GÜNÜMÜZÜN İDEOLOJİK TABLOSU MARKSİZM’E NE OLDU? – Mehmet Yılmazer

Düşünce ve Davranışta Yol, Sayı 1, Nisan 2001

Giriş

Günümüzün en tipik özelliği fırtınalı bir sosyal ve teknik değişime rağmen yaygın ve derin bir ideolojik yoksunluktur. “İdeolojilerin sonu”nun geldiğini ilan edenler açısından elbette ortada bir sorun yoktur. Ancak bu iddianın sosyalizmin yıkılışına karşı atılan bir sevinç çığlığından öteye hiçbir değeri yoktur. Bizzat kapitalist anayurtların ideologları çok geçmeden harıl harıl “yeni ideolojiler” aramaya başladılar. Elbette ideoloji bir yerlerde aramakla bulunmaz. İnsanlığın en eski ideolojisi dinlerdir. Modern çağa geçilince dinlerin yerini sınıf ideolojileri aldı. İdeoloji, toplumsal, sınıfsal ya da zümresel çıkarları “kutsal” ya da “mantıklı” söylemlerle bayağı çıplaklığından adeta büyülü çekiciliğe kavuşturan bağ dokusudur. Sınıflara ve proletaryaya epeydir “elveda” denildi. Hatta şimdilerde “topluma elveda” diyenler çoğalıyor. Artık toplumun dağılmakta olduğu, onun yerine “adacıkların” oluştuğu iddia ediliyor. Böyle bir dünyada gerçekten ideolojilere yer var mı?

Büyük ideolojiler insanlığın önemli dönüm noktalarında doğmuştur. Tek tanrılı dinler küçük kent medeniyetlerinden imparatorluklara geçişin kutsallaştırılmasıydı. Maddi dünyanın çok az değiştiği, yerleşik köy yaşamının insanların başlıca dünyası olduğu bu uzun yıllarda ideolojiler bir türlü yeryüzüne inemedi. Yeryüzü ne ölçüde karanlık ve durgun ise ideolojiler de o ölçüde yükseklere çıktılar. Yeni kıtaların keşfi, denizaşırı ticaretin yoğunlaşması, üretim güçlerindeki değişim uzun ve sancılı yıllardan sonra ideolojileri “özgürlük ve adalet” çağrıları ile yeryüzüne indirdi. Kutsal dinden bağımsız bir “hukuk” ortaya çıktı. Tanrının değil, insanın yarattığı toplumsal düzenler şekillendikçe ideolojiler de kutsallığından soyunup “rasyonel”leştiler ya da “bilimsel”leştiler. İnsan eliyle yaratılmış en uzun ömürlü ideolojiler modernizm ve sosyalizm oldu. Ancak Berlin Duvarı yıkılınca bu insan eliyle yaratılmış en uzun ömürlü ideolojiler de yıkıntıların altında kaldılar. Yıkıntıların arasından önce sanki tarih fırladı. Din eski kutsallığında değilse bile maddi dünyanın akılcılığı ile sarmalanmış olarak yeniden etkin olmaya başladı. Milliyetçilik yıkıntıların arasından oldukça militan bir çıkış yaptı. Bu gelişmeler üzerine insanlığın falında “uygarlıklar arası savaşlar” görenler oldu. Ondan önce “tarihin sonu”na gelindiği iddia edilmişti. Ancak bu iddiaların hiçbirisi günümüzün uçuculuk-buharlaşma illetinden kendilerini kurtaramadılar. Bazı kalıntılar bırakarak buharlaşıp gittiler.

Pek çok işaret insanlığın yeni ve büyük bir dönüşümün eşiğinde olduğunu gösteriyor. Ancak “nereye” gidildiği konusunda “rivayetler o ölçüde muhtelif ki”, insanlık ideolojik bir tasarım olarak geleceği düşünmekten neredeyse vazgeçmek üzere!.. Teknik, fırtınalı bir şekilde değişiyor. Bugünün en önemli yanı değişimin hızıdır. İnsanlığın ivmesi yükseliyor. İnsanlık kendi tarihindeki ilk toplum biçiminde hemen hemen 100-150 bin yıl yaşamıştır. Ardından gelen antik medeniyetler dönemi 8-10 bin yıl sürmüştür. Avrupa Ortaçağı’ndan kapitalizme atlandıktan sonra değişimin hızı kağnıdan arabaların hızına sıçramıştır. Yine de Marx dönemi kapitalizminde üretim araçlarının yenilenme devreleri 25-30 yıllık aralıklara yayılırdı. Bugün bu süre en fazla 5-8 yıldır. Her şeyin hızla “tüketildiği” bir dönemdeyiz. Bu bildik tüketim mallarından öteye sanat ve kültürü de içine alan hızlı gündelik bir tüketimdir. Hatta “bilimsel buluşlar” neredeyse gündelikleşmiştir. Böyle bir dünyada “kalıcı”, daha doğrusu “uzun ömürlü” ne olabilir? Bir paradoks gibi görünse de gen teknolojisiyle insan ömrü mevcut sınırlarının çok ötesine taşınabilecektir, öte yandan ideolojiler gittikçe ömürsüzleşiyor. Ardarda gelen pek çok kuşak bir tek ideoloji ile beslenmişken, bundan böyle belki de bir insan ömrüne ardarda birkaç ideoloji sığabilecektir.

Bugünün dünyasında insan düşüncesi, fırtınalı teknik ve buna bağlı olarak sosyal değişimlerin yarattığı anaforda savrulan tekneler gibidir. Bugün “dinozorlukla” öğünmenin hoş bir yanı olsa da insanı hızlı akan sürecin bir kenarında seyirci olmaktan kurtaramıyor. Öte yandan “her şeyin değersizleştiği bir dünyada” dün yüce değerler için mücadele etmiş kuşaklara sanki dinozorluktan başka bir seçenek kalmıyor gibidir. Bugünün dünyasının ideolojik tablosunda belirgin renk, yoksunluğun gri rengidir. Aydınlanma ile başlayan modern ideolojiler bugün canlılığını yitirmiş, soluklaşmıştır. Bu sadece sosyalizm için değil, kapitalizmin yarattığı ideolojik zemin için de geçerlidir. Eski sosyalist ülkelerde yaşanan “kadife devrimler” insanlık düşüncesine bir ivme vermedi. Tam tersine günümüzün yoksunluğunun en büyük kanıtı oldu. Kapitalizmle birlikte doğup gelişen modern çağın düşünceleri bugün, kendileri hala iktidarda ve egemen olsalar da soluklaşmıştır. Çekim gücünü belli ölçülerde yitirmiştir. Sosyalizm, modern çağın vahşi kapitalist gidişine tam bir baskın oldu. Gücüyle kapitalizmi belli noktalarda “eğitti”. Baskın yapan bu gürbüz güç kuşatmadan kurtulamadıkça kendisi güç yitirdi. Sistem yıkılınca sosyalizm ideolojisi de tarihin sayfaları arasında mı kaldı? Bu soruya bir başka yönden yaklaşmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Sosyalist sistem çöktükten sonra kapitalizmin ideolojik zemini güçlenmiş midir? Bu sorunun cevabı hayırdır. Modern çağın başlarında insanlığı sürükleyen parolalar ve hedefler bugün aradan üç yüz yıl geçtikten sonra artık sürükleyici bir güce sahip değildir. “Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” diye yola çıkan insanlık bugün bu özlemlerden çok uzaklardadır. Üstelik küreselleşme denen dev hortum insanlığı bu hedeften her geçen gün daha fazla uzaklaştırmaktadır. Yalayıp geçtiği toprak parçalarında zengin ve yoksul dünya arasındaki uçurumu korkunç şekilde derinleştiren küreselleşme, gelecekte güçlü sarsıntılarla harekete geçecek fay hatları yaratıyor.

İnsanlık bugün fazlaca önünü görmeden fırtınalı teknik gelişimin ardından nefes nefese koşmaktadır. Bu koşu her türlü değerden arınmış olduğu için, dünden çok daha fazla çıkarların parçalayıcı etkisi altındadır. Artık projesi olmayan bu toplumsal yol inşaatının hangi noktada nelerle karşılaşacağını kimse bilmiyor. Üstelik günümüz insan düşüncesi bu “bilmecenin” çözümsüz kalmasını kutsayan, gelecekle ilgili her türlü öngörünün değersizliğini savunan bir zemine çekilmektedir. Böylece günümüz postmodern dünyasına geldik.

Postmodernizm özellikle devrimciler tarafından hep alaylı bir gülümsemeyle karşılanmış; üstüne pek çok şey yazılmış, ancak hiç ciddiye alınmamıştır. Hatta “hiçbir düşünce bütünlüğüne sahip olmaması” onu ciddiye almamak için en önemli kanıt olarak görülmüştür. Ancak postmodernizm, bu küçümsemelere aldırış etmeden, filizlenip serpilmesini 70’li yılların ortalarından başlatırsak, en az yirmi beş yıldır, özellikle kapitalist merkezlerden Üçüncü Dünya’ya açılarak yayılma ve derinleşmesini sürdürmektedir. Berlin Duvarı’ndan sonra bu yayılma tam bir sıçrama yapmıştır. Bugüne kadar ideolojik yapılanmalarda hiç değilse tutarlı bir düşünce çerçevesi bulmaya alışık olanlar, postmodernizmin ele avuca gelmeyen uçup tozmasını onun “gayri ciddiliğine” yorumladılar. Ya da basit akıl yürütmelerle, “…serbest rekabet kapitalizminde gerçekçilik, emperyalizm koşullarında modernizm. Postmodernizmin üçüncü basamağa, geç ya da çokuluslu veya tüketim kapitalizmine denk düştüğünü”1 ileri sürenler oldu.

Özellikle son yirmi yılda insan düşüncesindeki dalgalanmaları tek bir gelişmenin sonucu olarak algılamak oldukça yanıltıcı olur. Postmodernizm sanki bu dalgalanmaların iyi bir aynasıdır. O aynaya bakarak günümüz dünyasının öne çıkan bazı özelliklerini tespit etmeye çalışalım.

Postmodern Dünya

Pek çok girdi çıktısının yanında postmodern dünyanın temel bir özelliği vardır. Diğer özellikler bu ağaç kökünden çıkan dallar gibidir. Postmodern dünyanın ürettiği düşünce sistemi şu temele dayanır:

“Bir temele dayanan büyük-teorik anlatılardan çoğulcu-teorik perspektife ve ‘teori adalarına’ doğru bir harekettir.2 Postmodernizm “şeylerin herhangi bir teorik temelde kavranamayacak kadar karmaşık” (a.g.y.) olduğuna inanmaktadır. Aydınlanma yıllarından beri insanlık hep “büyük anlatıların” ya da daha anlaşılır deyimlerle toplumsal gelecek projelerinin peşinden koştu. O günlere kadar dünyayı tanrılar şekillendiriyordu. Rönesans’ta filizlenen ve Aydınlanma çağı ile zirveye çıkan yeni düşünce ve davranış tarzıyla insan, kendi kaderini eline almaya yeltendi. Kant’a göre Aydınlanma’nın parolası: “Aklını kendin kullanmak cesaretini göster”dir.3 “Aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanma özgürlüğü” dür. (a.g.y.) Alınyazısını aklı ile tanrıların elinden almaya çalışan insanlık, üç yüz yıl sonra postmodernizmle bu kez “akla karşı” savaş açmıştır. Dünyanın bugün yaşadığı felaketlerin milat noktası olarak, postmodern düşünce, Aydınlanma’yı görür. Tanrıların karanlık ve gizemli dünyasından aydınlığa çıkış, insanlık tarihinin en büyük eylemlerinden biri iken postmodern dünya bu eylemi lanetlemektedir. Aklını kaçırmış gibi görünen postmodernizm çok da haksız değildir. Aydınlanmaya kadar insanlığın başına gelenler “tanrıların gazabına” bağlansa da son üç yüz yıldır insanlık kendi bilimsel aklı ile yaşamıştır. Bu üç yüz yıla insanlığın en büyük savaşları sığmış, eskiyi aratan felaketler yaşanmış ve insanlık uçurumun kenarında yürümekten bir türlü kurtulamamıştır.

Aydınlanma sonrası insanlığın yaşadığı iki büyük toplumsal düzen, kapitalizm ve sosyalizm, ilk çıkış noktalarından veya yukarılara kaldırdıkları parola ve hedeflerden çok farklı yerlere gelince, insan aklına dayanan “büyük anlatılara” hala ne ölçüde güven duyulabilir? Postmodern dünya “büyük” hedeflerle birlikte “büyük felaketler” yaşandığına inandığı için artık böylesi hedeflerden vazgeçmiş görünüyor. Hele insan aklına dayanarak dünyayı kapsama iddiasındaki büyük teorilere hiç güven duymayan yeni insan düşüncesi, artık çok çeşitli “teori adacıkları”na yolculuk yapmayı, bir adadan diğerine tasasız salınarak geçmeyi postmodern dünyanın yaşam biçimi olarak benimsemiştir.

“Postmodernizmin gelip kapıya dayanması anlatının meşrulaştırma işlevinde ve uzlaşıma zorlama yeteneğinde bir çözülmenin baş gösterdiğinin işaretidir.”4 Aydınlanma ile yücelen aklın kapitalizm ve sosyalizm olarak ikiye bölünmesi, bu bölünmenin insanlığı getirdiği nokta, sonunda akıldan intikamını güçlü bir şekilde almaktadır. Onun “meşrulaştırma işlevi ve uzlaşıma zorlama yeteneği” çözülmüştür. Postmodern dünya bu gelinen noktayı fazlaca irdelemez, nedenlerini ortaya çıkartmaya çalışmaz. İdeolojilerdeki “çözülmeyi” olduğu gibi bırakarak, bu karmaşayı “meşrulaştırır”. Bunu nasıl yaptığını birkaç başlıkta irdelemeye çalışalım.

“Öznenin Ölümü”

Fukuyama’nın “liberal demokrasinin son insanı” aslında günümüzün “öznesi”dir. “Uğruna fedakarlık yapılacak hiçbir şey görmeyen insan”!.. Eğer insan toplumsal projelerden vazgeçerse bu aynı zamanda kendi tarihsel rolünden de vazgeçmesi anlamına gelir. Bugünün dünyasında hiçbir olay için öne çıkmayan, öne çıkmayı, “aptallık” olarak gören bir anlayış gittikçe tabaka tabaka yaşamın her alanında birikmektedir. Bugüne kadar yapılan “fedakarlıkların” sonucu yaşadığımız dünyada “özne” olup “tarih yazmaya” niyetlenmek hiç de anlamlı bir çaba gibi görünmüyor. Postmodern dünyanın insana biçtiği bir rol yoktur. Yüzyıllardır süren ulusal kurtuluş savaşları, sınıf mücadeleleri gelip Yeni Dünya Düzeni denen anaforun içinde yok oluyorsa, “tarihin gidişinde insanın rolü nedir?” sorusu haklı olarak sorulabilir. Sorulmalıdır. Ancak verilecek cevap insanın bilinçli eylemliliğinin inkarına vardığında ortada ne tarih ne de gelecek kalır. Sınıflar mücadelesi tarihin lokomotifiydi. Oysa postmodern dünyada ne sınıflar ne de lokomotif kalmıştır.

İnsanın gelişimi kırık çizgilerle de olsa, doğa ve toplumdaki yeri ile ilgili bilinç ve davranışlarındaki yetkinleşmenin yükselmesi yönündedir. İnsan doğadan farklılığını kavradıkça binlerce yıllık süreç içinde düşüncesi maddeden kopuşmuş, yücelmiş, tanrısallaşmıştır. Dünyaya ve topluma kendi hükmünü geçiremediği ölçüde bunu kendi yarattığı tanrılar dolayımı ile yapmıştır. Tanrılar, katılaşmış topluluk bilincini temsil ediyorlardı. Bunun yeryüzündeki bilinen karşılığı geleneklerdi. Birey olarak insan henüz doğmamıştı. Bireysel bilinç denen olgu olmadığı, her kişi katılaşmış toplum bilincine -tanrı ve geleneklere- göre davrandığı için, tarihin gidişinde “insanın rolü” diye bir kavram da yoktu. Evren, dünya ve toplumun on binlerce yıl süren bu büyüsü bozuldukça, insan, bilinci ve davranışı ile öne çıkmaya başlamıştır. Büyünün bozulduğu özellikle son dört yüz yılda bütün yaşananlar, bilinçli insanın ya da insan aklının günah hanesine yazılmıştır. Bu süreçte insan, “birey olarak insana” doğru yol aldığı ölçüde doğadan ve toplumdan kopuşmuştur. Postmodern dünya bir yanı ile bu kopuşa bir tepkidir. Ancak bu tepki sanki bir intihar gibidir. Öznenin ölümünü ilan etmek, bilinçli insan eyleminin ölümünü ilan etmekle aynı şeydir. Fakat postmodern dünyanın bu tepkisi aslında insanlığın gelişimindeki bir açmazın aynı zamanda tersinden itirafı olmaktadır. Büyüden, tanrılardan, geleneklerden kopuşan, aynı zamanda toplumdan da koparak kendi birey dünyasının fanusuna hapsolan insan, bireyciliğin zirvelerine tırmandıkça aynı zamanda insan olarak “ölmektedir”. Dünün katılaşmış, büyü ve gelenek haline gelmiş toplumsal insan bilincine karşı, bireyin “özgürlük” çığlığı tarihsel olarak büyük anlama sahipti. Bu çığlığın atılmasından birkaç yüz yıl sonra birey kendi “çok özel” dünyasının kireçlenmiş duvarları arasında soluklaşmakta, ölüme yatmaktadır. Postmodernizm “akla dayalı” bilinçli insan eyleminin ölümünü kutsarken aynı zamanda insanın ölümünü de kutsamış olmaktadır. Bu söylenenleri postmodern dünyanın ufkundan öteye değerlendirirsek, bugünün insanlığı, birkaç yüz yılda yaratılan modern çağın inşan tipi ile bir hesaplaşma içine girmektedir. Postmodern düşünce bu hesaplaşmaya gelemiyor. Modern çağın yarattığı insan tipine sadece tepki göstermekle sınırlıyor kendisini… Oysa bugünün “öznesi” böyle bir hesaplaşmaya girmeden geleceğe adım atamaz. Böyle her türlü hesaplaşmanın bugüne dek hiçbir olumlu sonuç yaratmadığına inanan postmodern düşünce, birey olmanın kapitalizm koşullarında olumsuz zirvesi olan bencilleşmenin içinde debelenmeyi kutsuyor. “Öznenin öldüğünü” ilan ederek aslında “yaşasın bencillik” parolasını yükseltiyor.

Yerelliğin Kutsanması, “Bütün”e Karşı Savaş

Postmodern düşüncenin klasiği haline gelen kitabının son paragrafında Lyotard şu çağrıyı yapıyor:

“On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar bize alabileceğimiz kadar çok terör verdi. ‘Bütün’ ve ‘bir’ nostaljisi, kavram ve duyumlanabilenin, şeffaf ve iletimlenebilir deneyimin uzlaşması için yeteri kadar fiyat ödedik… Gelin bütünlüğe karşı bir savaş başlatalım, gelin sunulamayana tanıklık edelim, farklılıkları etkin kılıp, adın onurunu kurtaralım.”5

Küreselleşmenin hızlı adımlar attığı dünyamızda bu “bütünleşme”ye karşı tepkiler de ortaya çıkıyor. Postmodern dünyanın aydınları şöyle yakınıyor:

“Bir örneklik ve donukluk tehdidi altındayız.” “Aynılık bir sis gibi ülkenin (ABD) üzerine çöküyor.”6 Kapitalizm yarattığı standardizasyonla, sosyalizm de epeyce ağzına yüzüne bulaştırdığı merkezi planlama ile “bütün”ün peşinde koştu. Postmodernizmin bütün yakınmalarına rağmen kapitalizm küreselleşme ile “bir” ve “bütün”lüğün yolunda yürümeye devam ediyor. Üstelik sosyalizmin yıkılması ile dünya sıkıcı bir şekilde yeknesaklaşma yoluna girdi. Medya denen muazzam fırtına kapitalist anayurtlarda ortaya çıkan bir yeniliği -yani tüketime sunulan bir metayı- esip tozarak hemen dünyanın dört bir köşesine yayıyor. Eskiyenleri önüne katarak süpürüyor. Bu aynılaşmaya karşı kapitalist merkezlerde, “alternatif adacıklar” oluşuyor. Bunu çoğu zaman bizzat küreselleşmenin gizli gücü örgütlüyor. Böylesine tek örnek olmaya karşı tepki göstermek çok da haksız görünmüyor. Bireyin kutsandığı bu dünyada tek tip insan haklı olarak istenmeyecektir. Ancak ortada çözülmez gibi görünen bir açmaz durmaktadır. Dünya küreselleşmenin düzleyip ektiği bir tarlaya dönüştükçe bu tarladan da ister istemez hep bir örnek ürünler alınacaktır. “Farklılıklar” nasıl etkin kılınacaktır? Bir yanda sanki büyük bir hortumla bir merkeze çekilen dünya, öte yanda bu büyük akımın anaforlarında “farklılık” çırpınışları… Postmodern dünyanın kabaca tablosu böyle görünüyor. “Bütün”e karşı olma, politikanın diline çevrilince oldukça ilginç sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Tam da bu noktada postmodern düşüncenin o “dayanılmaz çekim gücü” zayıflar.

Postmodern düşünce “gündelik faaliyetler dünyasını kutsallaştırmak ister.”7 Merkeze doğru her türlü yolculuk lanetlidir. Politik dünyanın merkezindeki koltukta hep o tılsımlı güç “iktidar” oturur. Oysa postmodernizm politik dünyaya çok başka türlü bakar.

“Politik ve sosyal iktidar problemi dağılır, yayılır ve artık ‘devlet’ veya ‘egemenlik’ gibi modernist kavramları kapsamaz, fakat bunun yerine kendini her yerde ortaya koyabilir.”8 “Modern liberal toplumda iktidar her yerde ve hiçbir yerdedir.”9

“Gündelik faaliyetler dünyasını kutsallaştırmak” ve “iktidarı her yerde ve hiçbir yerde” görmek günümüz kapitalist dünyasının tipik bir davranışıdır. “İktidar hedefli” mücadeleler özellikle sosyalist sistemin yıkılışından sonra anlamsızlaşmıştır! 1960’lar dünyası ile karşılaştırılınca bugün “iktidar hedefli” mücadeleler yok denecek kadar azalmıştır. Pratik böyle gelişince bunun teorisi de yapılmadan olmazdı. Bugün sanki insanlık kapitalizme mahkum hale gelmiştir. Ne düşünülecekse bu düzen içinde, bu düzenin ufuk sınırlarını aşmayacak ölçülerde düşünülecektir. Burjuva egemenliği ilk vahşi yıllarından bugüne egemenlik biçimlerinde ve uygulamalarında elbette çok önemli değişimlere uğrayarak gelmiştir. Egemenlik, kabaca devlet ve silahlı kurumlardan öteye hemen her kurum aracılığı ile topluma sadece dayatılarak değil, “ideolojik” olarak da sindirilmiştir. Buradan postmodern petek gözlerin adacıklı görüş ufkuna mı varılmalıdır? “İktidar her yerde ve hiçbir yerdedir” tespiti çok masum ve üstelik oldukça “doğru” görünüyor. Ancak bu mantık, mücadelede iktidar ufkunu yitirmekle ve gündelik faaliyeti kutsamakla birleştirilince bütün masumiyeti kaybolur. “Bütün”e karşı savaş açılacaktır, iktidarda “bütünü” temsil eder. Postmodern gözler iktidarı bu anlamda görmezler. Onu parça parça her alana yayarak neredeyse yok ederler. Sonra da “parçalarla” yetinmeyi salık verirler.

Postmodern anlayışın mücadeleyi “parçalara” çekmesi “demokratik kurumların solda şimdiye kadar görülenle karşılaştırılamaz derecede daha fazla ciddiye alınmasına katkıda bulunmuştu.”10 Bu inkar edilemez bir gerçekliktir. İktidar ufku ve aynı zamanda pratik iktidar imkanı yaşanan önemli tarihsel olaylar nedeni ile büyük darbeler yiyince, mücadele “cephe savaşından” “mevzi savaşlarına” dönüşmüştür. Postmodernizm bu hedef kırılmasını ebedileştiriyor. İktidar hedefi yitirilince mevcut burjuva iktidarlara bakışlar da değişmiştir. İktidar kendini sınıf egemenliği temelinde ortaya koyan bir kurum olmaktan çıkmış, kime ait olduğu belli olmayan bir egemenlik, her kuruma ve seviyeye yayılarak yok edilmiştir. “Bütün”e karşı “farklılıkları etkin kılma” adı altında aslında sistemin bütünlüklü mekanizmalarına dokunulmadan düzenin içindeki “adacıklarda” yaşamak postmodern düşüncenin temel duruş noktasıdır.

Dünyamıza baktığımızda bunu hemen her alanda görebiliriz. Bir hedefe yönelmiş görünen, yaygın işçi ve halk hareketleri deniz çekilmesi gibi gerileyince, ortalığı, hedefleri farklı, örgütlenmeleri çok sıkı ve ömürlü olmayan, ancak bir olayı hedefleyen “sivil toplum hareketleri” kaplamıştır. Her türlü siyasal parti önceki dönemlerle karşılaştırıldığında büyük ölçüde itibar yitirmiştir. Bu sadece devrimci ve sosyalist örgütlenmeler için değil, burjuva partileri için de belli ölçülerde geçerlidir. “Son yıllarda Batı politikasında partiler hemen hemen yalnızca ekonomik ajanlara dönüşmüşlerken, politik seçenekleri zorlama rolü toplumsal hareketlere kalmıştır.”11 Özellikle Batı kapitalizminin son altın çağı olan II. Dünya Savaşı sonrası aralıksız kalkınma dönemi, 70’li yılların ortalarında tökezlemeye başladığından beri, Refah Devletleri’nin kazanımları erimeye başlamıştır. Sosyalizmin yıkılması ile bu erime hızlanmış, burjuvazi daha pervasızlaşmıştır. Özellikle bu süreçte düzen partilerinin hemen hepsinin ufku “ekonomik gerçeklerle” sınırlı kalmış, siyaset ekonomiye fazlaca tabi kılınmıştır. Bugün bu süreç derinleşerek devam etmektedir. Sosyalizmin yıkılışı ile gerileyen işçi ve halk hareketlerinin siyasette bıraktığı boşluğu “hükümet dışı örgütlenmeler” doldurmaya başlamıştır. Siyasetin kirlenmiş yanından uzak, siyaset kadar katı duruşlara sahip olmayan bu örgütlenmeler günümüz dünyasının postmodern bir gerçekliğidir. “Bütün”e dokunmadan “parçalar” üzerinde politika yapan bu örgütlenmeleri küçümsemek ve hele görmezden gelmek, sonucu politik körlüğe varacak olan iflah olmaz bir hastalığın işaretleridir. Postmodernizmin siyaseti sadece “parçalara” indirgemesine öfkelenmek yetmez, günümüz dünyasında ayrı kanallardan akan bu tepkileri bir ana akıma dönüştürmek gerekir. Bunun bugünün dünyasında hemen olmayacağı yeterince açıktır. Günümüzün esas politik sorunu da zaten budur. Kapitalizm, dünya ölçüsünde merkezileşirken kendine karşı güçleri “parçalayabiliyor” ve “adacıklar” halinde tutmayı becerebiliyor. Yükselecek genel bir dalgayı küçük dalgakıranlarla parçalayabiliyor. Bu sadece kapitalizmin çok özel bir yeteneği olmaktan öteye insanlığın yaşadığı özellikle son yüzyılın özelliklerinden dolayı da böyledir. Dünyada “bütünlük” savaşı veren iki ana sosyal düzen insanlığa beklenen “mutluluğu” ve özgürlüğü kazandıramadı. Bu tarihsel sürecin pratik sonuçları insan düşüncesine “bütün”ün lanetlenmesi biçiminde yansıdı. Özlenenler “adacıklar”da gerçekleşebilecek mi? İnsanlığın bu yönde bir pratik yaşaması kaçınılmaz görünüyor. Belli ölçülerde de bu pratik yaşanıyor. Postmodernizmin deyimi ile “farklılıkları etkin kılalım”. Ancak farklılıkları bütün zenginliği ile bir ana akıma dönüştürmeyi ve küreselleşmenin çekirdek gücüne yöneltmeyi unutmadan.

Geçmişi Unutup Geleceği Düşünmeden “Şimdiye” Övgü

Postmodern dünyada “zaman sürekli bir şimdiler dizisine parçala”nır.12 Postmodern düşünce neden “şimdi”ye takılıp kalır? “Bütünü” aramak ya da “büyük anlatılar” peşinde koşmak insanlığın uğradığı felaketlerin nedenidir. Postmodern düşüncenin tarih bilinci tümüyle yok değildir. Tersine o da tarihten kendine dayanak noktası arar. Felsefi anlamda kendine dayanak noktası olarak 19. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Nietzsche’yi bulur. Nietzsche’ye dayanmak rastlantı değildir. Bu olağanüstü karamsar düşünür Aydınlanma’nın tam bir lanetleyicisiydi. Postmodern düşünce kendine tarihten bir dayanak aradığında, insanlığın fırtınalı değişimler yaşadığı bir dönem olan 19. yüzyılda, bütün bu gidişe karşı çığlıklar atan Nietzsche’yle buluşur. Aydınlanma çağı insanlığın tarihinde ilk kez tanrıların değil, insanların geleceği yaratabileceği düşüncesinin yaygınlaştığı ve siyasal taştığı bir dönemdir. Her türlü gelecek projesine karşı olan postmodern düşünce bu dönemi sanki insan bilincinden silmek ister. Bu tarih dilimi insanlığı geleceğe taşımaya yönelik “ütopyalarla”, “toplumsal uzlaşma” projeleri ile “özgürlük” ve “sosyalizm” çağrıları ile yüklüdür. Ve bu tarih insanlığın hafızasında hala tazedir, onun sosyal bilincinin en güçlü yanını oluşturur. “Bütün”ü aramanın insanlığa çok fazla “terör” getirdiğine inanan postmodern düşünce önce bu tarihten kopmak zorundadır.

“Postmodern çağ modernisttir, fakat modern çağı katlanılır kılan umut ve hayallerden yoksundur.” “Modern çağ düşler çağıydı. Oysa postmodernizm düş kırıklıklarının, şaşkınlık ve karamsarlıkların çağıdır.”13

İnsanlık, tanrılar çağında “düş kırıklığı” yaşama şansına sahip değildi. Böyle bir durum tanrılara “başkaldırma” anlamına gelirdi. “Alınyazısı” yaşandığına göre ne düş ne de düş kırıklığı fazla anlamlı değildi. Ancak bu çağlarda bile insanlık dönem dönem çok zorlu bir işe soyunmuş, tanrılarla hesaplaşmaya girişmiştir. Elbette bunu tanrıların yeryüzündeki temsilcileri üzerinden yapmıştır. Oysa Aydınlanma Çağı ile birlikte insanlık kendi geleceği ile ilgili düşler ve planlar yapma yeteneğini bilimsel seviyelere yükseltmiştir. Yaşanan üç yüz yılın sonucu bugünün dünyası olunca postmodern düşünce her türlü gelecek projesinin inkarına varmıştır. Gelecekten bu ölçüde kopuşulunca geriye sadece “şimdi” kalmaktadır. Oysa “idealler her zaman insanı şimdiden koparır.”14

İnsanlığın “ideallerinden” vazgeçmesi mümkün müdür? Sadece “şimdi”yi yaşamak da neden bir “ideal” olmasın! Ancak düşünen bir varlık olarak insan sadece “şimdiyi” yaşamak istese de bu imkansızdır. Aslında insanlık, tarihten çıkarttığı derslerle hep geleceği kurar ve geleceğe doğru yaşar. Gündelik yaşamında bile durum farklı değildir. Doğduktan hemen sonra bireyin geleceği planlanmaya başlanır. “Yarım” düşünmeden yaşayan bir tek kişi yoktur. İnsanlık topluluk olarak yaşamaya başladıktan sonra hep geleceğini görmeye ve çözmeye çalışmıştır. İlk çağların fal ve büyüleri; “tanrıların işaretleri” hep gelecek için anlamlar taşımıştır. Tarih ve sosyoloji biliminin doğması ile geleceğin tasarımı akla dayanmaya başlamıştır. Postmodern düşünce insanlığın bu büyük gelişimini, kendi geleceğini tasarlama gücünü terk ediyor. Tasarlanan gelecekle yaşanan pratiğin bire bir aynı olmaması “şimdi”ye mahkum olmak için neden olamaz. Ancak postmodern düşüncenin “şimdi” tutkusu sadece bir “saçmalık” olarak algılanamaz. İnsanlık neredeyse son çeyrek yüzyıldır geleceğini tasarlama gücünü yitirmiş gibidir. 18 ve 19. yüzyılda yaratılan sosyal değerler ve gelecek projeleri, 20. yüzyılda en uç noktalara savrularak yaşanmıştır. 20. yüzyıl adeta kendinden önceki birkaç yüzyıllık düşünsel birikimin bütün şiddetiyle yaşandığı bir tarihsel dilim olmuştur. Düşüncelerin pratiği, en beklenmedik ve umulmadık seviyelere kadar tırmanarak yaşanmıştır.

Bu yaşanmışlığın yarattığı düş kırıklığı üzerinde çiçeklenen postmodern düşünce gelecekten koparak kendini şimdinin salınımlarına bırakıyor. Kendisi hiçbir gelecek tasarımı yaratmayan postmodern düşünce sözde tepki gösterdiği bugünün küreselleşen kapitalizmini “sonsuz şimdi aralıkları” ile ebedileştirmiş oluyor. Kendisi bir gelecek ufkuna sahip olmadığı için “modernitenin açmazlarından beslenen bir asalaktır.”15 Gelecek tasarımından vazgeçmek, insanı, sıradan bir canlı olmaktan çıkaran, yani “insanlaştıran” en temel özelliğinden vazgeçmek olur. Bu “imkansız” görünen tutum tarihe baktığımızda insana çok da uzak değildir. Toplumsal çürüme dönemlerinde insanın ufkundan genellikle gelecek beklentileri silinmiştir. Bugün dünyanın gelişimine yön veren Batı toplumlarında bir çürümeden söz edilebilir mi?

İlk bakışta belki göze çarpmayan çürüme bireyin dünyasına daha ilk adımınızı atar atmaz karşınıza çıkmaktadır. Toplumsal yaşamdan kopuk, sadece kendi iç dünyası ile sınırlı, kendini büyük ölçüde sunulan yeni ve ilginç tüketim mallarını tüketerek ifade eden, dolayısı ile hızla kendisini tüketen bir insan kuşağı Batı ülkelerinin toplumsal dokusudur. Ayrıca kelimenin doğrudan anlamına denk düşen çürüme de az değildir. Çürüme, gündelik gidişin bataklığında yuvarlanmayı büzülmüş, küçülmüş insan düşüncesinde tek seçenek olarak ortaya çıkartır. En küçük problemler insan yaşamında şu ünlü stres fırtınalarının kopmasına neden olur. Geleceği yaratma enerjisinden kopan insanın dünyası gittikçe küçülür ve o dünyada en küçük sorun bireysel yaşamları felç edecek büyük devlere dönüşür. Postmodern dünyanın insanı atomlaşmış toplumsal yapılarda, sadece kendini yaşama amacındadır. “Kendini yaşama” geleneksel toplumun hep başkaları için -genellikle aile için- yaşanan zamanlarına köklü ve elbette haklı bir tepkidir. O zamanlar kimse “kendisi için” yaşayamazdı. Ancak bu tepki kapitalizmin sosyal yaşamında birkaç yüzyıldır öylesine uç noktalara kadar yol kat etmiştir ki, kentlerin dev kalabalıkları içinde “yalnızlık”, “insansızlık” normal yaşam haline gelmiştir. Geleneksel toplum biçimlerinde toplulukla tanımlanan kişilikten kapitalizmde en kutsal hak olan “birey”e geçiş, eskiye oranla büyük özgürlükler getirse de bireysel duruşun koyulaşmasının bedeli geleceği yitirmek olmuştur. Günümüz postmodern dünyası bunun en açık kanıtıdır. Bizzat Batı’nın sosyologları (toplum bilimcileri) toplumsal parçalanmadan, giderek “cemaatleşmeden” söz ediyorlar. Kapitalizmin yarattığı uluslar, birey üzerine geliştikçe, eski anlamını yitiriyor. İnsanlığın yarattığı genel soyut değerler eriyor. Hızla erozyona uğruyor. Toplumsal doku parçalanmaları yaşanıyor. Hatta kapitalist toplumun en güçlü bağı olan sınıf çıkarlarının yarattığı bağlar bile bugün belli ölçülerde değişime zorlanıyor.

Postmodernizm, hemen her şeyin parçalanmaya uğradığı günümüz dünyasında geleceği yitirmenin yarattığı paniğin ortaya çıkardığı bir düşünce karmaşasıdır.

Kimlik Arayışı

Postmodern dünyada eski kimlikler yitirilmiştir. Herkes kimlik arayışındadır. Aynılaşma, daha açık deyimiyle kapitalist standartlaşma ister istemez karşı tepkisini yaratmıştır. Ancak günümüzdeki “kimlik kaybı” başka noktaları da kapsıyor. Ulusal kimliğin coşkulu günleri çoktan gerilerde kalmıştır. Hele kapitalist anayurtlar için bu dönem oldukça eski bir tarihtir. Kapitalizmin yaygınlaştırdığı sınıflar mücadelesi ile insanlar sınıfsal kimlikler edinmiştir. Fransız Burjuva Devrimi’nden beri gelen “sağ” ve “sol” kutuplaşması bir dönemin en belirgin sosyal kimliği oldu. Bu saflaşma sosyalizm mücadelesi yıllarında hem yaygınlaştı hem de derinleşti. Kimlik arayışında da geçmiş, şimdi ve gelecek sorunu vardır. Kişi gelecek ideallerine göre geçmişi ile bağ kurar, bir sentez yaratmaya çalışır. Bu toplumsal olarak da geçerlidir. Aydınlanma insanı Avrupa Ortaçağı’nın taşlaşmış yapısından kopuşurken, Antik Yunan ve Roma Medeniyetleri’nin düşünceleri ile gelecek düşlerini sentezleştirdi. Bu sentezden burjuva toplumları ortaya çıktı. Burjuva toplumlarının iç çelişkileri derinleştikçe sınıf farklarına dayalı sosyal kimlik önceki kimliklerden baskın çıktı ve belirleyici oldu. İnsanlık birkaç yüzyıl bu çelişkilerin yarattığı sosyal kimlikleri taşıdı.

Sosyalizmin yıkılışından sonra sınıfların sosyal kimliği belirlemesi gücünden oldukça fazla şeyler yitirdi. Zaten yaşanan kapitalist üç yüz yıl ulusal kimlikleri de belli ölçülerde aşındırmıştı. Kapitalizmin yarattığı “birey” kendi dışında bir değer tanımayan, topluma göre şekillenen değil, çevresiyle “kendi isteklerine” göre ilişki kuran, onun dışında her türlü “toplumsallığı” reddeden bir yapıda şekillendiği için, postmodern dünyada her birey kendine ayrı bir “kimlik arayışına” girdi.

“Kişi kendisini, etkinliği ile tanımlaya- madığı takdirde, kökenlerinden yola çıkarak bir kimlik oluşturur.”16 Kişinin bilinçli (bu bilinç gelenek de olabilir ) sosyal etkinliği onun kimliğini belirler. Yoksa sadece “mesleği” değil. Postmodern dünyada ise böyle bir “sosyal etkinlik” kalmamıştır. Gelecek ufku kalmayınca, sadece şimdi ile yaşanınca ister istemez, ortalığı bir “kimlik arayışı” da kaplamıştır. Ancak bu “kimlik arayışının önceki dönemlerin sosyal kimlikleri ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bu kimlik arayışı, “büyük anlatılardan” kopuşmuş bir insanlığın kimlik arayışıdır. “Büyük anlatılardan” kopuşulunca iki önemli insani özellikten de kaçınılmaz bir şekilde kopulur. Birisi, insanlığın geleceği tasarlama, “idealize” etme gücüdür. Diğeri, gerektiğinde bu hedef için “kendini feda etme” özelliğidir. Bu insanın yücelişidir. Her tek kişi bunu pratik bir davranışa dönüştürmeyebilir. Ancak düşünce ve bir sosyal değer olarak insan kimliğinin yapısında yer alır. Aslında “alırdı” demek gerekiyor. Postmodern dünyada artık böyle bir değer yoktur. Postmodern kimlik, geleceğini ve hatta geçmişini yitirdiği için, her günün çalkantılarında “değişmek”, ne aradığını bilmeden sürekli “aramak” zorundadır. Burada aslında karşımıza belirgin bir kimlik çıkmaz. Çıkamaz. Kendine çok düşkün olan bu kişilik, bu çalkantıda her gün bir başka(sı) olmanın, olma özleminin bulantısı ile yaşar. “Büyük anlatılandan özgürleşen sosyal kimlik tamamen kendi içine kapanır, asosyalleşir. Elbette insanlık değerleri de “mutlak” değil, tarihsel dönemlere göre değişkendir. Kapitalizme kadar insanın ayrı bir kimliği olmadı. Geleneksel toplumlar içindeki kabile, boy, din kimliğini “kandaşları” ile aynı biçimde taşıdı, kendisinin “özgün bir kimliği” olmadı. Bu anlamda hep “başkaları” için yaşadı. Ancak geleneksel toplumlarda “başka” kavramı kolektif topluluk dışında bir yeri işaret ediyordu. Topluluk içinde “kişi” yoktu. Şefler bile topluluğun ortak değerlerinin temsilcileri idiler. Kapitalizmin ulus topluluğu öncekilerden farklı olarak “birey”lerin “vatandaşlık” değerleri çerçevesinde oluşturduğu bir yapı oldu. Ulusların da ilk dönem tarihlerinde bireylere ulus için fedakarlık yapmak düştü. Türkiye “vatan, millet” nutuklarının en fazla ve hamasi ölçülerde atıldığı bir topraktır. Bu değerin nasıl doğup çok kısa bir tarih sürecinde yozlaştığı iyi bilinir.

Postmodern dünyanın adeta birbirine dokunmayan tek tek bireylerden oluşan dokusunda, artık gelecek için fedakarlık yoktur. Bu anlamda bireyin kendi özgün dünyasında “başkası” için davranış değeri artık yoktur. Postmodern bireyi bu konuda istediğimiz kadar top ateşine tutalım onun, birey ve bireyci zırhını kolay kolay delemeyiz. Çünkü bu zırhı o bireyler sırf kendileri örmüş olsaydı, orada bir gedik açmak hiç de zor olmazdı. Ancak bu zırhı bazı çok önemli tarihsel süreçler örmüş ve kalınlaştırmıştır. İnsanlık tarihinde bir olgu binlerce kez başka renk ve nüanslarla da olsa tekrar etmiştir. Büyük ideallerle kendini “feda” ederek davranan insanlık, hemen her seferinde beklentilerinden başka noktalara düşmüştür. Kolektif istek ve özlemler, büyük hareketlilikler, savaşlar, devrimler yaratmış, fakat her seferinde bu özlemler egemenlik piramitlerinin dehlizlerinde kırılarak başkalaşmıştır. Daha doğrusu geniş kitleler tarafından olay böyle algılanmıştır. Kolektif bir özlemle aynı zamanda kendisi için davrandığına inanan insanlar, sürecin bir noktasında “başkalarının” çıkarlarının sahne figüranı konumuna düşürüldüklerini gördükçe, postmodernizmin zırhına büründüler. Bu sosyal “aldatılma” bir oyun, basit bir hile değil, sınıflı toplumların “gelişim” zembereğiydi.

İnsanlığın ilk toplumsal düzeni çıkarsız komünal yaşam, kutsal kitaplara “cennet” özlemi olarak girmiştir. Adem ve Havva’nın kovulduğu “cennet” budur. İnsanlık o günlerinden on binlerce yıl uzaklaşsa da hala kimse (sosyal sınıf) kendi çıkarını çırılçıplak savunamayıp, onu toplumsallaştırma gereği duymaktadır. Bu nedenle, sosyal aldanma ve aldatılma oyunu sürmektedir. Postmodern düşünce ve onun “bireyi” bu süreçlerin ürünüdür. Ancak kendini, şimdi içinde bir kimlik arayışı ile sınırlayan postmodernizm, bu sosyal aldanmayı aşmak değil ebedileştirmek gibi sinik bir role soyunuyor. Kimlik arayışı, insanın geleceğini kaybetmesinden doğuyor. Postmodern dünya şimdiyi tek yaşam biçimi haline getirerek, aslında kimliksizliği ya da aynı şey demek olan her günün çalkantısında değişen kimliği kutsuyor. Postmodernizmin “kimlik arayışı” ve “özgünlük” isteği, hiçbir değer tanımadan ve yaratmadan kendini yaşamaktır. Dün, belli değerler uğruna akan sosyal yaşam, bugün sadece kendi için yaşayan postmodern birey için akmalıdır. Gerisi boştur. Değerleri olmayan, üstelik her türlü değer yaratımına karşı duran bir kimlik, bugünün dünyasının tek tanrısı paranın tapınağında gizli ayin yapmaktan kendini kurtaramaz.

Düşüncelerin Yan Yana Çöküşü

Postmodern dünyada düşünceler birbiri ile çatışıp bir “senteze” gitmez; yan yana çökerler. “Herkesin kendi düşüncesi” vardır ve bunlar dokunulmazdır. Eskiden ateşle barutun yan yana duramayışı gibi parlayan düşünce çatışmaları postmodern dünyada yoktur. Eğer bir tartışma varsa, tartışmanın bir noktasından sonra herkes kendi düşüncesine çekilir. Şu baş belası “ikna” ve “sentez” kavramları postmodern dünyada “teori terörü” olarak algılanır. “Herkesin kendi düşüncesinin olması” elbette olumsuzlanamaz. Tam tersine bireyin öne çıktığı dünyada bu olgu kaçınılmazdır, üstelik insanlığın gelişimi açısından olumludur. Ancak yaşam biz istesek de istemesek de çoğu zaman bizim özgül dileklerimizden öteye akıp gider. Böylece bazı düşünceleri boşa çıkartır; bazılarını kısmen ya da tamamen doğrular. Bizim öznel niyet ve isteklerimiz dışında düşünce sentezleri yaratır. Fakat postmodern dünyanın bireyi olguları böyle kavramaz. Her türlü “büyük anlatı”nın anlamsızlaştığı bir dünyada, düşüncelerin de çatışması ve sentezleşmesi saçmadır. Diğerlerine “hoşgörü” göstererek herkes kendi kulvarında yürür.

Modern çağı kaplayan ana düşünce akımlarının -kapitalizm ve sosyalizmin- çatışması duvarın çöküşü ile birlikte eski canlılığını ve anlamını yitirdi. Bugünün dünyasında görünüşe bakarsak, belirgin ve egemen düşünce akımı yok, düşüncelerin kendi kaplarında ayrı ayrı duruşu ve varoluşu yaşanıyor. Ayrıca postmodern düşünce açısından düşüncelerin çatışmasından “teori terörü” ve insanlık için “dayanılmaz acılar” ortaya çıktığı için, düşüncelerin kendi kaplarında çökmeleri istenen bir şeydir. Zaten geçmişten kopan ve geleceği tasarlamak istemeyen postmodernizm için düşüncelerin çatışmasının hiçbir anlamı yoktur.

Kalabalıkların ortasında yalnız insanlar üreten postmodern dünya, tıpkı bunun gibi düşünceleri ayrı kaplarda çökerttiği için, öte yandan düşünce yoksunudur. Ancak buradan düşünce yokluğu çıkmaz. Bugünün gerçekliği çarpıcı bir şekilde postmodernistlerin sunduklarının tam tersidir. Gerçekten “herkesin kendine özgü” düşünceleri var mıdır? Yoksa bütün bunlar bir ana rengin sadece küçük nüansları mıdır? Böyle olduğu kanıtlamayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Kapitalizmin küreselleştiği bir dünyadayız. Elbette kapitalizmin doğuş yıllarındaki ideolojik değerler bugün eski canlılığına ve çekiciliğine, hatta “meşruluğuna” sahip değildir. Ancak yine de bu düşünce sistemi egemendir. Bu egemen sistem dev imkanları ile insanlığın üstüne medyadan bir gökyüzü örmüştür. Nereye baksanız, en uzak ufuklara bile gözünüzü dikseniz medyanın ufku dışına çıkamazsınız. Bu gökyüzü isterse sizi düşünce ve haber sağanağına uğratır. İstemezse bir damla damlamaz. Böyle bir dünyada “herkesin kendine özgü” düşüncesinin olduğu yanılgıdan başka bir şey değildir.

Evet, herkesin bir düşüncesi vardır. Batı’nın ünlü demokrasilerinde düşünce bir suç değildir. Komünist de olabilirsiniz ırkçı da; militarist de olabilirsiniz askerlik karşıtı da; ancak düşüncenin pratiğe geçirilmesi noktasında ünlü özgürlük alanı birdenbire daralıverir. Bazı düşüncelerin pratik alanı yoktur. Yasaktır. İnsan düşündüğü gibi davranır. Çok fazla düşünmüyorsa, davrandığı gibi düşünür. Burjuva demokrasisi, düşünce ve davranışı birbirinden koparan bir siyasal sistemdir. Bu sistemin gençlik günlerinde ise basbayağı bazı düşünceler de yasaktı. Ne zaman sistem için zararlı düşüncelerin pratik karşılık yaratma gücü çok zayıflamıştır, o zaman ünlü düşünce özgürlüğü tanınmıştır. Hem düşünen hem de bunun pratiğini yaratma gücüne sahip olan egemen düşüncedir. Modern dünya, düşüncelerin çatışmasını ister istemez tanımak zorunda kalmıştı. Düşüncenin pratiğine sınır koysa da bu böyleydi. Postmodern dünya daha gerilere giderek düşüncelerin çatışmasını bile hoş görmez. Elbette ortada bu anlamda uygulanan bir “ceza kanunu” yoktur. Fakat postmodern dünya dayandığı mantık gereği düşüncenin özgürlüğünü, yani kendini ortaya koymakla kalmayıp farklı düşüncelere karşı mücadelesini anlamlı bulmaz. Postmodern dünyada anlayış olarak düşüncenin sadece duruşuna izin vardır, akışına izin yoktur. Her düşünce kendi kabında durmalıdır. Oysa yaşamın kendisi “bileşik kaplar” gibidir. Her şey birbirini etkiler.

Düşüncenin bu tarz kendi kabına çekilmesinin nedenleri neler olabilir? En belirgini sosyalist düşüncenin pratik güç olarak sahneden çekilmesidir. Böylece sistemler arası egemenlik mücadelesi ortadan kalktığı için, düşüncenin egemenlik mücadelesi de postmodern kafalarda anlamını yitirmiştir. Postmodern düşünce varolan egemen sistemin kılcal damarları arasında gezinmekle yetinir; kendisi bir egemenlik mücadelesine girişmez. Çünkü böyle bir durumda ayrı ayrı duran düşüncelerin kapları ister istemez kırılır. Kendini çok özgür ve farklı sanan bu düşünce egemenlik için mücadele hakkından vazgeçmesi nedeniyle, egemen düşünceden ancak onun gölgesi kadar özgürdür. Öte yandan, insanlığa en ters düşüncelerle yan yana durabildiği için, “düşünce terörüne” karşı çıkmak adı altında, kendi durgun bataklığında zehirli bitkilerin büyümesine hiç aldırış etmez.

Düşüncelerin ayrı kaplarda durmasının diğer bir nedeni, modernizmin yarattığı ve zirvelere tırmandırarak kutsadığı “liberal insan”dır. Bugünkü kapitalist anayurtlarda toplumun temel birimi, bireysel çıkarlarını her şeyin üstünde tutan bu liberal insandır. Her kişi kendi bireysel çıkarının temsilcisidir, düşüncesi de ister istemez bu çıkarın tanım ve gerçekleşmesi ile sınırlıdır. İnsanlık tarihinde çıkarlar, hiç bugünkü kadar doğrudan düşüncelerle ifade edilmemiştir. Çıkarların dile getirilişi hep başka değerlerle dolayımlandırılmıştır. Bugün çıkarların dillendirilmesine giden yollar hiç dolambaçlı değildir, radikal bir kestirmelik taşıyor. Bunun nedeni bencilliğinin zirvelerinde bayrak sallayan günümüz bireyidir. Çıkarların dolaylı sunuluşu ne demektir? Bu bayağı bir aldatmaca mıdır? Sınıflar ya da bireyler kendi çıkarlarını dile getirirken onları mutlaka bazı toplumsal amaçlarla birleştirirlerdi. Çünkü Aydınlanma ve sonrasında toplum tümüyle “özgürlük” ve “eşitlik” düşünün ardından koşmuştur. Herkesin özel düşleri olsa da toplumsal bir düş çevresinde de büyük bir yığınak yapılmıştı. Kim ağzını açsa bu toplumsal düşe değinmeden insanlara bir şey anlatamazdı. Bugün böyle toplumsal düşler yoktur. Birkaç yüzyılda çıkarlar bütün örtülerinden soyunmuştur. Çıkarların ulusal veya toplumsal, hatta sınıfsal bir katalizöre gerek duyulmadan dillendirilmesinin sonucu, düşüncenin de toplumsal bir uğrak noktasına ihtiyacı kalmamıştır. Düşünceler için “birleşik kap” rolü gören “ulus”, “toplum”, “sınıf” kavramları liberal insan için anlamını yitirdiğinden, düşünceler de ayrı bireysel kaplara hapsolmuştur.

Düşünce Önceki Büyüsünü Yitirmiştir

Tanrıdan kopan, kendisi bir “kurtarıcı” haline gelen “özgür düşünce” zamanın acımasız dilimlerinde devindikçe, insanlık özgürlük düşünü yitirmiştir. Tümüyle özgürleştiği için mi? Kapitalist merkezler için bir özgürleşme kısmen doğru olsa da “özgürlük ağzımızda neden bir kül tadı bırakıyor?”17 Büyülü özgürlük düşüncesinin peşinden sürüklenen insanlık sonunda özgürlüğün paranın tutsağı olduğunu görmüştür. Bu gerçeklik hiç günümüzdeki kadar açık ve hatta yavan bir biçimde kendini ortaya koymamıştı. Dünyanın en özgür nesnesi paradır. Sınır tanımadığı gibi sınırlar ötesine bin bir imtiyazla davet edilmektedir. Bugüne kadar insan kölelikten kurtuldu. Derebeylik zulmünden kurtularak, özgür uluslar yarattı. Sömürgeler kapitalizmin sömürgeci boyunduruğundan kurtulmak için ulusal kurtuluş savaşları yürüttüler. Sosyalizm yetmiş yıl kapitalizmin ensesinde özgürlük ve eşitliğin soluğu oldu. Zaman aktı, dünya döndü, bütün bu kurtuluşlar sonunda paranın tapınağında tutsak oldular. Bu noktada düşünce de bütün büyüsünü yitirdi. Para, her türlü düşünceyi tüketebiliyor, satın alabiliyor ya da tapınağında zamanı geçmiş bir eşya gibi sergileyebiliyordu.

Sosyalizm zaten itibarını yitirdi. Bugünkü “demokrasi” ve “insan haklan” söylemlerinin neden çekiciliği yoktur? Üç yüz yıllık kapitalizm deneyinde insanlık, bu düzenin sınırları içinde kalındığı müddetçe, her türlü değerin paraya tahvil edilebileceğini yeterince görmüştür. İşte böyle bir dünyada düşünce bir dönemlerin çekici gücü olmaktan çıkmış, sosyal gelişmelerin ateşleyici fitili olmak yerine, nemli bir barut gibi ayrı ayrı torbacıklarda yarı uykuya dalmıştır.

Postmodernizmin buraya kadar irdelemeye çalıştığımız özellikleri daha çok onun siyasal yanını meydana getirir. Siyasetten hiç hoşlanmayan postmodern düşünce, bununla yetinmeyip insanlığın bugüne kadar geliştirdiği bilimsel ve felsefi alanlara da sızarak, bir mürekkep lekesi gibi her tarafa yayılmaktadır. Bazı başlıklar seçerek onun nerelere kadar yayıldığını tespit etmeye çalışalım. Siyaset doğrudan çıkarların alanıdır. Ancak bilimin bir objektifliği olmalıdır. Nasıl olurda oldukça hafif meşrep görünen postmodern düşünce bilim alanında da kendine sızacak çatlaklar bulmuştur? Bunu bölümün sonunda irdelemek üzere önce postmodern düşünce bilime hangi yönlerden yaklaşmaktadır, onu görelim. İnsanlık düşüncesi ve bilim, birikimler ve sıçramalarla gelişiyor. Postmodern düşünce hangi yönde bir sıçramayı temsil ediyor?

Bilim-Bilimin Meşruiyeti ve Gerçeklik

“Bilginin ne olduğuna kim karar verecektir ve hangi ihtiyaçların karara bağlanacağını kim bilecektir?”18 Bu soruyu Lyotard, “bilgisayar çağında, bilgi sorunu şimdi eskisinden daha çok bir hükümet sorunudur” şeklinde cevaplıyor. Bu tepkilerden çok açık anlaşıldığı gibi bilimin itibarı Aydınlanma çağındaki gibi tartışmasız değildir. O dönem için şöyle yorumlar bile yapılmıştır:

“Auguste Comte’un tahmin ettiği üzere, bilim adamları bir ölçüde en yüksek rahipler haline geldiler. Başka bir söyleyişle, bilimsel sorunların çok önemli oldukları düşünülmektedir. Bu yüzden bilim, herhangi bir faaliyeti sürekli meşrulaştıracak bir konumdadır.”19

Postmodernizmin bilime bu tarz yaklaşımı elbette tamamen siyasidir. Ancak bu noktada durmaz, çok daha derinlere gider. Hangi derinliklere kadar indiğine gelmeden, bu siyasi yaklaşımın anlamını irdelemeye çalışalım. Bilim, yani insan aklının tanrıyı alt etmesi ona müthiş bir çekim gücü kazandırdı. Bilimin toplumsal yaşama doğrudan girmesi Aydınlanma çağı ile başladı. Bu dönemden itibaren artık insanlığın yaşadığı serüvenler tamamen kendi tercihlerinin sonucu olarak göründü. Her ne kadar insanlığın büyük bir bölümü hala metafizik güçlere inansa da son peygamber de gelip geçtikten sonra insanlar yeryüzünde esas olarak kendi alınyazılarını belli ölçüde belirlediklerine de inanmaya başladılar. Artık bu alınyazısını bilim belirliyordu. Bilim tanrısı yeryüzüne yeni “rahipler” -bilim adamlarını- yolluyordu. Ortaçağ, tanrının tekleştiği ve en yüceleştiği dönem oldu. Oysa önceleri tanrılar vardı. Üstelik çocuklar gibi birbirleri ile didişip duruyorlardı. Tanrı tekleşip yüceleştikçe ve her şeye egemen hale geldikçe aynı zamanda kendi inkarını hazırladı. Ancak en yüce ve muktedir olduğu günlerde bile onun egemenliği sadece ruhani temsilcilerinin aracılığı ile yürüyemiyordu. Elinde kutsal kitabı ve cüppesi ile insanlara öğüt veren ve yol gösteren din büyükleri dünyanın düzene girmesi için yetmiyor, din büyüklerinin yanına mutlaka bir de elinde kılıcıyla “yeryüzü tanrıları” beyler, imparatorlar gerekiyordu. Modern çağda bilimin dedikleri de kendiliğinden onaylanmıyor, tam tersine büyük dirençlerle karşılaşıyordu. Yeryüzünün “yeni rahipleri” bilim adamlarının yanında, sermaye ve silah gücü ile genç ve yeni sınıf burjuvazi durmasaydı pek çoğunun akıbeti Ortaçağ cadılarından farklı olmazdı. Demek ki bilim daha doğuşunda bir sınıfın çıkarları ile etle tırnak ölçüsünde kenetlendi.

Bugün bilimin sorgulanmasının en temel nedeni, insanlığın bilimle birlikte yaşadığı son iki yüz yılda başına gelenlerdir. Tanrılar bile kendilerini böyle hesaplaşmalardan kurtaramadığı göre bilim nasıl kurtarabilirdi? İnsanlık “bilim tanrısı” ile birlikte yüzlerce küçük savaş, iki topyekün savaş ve atom gücünün dehşetini yaşadı. Tanrılar cenneti öbür dünyaya saklıyorlardı, oysa bilim bu dünyada bir cennet vaat etti. Bugünün dünyasında bazı cennet adacıkları var; ancak büyük bölümü cehennem koşullarında yaşıyor.

Postmodernizmin bilime tepkisi bu nedenlerle çok da yersiz değildir. Alınyazısını eline alan insanlık kendini yine bir uçurumun kenarına getirmekten kurtulamadı. Bilim, burjuvazi ile birlikte doğdu. Daha çok onun çıkarlarına hizmet etti. İnsanlık tarihinde çok kısa bir süre olan yetmiş yıl kadar da işçi sınıfı iktidarlarına hizmet etti. Ancak sonucun hiçte parlak olmayışı bilim tanrısına postmodern bir saldırıyı neredeyse kaçınılmaz kıldı.

Bu saldırının diğer bir nedeni bilimin günümüzde kazandığı muazzam güçtür. Bu güçle bilimin, “herhangi bir faaliyeti sürekli meşrulaştırma” özelliği yan yana geldiğinde bilim tanrısından “korkmamak” elde değil. İnsanlık bugün fırtına hızı ile yeniliklerle tanışıyor. Bunun yanında sürekli olarak bu bilimsel gücün nasıl kullanılması gerektiği üzerine tartışmalar sürüp gidiyor. İnsanlık tanrılardan büyük düş kırıklığına uğradıkça onları terk etti. Bugün bilimden uğranan düş kırıklığı ile onu da terk etmek mümkün müdür? Böyle küçük anaforlar yaşanıyor; dünyamız modern tarikatlarla doldu, ancak bilimin yerini alacak yeni tanrı ortaya çıkmadı. Geriye bilimsel gücün nasıl kullanılacağı üzerine kıyametler kopabilir.

Postmodernizm, bilimin gücüne ve “mutlaklığına” bugüne kadar yaşananlar nedeniyle tepki duyuyor. Fakat bunu yanlış hedefe yönlendiriyor. Bilimin doğuşundan bugüne kadar onun yanında sermaye ve zoru ile duran burjuvaziye, bilime kızdığı kadar kızmıyor. Bu, Ortaçağ’da papaza kızıp derebeylerini kutsamaya benzerdi. Oysa gerçek güç eninde sonunda semavi değil yerseldir. Bilim de kendi başına bir güç değildir. Kimin elinde ise ona hizmet eder. Bugün bilimin kapsamı ve derinliği o boyutlara gelmiştir ki artık bir sınıfın ya da bir egemen ülkenin boyutlarını zorlamaktadır. Ancak günümüz dünyasında bu zorlamaların henüz somut politik sonuçları ortaya çıkmamıştır. Postmodernizm bunlar üstüne kafa yormak yerine kılıcını “bilimin mutlaklığına” karşı çeker. Onlardan çok önce ünlü anarşist Bakunin bunu kendi döneminde en çarpıcı bir şekilde yapmıştır:

“Tüm rejimlerin en aristokratı, en despotu, en kurnaz ve en seçkinci olanı bilimsel aklın iktidarıdır.”20 Burjuva rasyonalitesine karşı bu isyanın elbette maddi bir temeli vardır. Kapitalizmin, köylü toplumundan fabrika disiplinine geçişi çok zorlu kavgaları gerektirmiştir. Önceleri zorun gerekçesi tanrı idi. Her- şey tanrı adına yapılırdı. Oysa burjuva toplumunda zor, “bilimsel akla” dayanıyordu. Daha doğrusu zor, “akılcılıkla” temellendiriliyordu. Zamanı, sadece gün doğumu-batımı ve mevsimlerle tanıyan bir toplumdan, saat ve dakikalarla yaşayan bir topluma geçiş büyük alışkanlıkların kırılmasını gerektirmiştir. Kapitalist toplumda rasyonalite başlıca iki temele dayanmıştır. Bilimsel gelişmelerin doğayı kavrayışta yarattığı düşünce temeli ve kapitalist karın sürekli büyütülmesinin zorunluluğu “akılcılığı” yaratmıştır. Sadece bilimsel buluşlar nedeniyle rasyonalizm gelişemezdi. Bakunin, “bilimsel aklın iktidarına” karşı çıkarken bunu daha çok geleneksel toplumun alışkanlıklarından kalkarak yapıyordu. Oysa postmodernistler akılcılığın son sınırlarına kadar yaşandığı uzun yıllardan sonra bilime karşı çıkıyorlar. Bu karşı çıkışı hangi noktalara kadar derinleştiriyorlar?

“ ‘Hakikate daha fazla yaklaşmak’ ifadesinin hiçbir anlamı yoktur.”21 “Akla veda” eden Feyerabend böyle diyor. İnsanlar uzun yıllar hakikati “gökte” kendilerinden çok uzaklarda aradılar. Bu olmayınca yeryüzüne inip “aklın yolundan” hakikate gidebileceklerine inandılar. Bu inanç hiç de boş kuruntulara dayanmıyordu. Bilim, her adımında sanki hakikatin örtülerini kaldırıyor, ona yaklaşıyordu. Ancak insanlığın son yarım yüzyılda yaşadıkları bu yolculuğun hiçte güvenilir olmadığını gösterdi.

“Dünyanın belirli bir bölgesindeki olgular hakkında bilgimizi geliştirebilsek de hiçbir zaman eksiksiz bir görüşe ya da böyle bir görüşün ne kadar uzağında olduğumuzun bilgisine varamayız.” (a.g.y.) “Eksiksiz bir görüş”e varmak elbette mutlak olarak imkansızdır. Ayrıca bir “mutlak hakikat” de olmadığı için “hakikate ne kadar yakın” olduğumuzu da bilemeyiz. Ancak insanlığın bilim yoluyla her gün bilmediği dünyadan bir alan fethettiği de bir gerçekliktir. Bilgi büyüdükçe bilinmeyenlerin azalıp azalmadığına bir hüküm vermek mümkün değildir. Buna hüküm verebilmek için bir son nokta olması gerekirdi. Oysa bilgi yolculuğunda böyle bir son nokta yoktur. Konu böyle ele alınınca “hakikate daha fazla yaklaşmak” ifadesinin bir anlamı yoktur. Ancak buradan hareketle insan bilgisinin hiçbir gerçeğe karşılık gelmediğini söylemek bambaşka bir sonuç yaratır.

“Maxwell eşitliklerinin geçerliliğinin, insanların elektriklenme konusunda ne düşündüğünden bağımsız olduğu doğrudur. Fakat onların, içinde var oldukları kültürden bağımsız olmadıkları da doğrudur.” “Teknolojilerimizde, düşünce biçimlerimizde ve matematiğimizde yapılacak küçük bir değişiklik, şu anki mevcut statüko içindeki akıl yürütme tarzımızı felç etmeye yetecektir. Fakat biz, her ne hikmetse, bu statükonun koyduğu konuların, geçerli addettiği olgu ve yasaların düşünce ve eylemlerimizden bağımsız olarak “dünyada” var olduğuna inanmaktan bir türlü vazgeçemiyoruz.” (a.g.y.) Bilim dünyasında T. Kuhn ile yeniden alevlenen bu tartışma postmodern dünyada her şeyi kapsayan bir dalga haline gelmiştir. Düşüncelerimizden bağımsız bir “gerçeklik” ne ölçüde vardır? Bu çok eski soru, bilimin fırtınalı gelişimi ve sosyal sistemlerin (sosyalizmin) ani altüstlüğü nedeniyle yeniden insan bilincinin derinliklerinden yüzeye çıkmadan edememiştir. İnsanlar (bilim adamları da), dünyaya “kendi pencerelerinden” bakarlar. İnsanlığın düşünce tarihinde dönem dönem yaşanan altüstlükler, bilimin hızlı gelişiminin yarattığı kayganlık ve modern çağın tek kişisinin -bireyin- doğup gelişimi, onun sürekli derinleşen “kendine özgü dünyası”, herkesin “kendi penceresine” bir anlamda sevdalanması sonucunu yaratmıştır. Bu anlamda “gerçekliğin” “içinde var olduğumuz kültürden” ne ölçüde “bağımsız” kavrandığı sorusunu sürekli canlı tutmuştur. Feyerabend’ın dediği gibi “teknolojilerimizde, düşünce biçimlerimizde, matematiğimizde yapılacak en küçük değişiklik” var olan bütün statükoyu altüst edecektir. Dolayısı ile belli bir çerçeveden kavradığımız “olgu ve yasaların”, “düşünce ve eylemlerimizden bağımsız” olarak “dünyada var” olduklarına nasıl inanacağız? Buradan herkesin dünyaya baktığı “kendi penceresini” ne ölçüde “bağımsız” inşa edebildiği sorusuna gelinir. “Teknoloji ve matematiğimizde” bir değişiklik yapsak… Ancak bu değişikliği nasıl yapacağız? “Değişiklik” elimizdeki verili malzemeyle koşullandırılır. Matematiğimizde “istediğimiz” değişikliği yapamayız. Penceremizden “canımızın istediğini” değil, belli bir ufuk sınırı ile çevremizi görebiliriz. Ancak şu doğrudur. Pencereden bakarken bir yazar ya da ressamla, meteoroloji ile uğraşan birisine bulutlar “başka türlü” görünür. Daha doğrusu fizik biçim olarak aynı şeyi görseler de onları tamamen başka türlü algılarlar. İnsan sadece gözü ile değil yüklü olduğu bilgi ile de bakar; tam doğru söylemek gerekirse, algılar.

Postmodernizm bu “gerçeklikten” hareketle şu noktaya varır: “Heidegger’e göre varlık, bir ‘olay’dır; görüşten gizli bir şey değildir. Başka bir deyişle, varlık yalnızca, ‘yaklaşık olarak ve genellikle ortalama gündelikliği içinde’ keşfedilebilir. ‘Varlık, tecrübe etmemiz için bizim yaratmamızı gerektiren şeydir’ der, Merleau Ponty. Özetle, varlık tarih dışı ve mutlak değildir.”22

Evet, “Varlık tarih dışı ve mutlak değildir”. Değişir. Postmodern düşünce her türlü tarihsel bağdan kopmak iddiasında olduğu, ayrıca daha önemlisi herhangi bir “büyük anlatının” boyunduruğunu reddettiği için, olguları ve düşünceleri pervasızca birbirine karıştırmaktadır. Zaten “postmodern yaşam”da budur. Varlık, mutlak değildir. Ancak düşüncemizin dışındadır. Oysa postmodernizm varlığın değişimini düşüncemizle bağlıyor. Böylece “dışımızdaki” varlık, aslında bizden bağımsız değil, “tecrübe etmemiz için bizim yarattığımız” bir şeydir. “Görüşten gizli bir şey değildir.” Oysa varlığın görünenden “gizli” sonsuz bir derinliği vardır. Biz onu görüşümüzle tekrar tekrar yaratmayız. Var olanın derinliklerinde yolculuk yaparız. Var olan statik ve değişmez değil, kıpır kıpır “canlı”dır. Ancak varlığın değişimlerini biz düşüncemizle yaratanlayız. “Büyük anlatıların” parçalandığı dünyamızda postmodernizmin gerçekle ilişkisi hiç de böyle değildir.

“Bilginin rezervi -olası söylemlerin dil rezervi- tükenmez olduğundan; artık gerçeklik diye bir sorun yoktur, fakat daha çok bilimcilere incelenen varsayımları toplama, enformasyon ağına katma imkanı veren söylemin ikna edici gücü, katışıksız uygulanması sorunu vardır. Bu yolla kanıt üretme imkanı yükseldikçe, benzer şekilde doğrulanma imkanı da artar.”23 Postmodern çağda bilgi ve olasılık bolluğundan gerçeğin yokluğuna gelinir. Artık gerçeklik sorunu yoktur, “söylemin tükenmez” bolluğu ve bunların “dolaysız uygulanması” sorunu vardır. Bir postmoderniste karşı gerçekliğin katı ve sevimsiz sopasını istediğiniz kadar sallayın, o, bilgi bolluğunun yarattığı sarhoşluktan kurtulamayacaktır. Çünkü bu sarhoşluğun da gerçek bir yanı vardır. Newton Fiziği’nin katı determinizmi, Görelilik ve Kuantum teorileri ile geriletilip, gökten bilgi yağan bir çağa girilince gerçekliğin sıkıcı zincirleri parçalanıp gitmiştir.

Sanal dünyaların yaratıldığı günümüzde gerçekliğin üzerinde durmak, ayrıca böyle kararlı bir tavra sahip olmak bile başlı başına bir sorun ve zorluktur. Bilginin esas olarak dışımızdaki “gerçek” dünyadan edinildiğini ve uygulamayla ona dönmek zorunda olduğunu istediğiniz kadar tekrarlayın, bu “klasik” sevimsiz düşünceleri yaşadığımız günlerdeki bilgi üretiminin hızı ve zenginliği sanki her gün yalanlamaktadır.

“Dilin dayandığı gerçekliği, anlamı, temel özü ve gelişmeyi inkar eden postmodern meta-teori, nominalizmin dilini konuşur ve savunur. Nominalizm ise finans kapital veya değişim değerinin kullanım değeri ile bağlantısının olmadığını ileri süren, monetarizmin dilidir.”24 Postmodernizmin özden çok biçime, gerçekten çok söyleme, bilimden çok “dil oyunlarına” düşkünlüğünün, ekonomideki karşılığını çok güzel dile getiren bu tespit, günümüz dünyasının somut bir gerçekliğidir. Sanal değildir. Üretimden tamamen kopuk görünen para spekülasyonlarının sanal dili, postmodernist düşünce zemini ile büyük ölçüde çakışmaktadır. O dünyada hiçbir maddi temele dayanmadan, üretim gerçekliğinin sıkıcılığına uğramadan, paranın rakamları arasında gezinmek, “söylemden” “söyleme” sıçramak mümkündür. Borsada “doğru” yoktur. Her şey doğru olabilir. En doğru görünen tutumlar birden yalanlanabilir. Borsaların bugünkü çılgınlığı, senetlerin değerinin artması ya da eksilmesi bir fırtınaya, bir politikacının ölümüne, ABD başkanının bir konuşmasına, hastalığına ve başka pek çok şeye “bağlı” olduğuna göre, postmodern düşünmemek elde mi?

“Postmodernistlere göre, metin veya dünya asla basitçe okunamaz.” Hatta Derrida’ya göre “metin dışında hiçbir şey yoktur.” “O nedenle, postmodernistler varlığın özünün arayışı içinde değildirler.”25 Varlığın “özüne” yolculuk, bu arayış, insanlığın düşünce tarihi boyunca süregelmiştir. Her “öz” arayışı kaçınılmaz bir şekilde çeşitli “büyük anlatılar” yaratmıştır. Bu noktadan sonra insanlık kendi dışına bu “büyük anlatılar” aracılığı ile bakmaya başlamıştır. Postmodernizm bu yolu terkediyor. Ona göre “hakikati korumak için düzenli olarak kullanılan meta-anlatıların doğrulaması yoktur.”(a.g.y.) Şöyle denir:

“Olgulara inanma yanlışı içindeyiz; yalnızca göstergeler vardır. Doğruya inanma yanlışına düştük; yalnızca yorumlar vardır.” (a.g.y.) Buradan varlıkdaki özü aramak yerine “metin yorumlarına” geçilir. Bu nedenle “postmodernistlere göre dil yalnızca bir araç değil, insanların dünyayı anlamalarını sağlayan biricik çerçevedir. Dil gerçekliği güzelleştirmek yerine, bilinen her şeyi kuşatır… Gerçekliği meşrulaştıran şey, zorunluluktan çok ‘konuşma oyunudur’ (a.g.y.) Felsefenin derinliklerinden çıkıp günlük politik yaşama ayak basıldığında postmodernistlere hak vermemek elde değil. Dev medya, bize her gün yeni “gerçekler” açıklayan bu araç, aslında tam da söylenildiği gibi bir “konuşma oyunudur”. Bu medya dünyasında gerçekten “doğrular yok, yorumlar vardır.” Postmodernizm düşüncenin değil, dilin büyüsüne tutkundur. Bir sisteme dayanan düşünceyi yaratmak da uygulamak da muazzam zorlu bir iştir. Fakat “dilin kemiği yoktur.”

Dilin gerçeklik sınırı ile yetinmek ya da dilde gerçekliği aramak ne anlama geliyor? Dil aslında insanlığın alet kullanmaya başladığı günden beri onun doğayı ve toplumu tanımasının canlı tarihidir. Tarih ölüdür. Ancak dil her gün yaşanan canlı tarihtir. Bilimsel araştırmaların verileri doğru ise insanın fizik yapısındaki her gelişme ve özellik DNA hücrelerinde kayıtlıdır. Dil de bir bakıma toplumsal bir DNA’dır. Dilin hücrelerinde her gelişme kayıtlıdır. Elbette doğrudan değil, dolaylı kavramlarla bu kayıt yapılmıştır. Yapısalcılara göre dil nesneldir; öznel olan “söz”dür. Ve bu tespit bir gerçekliğe işaret eder. İnsan kendi dışında bir dil ortamına doğar; kendinin sandığı “söz”lerle onu kullanır.

“Hakikati” arayan insanlığın bir bölümünün bir dönem gelip dile takılması bir rastlantı ya da sadece bir safsata değildir. Öyle dönemler olur ki, insan “hakikati” bulduğuna inanarak yaşar ve davranır; yine öyle dönemler olur ki “hakikat” kendini gizler. Aydınlanma sonrasından söz ettiğimiz için bu “buluş” ve “inanışlar”ın aktörü artık “bilimsel aklın” gücüdür. Ancak bilimsel aklın gücü tanrıları tahtından ederken çoğu zaman onlardan daha becerikli olmadığını gösterdi. Bilimsel aklın bulduğunu iddia ettiği gerçeklikten yola çıkan insanlık, çoğu zaman kendisini hedeflediğinden çok başka noktalarda buldu. Böyle durumlar “hakikatin” yeniden gizlendiği zamanlardır. İnsanlığın yakın dönem tarihindeki iki dünya savaşı ve faşizm hiç de öngörülmeyen gerçekliklerdi. Bilimsel aklın gücü, insanlığın bu döneminde tarihindeki en önemli darbeyi almıştır. Bu darbe iki yönden gelmiştir. Hem öngörülen hedeflerden sapması hem de “aklın” atom çekirdeğini parçalama gücünün yarattığı “korku” nedeniyle, bilimsel aklın I8.yüz- yılda yarattığı coşku yerini şüpheye, karamsarlığa, sinizme bırakmıştır. Daha doğrusu yeniden bu eski illetlerin yolunu açmıştır. “Hakikat”in kendini gizlediği dönemler aynı zamanda insanlığın yeni değişimler için doğum sancıları çektiği günlerdir. İnsanlığın “gerçekle” bu zorlu ilişkisi onun düşüncesinde yankılanmalar yaratmadan edemezdi. Gerçeğe doğru bitmez tükenmez zahmetli düşünce yolculukları, bunun pratiğin acımasızlığında zaman zaman kırılıp dökülmesi, gerçeğe varış yollarını, hatta gerçeğin olup olmadığının sorgulanmasına neden olmaktadır. Gerçekliği dilde aramak ya da onunla sınırlamak insanlığın düşünce ve davranışında bir kısa devredir. Yıpranan düşünce ve davranış ağı bir noktada kısa devre yapar; pratik durağına uğramadan gerçeğe varma yolları aranır. Dilde gerçeği bulmak, “doğrulara inanmanın” yerine “metin yorumlarım” geçirir. Artık ortada ikide bir sorun çıkartan “pratik” yoktur. Dilin yorumlar dünyasında sonsuz bir yolculuğa çıkılır. Düşüncenin pratikte doğrulanma işkencesinden dil oyunları ile kurtulunur.

İnsanlığı peşinden koşturan, bir türlü ulaşılamayan ve sonunda dil oyunları ile süslenip kendisi gözden yitirilen “hakikat”a bu arada ne olmuştur? Postmodern dünyada “hakikat” ya da “doğru” yoktur; sonsuz parçalı “yorumlar” vardır. Platon’dan Hegel’e düşünce (idea) gerçekliği kendinde gördü ve pratiğe hükmetmeyi denedi; her olguda, olayda ve maddede kendini var eden, açığa vuran özü aradı. Bilimsel akıl ise bütün bilimselliğine rağmen çoğu zaman kendini gerçeğin yerine koydu, böyle her düşünce katılaşması yeni bilimsel buluşlarla parçalandı, ardından yeni formüller, yeni kalıplar geldi. Ancak bilimsel değişimin hızı önceki dönemlerle kıyaslanamayacak noktalara erişince formüller katılaşamadan değişime uğramaya başladılar. Böyle bir dünyada “hakikat” olabilir miydi?

“Mutlak gerçeklik” yoktur. Ancak düşüncenin gerçekle ilişkisi nasıldır? Postmodernizmin böyle bir sorunu yoktur; düşüncenin pratikte doğrulanması olanaksızdır. Bu anlamda doğrular değil yorumlar vardır. Postmodernizm açısından “meta-anlatıların doğrulanması yoktur” (a.g.y.), onun için madde ve toplumu bilme çabası anlamsızdır; olanaksızdır. Postmodern düşünce görünenin ötesine geçmez.

“Mutlak Gerçek”ten Mutlak Göreliliğe

“Günümüzde tüm okullara bulaşmış görecilik ve şüphecilik tartışmaları, teorik geleneklerin kendi temel iddialarını doyurucu bir formülasyona kavuşturmayı bile beceremediğini gözler önüne seriyor. Ne zaman bir araştırmacı ya da tüm bir disiplin ne yapacağını bilmeden dolanıp durmaya başlasa hemen işitir olduğumuz ‘bize bir teori gerek!’ diyen o savaş çığlığı, bu nedenle en fazla, su götürür muhakemelerle takviyeli bir parti çizgisi olabilir, bilginin zorunlu bir ön koşulu değil.”26 Yıkılmaz görünen düşünce sistemleri büyük sarsıntılar geçirince günümüzde bilginin göreliliği yeniden vurgulanmaya başlanmıştır. “Doyurucu bir formülasyona” kavuşturulamayan teoriler şüpheciliğin dipsiz kuyusuna atılıyorlar. Yeni teori arayışlarını “savaş çığlığı” olarak algılayan postmodernizm kendisi teoriye karşı savaş açıyor. Feyerabend özellikle “hiçbir zaman nihai doğrular olmadığım” vurguluyor, (a.g.y.) Zaman ve mekan dışı “mutlak” doğruların olmadığı biliniyor. Ancak insanlık bu gerçekliği gündelik yaşamında oldukça farklı yaşıyor. Gerek doğa ve gerekse toplum için öngörülen teorik yaklaşımlar pratik tarafından yalanlanmadıkça bir zaman dilimi sonrasında katılaşıyor. Bu dönemlerde mutlakmış gibi görünmeye başlıyorlar. Ancak öyle bir dönem geliyor ki, bu teorik disipline alışmış olanlar bu kez “ortalıkta dolanıp durmaya” yeni bir teori aramaya başlıyorlar. İnsanın öğrenmesi böyle oluyor. Postmodernizm, bu bir türlü bitmeyen ve bitmeyecek olan geçiş belirsizliklerinden hareketle bilgiden mutlaklığı kaldırmakla yetinmiyor, bilginin doğrulanabilirliğini de ortadan kaldırıyor. Bu düşünceye göre teoriler “toplumların, grupların ve bireylerin özelliklerini yansıtırlar.” Mekanik fiziğin ne kadar Newton’un özelliklerini yansıttığı, cevabı zor bir sorudur. Görelilik Yasası Einstein gibi muzip ve şakacı mıdır? Toplumsal alandaki teoriler elbette o toplumun özelliklerini yansıtır. Ancak o toplumdaki her kişiye göre değişmez. Yasalar (bilginin doğrulanmış biçimi) belli sınırlar içinde “mutlaktır.” Maddenin hareketi ışık hızına yaklaştıkça Newton Mekaniği’nden Einstein’ın görelilik alanına girilir. Ancak Newton madde hareketinin kanunlarını bulurken bunun sınırlarından habersizdi. Bu sınırlar ortaya çıktıktan sonra Newton Yasaları kendi alanında mutlak ve doğru bir bilgidir. İnsanlık düşük hızlı madde hareketlerini hala Newton Yasaları’na göre hesaplıyor. Tarih ve mekanı aşkın mutlak bilgi olmadığını söylemenin artık bir bilgi değeri yoktur. Bilgi, mekanla ve zamanla tanımlıdır. Ancak bu sınırlar içinde göreli değil mutlaktır. “Arı su bir atmosfer basınç altında yüz derecede kaynar.” Dolayısı ile koşullar farklı olmak kaydı ile su “her derecede” kaynayabilir. Fakat bir atmosfer basınç altında mutlaka yüz derecede kaynar. Ancak postmodernizm için sadece şimdi vardır. O başka bir zaman dilimi tanımaz. Onun doğruları yalnızca bu şimdi ile sınırlıdır. Buradan zaman ve mekanın havaya uçtuğu mutlak göreliliğe gelinir. Burada her türlü kesinlik ve yasa ortadan kalkar; “yalnızca, belirli bir deneyim tarzında belirlenebilen ‘determinizm adaları’ varolabilir.”27

Yeni olgularla eski yasaların her dar- belendiği dönemde bilginin göreliliği üzerine vurgular artar, “mutlaklık” top ateşine tutulur. Oysa her türlü sınırı kaldıran bir göreliliğin bilgi açısından hiçbir anlamı yoktur. Böyle bir görelilik anlayışı ile her şey bilinmez hale gelir. Üstelik postmodern düşünce için zaman dilimi sadece “şimdi”den ibaret olduğu için, her bilgi her an buharlaşabilir, bu anlamda hiçbir bilginin dayanıklılığı yoktur. Bu mantığın uç noktalarına gidildiği zaman ortada bilimsel bilgi kalmaz, “sezgi” ve “dil oyunları” bilginin yerini alır. Bilimsel bilgi tüm zamanları aşkın değilse de koşulları ve sınırları ile tanımlıdır ve bu sınırlar içinde “mutlak” bir bilgidir. Kapitalizmin koşullarında kar güdüsü sermaye dolaşımının kurallarını ortaya çıkartır. İnsani, ahlaki hiçbir değer bu yasa karşısında tutunamadı. En köklü olduğu sanılan değerler bile kar güdüsü karşısında eridi, yok oldu. Kapitalizm var oldukça bu yasayı tanımayan her kafa bir noktada iflas eder. Oysa postmodernizm için kapitalizm, sosyalizm gibi “sınırlar” yoktur. “Şimdi” vardır. Şimdinin içinde hiçbir bilgi ve yasa dayanıklı değildir. Varlığın “özü”, görünenden öteye derinliği ile ilgilenmeyen postmodern düşünce, görüntülerin değişen dalgalarında sallanır durur. Postmodern düşünce aslında bilinemezci bile değildir, çünkü onun için bilgi edinmek diye ne bir kaygı ne de kavram vardır. “Şimdi” içindeki “dil oyunları” hiçbir düşünce derinliğine sahip değildir. Postmodern tarzda göreliliğe övgü bilginin dayanıksızlığına değil, aslında yok oluşuna bir övgüdür.

Nesne ve Özne Arasındaki Sınırın Buharlaşması

Postmodern düşünce bu kavramlar yerine “gözlemlenen” ve “gözleyen” ifadelerini kullanır. Daha olguyu kavramlaştırırken bile aynı kelime kökünden türeyen iki kavramın kullanılması ilginçtir. Aradaki fark bir kez de böyle yok edilir.

“Düalizm postmodernizm tarafından yıkılır.” Modern çağda Descartes’dan beri gelen “birbirine indirgenemeyen madde ve ruh” ikiliği postmodernizmden önce iki kez “yıkıldı.” Hegel bu yıkımı tin lehine yaptı, maddeyi onun “dışa vurumları” olarak algıladı. Marksizm ise bu yıkımı madde lehine yaptı, düşünceyi maddenin yansıması olarak gördü. Ancak bu büyük yıkımlara rağmen “ikicilik” insanın düşünce alışkanlıkları arasından silinip yok olmadı. Postmodernizm ikiciliği nasıl ortadan kaldırır?

“Derrida’nın terimlerini kullanmak gerekirse, postmodern bir dünyayı kendisi vasıtasıyla zıtlıkların birbirine karıştığı ‘radikal değişiklik karakterize eder’. İçi dıştan ayırmak gayrimeşru bir düşüncedir. Dünya bir nesne değil, daha çok eş zamanlı olarak okunan ve yorumlanan bir ‘metin’dir.”28 Postmodernizm ikiciliği yıkarken bunu nesne aleyhine, “metin” lehine yapar. Dünya, okunan “metin” yorumlarıyla okuyan tarafından tekrar tekrar yaratılır; kendisi “metin yorumları”ndan bağımsız bir “nesne” değildir. Elbette “zıtlıkların birbirine karıştığı radikal değişikliklerin karakterize” ettiği dünyamızda ikiciliğin madde aleyhine yıkımı mutlak tine dayanan Hegel tarzında olamazdı. Nesne ortadan kaybolmuştur, ancak yerini mutlak tine bırakmaz, her kişinin eş zamanlı “yorumuna” bırakır.

Bu yaklaşımların insanlığın düşünce tarihinde benzer karşılıkları kaçınılmaz bir şekilde vardır. Nesne ve öznenin ilişkisi konusunda postmodernizm öznel idealizme çok yakın duruyor.

“Bizzat bilim adamları şu, bir ‘nesnel’ bir de ‘öznel dünya’ olduğunu ve bunların zorunlu olarak ayrılması gerektiğini söyleyen ayrılıkçı (separatist) insan anlayışını eleştirmeye başladılar. Mesela Ernst Mach, yüzyıldan daha uzun bir süre önce bu ayırma işleminin araştırmayla haklı çıkarılamayacağına, en basit duyumun bile kökleri çok derinlere giden bir soyutlama olduğuna ve herhangi bir anlama eyleminin ayrılmaz bir şekilde psikolojik süreçlere bağlı olduğuna işaret etmiştir.”25

“Değerlerden bağımsızlık hakikati garanti etmez. Gerçekte, değerlerden bağımsızlık imkansızdır.”30 Burada iki farklı olgu birbirine karıştırılıyor. Nesnenin kavranması sürecinde “değerlerin” veya “psikolojinin” etkisi ile nesnenin bütün bunlardan bağımsız varoluşu farklı olgulardır. Mars gezegeni ona hiç bakmasak da ya da çok farklı değerler sistemi ile baksak da insan düşüncesi ve “değerleri” dışında vardır. Bu çok basit gerçeklik, hem çok basit olduğu için hem de dışımızdaki nesnenin kavranışında hiçbir rol oynamadığı için, insan (özne) tarafından anlamlı bulunmaz. İnsan düşüncesi dışında var olan nesneler insan aklı tarafından kavranıp “olgulaştırılmadıkça” pratik insan yaşamı açısından adeta yokturlar. Postmodernizm için, “olgular birey dışında varolan ‘şeyler’ değildirler.” (Murphy, a.g.y.) Öznenin, edinmiş olduğu değerlerle kendi dışındaki dünyaya baktığı bir gerçekliktir. Burada insanın edinmiş olduğu değerlerin ne olduğu, neye göre belirlendiği sorunu ortaya çıkar. Postmodernizm bu sorunu atlar. Değerler yaşanan tarihsel süreçlerle edinilir; yine tarihsel süreçler içinde değişime uğrar. Değerlerin kendileri maddi yaşamdan elde edilir, başıboş sınırsız değildirler. Maddenin varoluş biçimleri ve toplumsal süreçlerle çatıştıkları oranda yerlerini yeni değerlere terk etmek zorunda kalırlar. İnsanlığın düşünce tarihi böyle örneklerle doludur. Değerler belli koşullarda edinilmiş ve tersi kanıtlanmadıkça korunmuş, yoğunlaşmış bilgidir. İlk insan doğayı da kendisi gibi “canlı” olarak kabul etmiş; ne kendini doğadan ne de doğayı kendinden ayırt etmeden yaşamıştır. Ancak bugün -belki hala komünal düzende yaşayan topluluklar hariç- kimse doğaya ilk insanın “değerleri” ile bakmıyor. Yine bir hasat mevsimindeki verimsizliği “tanrıların gazabı” ile açıklayan bir tek modern çiftçi yoktur. Edinilmiş değerlerden “bağımsız” dünyaya ve topluma bakamayız. Fakat buradan bakana göre gerçekliklerin değişeceği anlamı çıkmaz. Nesnel olgular bakana göre değişmeden ne iseler öyle akıp giderler.

Edinilmiş değerler dünyaya bakarken genel olarak iki yönlü etkide bulunurlar. Değerlerden tümüyle arınarak dünyaya bakmak imkansızdır. Bu hafıza kaybına uğramış bir hastanın dünyaya bakışına benzer. Değerlerle dünyaya bakmak edinilmiş bilgilerden dolayı olguların tanınmasına yardım eder. Bakılanı nitelemek ancak bu değerler aracılığı ile mümkün olur. Edinilmiş bilgiler olmasa bakılanı tanımak, nitelemek mümkün değildir. Teorik bir düşünce sistemi olmadan olaylara bakmak görme derinliğini ve teşhisi köreltir. Öte yandan, değerlerle dünyaya bakarken ister istemez belli sınırlar içinde kalınır. Öyle durumlar olabilir ki, sınırlar dışında kalan “yeni” olgular görülemeyebilir. Daha da kötüsü “yeni” bir semptom olduğu algılanamayabilir. Değerlerle dünyaya bakmanın böyle sınırlayıcı bir yönü de vardır. “Eksiksiz bilgi” ya da “mutlak bilgi” olmadığına, bilgi edinme sonsuz bir süreç olduğuna göre böyle yanılmalar kaçınılmazdır. Çünkü yanılma aynı zamanda yeni bir şey öğrenmektir de. Edinilmiş bilgilerle dünyaya bakarken, aslında her seferinde bu bilgilerin bir sınaması da yapılmış olur. Bu sınamalar edinilmiş bilgilerde değişimi zorlayabilir, böylece yeni bir teorik sisteme geçişin sancılı süreci başlar. Ancak bunların hiçbirisi keyfi olmaz, yeni olguların ortaya çıkarttığı sorunların çözümü değerlerin yenilenmesi sonucunu doğurur. Bilgi edinmenin, gerçekliği kavramanın en genel yolu budur. Ancak postmodernizm böyle düşünmez, ona göre “bilgi ve yorumun içselliğinden dolayı, hakikat belirsiz bir varoluşa sahiptir.” (a.g.y.) “Mutlak hakikat”in varlığına itiraz eden postmodern düşünce, öte yandan başka bir mutlaklığa asılıp kalıyor. O da “hakikatin belirsizliği”dir. Oysa belli ölçülerde “belirsiz” olan ve değişen bilgidir; bilginin kaynağı olan madde onun dışında bir varoluşa sahiptir. Postmodernizme göre ise madde düşünceden “bağımsız” bir varoluşa sahip değildir. “Postmodernizme göre nesne ve özne, güç ve istek ‘oyunu’ tarafından üretilir.”31

Nesne ve özne arasındaki ilişkinin “güç ve istek oyunu”na indirgenmesi “bilgi bolluğu” yaşanan günümüz dünyasının düşüncelerde yarattığı bir yanılsamadır. Düne oranla bilgi edinme ve pratiğe uygulanmasının hızı müthiş bir şekilde artmıştır. Ancak buradan bilginin keyfi olarak “güç ve istek oyunu ile” e- dinilebildiği sonucu çıkmaz. Kendini her türlü teorik anlatıdan koparan varlığın özü ile değil görünüşü ile ilgilenen postmodern düşünce için bilginin bir maddi temeli elbette kalmaz. Böyle “üretilen” bilgi zaten bilgi olmaktan çıkar, bir “oyuna” dönüşür. Kuantum Teorisi’nin bazı bulgularını kendine dayanak yapmaya çalışan postmodern düşünce, aslında kendine böyle bir dayanak seçmesi ile başta kendisi ile çelişmektedir. Kuantum Teorisi en başta postmodern söylemle bir “büyük anlatıdır”; öte yandan bilgi ve kapsam alanı atomaltı parçacıklarla sınırlıdır, her alanı kapsamaz. Oysa postmodern düşünce bunu her alana yaymakta bir sakınca görmez. “Ölçüm sürecinin, ölçüleni etkilemesi” maddealtı parçacıklarda yepyeni sonuçlar yaratmıştır. Atomaltı parçacıkların hızı ve yörüngesini aynı anda tespit etmek olanaksızdır. Hız tespit edilirse, ölçüm sistemini bozduğu, “etkilediği” için yörünge ancak olasılık olarak hesaplanabilmektedir. Tersi de geçerlidir. Newton Fiziği’nin determinizmini tahtından indiren bu gelişme günümüz postmodern düşüncesi için “bilimsel” bir temel oluşturmaktadır.

“Gözleyenin gözleneni etkilemesi”nden hareketle postmodernizm, “gözleyenin” kendi nesnesini “üretebileceği” ve her gözleyenin kendine göre bir “hakikat” oluşturabileceği sonucunu çıkartır. Kuantum Fiziği’nin yaratıcıları böyle hayallere kapılmasalar da postmodernistler onların yerine de düş kurmaya soyunuyorlar. Nesne ve öznenin “güç ve istek oyunu” ile üretilebildiği bir dünyada elbette “hakikat” kalmaz ya da herkesin kendine göre bir “hakikati” olabilir. Postmodern düşüncenin bu büyük keşfine rağmen hala kimse araçsız uçmayı denemedi. Oysa yüksek bir kuleye çıkıp bir gözleyen olarak atmosferi etkilemeyi deneyebilirdi. Postmodern şarlatanlıklardan bilimsel gerçeklere gelirsek, “ölçüm sürecinin ölçüleni etkilemesi” yeni değildir. Her ölçüm maddi bir iştir ve maddi etkinlikle yapılır. Suya daldırdığınız termometre kendi ısı farkı ile ölçülecek sıvıyı etkiler; ancak aradaki oran o kadar küçüktür ki bilimde “ihmal edilebilir” hata payına girer. Ayrıca bu ölçüme dayanarak yapılan pratik işlerde bir aksama olmaz, çünkü “hata payı” belli bir sınırın altındadır. Ayrıca bilimsel buluşların geliştirdiği yeni teknik aletler bu “hata paylarını” artık inanılmaz küçük sınırlara indirgemektedirler. Ancak teorik bir öngörü ve pratik gerçeklik olarak her ölçümde, ölçülen bu süreçten etkilenir. Ancak buradan nesne ve öznenin yok oluşuna varmak bambaşka bir sonuçtur.

Ancak şu gerçekliği vurgulamak gerekiyor. Nesne ve özne arasındaki ilişki aşılmaz katı sınırlara sahip değildir. Bu gerçeklikten öznel idealist veya kaba maddeci sonuçlar çıkartmak gerekmiyor. Bu ilişki canlı bir sürece sahiptir. Bilginin üretimde çok büyük bir maddi güç haline gelmesi ile nesne ve özne arasındaki ilişkinin sınırları göreli olarak değişmektedir. Bilginin eskiyle kıyaslanmayacak hızla yeniden üretildiği ve büyük bir hızla yaygınlaştığı günümüz “postmodern dünya”sında “objektif” ve “sübjektif”in sınırları kaçınılmaz bir şekilde değişiyor. Bilginin gücü ve yaygınlığı öyle hızlı gelişiyor ki, özne hem doğayı hem de toplumu düne oranla çok daha fazla etkileyebilmektedir. İnsanlığın düşünce tarihinde defalarca sorun olup tartışılan bu konu, eğer sözünü ettiğimiz maddi ortam ve gelişmeler olmasa bir kez daha ortaya çıkıp tartışılması ve bu ölçüde yaygınlaşması mümkün olmazdı. Ancak postmodern düşüncenin bu gerçekliği yorumlayışı hiçte yeni ve “devrimci” bir yan taşımamaktadır. Bilimde Ernst Mach’ın; felsefede Nietzsche’nin yanına düşmeleri bunun en kesin kanıtıdır. Gelecek ufkundan –“büyük anlatılar”dan- kopan; “öznenin ölümünü” ilan eden postmodern düşünce, nesne ve özne arasındaki sınır ve ilişkilerin tarihsel değişiminden hangi sonucu çıkartmaktadır? Öznenin geleceği tasarlama ve kurmada rolünün artması sonucunu değil; “belirsizlikler” içinde, herkesin kendi “hakikatini” yaratarak “şimdi”nin sınırlarında öznenin kendini yitirmesi sonucunu çıkartmaktadır. Bilginin çeşitlenmesi ve yaygınlaşması postmodern düşünce için geleceğin kaybolması anlamına gelir. Alınyazısı gibi katı determinizmden “belirsizliğin” özgür alanına uçmak, “nesne”den kurtulmak; ancak sadece anı yaşayan özne ile aynı zamanda “tarih yapan” özneyi de yitirmek, postmodernizmin özgürlük uçuşunu sineklerin ömrü kadar kısaltır.

Postmodern Dünyanın Doğuşu

Dudak kıvırarak küçümsemeye gelmez, kendisinin “gerçeklikle” arası pek iyi olmasa da bugün “postmodern dünya” bir gerçekliktir. Onun içinde yaşıyor, onun içinde davranıyoruz. Bu dünya nasıl doğdu?

Postmodern dünya ilk kez Batı kapitalist anayurtlarında “Refah Devletleri” döneminde filizlenmeye başladı. İnsanların ufkundan “gelecek endişesi”nin yavaş yavaş kalktığı yıllar postmodernizmin yollarını döşedi. O güne kadar insanlık tarihinin uzun bir dönemine damgasını vuran sınıflar mücadelesi adım adım sönümleniyordu. Bir yandan gelişen refah, öte yandan sosyalist sistemin varlığı bu ülkelerde sınıf uzlaşması zeminini güçlendiriyordu. Ayrıca kapitalist yapılanma 70’li yılların ortalarından itibaren “yeni ekonomi”nin gelişmesi ile değişime uğruyor, sınıf yapısında, sosyal uzlaşmazlıkların yönünde belirgin dönüşler yaşanıyordu. Refah Devletleri’nin maddi temelleri önceki beklentileri ortadan kaldıracak şekilde yıkılmaz ölçüde sağlam görünüyordu. Ancak bu gelişim, kapitalizmin yarattığı standartlaşma nedeniyle başka tür tepkiler de biriktiriyordu.

Sosyalizm motifleri ile iç içe geçmiş bir şekilde bu birikim “68 olayları” olarak patlak verdi. Hareketle pratik hemen hiçbir bağı olmamasına rağmen “Tek Boyutlu İnsan”ın yazarı Herbert Marcuse birdenbire bu hareketin ideolojik dayanak noktası oluverdi. Marksizm’e; “bireyi” ve Freud’u dayanak noktası seçen “psikolojiyi” “katmayı” önemseyen bu düşünürün 68 hareketi tarafından benimsenmesi bir rastlantı değildir.

“Bu hareketin büyük oranda bürokratikleşmeye, kişiliğin silikleştirilmesine, yaşamın sıradanlaştırılmasına, insan arzularının bastırılmasına karşı olduğunu görmek için o dönemdeki posterlere ve duvar yazılarına (“yasaklamak yasaktır”) bakmak yeterlidir. Ancak bu başkaldırı hareketinin yalnızca bir sınıf düşmanlığının ifadesi olmadığını vurgulamak gerekir. Lyotard’ın bildirdiğine göre bir süre sonra bu insanlar, Marksizm’in söylev sanatı ile öğrenci hareketinin asal içeriği arasında gerçekte bir ayrılık olduğunu görmeye başlamıştır. I968’de pek çok insan Marksizm’i terketmiştir.”32 Postmodern düşünceye esas hız veren olay 68 hareketi sonrası ortaya çıkan düş kırıklığıdır; bu hareket bütün coşku ve yaygınlığına rağmen Refah Devletleri’nin sağlam çeperlerine çarpıp kırılmıştır.

O dönem dünyası kapitalist anayurtlar açısından zor dengelerde yürüyordu. Sosyalist sistemden güç alan ulusal kurtuluş savaşlarının en yaygın olduğu yıllardı. Hatta 1975’de Avrupa’nın sınırları içinde Portekiz’de devrim yaşandı. Kapitalizm bu gelişmelere karşı bütün gücü ile yüklendi; 68 coşkusu dalga dalga söndü. Postmodern düşüncenin bu sönüşe paralel bir şekilde yükseldiğini görüyoruz. 68 olaylarına kapitalist anayurtlar bütün esneme yetenekleri ile karşılık verdiler. Sadece bununla kalmadı, aynı süreçte yaşanan Çekoslovakya olayları sosyalizmle ilgili pek çok düşü de, özellikle Avrupa insanının kafasından silip süpürdü. Batı aydınlarının önemli bir bölümü kendi Refah Devletleri’nin yarattığı “tek boyutlu insan”a tepki gösterdiler; ancak öte yandan Sovyetler’in Çekoslovakya’ya müdahalesi ile de sosyalizm düşlerinden uzaklaştılar. Birbirinin içinde yaşanan bu süreçler postmodern düşünce için Batı ülkelerinin topraklarını yeterince sürdü ve gübreledi. İki sistemden de sınırlı ölçülerde de olsa soğumalar ve kopuşmalar yaşandı.

Postmodernizmi besleyen diğer kaynak, hiç şüphesiz, sosyalist sistemin yıkılışıdır. Ancak yıkılışa kadar yaşanan birikim de önemlidir. Stalin sonrası Sovyetler’de yaşananlarla, sosyalizmin söylentiler seviyesinde gezinen “sırları” ve “günahları” ortalığı kaplayınca, bu gelişmeler özellikle Batılı aydınlarda bilinç kırılmalarına yol açtı. 50’li yılların ortalarında başlayan süreç bazı yeni ilavelerle devam etti. Diğeri yukarıda sözünü ettiğim ünlü “Çekoslovakya olayları”dır. “Prag Baharı’nı” Sovyet tankları hemen kışa çevirmişti. Bütün Batı medyası bu olayı büyük abartılarla kendi insanlarının bilincine iyice kazıdı. Yine bu sıralarda patlakveren “Pekin-Moskova çatışması” sosyalizmin “birliği” ile ilgili hayalleri parçaladı. Bütün bu gelişmeler Batılı aydınların ufkunu tıkadı. Sosyalizm çekim gücünü yitiriyordu. Gelecekteki hedef yıprandıkça, Batı Refah Devletleri’ndeki aydın ve işçiler için sosyalizm mücadelesi anlamını yitiriyordu. Bütün bu birikimlere sistemin yıkılışı son noktayı koydu. Postmodernizm kapitalist merkezlerde 68 düşünün çözülmesi ile hız almıştı. Sosyalizmin yıkılışı ile postmodernizm sınır atladı, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde de yaygınlaşmaya başladı. Elbette Üçüncü Dünya’nın postmodernizmi kendine göredir. Fakat sosyalist sistemin yıkılışı postmodern dalgayı Batı merkezleri ile sınırlayan duvarı çatlatmış, bu akım ve yaşam biçimi açılan çatlaklardan, modernizmi bile doğru dürüst yaşamamış olan bu dünyaya, sızmaya başlamıştır.

Bütün bu gelişmeler yaşanmasaydı bile, kapitalist merkezlerde postmodern düşünce filizlenip gelişirdi. Bu noktada onun esas maddi temeline, kapitalist gelişmenin üç yüz yılda yarattığı insan malzemesine geliriz. Liberal kapitalizmin “rasyonel insanı” postmodernizmin bereketli toprağıdır.

* Kapitalist merkezlerde 1950’ler sonrasındaki gelişim döneminde düzenin tarihsel süreç içinde şekillendirdiği insan tipi iyice belirginleşmiştir. Bu insanlar “özgürlük ve refaha” kavuştukları için artık bir gelecek düşleri yoktur. Kendilerini sınırsız tüketimle ifade ederler. Liberal demokrasilerin sözde “rasyonel insan”ı bu konuda tam bir “çılgın” gibi davranır. Gelecekleri, coşkuları bu sınırsız tüketim koşusu içinde tükenir gider. “Özgürlük ve refaha” kavuşan Fukuyama’nın “son insan”ı tüketimin zincirsiz kölesi haline gelmiştir. Gelecek, sınırsız tüketimle tüketilmektedir.

* Kapitalizmin ilk gelişim günlerinden bu yana “birey” üzerine yapılan vurgu, kendini artık hem hukuk olarak hem de burjuva toplumsal gelenek olarak kurumsallaştırmıştır. Böylece dünya ve çevresi ile ilişkisi tamamen kendi çıkarları ile sınırlı, kendi “özgül dünyasına” kapalı bir birey bugün kapitalist merkezlerin insan yapısıdır. Toplumsal hücrenin “özsuyu” böyle şekillenmiştir.

*  Bireysel çıkarların dile getirilişi ve savunulması o kadar meşru, açık ve çıplak hale gelmiştir ki, bunun karşısında “toplumsal değerler” erozyona uğramış, ünlü deyimi ile toplum atomize olmuştur. Kimse bireysel çıkarlarını “feda” ederek toplumsal bir eyleme yönelmemektedir. Sadece kendi çıkarlarından dünyaya bakan, kendi çıkarları dışında pek çok şeye kayıtsız insan tipi, kalabalıklar arasında yalnızlığın simgesi haline gelmiştir. Bu bunalımlı “son insan” enerjisini olumlu kolektif bir çabaya çeviremedikçe modern tarikatların içinde kendini yok etmektedir.

*  Fukuyama’nın “son insan”ı refaha ulaştığı, yaşam ve yaşam tarzı olarak yerleşikleştiği için kayıtsız ve yorgundur. Gündelik alışkanlıkları dışında gerçekleşen her olay onu dehşete düşürüp ürkütür ve yorar. Çünkü yaşamındaki her- şeyi kapitalizmin insafsız celladı dakiklikle planlamıştır. En küçük aksama felaket demektir. Burada artık yaratıcı enerji, coşku, hatta serüven arayışı yoktur. Kayıtsız bir yorgunluk, çok bakımlı görünen Batı insanının gerçek iç yüzüdür.

* Kapitalist gelişmenin mantığı gereği hemen her şey derhal bir standarda ulaştırılır. Yoksa bu devasa üretim sisteminin çeşitli birimlerinin birbiri ile ilişkisi imkansız hale gelir. Ancak bu standardizasyon makinalarla sınırlı kalmaz, insan ve yaşamını da kapsar. Makinalar için verimliliği artıran bu durum, insan için bir dönem sonra duvarları görünmeyen bir cezaevi yaratır.

Postmodernizmin insan malzemesi, beslenme kaynağı liberal demokrasilerin bu “son insan”ıdır. Postmodernizm bir yanı ile bu “tek düzelik”e bir tepkidir; ancak ufku olmadığı için tepkisi yine bu sınırlar içinde kalır. Hiçbir şeyin özü ile ilgilenmediği için, sorunların “temeline inmek” gibi bir kavrama ve davranış tarzına sahip değildir. Bu nedenle tepkiler, sonuç olarak düzen tarafından önceden çizilmiş sınırlar içinde bir “renklilik” olarak kalır.

Postmodernizmin bir de teknik zemini vardır. Bilimsel teknik gelişmeler, en başta üretim biçimlerinde değişim yaratarak işçi sınıfının yapısını oldukça köklü bir şekilde değişime uğrattı. Bir “büyük anlatı” olan sosyalizmin öznesi işçi sınıfının böylece “ortadan kaybolması” postmodern düşüncelere kapı açtı. Postmodernizmin gördüğü bu hayalin elbette bir yanı gerçektir. İşçi sınıfının hem üretimdeki hem de sosyal konumu kapitalizmin özellikle son çeyrek yüzyılında önemli değişimlere uğramıştır. Ancak buradan postmodernizm bu değişimlere karşı sınıfın tepkilerini örgütlemek ve yönlendirmek gibi bir görevi çıkartmaz, tam tersine tarihin, geleceğin ve toplumsal öznenin öldüğü sonucunu çıkartır. Öte yandan “postmodern çağın” en tipik özelliklerinden birisi olan bilgi bolluğu ve yaygınlığı postmodernizm açısından gerçeğin kaybolması, herkesin kendi gerçeğini yaratması imkanının doğması olarak görünür. Bilgi ve teknikteki hızlı değişim “sanal para”, “sanal ticaret” ve hatta “sanal insan ilişkileri” yaratmakta olduğu için, bütün bunlar postmodernizmi maddeden kopuk bir dünyanın varlığına inandırır. Postmodern insan, bu sanal dünyada her türlü “determinizm”den; aklın ve bilimin “buyuruculuğundan”; “teorinin teröründen” kurtulur. Bilgi bolluğu içinde şekillenen bu sanal özgürlük dünyası, postmodern insanı “varlığın özünü” arama zahmetinden kurtarır. Hiçbir sıkıcı gerçeğe dokunmadan “şimdi” içinde uçuşarak yaşayıp gider. Bilim ve teknikteki değişimlerin yarattığı bu postmodern düşler çok geçmeden kırılacaktır. Postmodern dünyanın zengin renkliliğinin ardında son tekniklerin imkanlı kıldığı muazzam bir merkezileşme vardır. Sadece sermaye olarak değil, bilgi, bilgi üretimi ve denetimin merkezileşmesi bugüne kadar ulaştığı seviyelerin çok ötelerine gidecektir. Sanal özgürlüklerin her alanı ve her saniyesi denetlenebilecektir. Ancak her şeye rağmen bilgi bolluğu, “determinizmin” sıkıcı alanından “belirsizliğin” özgür alanına geçiş için düşler kurmaya olanak tanıyor.

Postmodernizmin Tarihsel Arka Planı

Marx Dönemi

Postmodernizm her ne kadar tarihi unutmak ve geleceği düşünmemek istese de kendine tarihten dayanak noktası aramadan edemiyor. Yakın tarihte kendine dayanak noktası olarak ise Nietzsche’yi bulmuştur. Bu buluşmanın rastlantı olmadığı açıktır.

“Pek çok post-yapısalcının genel eğilimi şudur: ‘Eğer Marksizm doğru değilse, başka hiçbir şey doğru olamaz.’ Bu düşünürlerin birçoğu kendisini bir şaşkınlık aşamasında (‘nereye gittiğimizi bilmiyoruz’) duyumsamakta ve bu şaşkınlığı en iyi Nietzsche’nin dile getirdiği inancını paylaşmaktadırlar.”33 Nietzsche’de zamanında Aydınlanma’nın kaçınılmaz gelişimi karşısında eski değerler sisteminin yok olması ile paniğe uğramış, tarihin gidişi karşısında tüm değerleri inkar eden nihilist bir tavır almıştır. Postmodernizm Batı aydınının iki yönlü büyük düş kırıklığından kaynak almıştır. Kapitalizmin ve sosyalizmin söylemleri ve yaptıkları arasındaki “uçurum” onları her türlü söylemden uzaklaştırmıştır. “Nereye gittiğimizi bilmiyoruz?” tepkisi bir dereceye kadar haklı bulunabilir. Ancak bu belirsizlikten hareketle “gelecek”ten kopuşmak çok farklı bir tutumdur. Yeni olgular ışığında yapılanların muhasebesi ve yeni yönelişlerin yaratılması gerekirken; postmodern düşünce tüm gelecek tasarımlarına karşı çıkarak kendini günün içine bırakmıştır. Böylece aslında kapitalizm kutsanmaktadır.

Marx ve Nietzsche hemen hemen çağdaş olmasına rağmen bu dönemde karamsarlık abidesi olan Nietzsche’yi nasıl açıklayabiliriz?

“Eğer o dönem toplumunu ( I9.yy. ikinci yarısı, b.n.) yansıtan söylemlere derinliğine bakarsak, üç önemli eleştiri ayırt edilebilir. Birincisi, Kari Marx tarafından geliştirilen ekonomi-politik eleştirisidir… İkincisi, Max Weber tarafından çok çarpıcı şekilde analiz edilen, bürokrasi ve büyük ölçekli organizasyonların eleştirisidir. Onun odağında insanlığı faydacı rasyonalitenin üstünlüğüne boyun eğdiren çelik kafesin inşa edilişi vardı. Üçüncüsü, farklı biçimlerde ileri sürülen, örneğin Almanya’da F. Nietzsche, daha sonra M. Horkheimer ve E. Husserl tarafından doğal ve kültürel bilimler üzerine tartışmalarda olduğu gibi, eleştiriler bilim üzerineydi.”34 Kapitalizmin gelişmesinin bu en fırtınalı yıllarında, Marx onun yıkılış diyalektiği üzerinde durdu. Weber ise bu yırtıcı düzeni ehlileştirme, rasyonalize etmenin sorunlarını tartıştı. Onun, kapitalizmin kurmaya çalıştığı “rasyonel çelik kafese” esasta itirazı yoktu, bunu bürokrasinin hantallıklarından kurtarma çabasına yöneldi. Nietzsche ise her türlü “rasyonel” önerinin dışına çıkan bir konum aldı.

O döneme kısaca göz atınca şu gerçeklikler kendini öne çıkartır. “1789-1870 döneminin orta sınıf radikalizmi 1880’lerde zayıfladı ya da özümlenmiş hale geldi. Aristokrat mutlakiyetine karşı “destansı” ve özgüvenli mücadele genellikle sona ermişti.” “Hükümetlerin serbest ticaretten uzaklaştıklarına tanık olunan 1873-96 uzun depresyonu, orta sınıfların ekonomik sistemin çökmekte olduğuna dair korkuya kapılmalarına neden oldu; geleceğin belirsizliği daha önceki tanımlanmamış ilerleme beklentilerine yeniden önem kazandırdı… Ancak 1880’lerde ve 1890’larda liberal yargılara karşı bir entelektüel bombardıman başladı. İnsan aklı ve seküler ilerleme nosyonları bilim ve endüstriyle birlikte artık Nietzsche, Pareto, Sorel ve Langbehn gibi düşünürlerin saldırısına uğruyordu. Özellikle liberal entelektüeller kitle toplumu içindeki geleceklerinden korkuyorlardır.”35

Nietzsche, kapitalizmin feodal imtiyazlara karşı radikal atılımlarının durulduğu bir dönemin ürünüdür. Paris Komünü sonrası tüm Avrupa kıtasında bir restorasyon dönemi başlamıştır. Burjuva radikalizminin hızı kesilmiş, onu arkalayan ve hatta aşan işçi hareketleri bazı yenilgiler almış, uzun bir restorasyon süreci başlamıştır. Ancak bu arada kaçınılmaz bir şekilde artık “kitle toplumu” ortaya çıkmıştır. Derebey çiftliklerinin sakin köylüsü kentlere yığılmış ve sakinliğini yitirmiştir. “Kitle toplumu” kendini aristokrat geleneklerden koparamamış aydınlar için tam bir korkulu rüyaydı. Öte yandan, bu yıllar artık kapitalizmin dünyayı talana çıktığı yıllardı. Her türlü eski değerin altüst olduğu, yenilerinin ise henüz yeterince toplum dokularının içine sinmediği bir dönemde Nietzsche’nin “tanrı öldü” çığlığı duyulur.

Nietzsche “dini ve felsefi mutlaklıkların çözüldüğü bir çağda yaşadığını” düşündü. Metafizik ve teolojik temeller ve geleneksel moral değerlerin yaptırımları çökünce ortalığı “amaçsızlık ve anlamsızlığın” kapsayacağını ileri sürdü. Döneminde politikadan ve siyasal mücadeleden nefret eden bu adam, “çağdaş dünyadan uzakta kendine yeten bir birey”in hayalini kurdu. Kendisi böyle yaşamayı denedi, ancak ruh sağlığını yitirmekten kurtulamadı. “Dizgelere”, düşünce sistemlerine karşı çıkan Nietzcshe, gelecek tasarılarına inanmadı. Demokrasi ve sosyalizmden nefret ederek, “doğanın eşit yaratmadığını” vurguladı. Araştırmalarında “iyi” kelimesinin kökünün “aristokratları” tanımladığını, “kötü” kelimesinin ise onlara itaat etmeyen köylüleri anlattığını ortaya çıkardı. Ahlakı aristokraside, kötülüğü “kitlede” buldu. “İyi bir aileden doğmadıkça hiçbir ahlaklılık mümkün değildir, insanın her ilerleyişi aristokratik toplumdan gelir” diyerek, tanrının ölümünü ilan ettikten sonra “üstün insan” için çağrı yaptı. Bu konuda öylesine pervasızdı ki “milyonlarca salağı ortadan kaldırarak geleceğin insanını kalıba dökmek” üstün insanı yaratmanın yoluydu.

Nietzsche, Aydınlanma’nın sonuçlarına yitip giden aristokrasi dünyasından bir tepkidir. Onun “tanrı öldü” çığlığı yitip giden bu tarihe bir ağıttır. Kaderin, tanrının elinden insanlığın ellerine geçmesine katlanamayan Nietzsche, hemen onun kaderini “üst insan”a bağlamadan edemez. Her türden “mutlaklığa” “baş- kaldıran” postmodern düşünce Nietzsche’de kendine yakın olarak neyi bulur? “Büyük anlatılara”, “bilimin buyuruculuğuna” tepki gösteren postmodernizm, Nietzcshe’ye dönmekle baltasını taşa çarpmış olmuyor mu? Onun “üst insan”ı kendini hiçbir şeyle bağlamayan günümüzün “bireyi”dir. Kendisini her türlü “objektif’ ya da “nesnel” bağlayıcılıklardan özgürleştirmiş; hiçbir gelecek ufku ile sınırlamayan; hatta gerçekliği kendi “arzu ve isteklerine” göre şekillendirebileceğine inanan; kendi “yüce” çıkarlarından dünyaya bakan günümüz postmodern bireyi Nietzsche’nin “üst insanından başkası değildir. Göreliliğe çılgınca aşık olan postmodernizm, “birey”de kendi mutlaklığını yaratır.

Nietzsche, Aydınlanma döneminin yeniliklerinin fırtınalı, inişli çıkışlı gidişine dayanamaz. Eskinin parçalanışı önünde sızlanır durur. Kitlelerin geleneklerden özgürleşmesinden tiksinir. Onları “tanrıyı öldürmekle” suçlar. Ortaçağ’ın aristokrat dinginliğinin yerini alan Aydınlanma fırtınasında başı döner, “üst insan”da yeni bir dinginlik yaratmaya çalışır; ancak tarihin zembereği artık boşanmıştır; olaylar Nietzsche’ye aldırış etmez; onun “aklını başından alırlar.” Postmodernistlerimiz, günümüz için bir Ortaçağ sakinliğinin imkansız olduğunu elbette biliyorlar. Onlar benzer sakinliği zirvelerden yamaçlara inerek, büyük tasarımlardan kopup lokal alanlarda mutluluk çitleri örerek, kitlelerden uzaklaşıp birey “adacıklarına” çekilerek yakalamaya çalışırlar.

Nietzsche kapitalizmin eski gelenekleri “buharlaştırdığı”, öte yandan kendisinin de restorasyonlarla bir durgunluk dönemine girdiği sürecin ürünüdür; postmodernizm ise sosyalizmin yarattığı değerlerin büyük oranda eridiği, kapitalizmin yarattığı değerlerin ise eski çekim gücünü yitirdiği bir dönemin olgusudur. Nietzsche “tanrının öldüğünü” ilan etti; “sonrasızlığı sevdi”; postmodernistler “büyük anlatıların öldüğünü” ilan ediyorlar. Nietzsche, kapitalizmin sokaklara saldığı kitlelerden korkuyordu; postmodernistler kitlelerin bir hedefe yönelmesinden ürküyorlar. Nietzsche’nin düşünceleri, kitlelerin öfkesi kapitalizme karşı yükseldikçe Nazilik’e kaynak oldu. Parmak bıyıklı “üstün insan” Alman ulusuna “binyıllık egemenlik” vadederek dünyayı yakmaya koyuldu. Bu büyük ateşte kendisi de yandı. Postmodernizm her türlü düşüncenin “yan yana çöküşümü kutsayarak ileride hangi gelişimlere kaynaklık edecektir, elbette bilemeyiz; ancak tüm gelecek düşlerinden ve toplumsal değerlerden koparılarak kutsanan “birey”in insanlığın geleceğinde olumlu bir role soyunması imkansızdır. Postmodernizmin Nietzsche’nin karamsarlığı ile buluşması rastlantı değildir. Postmodernistler de tıpkı Nietzsche gibi büyük düş kırıklıklarının ürünüdür. “Sonrayı” yitiren Nietzsche, “milyonlardan” nefret ederek birey zırhının içine çekilerek çıldırır. Postmodern dünyada insanların yüzde yetmişinin psikologlara taşınmasının Anlamı nedir? Kimsenin “sonrası” yoktur; değerler her gün buharlaşıyor, “mutluluk için” tüketim tapınaklarında yapılan gün boyu ayinleri artık yetmiyor. Bütün bu tablonun ortasına postmodernistler anı yaşamanın keyfi ile günlük ayinlerle kendilerini oyalıyorlar. Ancak günümüzün akışı en az I9.yüzyılın sonlarındaki köklü değişimler gibi hızlı altüstlüklere gebedir; postmodern “mutluluk adacıkları”nın kapısı eninde sonunda komşuları tarafından gürültülü bir şekilde çalınacaktır.

Postmodernizmin geçmişteki dayanak noktası sadece Nietzsche ile sınırlı değildir. Frankfurt Okulu’ndan Yapısalcılık’a kadar uzanan çeşitli düşünce akımlarında hep sanki postmodernizme doğru bir birikim vardır. Bu tarihsel süreçte sol zeminde duran ve Marksizm’den etkilenen akımların büyük bir bölümü özgül tarihsel koşullar nedeniyle tarihsel maddeci zeminden idealizme savrulmuşlardır.

Nietzsche sonrası postmodernizmin kaynaklarını başlıca iki dönemde bulmak mümkündür. İlki, 1920’ler sonrası Alman Devrimi’nin yenilgisi ve faşizmin egemenliğinin kesinleştiği günler ve sonrasıdır. Bu dönemde Frankfurt Okulu ve Varoluşçu akımdan söz etmek mümkündür. İkinci belirgin halka, 1960’lar sonrası ortaya çıkar. Bu dönemde Yeni Sol ve Yapısalcılık’tan söz edilebilir.

Ekim Devrimi Sonrası

Sovyet Devrimi’nden sonra Avrupa’da devrimler geri çekilmeye başlamış, hatta Alman proletaryası büyük bir yenilgi almış, başarılı olamayan devrim girişimlerine karşı faşizm tarih sahnesine girmiştir. Bu dönemin çocuğu olan Frankfurt Okulu düşünce sisteminde bu günlerin özelliklerini ister istemez yansıtmıştır.

Postmodernizm, tarihsel gelişmelerin sonucunda “büyük anlatıların” inkarına varmıştır. Onun inkar tarzı kendine özgü yanlar taşısa da tarihten bu tarz kopuşma yeni değildir. Bunu en derin biçimde I930’lu yıllarda Frankfurt Okulu yapmıştır. Okulun kurucusu Max Horkheimer “Weimar’ın sosyal demokrat reformculuğunu da Sovyetler Birliği’ndeki Bolşevik düşünceyi de reddeder.”36 Her türlü sistemi olumsuzlar. Tekelci kapitalizm de toplumculuk da “totaliterdir.” Aydınlanma döneminin “aklına” değer biçen Horkheimer, yaşadığı dünyada bunun yitmekte olduğunu görür. “Bu dünya, aynı zamanda hem sanayinin hem de Taylorculuk’un, hem Nazizm’in hem de Stalincilik’in var olduğu bir dünya olan bu iktisadi bunalım dünyası, artık yüksek akılcılık ilkesi olmaksızın, tinsel yaşamı yıkan maddi çıkarların peşinde sürüklenen bir güç ve para dünyasına dönüşmüştür.” (a.g.y.) Bu gerçekler karşısında Frankfurt Okulu, “eleştirel yöntem”i geliştirir. Hatta daha sonraları bu yönteme “olumsuz diyalektik” eklenecektir. İnsanlık “ne olup biteceğini” bilemediği için, “olumsuz diyalektiğe” düşen, “olmaması gerekeni” söylemekle yetinmektir.

Kapitalizmin vahşi gelişimi karşısında büyük düş kırıklığına uğrayan Okul, kusuru “bireycilik”te bulur. “Bireycilik, varlığın temel biçimi olan aklın düşmanıdır.” (a.g.y.) Horkheimer araçsal aklı şöyle eleştirir:

“Akıl sözcüğü uzun zaman, insanlar için erek işlevi gören ebedi fikirlerin bilinme ve özümsenmesine ilişkin etkinlik anlamını taşıdı. Bugün ise tersine herkesin, belli bir zamanda benimsediği ereklere hizmet edecek yöntemleri bulmak aklın yalnızca rolü değil, aynı zaman da temel işlevidir.”(a.g.y.) Bu nedenle “akıl tarafından sağlanan birey-toplum dengesi ortadan kalkar.” Postmodernizm bilimsel aklı tümden reddeder. Horkheimer, kendi döneminde henüz o noktaya gelmemiştir. Ancak “insanlar için erek işlevi gören ebedi fikirlerin bilinme ve özümsenmesine” hizmet eden; “birey toplum dengesini” sağlayan evrensel akıl, artık “herkesin belli zamanlar”daki “ereklerine hizmet” eder hale gelmiştir. Aklı saf bir değer ve etkinlik olarak kavrayan bu anlayış, onun “birey”in bayağı çıkarlarına hizmet eden bir “araç” haline gelmesini kavrayamaz. Horkheimer’ın ünlü bir sorusu vardır: “Batı uygarlığının neresinde bir bozukluk vardır ki teknolojik gelişmesinin bugünkü en yüksek düzeyinde bile, insanın insan olarak gelişebilmesini olumsuzlamakta, insanal olanı yıkmakta, yok etmektedir?”37 Bu soruya sadece akılla cevap aranınca bir sonuca ulaşmak mümkün olmamıştır. Her dönemin kendi aklı ve ruhu vardır. Akıl yeryüzüne Aydınlanma ile inmedi. Büyük tarihsel gelişimlerin sonucu insanlar kendi yarattıkları tanrılarla hesaplaşmaya başlayınca akıl tanrısal sınır ve örtülerinden kurtuldu. Tanrılardan kopuşma, insanın doğayı ve toplumu belli bir seviyede bilmesiyle mümkün olmuştur. Bilgi o seviyeye birikene kadar akıl tanrıların gizemli dünyasında saklı kaldı. İnsan aklını bulunca onu “evrensel” ve her şeyin üstünde sandı; oysa her dönemin kendi aklı ve ruhunun olması gerçekliği kapitalizm çağı için de geçerliydi. Kapitalizm çağının tüm bilimsel buluşları ve aklı eninde sonunda kapitalizmin kar güdüsü tarafından şekillendirildi. Aklın “insan”a değil “birey”e hizmet eder hale gelmesi ise yine bu gerçeklikten dolayıdır. Birey ve bireysel çıkarlar kapitalizmin kutsal hücresidir. Elbette bunu bir düzen işleyişi içinde düşündüğümüzde sözü geçen kapitalist bireylerin çıkarlarıdır. Toplumun büyük çoğunluğu aklın zoru ile bu çıkarlara boyun eğdirildi. Horkheimer’ın kendi güzel sorusuna cevap bulamayışı, sınıf çıkarlarının dışından, aklın zirvesinden dünyaya bakmaya kalkışmasındandır.

Frankfurt Okulu, sosyal sistemlerden kendini koparıp sırf akla dayalı “eleştirel yöntem”le dünyaya bakmaya kalktığında, sonunda “eleştirel bir seyirciye” dönüşmüştür.

1930’larda gelişen olaylar sonucunda, özellikle Alman işçi sınıfının yenilmesi ve faşizmin egemen hale gelmesi Frankfurt Okulu’nu “özgürlük” isteminden uzaklaştırmış ve olaylara “tarihsel” bakışını terk etmiştir. Özgürlük düşlerini yıkan, sadece sınıflar mücadelesinin o dönem sonuçları değil, aynı zamanda “tekniğin” her şeye egemen olmasıdır. Tekniğin egemenliği karşısında “ne ahlak, ne hukuk, ne sanat çözülmeden kurtulamaz”dı. Tekniğin gücüne dayalı iktidarın etkisinden sadece “eleştirel düşünce” kurtulabilirdi. Böylece düşünce bir kez daha kendi madde kaynağından kopup kanatlarını çırparak “yücelere” yükseliyordu.

Varoluşçuluk

Bu akım I930’lu yıllarda Almanya’da ortaya çıkar, II. Dünya Savaşı sonrası İtalya ve Fransa’da kısa süre yaygınlaşır, 50’li yıllar sönüş dönemidir. Sartre nedeniyle Fransa’da “Marksizm’e tutunarak” bir müddet daha etkinlik gösterir. Ancak bu akımın bütün orijinalitesi 30’lu bunalım yıllarından gelmektedir.

Bu akıma göre “insan, kendi varoluşunu kendi yaratır, varoluşu kendi tasarımıdır.”38 Varoluşçular, bilgi kuramının nesne ile özne ayrımını yadsırlar. Onlar insanın “bilme yeteneğini” dışlar, bilimsel bilgiye değer vermezler, bilinen tek şey bireysel olarak yaşanılandır. Varoluşçuluğun ilk isimlerinden Martin Heidegger, Descartes’ın “düalizmini reddeder.”39 Nesne ile özne ilişkisinde ne zaman bir sorun olsa, maddeci zeminde duramayanların ilk yaptıkları budur. Ancak bunu özne lehine yaparlar. Heidegger için insan akıllı düşünen varlık olarak değil, hiçbir genellemeye gelmeyen, ancak bireysel olarak yaşayabilen, duygu ve kaygıları ile gündelik insandır.

Varoluşçuluk, her türlü toplumsal ideale ve nesnel gerçekliğin sınırlamalarına karşıdır. Hatta Karl Jaspers, “toplumsal ben olarak ben, ben değilimdir artık” diyerek insanı insanlaştıran ortamdan kopartır. Sartre da “insanın doğası gereği toplumsal olmadığım” ileri sürer. İnsanın nesnel dünya ile ilişkisi ise “içsıkıntısı” (bulantı) ile mümkündür. Toplumun “çıldırdığı” I930’lu yılların bu akımı, bu başedemediği ve çözümleyemediği sorundan, maddi dünyadan ve toplumdan koparak kurtulma yoluna gidiyor. “Toplumsal ben” olmayı reddeden ve “kendi varoluşunu kendisinin yarattığını” sanan Varoluşçular, tümüyle kapitalizmin “büyük bunalımı”nın ürünleridirler. İnsanın varoluşunun “kendi tasarımı” olduğu yanılgısını en iyi Varoluşçular kendileri kanıtlamaktadır. Bunalımlar içinde kıvranan 30’lu yılların insanları olarak, nesnel dünya ile ilişkilerini keyif ve neşe ile değil de sadece “içsıkıntısı” ile kurarlar. Toplum o günün dünyasında onlar için tam bir dayanılmaz karmaşa ve cenderedir. Bu nedenle, sosyal bir varoluşun hiçbir anlamı yoktur. Hatta Heidegger’e göre “bilimin olması hiçbir zaman mutlak zorunlu değildir.” Yaşanan bütün yıkımları, kapitalizme ve onun egemen çıkarlar sistemine bağlamayan Heidegger, bunu “modern tekniğin çılgınlığına” bağlar. “Çılgın bir modern teknik” ve “çılgınlaşan” bir toplum ortamında, tüm bunlardan koparak insanın “kendini yaratabileceğini” ileri sürmek için gerçekten çılgın olmak gerekir. Varoluşçuluk biraz da buydu. Hedefini tümüyle şaşıran bu akım, insanlara bir mücadele yönü göstermek yerine çaresiz bir avuntuya itmiştir. Böyle bir toplumsal ortama tepki göstermek insani olarak anlaşılır bir şeydir; ancak insanları saçmalıklarla avutmak insani bir şey değildir. Zaten Sartre’a göre insanların birbiri ile ilişkisi “ya sadistik ya da mazoşistik olmaya yöneliktir. Beraberlik, uyum, sevgi olanaksızdır.” “Cehennem öteki insanlardır.”40 1930’lar bunalımı insanlığın yakın tarihinin en derin bunalımlarındandır. “Faşizm” çılgınlığını yaratmıştır. Ancak bu çılgınlığa Varoluşçu tarzda tepki göstermek, farklı bir çılgınlığa sürüklenmekten başka bir sonuç doğuramazdı. Varoluşçuluk, insan düşüncesinin çalkantılı günlerde nasıl en uç yanılgılara kadar savrulabileceğinin bir örneği olarak tipiktir. Şimdi o günlerdeki kadar “çılgın” bir dünyada değiliz, bireyin toplumdan kopuşması o günlerdekinden çok daha derin noktalara varmıştır. Çünkü bu olgu kapitalizmin yapısı gereği böyledir. Bugün postmodernizm de “toplumsal olarak ben”i şiddetle reddediyor; nesneyi özne lehine ortadan kaldırıyor; bilimi Heidegger gibi hiçte bir “zorunluluk” olarak görmüyor. Düşünceler bu kadar savrulduğuna göre, dünyamız görünüşte 30’lar kadar “çılgın” olmasa da demek dipten gelen kaynama oldukça güçlüdür.

“Refah Devleti” Yılları

Koşullar değişince elbette sorunlar da değişmiştir. Ancak değişmeyen bir derinleşme, bir gidiş yönü vardır. 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan paylaşım savaşlarının yıkıcılığı, toplumsal bir histeriye dönen faşizmin vahşeti yerini yavaş yavaş Batı’da Refah Devletleri’ne, dünya ölçüsünde ise soğuk savaş dengelerine bırakmıştır. Önceki dönem ne kadar belirsiz ve “çılgın” idiyse 50’liler sonrası o ölçüde kendi “dengelerine” sahipti. Bu dönemde özellikle Üçüncü Dünya’da devrimler ve ulusal kurtuluş savaşları devam ediyordu; ancak bunlar dünya ölçüsündeki dengelerin sınırları içinde kalmaya zorlanıyordu. Dünyanın bu tablosunda Üçüncü Dünya’nın ideolojik yönelişleri ile kapitalist merkezlerdeki ideolojik yönelişler arasında yavaş yavaş derinleşen bir kopuşma yaşanıyordu. Batı’da “Yeni Sol” ve Yapısalcılık filizlenirken Üçüncü Dünya “klasik devrim” yönelişlerine kendi orijinalliklerini katarak yürüyordu. O günün dengelerinde dünyaya Batı’dan bakınca başka, Üçüncü Dünya’dan bakınca çok başka görünüyordu. Düşünceler de ister istemez bu farklı zeminlere göre kendilerine kanal buldular. Politik yönelişler olarak Batı’da şimdi adı bile unutulan “Avrupa Komünizmi” yaygınlaşıyor, buna bağlı olarak sosyalizme “barışçıl geçiş” tezleri güçleniyor ve İtalyan Komünistleri’nin örneğine atıfta bulunularak “tarihsel uzlaşma”dan dem vuruluyordu. Oysa Üçüncü Dünya bu yıllarda yangın yeri gibiydi. Ulusal kurtuluş mücadeleleri, Küba, Vietnam Devrimleri mücadele rüzgarını yükseltiyor, fakat aynı zamanda başta Latin Amerika Ülkeleri’nde olmak üzerine faşist askeri darbeler birbirini izliyordu. Bu koşullarda dünyanın iki büyük alanındaki devrimciler arasında siyasal ve ideolojik kopuşmalar adeta kaçınılmazlaşıyordu.

Batı’da bu yıllarda gelişen ideolojik yaklaşımlar, özellikle sosyalizmin yıkılışından sonra Üçüncü Dünya’nın sınırlarından da sızmaya başladılar. Gecikerek, hatta oldukça başkalaşarak, ancak adım adım mürekkep lekesi gibi yayılmaya başladılar. Bugün bu tartışmalar belli bir durulmaya uğradı ise etkinliklerinin azalmasından değil, tam tersine bu görüşler neredeyse artık “doğal” karşılandığından böyledir. 70’li yılların ikinci yarısına gelindiğinde Yeni Sol, Yapısalcılık ve daha önce sözünü ettiğimiz Frankfurt Okulu ve Varoluşçuluk yok olmaya başladı, ancak yıllar aktıkça onların mirasını “bütünleştiren” postmodernizmin yıldızı parlamaya başladı. Bu yıldız bugün canlı parlaklığını yitirmiştir; ancak bu onun ideolojik ve pratik bir yenilgiye uğramasından dolayı değil, yaygınlaşıp “doğallaşmasından” dolayı böyledir.

50’ler sonrasına geri dönersek, bugüne kendilerini postmodernizm olarak taşıyan, o günün Batı’daki ideolojik konumlanışlarına değinelim. Yeni Sol’un belirgin bir tanımı yoktur; önde gelen isimlerin büyük çoğunluğu daha sonraları Yapısalcılıkla karar kılmışlardır.

O günlerin tartışmalarının çözmeye çabaladığı temel sorun, teori ve pratik arasındaki büyüyen “uçurumun” ortadan kaldırılmasıdır. Üçüncü Dünya’da mücadele belli ölçülerde teori ile uyum içinde ilerliyordu. En azından genel görünüş böyleydi. Oysa Batı’da işler hiç de teorik öngörülere göre ilerlemiyordu. O günlerin temel tartışma konularını özetlersek şunları sıralayabiliriz:

“Ekonominin Belirleyiciliği”

Sosyal olayların gidişini “en son tahlilde belirleyen” ekonomi, ister istemez politik eylem alanına bir sınır çiziyordu. Üstelik bu öyle bir sınırdı ki devrimci politikaya neredeyse yer kalmıyordu. Batı’da yükselen Refah Devletleri’nin sağlam ekonomik temelleri devrimci politikanın alanını alabildiğine daraltıyordu. Sınıflar mücadelesi gerilimini ve hızını çoktan kaybetmiş, uzlaşmalarla davranışını sınırlayan bir noktaya gerilemişti. Öte yandan Sovyetler öncelikli olarak kendi ekonomisini sağlamlaştırmaya çalıştığı için, dünya ölçüsünde politikaya sınırlı ilgi duyuyordu. Sovyet çizgisine bağlı komünist partiler ise çizilen sınırların dışında politika yapmaya niyetli görünmüyorlardı. Bu süreçte Yeni Sol’dan “ekonomist sapma” eleştirileri yükselmeye başladı. “Ekonomi”ye atıf yapan değerlendirmeler “kaba indirgemecilik”le suçlanmaya başlandı. Zaten Gramsci, Rus Devrimi’ni “Kapital’e karşı devrim” diye yorumlamıştı.

Aynı zamanda “tarihsel materyalizm”i hedef alan suçlamalar da yükselmeye başladı. “Tarihselcilik” temel eleştiri konusu oldu. Ekonomi ve tarihsel gidişin çizdiği sınırlar “Yeni Sol” için fazlaca bağlayıcı ve kısırlaştırıcı görünüyordu.

Buradan “üst yapının özerkliği” tezleri gelişmeye başladı. “Marksizm’de politika teorisinin olmadığı” tespitleri yapıldı. Bütün bu tepkilerin nedenleri o günün koşullarında yeterince anlaşılırdır. Gerek Batı Avrupa’daki durgunlaşan ve Refah Devletleri’nin maddi temelleri ile sınırlı kalan mücadele ve gerekse Sovyetler’in denge politikalarının bayağı bir statükoya dönüşmesi, düşünceyi maddi temellerinden kopmaya zorlayan bir etki yaratıyordu. Politikayı ve düşünceyi “maddi temeller” gerekçe gösterilerek sınırlayan her davranış, karşı tepkisini doğurdu ve eleştiriler giderek bilimsel sosyalizmin temel belirlemelerine yöneldi. “Yeni Sol”un kısmen anlaşılabilecek eleştirileri, bu noktadan sonra açıkça Marksist maddeci zeminden kopuşmaya başladı. Avrupa’nın “yıkılmaz” görünen altyapısı karşısında politikanın alanı üstyapı kurumlarının içine kaydı. Üstyapı kurumlan hem mücadelenin hedefi hem de alanı haline gelmeye başladılar.

Bu düşünce ve zemin kayması, kaynağını çok önceden beri Gramsci’de bulmuştu. “Biz gerçekliği insana oranla bilmekteyiz; insan oluş halinde, bilinç ve gerçeklik de oluş halinde olduğuna göre, nesnelliğin kendisi de bir oluştur.”41 Gramsci’nin “politikaya özel bir alan” yaratma çabaları onu idealizmin sınırlarına kadar götürmüştür. Kendi dışındaki nesnelliğin -Batı’da Refah Devletleri’nin sağlam maddi alt yapısının- yıkılmazlığını gören Avrupa’daki sol akımlar, kendilerine çıkış yolu ararken tarihten bir dayanak noktası olarak Gramsci’yi buldular. Çünkü Gramsci belli ölçülerde nesnelliğe meydan okumaktaydı. Aslında bu sorun tüm bir devrimci mücadele tarihi boyunca hemen bütün ülkelerde kendi özgünlüğüne göre tartışılmıştır. Türkiye Devrimci Hareketi bunu 70’li yıllarda “volantarizm-determinizm” karşıtlığı biçiminde tartıştı. Hatta bu tartışmalar o noktalara kadar gider ki sonunda Marx ve Lenin karşılıklı saflarda konumlandırılırlar. Hele Engels, iflah olmaz bir “ekonomist” bakış açısına sahip olduğu için çoktandır mahkum edilmiştir.

50’ler sonrası bu konuları Avrupa Sol Hareketleri yoğun bir şekilde tartıştılar. Tartışmalar hiç şüphesiz ki “boşuna” değildi. Bir yanda kaynayan Üçüncü Dünya; öte yanda Refah Devletleri’nin maddi alt yapısı ve soğuk savaş dengeleri ile hareket yeteneği çok sınırlı hale gelen Avrupa, böyle bir ortam tartışmaları kaçınılmaz kılıyordu. Kaçınılmaz olmayan politika yapmak için “ekonominin” sınırlayıcılığından kurtulmak isterken, Yapısalcılık’a saplanılmasıdır. Bütün bu tartışmaları 68 olayları önce havaya uçurdu; sonra toz duman yatışınca Frankfurt Okulu’ndan Yapısalcılık’a kadar gelen mirasın yıkıntıları arasından günümüzün yeni yıldızı postmodernizm yükselmeye başladı.

Her dönem sorun çıkartan “altyapı ve üstyapı” ilişkileri üzerine bu ortamda süren tartışmalar Althusser ile adeta bir sıçrama yapmıştır. Althusser’e göre “ideolojinin varoluşu maddidir… İdeolojiyi oluşturur görünen ‘tasarım’ ya da ‘fikirler’ ideal, fikri, manevi değil, fakat maddi bir varoluştur.”42 “Bunu söylemekle Althusser, klasik felsefenin ‘madde-fikirler’ ikileminin dışına çıkıyor… Fikirler bu klasik anlayışta olduğu gibi ‘maddenin soyut yansıması’ değil, kendileri maddi olan şeylerdir.” (Murat Belge, Önsöz, a.y.) Lanet olası maddi ortam insan davranış ve düşüncesini bir alınyazısı gibi kelepçeler. Madde ve düşünce birbirinin içinde eritilirse, neden ortaya daha “özgür” bir dünya çıkmasın? Bu özlem ve itim gücü ile ateşlenen düşünceler, sonunda tasarladıklarından bambaşka sonuçlara vardılar.

Burada artık Yapısalcılığın sınırlarına girmiş oluyoruz. Pratiğin kahredici sınırlayıcılığından ve zahmetinden kendini kurtaran Yapısalcılar, “önce eylem vardı” parolasına karşı “önce söz vardı” parolasını yükselttiler. “Satrancın kuralları onun tahta ve taşlarından önce gelir.”43 Strauss’a göre dil, toplumsal yaşamın, üretimin gereklerinin sonucu değil, kaynağı ve özü anlaşılmadan kalan önsüz, sonsuz, bilinç dışı zihinsel yapıların bir anlatımıdır. Bu nedenle Strauss, “insan kafasının ortak bilinçaltını ortaya çıkarmak” istemiştir. “Söz”den giderek “derin anlama” ulaşmak Yapısalcılıkın pratiği dışladıktan sonra elinde kalan tek yoldur. Bu akım “metni” tamamlanmış bir anlatım olarak görür ve bir metnin eleştirisi “metin dışı”, “dönem”, “toplum” gibi olgularla değil, sadece “metin içi” olgularla yapılabilir.

N. Chomsky’e göre “Dil, zihinde (soya çekimle) oluşur, dünya ile ilişkiye geçtiğimizde olgunlaşıp yerleşik bir duruma dönüşür. Dil yetisi dirim-fiziksel bir dizge, insan dokusu gibi gerçekten varolan bir şeydir.”44 Dünyaya dilden hareketle bakmak ve görmek, insanın aynaya bakması gibi bir şey olsa da Yapısalcılık bu yoldan pratiğin ve maddi ortamın sınırlayıcılığını aşacağını ummuştur. Oysa böylece çok daha sınırlı bir dünyaya giriliyordu: Dil ve metinler dünyası. Elbette bu dünyada sınırsız bir yorumlama zenginliği vardır. Althusser’in dediği gibi “metinler komplekstir”, “problematik yüzeyde görülmez, metnin derinliğinde gizlidir.”

İnsan düşüncesi ilginç yollar izliyor. Yapısalcılık’ın “metin okuması” en sonunda tıpkı Ortaçağ’ın “kutsal kitap okuma”larından farklı noktalara varamazdı. Durgun Ortaçağ, adeta pratikten kopmuştu. Onun düşünce zirvesi olan kiliseler bu kopuşu en uç noktalarda yaşadılar. Ömürleri kutsal kitabı okuma ve yorumlamalarla geçti. Ancak bu ayinin sonu gelmez ve insana dünyada bir tek gerçek adım atmanın yolunu gösteremezdi. Bu durgun kaderi kutsal kitap kaçkını maceraperest korsanlar bozdu. Onlar Atlantik Okyanusu’nun bilinmez sularında yol aldıkça, aslında Ortaçağ’ın durgunluğun temellerine patlayıcı madde yığmış oluyorlardı. İnsan beyni pratikten sonuç alamadıkça kendi içine yöneliyor. Yöntem düzenlemeleri için bu dönüşler yararlı olsa da kendisi bir yöntem haline gelmeye başladıkça, urlaşan bir kanser hücresine benziyor.

Althusser “Kapitali yeniden okumuş”, orada “hedefsiz ve öznesiz bir tarih” bulmuştur. “Sosyal tümlüğün kompleksliğini bireyin kavrayamayacağı”na inanan Althusser; bireyi, “öznesiz tarihsel sürecin yalnızca bir taşıyıcısı” olarak görmüştür. “Kutsal kitap” okumalarının kaçınılmaz akibeti budur. Bu düşünce sistemi, Batılı aydınların pratiği yitirdiği yerde ortaya çıkan kesin bir kırılma noktasıdır. 68 olaylarının yarattığı coşkun pratik de bir düş kırıklığı ile sonuçlanınca bu kırılma iyice derinleşerek postmodernizme kadar varmıştır.

Belirgin bir basamak olarak I930’lu yıllarda Frankfurt Okulu ile başlayan düşünce kırılması, çok farklı yollardan postmodernizme kadar gelmiştir. Özetle irdelemeye çalıştığımız ideolojik duruşların elbette birbirinden çok farklı yanları vardır. Ancak sürekli derinleşen, adeta kesintisiz bir şekilde akan bir diğer yönü de vardır ki bu yön postmodernizm için ana rahmi görevini yapmıştır. Bu da nesnel dünyadan düşünceler dünyasına doğru bir kopuştur. Maddi dünyadan düşünceler dünyasına ve en son “dil”in gizemli oyunlarına; öte yandan sosyal ve toplumsal olandan “birey”in iç dünyasının sonsuz zenginliğine doğru kopuşlar yaşanmıştır. Bu kopuşlar elbette ki temsilcilerinin keyfi tercihleri olmaktan öteye anlamlara sahiptir. Pratik yaşam, Aydınlanma’nın ve bilimsel sosyalizmin öngörülerinden farklı olgular ortaya çıkarttıkça; öngörülemeyen “sapmalar” kendini ortaya koydukça, düşünce kendi üstüne kıvrılarak, pratiğin söz dinlemez inadından kendini kurtarmaya yönelmiştir. Elbette ki bu yol tek ve kaçınılmaz olan değildi. Ancak tıpkı pratik yaşam gibi düşüncelerin de gelişimi doğru bir çizgi gibi ilerlemiyor; pek çok gerilemeler, kırılmalar ve kopmalar yaşanıyor. Hegel’in “mutlak tin”inden diyalektik ve tarihsel materyalist düşünce ile madde dünyasına geçiş; kendinden sonraki bütün “sapmaları” ortadan kaldıracak bir “güvenlik sistemi” olmaya yetmiyor. Bilim geliştikçe bilim dışılığın, hurafeciliğin ortadan kalkacağı umuldu. Bırakalım gündelik yaşayan insanı, bilimin zirvelerinde bile zaman zaman ruhun büyüsü umulmadık şekilde ortalığı kaplayabiliyor. O nedenle, insan düşüncesinin tarihsel maddecilik sonrası “sapmaları” ne “günah” ne de “akıl dışı”dır. Postmodernizmi sadece bir “saçmalama” olarak görmek aslında yapılabilecek en büyük saçmalıktır. Çünkü bu “yeni” düşünce tarzı birkaç kişinin “uydurması” değildir; tam tersine uzun bir birikimin ve yaşanan sosyal ve bilimsel altüstlüklerin bir sonucudur. Toplumsal öngörüler, düşler ve ortaya çıkan gerçeklikler arasındaki açı büyüdükçe, postmodernizmin filizleri gürbüzleşmiştir. Bu açı büyümesi ve onun gerektirdiği çözümlemeler ortaya konamadıkça, bu anafor köpüklenmesi parıltısını koruyacaktır.

Postmodernizmin “Bilimsel” Arka Planı

Sosyal olaylardaki gelişmeler insan düşüncesini her zaman etkilemiştir. Ancak bu etki çoğu zaman belli bir derinliğin altına inememiştir. İnsan, içinde bulunduğu sosyal ortamda aynı zamanda etki gücüne sahip bir özne olarak yaşar. Bu anlamda “nesnel gerçekliği” belli bir ölçüde kendisi yaratır. Daha doğrusu yarattığı kanısına kapılır. Olaylardaki beklenmedik gelişmeler, her sıçrama, düşüncelerde de yankısını bulur. Sosyal olaylarla ilgili olarak insan düşüncesi oldukça sık ve kutuplara kaçan salınımlar yapabilir.

Ancak doğal bilimlerdeki gelişmeler insan düşüncesini çok daha derinden etkiler. Çünkü en idealist düşünen bilim adamı bile doğanın kendi dışında olduğunun bilincindedir; doğa ile ilişkisinde öznenin etki alanının çok sınırlı olduğunu kavrar. Fizik bilimindeki gelişmeler insan düşüncesinde çok daha derinden ve köklü değişimler yaratır. Doğa bilimlerindeki gelişmelerin yarattığı düşünce sistemi çoğu zaman sosyal olayların çözümüne de taşınmıştır. Aydınlanma dönemine düşünce sistemi olarak damgasını Newton Mekaniği vurmuştur. Matematik ve fizikteki çok önemli buluşları ile Newton kesin bir dünya tablosu çizmiştir. Bu determinist dünya görüşü hemen hemen iki yüz yıl tahtından inmemiştir. 20. yüzyılın başlarında ilk darbeyi Einstein’ın Görelilik Kuramı ile almıştır. Onda mutlak olan zaman ve uzay kavramları, Görelilik Kuramı ile yerlerinden edilmiş; zaman, sistemin hızı ile bağlantılı olarak değişen, maddeye içerlek bir hale gelmiş; uzay ise maddenin içinde bulunduğu bir ortam olmaktan çıkmış, bizzat maddenin bulunuş ve yayılış eylemine dönüşmüştür. Öte yandan sistem ışık hızına yaklaştıkça Newton’un mekanik yasaları geçerliliğini yitirmiştir. Böylece iki yüz yıl egemenliğini koruyan Newton Yasaları’nın göreli olduğu, ancak belli bir sınır içinde geçerli olduğu ortaya çıkmıştır. Mutlak zaman ve uzay Einstein’ın saldırıları ile “şehit” düşmüş; yasanın görkemli sonsuz egemenliği belirli bir sınıra daralmıştır.

Ancak Newton Fiziği esas darbeyi yine 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Kuantum Mekaniği’nden almıştır. Burada saldırı doğrudan Newton Fiziği’nin kalbine, onun kesinlikçi yapısına yönelmiştir. Bu saldırıya Einstein bile itiraz etmiş “tanrı zar atmaz “ demiştir. Kuantum Fiziği’nin buluşlarıyla kesinlik dünyası ile belirsizlik dünyasının sınırları çizilmiş; maddenin içine doğru yolculuk derinleştikçe, parçacıklar dünyasında Newton’un determinizmi tahtından kovulmuştur.

Postmodernizm, Newton Fiziği’nin kesinliğine karşı görelilik ve özellikle Kuantum Fiziği’nin belirsizlik kuramlarını çok sevmiştir. Bu anlamda postmodernizmin bir maddi temeli vardır. Ancak düşüncesinin gelişim biçimini dikkate aldığımızda postmodernizmin bu maddi temele tutunmasının oldukça sınırlı olduğu görülebilir. Bilgi ve buluşlarla doğrulanan bir teorik düşünce zaman içinde katılaşıp kendi çevresine bir kabuk örüyor. Zamanın akışında biriken “aykırılıklar” sonunda kabuğu parçalayan bir sonuca varıyor. Bu parçalanma süreçlerinde sanki ortada “doğru” hiçbir şey kalmamaktadır. Oysa bu süreçler, kırılma ve kopmalarla bilginin sınırlarının yenilendiği süreçlerdir. Newton Yasaları’nın kesinliğinden Kuantum Fiziği’nin kesinsizliğine sıçranırken, postmodern düşünce kendi içinde bir urlaşma yaratarak kesinsizliği mutlaklaştırdığı için kendi maddi tutanak noktalarını da imha etmektedir. Determinizmin, neden-sonuç ilişkilerinin tümüyle havaya uçtuğu bir dünya, postmodern düşünceye çok “heyecan verici” gelse de söz konusu olan mutlak bir kesinsizlik değil, yasaların ve bilginin sınırlarıdır.

“Moleküller dünyasındaki determinizmden atomlar dünyasındaki indeterminizme doğru sürekli bir geçiş olduğunu kabule kalkışırsak karşımıza büyük güçlükler çıkacak. Çünkü içinde en ufak bir indeterminizm belirtisine rastladığımız bir olayın bütünü de indetermine sayılır.”45 Soruyu tersine sorarsak, “indeterminist mikro dünyadan” “determinist bir makro dünya” nasıl ortaya çıkmaktadır?

“Klasik fizik egemen iken umut ediyorduk ki kaçınılması imkansız dediğimiz gözlem hatalarını ölçüm keskinliğini arttırarak istenen sınırın altına düşürebilirdik. Oysa elementer etki kuantı keşfedileli beri bu umut da suya düştü. Çünkü bu kuant ulaşabileceğimiz kesinliğe bile belli bir objektif sınır koyuyor ve bu sınırların içinde artık hiçbir nedensellik yok, tam tersine kesinsizlik var, raslantı var.” (Planck)

Newton Mekaniği’nde cisimlerin konum ve hızları kesin olarak belirlenebilirken, elektron dünyasına girdiğimizde aynı kesinliği elde edemiyoruz. Mikro dünyaya girdiğimizde “konum ve hızın ikisini birden istediğimiz kesinlikle aynı anda belirlemek imkansız”dır. “Bu iki büyüklüğe ilgin belirsizliklerin çarpımı, Planck Sabiti bölü taneciğin kütlesinden daha küçük kılınamıyordu.”46

“Elektronla fotonun (ışığın) dansı” gizemini hala korumaktadır. Elektronun sırlarını çözmek için onu fotonla (ışıkla) gözlemek zorunda olduğumuz için, gözlem sırasında onun ya hızını ya da konumunu bozmak zorunda kalıyoruz. İçine yolculuk yaptığımızda mikro dünya bize kendisini “olduğu gibi” göstermiyor. Fakat Kuantum Fiziği’nin ortaya koyduğu gibi elektronla ışığın dansı -kesintili kuanta etkileri biçiminde- sonsuz kez tekrarlana geldiği için, zaten mikro dünyanın “olduğu gibi”, durağan, etki dışı bir konumu yoktur.

Mikro dünyanın bu heyecan verici belirsizliği postmodernizmi “akla veda” etmeye çağırmaktadır. Postmodernistler kendilerine bilim felsefesinden dayanak aramaya kalktıklarında nereye varırlar?

“Peki daha iyi bir felsefe var mı? Evet, Ernst Mach’ın felsefesi.” “Dolayısı ile bir bilim teorisi imkansızdır. Elimizde olanlar hepsi topu bir araştırma süreci ve onun yanında, araştırma sürecini geliştirme girişimlerine yardımcı olabileceği gibi onları yanlış yönlere de sürükleyebilecek her türden pratik iş görme usulleridir.”47 Oysa Kuantum Fiziği’nin henüz doğum günlerinde onun kurucularından M. Planck daha o dönemde Mach’ın bilim felsefesine yaklaşımında postmodernistlere fazla umut vermiyor:

“O felsefeye kulak verecek olursak, kendi duyumlarımızdan başka hiçbir realite yok ve tüm doğa bilimi eninde sonunda, düşüncelerimizin duyumlarımıza en ekonomik biçimde uyarlanmasından başka bir şey değil ve üstelik böyle bir uyarlamaya biz yaşam mücadelesi yüzünden itiliyormuşuz. Fiziksel ile ruhsal arasındaki sınır yalnızca pratiğe dayalı uzlaşmalarla beliren bir sınırdır, evrenin biricik ve özgün öğeleri duyumlardır, diyor Mach.” (a.g.y.) Postmodernizmin Mach’da kendine dayanak bulması, Kuantum Fiziği’ndeki “belirsizlik”ten öteye sonuçlar doğurur. Dış dünyayı duyumlarımızdan ibaret görmek, bilimsel bilginin topyekün reddi anlamına gelir. M. Planck bu yanılgıya nasıl düşüldüğüne ilginç bir yorum getirir: “Mach’ın bilgi teorisi nasıl oluyor da doğa bilimcileri arasında bu kadar tasvip görüyor? Yanılmıyorsam bu, bir insan ömrü kadar oluyor, enerji ilkesinin keşfine paralel olarak doğanın mekanistik kavranışından doğan gurur ve ümit dolu beklentilerimize karşı bir tepkiden ileri geliyor.”(a.g.y.)

Bilim, Ortaçağ’ın zincirlerinden kurtulup özgürleştikçe kaçınılmaz abartmalar da yaşandı. Abartmalar ve gerçekleşmeyen beklentilere tepki olarak duyumların sınırladığı “realiteye” dönüş, bilimsel düşünce süreci açısından bir kırılmadır. “Bir bilim teorisinin imkansızlığını” iddia etmek, onu sadece “pratik iş görme usullerine” indirgemek, Kuantum Fiziği’nin bulgularından doğrudan türetilemez, ancak “bilimsel başarısızlıklarda” uğranılan düş kırıklığı üzerine “felsefe yaparak” türetilebilir. Bilim aynı zamanda geleceğe yolculuktur; fakat postmodernizm “şimdi” ile yetindiği için bir “bilim teorisine” de ihtiyacı yoktur.

Planck ışıma sorunu ile uğraşırken aynı zamanda Rubens, ısı ışınlarının spektrumlarını çok büyük bir kesinlikle ölçmeyi başarmıştı. “Günün birinde Planck ve Rubens, Planck’ın evinde birer çay içmek üzere buluştular. Rubens’in elde ettiği en yeni deneysel sonuçları, Planck’ın bu deneyleri yorumlayan formülü ile karşılaştırdılar. Deneysel değerler ve matematik yorum birbirine tıpatıp uyuyordu. Planck’ın ısı ışımaları yasası böylece keşfedilmiş oldu.”48 Planck’ın evinde bir “çay sohbetinde” buluşan “teori ve pratik”tir. “Akla veda” edip Mach’a tutunmaya çalışan, Feyerabend’ın deyimleri ile “bilim teorisi” ile “pratik iş görme usulleri”dir. Ancak burada dış dünyayı “duyumlar karmaşası” olarak tanımlayan E. Mach’ın “bilim felsefesinin reddi vardır. Planck ve Rubens’in çay sohbetinde Planck’ın duyumlardan kopuk teorik öngörüleri (matematiksel yorumları); Rubens’in duyumlardan çok öteye giden hassas ölçümleri vardır. Postmodernizmin hatası Newton Fiziği’nin abartılan ve kabalaştırılan determinizmine karşı “belirsizliğe” vurgu yapmasında değildir; “kesinsizliği” şölen havasında kutsayarak doğa ve sosyal alanların tümüne yayıp mutlaklaştırmasındadır. Newton Fiziği karşısında işlenen hatayı kendisi Kuantum Fiziği’nin belirsizlik yasası karşısında işlemektedir.

Kuantum Mekaniği İle “Bilimsel Kesinliğin” Başına Gelen Nedir?

Önce şu bilinen gerçekliği tekrarlamak gerekiyor. Bilimsel hiçbir hesaplamada “mutlak kesinlik” yoktur. “Bugüne dek hep dinamik nitelikli sayılan yasaların, hatta evrensel çekim yasasının bile istatistiksel yasalara indirgenmesi isteniyor. Kısacası doğadaki mutlak yasallığı doğa dışına itmek eğilimi söz konusu.

“Gerçi şunu açıklamakta yarar var: Doğada deneyip ölçtüğümüz şeyler, hiçbir zaman mutlak belirlenmiş sayılar olarak ifade edilemez. Ölçümlerimizde kaçınılması olanaksız hata kaynaklarından gelen bir belirsizlik payı daima vardır.” (Planck, a.g.y.) Kuantum Fiziği’nin temelleri atıldıkça, bilim çevrelerinde tüm yasaların “istatistiksel yasalara indirgenmesi” tartışması patlak vermiştir. Ancak “olasılık hesabı” yapmak ile yasa oldukça farklı bilgi seviyeleridir. Yasa, olasılık hesaplarını kapsayabilir; ancak her olasılık hesabı yasa olamaz. Doğadan elde edilen bilgilerin “yasalaşması”, zorunlu bazı soyutlamaları gerektirir. Yasaya gerçek doğanın “bütün verileri” giremez. Hem “bütün verilere” sahip olmadığımız için hem de düşüncenin soyutlama imkanları açısından bu böyledir. Yasanın her pratik duruma uygulanması kaçınılmaz bir “yaklaşıklık” içinde kalır. Bu yaklaşıklık belli bir sınırın altında kaldığı sürece doğanın önümüze koyduğu koşullarla iş yapabiliriz. Yasa ve pratik açısından önemli olan, “hata payının” denetlenebilmesidir. Bugün en hassas ölçüm aletleri ile bile basit bir uzunluğu “mutlak hatasız” olarak ölçemeyiz. Çünkü bir doğru parçası sonsuz küçük parçaya bölünebilir. Eğrilerde her zaman karşımıza p sayısı çıkar, kendisi “tam sayı” değildir. Ancak bundan dolayı alan ve hacim hesaplarında “çaresiz” kalmayız. Doğadaki bütün bilgileri kazanmadan “yaklaşıklıktan” kurtulamayacağız; bu cennet sadeliği ve basitliğine ise ancak sonsuz bir gelecekte ulaşmak mümkün; bu anlamda “belirsizlik” yakamızı hiç bırakmayacak.

Genel olarak “belirsizliğin” baş edilemez, (sıfırlanamaz) iki kaynağı vardır: Bilgi derinliğimizin seviyesi ve ölçüm hassaslığının sınırlılığı. Ancak buradan mutlak bilinmezciliğe sıçramak tamamen ayrı bir konudur. Hele postmodernistler gibi “bilim teorisi”nden vazgeçmeyi gerektirmez. Her bilgi “açık uçlu”dur. Yeni bir bilinmeze açılır. Her bilgi eninde sonunda dipsiz bir uçurumun kenarında durur. Bundan kurtulmak isteyenlerin tanrıya yakarmaktan başka çareleri yoktur. Tanrı ne kadar cömert davranır bilemeyiz, ancak doğa, hele sosyal olaylar bu konuda bizi sonsuz bir dinginliğe ulaştıracak kadar cömert değildir. Öte yandan, belli bir sınırda -ki her yasa bir sınırda geçerlidir- elde edilen yasaların her pratik uygulaması ölçüm tekniklerinin sınırlılığından kaynaklanan “hata payına” sahiptir. Hiçbir yasa “mutlak doğrulukta” pratiğe uygulanamaz. Başımızın belası kıtalar arası füzeler var. Olası tüm koşullar “mutlak” olarak ölçülüp programlanamadığı için, yollarında küçük sapmalar ortaya çıkar. Yeni bilgisayar teknikleri ile “küçük sapmalar” bir sınırda kalabiliyor. Çip imalatı inanılmaz incelikler gerektiriyor. Buradaki “belirsizlik” sınırı postmodernistlerin umutsuzluğu seviyesinde olsaydı, artık herkesin masasında bir tane duran bilgisayarları her açtığımızda insanı çileden çıkartan saçmalıklar yaşamak zorunda kalırdık. Eğer bir soyutlama ile söyleyecek olursak bildiklerimiz sınırlı, bilmediklerimiz ise sınırsızdır. Ancak buradan kazanılan bilginin “belirsizliği” çıkmaz. Belirli sınırlar içinde geçerli yasalara varılabilir. Ancak bilgi, doğa karşısında hep “eksik” kalacaktır.

Kuantum Fiziği’nin önümüze çıkarttığı “kesinsizliğe” gelirsek, postmodernistlerin determinizmi lanetleyen söylemleri ne ölçüde haklıdır? Mikro dünyadaki kesinsizlik ne anlatıyor? Planck’ın dediği gibi bu dünyada “her şey rastlantı” mıdır? Ya da günümüz Kuantum mekanikçilerinden R. Feynman’ın dediği gibi:

“Doğanın bu çözümlenişinin altında hiçbir ‘çark ya da zemberek’ yoktur. Doğayı anlamak istiyorsanız bunu kabullenmeniz gerekir.”49 Eğer mikro dünyada “her şey rastlantı”dan ibaret ya da “hiçbir çark ve zembereğe” sahip değilse, bilimin sınırlarına gelinmiştir. Elbette ki maddenin kendisi ne ise odur. Ona biri tarafından bir amaççıl yöneliş ya da “kanun” dikte edilmemiştir. Bu anlamda doğanın kurulu bir “zembereği” yoktur. Ancak insan düşüncesi neden-sonuç ilişkisini kendisi uydurmamıştır. Doğanın ve toplumun bilimsel incelenmesinden çıkagelmiştir. Her şeyin rastlantı olduğu bir dünyada şeylerin birbiri ile ilişkisinden söz edilemez. Niels Bohr kendi döneminde bir türlü “uygun bir açıklama” bulunamayan Kuantum dünyasının yaramaz ikizleri dalga-tanecik; konum-hız; enerji-zamanın anlaşılmasının “fiziğin işi olmadığım” söylemiş, bu uyuşmazları “Tamamlayıcılık Prensibi” adı altında “kabul etmekten” başka bir yol olmadığını vurgulamıştır. Feynman’ın bugün “doğayı anlamak istiyorsanız bunu kabullenmeniz gerekir” demesi sadece şunu anlatır. Bilimin bu alanında en azından yarım yüzyıldır çarpıcı bir gelişme yoktur. Bilim sadece “olasılık hesabı” yapmak değildir. Zaten her olasılık hesabı ancak belli sınırlar içinde yapılabilir, hiçbir kurala bağlı olmayan “rastlantıların” olasılık hesabı da yapılamaz. Bilim, bilgi olarak derinleşip sonra bu rafine edilmiş bilgilerden yasalara gitmektir. Mikro dünyanın davranışlarında hiçbir yasa yoksa Kuantum Mekaniği bilimin son çığlığı olurdu. Rastlantıları bilmenin yolu olmadığına göre bilimsel araştırmaların da bir yararı olamaz. Ancak gerçeklik böyle değildir. Mikro dünyanın rastlantılar denizinden makro dünyanın kurallar ve yasalar dünyasına nasıl geçilebilmektedir? Rastlantı bir yanı ile bilinmeyen, tanınmayandır. Dünün pek çok “rastlantısı” bugün artık kendi sırlarını ele vererek rastlantı olmaktan çıkmıştır. Elbette ki yasalar doğaya yerleştirilemez, doğadan, olgulardan çıkarılır. Bilgi, atom altı parçacıklar içindeki yolculuğuna devam ettikçe bugünün “rastlantıları” yarın yasalara dönüşebilir.

Zorunluluk ve rastlantıyı mutlak olarak karşı karşıya koymak, zorunluluğun bulunduğu yerden rastlantıyı, rastlantının olduğu yerden zorunluluğu sürüp çıkartmak, doğaya en sonunda bir tanrı eli değdirmek olur. Doğanın “tüm” bilgisini ancak sonsuz bir süreçte kazanabileceğimiz için rastlantı var olmaya devam edecektir. Cam yüzeye çarpan ışığın (fotonların) -ölçümlerin ortaya koyduğu gibi- ancak %4’ü yansımakta gerisi emilmektedir. Ancak yüzeye tek bir foton yollanırsa bunun yansıyıp yansımayacağını bilemeyiz. Çünkü fotonun bu gizemli yolculuğunda ne olup bittiğini bilmiyoruz. Ancak bir top mermisinin yolculuğunu dinamik yasaları elde edildiği için, saniyesi saniyesine bilebiliyoruz. Rastlantı, bilinmeyen -bilgi ile sırları çözümlenmemiş- dünyadan çıka gelir. Her yaşanan rastlantı ile bilinen ve bilinmeyen dünya arasındaki sınır bir kez daha yeniden çizilir. Rastlantılar, bilime zorunluluğun ipuçlarını verir. Bilinen yasalar ise rastlantının kapsam alanını ortaya çıkartır. Birinin diğerini mutlak olarak dışlaması, “her şeyi bilen tanrı” katına çıkılmadıkça imkansızdır. Kuantum Fiziği’nin idealist yorumları bizi kasvetli ve katı zorunluluklar dünyasından rastlantıların “heyecan verici özgür dünyasına” taşır. Ancak böyle özel bir çabaya zaten gerek yoktur. Bildiğimiz sınırlı, bilmediğimiz ise heyecan verici sonsuzluktadır. Fakat Kuantum Fiziği’nin “olasılıklarının” zenginliğinin büyüsüne kapılan birisi, yerçekimi kanununu sınamak için kendini bir kuleden aşağıya bırakmakta “özgürdür”. Ancak özgürlüğü ayaklarının kuleden kesildiği noktada biter.

Eğer Kuantum Fiziği’nin söylediği gibi bu “özgür alan” sadece atom altı parçacıklar dünyasında geçerli ise, o zaman Planck’ın ünlü sorusu ile yüz yüze geliriz. Rastlantıların mikro dünyasından zorunlulukların makro dünyasına nasıl geçilir? İki dünya arasında doğada aşılmaz sınırlar yoktur. Bu sınırlar insan düşüncesindedir ve Newton’un gezegenler için kesin sonuç veren hareket yasaları atom dünyasında tam bir bozguna uğramıştır. Fakat ne gezegenleri Newton ne de atom altı parçacıkları Planck, Bohr ya da Heisenberg “yaratmadı”. Hepsi evrenin birliği içinde vardırlar. Işık hızına yaklaştıkça Einstein’ın yasaları ile hareket ediyoruz; daha düşük hızda hala Newton’un gemisindeyiz; maddenin küçük dünyasına daldığımızda “yasalar kayboluyor”!

Kuantum Fiziği’nde elektronun konumu ve hızının aynı anda hesaplanamaması, birisi hesaplandığında diğerinin ancak olasılıklar olarak belirlenebilmesi bir “ölçüm tekniği” sıkıntısı mıdır? Bu konuda bilim dünyasında birbirinden farklı yorumlar hala tartışılmaktadır. Eğer elektronu ışıktan (fotonlardan) başka bir “araçla” gözleyemezsek sorun ölçüm tekniği olmaktan çıkar, bilim başka bir sınırla karşı karşıyadır. Fotonlar hem elektronun konumu ya da hızını değiştirdikleri hem de ışığın kesintisiz bir madde yayılımı olmayıp kuantalar halinde kesintili yayılışından -üstelik bu kuanta aralıklarının bir düzeni olmamasından- dolayı maddenin içine bakarken onun yapısını bozmak zorunda kalırız. Gözlenen tanecik ne kadar küçükse “kesinsizlik” de o kadar artar. Kütle büyüdükçe “kesinlik” sınırlarına girilir. Kuantum Fiziği ile bilim terminolojisine “olası” ya da “potansiyel” gerçeklik kavramı girmiştir. Elektron ve fotonun ilişkisinde bilinmeyenlerin çokluğu olasılık hesaplarını zorunlu kılıyor. Bilinen yasalarla kuşatılan “belirsizlik”, kendi hüküm sürdüğü alanda önümüze “potansiyel” gerçekliği çıkartıyor. Ancak madde içine müdahale edilen her tekil durumda bu “potansiyel” gerçekliklerden sadece bir teki pratik gerçeğe dönüşüyor. Her tekil somut durumda pratik gerçekle yüz yüze gelirken, somut durumlar arasında sadece “potansiyel” gerçekle ya da “olasılıklar zinciri” ile baş başa kalıyoruz.

İnsanlık sık sık olduğu gibi, bilimsel savaşında yeni bir sınırla yüz yüzedir. Bilimsel gelişmenin doğası gereği bunda yadırganacak bir durum yoktur. Ancak sadece bu açıklamayla yetinmek de totolojidir. Şimdilik önünde durduğumuz bu sınırdan bazı sonuçlar çıkartabilmek gereklidir.

Kuantum Fiziği kaba determinizme, bilimin kesinliğinin abartılmasına müthiş bir darbedir. Üstelik bu darbe “büyük kütleler” dünyasından değil, “şeytanın gizli olduğu” “ayrıntılar” dünyasından geliyor. Elbette bu meydan okuyuş makro dünyanın yasalarını havaya uçurmuyor, ancak onlarla parçacıklar dünyasının sırlarını ele geçirmek mümkün olmuyor. Ayrıntılar dünyası kendi hükmünü dayatıyor.

Bilim, Kuantum Fiziği ile kesinlikten belirsizliğe, belirsizlikten kesinliğe geçişin sorunları ile yüz yüze geliyor. 18 ve 19. yüzyıl bilim geleneği “kural dışılıkları” sürekli bilimin dışına itmekle uğraştı. Ancak artık bundan kurtuluşun yolu yoktur. Bilinen ile belirsiz olanın “olasılıkları” arasında sınırların bulunması, sonsuz dizinler oluşturan “potansiyel gerçek” hesapları bilim dünyası için inanılmaz zenginliklerdir. Kesinlik ve belirsizlik arasındaki diyalektik artık tek yönlü -belirsizlikleri dışlayarak- gelişmiyor; kesin olmayan alandaki olasılıkların kucaklanması ile gelişiyor. Pratik yaşamdaki gerçekleşme her zaman tektir, ancak bu gerçekleşmenin hangi potansiyel zenginlikten çıkıp geldiğinin kavranması, dünyaya ve olaylara bakışta bambaşka ufuklar açmaya adaydır. İnsanın bilinmeyen içindeki yolculuğuna yeni bir zenginlik katabilir.

Kesinsizlikten (parçacıklar dünyasından) kesinlikler dünyasına geçiş heyecanlı bir serüven gibi insanlığın önünde durmaktadır. Parçacıkların bir nicelikten öteye küçüklükleri, kendini henüz gizi çözülemeyen dalga ve tane hareketi olarak ortaya koyuşu, ışıkla maddenin içiçeliği, bu dünyaya gizemli bir karmaşa veriyor. Bu dünyaya baktığımızda, deneyimiz sırasında kendini bize “bir tek gerçeklik” olarak gösteriyor; fakat daha sonra insan düşüncesinin tasarladığı -elbette belli yasalara dayanarak- “olasılıklar” dünyasına, aslında ise kendi varoluşuna dönüyor. Buradan hareketle insan düşünmeye başlayalı beri karşısında duran nesne ve özne ayrımının eridiği tezine sıçranıyor. Çünkü parçacıklar dünyasını gözlemlerken ancak onu bozarak, değiştirerek “görebiliyoruz.” Sanki gözlemleyen kendine göre bir oluş ortaya çıkartmaktadır. Buradan öznel idealizme yollar döşeniyor. Oysa gözlemleyen istediği denli gözlediğini etkilesin -bunu ancak bir deney sırasında yapabiliyor- madde, insan düşüncesine aldırmadan kendi varoluşunu sürdürmektedir. Üstelik deney sırasındaki ortaya çıkan oluş, ancak belli olasılıklar sınırında kalıyor. Eğer varsa öznenin keyfiliğine kesin bir sınır çiziliyor, Ancak Kuantum Fiziği’nin bu gerçekleri 19. yüzyıl biliminin klasik sınırlarını pek çok yönden zorlamaktadır. Bugünkü bilgi ve teknik sınırlarında parçacıklar dünyası ile gözleyenin ilişkisi, gezegenleri gözleyen bir gök bilimciden çok farklıdır; gözlem hem parçacıklar dünyasını etkiliyor hem de sınır hatları belli olan bir kesinsizlik alanına düştüğü için, gözlemini olasılık çözümlemeleri ile yetkinleştiriyor.

“Eski bilimde gözlemci ve gözlenen arasındaki ayrım vurgulanır. Bütün yeni bilimlerde, bu ayrım bulanıktır, hatta bazen anlamsızlaşır. Yeni bilim karşılıklı etki içindedir -bilim adamı çalıştığı sistemi etkiler ya da buna katılır-. Arkada durarak veya bağımsız bir alandan gözlemlemekten çok, bilimci, araştırma prosesinin parçası olur.”50 Bu değerlendirme postmodern fantezilerden oldukça uzak olmasına rağmen, günümüz bilimsel gelişmelerinin yanıltıcı izlerini de taşımaktadır. “Yeni bilimin karşılıklı etkisi”nden ne anlaşılmalıdır? Doğanın gizlerini elde edip bu bilgileri bir yasa seviyesine vardırmadan süreçleri etkilemek mümkün müdür? Atomun yapısı tanınmadan parçalanamazdı. Bilim adamının maddenin sırlarını çözmek için hazırladığı deney koşulları günümüz koşullarında inanılmaz boyutlara varmıştır. Dev hızlandırıcılarda madde parçacıklarına bir bakıma bazı “tuzaklar” kurarak, buluşların yolunu açmak madde üzerinde bir karşı etki olsa da, sonunda maddenin hangi koşullarda nasıl davrandığını bulmuş oluruz. Bu anlamda karşılıklı etki, bugüne göre çok mütevazi koşullarda da olsa, eski bilimde de vardır. Hızlandırıcılarda çok yüksek enerji seviyelerinde yeni parçacıkların ortaya çıkartılması bir karşılıklı etkidir. Ancak bunun eski bilimdeki bir ısı deneyinden ve onun etkilerinden prensipçe bir farkı yoktur.

Yeni olan nedir? Evrenle ilgili bilgimiz iki kutba doğru yol aldıkça bilinmeyen okyanuslara gelinmiş oluyor. Bunun bir ucu evrenin sonsuz derinliğidir; diğeri maddenin içine parçacıklar dünyasına yapılan yolculukta ortaya çıkar. Evrenin sonsuz büyüklüğünde gözlem yaparken hala “eski bilim”deki gibi uzaktan gözlemciyiz. Yakın gezegenlere bir araçla gitsek de onun hiçbir dinamik dengesini etkilemiyoruz. Ancak maddenin içine yapılan yolculukta aynı zamanda onun iç dinamik dengelerine -elbette belli sınırlar dahilinde- belli bir etkide bulunuyoruz. Ancak bu etkiyi abartmak, postmodern fantezilere vardırmak apayrı bir şeydir; bilimsel gelişmelerin kendisinden doğrudan çıkan bir sonuç değil, bilim dışı fantezilerin yarattığı bir sonuçtur.

Bugünün doğa ve sosyal bilim alanlarında “ayrıntılar” dünyasına girince gözlemcinin gözleneni etkilediği açıktır. Kuantum Fiziği bu dünya içinde yasa ve rastlantılarla boğuşur. Bu alandaki deneylerinde bu dünyayı belli bir sınırda etkiler. Sosyal alanda da araştırmalar birey ya da küçük topluluklar seviyesine inince, gözlemci gözlenen üzerinde açık bir etki yapar. İlişki karşılıklıdır, aktiftir. Yeni araştırma alanları yeni yöntem ve davranışları gerektiriyor. İnsanın “bilinçaltına” girişle maddenin “bilinçaltına” giriş hiç şüphesiz ki yepyeni alanlara yolculuktur.

Öte yandan, günümüzün çok belirgin bir özelliği ise sahip olduğu bilgi birikimi ve gücüdür. Bu bilgi birikiminin çılgınca bir hızla artan basit nicelik yığılımı, bir noktadan sonra kaçınılmaz bir şekilde köklü niteliksel değişimlere yol açacaktır. Bunun ipuçları yeterince vardır. Ancak bugünden kesin öngörülerde bulunmak oldukça zordur. Ayrıca günümüzün bir diğer özelliği öngörüleri sürekli yenilenmek zorunda bırakmasıdır. Teknik gelişim insanın düşünce gücünü arttırıcı araçlar yaratıyor; bilgi birikimi inanılmaz bir hıza ulaşmıştır; şimdilik yeterli olmasa da eskiye oranla bilginin ulaşım hızı da çok artmıştır. Bütün bunların sonunda bilginin gücü Aydınlanma’dan bu yana kısa insanlık tarihinde umulmadık zirvelere tırmanmaktadır. Bilginin gücü ile donanmış “özne”, önümüzdeki tarihsel süreçte “objektif ortama” çok daha etkili bir şekilde müdahale edebilecektir.

Ancak bu sonuç postmodernizmin özlemlerinin tam tersine bir gelişmedir. Bilimdeki son gelişmelerin sadece yüzeysel görünüşlerinden kendine dayanak bulmaya çalışan postmodernizm, “görelilik” ve “belirsizliğe” tutunmaya çalışarak bilimi sadece “metin yorumlarına” indirgemeye çalışsa da bilim ve bilgi, tarihinde sahip olmadığı güç noktalarına postmodernizme aldırış etmeden tırmanmaya devam ediyor. Bu muazzam güçle “özne” yeniden nasıl şekillenecek ve bu gücü nasıl kullanacak? İnsanlığın önündeki sorun budur.

Tarihsel Süreç İçerisinde Postmodernizmin Anlamı

Bir alıntıyı tekrarlayalım: “Postmodernizmin gelip kapıya dayanması anlatının meşrulaştırma işlevinde ve uzlaşıma zorlama yeteneğinde bir çözülmenin başgösterdiğinin işaretidir.”(M. Sarup, a.y.) Postmodernizmin “gelip kapıya dayanması” tarihsel bir sürecin sonucudur. Alışkanlıkların sinsi ve müthiş gücünden kopuşamayanlar için postmodernizm bir saçmalık olarak görülebilir. Oysa onun kendini ortaya koyması için büyük “anlatıların meşrulaştırma işlevinde ve uzlaşıma zorlama yeteneğinde bir çözülme” olması gerekiyordu. İnsanlığın içinden geçtiği son çeyrek yüzyılda böyle bir “çözülme” yaşanmıştır. Her düşünce akımı doğal olarak en başta kendi dönemi ile ilgili konuşur. Onun anlamını kavramak için ise hangi tarihsel sürecin ürünü olduğunu da bilmek gerekir. “Büyük anlatılar”dan kapitalizm hala yaşıyor, üstelik dünyada bugüne kadar olmadığı bir şekilde yayılma ve egemenlik peşindedir. Ancak olaylara biraz derinden bakınca onun çıkış noktasındaki idealleri ile geldiği noktadaki tablosu oldukça farklıdır. Bu nedenle yaşayan büyük anlatı da “meşrulaştırma ve uzlaşıma zorlama” yeteneğini yitirmektedir.

Postmodernizm, Aydınlanma döneminin ve mirasının topyekün inkarını dile getirmektedir. Tarihsel süreç açısından olaya bakınca bu inkarın anlamı ne olabilir? Aydınlanma ile insanlığın yaşamına çok önemli bir eylem ve tabii bunun karşılığı olan bir kavram girdi; bu da ilerlemedir. Ortaçağ’ın binlerce yıl süren durgunluğundan sonra insanlık artan bir tempoda ilerleme rüzgarına kapıldı. Hele günümüzdeki değişimlerin hızını dikkate alırsak ilerleme baş döndürücü bir tempo kazanmıştır. Postmodernizm, bu tempoya ve genel olarak ilerleme kavramına karşı bir yorgunluk çığlığıdır.

“Bu muhteşem ve boş hareket başımızı döndürmeyi sürdürüyor, ama kimi kez soluklanıyoruz ve bir günah geçiyor aklımızdan. İlerlemenin zorbalığından ne zaman kurtulacağız?” (J.M. Guehenno, a.y.) Postmodernizm bu “günahı” işlemeye talip olmuştur. İnsanlık bu çığlığı ilk kez atmıyor. Oldukça farklı zamanların sesi olarak, ancak aynı öze sahip bu çığlığı Nietzsche de atmıştı. Ancak o zamanlar ilerlemenin kapitalizm cenderesindeki “zulmüne” karşı sosyalizmin “eşitlikçi ve özgür” bayrağı dalgalanıyordu. Bugün hala dalgalanıyorsa da bayrak yarıya indirilmiştir.

İlerlemeye karşı durmak mümkün mü? İnsanlığın tarihine baktığımızda hep ilerleme yoktur. Bir ilerleme varsa bile bu kaplumbağa adımlarından yavaş olduğu için böyle bir kavram bile ortaya çıkmamıştır. Ayrıca insanlık, Kent Medeniyetleri ve barbar akınlarının arasındaki boğuşmadan ortaya çıkan “Antik Ortaçağlar” arasında yedi bin yıl gidip gelmiştir. Ancak Avrupa Ortaçağı’nın bin yılı aşkın durgunluğundan sonra başka bir rüzgarın içine girmiştir. Bugün ilerlemenin sembolü kentleri tarihsel “kurucuları” yoksullara terk ediyor. Kendileri derebey şatoları kadar gösterişli villalarına çekiliyorlar. Dünün durgun ve lanetli kırları, bugün kendini beton yığınları arasında kaybeden insanın soluklanma alanları oluyor. Tarihsel gelişim sürecinde hiçbir aşama ve kavram sonsuz bir ömre sahip olmadığına göre, neden ilerlemenin de kalp atışlarının zayıfladığı bir döneme giriyor olmayalım? Postmodernizm bu inişli çıkışlı ve fırtınalı gidişe karşı yorgun bir çığlıktır. Ancak sadece bu yorgun çığlık bile ilerlemenin, delice temposuyla Batı’nın cennet adacıklarında yaşayanlar için de “zorbalığa” dönüşebileceğinin işaretlerini veriyor. Koşturmaktan ciğerler yanıyor, kaslar sertleşiyor, ruh dünyalarında ipler gerildikçe geriliyor, buna günümüzün şık deyimi ile “stres” deniyor. Dün saat ve dakikanın yokluğunda güneş zamanı ile esneyip duran insanlık, sanki o günlere karşı bir intikam hareketiyle bugün saniyelerin arasında sıkışarak yaşıyor. Ve bunların hepsi ilerlemenin hatırına olup bitiyor.

Günümüz sık sık Roma’nın son günlerine benzetiliyor. Roma sefahat içinde çürürken yüz elli yıldır imparatorluk sınırlarına mevzilenmiş Germen barbarları bu çürümeye son kılıç darbesini vurdu. Ancak ardından gelen Avrupa Ortaçağı çok yönüyle Roma günlerini arattı. Panthenon’un zengin tanrılarının yerine, yoksulların tek tanrısı geçince işler hiç de daha iyi gitmedi. Roma’nın umursamaz sefahatından yoksullar öç almışlardı. Ancak yıllar geçtikçe derebey kılıçları ve dev kiliselerle Ortaçağ, yoksulların omuzlarına çöktü. Bugünün Roma’sı kapitalist merkezlerdir. Market raflarında bin çeşit kedi-köpek maması bulunabilir, ancak dünyanın varoşlarında her beş kişiden birisi açlık tehdidi ile yaşıyor. Bu barbarlar Roma’yı fethedebilir mi? Tarihin gösterdiği gibi, her başarılı barbar akını sefahattan soysuzlaşan surların içinden kendine ittifak gücü bulmuştur. Dünyanın bugünkü barbarlarının henüz böyle elle tutulur ittifak güçleri yok. Ancak şu küreselleşme denen yeryüzünü üşüten rüzgar bazı sonuçlar yaratacağa benziyor. İlerlemenin en hızlı aktığı Roma surlarının içinde neler oluyor? İlerleme hangi sonuçları yaratmış, ne tür tepkiler biriktirmiştir?

İlerlemenin Tarihsel Sonuçları Neler Oldu?

Bazı alt başlıklara geçmeden önce temel bir tespit yapmaya çalışalım. Aydınlanmadın birkaç yüzyıllık gelişiminde, Ortaçağ’ın şato ve kiliselerinin ağırlığı altında ezilen insanlık, aklın gücü ile yeni bir döneme girdi. Bu dönemin paradoksal sonucu, akıl ve tekniğin muazzam gücü karşısında “insanın yitirilmesi” oldu. Akıl ve onun yarattığı teknik, insanın ruhunu aldı. Ancak burada “insanın yitirilmesi”nin ne anlama geldiği sorusu çıkagelir. İnsan ve onun ruhu soyut, değişmez bir değer değil, tam tersine tarihsel süreçlerde şekillenen bir moral yapıdır. Öyleyse “yitirilen insan” hangi insandır? İlerlemenin tarihsel sonuçlarına birkaç başlıkta değindikten sonra bu soruya bir cevap bulmaya çalışalım.

  1. Bireyin Doğuşu “İnsanın Yitimi” mi?

Batı toplumları yarattıkları insan tipi ile hesaplaşıyorlar. Hesaplaşma deyimi olayın bugünkü seviyesine çok fazla geliyor, biliyorum. Bu deyimi kullanmamın nedeni bu sürecin gelgeç bir “sıkıntı” olmayıp derinleşme eğilimi taşımasındandır. Bugün hesaplaşılan, daha çok I960’lı yıllarla birlikte kendini iyice şekillendiren birey tipidir.

“Daha geniş toplumsal ve kozmik eylem ufkuyla birlikte bireyin önemli bir şeyleri kaybettiği kaygısı sürekli tekrarlanıyor. Bazıları bundan, yaşamdaki o kahramanlık boyutunun yitirilmesi biçiminde söz ediyor. İnsanların artık daha yüksek amaçlar uğrunda ölmeye değecek bir şeyleri yok… Bireyciliğin karanlık yanı benlik üzerinde odaklanmasıdır; bu da yaşamlarımızı tatsızlaştırır ve daraltır, anlamını azaltır, başkalarına ya da topluma karşı daha kayıtsız hale getirir.” (C. Taylor, a.y.)

Günümüz bireyinin yitirdiği, “yüksek amaçlar uğruna” davranmak -illa ölmek gerekmiyor- neden daha “insani” bir özelliktir? Ya da gerçekten böyle midir? İlkel komünal toplum döneminde “birey” yoktu, komünün üyesi her koşulda komün için davranmaya koşulluydu. Yine insanlık tarihinde bir “kahramanlık çağı” vardır. Dor barbarlarının baskınına uğrayan Atina kentlerinin, bu “karanlık çağ”dan çıkışını temsil eder. Ortaçağ şövalyeleri bireysel hiçbir tasaları olmayan “kahramanlardı”, bu tarihsel dönem geçince Cervantes’in ince üslubuyla alay ettiği Don Kişotlar’a dönüştüler. O günden beri zamansız uçkun çıkışlara “Don Kişotluk” denildi. Bugünün Batı toplumlarında bu tarihsel geleneğin etkilerini aramak boşuna olur. Elbette tarih bilgisi olarak bilinir, ancak gelenek anlamında bir sosyal güç olmaktan çoktan çıkmışlardır. Ancak buna rağmen günümüz bireyciliği neden bu çok eski değerler açısından eleştirilebiliyor? Bu değerin eskimemesinin baş nedeni herhalde insanın bir toplumsal varlık olmasından geliyor. Toplumsal yaşam biçimleri değişse de toplumsal yaşam ortadan kalkmayacağı için bu değer kendini her dönem kendine özgü biçimde ortaya koyacaktır. Elbette kahramanlıklar her gün olmaz. Daha çok sancılı geçiş günleri böyle değerleri canlandırır.

Ancak “bir amaç uğruna” davranmak, “sıradan günlerde de” mümkündür; elbette sıradanlığın üstüne çıkarak. Böyle davranış, kişinin kendi bireysel tasalarından kopuşarak bir “amaç” aracılığı ile aslında toplumla ilişki kurması ve onu değiştirme çabasıdır. Bugünün bireyi bir kalabalık içinde oturup da kimseyle konuşmayan ya da konuşsa da hep kendini anlatan, karşıdakini dinlemeyen birine benziyor. Böyle bir duruş insanın varoluş nedeni olan toplumsallığın aslında bir yönden reddidir. Aydınlanma’nın yücelttiği birey bugün kendi varoluş ortamı olan toplumsallığın reddine kadar gelmiş midir?

ABD’de yapılan bir araştırmaya göre:

“Gençlerin yaşama bakışında ana özelliğin kolaycı bir göreliliğin kabulü olduğu saptaması yapılıyor. Herkesin kendine ait ‘değerleri’ var ve bunlar tartışılamaz… Bu yalnızca epistemolojik bir tutum, aklın ortaya koyabileceklerinin sınırlarına ilişkin bir görüş değil; aynı zamanda ahlaki bir tutum: Hiç kimse bir başkasının değerlerini sorgulamamalıdır. Buna saygı duyulmalıdır. Görelilik, kısmen karşılıklı saygı ilkesine dayanır.” (C. Taylor, a.y.) Einstein’ın göreliliği uzayı kucaklamaya çalışırken, günümüz bireyinin göreliliği kendinden başka birini dünyasına kabul etmiyor. Bu göreli tutumla birey, toplum içinde kendi kozasını örüp onun içine çekilmektedir.

Herkesin kendine ait değerlerinin olması, kişisel dünyaların zenginliği açısından elbette ki sırf olumsuz bir duruş değildir. Olumsuz olan bu “değerlerin” birbiri ile bütün ilişki yollarının kesilmesidir. O zaman “bu bireycilik, benlik üzerinde odaklanmayla benlik-ötesi daha büyük meseleleri -dinsel, siyasal, tarihsel meseleleri- dışlamayı hatta bunlara kayıtsızlığı bir arada barındırıyor.” “Öyle görünüyor ki, kendini gerçekleştirme kültürü çoğu insanın kendilerini aşan meseleleri unutmasına yol açtı.” ( Taylor a.g.y.) “Kendini gerçekleştirme kültürü” neden bugünün insanını “kendini aşan meseleler”den uzaklaştırdı? Bunları “egoizm ya da ahlaki gevşeklik, bencillik olarak açıklamaya kalkarsak daha başlangıçta izini kaybetmiş oluruz… Çağımıza özgü” (a.g.y.) olan yanı nedir?

Komün toplumu dağıldığından beri “egoizm, ahlaki gevşeklik, bencillik” yaşanıyor. Bugün bunlara ilave olan nedir? Komün toplumu dağılmasına rağmen, onun bazı değerleri, ardından gelen toplumlarda o dönemlere özgü deformasyonlara uğrayarak, kendini yaşatmıştır. Derebeylik düzeninde köy toplulukları, kapitalizm koşullarında ulusçuluk, hepsinin üstünde dini kültür olarak yaşamış, “egoizm, ahlaki gevşeklik, bencillik” bu geleneksel değerlerin sınırlamaları altında varolmuştur. Günümüzün özelliği; bütün bu sınırlamaların ya da değerlerin erimesidir. Bugün bireyi ve onun “bencilliğini” sınırlayan hiçbir değer yoktur. “Herkesin kendi değeri”nin olması, “kendini gerçekleştirme kültürü” önceki dönemlerin bütün geleneksel kalıntılarını bir kenara süpürmüştür.

“Kendini gerçekleştirme kültürü”nün yapısal bir duruma gelmesi için bazı gelişmelerin yaşanması gerekiyordu. En başta maddi bir alt yapı oluşmadan böyle bir gelişme mümkün değildi. Batı’da bu maddi alt yapı özellikle 50’li yıllar sonrası sürekli bir gelişim gösterdi. “Refah toplumları” bugünkü bireyin şekillendiği ortamlar oldu. Böyle bir gelişim neden “benlik-ötesi daha büyük meselelerin unutulmasına” yol açtı? Her moral değer bir maddi ortamın ürünüdür. Bu moral değerler en efsunlu, büyülü söylemlerine rağmen sonunda tarihsel yönelişlerin, hedeflerin düşüncede kendini ortaya koyuşudur. Din böyledir. Kapitalizmle ortaya çıkan siyaset sanatı ve onun söylemleri, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” böyle değerlerdir. Bu “benlik-ötesi” değerler üzerinden büyük kavgalarla bazı hedeflere varılacaktı. Batı toplumlarında bu hedeflerde bir doygunluk ortaya çıkınca, kişinin kendini gerçekleştirmesi için böyle “büyük davalar için mücadele” etmesine gerek kalmadı. Daha doğrusu, uzun tarihsel süreçler boyunca kişinin üstünde duran değerlerle yürütülen mücadeleler bireyin kendini yaşatıp “gerçekleştirmesi” için ortamlar yarattıkça, bireyin böyle davalarla bağı kaçınılmaz olarak koptu. Kapitalizm, siyasi ve ahlaki değer olarak bireyi öne çıkarttı. Ancak bunun için eski düzene karşı savaşırken tek tek kişilerle değil, toplumsal bir hareket olarak bunu gerçekleştirebilirdi. Bir kez bu değerler egemen hale gelince artık kendi kanallarında geliştiler ve mantık sonuçlarını yaratmaya başladılar. Bugün, Batı’da “kendini yaşayan birey” böyle süreçlerin ürünüdür. Ve bir kez kendini yaşama ortamına erişince, büyük davalara ilgisi azaldı. Artık din ona daha yüksek bir amaç sağlamaz, hatta eski günlerin ateşli politik davranışlarına bile gerek yoktur. Kendini gerçekleştirmek için artık böyle sosyal değerler yaşamsal önemini yitirmiştir. Belli bir seviyeyi yakalamış maddi yaşam ve toplumla ilişkisini sağlayacak bilgi ve kültür, kendini gerçekleştirmek için yeterlidir. “Büyük davalar” böyle bir maddi ortamda buharlaşmaktan kurtulamıyorlar.

Bireyin gelişmesi ve kendini gerçekleştirmesi bugünün Batı toplumlarının geldiği bir aşamadır. Bu aşamayı dünün değerleri açısından elbette değerlendirebilir ve eleştirebiliriz. Ancak daha anlamlısı bugünün bireyini kendini geleceğe taşıma yeteneği ve gücü yönünden eleştirmektir. Büyük davalardan köpük “kendini gerçekleştirme kültürü”, kendi değerleri içine kapanan ve yalnızlaşan bir bireye dönüşmek zorunda mıydı? “Herkesin kendi değeri”nin olması ve “kendini gerçekleştirmesi” aslında bir yanı ile yanılsamadır. Bu ancak “büyük biraderin” göz kamaştırıcı bir şekilde yaydığı ışığın bireysel prizmalarda kırılıp yansıması ölçüsünde gerçektir. Herkes kendi prizmasına tutkun olabilir, ancak ışık kaynağının aynı olduğunu unutmamak kaydı ile. Yoksa “derya içinde yüzüp deryayı bilmeyen balıklara” döneriz. Ve bugünün postmodern Batı insanı tam da böyledir.

Kendini gerçekleştirme neden yalnız dünyaların ortaya çıkmasına neden oldu? Bu, kendini gerçekleştirmenin yolları tarafından belirleniyor. Üretim alanında bireyin kendini gerçekleştirmesi, çok sınırlı imtiyazlı bir azınlık hariç, mümkün değildir. Büyük çoğunluk saniyelerin egemenliğinde benzer şeyleri tekrarlar durur. Bu konuda kapitalist merkezlerde yeni üretim biçimleri deneniyor, ancak bunlar henüz belirgin sosyal etkiler yaratmamıştır. Öte yandan, Aydınlanma’nın aklı ve maddi dünyası bireyin bütün moral dünyasını işgal etmiştir. Geriye kendini gerçekleştirmek için tüketim alanı kalıyor. Burada herkes kendi değerine sahip olabilir. Maddi gücü varsa oburca tüketebilir. Ancak bütün bu eylemler birey tarafından yaşama yapılan bir müdahale katkı anlamına gelmediği için bu tarz “kendini gerçekleştirme”, sonunda insanın kendini tüketen sonuçlar doğurur. Batı’da bireyin kendini gerçekleştirmesi denen şey esasında ağırlıklı olarak tüketimle kendini tüketmesidir.

Tarih içinde kabilesi, aşireti, kralı, ulusu için ve hepsinin üstünde dinle cennete çağrılı olarak yaşayan insan, artık sırf kendisi için yaşamaktadır. Tarih içinde elde edilmiş, kuşaktan kuşağa taşınmış toplumsal değerlerin “koruyucu” kozası içinde yaşayan insan, böyle hiçbir koruyucu kozaya gerek duymadan kendi kozası içinde yaşamaktadır.

Bugünün tek sınırı, birey atomcuklarından oluşan toplumun kendi varoluşudur. Ancak birey atomlarının birbirine dokunmayan göreli varoluşları, toplumsallık sorununa da yeni bir çehre kazandırmıştır.

  1. Demokrasinin Çözülüşü, “Özgürlüğün Yitirilmesi”

Aydınlanma bireyi yüceltirken siyasal olarak da demokrasiyi geliştirdi. Belli bir tarihsel sürecin yaşanması sonucu Batı merkezlerinde siyasal demokrasi eski çekiciliğini yitirmiştir. “Modernlik tarihi, birey, toplum ve doğa arasındaki yavaş ama kaçınılmaz kopmanın tarihidir.” (A. Touraine, a.y.) Bugün bu kopma yeni tarihsel sonuçlar yaratmanın eşiğine dayanmıştır.

Siyasal demokrasi Aydınlanma’nın yarattığı söylemlerini tüketmiştir. “Eşitlik, özgürlük” parolalarının, bugün, maddi çıkarların üzerindeki örtüler olduğu her sosyal krizde daha açık ortaya çıkmış; göz kamaştırıcı çekiciliğin yerini çıkarların gri ve donuk renkleri almıştır. Sınıflarla birlikte insanlık çıkarlar savaşının içine girmiştir. Ancak bu savaş bugünlere dek hep dinsel ya da siyasal örtüleri ile vardı. İnsanlık ilk kez bu kadar çıplak bir şekilde siyasetin çekirdeğindeki çıkar gerçekliğini görüyor. Sadece görmüyor, en “meşru” şekilde bunu yaşıyor. Bu artık ne günah ne utanç verici bir şey değil, “normal” yaşamdır.

Öte yandan, bu siyasal demokrasinin “temel parçacığı” birey, tarihinde ilk kez bu kadar çevresinde -ülkesinde ve dünyada- olan bitenden haberdardır; ancak bu ölçüde de gelişmelere kayıtsızdır. “Kendini gerçekleştirdiği” ölçüde “toplumsal olana” uzaktır.

Siyasal demokrasi zirvede devleşen bir avuç zümrenin oyununa dönüşürken, aşağıda “kendini gerçekleştiren birey” siyasal olmayan yeni yaşam biçimi arayışları ile paralize olmakta, istikrarsız gelgeç topluluklar oluşturmakta, bunları sık sık dağıtıp yeniden örgütleyerek siyasal demokrasinin klasik geleneğinin dışına çıkmaktadır.

Toplumsal parçalanma ile “bir yere ait olma” sosyal yanını yitiren postmodern birey, siyasal demokrasiyi yukarıdaki “elite” bırakarak kendisi hayali çevreler yaratmakta, modern tarikatlarda “kaybettiğini” aramakta, hiçbir gelecek ufkuna sahip olmadığı için kararsız madde parçacıkları gibi “büyük biraderin” siklotronunda savrulup durmakta, çok kısa ömürlü var ve yok oluşlar yaşamaktadır.       .

Artık toplumsallığın moral dokusu parçalanmıştır. Toplumsallığın yeşil canlılığı uçmuş, geriye sarı, cansız “hukuk kuralları” kalmıştır. Batı bireyi siyasal özgürlüklerini değil, ama özgürlük düşüncesini -düşünü- yitirmiştir. Özgürlüğü kendi kozasının sınırları içinde algılamaktadır. Siyasal özgürlükleri oldukça gelişirken bu özgürlük alanının çevresine, ince parıltılı örümcek ağları gibi “araççıl akıl”la yeni çitler çekilmiştir. Bunu üstelik kendinin olduğunu düşündüğü “kendi aklı” ile yapmıştır. Ortada özgürlükleri gasp eden zorbalar yoktur. “Kendini gerçekleştirme kültürü”nün “akılcı” sınırları vardır.

Batı’nın sosyologları şöyle sesleniyor: “Toplumsal olan’ın çözülmesinde, yalnızca tehlikeli sonuçları olan bir bunalımı görmemek gerekir. Toplum fikrinin tükenişi, her şeyden önce modernliğin ve dünyevileşmenin yeni bir evresine işaret eder.” (Touraine, a.g.y.) Bu tespitten sonra yazar yeni özne arayışına çıkar. Çünkü toplumsal olanın çözülmesi ile özne de yitirilmiştir. Kendi kozası içindeki birey böyle bir “kahramanlığa” (onlar bunu aptallık olarak okuyorlar) soyunmaya hiç niyetli değildir. Aydınlanma ve dolayısıyla ilerleme yaşadığı üç- yüz yıldan sonra yeni bir aşamanın eşiğindedir. İlerleme kendi kazanımlarını önemli ölçüde yaşamış, tüketme sürecine girmiştir.

  1. Bilimsel Teknik Gelişim ve İnsan

Tekniğin insanı etkileyip şekillendirmesinde son yirmi yıldır yeni bir aşamaya girildi. Bu aşamanın çıkarabildiğimiz özelliklerini sıralayalım.

Değişimin tempo aralığı hızlandı; kalıcılığın zaman sınırları çok daraldı. Her şey çok daha çabuk buharlaşıyor.

Bilgi adeta maddileşti, “yeni sanayi” haline geldi. Her zaman olduğu gibi yeni bilgiler elde etmenin bugünkü maliyeti o kadar yüksektir ki bunu ancak kapitalist merkezler yapabiliyor. Bu durum dünyadaki uçurumu çok daha fazla derinleştirmektedir.

Bilimsel gelişmeler insan yaratıcılığının gelişmesi yolunda yeni bir çığır açıyor. Bilginin yaygınlaşması “kendini yaşayan” insanın kozasını eninde sonunda delecek gelişmeleri biriktirmektedir.

Doğanın ve insanın sırları çözüldükçe ortaya öylesine büyük bir güç çıkıyor ki bu gücün hangi değer ölçüleri ile uygulanacağı günümüzün en kritik tartışma konusudur. Özel mülkiyet ve kar güdüsü zemininde, yani Aydınlanma ya da ilerlemenin en tartışılmaz değerleri çerçevesinde bu gücün kullanımı dehşetli fantaziler üretilmesine yol açıyor. Doğanın ve insanın yapısına müdahale imkanlarının belirmesi, gelmiş geçmiş tüm ahlaki ve moral değerleri kökten sarsacak bir gelişmedir. Bu çalkantılı okyanusta insanlık eski “kaptanlarına” ne ölçüde güvenebilecektir? Daha önceleri çok gemi batırdıkları için, böyle bir güven yoktur. Ama olsun, onların böyle bir güvene ihtiyaçları yoktur. Çünkü büyük güçleri var. Ancak bilimsel gelişmeler öyle noktalara tırmanıyor ki sadece güç politikaları ile çözüm arandığında büyük güç sahiplerini de süpürecek başka güçler fışkırabilir.

Yakın geleceğin en keskin açmazı bilimsel ve teknik gelişmelerin mevcut üretim ilişkilerinin kabuğuna sığmaması temelinde kopacağa benziyor. Kapitalizm bugüne kadarki mantığı ile yeni bilgi gücünü elinde tutmaya devam ederse, insanın gerçek anlamda yitirilmesi riski oldukça ciddi noktalara tırmanabilecektir. “Herkesin kendine göre değeri” olan bir dünyada bu muazzam gücün kullanımı, insanı yitirmeden nasıl mümkün olabilir? Bir yanda kendi kozasında “büyük davalara” kayıtsız birey, öte yanda muazzam güçleri elinde tutan dünya egemenleri ve müthiş bir hızla yaşanan değişim, ilerlemeyi mayın tarlasında bir yürüyüşe çeviriyor.

  1. Rasyonalizmin (Araçsal Aklın) Sınırları

Bilimsel düşünce ve “akılcılık” farklı şeylerdir. Ortaçağ’ın tanrılar dünyasından Aydınlanma’nın “akılcı” çağına geçişten sonra bilimsel düşünce doğmuş ve bugünkü sınırlarına gelmiştir. Elbette ki bugünkü bilimsel buluşların bazıları insanlığın çok eski dönemlerine, antik medeniyetler dönemine kadar gider. Ancak modern bilim ve onun düşünce tarzı Aydınlanma’nın içinde doğup serpilmiştir. Oysa insanlığın her döneminin kendine özgü aklı ve ruhu vardır. İnsanın düşünce tarzı ve yöntemleri on binlerce yıl süren varoluş mücadelesi ile gelişmiştir. Ve insan düşüncesi baskı karşısında solmuş gerilemiş, özgür günlerde serpilmiş gelişmiştir. Akıl, üretim ve varoluş kavgasında rolünü oynarken, ruh, toplumsal yapının bağlayıcı dokusu olmuştur. Komün yaşamının bir aşamasından (cinsel yasakların başlamasından) sonra akıl ve ruh bitmeyen amansız bir savaşa tutuştular. Ve bu savaş günümüzde de devam etmektedir.

İnsanın toplum halinde varoluş mücadelesi -üretim ve kendini üretim- aklı geliştiren itici güçtür. Ancak insan düşüncesi hem doğayı hem kendini çözümleyemediği ölçüde, bilinmez ve karşı konulmaz güçleri zamanla gelenekleştirmiş, kutsallaştırmıştı. Aklın bu kendi yaratımı olan kutsallık daha sonra aklı tümüyle kuşatmıştır. Bu kuşatmanın on binlerce yıl sürmesi ruhun kesin egemenliğini yaratmıştır. Bu egemenlik insanlık tarihinde ilk kez Aydınlanma ile en önemli darbeyi yemiş, kuşatmayı yaran akıl doludizgin gelişimine başlamıştır. Şimdilerde, “Aklın, ruhu yok ettiğinden” söz ediliyor.

“Akıl ve Akılcılık topu topu iki sözcük, peki, nasıl oldu da bu iki sözcük böyle inanılmaz bir kutsayıcı güç elde ettiler?” (Feyerabend, a.g.y.) Aklın, ruhu alt etmesine gelmeden, ruhun aklı nasıl on binlerce yıl amansız bir kuşatma altında tuttuğuna değinmeliyiz. İlkel komün yıllarında insanın üretim savaşı tümüyle doğal koşullarda akıp gidiyordu. Komün kolektif gücü ile doğadan kazandığı her mevzi, insana, aynı zamanda sezgi biçiminde doğanın güçlerini tanıttı. Tanıyıp çözümleyebildiği güçleri alete dönüştürdü, kendi gücüne kattı; çözümleyemediklerini, daha doğrusu karşı koyamadığı, uymak zorunda olduğunu sezdiği güçleri kutsallaştırdı. Bunlar komünü koruyan kurallara dönüştü. Komün kolektivitesi, kuralları her komün üyesine yansıtan güçlü bir aynaydı. Her kural bu aynadan yansıyıp komün üyesini çevreliyordu. İnsanlığın çok uzun bir sürecinde aslında akıl ve ruh aynı noktada temsil edilmişlerdir. Komün bilgeleri, tapınakların rahipleri aklı ve ruhu aynı anda temsil ediyorlardı. Gökyüzü tapınaklardan incelenmiş, ilk hesaplar tapınaklarda yapılmış, üretim ve stoklar tapınaklarda planlanmış, hatta üretim ve ayin birbirinden kopuk değil, tam tersine birbirinin tamamlayıcısı olmuştur. Muhammed’in dahiyane bir sezgi ile kendini son peygamber ilan etmesi, aslında aklın ve ruhun kopuşmasının da ilanı oluyordu. Sanki bu noktadan sonra ruh değişmezlik katına yükselmiş, akıl ise bu kuşatmanın sınırlarında bazen sinmiş, bazen başkaldırmayı denemiş, ancak Kutsal Ruh’a hiçbir zaman tümüyle teslim olmamıştır. Ruh, on binlerce yılın katılaşmış ölü aklını temsil ederken, akıl, bu durgun ağırlığın altında ezilip gitmekten kendini kurtarmak için yine hep onun giysileri ile ortada dolaşmış, ancak bu giysilerin altında hep yeni bir filiz barındırmıştır. Aklın, ruhun giysilerini kaldırıp attığı dönem Aydınlanma yıllarıdır. Devran değişmiş, on binlerce yıllık tutsaklığından bilim kılıcını çekip kurtulan akıl, ruhu köşe bucak kovalamaya başlamıştır.

Şimdi “ruhumuzu yitirdik” çığlıkları atılıyor; iyi de ruh da aklımızı yitirmemiz için bize binlerce yıl az mı işkence yaptı? Ancak bu çığlıklar çok da haksız değildir. Buradan Aydınlanma’nın aklına gelelim. Çünkü ruhumuzu herhangi bir akıl değil, Aydınlanma’nın aklı alıp götürmüştür. Kolay mı, sanki on binlerce yılın intikamı alınıyor.

“Bu değişim bir açıdan özgürleştirici olmuştur. Ama öte yandan araçsal aklın yalnızca alanını genişletmekle kalmayıp, aynı zamanda yaşamımızı ele geçirme tehlikesi gösterdiğine ilişkin yaygın bir rahatsızlık vardır… Hedeflerimizin neler olması gerektiği ve araçsal aklın yaşamımızdaki rolünün daha az olmasının gerekip gerekmediği üzerinde durmaya değer bir noktadır.” (Taylor, a.g.y.) Aydınlanma aklının doğup geliştiği ülkelerde bu sorular soruluyor.

Aydınlanma’nın araçsal aklı kapitalist üretimin aklıdır. Bu akıl birkaç temel ayağa dayanır. Üretimde verimlilik, işletmede en yüksek kar güdüsü ve bireysel çıkarların her şeyin üstünde tutulması ayaklarına dayanır. Kapitalizm kendisi bunu daha şık bir şekilde şöyle tanımlıyor: “Cemaatten topluma, üremeden üretime, statüden sözleşmeye, gruptan bireye, heyecandan hesapçılığa” (Touraine, a.g.y.) geçiş araçsal aklı yaratmış, o da bu zeminde kendi hükmünü kurmuştur.

“Her yerde mevcut olan bu Akılcılaşma’ya ve bilimle tekniğin harekete geçirici rolüne çağrı, Doğu’da da Batı’da da güçlü bir cazibe merkezi oluşturmuştur. Pekiyi, bugün, heyecandan çok korku uyandırmasının nedeni nedir?” “Öncelikle aklın bu evrenselliğinin… bireysel yaşamları yok etmeye yönelik harika bir makine olmasıdır.” (a.g.y.) Aydınlanma’nın araçsal aklı “bireye özgürlük” çağrısı ile yola çıkmıştı; üç yüz yıl sonra aynı akıl “bireysel yaşamları yok etmeye yönelik harika bir makineye” dönüşmüştür.

Nasıl Bir Dönemden Geçiyoruz ya da Günümüzün İdeolojik Tablosu

İnsanlık büyük bir tarihsel kopuşma dönemine girmiştir. Aydınlanma’nın ve pratikte aydınlanmanın ufkunu aşamamış olan sosyalizmin değerlerinden kopuşuyor. Postmodernizm, bu kopuşma anaforunda su yüzünde oluşan köpüklenmedir. Bu kopuşmayı karakterize eden sadece sosyalizmin yıkılması ile ortaya çıkan çöküntü ve kapitalizmde oluşan yaşanmışlığın “doğal yıpranması” değil, kapitalist merkezlerde belirginleşen teknik, ekonomik ve sosyal değişimlerdir. Bilgi müthiş bir güç haline gelmiş, “yeni ekonomi” doğup hızla büyümüş, eski siyaset kanalları çekiciliğini yitirmiş, “stresime, şimdilik pesimist duruşuna rağmen bireyselleşme “yeni ekonomi” ile yavaşlamak şöyle dursun yeni bir ivme kazanmıştır. Dünya ile sanal ilişkisi gittikçe artan bireyin, somut ilişkisi ise gittikçe daralmaktadır. Chat kanallarında yapılan delice tartışmalar, yüz yüze yapılamayanın sanal kanallarda bir patlayışa dönüşmesidir. İnsanlar arası ilişki yavaş yavaş yeni bir özellik kazanıyor. Somut canlı ilişkilerde daralma, buna karşılık sanal dünyada sonsuz bir yaygınlık; klasik kapitalizm insanı saniyeler arasına sıkıştırmıştı, “yeni ekonomi” ekranlar karşısında “yeniden yaratmaya” soyunmuş görünüyor.

Bu tarihsel kopuşta ideoloji ya da düşünce planında üç özellik öne çıkıyor.

Birincisi, ufuk kopması ya da postmodern deyimle “büyük anlatılardan” kopuşmadır. Artık “büyük anlatılar” bitti mi? İnsanlık “büyük anlatıların” yaratılış, dağılış ve yeniden yaratılışı ile yasaya geldi. Komün totemi, insanlığın ilk “büyük anlatı”sıydı; buradan kent tanrılarına geçildi. Her kentin kendi tanrısı, dolayısıyla kendi dünyası vardı. Herodot, “Tarihi”nde, Homeros ve Hesiodos’un tanrıları düzenlediğini ne güzel anlatır:

“Homeros ve Hesiodos,… Yunanlılar için tanrıların soy zincirini tertipleyen, tanrıların sıfatlarını, görevlerini, kendilerine özgü niteliklerini belirten, görünüşlerini anlatanlar onlardır.”51 Barbarlar, kentleri işgal ettikçe, kentler kendi kolonilerini yarattıkça bu “büyük anlatılar” da oradan oraya taşındılar. Atina Kent Medeniyeti’nin artık inişe geçtiği, o güne kadar kent medeniyeti içindeki değerlerin yaratıldığı “Klasik Altın Çağ”ın son sürecinde, bugünün postmodernistlerini andıran Sofistler ortaya çıktı. Geleneksel ideal, moral ve politik değerlere saldırıya geçtiler. Bunlar olayları “dış görünüşüne dayanarak” açıklıyor; bir “prensibe” gerek duymuyorlardı. Ancak Sofistler’in bu saldırıları bütünüyle yersiz değildi. O günün Atina’sında büyük etki yaratan “Erdemin öğretilebileceği” görüşünü savundular ve böyle davrandılar. Bu, “doğuştan imtiyazlara” karşı bir başkaldırı idi. O günün en önemli, ancak yıpranmaya yüz tutmuş değeri, yani “büyük anlatısı” ateş altına alınmış oluyordu. Ancak Sofistler kendileri yeni bir değer üretmeye soyunmadılar. Eğer olayı Sofistler’in öznel niyetlerinden öteye yorumlarsak, artık kent medeniyetleri yeni tarihsel bir geçişin eşiğinde bulunuyor; eski “büyük anlatılar” “meşrulaştırın gücünü” yitirmeye başlıyordu.

Uzun sancılı süreçler sonucu kent medeniyetlerinden imparatorluklara geçilince artık her kentin kendine ait tanrıları kılığındaki “büyük anlatılar” tek tanrılığın anlatımı oldu. Kent medeniyetlerinin ömrü kadar uzun olmayan imparatorluklar dönemi de kapitalizm kurdu tarafından kemirilmeye başlayınca dağılışa geçti. Bu dönemin en “büyük anlatısı” tek tanrılı din, mezheplere, tarikatlara bölündü. İmparatorlukların içinde pek çok “Fetret Devri” yaşandı. Bu karmaşadan kapitalizmi yaratacak olan Aydınlanma büyük anlatısı doğdu.

Tarihte her büyük anlatı öznesi, yani taşıyıcısı iradesi ile vardır. Yoksa büyük idealler sadece güzel söylenmiş sözler değildirler. Totemlerin öznesi komündü. Kent tanrılarının öznesi kentlerin “özgür vatandaşları” idiler. Tek tanrılı dinlerin ilki kabile sınırlarını aşmadığı için yeterince “büyük anlatı” olamadı. Roma İmparatorluğu’nun geniş kölelerinin sessiz dili Hristiyanlık ise kendi öznesini her tarihsel dönemde değiştirerek ve kendisi de değişerek Fransız Devrimi’ne kadar “büyük anlatı” olarak geldi. İslamiyet ilk ülkücü günlerinden sonra tüm kabilelerin üstünde durmak, kabile yaşamından medeniyete geçmek isteyen Arap Yarımadası’nın bezirgan sınıfının bayrağı oldu. Aydınlanma’nın öznesi burjuvazi, yayıldığı her alana araçsal aklı taşımayı da ihmal etmedi. Sosyalizm, Avrupa Kıtası’nı baştan aşağıya saran işçi eylemleri içinden doğdu ve kendisi tüm dünyaya bu “büyük anlatıyı” yaydı.

Günümüzde gerçekten “büyük anlatılar” ömrünü doldurmuş mudur? İnsanlık toplum olarak yaşamaya devam ettiği sürece bu olanaksızdır. Ancak bugün sosyalizm deneyinin sonuçlarından dolayı bu ufuk insanlığın önünden tümüyle silinmese de çok önemli bir darbe almıştır. Kapitalizm ise kendini en yaygın biçimde yaşatırken artık bir “büyük anlatı” değil, sanki başka alternatifi olmayan bir “kader” olarak algılanıyor. İnsanlık “kapitalizmden sosyalizme geçiş çağını” yitirince, çekim etkisinden kopmuş demir tozu tanecikleri gibi dağılışa uğradı. Kapitalizm ise bireyi en yüksek hatta artık oldukça soysuz zirvelere çıkardıkça, ideal tanımayan insanlar yarattıkça “büyük anlatılar” ömrünü doldurmuş görünüyor. Evet, Aydınlanma’nın mantık sonuçlarında ilerleyen kapitalizm ve yine Aydınlanma’nın sınırlarını pratik deneyinde aşamayan sosyalizmin büyük anlatılarından günümüz insanı kopuyor. Eski türkülerin söylenmesi artık “o güzel günlerdeki” coşkuyu yaratmıyor. Günümüzün en temel özelliği budur. Kimse bu gerçeği dikkate almadan ne ideolojik duruş yaratabilir ne de politika yapabilir.

Günümüzün tek ve en büyük anlatısı, insanlar itiraf etmekte biraz zorlansalar da, paradır. Hızla büyüyen dev borsa tapınaklarında milyonlarca insan her gün, her saniye -günde sadece “beş vakit” değil- ayin yapıyor. Ancak bir büyük anlatının bu ölçüde “basitleşmesi”, bütün moral büyüsünü yitirmesi, aynı zamanda onun ölüm çanlarının da çalınmaya başlanması anlamına geliyor. Bunun için kapitalizm bu çıplaklığı “insan hakları” pembe tülü ile örtmeye çalışıyor. “Minareyi çalan kılıfını hazırlar” demişler; ancak bu kadar sivri uçlu mızrak da artık böyle bir pembe örtünün altına sığmıyor.

Evet, günümüzün en temel özelliği insanların soyut ideallerin peşinden koşmayı bırakmasıdır. Bu kapitalist merkezler için kesinlikle doğrudur. Üçüncü Dünya insanı ise bu dalganın kesin etkisi altına girmiş, ancak hala “eski” değerlerini terk edememiştir. Bu süreç bir derinliğe kadar yaşanacak. Bir anafor ve çözülme döneminden geçiliyor. Toplumun, bireyi yuttuğu süreçlerden bugüne gelindi. Komünle başlayan, çeşitli biçimlerden geçerek kapitalist ulusçuluğa ve kaba sosyalist kolektife kadar gelen süreç kapandı. Bireyin isyanı ve zafer bayrağını dalgalandırması ile yeni bir döneme girildi. Bugüne kadar hep bir ideal ve bir başkası için yaşayan birey, “artık kimse için yaşamayacağım, sadece kendim için yaşayacağım” çığlığını yükseltti. Artık “herkesin kendi değerleri” var; dünyayı, toplumu tanımak ve hatta geleceği öngörmek için özel bir “ideolojik aracıya” ihtiyacı yok. Günümüzün parolası budur.

İkincisi, moral değerlerde erime ve yeni arayışlardır. Ruhunu kaybetmekle yüz yüze gelen insan bunun arayışına girmiştir. “İşte bu anlamda yapılacak devrim manevi bir devrimdir. Geleceğin tartışmaları, insanın dünya ile olan ilişkisi konusunda yapılacaktır. Bunlar etik tartışmalar olacaktır ve bu sayede bir gün belki de siyaset yeniden doğacaktır; alttan gelen, yerel demokrasiden, bir topluluğun kendini tanımlayışından gelip yukarı doğru yükselen bir süreçten doğacaktır… aklın bağımsızlığını sadece diktatörlerin polisinden değil, bilinçlerin yoksullaşmasından korumak gerekiyor.” (J-M. Guehenno, a.g.y.) Batı’da buna benzer değerlendirmeler çok sık yapılıyor. Bazılarında; “Maddi olarak çok güçlü, ama manevi olarak çok yoksul olan toplumlumuzun gereksinim duyduğu söylenen ‘biraz daha ruha ısrarcı davet” çağrıları bile yapılıyor. (A. Touraine, a.g.y.) Ancak çağrı yapılan ruh yeterince açık değildir. Yeniden tanrılara mı geri dönülecektir; “eski güzel gelenekler” mi canlandırılacaktır? İnsan tarihsel gelişiminde böyle davranmamış, tam tersine yeni bir ruha doğru yükselirken eskisini çoğu zaman lanetlemiş, “putları” kırmış; tek tanrıcılığın uzun yıllarından sonra akıl tanrıya başkaldırmış, sonra onunla uzlaşma yolları arasa da bu uzlaşmalar hep tanrının yitirilmesi yönünde gelişmiştir, bu anlamda 19. yüzyılın sonlarında Nietzsche’nin attığı çığlık boşuna değildir. Bugünün o günlerden en önemli farkı bugüne kadar gelen ruh yitirilirken ortaya yenisinin çıkmamasıdır. Modern tarikatlar tam bir hastalık yuvası, gelecekle ilgili en küçük bir umut taşımayan yoz safahat çevreleridir. Oysa insanlık tarihinde doğan her yeni ruh, aynı zamanda onu belli ölçülerde geleceğe taşımıştır. Yani ruhun basbayağı pratik geleceğe çağrı yanı olmuştur. Bugün ruha çağrılar var, ancak ruh ortada yok.

Önce kaybedilen ruha bakalım. Mezarı başında ağıt yakmaya değen neler var? Konumuz özellikle kapitalist anayurtlar olduğu için önce oradan başlayalım. Buralarda hemen hemen erimeyen moral değer yoktur. Din neredeyse “yardım kurumlarına” dönüşmüştür; ahlaki değerler daha çok din içinden çıkıp geldiği için onlar da hızla değişmekte, ancak hep gelip odaklaştıkları nokta “bireyin kendini gerçekleştirmesi”dir. Kültür, günün temposuna ayak uydurmaktan başka yol bulamadığı için, madde çekirdeğinde yüksek hızlarda bir görünüp bir kaybolan parçacıklar gibidir. Üçüncü Dünya’da da aslında durum fazlaca farklı değildir. Oralarda gelenekler ve din hala etkili olsa da hepsi maddi dünyanın temposuna kendilerini uydurmaktan kaçınamıyorlar. İslam, kolektif sermaye biriktirme aracına dönüştü; ahlak, eski gelenekle yeni arasında inanılmaz eklektik bozulma ve yozlaşmalara uğruyor; kültür, küreselleşmenin güçlü rüzgarı karşısında bütün otantik yanını yitiriyor. Sosyalizmin değerleri ise artık moda olduğu gibi “ütopya” olarak anılıyor.

Neden maddi zenginlik arttıkça ruh yoksullaşıyor? Bu soru Batı için geçerlidir. Üçüncü Dünya için ise başka bir soru gerekir; maddi yoksulluk neden ruhu kirletip çürütüyor? Tuhaf bir denklem: ruh, madde ile de maddesiz de yapamıyor! Ruh bir yerlerden gelip, “vakit dolduğunda” bir yerlere gitmediğine, onu insanlığın kendisi yarattığına göre neden kendi yarattığına bir türlü egemen olamıyor? Ruhun insanlık tarihindeki doğuş ve gelişimine bakınca şu temel bağlantı görülebilir. Maddi yaşamın gerçekleştirilmesi sürecinde ilkel komünal toplumun kolektif yaşamından doğan ve kolektif eylemi güden ruh, ne kadar görünmez ve elle tutulmaz olsa da sonunda toplumları elle tutulur yersel hedeflere yönlendiren ortak davranış kurallarıydı. Ne kadar göksel olsa da ruh, toplumların maddi sorunlarının hep içinde oldu ve onları yönlendirdi. Protestanlığın “Alman tipi kapitalizmin” gelişmesinde tartışılmaz belirleyiciliği vardır. Liretimi, çalışmayı, disiplini, ancak çalışmakla tanrının katına varılacağını öğütleyen Protestanlık, iş disiplininin oluşmasında tarihin ruhu olmuştur. İslam’ın doğduğu ve ilk yaygınlaştığı topraklarda ise neden kapitalizmin bir türlü genlikli gelişemediğinin sırrı da İslam’ın ruhunda yatar. Bezirgan kervanları İslam’a ruhunu vermiş, İslam da onu dünyaya yaymaya soyunmuştur. Üretimle arası hiç iyi olmayan İslam, kapitalizm çağında da bu ruhunu uzun süre korumuştur. Sonuç olarak, komünün kolektif davranışı içinde gelişip adeta cisimleşen ruh, kendisi yeniden maddi dünyaya dönerek onun tıkanış noktalarında kolektif insan davranışının çimentosu olmuş, insanlığı örtülü biçimlerde de olsa, basbayağı maddi hedeflere taşımıştır.

Batı’da ruh, insanlığı oldukça yüksek seviyeli maddi bir ortama taşıyınca, aynı zamanda kendi varoluş koşulunu da daraltmış oluyordu. Artık insanlığı maddi zenginliğe taşıyan yüksek teknikli üretimdir. Bunun ise ruhu yoktur. Ruh en görünmez yüksekliklere çıktığında bile, insanlığın maddi yöneliş ve isteklerinin elde edilmesinde elle tutulamayan güdücü gücü oluyordu. Ancak Batı insanı artık belli bir maddi seviyeyi yakaladığı için, böyle aracılara gerek duymuyor. Batı’nın ruhtan kopuşu adeta ruhun doğal ölümü gibidir. Fakat Üçüncü Dünya’- da tablo tamamen başkadır. O dünyanın ruhu, insanlarını bir türlü maddi hedeflere vardıramamıştır. Vardıramadıkça, değerini yitirmiş, bu değer yitimini ise iyice katılaşarak korumaya çalışmış, sosyal yaşamı sarmalayan ölü bir kabuğa dönüşmüştür. Bu kabuk kırılmadığı için en büyük hayasızlıklar hep “kitabına uydurulmuş”, böylece ruh da insan da çürümüştür. İçi çürüyen, daha çok kabuğu kalan Üçüncü Dünya’daki ruh henüz ölmemişse de kendisini de insanını da felçli yatalak hale getirmiştir. Teknik ve sermayenin her saldırısında bu ölü kabuk çatlar, ancak çok geçmeden onu da kendine benzeterek yeniden kendi üstüne kapanır. Batı ruhunu kaybettiği için ruh çağırıyor; Doğu bir türlü kurtulamadığı ruhla artık iyice kirlenen boğuşmasına devam ediyor. Batı’da maddi çıkarlar artık örtüsüzdür, insanlık belli ölçülerde bu çıplaklığın tedirginliğini yaşıyor; Doğu’da hala en sefil çıkarlar bile ruhun alacalı göz boyayıcı şalları ile örtüldüğü için her şey birbirine karışıyor. Ruh eskiden hiç değilse en genel sosyal çıkarların görünmez eli, güdücüsüydü. Bugün özellikle Doğu’da artık bireylerin, çıkar gruplarının oyuncağı oluyor.

Batı ruh çağırıyor. Ancak biraz dikkatli bakınca eski ruhların çağırılmadığı görülebilir. Fakat biraz daha dikkatli bakılınca henüz hangi ruhun çağırıldığı da belli değildir. Dolayısıyla bu ayinde istenmeyen bir ruh da çıkıp gelebilir. Bireyselliğin geldiği insan ilişkilerini koparan boyut; bilimsel teknik gelişimin ortaya çıkardığı muazzam gücün denetimi sorunu; “araçsal aklın yaşamlarımızı ele geçirmesi”, özel dünyalardan ruhu kovması ve hepsinden önemlisi değişimin hızı hiçbir ruha tutunma zemini bırakmıyor. Her şey daha ortaya çıkarken yaşlanıyor ve kayboluyor.

Batı’nın ruh çağırma ayininde aslında istenmeyen bir ruh çoktan çıkagelmiştir. Postmodernizmin ruhu, eskinin ruhlarından bir eklektik yamalı bohça öneriyor. Her türlü ruha “özgürlük” istiyor. Ancak insanlık kadar eski, fakat bir o kadar da değerli olan bir moral değere, “bir dava uğruna davranma” yücelişine kapılarını kapıyor. Onlara göre insanlığın başına ne geldi ise bundan gelmiştir. Ancak insanlığın başına uzun tarihsel yaşamında sadece “kötü şeyler” gelmemiştir. İnsanın, komün kültüründe doğup çeşitli biçimlerde bugünlere kadar gelen bu davranış değeri olmasaydı, mağarasında ateşinin önünde dünyayı hala korkulu gözlerle seyrediyor olurdu.

Üçüncüsü, insanlığın düşünce sisteminde yaşanan salınımdır. Günümüzün en ayırdedici özelliklerinden birisi insanlığın düşünce yapısında maddeden ruha doğru yaşanan salınımdır. Diyalektik tarihsel materyalizmin doğuşundan hemen hemen yüz elli yıl sonra bir kez daha düşüncenin maddeden kopuşu yaşanıyor. Düşünce, maddenin çevreleyici, sınırlayıcı parmaklıklarından geçip başıboş özgürleşmek istiyor. Bu gerçekliğin karşısında sadece tarihsel maddeci görüşleri tekrarlamak ya da bu dalgaya kapılarak özgür düşünce “oyunları” ile sarhoş olmak günümüzün sorunlarını açıklamakta aydınlatıcı olmuyor. Metafizik düşünce neden bilimdeki bunca gelişmelere rağmen ölmedi?

Buna iki düzeyde bazı açıklamalar getirilebilir. İlki genel olarak, bilgi edinmenin sonsuz bir süreç olmasındadır. Her bilgi yeni bir bilinmezin sınırında durur. Ve bu gelişim doğru bir çizgi gibi tuğla üstüne tuğla koyarak değil, sarsıntılarla, teorik çöküş ve yeniden doğuşlarla yürüyor. Bilinmeyen dünyadan, tamamlandığını sandığımız düşünce sistemlerine gelen saldırılar, insan düşüncesinde kaçınılmaz sarsıntılar yaratıyor. “Şüphe düşüncemizin bekçisidir”. Ancak bilimin kendisinden şüphelenmek, bilgi edinme sürecinden kopmak tamamen ayrı olgulardır. Postmodern düşünce bu çizginin öte tarafına geçmiştir. Bilinen ve bilinmeyenin diyalektik döğüşünün yarattığı anaforlar zaman zaman maddeci olmayan düşünceleri yüzeye çıkartacaktır.

Öte yandan, bu genel sürecin çok özel durakları yaşanabilir. Teori ve pratiğin büyük tarihsel hesaplaşmaları düşüncelerde böyle salınımlar yaratabilir. Bunları “kafir” ilan etmek yetmez, olaylarca kanıtlamak gerekir. İnsanlık tarihi teori ve pratiğin hesaplaşmaları ile yüklüdür. Aslında bu her gün olan iş, kendini bilinçlere özel süreçlerin fırtınalı patlamaları ile duyurur. İnsanlık bilinci, her küçük birikimi algılayacak ve müdahale edecek yüksek seviyelere ulaşamadığı ölçüde, teori ve pratiğin tarihsel hesaplaşmalarından çıkıp gelecek bu patlamaları yaşamaya yazgılıdır. Bu “kader”den “iki üç formülle” kurtuluş yoktur. Düşünce ve pratiğin hesaplaşmalarının tarihi aynı zamanda insanlık tarihidir. Konumuz açısından birkaç sivri hesaplaşmaya değinmekle yetinmek zorundayız. Totemlerden kent tanrılarına geçiş; kentler -medeniyetler- arası savaş pratiği ile tek tanrıcılığa geçiş; imparatorlukların dağılma sürecince tek tanrıcılığın mezhepleşme- si ve hatta tarikatlaşması ile aklın yüceltilmesine, onun mutlak tinle zirveleşmeşinden sonra sonsuz değişim dünyasına, diyalektik maddeci düşünceye geçiş, insanlık tarihinde teori ve pratiğin büyük hesaplaşmalarıdır.

Günümüz dünyasında neler oluyor? “20. yüzyılın ikinci yarısına egemen olan, kuramla pratiğin kopmasıdır… Seksenli yıllar, pratiğin kuramdan, teknik-ekonomik alanların toplumsal-kültürel alanlardan, başarının eleştiriden intikamını aldığı yıllardır. Dönem, eski ilerlemeciliğin zayıf düşmüş varisi olan eleştirel düşüncenin yerini klasik modernlik düşüncesinin yıkımını tamamlayan yeni-liberal ve postmodernist düşüncelere bıraktığı dönemdir.” (A. Touraine, a.g.y.)

Kuram ve pratiğin kopmaya başladığı yılları biraz daha derin ele alırsak bunun iki emperyalist savaş arası yıllarda uç verdiğini söyleyebiliriz. Demokrasi vaat eden kapitalizm insanlığın yaşadığı en vahşi düzeni, faşizmi yaratmıştı. Öte yandan, Batı’da proletarya yenilgi üstüne yenilgi alıyor ve devrim dalgası öngörülerin tersine gittikçe Doğu’ya kayıyordu. Bilim alanında ise, Newton’un akıllı uslu kütlelerinden Kuantum Fiziği’nin “deli” parçacıklarına geçiliyordu. Bu dönemden başlayarak -Frankfurt Okulu bir sembol olarak ele alınabilir- teori pratikten kopmaya başladı. Ardından gelen her düşünce akımı bu yönde derinleşti, sonunda hepsi birden postmodernizm ana ırmağını meydana getiren derecikler olarak tarihteki yerlerini aldılar. Seksenli yıllar gerçekten, bu kadar birikimden sonra, “pratiğin kuramdan intikam aldığı yıllar” oldu.

Günümüz dünyasında teori ve pratik büyük bir hesaplaşmaya girmiştir. Ne bundan kaçınmak mümkündür ne bu büyük hesaplaşmada eski formülleri tekrarlamak sonuç alıcıdır. Postmodernizmin tümüyle bir saçmalık olarak algılanmasının büyük bir hata olduğunu vurgulamıştık. O, yaşanan büyük hesaplaşmanın olgunlaşan ilk raundunun ürünüdür. Postmodernizm “maddi koşulların” sınırlayıcılığından ve bu koşullara göre şekillenmiş düşünceden, “teori terörü” çığlığını atarak kopuşmak isterken aslında maddeci bir zemindedir. Çünkü yaşanan bir olguyu, teorinin artık pratiği açıklamadığını vurguluyordu. Ancak yılların yarattığı birikim öyle bir patlamaya ulaştı ki barut kovanı fazla doldurulmuş bir mermi gibi kendisini tüm teorilerin ve hatta bilimin inkarına kadar götürdü. Ancak her merminin, boşlukta yol almıyorsa, bir menzili vardır. Postmodernizm de ilk hızını aldıktan ve belli bir tepe noktasına çıktıktan sonra artık hafif bir meyille inişe geçmiştir.

Bu gelişme karşısında “maddeci dünya görüşü” ne yapıyordu? Bir dönemin koşullarında elde edilmiş teorik düşünce sistemleri ile postmodernizme doğru akan düşünceleri lanetlemekle yetiniyordu. Kendisini Marx-Engels, Lenin’den, daha çok da Stalin’den, Mao’dan, hatta Enver Hoca’dan çıkarıp şablonlaştırdığı düşüncelerle sınırlarken, buna uymayanları şablona göre kesip biçiyordu. Oysa bütün bu sancılar bir dönemin olayları güden teorisinin artık olaylar tarafından kemirilmesinden doğuyor; bu gerçeklik kavranmadıkça ve bunun gerekleri yapılmadıkça maddeci dünya görüşü de iddialarının tam tersine davranarak, pratiği açıklamayan bir düşünce kabuğunun içine kendini hapsediyordu. Bunun en büyük ve trajik uygulanışı bir dönemden sonraki Sovyet iktidarıdır. Sovyet düşüncesi sanıldığı gibi “ekonomist ve kaba determinist” değildi; tam tersine sonuna kadar iradecidir. “Doğru”, “bilimsel temellere dayanan” politbüro kararları ile belirlendiği ve kimsenin, hatta olayların bile bu kararları “yalanlama hakkı” olmadığı için, çok açık bir şekilde idealizmin çekici, ancak kör dünyasına düşmüştü. Pratik nereye akarsa aksın “doğru” bu akışlara fazlaca aldırış etmiyordu. Göksel bir gücü de olmadığı için, sosyalist düşüncenin bu ülkelerde bu kadar kolay çöküşü başka nasıl açıklanabilir? Teori, pratik olaylar tarafından zorlandıkça, kendisiyle hesaplaşmak yerine, kendi üstüne kırılmaz sandığı zırhlar giyindi. En küçük düşünce farklılıkları “sapma” yıldırımlarıyla yok edildi. Ancak toplumun altbilincinde derin kanallarda biriktiği, hiçbir şekilde yok olmadığı, yıkılış sırasındaki histerik patlamalarda görüldü. Lenin ve Stalin’in heykelleri parçalanarak intikam ayinleri yapıldı. Ancak onların yerine ne Yeltsin’in ne de Clinton’ın heykellerini dikemediler.

Postmodernizm, pratikten en az elli yıldır adım adım kopan teorinin çocuğudur. Onun için teoriye düşmandır; günlük pratiğin içinde oynamayı sever. Bu çocuğun doğumuna “maddeci dünya görüşünü” savunduğunu iddia eden bizler az el vermedik. Karşımıza sevimli yanları da olan, ancak daha çok ucubeyi andıran bir yaratık çıkınca öfkelenmek boşuna!

Şimdi bir yüksek noktaya çıkıp “teori doğruydu, yanlış olan pratiktir” diye fetva verdiğimizde, Kuantum’un “deli” parçacıkları gibi kıpır kıpır olan, günümüz toplumunun “kendine ait değerleri” ile akıp giden bireylerini kıkır kıkır güldürürüz. Bir teorinin doğrulanmasında hükmü pratik verir. Ancak bu hüküm sanıldığı ölçüde basit ve kolay işlemez. Bu soruna her türlü kolaycı yaklaşım maddeci düşünceyi, bilinmezliğin sonsuz alanından güç alan madde ötesi düşünce alanına savurur. Olgular üstünde konuşamıyorsak, teorinin kabuğu içinde dolanıp dururuz. Dünün maddi koşullarından da çıkmış olsa bu teori, pratikle beslenmiyorsa artık ölü bir ruha (bedeninden kopmuş bir ruha) dönüşmüştür. Maddeci düşünce kökenli pek çok sosyalistin bugün, sonuna kadar maddi olan günümüz dünyasında, “sosyalizm ütopyasından söz etmeleri, kulağa hoş gelse de bir çağ eşiğinde olan dünyamızdaki teori ve pratiğin büyük hesaplaşmasından kaçışın bir işaretidir. “Bilimsel sosyalizmden” yeniden “ütopyaya” geri döndü isek en azından bu dönüş “bilimsel” olarak açıklanmalıdır. Dönüş değilse neden “ütopya”, dönüşse ve açıklayamıyorsak o zaman “bilimsel” açıklamalara itibar etmeyen postmodernistlerle aynı bahçede dolaşıyoruz demektir.

Teori ve pratiğin tarihsel bir hesaplaşma döneminden geçiyoruz. Böyle günlerde düşüncenin maddeden kopması, bir yanı ile onun gelişim özelliğinden kaynaklanıyor. Ancak böyle günler aynı zamanda, düşüncenin madde içindeki yolculuğunun derinleşme günleridir. Maddi dünya yeni sırlarını henüz yeterince ele vermiyor. Tam yorumlanamayan izler bırakarak, düşünceye de fazlaca aldırış etmeden akıp gidiyor. Usta avcılar gibi izleri iyi takip etmekten ve yeni sırları ele geçirmekten başka yol yok!

Sonuç

Postmodernizmin söylemlerine bakarsak Aydınlanma ile başlayan tarihsel dönem kapanmaktadır. Ancak bunu söylemek bir anlamda onun yarattıklarından kopuşmak anlamına gelir. Araçsal akıl bir kenara mı bırakılacaktır? Kapitalizm tükenmeden onun sınırları içinde araçsal aldı terk etmek mümkün müdür? Tekniğin dehşetli gücünden ve belirleyiciliğinden nasıl kopuşulabilir? Solmaya yüz tutan Batı demokrasilerinin yerini siyasal olarak ne alacaktır? En önemlisi, Aydınlanma’nın en önemli ürünü bireyden vazgeçmek mümkün müdür?

Bütün bunlara karşı 20. yüzyılın başlarında insanlık sosyalizm bayrağı altında büyük bir saldırı başlatmıştı. Ancak kendisi de Aydınlanma’nın ufkunu aşamadığı için ona yenik düştü. Postmodernizm, deyim yerindeyse Aydınlanma’dan “kişisel” bir kopuştur. Bireyi kutsadığı, onun kendi kozası içindeki yaşamını “tek mutluluk” olarak gördüğü için postmodernizm, Aydınlanma’nın değerleri ile “toplumsal bir hesaplaşmaya” yönelmez, bireysel mevzilerde konumlanmayı tercih eder. Devekuşu örneğindeki gibi!

Eğer bir dönemin kapanmasından söz edebilirsek, bu soruna ister istemez kapitalizm içindeki sınıflar mücadelesi ışığından bakmak zorundayız. Birey istediği denli kendisini kozasına kapatsın ya da Nietzsche gibi sokaklara çıkıp “tanrı öldü” diyerek “üst insan” çağrısı yapsın, tarihin zembereği, çıkar çatışmalarının yarattığı gerilimle sınıflar mücadelesi üzerinden akıyor. Bu noktadan baktığımızda gerçekten kapanan bir dönem görebiliyoruz. Sınıflar savaşının 18. yüzyılla başlayan dönemi sosyalizmin çöküşü ve “yeni ekonomi”nin doğuşu ile kapanmıştır.

Yeni bir dalga gelecek mi? Kapitalizmin sınıf, zümre ve tabakaların çıkarları üzerine oturan ve derinleşen gerilimi, sihirli bir değnekle yok edilemediği müddetçe yeni bir dalga kaçınılmazdır. Nasıl gelecek? Hangi yeni giysileri ile tarih sahnesine çıkacaktır? Eskinin basit bir tekrarı olmayacağı yeterince açıktır. Ancak “nasıl” sorusuna da bugün doyurucu bir cevap bulamayız. Yaşamın zengin imkanlarını henüz ipuçlarının silik olduğu bugünden “öngörmek” neredeyse imkansızdır. Ancak bu dalganın küreselleşmenin çözülmesi ile geleceğini söyleyebiliriz.

Günümüzün ideolojik tablosunun birkaç belirgin özelliği vardır. Postmodernizmin iddia ettiği gibi “büyük anlatılar” ölmemiştir. Tam tersine bugün, kapitalist merkezlerin çok “büyük bir anlatısı” vardır; o da küreselleşmedir. Kapitalist gelişimin kazandığı yeni hız ve özelliklerle dünyanın fethedilmesi, “insan hakları”nın çekici ve göz alıcı örtüsü ile sürdürülmeye çalışılıyor. En zehirli mantarlar göz kamaştırıcı renklere sahiptir.

Öte yandan, kapitalist anayurtlardaki halkların gerçekten bir “büyük anlatısı” yoktur. Dibe çöken bir eriyik gibi hareketsizler. Son süreçteki gelişmeler bardağı biraz bulandırmaya başlamış olsa da, henüz düşünce alanında “sadece kendini yaşama” kültüründen bir kopuşma yoktur.

Eski sosyalist ülke halkları geride bıraktıkları sosyalizm deneyi ile bugünün postmodern yaşamı arasında yavaş işleyen, ancak gittikçe derinleşen bir hesaplaşma içindeler. Postmodernizmi en vahşi biçimiyle yaşıyorlar. Çünkü “sadece kendileri için” yaşama imkanları yoktur, ancak böyle yaşamaya zorlanıyorlar. Küreselleşme, sosyalizmin bu eski topraklarında derin çatlaklar yaratarak ilerliyor, ancak bu fay kırılmalarından henüz ortaya yeni bir enerji çıkmıyor. Fakat öyle bir ortam şekilleniyor ki “büyük anlatıların” en vahşilerinin dahi tohum tutacağı bir topraktır.

Üçüncü Dünya, küreselleşmenin mayın tarlasıdır. Bunu kendileri söylüyor. “Bir süredir medya etnik ve dini çelişkilere dayalı kargaşa ve ayaklanmalardan söz etmeye devam ediyor. Bu çatışmalar çoğalırsa, her gün daha fazla alan (Nijerya’dan Hindistan’a ve Brezilya’ya) yönetilemez hale gelecektir.”52

Bilgi ve tekniğin kazandığı olağanüstü güç, borsalarda her gün artan kumar ayini, kapitalist özel mülkiyetin özgürlük sınırlarını zorluyor. Fırtına gibi dünyayı dolaşan özelleştirmeler özel mülkiyetin mezarını kazıyor. Mezar ne kadar derin kazılırsa o kadar iyi olur. Bütün bu gelişmeler “zorbalığa dönen” ilerlemeyi sorgulama sandalyesine oturtuyor. Rasyonalizm, yani kapitalizmin araçsal aklı kendini yaratan insanı değersizleştiriyor. Dinamitleşen bu çelişkiler kendini “insan hakları” sözleri olarak açığa vuruyor. Demek ki kapitalizm olayların zoruyla en zayıf olduğu alana çekiliyor.

Böyle bir ortamda daha fazla ruh çağrıları yapılıyor. Belli ki, yapılan ruh çağrılarının altında yitirilme tehlikesi ile karşı karşıya olan insan vardır. Ancak geleceğin insanı bugünkü insan olmayacaktır. Öyleyse ruh çağırmalar neye karşılık gelebilir?

İnsanlığın yeni bir sınıflar mücadelesi döneminin eşiğinde olduğunu söyledik. Ancak her dikkatli bakan gözün görebileceği gibi işçi sınıfı büyük bir yapısal değişime uğramıştır. Daha da öteye tarih sahnesinde bundan önceki yüzyılda sahip olduğu konumu yitirmiştir. Sosyalizmin “öznesi” erozyona uğrayınca sanki sosyalizm “büyük anlatısı” da buharlaşıp gitmiştir. Bilimsel sosyalizmin insanlığın gelişim kanunları ile ilgili hükümleri ve kapitalizmin bir türlü kaçınamadığı çelişkileri ile ilgili tespitleri bütün canlılığı ile hükmünü yürütüyor. Ancak sosyalizmin canlı taşıyıcısı ve iradesi dünyanın üçte birinde kazandığı iktidarı yitirmiş; kapitalist merkezlerde ise büyük bir değişime uğramaktadır.

Postmodern dünyadan, önce tarihe, sonra da geleceğe bakarsak burada sınıflar mücadelesi ile ilgili bir TEZ ileri sürmek kaçınılmaz hale geliyor.

Tarihin motoru sınıflar mücadelesidir. Bu mücadele, ömrü dolan toplumsal düzenlerin yıkılışını ve yeni genç toplumsal düzenlerin doğuşunu hazırlamıştır. Bugünden bakınca daha açık olarak görünen ise şudur: Bir düzen içinde egemen ve ezilen sınıflar saflaşmasında, düzenin klasik karşıt sınıflarından ezilen sınıf, sadece kendisi, iktidarı alarak kendini egemen konumuna yükseltememiştir. Düzenin klasik karşıt sınıfları dışından bir başka sınıf bunu başarmıştır.

Köleci Kent Medeniyetleri’nde hiçbir zaman köleler iktidarlaşamadılar. Dışarıdan barbar akınları bu medeniyetleri yıktı ve barbar şefleri yeni egemenler oldu, derebeyleştiler. Derebeylik düzeninin klasik karşıt sınıflarından serfler ya da daha genel olarak söylersek köylülük yine hiçbir zaman iktidarlaşamadı, adeta derebeylerin ve köylülerin bozunmasından, çözünmesinden doğan yeni bir sınıf; burjuvazi iktidarlaştı. İşçi sınıfı bu alınyazısını kırmış göründü. Cılız burjuvaziyi siyasal olarak altettiği ülkelerde, maddi ve moral olarak kapitalizmi anlamsızlaştıracak bir düzen yaratamadığı için çözüldü. Tezin derinleştirilmesi bu yazının konusu olmadığı için konumuza dönelim. Kapitalizmle yaşıt burjuvazi ve işçi sınıfı mücadelesinin klasik dönemi kapanmıştır. Bu mücadele hem kapitalizmi belli yönleri ile değiştirmiş hem de işçi sınıfını yapısal bir değişime uğratmıştır. İşçi sınıfının bir kesimi üretim tekniğinin içine daha fazla çekiliyor; ondan kaslarından öteye yaratıcı düşüncesi isteniyor. Yeni teknik gelişimler hem insan yaratıcılığını kışkırtıyor hem de burjuvazinin egemenlik güdüsü ile yaratıcılığın önü kesiliyor. Başka bir söylenişle, kapitalizmin araçsal aklı kendi sınırlarını zorlayan ve tahrip eden yaratıcılığın zeminini döşüyor; öte yandan aynı araçsal akıl iki yüz yıllık refleksleri ile yaratıcılığı kuşatıyor, solduruyor. Eğer bütün bu gelişmeler çölde görünen bir serap değilse, bu çelişki derinleşerek kendi hükmünü icra edecektir.

Yeniden günümüzde yapılan ruh çağrılarına dönelim. Geleceğin ruhu; insan yaratıcılığının “imtiyaz” olmaktan çıkması ve yüceltilmesidir. Yaratıcılıktan kastımız, elbette ki “dahiyane buluşlar” değildir. Zaten buluşlar belli anlamda sıradanlaştıkça, artık eskisi gibi dahi isimler pek duyulmuyor. Üretim ve yaşamın her alanına, bilgi gücü ile donanmış insanın yaratıcı iradi müdahalesidir. Bu süreç kendi kozasına kapanan bireyin akılcı kabuğunu da kıracaktır.

Araçsal aklın herkesi düzene soktuğu bir dünya yerine ne karmaşık bir dünya! Ancak bir o kadar da zengin! Bu bireysel yaratıcılığın “karmaşasından” kolektif bir gücü ancak Aydınlanma ufkunu aşmış bir sosyalizm ortaya çıkartabilir. İnsanlık bu sancılı sürecin eşiğindedir. Henüz bir yeşerip bir yolunan filizler var ortada; ancak geleceğin ruhu insan düşüncesinin yaratıcı rahmine düşmüştür.

Dipnotlar

  1. Alex Callinicos, “Against Postmodernism”
  2. Darryl Jarvis, “Postmodernism: A Critical Typology”, Politics & Society, Mart ‘98
  3. Immanuel Kant, “Seçilmiş Yazılar”
  4. Madan Sarup, “Post-Yapısalcılık ve Postmodemizm”
  5. Jean-Francois Lyotard, “Postmodern Durum”
  6. Paul Feyerabend, “Akla Veda”
  7. John Murphy, “Postmodern Toplumsal Analiz…”
  8. Darryl jarvis, a.g.y.
  9. Alain Touraine, “Modernliğin Eleştirisi”
  10. Agnes Heller, Ference Feher, “Postmodern Politik Durum”
  11. Agnes Heller, a.g.y.
  12. Madan Sarup, a.g.y.
  13. Darryl Jarvis, a.g.y.
  14. Madan Sarup, a.g.y.
  15. Agnes Heller, a.g.y.
  16. Alain Touraine, a.g.y.
  17. Jean-Marie Guehenno, “Demokrasinin Sonu”
  18. Lyotard, a.g.y.
  19. John Murphy, a.g.y.
  20. Bakunin, (Akt., Paul Feyerabend, “Akla Veda”)
  21. Paul Feyerabend, a.g.y.
  22. John Murphy, a.g.y.
  23. Christopher Norri, “Truth, Science and the Growth of Knowledge”, New Left Rewiew, Nisan ‘95
  24. R. Bologh, L. Mell, “Modernisin, Postmodernism and the New World (Dis)order, Critical Sociology ‘94-2
  25. John Murphy, a.g.y.
  26. Paul Feyerabend, a.g.y.
  27. J-F. Lyotard, a.g.y.
  28. John Murphy, a.g.y.
  29. Paul Feyerabend, a.g.y.
  30. John Murphy, a.g.y.
  31. R. Bologh, L.Mell, a.g.y
  32. Madan Sarup, a.g.y.
  33. Madan Sarup, a.g.y.
  34. Sharon Zukin, “A Forum on Postmodernism”, Theory and Society ‘92
  35. Eugane Lunn, “Marksizm ve Modernizm”
  36. Alain Touraine, a.g.y.
  37. Bryan Magee, “Yeni Düşün Adamları”
  38. Aziz Çalışlar, “Çağdaş Felsefe”
  39. Bryan Magge, a.g.y.
  40. Anthony de Crepigny, “Çağdaş Siyaset Felsefecileri”
  41. Antonio Gramsci, “Hapishane Defterleri”
  42. Louis Althusser, “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”
  43. Ayşegül Yüksel, “Yapısalcılık ve Bir Uygulama”
  44. Bryan Magge, a.g.y.
  45. Max Planck, “Modern Doğa Anlayışı ve Kuantum Teorisi’ne Giriş”
  46. Werner Heisenberg, “Determinizmden Olasılığa Doğru”
  47. Paul Feyerabend, a.g.y.
  48. W. Heisenberg, a.g.y.
  49. Richard P. Feynman, “Kuantum Elektro-Dinamiği”
  50. Marshall-D.Zohar, “Who’s Afraid of Schrödinger’s Cat?”
  51. Herodotos, “Herodot Tarihi”
  52. Robert Kaplan, “The Corning Anarchy”, Atlantic Monthly ‘94