POPÜLİZMİ TARTIŞMAK: ÖFKE GERÇEK, OLANAK MEVCUT, UMUT BAKİ – M. SİNAN MERT

Yol, Yaz 2017

Giriş: Neden yeniden popülizm?

2008 küresel krizinin en belirgin sonuçlarından birisi de popülist hareket, parti ve iktidarları yeniden siyasi tartışmanın merkezine taşıması oldu. “Popülist” terimi neo-liberal hegemonyanın tartışmasız olduğu dönemlerde, neo-liberal ekonomik dogmanın dışındaki politik tercihleri nitelemek için kullanıldı. Neo-liberalizmin halkın mülksüzleştirilmesi ve sermaye üzerindeki toplumsal denetimin tamamen ortadan kaldırılması politikalarına uyumlu olmayan tüm politikalar, bir tür olgunlaşmamışlığın, gerçekleri yeterince kavramayışın ifadesi olarak “popülist” olarak nitelendi. Bu kavramın tam anlamıyla vulgarize edilmiş bir biçimiydi. Popülizm, bir siyasal strateji ve bir politik davranış biçimi olarak çok daha büyük bir gerçeği ifade etmekteydi fakat bu içerik neredeyse unutulmuştu. İthal ikameci “sınıf-ittifakı” politikalarının uygulandığı 2. Dünya Savaşı sonrası L. Amerika’sında Peron (Arjantin), Vargas (Brezilya), Cardenas (Meksika) isimleriyle özdeşleşmiş bir politik çizgi olan popülizm (Panizza, 2005) 1970 krizi sonrasında neredeyse unutulmuştu, çünkü özellikle çevre kapitalist ekonomilerinde bir tür hegemonya üretme stratejisi olan popülizm, sosyalizmin geri çekilme ve küresel sermayenin sosyal taarruz döneminde var olma olanaklarını kaybetmişti. Dönem, işçi sınıfının taleplerini düzen içine çekerek ehlileştirme ve onunla uzlaşma politikasından ziyade onu politik zor ile ezme yaklaşımını öne çıkarıyordu. Bu yüzden popülizm tartışmasının gündemi en fazla belirlediği dönem olarak 1945-1973 hala hafızalardadır. Bir anlamıyla bu klasik popülizm dönemi, ithal ikameciliğin bir tür politik yansımasıydı.

“Popülizmi iktidarı elinde tutan hakim ittifakı ve ideolojiyi sorgulayan, bu ittifaka karşı iktidar-dışı kalmış kitleleri harekete geçiren ideolojiler ve akımlar olarak nitelendirebiliriz.” (Sunar, 2010: 44) Bu tanımdaki “ideoloji ve akımlar” vurgusu popülizmi olduğundan daha biçimli ve katı olarak gösterme eğiliminde olduğu için ben onu daha ziyade içeriği, içinde geliştiği toplumsal ilişkilerce ve yanıt olmaya çalıştığı krizce belirlenen bir siyaset etme tarzı olarak değerlendirmeyi daha uygun buluyorum.

2008 krizi sonrasında ise bugün bir kez daha popülizm gündemiyle yoğun bir biçimde karşı karşıyayız. Peki neden? Hiç kuşku yok ki bunun en önemli sebebi giderek şiddetlenerek güçlenen küresel kriz dinamikleridir. Neo-liberalizmin sadece çevre ülkelerde değil merkez ülkelerde de yarattığı büyük gelir dağılımı adaletsizliği, %1’in servetinin %99’un elde tuttuklarını aşması, sermaye değersizleşmesinin sürekli ertelenmesinden dolayı krizden bir türlü çıkılamaması, sermayenin yarattığı krizin bedelini ödemekten sağ ve sol partilerin paravan olmasıyla ve uygulanan mali politikalarla kurtulması, güvencesizliğin toplumun çok geniş katmanları açısından muazzam bir korku ve belirsizlik kaynağı olarak kemikleşmesi (Beck, 1992) ve bütün bunların sonucunda kapitalizmin geleneksel politik aktörlerinin tüm inandırıcılıklarını kaybetmesi hiç kuşku yok ki popülist partilere ve liderlere siyaset sahnesinde hızla yükselme olanağı tanıdı. Popülizmin en önemli işaretlerinden bir tanesinin demokrasinin kurumsal yapısıyla olan problemi olduğu çok iyi bilinir. Ekonomik krizin giderek bir politik krize dönüştüğü, düzenin neredeyse tüm politik kurumlarının çözülme emareleri gösterdiği, düzeni temsil eden siyasal aktörlerin bütün meşruiyetlerini kaybettiği, kriz mağduru kesimlerin radikal talepler duymak istedikleri bu ortam neo-popülist olarak nitelendirebileceğimiz politik hareketlerin hızla öne çıkmasına zemin hazırladı. (Weyland, 2003)

Bu hareketler aslında hiçbir noktada yoktan var olmadılar. Erdoğan, Siyasal İslam’ın geçirdiği mutasyonun sonunda ortaya çıkarak güçlendi ama bu hareketin ona sağladığı tüm olanakları hala kullanıyor. Trump, bütünüyle “dışarıdan” bir politik aktör olarak düşünülse de aslında Obama karşıtı Çay Partisi’nin yarattığı siyasi zeminin üzerine oturmayı başardığı için kazanmayı bildi. Hindistan’da Modi, Kongre Partisi’nin “ortanın solu” çizgisinin tam olarak kapsayamadığı, Mahatma Gandhi’ye suikast düzenleyen Hindu milliyetçisi bir hareketi neo-liberalizmle harmanlayarak iktidara yerleşti. Ancak nasıl 1930’ların ekonomik kriz ortamı olmasaydı Hitler gürültücü bir onbaşı emeklisi olarak kalmaya mahkumduysa, neo-liberalizmin yarattığı olağanüstü ekonomik kutuplaştırma da aslında bir kutuplaştırma siyaseti olan popülizmin iktidarlaşmasını mümkün kılar. (Burada bir tür olasılıkçı determinizmden bahsetmek gerekiyor. Koşullar, sonuçları otomatikman doğurmaz, ancak onların mümkün olmasını kolaylaştırabilir ya da zorlaştırabilir, bu kolaylıklardan/zorluklardan yararlanacak/sıkıntı yaşayacak politik aktörün yapıp ettikleri/yapabildikleri sonucu belirler. Dolayısıyla şu tarz değerlendirmeler kategorik olarak yanlıştır: “Klasik faşist hareketler sermayenin hegemonya krizi yaşadığı anlarda türerler. Sermayenin yerleşik kurumları ve partileri rıza inşa edemediği dönemlerde yükselirler.” (Saraçoğlu, akt. B. Falakaoğlu, Evrensel gazetesi, 9 Mayıs 2017) Faşizmin yükselmesini mümkün kılan koşullar onun yükselmesini açıklamaz. Bu yükselme her toplumda farklı dinamikleri harekete geçirerek ve farklı dinamiklerin mücadeleleri sonucunda gerçekleşir. Bazı toplumlarda bu koşullar faşizmin yükselmesine yol vermezken bazılarında mümkün kılıyorsa karşılaştırmalı bir analiz yapmadan mutlak “koşullar” ortaya koymak yanlış ezberlere yol açabilir.)

Popülizm egemenler açısından ne gibi bir ihtiyacı karşılar?

“Radikal bir düzensizlik durumunda belli bir tür düzene gereksinim duyulur ve düzensizlik ne kadar çok genelleşirse, düzenin yeniden sağlayan şeyin ontik içeriği o kadar az önemli olur.” (Laclau, 2007:182) Popülizm, egemenler açısından her zaman ehveni şer olarak görülme kapasitesine sahiptir. Çünkü son kertede düzenin temel öğesi olan özel mülkiyeti tartışmanın ana ekseni olmaktan çıkarır. Ezilenlerin öfkesi birtakım elitlere yönlendirilir, ancak bu durum hiçbir zaman bir mülksüzleştirme politikası ile bütünleşmez. Kapitalist toplumun üzerine oturduğu en önemli ontik gerçek, toplumsal sınıflar arasındaki muazzam çelişkidir. Popülizm, bu çelişkinin yönetilemez boyutlara ulaştığı olağanüstü dönemlerde sermaye sınıfına bir nefes alma olanağı sağlar. Alışık olmadığı bir politik tarzla ilişkilenmekte zaman zaman sıkıntılar çekse de popülizm genelde egemen sınıflar içindeki güç dengesi değişim momentlerinde önemli bir politik rol oynasa da popülist söylemde sınıfsal çelişki belirli dönemlerde öne çıksa da hiçbir zaman merkezi bir rolde kalıcılaşmaz. Türkiye örneği açısından bakarsak AKP’nin finans kapitale sağladığı en önemli hizmet sınıfsal çelişkinin tartışma dışında kalmasıdır. Popülist hareketler iktidar hedefine ulaşana kadar sınıfsal çelişkileri çok daha fazla öne çıkarırlar, ancak iktidarı alabilmek için egemen sınıfla ve geleneksel siyasi elitlerle uzlaşma noktasına gelince kendi içlerindeki “sosyalizan” unsurları tasfiye ederler (en çarpıcısı Nazilerin Uzun Bıçaklar Gecesi’nde, Hitler ve Himmler’in tehdit olarak gördüğü SA komutanı Röhm gibi kendi içindeki “radikal” unsurları öldürerek tasfiye etmesi), sınıfsal çelişkilerden ziyade diğer ikilikleri kullanarak rıza devşirmeye çalışırlar. Dolayısıyla sermaye sınıfı popülist hareketlerle sıkıntılı da olsa ortaklaşma zeminine her zaman sahiptir. Eğer politik kriz ezilenlerin iktidarını hedefleyen çok daha ciddi bir tehdidi de güçlendirdiyse egemen sınıfla popülist hareket arasındaki rabıta çok daha güçlenir ve organik bir hal alır. Klasik faşizm örnekleri olan İtalya ve Almanya’da yaşanan durum tam da budur. İç tehdidin yıkıcılığı ve küresel yeniden paylaşımın sağladığı olanakların yakınlığı ve büyüklüğü arttıkça sermaye ile popülist hareket arasındaki kaynaşma daha da artar ve popülist hareket faşist bir düzen inşasına girişebilir. “Muhafazakarların faşistlere başa geçme şansı vermeden sanayide iş disiplinini sağlayamadıkları tek ülke İtalya’ydı.” (Polanyi, 2000: 322) Hobbes’un da belirttiği gibi ortak amaçlardan ziyade ortak korkular daha fazla birleştiricidir.

Popülizmin ezilen sınıflar açısından bir çekim merkezi olması nasıl açıklanabilir?

Popülizmin ezilen sınıflar için bir çekim merkezi olabilmesinin en önemli koşulu, ezilenlerin kendi karşı hegemonyalarını kurabilecek olanaklardan mahrum oluşudur. Eğer ezilenler kendilerini bir karşı hegemonya çatısı altında toparlayabilecek bir sosyalist parti ile bütünleşememişlerse popülizmin cazibesine kapılırlar. Bu karşı hegemonyanın yokluğu illa da “yenilmiş bir devrim”in sonucu olmayabilir. Karşı hegemonyanın oluşması toplumsal çelişkilerin artmasının “otomatik” bir sonucu değildir. Bu hegemonyayı inşa edecek bir politik aktör, parti, önderlik, program ortaya çıkmazsa ezilen kitleler tüm anti-kapitalist sağduyularına rağmen burjuvazinin bir zümresinin politik projesi olan bir popülist lideri veya partiyi destekleyebilirler. Bu yüzden sosyolojik bir varlık olan “sınıf”ın politik anlamda bir aktör olduğunu kabul etmek doğru değildir. “İşçi sınıfı” diye bir politik aktör yoktur, işçi sınıfı sosyalist bir partinin programını benimseyip ona örgütlendiği sürece anti-kapitalist bir aktör olarak görünür. Popülizm, sınıfı bu anlamda çözme, politik önderliğiyle buluşarak yıkıcı sonuçlar üretmesini engelleme kapasitesine sahip bir olanaktır burjuvazi için. “Popülizm aynı zamanda sosyalist talepleri (veya hiç değilse toplumsal adalet iddiasını) ateşli bir küçük mülkiyet savunmasını, güçlü milliyetçi öğeleri ve sınıfın öneminin yadsınmasını da içerir.”(Germani, 1978:88)

Polanyi, “ikili hareket” ve popülizm

İşçi sınıfının popülist projeye neden eklemlenebildiğini açıklamak için en başarılı çerçeveyi Karl Polanyi’nin sunduğu düşünülebilir. Polanyi, kapitalizmin gelişimi esansında ikili bir hareket tespit eder. Piyasa mantığının toplumsal olanı gerilettiği, daha fazla alanda metalaşmayı hâkim kıldığı, özellikle de emek, toprak ve para üzerindeki metalaşmayı geliştirdiği her evre toplumun bunları yeniden kabul edilebilir sınırlar içine çektiği bir karşı hareketle karşılanmıştı. Sermayenin kendi önündeki engelleri tümüyle kaldırdığı, kendini denetleyen tüm mekanizmaları etkisiz hale getirdiği dönemler toplumun kendisini koruyabilmek için bu saldırıyı gerilettiği ve kabul edilebilir sınırlara gerilettiği dönemler tarafından takip edilir. Piyasalar doğal biçimde, ekonomik sebeplerin doğal bir sonucu olarak gelişmezler. Bunlar “piyasa düzenini topluma ekonomi dışı nedenlerle kabul ettiren hükümetin, bilinçli bir biçimde, bazen de şiddet kullanarak yaptığı müdahalelerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır”. (Polanyi, 2000: 333) Toplumun bu zorlu dayatmayı düzeltme girişimlerinin yine engellenmek istenmesi, ezilenlerin kendi bağımsız politik hareketlerinin bir tehdit olarak algılanarak ezilmesi ise bu talebin, yani piyasa güçlerinin denetim altına alınması talebini ortadan kaldırmaz. Piyasa güçlerinin sınırsız tahakkümünden ve metalaşmadan dolayı yıkım yaşayan toplumsal kesimler için bu talepler merkezidir. Dolayısıyla bu talepleri ırkçı, yabancı düşmanı bir içerikle eklemleyebilen popülist bir hareket de ezilenlerin geniş yığınlarının desteğini alabilir. Bu desteğin alınabilmesi için mutlaka piyasa karşıtı politikalara ihtiyaç da duyulmamaktadır. Günümüz koşullarında neo-liberalizmin ortaya çıkardığı güvencesizlik, çeşitli biçimlerde yaratılan yardımlaşma ağlarını, sosyal güvenliği ikame eden kimi ilişki biçimlerini de popülizme rıza üretme açısından son derece önemli hale getirmektedir. “Diğer yandan az gelişmiş ülke koşullarında gelişen popülist partiler patronaj ilişkilerinden geniş ölçüde yararlanmakta, partinin denetlediği kaynak ve hizmetler kanalıyla kitle desteğini kazanabilmektedir. Patronaj kaynakları azalınca, özellikle ekonomik kriz dönemlerinde, popülist partiler siyasal seferberliğin ve ideolojik çağrıların dozajını yükseltmekte, hatta -geliştikleri ortam demokratik rejim ise- bu ortamdan plebisiter-otoriter bir rejime doğru kayabilmektedir.” (Sunar, 2010: 46) Bu yüzden de “Faşizm, sosyalizm ve New Deal rejimleri, ancak laissez faire (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) ilkelerini bir kenara bırakmak konusunda birbirlerine benziyorlardı.” (Polanyi, 2000: 327) Dolayısıyla sermayenin özgürlüğe karşı tehlike olarak görüp yasaklanmasını istedikleri, “ekonomik büyümeye düşman” olarak gördükleri planlama, düzenleme ve kontrol, böylece özgürlük düşmanı olduğunu gizlemeyenler tarafından özgürlüğü bütünüyle ortadan kaldırmak için kullanıldı. “Faşizmin zaferi de liberallerin planlama, düzenleme veya kontrolü içeren reformları engellemeleriyle kaçınılmazlaştı.” (Polanyi, 2000:342) Faşizm bu anlamıyla popülizmin devletleşmiş ve finans kapitalle organik anlamda sentezleşmiş biçimi olarak sosyalist projenin mümkün olmamasının bir sonucu olarak yaşam bulabilir. Faşizm, Janus’un hem öne hem arkaya bakan heykeli gibi sermayeye emperyal düşler, alt sınıflara da yeniden paylaşım ve büyüme hayalleri gördürerek toplumun iki karşıt sınıfının rızasını kazanmaya çalışarak aslında imkansız ve sürdürülemez bir projeye dönemsel bir hegemonya kazandıran politik hareketin adı olur. Popülizmden faşizme evrilen ve kritik kırılma anı bittiğinde “normalleşme” yaşamayan faşist iktidarlar sürdürülemez. Ya yenilerek çözülürler ya da keskin boyutlarının önemli bir kısmını törpüleyerek geleneksel otoriter iktidarlara dönüşürler.

Popülist hareketlerin genel özelliklerine bakmak gerekirse burada neleri vurgulamak gerekir? Bu noktada kavram etrafında gelişen literatürü kısaca özetlemeye çalışacağım.

Popülizm en sık kullanılan ve ne olduğu konusunda en az anlaşılan siyaset bilimi terimi olmaya 21. yüzyılda da devam edecek gibi görünüyor. Peron ve Vargas simge isimleriyle sembolleşen klasik popülizm, 21. yüzyılda neo-popülizm olarak ülkelerin siyaset sahnesinde yerini yeniden alıyor.

Klasik popülist hareketler, daha ziyade yapısalcı ve ekonomik talepleri ve sınıfları esas alan teorilerle açıklandılar. Modernleşme Teorisi’nden hareket eden açıklamalar (Di Tella,1965; Germani, 1978; Hennessy, 1969) kapitalist kalkınmanın hangi özgün biçiminin popülist politika için uygun koşulları yarattığını anlamaya çalışırken Marksizm’den etkilenen açıklamalar (Quijano, 1968, Klarén,1973) ise Bonapartizm kavramından yola çıkan yorumlar geliştirdiler.

Popülizm üzerine siyasi değerlendirmeleri onu bir ideoloji, bir söylem ve bir politik hareketlilik olarak inceleyen üç başlık altında ele alabiliriz. (Gidron ve Bonikowski, 2013)

İlk grubun önde gelen örneklerinden biri popülizmi toplumun kesin bir biçimde homojen ve karşıt iki gruba ayrıldığını savunan zayıf merkezli bir ideoloji olduğunu iddia eder. (Mudde, 2004: 543) Erdem ve feraset sahibi halk ile çıkarcı ve kötücül merkez elitler arasındaki Manişeist ikilik bütün popülizmlerin en belirgin öğelerinden birisidir. Karizmatik lider, halkın genel iradesinin somutlaşmış biçimi olarak algılanır. Halkın yerel özelliklerine atfedilen sahicilik ve iyilik, popülizmin içinde milliyetçiliğin güçlü bir biçimde temsil edilmesine olanak sağlar. Ancak bu karşıtlık bir ideolojinin kapsayamayacağı kadar farklı biçim ve içeriklerde kurulduğu ve kurulabileceği için popülizmin bir ideoloji olarak tanımlanabilmesi mümkün görünmemektedir. Popülizmin karşıtlığı temel eksen alan, değişken, kültürel ve kapsam tarafından belirlenen bir olgu olduğu konusundaki yaygın görüş de bu görüşü destekler. (Arter,2010)

Popülizmin bir söylem olduğu iddiasında olanlar ise söylemin, popülizmin hem kurucusu hem de kendisi olduğunu iddia etmek gibi bir ikilemle karşı karşıyadırlar. Popülizm halk ve oligarşi arasındaki ahlaki mücadelenin siyaseten kurucusu olan retoriğe verilen isimdir. (de la Torre, 2000:4) Laclau için ise halkın ve halkı bir araya getiren hegemonyanın kurucusu popülist söylemdir. (2007) Popülizm, karşıtlığı (antagonizma) bir kimlik kurucu unsur haline getirir, halk ve düşmanları arasındaki sınırı çizer. Bu sınırın sürekli olarak çizilmesi ve biz-onlar ikiliğinin sürekli olarak üretilmesi popülist söylemin temel işlevidir. Kendisi doğal halinde atomize olan halk (toplum) popülist söylemin kurucu fonksiyonu işlemeden kurulamaz. Söylem aynı zamanda toplumsal failin heterojen yapısını da geçici olarak görünmez kılar. Söylem bu işlevini iktidar tarafından karşılanmamış toplumsal talepleri bir denklik zincirinde birleştirerek hayata geçirebilir. Panizza (2005) da benzer biçimde popülizmin görece akışkan kimlik inşası pratiklerine gönderme yapan bir söylemsel kavram olduğu iddia eder.

Acemoğlu vd. (2011) ile Weyland (2001) ise popülizmin bir politik strateji olarak ele alınmasını önermektedirler. Acemoğlu vd. popülizmin, toplumun çoğunluğunun kendilerine zarar veren ekonomik politikaların uygulanmasını desteklemesini olanaklı kılmasına dikkat çekerler. Weyland ise popülizmin büyük oranda örgütsüz enformel sektör çalışanları ile popülist lider arasında kurulan ve siyasi sistemin kurumlarını giderek devre dışı bırakan politik ilişkiye dikkat çeker. Roberts ise sivil toplumun ve parti sisteminin farklı karşı karşıya gelme kombinasyonlarını popülist alt tipleri açıklamak için kullanır. (2006) Buna göre güçlü parti-örgütlü sivil toplum ikilisi organik popülizme, zayıf parti-örgütsüz sivil toplum ikilisi ise seçimli popülizme yol açmaktadır. Ben ise aşağıda örgütlü sivil toplumun neo-popülizmin gelişmesine uygun olmadığını iddia edeceğim. Taggart (2000) da Roberts gibi partilerin merkezi rolüne vurgu yaparak popülist partilerin merkezi yapısına ve karizmatik liderin özel rolüne dikkat çekmektedir. Karizmatik lider ile siyasi partinin istikrarlı bir bütün oluşturamayacağı birçok örnek bulunduğu düşünüldüğünde popülizmin partiyi gerektirmediği düşünülebilir. Pappas (2012) partiden ziyade karizmatik liderin konumunun merkeziliğini vurgular. Buna göre belli bir politik girişim, toplumu biz/onlar biçiminde kutuplaştırmayı başardığı oranda popülist bir moment yaratarak kitlesel bir politik hareket inşasına girişebilir. Barr (2009) özellikle iktidara gelen popülist hareketler açısından patronaj ilişkilerinin önemini vurgularken karizmatik liderin popülizmin kurucu bir ögesi olmadığını belirterek Pappas’tan farklılaşır. Jansen (2011) ise popülizmi ihtiyaç duyduğu esnekliğe uygun bir biçimde tanımlamaya çalışır. Ona göre popülizm hem iktidarı elinde tutanlar hem de iktidarı ele geçirmek isteyenler tarafından çok geniş yelpazedeki toplumsal, politik ve ekonomik gündemleri hayata geçirmek için kullanılabilecek bir siyasal projedir. Popülizm farklı kapsamlarda farklı içerikleri kapsayabilecek esnek bir politik destek üretme yöntemidir. Jansen, söylemci yaklaşımı düşüncelerin ve öznelliklerin politik aktiviteye dönüşme biçimi üzerine yeterince yoğunlaşmamakla eleştirir.

Popülizmi tarif etmekte kullanılması mutlaka gereken öğeler nelerdir? Karizmatik bir politik liderin, ya yeterince yapılanmamış ya da giderek zayıflatılmış politik kurumları gereksizleştirerek, atomize haldeki insan topluluklarını güçlü biri biçimde yönlendirebildiği ve hegemonyası altında tutabildiği siyasi hareketleri popülist olarak niteleyebiliriz.

Popülizmin demokrasi ile ilişkisi nasıl ele alınabilir? Popülizmin toplumun görece dışarıda kalmış kesimlerinin içerilmesine dayanan bir mekanizma oluşturduğu ve halkın iradesini esas aldığı için demokratikleştirici bir rol oynayabileceği düşünülmüştür. (Koltwasser ve Mudde,2012) Arditi (2007) benzer biçimde popülizmin hem tedirginlik yaratan hem de daha önceden görülmeyen sorunları ve toplumsal kesimleri ortaya çıkaran ikili karakterini vurgular. Urbinati (1998) popülizmin toplum içinde iktidar sahibi toplumsal kesimlerle yeni güçlenenler arasında güç dengesini yeniden sağlayan bir fonksiyona sahip olduğunu vurgulayarak çok önemli bir katkı yapar. Popülist momenti genelde politik yapının yeniden üretiminde yaşanan sıkıntılar önceler. (Laclau,2007) Bu yeniden üretim sıkıntısı ise sivil toplum içinde ortaya çıkan güç kaymalarının politik toplum ve devlet içine yansımamasından kaynaklanabilir. Böylesi bir durumda popülizm Urbinati’nin vurguladığı dengelemeyi sağlayabilir. Fakat popülizmin özellikle kurumsuzlaştırma işlevi, karizmatik liderin merkezi rolü ile de birleşince iktidarın denge ve kontrol mekanizmalarının yok olmasına yol açar. Bu noktada dışlanmış toplumsal kesimlerin kendi otonom örgütleri ile değil de popülizm aracılığı ile sisteme dahil edilmesinin niteliksel farkını görmek mümkün olmaktadır. Eğer popülizm ile demokrasi arasında önerildiği gibi doğru orantılı bir ilişki olabilseydi sisteme dahil olan toplumsal kesimlerin otonom örgütleri denge ve kontrol işlevini görecek kurumları koruyabilirdi. Oysa popülist içerilmede bu kesimler otonom örgütlere ve dolayısıyla da kendi seslerine sahip olamazlar. Popülizm aracılığı ile demokrasi üreten bir içerilme oluşmaz. Popülist strateji içermeden ziyade dışlamayı önceler. Kutuplaştırmanın popülist strateji içindeki temel rolü de bu işleve dönüktür. Egemenliğin çekirdeğinin “vatandaş” yerine “halk” olması da öne çıkan dışlama fonksiyonun bir tezahürü olarak okunabilir. (Urbinati, 2014: 147) Demokrasi ancak alt sınıfların otonom örgütleri aracılığı ile içerilmeleri durumunda ortaya çıkabilir. Bu aşamada Laclau’nun popülizm analizine başlangıç olarak kabul ettiği önermeye de itiraz geliştirmiş oluyorum. Çünkü Laclau orada toplumsal uzam ile politik iradenin arasındaki çatlağı aşmaya dönük hiçbir teşebbüsün tam anlamıyla başarılı olamayacağını iddia eder, yani toplumsal öznenin kendisini politik uzamda doğrudan ifadesi mümkün değildir, bu temsil ancak söylem tarafından eğreti biçimde inşa edilebilir. Laclau biraz da bu ön kabulüne dayanarak popülizm içindeki demokratik öğeyi abartır. Popülizmin toplumu kutuplaştırmasını ve bu kutuplaşmanın kitleler için yeni bir birleşme olanağı yaratmasını popülizmin demokratik işlevleri olarak değerlendirir. (Urbinati,2014: 153) Bana göre bu imkansızlığı aşmanın yegane yolu toplumsal sınıfların otonom örgütlenmeleridir. Otonom örgütler, bu üst üste düşmeme sorununu “söylem”e göre çok daha iyi çözebilirler.

Popülizmi demokrasi ile ilişkisi açısından önemli bir katkı da Lewitsky ve Loxton (2013) tarafından yapılır. Popülizmin istikrar kazanmamış demokrasilerde demokratik kurumları işlevsizleştirerek rekabetçi otoriter rejimleri doğuracağı varsayımı giderek daha fazla örnek tarafından doğrulanmaktadır. Yazarların kimi varsayımları oldukça naif görünse de (politik sisteme dışarıdan gelen popülist siyasetçilerin kurumlarla nasıl çalışacaklarını bilememeleri, bu aralar Trump için de fazlasıyla sıklıkla gündeme getiriliyor) vardıkları sonuç çok önemlidir. Popülizmin rekabetçi otoriter rejime yol açmasına destek olan faktörler (zayıf devlet ve parti yapıları) bu rejimin istikrar kazanmasını neredeyse imkânsız kıldığı için yazarlar ortaya çıkan rekabetçi otoriterizmin istikrar kazanamayacağını da iddia ederler.

Mouffe, liberalizm ve demokrasi arasındaki eklemlenmenin özgün biçiminin Batı’nın tarihsel gelişimi olan olumsal bir sonuç olduğunu vurgular ve farklı zaman ve mekanlarda farklı demokrasilerin mümkün olduğunun kabul edilmesi gerektiğini önerir. (2015: 49) Bu durumda popülizm demokrasinin liberalizmden ayrıştırılması girişimi olarak da değerlendirilebilir. Denge ve kontrol mekanizmalarının anti-demokratik oldukları gerekçesiyle devre dışı bırakılması, azınlık haklarının “halk”ın çıkarları adına çiğnenebilmesi popülizme bir tür gerçek demokrasi olarak görünür. (Urbinati, 2014: 150)

Statüko karşıtlığının kurucu rolü

Statüko karşıtı bir söylem, popülist hareketin en önemli özelliklerinden birisidir. Popülist politik hareketler, “halk” ve “diğerleri” ayrımını kalın çizgilerle görünür hale getirmeye çalışırlar. Toplumsal çelişkileri basitleştirme, kolay anlaşılır hale getirme popülist söylemin en önemli özelliğidir. Popülist hareketin başarıya ulaşabilmesi karşıtlık ve kutuplaştırma siyasetinin rıza üretebilmesine bağlıdır. (Mouffe,2016) Bu kutuplaştırma ekonomik ve politik krizin ürettiği öfke ve tatminsizliğin örgütlenebilmesi açısından hayati öneme sahiptir.

Laclau, popülist kırılmaya yol açan olgunun bir arada bulunan, birbirine eklemlenmiş olan toplumsal taleplerin düzenin var olan kurumsal yapısı tarafından karşılanamaması olduğunu iddia etmektedir. Farklı kesimler tarafından ve düzen tarafından karşılanamayan bu talepler, bir eşdeğerlik zinciri oluşturacak biçimde birbirine eklemlenerek popülist bir kimlik oluşturur. Bu talepler bütünü “halk” ile diğerleri arasındaki iç sınırı oluşturur. Halk kendisini bu farklılık açısından tanımlar. Laclau ve Mouffe, anti-liberal “biz” ve “onlar” ikiliğini en belirgin biçimde Nazizm’in akıl hocalarından Schmitt’te bulurlar. Schmitt, Weimar Cumhuriyeti’nin kurumsal yapısının burjuvazinin ihtiyaç duyduğu istikrarı sağlamaktaki başarısızlığının fikirsel tezahürü olarak anlaşılması gereken bir teori üretir ve parlamentarizme karşı etkili bir eleştiri geliştirir. Burjuva demokrasisinin “sahte ve zayıf yönleri”nden yola çıkarak demokrasiyi geliştirmek yönünde değil ama “milli irade”yi ortaya çıkartmak adına temsili demokrasiyi de fiilen kaldıran bir başkanlık sistemi önerisi ortaya koyar. Führer’i meşrulaştıran bir hukuk ve siyaset teorisinin mimarı olan Schmitt, Dost/Düşman ikiliğini siyasi ilahiyatının merkezine aldığı için popülizm teorisyenlerinin de ilgisini çekmiştir. Laclau’nun popülizm teorisi açısından bu Dost ve Düşman arasındaki sınırın çizilmesi ve bu sınırın değişmeye açık biçimde de olsa sürekli olarak yeniden üretilmesi temel önemdedir. Laclau’da popülizm bir tür “halk” inşası projesidir ve giderek siyasetin kendisini ikame eden, onun olası tek biçimi haline gelen bir yöntem olarak karşımıza çıkarılır. Laclau’nun “sınıf indirgemeciliği” eleştirisi, yani Marksizm’in genel olarak işçi sınıfını bir politik aktör olarak görme eğilimini reddetmesi, giderek aşırılaşarak her türlü politik iddianın politik aktörün söyleminden üretildiği bir teori haline dönüşür. “Söylem, bizatihi nesnelliğin inşasının birincil alanıdır.” (Laclau, 2005:85) Söylemin ve propagandanın yaşantıyı anlamlandırma konusundaki etkisi görmezden gelinemez. Kişiler deneyimlerini ideolojik çerçevelerinden yola çıkarak anlamlandırırlar. Ancak söylem nesnelliği inşa etmez, söylem nesnelliğe uyumlu ise ancak etki üretebilir.

“Halka başvurmak”, Narodnikler, Kemalistler

“Halka başvurmak” ve “seçkincilik karşıtlığı” popülizmin temel özelliklerindendir. Fakat “halka başvurma” ögesini içeren her politik akımı popülist olarak niteleyemeyiz. Halkçılık kavramını en açık bir biçimde kullanan Rus Narodnikleri, burada bahsedildiği anlamda bir popülist hareket olarak anlatılamazlar. Çünkü burada bahsedilen hareketlerin neredeyse tamamı temsili demokrasinin çatlaklarında gelişmişler ve stratejilerini büyük oranda demokratik denebilecek koşullarda hayata geçirmişlerdir. Rus Narodnikleri için ise böyle bir ortamın varlığından bahsedilemez. Narodnikler, devrimci siyaset dışında demokratik politik olanaklara sahip değillerdi. Kemalizm’in halkçılığı da bu anlamıyla popülizm kategorisinde sınıflandırılmamalıdır. Kemalizm’de de her zaman bir halkçılık ve “halka gitme” teması olsa da kitlelerin mobilizasyonu Kemalizm açısından hiçbir zaman bir politik taktik haline dönüşmemiştir. Burada bahis konusu halkın rızasıyla iktidarlaşmadan ziyade iktidara, yani statüko haline gelmiş bir yapıya rızanın üretilmesi meselesidir. Bu açıdan “Böylece popülizmi kendi gerçeğine uyarlayan ülkelerden belki de ilki Türkiye oluyordu. Bunda Rusya ile Osmanlı’nın aynı coğrafyayı paylaşması ve Rusya’da önemli bir Müslüman unsurunun bulunması rol oynamış olabilirdi.” (Toprak, 2013: 46) iddiasının kabul edilebilir bir yönü bulunmamaktadır.

Popülist hareketin iktidarlaşması

Popülist hareketin popülist iktidar haline dönüşmesinin en önemli sonuçlarından bir tanesi devletin var olan kurumsal yapısının zayıflatılması ve dönüştürülmesidir. “Milli irade” kendisini sınırlayan denge ve denetleme mekanizmalarını bir tür vesayet aracı olarak görme eğilimindedir. Kurumsal işleyiş, temsil eden ile temsil edilen arasındaki mesafeyi arttıran engeller olarak görülürler. Popülist liderler, halkla doğrudan temas kurma yöntemlerini yoğun olarak kullanma eğilimindedirler. ABD Başkanı olan Trump’ın attığı tweetleri siyasetin bir aracı haline getirmeye çalışması, Berlusconi ve Erdoğan’ın iktidarları süresince basın üzerindeki denetimlerini giderek arttırmaları bu liderle “halk” arasında doğrudan ilişki kurma arayışının bir sonucudur. Popülist liderlerin yürütmeyi güçlendirme arayışları da ortak bir eğilimi simgeler görünmektedir. Yürütme kurumlardan, siyasi liderin şahsına doğru merkezileşir. Muhalefetin “halk”ın dışına atılması ve hain olarak gösterilmesi eğilimi de demokratik kurumların deforme edilmesi açısından popülizmin önemli bir özelliğidir.

Neo-liberalizm + popülizm=Neo-popülizm

Neo-liberalizm koşullarında ortaya çıkan popülizmi neo-popülizm olarak nitelendirmeyi tercih ediyorum. Bunun en önemli sebebi kimi benzer ve ortak özelliklerine rağmen neo-popülizmin geleneksel popülizmden farklı yönleri olduğunu düşünüyorum. Klasik popülist örneklerde uygulanan iktisat politikası (ithal ikamecilik) doğası itibariyle ulusalcı bir işçi sınıfı-burjuvazi ittifakı oluşumuna elverişli bir yapıya sahipti. İthal ikamecilik, iç pazarı ve yüksek reel işçi ücretlerini esas alması itibariyle ulusal sanayi burjuvazisiyle işçi sınıfını ortak bir çerçevede bir araya getirebiliyordu. Zaten ithal ikameciliğin, 1970 krizi sonrasında sürdürülemezliği ortaya çıkınca popülizmin hegemonya üretme kapasitesi kalmadı ve başta L. Amerika olmak üzere askeri darbeler aracılığıyla bürokratik otoriter rejimlerin inşası süreci yaşandı. (O’Donnell, 1978) Bu rejimlerde yabancı sermaye iktidar bloğunun temel bileşenlerinden birisi haline geldi. Kısacası, ithal ikamecilik popülist bir politik aktöre geniş alan yaratacak bir zemin oluşturmaktaydı.

Oysa neo-popülizm tam tersine popülist politikaların gelişimine neredeyse bütünüyle ters bir ekonomik dogma koşullarında ortaya çıkmıştır. Bu nasıl mümkün olabilmiştir?

İhracata dayalı kalkınma politikaları ve küreselleşme burada çok önemli bir rol oynamıştır. Söz konusu politikalar, hem egemen sınıflar hem de işçi sınıfı içerisinde çok önemli çatlakların ortaya çıkmasına yol açmıştır. İthal ikameci dönemde özellikle çevre ülkelerde devletle çok yakın ilişkileri olan finans kapital ile ona göre çok daha yerel, küçük ve ticaret sermayesi biçiminde var olan çevre sermaye grupları arasında çok belirgin bir bağımlılık ilişkisi vardı. Kıvılcımlı bu çevre sermayesini Türkiye özelinde tefeci-bezirgan sermaye olarak tanımladı ve onu finans kapitalin acentesi olarak değerlendirdi. (Kıvılcımlı’nın egemen sınıf bloğu içinde tefeci bezirgan sermayeyi ısrarla anmasının ne anlama geldiği 2000’li yıllarda AKP’nin yükselmesi ile daha belirgin hale geldi. Böylesi bir egemen sınıf fraksiyonunu hesaba katmayan Ergin Yıldızoğlu, AKP’nin toplumsal tabanını “kökeni Osmanlı’da olan bir İslamcı entelijensiya” olarak ısrarla anlatarak anlaşılmaz bir zorlama içerisinde davranıyor.) Emperyalizm koşullarında kapitalistleşen tüm çevre ekonomilerinde benzer bir ikilik bulmak mümkündü. İhracata dayalı kalkınma politikaları ve küreselleşme sonrasında bu iki sermaye fraksiyonu arasındaki bağımlılık ilişkisi büyük oranda çözüldü. Finans kapitalin devlet üzerindeki ekonomik araçsallaştırma tekeli, finansallaşma ve küresel piyasalara girişle etkisini kaybetti. 1990’larda bağımlılık ilişkisinin bu çözülmesi dünya üretim zincirlerine eklemlenmiş orta ölçekli kapitalist ülkelerde büyük benzerliklerin ortaya çıkmasına yol açtı. (Türkiye ve Tayland konusunda bu benzerlikleri tartışan önemli bir çalışma için bakınız Zarakol, 2013)

Benzer şekilde küresel üretim zincirleri ile farklı noktalardan eklemlenme işçi sınıfı içinde de çok önemli yarılmalara yol açtı. Finans ve bilişim sektöründe çalışan, küresel ölçekte mobilize olabilecek bir eğitimli işçi sınıfı özellikle kapitalist merkezlerde sosyolojik olarak belirgin bir nitelik kazandı. Çevre ülkelerde ucuz işgücü ihtiyacı ve tarımsal ekonominin hızla çözülüşü, kentlerde hızla yaygınlaşan bir enformel sektörü büyüttü. Çevre ülkelerde giderek “eski güzel günlerin hatırası”na sahip ancak giderek örgütsüzleşen bir merkezi sanayi işgücü de varlığını korudu.

1989 sonrasında sosyalizmin çözülmesi, işçi sınıfı merkezli bir karşı hegemonyanın gelişme koşullarını oldukça zorlaştırdı. Sosyalizmin etkisini yitirmesi, buna karşılık sermaye fraksiyonları arasındaki gerilimin giderek şiddetlenmesi neo-popülist politikaların gelişimi açısından olağanüstü elverişli bir ortam yarattı. Farklı ülkelerde farklı Dost/Düşman tanımları geliştiren popülist hareketler esas olarak bu farklı sermaye ve işçi sınıfı öbeklerinin ittifaklaşmalarına dayanır. Dolayısıyla popülizmi Laclau’nun açıkladığı gibi nesnelliği de inşa eden, neredeyse tamamen yukarıdan aşağıya politik önderlik tarafından kurulan siyasi hareketler olarak bakamayız. Bu hareketler kimi önemli toplumsal ittifaklar üzerinde büyürler. Bu hareketlerin kimlikleri bu toplumsal kesimleri birleştirirken kullandıkları yöntemlere göre de ayrışır.

Çevre ülkelerde neo-popülizm genellikle iktidar bloku dışındaki ihracatçı sermaye ile işçi sınıfının enformel kesimleri arasındaki bir ittifakın sonucu olarak etkinlik kazanmıştır. Peru’da Fujimori, Türkiye’de Erdoğan, Macaristan’da Orban, Tayland’da Shinawatra örnekleri bu kalıba büyük oranda uymaktadırlar. 1990’ların gelir dağılımını mutlak anlamda bozan, Dünya Bankası’nı bile harıl harıl “yönetilebilir yoksulluk” projeleri geliştirmeye iten koşulları düzenin var olan partilerinin, özellikle yaşanan yıkıcı ekonomik krizler sonrasında hegemonya inşa edebilmelerini olanaksız hale getirmişti. Tam bu momentte “yönetilebilir yoksulluk” politikalarıyla anti statükocu bir söylemi neo-liberal politikaları derinleştirmek adına kullanabilen neo-popülist hareketler inisiyatif kazandılar. Bunlar özellikle toplumun en örgütsüz ve en yoksul kesimlerini rıza ürettikleri temel toplumsal kesimler haline getirmeyi başardılar. (Weyland,2003) Bu anlamıyla toplumsal eşitsizliği, düzenin geleceği açısından yıkıcı sonuçlar yaratabilecek bir gündem olmaktan çıkardıkları için iktisadi ölçekte hala çok güçlü olan finans kapital kesimleri açısından da kabul edilebilir hale geldiler. Ayrıca ürettikleri rıza ile devleti bir şirket mantığına göre yeniden dizayn etmeye soyundular. Neo-liberal politikaları o zamana kadar hiç görülmemiş bir hızla hayata geçirdiler. Küresel piyasalarla hızla eklemlendiler ve ürettikleri hegemonyanın yarattığı istikrar sonucunda finansal akımları ülkeye çekmeyi başardılar. Toplumun en örgütsüz kesimlerinin desteğiyle örgütlü kesimleri, merkezi sanayi işçilerini yıkıcı özelleştirme politikaları ile daha da küçültüp zayıflattılar. Bunu gerçekleştirirken toplumun en fazla desteğe muhtaç kesimlerinin yararlanabilecekleri fonlar yaratmayı da ihmal etmediler.

2008 krizi sonrasında merkez ülkelerde görülen popülist vakalar ise küreselleşme yıllarında mutlak hakim hale gelen finans sermayesi hakimiyetine karşı ulusal sanayi sermayesi ile geleneksel sanayi işçilerinin bir tür ittifakı tarafından destekleniyor. Bunların en belirgin örnekleri Trump ve Brexit ile başarısız olsa da Le Pen ve Geert Wilders. Bunlar genelde yabancı düşmanlığı, milliyetçilik ve işçi hakları sentezinden oluşan bir anti-elitisit söylem üzerinden bir iktidar bloğu inşa etmeye çalışıyorlar. Bunun karşısında ise sol popülist/sosyalist (Sanders, Corbyn, Mélenchon) ve “ilerici neo-liberal” seçenekler ortaya çıkıyor. “İlerici neo-liberalizm, ABD’deki biçiminde yeni toplumsal hareketlerin (feminizm, ırkçılık karşıtlığı, çokkültürcülük ve LGBTQ hakları) ana akım halleriyle, iş dünyasının üst düzey “simgesel” ve hizmete dayalı sektörlerinin ittifakından oluşuyor. Bu ittifak ilerici güçlerin etkin olarak bilişsel kapitalizmin güçlerine, özellikle de finansallaşmaya katılmasıyla gerçekleşiyor.” (Fraser, 2017: 60) Benzer bir yapının Fransız seçimlerinde Macron-Le Pen ikiliğinde de ortaya çıktığını gördük. (Macron toplumun en düşük eğitim seviyesindeki %10 içinde %53 oy almışken en eğitimli %10’un %84’ünün desteğini almış. Eğitim oranı arttıkça Macron’un oy oranı da artıyor. Fukuyama’nın günümüzde sınıfsal ayrımın en temel göstergelerinin ulusal sınırları aşabilme/mobilite yeteneği ile eğitim seviyesi olduğunu bu noktada hatırlatmakta fayda var.) Burada not edilmesi gereken bir konu da otoriter, ırkçı popülizmin kendi karşıtına da rıza üretme kapasitesinin büyüklüğü. İktidar bloğu, canavarlaştırdığı “popülist” rakibine duyulan öfkeden yararlanarak da kendi tükenmişliğini bir sonraki karşılaşmaya kadar unutturabiliyor. Popülizmin kapitalizme yaptığı en büyük hizmetlerden bir tanesi de bu.

Popülizmin egemen sınıf içi ilişkileri regüle etme rolü

Bu tartışma sonrasında popülizmin aslında sermaye sınıfı içerisindeki güç mücadelesinin bir enstrümanı olduğunu tespit etmeden geçmemek gerekiyor. Özellikle dışarıda kalan sermaye fraksiyonunun iktidar bloğuna önce sızmak ve sonrasında bütünüyle kendi inisiyatifinde düzenleme isteği popülizmin neredeyse tüm özelliklerini açıklayan bir gerekçe haline dönüşüyor. Bu durum aslında Aristo ve Makyavel’in metinlerinde bile gözlenebilen bir ittifak olanağını gösteriyor. (Urbinati, 142) Popülizm sermaye sınıfı içinde sosyolojik anlamda değişen güç dengelerini siyasi anlamda yeniden yapılandırma işlevi gören bir politik strateji olarak değerlendirilirse son kertede en doğru tespit yapılmış olur. Türkiye ve AKP örneğinden bakmamız bile popülizmin bu işlevini rahatça görme şansımızı güçlendiriyor.

Sol popülizm böylesi bir yapıyı çözmek için etkin bir araç olabilir mi?

Popülizmin sol bir varyantı mümkün müdür? “Halk”ın biz de genel olarak “sol” bir çağrışıma sahip bir kelime olması bile bu soruya bir cevap oluşturabilir. Türkiye sağının hegemonya projesinin yatağı millet; devletçi, Kemalist projeninki ulus ise solun karşı hegemonya projesinin temel meşruiyet kaynağı da halktır. Kürt Siyasi Hareketi’nin güçlenmesi sonrasında halkın çoğullaşarak halklar haline gelmesi bu gerçeği değiştirmez. Kendilerini halkçı ve popülist bir projenin değil de doğrudan “komünist” çizginin takipçisi olarak görenler ise halk kavramı yerine sınıfı öne çıkarırlar. Kullanılan terminoloji itibariyle Türkiye’de sol popülizme dair geniş bir alan bulunduğu, bu alanda eyleyen birçok siyasi çizginin var olduğu rahatlıkla söylenebilir. Esasında “burjuva devriminin çözemediği meseleler” kapsamında “sınıfsal çelişki”nin yanına “demokratik görevleri” de yerleştiren böylece salt üretim ilişkilerini dönüştürmek yerine kimlikle ilgili toplumsal sorunları da “esas meseleler” olarak ele alan bu anlamda işçi sınıfı dışındaki ezilen kategorilerini de kendisine eklemlemeye çalışan demokratik devrimci programın, sol popülist bir yaklaşım ile akrabalıkları da tespit edilmelidir.

Sol popülizmin var olup olamayacağı aslında son dönemde L. Amerika deneyimleri açısından daha kapsamlı bir biçimde ele alınmaktadır. Partiden ve sınıf eksenli bir programdan ziyade lideri ve onun ezilenler ile kurduğu özel bağı esas olan, bu bağ üzerinden yol almaya çalışan siyasal hareketlerin sol popülist olarak nitelenebildiği, Laclau-Mouffe çizgisinin de bu deneyimleri sol açısından güçlü bir seçenek yaratmanın en önemli yolu olarak gördüğü bilinmektedir. (Mouffe, “Pour un populisme de gauche”, 2016, s.22) İspanya’da Podemos, Fransa’da Melenchon örnekleri de bu anlamda L. Amerika deneyimlerinden fazlasıyla etkilendiklerini açıkça ifade etmektedirler. Bu sebeple de kendi ülkelerinde özellikle burjuva basın tarafından “Chavista” olarak nitelenerek karalanmaya(!) çalışılmaktadırlar.

Doğrudan sınıf hareketinden doğmayan, politik bir önderin çevresinde toplanan bir hareketin önce iktidarı elde ettiği sonra da, başta sınıfı örgütleyerek yukarından aşağıya doğru sosyalist bir toplum inşasına giriştiği bir “sol popülist” proje imkansız mıdır? Hayır. Stefan Jonsson’un da vurguladığı gibi “Popülizm yukarıdan üretilir”. Sol popülist olarak nitelenebilecek bir hareket de aynen sağ popülizmin doğup gelişmesine uygun koşullarda bir “vurucu güç” olarak iktidara uzanabilir ve bu iktidarı toplumsal dönüşüm, hatta hatta üretim ilişkilerinin dönüşümü için değerlendirebilir. Bu gibi hareketler de genelde kurumsal partiler, kökleşmiş programlar söz konusu değildir. Yeni iktidar bloğu büyük oranda politik liderin karizmasının ekseninde oluşan politik ittifaklarca şekillendirilir. Weber’in de vurguladığı gibi karizmatik liderler, rollerini en etkin bir biçimde böylesi kırılma anlarında, devrimci durumlarda yarattıkları yoğunlaşma, buna bağlı olarak ürettikleri coşku ve bağlanma ile gerçekleştirirler. Bu tarz bir önderliğin rolü ise Gramsci’de Sezarizm başlığı altında tartışılır: “Her ne kadar içinde büyük bir kişiliğin, yıkıma yönelik bir güçler dengesiyle nitelenen, tarihsel siyasal bir duruma ‘hakemlik’ etme göreviyle görevlendirildiği özel bir durumu Sezarizm her zaman dile getirse de daima aynı tarihsel anlama sahip olmaz, ilerici bir Sezarizm olabileceği gibi gerici bir Sezarizm de olabilir. Sezarizm’in her biçiminin tam anlamı, son çözümlemede, sosyolojik bir şemadan değil de somut tarihten hareketle ortaya konulabilir. Başarı bazı karşılıklı ödün ve sınırlamalarla tadil edilmiş olsa da karışımı ilerici gücün başarısına yardım ettiği takdirde Sezarizm ilericidir, karışımı gerici gücün başarısına yardımcı olduğu takdirde Sezarizm gericidir.” (Gramsci, 2014 :112) (Kıvılcımlı’nın vurucu güç kavramı ile Gramsci’deki Sezarizm arasındaki paralellik dikkat çekicidir. Kıvılcımlı tarihsel gelişimde üstyapının önemini, kolektif aksiyonun ve politik aktörün belirleyiciliğini en az Gramsci kadar kavramıştı. Ancak bu durumu tekniğin çok geliştiği günümüze ancak tarihsel bir kalıntının uzantısı olarak sokma -Jön Türk geleneğinin kalıntısı ordu gençliği örneğinde olduğu gibi- eğilimindedir.) Sağ ve sol popülizm arasında gerçekleştirilecek ayrımın da böylesi bir somut tarihsel zemine oturması gerekir. Popülizmin bir ideoloji değil bir siyaset etme yöntemi olduğu vurgusu bu açıdan belirleyicidir. Popülist aktör, esas olarak elindeki olanakları ezilenlerin özyönetim aygıtlarının gelişmesi yönünde kullanıyorsa, yani ezilenlerin politik anlamda özneleşmesi, kendilerini dönüştürücü bir toplumsal aktör olarak örgütlenmelerini sağlıyorsa, devlet iktidarını devlet-sivil toplum dengesini inşa etme yönünde kullanıyorsa sol olarak nitelenmelidir. Ezilen sınıfların geleneksel olarak örgütsüz ve dağınık olduğu bir sosyal yapıda, devrimci dönüşümün böylesi bir dinamik üzerinden gelişmesi de neredeyse kaçınılmazdır. Popülizmin devlet kurumsallaşması ile kavgası liberal bakış açısından dehşet vericidir. Oysa devrimci bir dönüşüm açısından devlet kurumları ile boğuşmak, onları yok etmek ve yeniden kurgulamak kaçınılmazdır. Sol popülizm, egemen sınıfların iktidarını ifade eden ve statükonun güç ilişkilerini temsil eden devlet kurumlarını zayıflatır ve bu ağı çözmeye çalışır. Bunun yerine iktidarın merkezini adım adım ezilenlerin öz örgütlerine doğru taşır. Bu anlamıyla liberalizmin, Montesqieu ve Tocqueville’den bu yana demokrasinin taşıyıcısı olarak gördüğü “güçler ayrımı” prensibi (Aristo’da da “denge” olarak özgürlüğün temel koşulu olarak ele alınmaktadır.) sol popülist bir iktidarın çatısı altında da yeniden kurulmak zorundadır. Ancak bu sefer güçler dengesi devletin, egemen sınıfın farklı fraksiyonları arasında paylaştırılmış devlet kompartımanları arasında değil devlet ile toplumun öz yönetim aygıtları arasında kurulmalıdır. Kendisini böylesi bir denge içine oturtmayan bir sol popülist iktidarın sol olarak kalması da bir toplumsal dönüşüme öncülük etmesi de mümkün değildir. (Hegelci bütünden parçaya gitme eğilimi -“komünizmi kurarsak bütün sorunlar çözülür” çizgisi- Zizek ile Spinozacı çokluğu ve bunun iradi müdahale ile birleştirilmesinin siyasetin ana meselesi olduğunu vurgulayan Laclau-Mouffe çizgisi arasındaki evrenselcilik-sol popülizm tartışması bu açıdan izlenmeyi ve değerlendirilmeyi hak ediyor; Zizek, 2017: 211-224, Laclau, 2005:254-260) Sağ popülizm kendisini Rousseaucu “genel irade”nin yansıması olarak lanse ederek iktidarı liderin elinde toplamaya, bu açıdan da kendisini dengelemeye ve kontrol etmeye çalışan tüm devlet kurumlarını “vesayetçi” olarak niteleyip güçsüzleştirip iktidarını mutlaklaştırmaya çalışırken, sol popülizm iktidarı olabildiğince devletten uzaklaştırmaya, kendisinden ziyade toplumsal örgütlenmeyi güçlendirmeye yönelir. Sağ popülizm genelde bir sermaye fraksiyonunun diğerleri aleyhine devletin içindeki merkezi konumunu güvence altına alma amacına dayalı bir stratejiyken sol popülizm özellikle sınıf ve ezilen örgütlenmelerinin zayıf olduğu yerlerde, Jakobence ve yukarıdan aşağı müdahale ile toplumun örgütlenmesi ve demokrasinin üretim ilişkilerini de kapsayacak bir biçimde derinleştirilmesi yürümenin bir biçimi olabilir.

Esas olarak sınıfsal ve toplumsal üretimin paylaşımına dair olan bir çelişkiyi sağ popülizmin sınıfın öfkesini sömüren ve demokratik dönüşümü engelleyen bir biçimde sömürmesinin önüne geçmek hiç kuşku yok ki bu dönemin en önemli görevidir. Böylesi büyük bir altüst oluşun yaşanması, statükonun çözülmesi, tarihin yeni çatallanma noktalarına doğru ilerlemesi zinde kafayla ancak büyük bir heyecanla ele alınmayı gerektiriyor. Liberal bakış, bu süreçte sadece korkutucu faşizan yükselişe kilitlenerek, onun istikrar kazanma olanaklarını da gereğinden fazla büyüterek karamsar bir tabloya gömülüyor. Liberal bakışı güçlendiren boyut ise bu momentin başında Syriza ile solun ele geçirdiği fırsatı tüm dünyaya itki verecek bir biçimde değerlendirememesi. Ancak şurası kesin ki popülist momenti sola döndürebilmek için toplumda kaynayan “sosyal güvence talebi ve eşitsizliğe öfke” kazanına girmek ve o harla kavrulmamız gerekecek. Sol, toplumun sosyal güvence talebine hangi araçlarla karşılık verecek? Bu alanda aslında devasa olanaklara sahibiz. Sosyal demokrasinin neo-liberalizmce ilhak edilmesi sonrasında sosyal demokrasinin geleneksel politik avadanlıkları şu anda radikal bir toplumsal dönüşüm projesine eklemlenme olanağı sunuyor. Sosyal konutlardan (orta sınıfı ölene kadar borçlu yaşayıp ev sahibi olma telaşından kurtarmanın yolu) trafiği ve otomobil medeniyetini çöpe atacak toplu ulaşım projelerine (bu kadar köprü açan “Reis” Haydarpaşa-Pendik tren hattını neden geciktiriyor?), vatandaşlık gelirinden temel sosyal güvenlik paketinin devlet güvencesine alınmasına, kamusal eğitim ve sağlık hizmetlerinin niteliğinin yükseltilmesinden kentsel müştereklerin geliştirilmesine, “zengine vergi, topluma güvence talebinden” iş güvencesinin güçlendirilmesine politikleştirilmeyi ve gerilim kaynağı haline getirilmeyi bekleyen konular var. Nedense bu meselelerin politikleştirilememesinin örneğin Türkiye’de Erdoğan’ın iktidarının en önemli güvencesi olduğu yeterince görülmüyor. Önümüzdeki dönemde Demokrasi Cephesi tartışmaları yürütülürken solun temel müdahale alanının popülizmi ezilenlere bağlayan ilişkinin yıpratılması olduğu, bunun da üretim ve paylaşım ilişkileri ile taleplerle yakından bağlantılı olduğunun unutulmaması gerekiyor. Tuzla’daki iş cinayetleri, Tekel Direnişi ve Soma Katliamları dışında 21. yüzyılda bu ülkede sınıfa ve sömürüye dair etkin bir gündem yaratılamamışsa burada sosyalist mücadele yürütenlerin sorumluluğunu alması gereken bir durumun olduğu açıkça görülüyor. Sosyalistler olarak Erdoğan’ın emekçilerle kurduğu bağı en azından zorlayacak bir hattı kısa vadede üretemediğimizde oluşacak Demokrasi Cephesi’nde örneğin CHP’nin çok belirgin bir biçimde gölgesinde kalınacağı, bir biçimde “ilerici neo-liberalizm”e tav olunmak zorunda kalınacağı açıkça görülmeli.

Bu tartışmayı bir başlangıç olarak ele alıp derinleştirmek kısa vadede yürütmek istediğimiz ideolojik hegemonya mücadelesi açısından da acil bir görevdir. İlerici kamuoyunda yürütülen tartışmalara, geliştirilen kavramlara, oluşturulan argümanlara dokunmadan, onları anlamadan ve onlarla tartışmadan, hesaplaşmadan böylesi bir hedefe ulaşabilme şansı yoktur.

 

KAYNAKÇA

Acemoglu, D. Egoroy, G. ve Sonin, K. (2011) A Political Theory of Populism, National Bureau of Economic Research, Inc., NBER Working Papers 17306

Arditi, B. (2007) Politics on the edge of Liberalism, Edinburg: Edinburg University

Arter, D. (2010) ‘The Breakthrough of Another West European Populist Radical Right Party? The Case of the True Finns’, Government and Opposition, 45(4), 484-504

Barr, R.R. (2009) “Populists, Outsiders and Anti-Establishment Politics”, Party Politics, 15(1), 29-48

Beck, U. (1992) Risk Society: Towards a new Modernity (Vol.17) Sage

De la Torre, C. (2000) Populist Seduction In Latin America: The Ecuadorian Experience Athens: Ohio University Press.

Di Tella, T. S. (1965) “Populism and Reform in Latin America.”, Veliz, C.(der), Obstacles to Change in Latin America içinde, Cambridge: Cambridge University Press.47-74

Germani, G. (1978) Authoritarianism, Fascism, and National Populism, New Brunswick, NJ: Transaction Books.

Hennessy, A. (1969) “Latin America”, Ionescu, G. ve Gellner, E. (der.), Populism: Its Meaning and National Characteristics içinde, New York: Mc Millan

Jansen, R.S. (2011) “Populist Mobilization: A New Theoretical Approach to Populism”. Sociological Theory, 29(2), 75–96

Jonsson, S. (2008) A Brief History of Masses: Three Revolutions, Columbia University Press

Klarén, P. F. (1973) Modernization, Dislocation, and Aprismo: Origins of the Peruvian Aprista Party, 1870–1932. Austin: University of Texas Press.

Laclau, E. (2007), Populist Akıl Üzerine, çev: Nur Betül Çelik, Epos: Ankara

Lewitsky, S. ve Loxton, J. (2013) “Populism and competitive authoritarianism in the Andes”, Democratization, 20 (1), 107-136

Mudde, C. ve Kaltwasser, C.R. (der.) (2012) Populism in Europe and the Americas, Cambridge: Cambridge University Press.

Mudde, C. (2004) ‘The Populist Zeitgeist’, Government and Opposition, 39 (4), 542– 563.

Mouffe, C. (2015) Dünyayı Politik Düşünmek-Agonistik Siyaset, çev. Murat Bozluolcay, İstanbul: İletişim

Mouffe, C. (2016) The populist moment, www.opendemocracy.net, 21 Kasım 2016

Mouffe, C. (2016) Pour un populisme de gauche, Le Monde (21 Nisan 2016)

O’Donnell, G. (1978) “Reflections on the patterns of change in the Bureaucratic Authoritarian State”, Latin American Research Review, 13(1), 3-38

Panizza, F. (2005) Populism and the Mirror of Democracy, London: Verso.

Pappas, T.S. (2012) Populism Emergent: A framework for analyzing its contexts, mechanics and outcomes, EUI Working Papers, RSCAS 2012/01.

Quijano, A. (1968) “Tendencies in Peruvian Development and Class Structure”, Petras, J. ve M.Zeitlin (der), Latin America: Reform or Revolution? içinde, Greenwich: Fawcett, 289-328

Roberts, K. M. (2006) “Populism, Political Conflict, and Grass-Roots Organization in Latin America”, Comparative Politics, 38 (2), 127-148

Sunar, İ. (2010), Demokrasi Türkiye Serüveni, İstanbul: Doruk

Taggart, P. (2000) Populism, Buckingham: Open University Press

Toprak, Z. (2013) Türkiye’de Popülizm, 1908-1923, İstanbul: Doğan Kitap

Urbinati, N. (2008) “Democracy and Populism”, Constellations, 5(1), 110–124.

Urbinati, N. (2014) Democracy Disfigured – Opinion, Truth and the People, Cambridge: Harvard University Press

Weyland, K. (2001), “Clarifying a Contested Concept: Populism in the Study of Latin American Politics”, Comparative Politics, 34 (1), 1-22.

Weyland, K. (2003), “Neopopulism and Neoliberalism in Latin America: How much affinity?”, Third World Quarterly, 24(6), 1095-1115

Zarakol, A. (2012) “Revisiting Second Image Reversed: Lessons from Turkey and Thailand”, International Studies Quarterly, 1-13