunu, daha netçesi sendika aidatlarının sendika bürokrasisinin maliyetini karşılayamaz hale gelmesi. Üretim sürecindeki değişimler giderek sendika­ların geleneksel tabanlarını eritmekte, buna bağlı olarak sendika üye sayıları hızla azalmaktadır. İşverenlerin sendika düşmanı tavırları buna tuz-biber ekmek­te, böylece sendika bürokratik yapısını ayakta tutmanın yolu olarak yeni üye bulma, o da olmayınca başka bir sendika ile birleşme gündeme gelmektedir. İşçi sınıfına hizmet için oluşturulan yapı, araç olmaktan çıkarak amaç haline gelmekte, bütün tartışmalar bu sendikal yapı -sen­dika bürokrasisi- nasıl korunur noktası­na indirgenmektedir. İşçi sınıfının, üre­tim sürecinin değişmesi ile nasıl bir sen­dikal yapıya ihtiyacı ortaya çıktı tartış­ması bu anlamda güme gitmektedir.

Bu tartışmalar kendiliğinden ikinci konuyu gündeme getirmekte; hangi sendika hangi işkollarında örgütlenmeli. Yukarda değinilen nedenlerle her sendi­ka daha fazla üye bulmak için başka işkollarına da göz dikmiş durumda. Bu elbette ki üretim sürecinde yaşanan değişikliklerin de bir sonucu. Örneğin “Unilever veya Nestle gibi uluslararası bir tekelin işyerinde hangi sendika yet­kilidir?” sorusuna cevap vermek hayli zor. Hem kimya hem de gıda işkolu sayılabilecek bu işyerleri aynı zamanda ticaret işkolunu da bünyesinde barındırmaktadır. Resmi bankaların özelleştiril­mesi, postanın bankacılık alanına el atması aynı tartışmayı beraberinde getirmekte. Bu gelişimin doğal sonucu bu alanlardaki sendikaların birleşmesi olması gerekirken, örneğin gıda sendi­kası, kimya sendikası ile birleşme yerine tekstil sendikası ile birleşmekte veya posta sendikası ile metal sendikası belli alanlarda ortak projeler geliştirme yolu­na çıkmaktadır.

Bütün bunlar sendikal birlik tartış­malarının, işçi sınıfının birliğine yönelik tartışmalar olmaktan çok, sendika bürokrasisinin kendini kurtarmak için denedikleri bir yol olduğunu gösteriyor. Tartışmasız olan nokta, sendikal hare­ketin bu yapı ile bir geleceğinin olmadığı, üretim sürecindeki değişimlerin ortaya çıkardığı yeni bir sendikal yapılanmanın gerekli olduğudur.

Yeni Yapılanma Ama Nasıl?

Sendikal hareketin 20. yüzyıldaki kronik hastalığı olan sosyal barış, gene 20. yüzyıla damgasını vuran Fordist-Taylorist üretim organizasyonlarının önemli bir ayağıdır. Sosyal barışı olanaklı kılan iki önemli faktör, işyerlerindeki sorunların masa başında çözülme imka­nının yaratılması ve Üçüncü Dünya sömürüsünden metropol ülkelerin işçi sınıfına pay verilmesidir. Çoğu kez ikinci faktör ön plana çıkarıldığından “masa başı çözümü” üzerinde pek durulmamaktadır. Oysa işyerindeki üretim süre­ci dikkate alındığında bu geleneğin nasıl işçi sınıfı içinde etki yarattığı ve bugün gelinen aşamada işçi sınıfının üretimden gelen gücünün nasıl kullanılmaz hale geldiğini görebiliriz.

Serbest rekabetten tekelciliğe geçişin önkoşullarından biri, üretimin kitlesel olarak yapılabilmesidir. Bu gereklilik akar-bant denilen sistemi ortaya çıkardı. Üretim süreci binlerce küçük adıma bölündü. Böylece üretim süreci içinde, akar-bantta her işçi bir veya iki hareketten oluşan üretim bölümünü yapar hale geldi. İşyerinde ortaya çıkan sorunlar -üretimin tekdüzeleşmesinin de etkisi ile- monotonlaştı ve kanıksanır hale geldi. Yaşam düzeyinin de yük­selmesi ile daha fazla ücret için mücade­le, üretim süreci içinde ortaya çıkan so­runların önüne geçti. Bu süreç içinde oluşan işyeri konseyleri, işyeri içindeki sorunlarla uğraşır hale gelirken, sendi­kalar ücret politikasında yoğunlaştı.

“İçselleşme” Neden Gerekli?

İlk bakışta son derece doğal bir süreç gibi gözüken bu gelişme, sendikal hareket açısından ölümcül sonuçlar doğurdu; üretim sürecinden kopuş. Böylece sendikal örgütlenme, işyeri açısından “içsel” bir örgütlenme olmak­tan çıkıp “dışsal” bir karakter almaya başladı. Bugün sosyal barışın işverenler açısından artık gerekli olmadığının iş­verenler tarafından açıkça söylendiği bir dönemde, sendikal mücadele en çok bu “dışsallığın” sonucu, etkin bir mücadele geliştirememektedir. Sosyal barış döneminde ki mücadele yöntemleri bu anlamda artık yeterli olmamaktadır.

Buna karşın sendikal mücadele hala bu dönemin mücadele yöntemleri ile işi idare etmeye çalışıyor. Her şeyden önce bu mücadele yöntemleri işyeri içinde olmadığından etkin değil. İşçi sınıfı elbette sokaklara dökülerek de hak mücadelesi yürütebilir. Medya aracılığı ile kamuoyu yaratabilir. Ancak daha önceki yazıda da değinildiği gibi bu yön­temler değinilen nedenlerle artık iste­nildiği ölçüde sonuç getirmiyor.

Bir yandan da sosyal demokrasi ara­cılığı ile parlamentoda işçi sınıfının hakla­rını korumayı denemekte. Oysa giderek işçi sınıfından uzaklaşan sosyal demokra­si, kendini giderek artan ölçüde işçi partisi değil, orta katmanların partisi olarak tanımlıyor. İşçi sınıfının talepleri -ki bunlar eskiden olduğu gibi doğrudan düzene yönelik talepler de değil- bu par­tilerde pek ilgi görmediği gibi, sosyal demokrasinin de politik sahnede etkin­liği zayıflamakta.

Burada yapılması gereken tespit, neden sendikal hareketin, işçi sınıfının üretimden gelen gücünü, örneğin bir politik genel grevle kullanamadığı. Yukarda değinilen işyeri içinde doğru­dan örgütlü olmama bunun bir nedeni­dir. Her ne kadar işyerlerindeki işyeri konseyleri ve benzeri örgütlenmeler içinde sendika üyeleri çoğunlukta olsalar bile, işyeri yönetiminin etkisinden kurtulamamaktalar. İşyeri yönetimi çeşitli yöntemlerle bu tür temsilciliklere seçilen işçileri, “aristokratlaştırmakta”, işçilerden koparmaktadır. Sendikal ha­reket bugüne kadar bu süreci önlemek için, bu tür temsilciliklere bir yandan yasal iş garantisi sağladı, bir yandan da onlara gerekli bilgilendirmeyi sağlayarak bu kuruluşların üzerlerine düşen görev­leri yapmalarına olanak yaratmaya çalış­tı. Eksik kalan, işyeri içinde bu kurumların çalışmalarını denetleyecek, ona yön gösterecek bir işçi örgütlenmesinin olmayışıydı. Bu ise işyeri içindeki fiili sendikal örgütlenmedir. Böylesine bir denetleme ve destekten yoksun olunca bu kurumlar giderek işyeri yönetiminin yörüngesine oturdular.

İşyeri içinde fiili örgütlenme olmayın­ca, sendikal hareket de üretim sürecin­de oluşan değişimleri zamanında tespit edip, gerekli önlemleri alamamaktadır. 70’li yıllarda akar-bant üretim organizasyonundan “yalın üretime” geçiş yaşa­nırken, sendikal hareket hala akar-bant sisteminin sonuçları üzerinde tartışma yürüttü. Bu geçiş 90’lı yıllarda tamam­lanmak üzere iken sendikal hareket yeni yeni “yalın üretimi” fark etmeye başladı, ancak hala da bu konu üzerinde ciddi bir tartışmayı başlatmış bile değil.

Üretim süreci dışına itilen sendikal hareket işçilerin somut sorunlarından uzaklaştığından, giderek sendikal talep­lerde işçilere yabancılaşmakta. Sendikal hareket bugün işsizliğe karşı, çalışma süresinin kısaltılmasını istiyor. Hem sını­fın her zaman gündeminde olan haklı bir talep, hem de daha az çalışılırsa, daha çok işçi çalışma imkanı bulur gerçeğin­den hareketle, sendikaların doğru bir yolda olduğu söylenebilir. Oysa işye­rinde çalışan bir işçiye bu talep pek bir şey ifade etmiyor. Her çalışma süresi kısaldığında, işyerinde üretim teknikleri­nin geliştirilmesi ile daha az işçiye ihti­yaç duyulduğunu gören bir işçinin böyle­sine bir talebe dört elle sarılmasını bek­lemek hayalcilik olur. Sorun artık yalnızca çalışma süresinin kısalmasını talep etmekle sınırlanamaz. Daha da ileri gidi­lip üretim sürecinde “yalın üretime” geçişin işyeri içinde nasıl sonuçlar do­ğurduğunu ve bunlara karşı nasıl bir sen­dikal tavır veya direnişin geliştirilmesi gerektiğini irdelemektir.

Bunun için ilk şartta sendikal hareketin yeniden işyerlerinde “içselleş­mesi”, işyeri içinde fiili sendikal örgütlenmelerin yeniden yaratılmasıdır. Bu­nun önündeki ilk engel de kuşkusuz “sendikal bürokrasidir”. Nasıl üretim organizasyonu “esnekleşiyorsa” sendikal harekette kendisini hantallaştıran yük­lerden kurtulmak zorundadır.