KÜRESELLEŞME SONRASI – MEHMET YILMAZER

Yol, Yaz  2017

Giriş

Dünya yeni bir döneme giriyor. Bu yeni dönemin ne olabileceğini öngörebilmek için tarihin çok derinliklerine inmeyeceksek, en azından Berlin Duvarı’nın yıkılışı sonrasına bakmak gerekiyor.

Neoliberalizm bayrağını 80’li yılların ortalarında ABD ve İngiltere açmıştır. Duvar’ın yıkılışı ile bu süreç hız kazanmış küreselleşme adı altında, aslında yeni güç dengeleri içinde dünyanın yeniden paylaşım dönemine girilmiştir. Bu süreç Keynes ekonomilerinin terk edilmesi ve yeni bir sermaye birikim döneminin kapılarının açılması anlamına geliyordu. İki parola öne çıkmıştı: özelleştirmeler ve kuralsızlaştırma.

Devletin ekonomiye müdahalesinin ağırlıkta olduğu Keynes döneminden, devletin ekonomiden dışlandığı, pazarın yeniden kutsandığı bir yola giriliyordu. Devletin elinde olan işletmeler verimsizlikleri gerekçe gösterilerek tüm dünyayı saran bir dalga ile özelleştirilmeye başlandı. Öte yandan, finans alanına, borsalara ve spekülatif sermaye hareketleri içine muazzam kaynaklar aktarıldı. Sigorta fonları, emeklilik fonları devasa tsunami dalgaları gibi borsalara aktı. Para okyanusunda spekülasyon dalgaları yükselmeye başladı. Paranın ülke sınırlarını rahatlıkla aşabilmesi için kuralsızlaştırma icat edildi.

Bu dönemin ekonomik olarak anlamı, kâr oranlarında düşme nedeniyle sermayenin üretim devresinden finans, spekülasyon alanına kaymasıydı. Bu fırtınaya önceleri Kıta Avrupası ve Japonya direndi. Fakat ABD ve İngiltere’nin baskısıyla finansallaşma dalga dalga dünyaya yayıldı.

Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan sürecin iki özelliği vardı. 90’lı yıllar ve iki binli yılların başları Latin Amerika, Uzak Doğu, Rusya’da ve hatta Türkiye’de finans krizlerinin yaşandığı bir süreç oldu. Bir finans dalgası dünyayı dolaştı. Japonya, uzun sürecek bir durgunluğa girdi, finansallaşma mali krizlerle dünyadaki egemenliğini ve hareket alanını inşa etti. Finansa en uzak duran Almanya bile bu baskılarla aynı sürece girmeye zorlandı. Öte yandan, bu yıllar Balkanlar ve Doğu Avrupa ülkelerinin paylaşıldığı, I. Dünya Savaşı öncesini andıran yıllar oldu. O zaman itibarı ve gücü yüksek olan AB bir yandan, NATO diğer yandan bu bölgeleri paylaştılar. Hatta Merkez Asya ülkeleri de bu paylaşım içine girmişti. Eski sosyalist ülkeler çılgınlar gibi kapitalizme doğru koşuya kalktılar.

Berlin Duvarı’nın yıkılışının hemen sonrasında Avrupa ve Japonya Soğuk Savaş’ın dehşet dengesi sona erdiğine göre “barış içinde bir ekonomik yarış” dönemine girildiğine inandı. Daha doğrusu bu dönemin böyle yaşanmasını istediler. Onun için özellikle Japonya ve Almanya, sınırlı ölçüde de Çin, Ortadoğu’da Irak ve İran başta olmak üzere bazı Körfez ülkeleriyle önemli enerji anlaşmaları imzaladılar. Bu “barış içinde yarış” hayalleri Körfez Savaşı ve Irak’ın işgaliyle bölgenin çöllerine gömüldü.

Güçler tablosu açısından 90’lı yıllar ve iki binlerin başları “süper güç”ün egemenliği ve “yeni bir dünya düzeni” kurma çabalarıyla geçti. Küreselleşme bu amacın fiyakalı adıydı. Neoliberalizm paylaşımın ekonomi mekanizmalarını anlatıyordu. Ve dünya 90’ların başlarında Japonya ve Almanya’nın hayal ettiği gibi “barış içinde ekonomik yarış” yoluna değil, doğrudan yeni paylaşım savaşlarının içine giriyordu. Irak’ın işgali bu dönemin inkar edilemez kanıtı oldu. Soğuk Savaş’ın “dehşet dengesi” ortadan kalkmıştı, ancak yeni dünya düzeni farklı bir dehşetin içine yolculuğun adı olmuştu.

“Süper güç” Amerika 2001’de ikiz kulelerine yapılan saldırı sonrası dünyayı silah zoruyla yeniden şekillendirme yoluna çıktı. Bunun adını “uluslararası teröre karşı mücadele” koydular. Berlin Duvarı’nın yıkılışı sonrası geçen ilk on yılda Körfez Savaşı ve Balkan Savaşı yaşansa da kapitalist dünya genel olarak dehşet dengesinden kurtulmanın sarhoşluğuyla “tarihin sonu” üzerine kadeh kaldırıyordu. 2003’de Irak’ın işgali ile dünya bugünkü cehennem gibi günlere adım atmış oldu.

Washington, Ortadoğu’da büyük bir hedefe kilitlenerek, “Saddam diktatörlüğü”nü yıkıp bölgeye demokrasi getirme umuduyla Irak işgaline başladı. Bölgeye vereceği yeni şeklin gücü ve rüzgarıyla dünyada yeni bir düzen kurma yoluna çıkmıştı. Bu yolda kendine yeterince destek vermeyen AB’yi “eski Avrupa” diye aşağılayıp, yeni “doğu” Avrupa’yı kutsamıştı. Olaylar Washington’un planlarına göre akmadı.

2003 sonrası ABD’nin hayallerini yıkan önemli gelişmeler yaşandı ve kurmaya çalıştığı yeni dünya düzeni kendisi için kabusa dönüşmeye başladı. Detayları atlayarak üç olaya değinmek gerekiyor. Irak’ın işgali ABD için bataklığa bir girişti. O günden beri debelendikçe batıyor. İkinci olay, 2008 krizidir. Bu krizle neoliberal ekonomi politikaların iflası tüm dünyaya ilan edilmiş oldu. Üçüncü olay, 2011 Arap isyanları ile ABD’nin bölgeye şekil vermek için son gayretleri bölgeyi iyice cehenneme çevirdi, kendisini de batağın dibine çekti.

Irak işgali sonrası süreç dünya güçler dengesinde önemli bir değişime yol açtı. Berlin Duvar’ı yıkıldığında “süper güç” olan Amerika, Bağdat’ta Saddam heykelini yıkarken aynı zamanda kendi süperliğinin de inişe geçişini tetikliyordu. İşgalden beş yıl sonra artık ABD süper güç değildi, güçler tablosunda çok kutuplu dünya ortaya çıkıyordu. Obama yılları Amerika’nın dünyada ve bölgede güç kaybının çok görünür hale geldiği bir zaman aralığı oldu.

Afganistan ve Irak işgaliyle süper güç yıpranmaya başlarken, Çin ve Rusya hem dünya siyasetinde hem de ekonomisinde yeni mevziler kazanıyordu. Duvar’ın yıkılışından sonra yıldızı iyice parlayan Avrupa Birliği de 2008 krizinden sonra nefes darlığı sürecine girdi. Günümüzde o parıltılı günlerden eser olmadığı gibi AB’nin devamı konusunda karamsar yorumlar artıyor.

Trump’ın yolunu döşeyen iki altüstlük 2008 kriziyle neoliberalizmin iflası ve çok kutuplu dünyanın şekillenmesiyle süper gücün zayıflamasıdır.

Bu gelişmeler, Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ile zafer sarhoşluğuna kapılan kapitalist merkezlerde şok etkisi yaratmıştır. 90’lı yılların başında “tarihin sonu”nu ilan eden Fukuyama, insanlığın son gelişim aşamasının “liberal demokrasi” olduğunu iddia etmişti. İnsanlığın henüz gelişmekte olan büyük bölümünün artık bu hedefe yürümekten başka bir amacı olamazdı.

2014 yılında aynı kapitalist kahin F. Fukuyama liberal demokrasiler hakkında şunları söylemek zorunda kalıyordu:

“Gelişen ve iyi gelişmiş çağdaş demokrasilerin yüz yüze olduğu bir sorun varsa, o da insanların hükümetlerden istediklerini: kişisel güvenlik, ekonomik büyümenin paylaşımı ve eğitim, sağlık gibi kaliteli temel kamu hizmetleri ve bireysel fırsat elde edebilmek için gerekli alt yapıyı karşılamadaki başarısızlıklarıdır.” (1)

Anlaşılıyor ki liberal demokrasiler “tarihin sonu” olmadığı gibi her gün felakete daha fazla yaklaşan bugünkü dünyanın temel sorunu haline gelmiştir. Kişisel güvenlik, büyümenin paylaşımı, temel hizmetler gibi konulardaki gerekleri karşılayamayan bir düzen er ya da geç tarihin çöplüğüne atılır. “Tarihin sonu”ndan tarihin çöplüğüne gelmek rastlantı değildir. Hala içinden çıkılamayan 2008 krizi, yerkürenin artan ölçüde bir yangın yerine dönmesi, büyük güçlerin büyük yalanları ile dünyanın yönlendirilmesi hep küreselleşme ve neoliberalizm bayrağı altında gerçekleşti.

Son yıllarda bizzat Joseph Stiglitz gibi kapitalist ekonomistler bile büyüyen eşitsizlik ve sonuçları üzerine değerlendirmeler yapıyor. Öte yandan bu gelişmeler Thomas Piketty’e “21. Yüzyılda Kapital” kitabını yazdırdı. Ana konusu sermaye birikiminin yarattığı ve son birkaç on yılda iyice uçurumlaşan eşitsizliğin “tehlikeleri” üzerine genel tabloyu sunan ve çözüm yolları arayan bu kitap oldukça ilgi gördü. Uçurum derinleşiyor ve tehlike büyüyor; bunun baş aktörü ise küreselleşme ve neoliberal ekonomi politikalardır. Bunu artık “tarihin sonu”nu ilan eden F. Fukuyama’nın bile itiraf etmesi özel olarak anlamlıdır.

Öte yandan, ekonomi alanından dünyanın düzenine geçince son otuz yılda nasıl bir tablonun ortaya çıktığına Amerikalı kıdemli diplomat Henry Kissinger’ın verdiği cevap ilginçtir.

“Düzenin iki yüzü -güç ve meşruiyet- arasında bir denge bulmak devlet adamlığının özüdür.” Kissinger’in bu uyarıyı yapması günümüzün temel bir gerçeğine dayanıyor:

“Meşruiyet iddiaları bugüne kadar, her on yılda inanılmaz yollarla kendi ufkunu çeşitlendirirken, günümüzde, kısmen teknolojik nedenlerle, güç görülmemiş bir akış içindedir.” (2)

Günümüz dünyasında meşruiyetin çeşitlenmesi artarken, teknolojik gelişimin hız ve kapsamına ayak uyduramıyor. Bu sadece uluslararası alanda silah tekniklerinin gelişmesi ve güç kullanımı açısından değil, yüksek tekniği elinde tutan tekellerin gündelik yaşamda eriştiği güç ve buna karşılık insanlığın moral değerlerinin neredeyse eriyip yok olmasıyla da ilgilidir. Bilgi ve teknik büyük güçtür, ancak özel mülkiyetin egemenliği altındadır. Elbette bu gerçekliğe Kissinger’in bir itirazı yoktur. Onun sorunu güç ve meşruiyet arasında devlet adamının kurması gereken dengedir.

Soğuk Savaş sona erdikten sonra güç kullanımı azalmadı, tam tersine yaygınlaştı. Üstelik kapitalizmin “komünizm korkusu” ortadan kalkınca pervasızlığı çok arttı. Küreselleşme ve neoliberalizm bu pervasızlaşan yolculuğun adları oldular. Sorun meşruiyet ve güç kullanımı dengesinin kullanımında yatıyor. Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un dediği gibi “Soğuk Savaş yıllarında taraflar bazı sınırların aşılmamasına dikkat gösterirlerdi.” Duvar yıkıldıktan sonra bu dikkatin yerini pervasızlık almıştır.

Saddam’ın kimyasal silahlara sahip olduğu bahane edilerek başlatılan Irak işgali ve antik medeniyetlerin beşiği Bağdat’ın inanılmaz yağmalanması “güç ve meşruiyet dengesine” onarılamaz bir darbe oldu. Bugün Ortadoğu’nun bir cehenneme dönmesi, hele Arap isyanlarından sonra bu cehennemin iyice yaygınlaşması ardından büyük kör terör dalgaları yarattı.

El Kaide ve IŞİD, bölgede küreselleşme yağmasının yarattığı canavarlardan başka bir şey değildir. Bu örgütlerin emperyalist merkezlere taşıdığı dehşet, onların yüzüne tutulan bir aynadır.

“Güç ve meşruiyet dengesi”nin bozulmasıyla nasıl bir dünya ortaya çıktı?

“Dengesizlik büyürken 21. yüzyılın dünya düzeninde dört önemli alanda eksiklik ortaya çıktı.

“Birincisi, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden beri dünyanın çeşitli bölgelerinde ‘başarısız devletler’, ‘yönetilemeyen alanlar’, güç kullanma tekeline veya merkezi otoritenin etkinliğine sahip olmayan devletler fenomenine şahit olduk.

“İkincisi, dünyadaki ekonomik ve politik örgütlenmeler farklı yöndedir. Dünya politik yapısı ulusal devlet temelindeyken, uluslararası ekonomik sistem küreseldir.

“Üçüncüsü, en önemli konularda birlikte iş yapmak ve sonuç almak için büyük güçlerin etkin mekanizmalarının yokluğudur…

“Hepsinden önemlisi, kararsız davransa da Amerikan liderliği kaçınılmazdır. Geri çekilmesine izin verilemez.” (3)

Bu eksikliklerden çıkarılabilecek temel sonuç, dünyanın yönetilemez noktaya doğru hızla gitmesidir. Sadece başarısız devletler, yönetilemeyen alanlardan söz etmek tabloyu eksik bırakır, dünyada başka bir fenomen daha vardır. Ülkeler genellikle iki kutba ayrışıyor. Bu tablo yönetim yeteneğini zayıflatıyor. Bu kutuplaşmayı en genel anlamıyla neoliberal uygulamalar ve ona karşı oluşan tepkiler olarak görmek hatalı olmaz. Güçler karşılıklı saflaşıyor, böylece egemenlik yapıları da sorunlu hale geliyor. Soğuk Savaş sonrası dünya düzeni epeydir kaosa evrimleşiyor.

Bu gidiş mevcut uluslararası kurumları işlevsiz hale getiriyor, pek çok uluslararası örgütlenme olmasına rağmen “büyük güçler arası etkin mekanizmalar” yoktur. Elbette en önemlisi dünyanın artık bir kaptanı yoktur. ABD’nin liderliğini kaçınılmaz göre Kissinger, onun geri çekilişini düşünmek bile istemiyor. Ancak bugünün dünyasında ABD’nin mevzi kaybı tartışılmaz bir gerçektir.

Trump’ın başkan seçildiği dünya üç özelliğiyle öne çıkıyor. Küreselleşme, yani Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrası hız alan dünyanın yeniden paylaşımı bugün ortaya yönetilemez bir dünya çıkarmıştır. Bu tablo bugüne kadar var olan uluslararası kurumların çoğunu işlevsizleştiriyor. Yeniden paylaşım, meşruiyeti bir kenara iterken dünyadaki güç kullanımını büyük ölçüde keyfileştiriyor.

İkinci önemli özellik, neoliberalizm, Keynes sonrası dünya ekonomisinin sermaye birikim modeli tıkanmıştır. 2008 krizi bunun en açık kanıtıdır. Henüz yerine yeni bir sermaye birikim modeli yaratılamamıştır. Uluslararası finans kapital yarattığı yıkıntılar arasında dolaşıyor, çözüm olarak finansallaşmayı ve spekülasyonu arttırmaktan başka bir yol öneremiyor. Dünya ekonomisi bir geçiş dönemindedir. Keynes ekonomisinden neoliberalizme geçiş bir on yıl sürmüştü, bugünün sancılı geçiş döneminin ne kadar zaman alacağını kimse bilmiyor.

Üçüncü önemli özellik, ABD’nin güç kaybıdır ve dünya artık tek merkezden yönetilmiyor. Çok kutuplu dünyanın şekillenmesi 2007 yılında Putin tarafından ilan edilmişti. Bugün kutupların güç ve konumlarının sınandığı bir dünyadayız. Önceki güçlerin durumu ile bugün yaşanmakta olan arasında büyük farklar vardır. İngiltere’den Amerika’ya dünya liderliğinin kayması birbirine yakın sosyal ve kültürel yapılara sahip iki ülke arasında bir yumuşak geçişle gerçekleşmiştir. Bugün güç kayması Amerika ve Çin arasında yaşanıyor. Bu ikisinin ardından da Rusya başını uzatıyor. Bu güç çatallanmasının sorunları önceki ile benzeşmiyor. Tarihi, sosyal-kültürel ve hatta ekonomik yapı farkları güç kaymasına daha baştan büyük gerilimler yüklüyor.

Trump, Amerika’nın liderliğinin tartışmalı hale geldiği bir zamanda “Amerika’yı yeniden büyütelim!” sloganıyla başkan seçildi. Güçlerin bildik, alışıldık yollardan aktığı bir dünyaya değil, büyük anaforlarla yeniden şekillenmekte olduğu bir dünyaya liderlik yapmak göreviyle karşı karşıya olduğu için Başkan’ın liderlik kapasitesi tarihi ve zorlu bir sınavdan geçecektir.

Trump’ın Yükselişinin Arka Planı

Trump’la birlikte küreselleşmenin geleceği tartışma konusu oldu. Özelleştirme ve kuralsızlaştırma dalgalarıyla dünyaya yayılan finans kapital Trump’la birlikte geriye mi dönecektir? Dünya kapitalizminin yapısına bakıldığında böyle bir geri dönüşün imkansız olduğu kolayca anlaşılabilir. Fakat öte yandan hem sermayenin üretimden finansa kaymasıyla hem fabrikaların ucuz iş gücünün peşinden gelişmekte olan ülkelere gitmesiyle, ayrıca son teknolojilerin yeterince istihdam yaratmaması nedeniyle gelişmiş ekonomiler yapısal bir değişime uğradı. Bu değişimin bir sosyal karşılığı olacaktı. Bu karmaşık süreç Trump’ı yarattı demek hatalı olmaz.

Finans kapitalin ulusal sınırlar içine çekilmeyeceği açık olsa da yine de bu alandaki son gelişmelere bakmak önemlidir. Küreselleşme ile hızlanan sermaye akışının ilk on yılı iyi gitse de sonra tablo tersine dönmeye başlamıştır.

“Uluslararası şirketlerin son beş yılda karları %25 geriledi. Son yirmi yılın en düşük seviyesine indi.” (4)

“700 en büyüğün hisse senedi karları on yıl içinde %18’den %11’e düştü. Sadece teknoloji firmaları son on yılda parlak karlar elde etti.” (5)

Karlar gerilediği için sermayenin geri dönmesi çözüm değildir. Yapılan hesaplamalara göre Amerikan firmaları dışarıdaki işlerinin bir çeyreğini içeriye taşırlarsa karları %12 daha düşecektir. (a.y)

Küreselleşme ile hızlanan sermaye akışının genel yapısıyla ilgili bir bilgi de yapısal değişimi ortaya koyuyor:

“2000-2007 arasında gelişmiş ekonomiler gelişmekte olanlardan üç kat fazla doğrudan sermaye yatırımı (DSY) çekerken, 2012’de ilk kez gelişmekte olanlar Batı’yı geçti. 2014’de sanayileşmiş ülkelere DSY 498,8 milyar dolara geriledi. Önceki yıla göre %28 gerileyerek daha önce görülmemiş seviyeye düştü.” (6)

Küreselleşmenin ilk dalgasında doğrudan sermaye yatırımları önce gelişmiş ülkelere akmıştır. Diğerlerine daha spekülatif sermaye gitmiştir. Bu tablo 2014’de değişmeye başlamış, gelişmiş ülkelerin küreselleşmeden kazancında duraklama başlamıştır.

Küreselleşmenin parlak günlerinin sona erdiği görülüyor. Duvar’ın yıkılışıyla hızlanan sermaye akışı bir noktadan sonra doyuma ulaşınca karların aşağıya inmesi kapitalizmin alın yazısıdır. Bunun dışında kalanlar yüksek teknoloji firmalarıdır. Yeni metaların yaratılması, benzerleri çıkıncaya kadar ek kar elde etme fırsatı yaratıyor.

Özel olarak Amerika ekonomisi söz konusu olunca silah ve uzay teknolojisi dışında rekabet gücünü kaybeden bir ekonomidir. Küreselleşmenin ilk ballı günlerinde karlar yükselirken son yıllarda gerilemenin başlaması doğaldır.

Amerika ekonomisi, küreselleşmenin kaymağını yerken aynı zamanda sonra kendisini krize sürükleyen iki önemli değişim yaşadı. İlki sermayenin finans alanına, dolayısıyla spekülasyona kayması; diğeri ise bilgi-hizmet sektörünün gelişmesiyle yaşanan “sanayisizleşme”dir. Bu yapısal değişim başlarda karları yükseltse de uluslararası rekabetin artmasıyla son on yılda tablo değişmiştir. Özellikle 2008 krizi Amerikan finans sistemini ve tüm ekonomisini güçlü bir şekilde vurmuştur.

İyi günlerde sorun olmayan Amerikan kurumlar vergisi son yıllarda tekellerin iyice canını sıkmaya başlamıştır.

“ABD’de şirketler vergisi %35, İngiltere’de %20, Almanya’da %16, Kanada’da %15’dir. Bu yüzden yaklaşık 2,5 trilyon dolar dışarıda park etti.” … “Amerikan ekonomisini geri çeken bir diğer faktör aşırı kurallardır… Bu durum, geçen yıllarda, finans krizine bir tepki olarak, özellikle finans sektöründe bir gerçektir.” (7)

Obama, kriz sonrası özellikle finans sektöründe kuralları sıkılaştırdı. Kuralsızlaştırmadan sıkı kurallara geri dönüldü. Trump hem bu kuralları yeniden gevşetme niyetindedir, aynı zamanda şirket vergilerini %15’e indirmek için yasa hazırlıyor.

Amerikan ekonomisi hem kar sıkışması içindedir hem de “sanayisizleşme” politikasıyla geniş bir işsiz kitlesi yaratmıştır. 90’lı yılların başlarında Amerika bilgi-hizmet sektörünün gelişmesinde kurtuluşunu görmüştü. Fakat bilgi-hizmet sektörü büyürken sanayi geriliyordu.

“Gallup’dan Pablo Diego ve Jonathan Rothwell’in analizinde, standart Cumhuriyetçi oyların tersine Trump en güçlü desteğin üretim, inşaat, montaj, bakım-ona rım ve ulaşım sektörlerini kapsayan ‘kalifiye mavi yakalı sanayiilerin’ içindeki ortalamanın üstünde kazanan ve kırk yaş üstü görece imtiyazlı beyaz erkek işçilerden geldiğini tespit etti. Trump’ın seçilmesini destekleyen Pas Kuşağı’ndaki beş devlette (Iowa, Michigan, Ohio, Pennsylvania ve Wisconsin) Cumhuriyetçilerin oyları arttı.” (8)

Trump bu bölgeleri dolaşırken “ben sizin sesinizim” diyordu. Eğer neoliberalizm büyük ölçüde yıpranmamış olsaydı bu Pas Kuşağı’ndaki “beyaz” işçileri ikna etmesi mümkün olmazdı.

“Amerika’nın üretim temeli çökerken ve ortalama ücretler durgunlaşırken CEO kazançları 1990’larda gökyüzüne fırladı ve 2015’de ortalama ücretin 275 katıydı. ABD kapitalist sınıfının çıkarları geniş toplum kesimlerinden gittikçe kopuyordu. Bunun özel ifadesi, Trump’ın egemen sınıf liderliğindeki krizi açığa vurmasıdır.” (9)

90’lı yıllarda CEO’ların mucizelerinden, kazançlarının çok görülmemesinden sık sık söz edilirdi. Ancak bu durum Amerikan sisteminde açık bir çürümenin işaretiydi, ardından kapitalist merkezlere çamur gibi yayıldı. Bunlar neoliberalizmin yıpranmasında önemli işaret taşları oldular.

Buna bir de “beyazların otuz yıldan az bir zamanda kesin çoğunluğu kaybedecekleri korkusu” (10) eklenince Trump’ın propagandasının etkisi yükseldi.

Trump’ın etkisinin yaygınlaşmasının tarihsel de bir kaynağı vardır.

“Amerika genellikle seküler ve kozmopolit olarak betimlenmesine rağmen, bu sadece sahil kentlerindeki elitlerin kültürel egemenliğinin yansıttığı bir imajdır. Tersine içerideki halklar farklı bir politik ideoloji olan Jacksonizm (Frederick Jackson, 1930’ların ünlü bir Amerikan tarihçisi) ile şekillenmiştir…Trump Jacksonist popüler harekete ve onun düzen karşıtı ruhuna dayanıyor.” (11)

Türkiye’ye ne kadar da benziyor. Amerika’nın Atlantik ve Pasifik kıyıları ile içerisinin kültür ve davranışları çok farklıdır. Üstelik bu farklılık en az iki yüz yıldır devam ediyor. Ayrıca Amerika “geri kalmış” bir ülke de değildir. Bu bölünme aslında uzun yıllardır Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasında zaten vardır. Amerika’nın kırları Cumhuriyetçi, siyah düşmanı, iç savaştan kalma davranışlarla merkezi devletten hoşlanmayan, başına buyruk bir geleneğe sahiptir.

Trump bu geleneğe bir de neoliberalizmin yarattığı yıkıntının etkilerini ekledi. Pas Kuşağı’ndaki işsizlere veya kendini işsizlik tehdidi altında gören kitlelere hitap ederken Trump: “Bunlar ülkemizin unutulmuş erkek ve kadınlarıdır. Zor koşullarda çalışırlar fakat artık sesleri duyulmuyor. Ben sizin sesinizim.” diyordu. (a.y)

Trump’ın bu insanların ne ölçüde “sesi” olacağını tartışmaya bile gerek yoktur. Ancak neoliberalizmin parıltıları dökülünce Trump gibilerin yolu açılmıştır. Neoliberalizm bayrağını taşıyan küreselleşme dünyada en genel anlamda iki güçlü akım yaratmıştır. Finansallaşmanın ve bilgi-hizmet sektörünün büyümesiyle ortaya çıkan “sanayisizleşme” ilk büyük akımdır. Diğeri küreselleşmenin dünyanın yeniden yağmalanması anlamına geldiği gerçeği ortaya çıktıkça yerküresinde görülmedik ölçüde büyük göç dalgaları başlamıştır. Sanayisizleşme ve göç dalgaları kesiştikçe bu dalga girişimlerinin sırtında Trumplar yükselmeye başlamıştır.

Küreselleşme Sonrası Yeni Güçler Tablosunun Oluşumu

Küreselleşme sonrası”ndan kastımız, Duvar’ın yıkılması ile büyük bir hız kazanan dünyanın yeniden paylaşımındaki ilk büyük dalganın durgunlaşmaya başladığı dönemdir. 2008 krizi bu büyük dalganın kırılmasını haber veriyordu; öte yandan 2012 sonrası küreselleşmedeki sermaye akış yapısında değişimler ortaya çıkarak, hikayenin köklü bir değişimle karşı karşıya olduğu anlaşılıyor. Bu nedenle küreselleşme artık ilk yola çıktığı yıllardaki gibi gidemiyor, yeni yollar aramak zorunda kalıyordu. Trump’ın iktidar olması ile yoldaki keskin dönüş zorunluluğu en yüksek çan kulesinden ilan edilmiş oluyordu. Yaşanan beklenmedik bir gelişme değildir, yeni olan bunun ABD tarafından ilan edilmiş olmasıdır.

90’lar sonrası dünya güç ilişkilerinde önemli değişimler yaşandı. Bugüne kadar bu konu öngörüler, yorumlar, tartışmalar seviyesinde kalıyordu. Artık somut bir gerçeklik haline geliyor. Dünya 90’lı yılların başındaki gibi değildir. Çoğu yönüyle bilinen bu değişimi son haliyle gözden geçirmek “küreselleşme sonrası” dünyanın güç tablosunu ana özellikleri ile ortaya koyabilir.

Çok kutuplu dünyada olduğumuz artık genel bir kabul görüyor. Ancak bu kabul “fakat hala ABD en büyük güç” tespitiyle birlikte söyleniyor. Böyle yapılınca değişimin niteliği atlanmış oluyor. Artık dünya güçler tablosunda nicel bir birikimden öteye niteliksel değişimlerin eşiğindeyiz. Bu eşik noktasına biraz bakalım.

Dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi Çin, etkisini her geçen gün arttırıyor. Aslında gelişmekte olan ekonomilerin dünyadaki ağırlığı giderek artmaktadır. 1990 yılında dünya GDP’sinin %80’nini gelişmiş ülkeler üretirken, gelişmekte olan ülkeler %21,7’sini üretiyordu. Bu oran 2010’da %65,7 ve %34,3; 2014 yılında ise %55,1 ve %44,9 olmuştur. (13) Batı dünyası dışında gittikçe yeni odak noktası olmaya aday BRICS ülkelerinin ağırlığı artmaktadır. Toprak olarak dünyanın %26’sını; nüfus olarak %43’ünü; dünya GDP’sinin %30’unu ve ticaretin %20’sini bu ülkeler meydana getiriyor. (a.y. s.12)

Öte yandan en çok doğrudan yatırım çeken ülkeler arasında 2014 yılında Çin 129 milyar dolarla birinci sırada yer almaktadır. Ayrıca IMF hesaplamalarına göre 2014’de Çin 10,5 trilyon dolar GDP ile dünyanın en büyük ekonomisi olmuştur. (a.y. s.13) Ayrıca BRICS ülkeleri dünya ekonomisindeki büyümenin %70’ini omuzlamaktadır.

Çin’in dünyanın diğer bölgeleriyle ilişkileri de gelişmektedir. Afrika’daki yatırımları 40 milyar doları bulmuştur. Bu ABD’nin yatırımının iki katıdır. Bu yatırımların %29’u madencilik alanındadır.

Amerika’nın arka bahçesi Latin Amerika’yla Çin’in ticareti son on yılda 22 kat artarken ABD’ninki azalmıştır. Çin, Brezilya, Arjantin, Venezüella ve Peru ile ticarette Amerika’yı geride bırakmıştır.

Dünyanın ağırlık noktasının Uzak Doğu’ya kaymakta olduğu biliniyor. Bu bölge Amerika için de artık çok önemlidir. İki büyük gücün bu bölgede yakın zamanda burun buruna geleceği bilinen bir gerçektir. 2012 ölçü alınırsa, ASEAN’a (Güney Doğu Asya Ülkeleri Birliği) ABD, Çin’de yaptığı yatırımdan 3 kat, Hindistan’daki yatırımından 10 kat fazla yatırım yapmıştır. (14)

Çin’in bölgedeki gelişimi çarpıcıdır. ABD’nin 2014’de yatırım miktarı 226 milyar dolardır. Buna karşılık Çin’in 1991 yılında ASEAN’da 8 milyar yatırımı varken, bu rakam 2015’de 472 milyar dolara çıkmıştır. (15)

Amerika ASEAN ülkelerini ısrarla Çin, Hindistan ve Rusya’dan uzak tutmak için büyük çaba gösteriyor.

Amerika’nın Pasifik bölgesindeki stratejisi epeydir “rebalance” (yeniden dengeleme) olarak adlandırılıyor. Çünkü bu bölge uzun yıllardır kıpır kıpırdır. 90’lı yıllara kadar Japonya’nın ekonomik etkisinden söz etmek mümkündü, ancak özellikle son yirmi yıldır tablo değişiyor. En önemli gelişme Çin, Rusya, Merkez ve Güney Asya ülkelerini kapsayan İpek Yolu Ekonomik Kuşağı’dır. 2014 başında Xi Jinping’in Moskova’yı ziyaretiyle anlaşma imzalanmıştır. Çin’in büyük ortağı olduğu 50 ülkenin katıldığı Asya Altyapı Yatırım Bankası’nın finanse ettiği bu yatırım bölgenin fotoğrafını değiştirecektir. (16)

2010’da Çin’le Rusya Doğu Sibirya-Pasifik Okyanusu (ESCO) anlaşmasıyla bölge için önemli bir enerji hattı kurmuşlardır. Rusya bu hatla Japonya, Çin, Güney Kore, Tayvan ve Filipinler’e doğal gaz vermektedir. “Sibirya’nın Gücü” projesiyle Rusya ve Çin çok daha büyük bir enerji anlaşmasına imza atmışlardır. Ayrıca Çin-Rusya arasındaki hızlı tren projesi de imzalanmıştır.

Çin hızla dünyanın üretim atölyesi olmaktan yüksek teknik üreten bir ekonomisine dönüşüyor. 2001 yılında süper bilgisayarlar listesinde Çin yoktu. 2013’te 500 en hızlı süper bilgisayarın 63’ü Çin yapımıydı. Ayrıca en hızlı bilgisayar da Tianhe-2 Çinliydi. 2017’de Çin kendi rekorunu yenileyerek, öncekinden üç kat hızlısını üretti.

Öte yandan Çin, dünya patent sıralamasında 2001 yılında 30 bin başvuru ile çok gerilerde iken 2015’te 1.100 000 ile ABD, Japonya ve Güney Kore’yi arkada bırakarak ilk sıraya tırmanmıştır. (17)

Yüksek teknikteki bu gelişme doğal olarak Çin mallarına da yansımaktadır. Çin’in dünyadaki yüksek teknikli üretimdeki payı %6’dan %22’ye yükselmiştir. Yüksek teknikli malların kendi ihracatındaki payı ise %25-30 seviyesine çıkmıştır. Çin’in Shenzhen ve Zhongguancun’da iki tane silikon vadisi vardır.

BRICS içinde Rusya, uzay teknolojisinde, nükleer enerjide, aerodinamik mühendisliğinde; Hindistan, informatik teknolojisinde; Brezilya uçak mühendisliği ve bioyakıt üretiminde gelişmektedir. (18)

Bilindiği gibi kuantum teknolojisinde epeydir çılgın bir rekabet başlamıştır. Bu yolda ABD 360 milyon euro yatırım yaparken hemen ardından 220 milyon ile Çin gelmektedir. Ardından 120 milyon ile Almanya üçüncü sıradadır. 2015’de kuantum bilgisayarı patent isteğinde 295 başvuru ile ABD ilk sırada, 78 ile Japonya ve Kanada ikinci sırada, Çin 29 ile beşinci sıradadır. Kuantum cryptography (ABD:233, Çin:367), sensor (ABD:105, Çin:104), key-distribution (ABD:151, Çin:156) alanlarındaki patent başvurularında Çin ve ABD başa baş durumdadır. (19)

Dünyanın büyüklük olarak birinci ekonomisi Çin, sadece bir nicelik değer olmaktan yüksek teknikli niteliğe hızlı bir dönüşüm içindedir. Dünya güçler dengesini esas etkileyecek noktada buradadır. ABD pek çok alanda rekabet gücünü kaybetmesine rağmen iki alanda hala egemendir. Birisi, yüksek teknoloji, diğeri dünya parasının sahibi olmasıdır. Özellikle 2008 sonrası bu alanlarda da erozyon çok hızlanmıştır.

Bu gelişme bir başka tartışma konusunu da ateşlemiştir. O da ekonomik model konusudur. Çin’de hala üretimin %60’ı devlet, %40’ı özel sektör tarafından yapılmaktadır. Ayrıca bankacılık, enerji, savunma-silah, telekomünikasyon gibi stratejik alanlar devletin elindedir. Böyle bir ekonomik yapı kutsal pazar ekonomileriyle başa baş rekabet edebilmektedir.

Dünyanın geleceği Pasifik bölgesindeki gelişmelerle belirlenecektir. Üç büyük güç; ABD, Çin ve Japonya buradadır. Ayrıca Rusya ve Hindistan da Asya-Pasifik bölgesinde rol alan önemli güçlerdir.

“Büyük Strateji” Tartışmaları

Böyle bir tartışmayı Amerika Berlin Duvarı’nın yıkılışından hemen sonra yaşamıştı. 90’lı yılların ortalarında dört stratejik tercih öne çıkmıştı.

Yeni-korumacılık: En az iddialı, dış politika profesyonelleri arasında en az tutulan… grand strateji seçeneğidir. ABD sürekli dünya düzeni ile uğraşmak zorunda değildir. NATO Avrupa’nın işidir.

Seçici-müdahale: Büyük güçlerin dengesine önem verir. Tek kutuplu dünya için ABD’nin kaynaklarının yeterli olacağından şüphelidir. Bölge olarak Eurasia’ya öncelik verir. Dünya olaylarına seçici müdahaleden yanadır.

Ortak güvenlik: Barışta ABD’nin büyük çıkarı olduğunu savunur. Liberalizmin sıkı savunucusudur. Diğer stratejilerin kabul etmediği “stratejik karşılıklı bağımlılık” tezini savunur.

Üstünlük: Eşitler arasında birinci olmak yetmez, biricik olmak gerekir. İki kutupluluğun çöküşünden sonra çok kutupluluğun doğuşuna izin verilmemelidir. ABD süper güç olarak kalmalıdır.” (20)

O günlerin “en az iddialı” stratejik yönelişi “yeni-korumacılık” bugün Trump’la öne çıkmış görünüyor. Yukarıdaki grand strateji tartışmaları o yıllarda aslında iki olasılığa indirgenmişti. “Ortak güvenlik”, ya da ABD’nin dünyayı dostlarıyla birlikte yönetmesi, diğeri ise “üstünlük” yani süper gücün dünyayı tek başına yönetmesiydi. İkiz Kuleler 2001 yılında yıkılınca veya “yıktırılınca” ortada seçenek olarak sadece “üstünlük” stratejisi kalmıştır. Oğul Bush, Irak işgali öncesi tüm dünyaya “Ya bizden yanasınız ya da düşmansınız!” diye bağırmıştı. Çok iyi bilinen olayları tekrarlamayalım, “üstünlük” stratejisi Irak işgalinin üzerinden dört-beş yıl geçince “düşkünlük” stratejisine dönüşüverdi. Ve bu dönüşüm yıllar geçtikçe derinleşti.

ABD, 21. yüzyılın başında “üstünlük” stratejisi ile yola çıktı. Aslında İkiz Kuleler provokasyonu ile bu yöne itildi. Aradan 17 yıl geçtikten sonra Trump’ın söylemine ve fiili duruma bakacak olursak “yeni-korumacılık” stratejisine geri dönülmüştür. Yakın zaman Amerikan tarihine bakılırsa görülür ki bu farklı stratejiler zaman zaman uygulanmak istenmiş, ancak “görünmeyen bir el” sürekli Washington’u “üstünlük” stratejine zorlamıştır. Bu görünmeyen el, Amerikan silah tekelleri ve finans devleridir. Aynı zamanda dünyadaki gelişmelerdir.

Trump, Amerikan strateji literatürüne göre “en az iddialı” olanla “yeni-kormacılık”la yola çıkmaya niyetliydi. Mümkün mü? İrdelemeye çalışalım.

1992’de Baba Bush yıllarında Amerika yola çıkarken aslında “üstünlük stratejisini” benimsenmişti ve en önemli hedef olarak benimsenen de ilginçtir:

“İlk hedefimiz, eski Sovyetler Birliği bölgesinden ya da onun egemen olduğu alanlardan yeni bir rakibin doğmasını engellemektir.

“Temel kabul budur ve bu durum, herhangi bir düşman gücün, sürekli kontrol altında tutulduğunda, kaynaklarının global bir gücün ortaya çıkmasının … engellenmesini gerektirir.” (a.y. s.139)

Bu stratejik tespite 25 yıl uzaktan baktığımızda Amerikan kurmaylarının tam anlamıyla çuvalladığı görülebilir. Eski sosyalist dünyadan bir değil iki rakip ortaya çıkmıştır. Üstelik birisi -Çin- artık tartışmasız bir dünya gücüdür. Amerika’nın neden bu hallere düştüğü yeterince biliniyor. Amerikan strateji merkezlerinde yeniden “grand strateji” için ateşli tartışmalar yapılıyor. Henüz ortaya bir şey çıkmadığı gibi Amerikan stratejik beyinlerinin kafasının oldukça karışık olduğu açıktır. Bu büyük gücün ve onun beyinlerinin Tanrı seviyesine çıkartıldığı günler artık çok gerilerde kaldı. Önlerinde hemen hemen tümüyle kendi hatalarıyla yarattıkları kaos içinde bir dünya vardır ve stratejistler şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyorlar. Bu tespit gerçekliği küçümsemek değildir, tablo tam da böyledir.

Tartışılanlara baktıktan sonra Trump’ın yolunu öngörmeye çalışalım. “ABD Başkanı Ortadoğu’da itibar ve etkisinin azalması sorunuyla uğraşacaktır. Büyük mali ve insan kayıpları ABD’nin küresel lider olmak için iç isteğinin zayıflamasına yol açtı. Amerikalıların sadece %37’si böyle bir liderliğe inanıyor.” (21) Trump bu tablonun içinden başkan seçilmiştir. Buna rağmen Amerika’nın ünlü beyinlerinden Kissinger farklı düşünüyor:

“ABD 21. yüzyılda oynayacağı role karar vermelidir; Ortadoğu en acil belki de en zor sınavımız olacaktır. Sorun Amerikan silahlarının gücünde değildir, daha çok yeni dünyayı anlama ve üstesinde gelmeyi başarabilmektedir.” (a.y. s.21)

Trump ve kurmaylarının yeni dünyayı ne ölçüde kavradıklarını biraz da yaşayarak göreceğiz. Bugünden göründüğü kadarıyla yeterince kavramış görünmüyorlar. Soruna daha çok Obama yönetiminin zayıflığı yönünden bakıyorlar. Yerinde güç kullanınca sorunun çözülebileceğini düşünüyorlar. Suriye’de havaalanını bombalamak ve Afganistan’a “bombaların anası”nı atmakla ne çözülmüş oldu? Kuzey Kore’ye efelenmeler, ardınlar farklı mesajlar Trump yönetiminin dünyayı yeterince kavramadığının ilk işaretleridir. Biz böyle şeylere çoktandır Erdoğan’dan dolayı alışığız, ancak Trump’ın yol açacağı tahribat Erdoğan’la kıyaslanamaz.

Foreign Affairs’de bir stratejist dünyaya şöyle bakıyor: “Asya’da Çin, Avrupa’da Rusya, Ortadoğu’da İran bölgesel güçlerdir.

“Bölgede (Pasifik bn.) Endonezya, Myanmar, Singapur, Vietnam ABD istese de Çin’e karşı tam bir ittifak anlaşması imzalamıyor.

“Avrupa’da Fransa, Almanya, İtalya, İngiltere kendi savunma harcamalarıyla yetiniyorlar. Baltık ülkeleri ABD’den koparak Finlandiyalılaşma yolunu seçiyorlar. Ukrayna Rusya’ya daha uzlaşıcı yaklaşıyor. Türkiye dans ediyor.” (22)

Amerika’nın karşısındaki güçler iyi tanımlanmıştır. Pasifik’de ABD Çin’e karşı cephe oluşturmaya çoktandır uğraşıyor, ancak bir türlü başaramıyor. Bölgedeki ülkeler doğrudan Çin’e karşı tavır almaya yanaşmıyorlar.

Öte yandan Amerika’nın NATO’daki Avrupalı dostları bir türlü silahlanma yükünü ABD ile paylaşmıyorlar. Washington bunu Duvar yıkıldığı günden beri söylüyor, fakat Avrupa kıpırdamıyor. Yine Avrupa ve Rusya arasında yaratmak istediği yüksek gerilimli fay hattı bir türlü ABD’nin istediği seviyeye tırmanmıyor.

Amerika’nın strateji tartışmalarında en önemli konunun Çin olduğu açıktır. Çin ile sorunlar şöyle özetleniyor:

“Çin’in ABD firmalarına karşı ayırımcı davranışı; bölgesel sularda artan iddiası; Kuzey Kore’nin nükleer programına gerçek baskı uygulamaktaki kararsızlığı.” (23)

Söylenenler ABD firmalarının Çin karşısında rekabet gücünün iyice azaldığının ve Pasifik’teki ticaret yollarında Çin’in varlığının güçlendiğinin itirafıdır. Çin kendine yakın sularda artık ada bile inşa etmeye başladı. Güney Çin Denizi Pasifik’te çok önemli bir ticaret yoludur ve Çin buradaki en küçük gelişmeyi kırmızı alarm ile izliyor ve tepki veriyor.

Carneige Endowment’den Çin uzmanı Evan Feigenbaum itirazlarını daha sivrilterek ileri sürüyor.

“Çin liberal düzene direniyor; BRICS, Asian Infrastructure Investment Bank gibi alternatifler yaratıyor…

“Çin’in yeni davranışlarını karşılamanın en uygun yolu sürekli savunma konumunda kalmak değil, güçlenen bir saldırıdır.” (24)

Batı dünyasını BRICS ve Asya Yatırım Bankası gibi “alternatif” kurumlar artık çok rahatsız ediyor. Önceleri önemsemedikleri bu gelişmeler bir istikrar ve güç kazanınca davranışlar değişmeye başlamıştır. Yazar, Çin’e karşı artık “saldırı” taktiğine geçilmesini öneriyor. Zaten sorun da budur. Amerikan strateji uzmanları harıl harıl bu konuyu düşünüyorlar. Çin’e ne yapmalı? Ancak bu soruya hala bir cevap veremediler.

Öte yandan, ABD’de strateji tartışmalarında bir diğer önemli nokta Ukrayna’dır. “Ukrayna konusunda ısrar” edilmesini savunuyorlar. (25) Avrupa ve Rusya arasında böyle bir gerilim hattının canlı tutulması Amerikan stratejisi için çok önemlidir. Amerika’nın Yugoslav İç Savaşı’ndan kalma Balkanlar’da büyük askeri üsleri vardır. Avrupa ve Rusya arasında ise Ukrayna, Baltık Cumhuriyetleri üzerinden gerilim yaratmak Beyaz Saray için vazgeçilemez bir stratejik tercihtir.

Yaşlı kurt Z. Brzezinski durumu çok açık bir şekilde tanımlıyor:

“Hiçbir şey Çin-Rusya ittifakı kadar tehlikeli değildir… Rusya’nın deniz ticaretinin olduğu Karadeniz ve Baltık Denizi uzun vadede kuşatılabilir. Bu Rusya’yı büyük bir açmaza iter.” (26)

Aslında Batı dünyası için yaşamsal iki stratejik tehlike vardır. Birisi, Rusya-Çin ittifakıdır; diğer ise Rusya ile Avrupa’nın, daha somut söylenirse Almanya’nın ittifakıdır. Bu ittifaklar üç yüz yıldır süregelen Batı egemenliğinin çöküşü olur.

Bir diğer yaşlı kurt Kissinger bu stratejik denkleme saldırı değil, uzlaşma öneriyor. Niall Ferguson aktarıyor:

“Çin’le ne ticaret ne de Güney Çin denizi konusunda topyekün karşı karşıya gelmeyin.”

Rusya ile “ana pazarlıkta Ukrayna’nın diğer tarafın ileri karakolu olması yerine, Soğuk Savaş yıllarındaki Finlandiya ve Avusturya gibi, NATO ve Rusya arasında bir köprüye dönüşmesi gerekir.” Kissinger Ortadoğu için de şu uyarıyı yapar: “İran’la anlaşmayı koruyun, bozulursa İran’ın elleri ABD’den daha fazla serbest kalır.” (27)

 

Söylenenler dünyanın ne ölçüde diken üstünde durduğunun kanıtıdır. Bir alana fazla ağırlık vermek veya yüklenmek dünyada züccaciye dükkanına girmiş fil etkisi yapabilir. Gerçeklik böyle olunca mevcut stratejiye fazla dokunulmaması tezi güçleniyor.

“Grand stratejinin başarısı için beş prensip:

“1- Halen bir strateji var, radikal değişim yerine düzeltme;

“2- Savunmaya yatırım arttırılmalıdır;

“3- Müttefikler harcamalarını arttırmalı ve Hindistan, Brezilya, Endonezya, Vietnam, Birleşik Arap Emirlikleri gibi yeni müttefikler kazanılmalıdır;

“4- Stratejik uygulamada disiplin;

“5- Amerikalılar stratejiye ikna edilmelidir.” (28)

Halen var olan strateji oğul Bush’un başlattığı uluslararası teröre karşı mücadele yolunda Afganistan ve Irak’ın işgaliyle başlayan Arap isyanlarıyla bölgeyi iyice cehenneme çeviren bir stratejidir. Obama bu stratejide tıkanmayı gördüğü için bu ateşin içinden çekilmeyi planlamıştı. Aslında Trump da aynı yoldadır. Var olan stratejinin düzeltilmesiyle yetinmekten yanadır.

Trump yönetimi tipik Cumhuriyetçi bir tavırla savunma harcamalarını yükseltti ve bunu NATO üyesi ülkelere de dayatıyor. Trump yönetiminin bir özelliği şimdiden belli oldu. Büyük gürültü, ancak pratikte küçük değişimler.

Bugünün güçler tablosu neden değişmez görünüyor? Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra ABD güçler tablosunda kutup yıldızı gibiydi. AB en parlak günlerini yaşıyordu. Doğu Avrupa’da AB ve NATO’nun üye kazanma yarışı yaşanıyordu. Araya Sırbistan’ın direncini kırmak için Balkan Savaşı sıkıştı. Uzak Doğu’da Japonya hala parlayan yıldız gibiydi. Hatta fordizm sonrası team work ile kapitalizme yeni bir üretim yöntemi kazandırmanın itibarını da taşıyordu. Bütün bunların karşısında yıkılan ve küllerin içinden henüz neyin çıkacağı belli olmayan çöken sosyalist ülkeler vardı.

Gel zaman git zaman, aradan 25 yıl geçti, şimdi tablo bambaşkadır. ABD güç ve itibar yitiren güçtür. AB varlık sorunu yaşıyor. Uzak Doğu’nun yıldızı Japonya hemen hemen yirmi yıldır bıktırıcı bir durgunluğun içine yuvarlanmıştır. 90’lı yılların başlarında ufuk çizgisinde hiç görünmeyen güçler bugün yeni parlayan yıldızlar oldular. Genel olarak BRICS ülkeleri veya bu grubun içinde sırasıyla yukarılara tırmanan Çin, Rusya ve Hindistan dünya güçler dengesinde köklü bir değişimin yaşamakta olduğunu gösteriyor. Batı durgunlaşıp, çözülürken, güneş altı bin yıl sonra yeniden doğudan yükseliyor. Bu gidişe karşı ABD ve takipçilerinin henüz şekillenmiş bir stratejileri yoktur.

Dünya iki temel konuda geçiş sürecindedir. Ekonomik olarak neoliberalizm tıkandı, kapitalizm yeni bir sermaye birikim modeli arayışı içindedir. Siyasal olarak, 90’lı yıllardaki güç tablosu köklü bir şekilde değişiyor. Kapitalist egemenliğin dünyada var olduğu 350 yıllık tarihsel dönemde belki ilk kez sistem liderliği doğuya kaymaktadır. Sadece bu olasılık bile dünyanın nasıl bir fırtınalı geleceğe gebe olduğunu anlatmaya yeter.

“Hiçbir şey Çin-Rusya ittifakından daha tehlikeli” değilse ABD ne yapacaktır? Günümüzde belli bir seviyede Çin-Rusya ittifakı zaten vardır. ABD bunu hangi yönde bozacaktır? İki gücü birden karşısına almayacağına göre Rusya’yı kuşatıp Çin’i mi kazanacaktır? Veya Trump’ın gürültülü söylemlerine inanacak olursak Çin’i kuşatıp Rusya’yı mı kazanacaktır? Bu sorunun cevabı henüz verilmemiştir.

Ancak Z. Brzezinski için cevap açıktır:

“Rusya, Amerika için, Çin’le pazarlıklarda ortaya konulmak zorunda olan bir rakip değildir. Çin bunu çok iyi biliyor, her ne kadar zayıflasak, güç kaybetsek, karmaşıklık içinde olsak da Amerika hala esas olarak bir numaradır ve onlar, Çinliler de hemen hemen bir numaradır. Amerika’ya karşı olmayı seçerlerse kaybederler.”

“Amerika ve Çin’in birlikte davrandığı bir dünya, Amerika’nın etkisinin en güçlü olduğu bir dünya olur.” (29)

İki ayrı “bir numara”nın dünyayı birlikte nasıl yöneteceğini Brzezinski açıklamıyor. Ayrıca açılması da mümkün değildir. Kapitalist rekabetin ve kutsal serbest pazarın egemen olduğu bir dünyada bir ipte iki cambaz oynayamaz. Eğer Brzezinski Amerika ve İngiltere’nin ilişkisi gibi bir durum hayal ediyorsa yanılıyor. Amerika’ya stratejik olarak tabi olan bir Çin’dir Brzezinski’nin hayali. Ancak bu denklem Amerika’nın Çin’le iyi geçinmesi öte yandan Rusya’yı da kuşatması ile çözülebilecek kadar basit değildir.

“Xinhua haber ajansındaki bir makalede belirtildiği gibi biz ABD’nin Rusya’ya karşı başlattığı ekonomik savaştan ders çıkartmalıyız. Moskova kaybederse diğer hedef Çin olacaktır.” (30)

Amerika, Afganistan ve Irak işgaliyle kendi emperyalist tarihinden ders çıkartmadığını göstermiş oldu. Hatta sadece ABD değil tüm Batı dünyası aynı konumdaydı. Trump’ın “öngörülemez” hallerinden bir yeni strateji yaratmak için henüz erken, ancak yeni güç değişimi denklemi öncekilerden o kadar farklı ki, ezberlenmiş hiçbir formül soruna çözüm getiremez.

Sonuç: Nasıl Bir Dünyaya Doğru?

“Neoliberalizmin sonu mu? Korumacılık yeniden geri mi geliyor?” soruları daha uzun süre sorulacak ve cevap aranacaktır. Kapitalizm 1929 bunalımından önemli bir ders çıkartmıştı. Büyük Bunalım gelip çattığında ülkeler gümrük duvarlarını yükseltir, dünya pazarı kilitlenir, ülke para değerlerinin devalüasyonu yoluyla büyük bir rekabete girerlerse kapitalist sistem çökebilirdi. 2008 bunalımında kapitalizm bu hatayı tekrarlamadı. Ancak piyasalara bol bol para pompalanmasına rağmen hala dünya kapitalizminin çarkı bir türlü hız kazanamadı. Çünkü finansallaşmayla gidilen yolun sonuna gelinmişti; yani “paradan para kazanmak” yolu duvara dayanmıştı.

Neoliberalizm büyük finans oyunlarıyla ve özelleştirmelerle bir anlamda kolay sermaye biriktirme yoluydu. Fakat hiçbir spekülasyon sonsuza kadar devam edemezdi. Şişen balonlar sonunda patlamaya mahkumdu. ABD ve İngiltere’nin öncülüğünde hız alan neoliberalizm, spekülasyonlarla büyük yağmalar yaparken kapitalizmin üretim yükünü bu dönemde başta Çin ve Hindistan yüklendi. Balon 2008’de patlayınca toz duman dağıldıktan sonra görüldü ki spekülasyon yerine üretime dayalı Çin ekonomisi neredeyse ABD ekonomisini büyüklük olarak yakalamak üzeredir. Şimdi ise sadece nicelik olarak değil, yüksek teknikli meta üretiminde de Çin’in soluğu Amerika’nın ensesindedir.

Dünya benzer bir süreci emperyalist paylaşım yıllarında da yaşamıştı. Emperyalist yağma ve spekülasyonlarla sistem yıkılmanın eşiğine gelmişti. Kapitalizmin yeniden zahmetli üretim sürecine dönüşü 1945’ler sonrası Keynes ekonomi politikalarıyla yapılabildi. Bu dönemin en önemli özelliği ekonomiye devletin fazlasıyla girmesiydi. Neoliberalizm bu sürece son verdi, özelleştirmeler ve spekülasyon çok daha devasa ölçülerde yeniden başladı, ancak şimdi dünya neredeyse Birinci Dünya Savaşı’nın öncesi günlere döndü.

“Paradan para kazanmanın” yolu tıkanıp, sermayenin yeniden üretim devresine dönmesi gerektiği bugünün en temel gerçeğidir. Trump bile seçim kampanyası sırasında devasa alt yapı yatırımları için söz verdi. Ancak kapitalizmin tarihi gösteriyor ki, sermaye bir kez üretim devresinden spekülasyona kayarsa, yeniden geriye üretime dönmesi için çok büyük bir zor, başka bir deyişle “devlet zoru” gerekiyor. Kapitalizm günümüzde yeniden böyle bir kavşaktadır.

Fakat bu noktada bazı sorunlar vardır. Bugüne kadar gelen üretim alanlarında artık merkez ülkelerde kârlar düşme eğilimindedir. Ücretler yüksek, yaşam seviyeleri belli bir sınırın üstündedir. Zaten bu nedenle bu alanlardaki sermayeler “gelişmekte olan” dünyaya kaymıştır. Yeni teknolojiler ise henüz üretim devresine yeterince akmamıştır. Bunların başlıcaları nano teknolojisi, gen mühendisliği ve kuantum teknolojileridir. Devasa araştırma ve yatırım gerektiriyorlar. Aynı zamanda devletin hem desteği hem de zoru gerekiyor. Kutsal özel sermaye gönüllü olarak koşturarak böyle alanlara akmaz. Dünya kapitalizmi böyle bir dönüm noktasındadır. Bu dönüşün çok zorlu olacağı biliniyor.

Trump bu büyük dönüş karşısında neye hazırlanıyor? Büyük altyapı yatırımlarını yapabilecek mi? Üretim temeli oldukça çürüyen Amerikan ekonomisini hızlandırabilecek mi?

“Trump ahbap çavuş kapitalizmi ile mücadele edeceğine ve bataklığı kurutacağına söz vermesine rağmen, kabinesini milyarderler ve Wall Street elemanlarıyla doldurdu.” (31) Kabinenin böyle bir dönüşü yapamayacağı yeterince açıktır. Silah harcamalarının arttırılması, finans alanındaki kuralların yeniden gevşetilmesi, vergi indirimi Trump’ın öncelikleridir. Yukarıda sözünü ettiğimiz dönüş Trump’ı hem güç olarak hem de mantık olarak aşıyor.

Geriye “Trump, Amerikan ekonomisine korumacılığa dönerek bir ivme verebilir mi?” sorusu kalır. Bu konu Amerika ve dünyada en fazla tartışılan konulardan biridir. Aslında ABD belli ölçülerde korumacılığa çoktandır dönmüştür. Trump öncesi, Amerika binden fazla yasa değişimi ve uygulama ile korumacı tedbirler almıştır ve bu konuda dünyada birincidir. Bu konuda ikinci sırada 550 tedbirle Hindistan ve Rusya geliyor. Çin bu konuda en rahat olandır, sadece 220 korumacı tedbir almıştır.

Daha da ilginci geçenlerce yapılan G20 toplantısının sonuç bildirgesinde “Serbest ticarete bağlılık taahhüdü içeren ifadelere ABD Maliye Bakanı itiraz etmiştir.” (32)

2001-2016 arasında Çin’in dünya ticaretindeki payı üç kat artarken Amerika’nınki azalmıştır. (a.y) Amerika benzer bir korumacılık histerisine 90’lı yıllarda Japonya’ya karşı kapılmıştı. Senatörler toplantı salonunda Japon aletlerini fırlatıp kırmışlardı. Sorun Japonya’nın durgunluğa girmesiyle çözüldü. Ancak Çin’le olan sorunun çözümü bu kadar kolay değildir. Sorun Amerikan ekonomisindedir. Silah, havacılık, bilgi alanları hariç ABD rekabet gücünü sürekli kaybediyor. Sözü edilen alanlarda da rakipleri tarafından geride bırakılması çok yakın zamanda mümkündür. Geriye dünya parası dolar kalıyor. 2008 bunalımı ile doların da tahtı sarsıldı.

Bu gerçeklerden hareketle Amerika’nın 1930’lu yıllara benzer bir korumacılığa dönmesi sonucu çıkartılamaz. Dünyadaki gelişmeler Amerikan ekonomisini değişime zorluyor. Buna Beyaz Saray’ın cevabı ne olacaktır? Bugüne kadar olduğu gibi dünyanın belli alanlarında gerilimi yükseltmek mi? 90’lı yılların ortasında Japonya ve Almanya’nın hızını ABD, Orta Doğu’yu ateşe vererek kesti. Şimdi Çin, Rusya ve Hindistan’ın yolunu Pasifik bölgesini ateşe vererek mi kesecektir? Bu ateşin altında kesinlikle kendisi de kalır. Öyleyse Trump Amerika’yı yeniden nasıl “büyük” yapacaktır? Daha bunun kararı verilmedi.

Dünya politik olarak nereye gidiyor? Ortalıkta bir “popülizm” hayaleti dolaşıyor.

“Ronald Inglehart ve Pippa Morris’in 1960’lardan beri hesaplamalarına göre sağ popülist partiler iki kat, sol popülist partiler beş kat büyüdü.

“21. yüzyılın ikinci on yılında ise sağ popülistler %13,7, sol popülistler ise %11,5 büyüdü.” (33) Yazarın özellikle sol popülistler olarak hangi partileri dikkate aldığını bilmiyoruz. Ancak burjuvazi ideolojik olarak sağ-sol popülizmi yan yana koymayı çok sever. Hele günümüzde bunu yapmakta çok özel bir nedeni de vardır. Çünkü neoliberalizme, yani kutsal pazar ekonomisine sadece solda değil sağdan da tepkiler yükselmektedir. İki tepkiyi aynılaştırıp bir sepete koyarak, neoliberalizmi hala biricik ideolojik duruş olarak savunmanın en pratik yolu olsa gerek. Margaret Thatcher neoliberalizm bayrağı ile yola çıkarken TİNA (there is no alternative) parolasını yükseltmişti. Ancak çok geçmeden Latin Amerika dünyasından 21. yüzyıl sosyalizmi alternatif olarak ortaya çıktı. Dünyada neoliberalizme karşı yoksulların dünyasından büyük tepkiler ve isyanlar yükseldi. Fakat özellikle 2008 krizi sonrası kapitalist merkezlerde açık faşist hareketler yükselmeye başladı. Neoliberal ideologlar kendilerinin biricik olduğuna inandıkları için bu çok farklı tepkileri aynı isim altında aynılaştırmakta sakınca görmediler.

En ünlüleri Le Pen ve Trump olan “popülizmin” içeriği faşizmden başka bir şey değildir. Monthly Review’den J.B. Foster kinayeli bir şekilde “Beyaz Saray’da neofaşizm” diyerek neoliberalizmin gelip neofaşizme dayandığını anlatıyor.

Fukuyama, Duvar yıkıldıktan sonra “tarihin sonu”nda liberal demokrasileri göklere çıkartırken onun demokrasiyle nasıl bir bağ içinde olduğunu elbette açıklamamıştı. Neoliberalizm çalışanların uzun mücadele yıllarında kazandıkları sendikalaşma, sağlık, iş koşullarının iyileştirilmesi gibi hakları geri almak için büyük bir saldırı anlamına da geldiği için onun demokrasi ile bağı pamuk ipliğinden inceydi. Bu saldırı fırtınası güçlendikçe, çalışanların ve yoksulların tepkisi de yükseldi. Popülizm dedikleri hareketler aynı zamanda bu yükselişlerin yolunu kesme rolünü oynuyordu. Bu kavramla onun hem faşist karakteri hem de pratik siyasal rolü örtülmüş oluyordu.

Günümüzde neoliberalizm sadece ekonomik olarak bir tıkanmaya uğramadı aynı zamanda burjuva demokrasilerinin daralmasına yol açıyor. Günümüz dünyasında popülizm denen ideolojik zeminin en önemli yanı faşizm zehrini yavaş yavaş kitlelere içirmesidir. Amerika kendine özgü bir ülkedir. Cumhuriyetçilerin Jacksonizmi faşizmle çok yakın akraba olmasına rağmen, üstlerinde Hitler veya Mussolini faşizminin damgasını taşımazlar. Oysa Avrupa öyle değildir. Faşizm ve faşist partiler Avrupa’da hala yasal olarak yasaktır. Ancak Le Pen’de temsilcisini bulan Avusturya, Hollanda, Almanya’da da güçlenen bu hareketler zamana yayılmış olarak faşizmi yeniden meşrulaştırıyorlar. Adları da sağ popülistler oldu. Bu hareketler neoliberalizmin siyasal iflasının çocuklarıdır. Kapitalist merkezlerde demokrasi, neoliberalizmin bunalımlarıyla daralmaya, yozlaşmaya, çürümeye başlamıştır.

Bugünün 1930-40’lardan farkı bir yanda Ekim Devrimi’nin korkusu, öte yanda Avrupa’da yenilmiş devrimlerin üzerinde yükselen bir faşizm değil, kendi neoliberal ekonomik sistemlerinin çökmesi üzerine yükselen; ancak devrimci, sosyalist ve gerçek demokrat hareketlerle hesaplaşması henüz tam anlamıyla başlamamış olan olgunlaşmamış faşist hareketler olmalarıdır. Sistemin, yağma ve yolsuzluklardan dolayı yıpranması; aynı zamanda neoliberalizmi taşıyan liderliklerin ve partilerin yıldızlarının sönmesi popülist postuna bürünmüş faşist hareketlere yol açmıştır. Bu hareketler iki temel vurgu üzerinde yükseliyor: vatanı kutsama ve göçmen düşmanlığı!

Sonuç olarak dünya neoliberalizmin bir yan ürünü olarak adım adım faşizme gidiyor. Burjuva demokrasileri ve temsili sistem yıpranmış, hatta çürümüştür. Buradan iki yol açılıyor: Ya faşizme doğru daha açık yolculuk; ya da doğrudan demokrasi için güçlü bir mücadelenin yükseltilmesidir. Dünya bu hesaplaşmaya doğru ilerliyor. Günümüzün ilginç yanı, bu hesaplaşmanın kapitalist merkezlerde de yaşanıyor olmasıdır. Soğuk Savaş yıllarında Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde neredeyse her gün askeri darbe olurken, kapitalist merkezlerde demokrasi neon lambaları gibi parlıyordu. Günümüzde tablo değişiyor. Merkezlerde “neofaşizmin” kara bulutları geziniyor. Öte yandan, 21. yüzyıl sosyalizminin adımlarının atıldığı Latin Amerika’da, bölgemizde Rojava’da doğrudan demokrasinin denemeleri yapılıyor. Dünya böyle bir hesaplaşmaya doğru gidiyor. Şüphesiz bugünün dünyasında doğrudan demokrasi için fazla konuşmak olayları abartmak olur. Henüz filiz halinde olan bu gelişmeler geleceği işaret ediyor, ancak daha çok güç toplamaya gerekleri var. Fakat burjuva demokrasilerinin yozlaştığı ve çürümekte olduğu her geçen gün daha açık hale geliyor. Neoliberalizm ve spekülasyon kaçınılmaz bir şekilde içinde yaşadığı demokrasileri de çürütüyor. “Popülizm” bu çürümeye bir çare değil, tam tersine burjuva demokrasilerinin sonuna doğru giden bir yolculuktur.

Son olarak, küreselleşmenin tıkandığı noktada dünya güçler dengesinin niteliğine bakmak gerekiyor. Güç tablosunun geleceği Amerika’nın Çin ya da Rusya’yı seçmesiyle çözümlenecek bir basitlikte değildir. Çin, Rusya ve Hindistan’ın yakınlığı Şanghay Beşlisi ve BRICS ile bir kurumsallığa varmıştır. Bu üç ülkenin iş birliği insan, ham madde ve enerji kaynakları yönünden bir zenginlik yaratıyor. Bu zeminin üzerinde yüksek teknik de yükselebilirse dünyanın bildik tablosu radikal bir şekilde değişime uğrayacaktır.

Güç merkezinin doğuya kayması yepyeni bir durumdur. Öte yandan bu üç ülkede de kapitalizm, Batı’nın liberal ekonomilerinden çok farklıdır. Özellikle Çin’de hala güçlü bir devlet sektörü vardır. Bu farklılıklar Batı dünyasının bildik formüllerine uymuyor. Değişik yapısal durum ve tarihsel gelenekten dolayı bu yükselen ülkelerin dünyanın diğer ülkeleriyle ilişkileri Batı’nın emperyalist ilişki tarzından farklı olmaktadır.

Dünya liderliğinin İngiltere’den Amerika’ya geçişi bir nitelik farkı anlamına gelmedi. Egemen dil bile aynı kaldı. Liderlik doğuya kaydığında aynı zamanda büyük bir nitelik farkı da yaşanacaktır. Batı bugüne kadar dünyanın her tarafını kendine benzetmeye zorladı, kısmen de başardı. Ancak “küreselleşme sonrası”nda artık böyle bir süreç olmayacaktır. Batı dünyası Doğu’yu kendine benzetme gücüne sahip değildir. Farklı yollardan yürüyüşün neler yaratacağını ise dünya yaşayarak görecek.

Ancak güçlü olan bir olasılığı Z. Brzezinski çok iyi tanımlamıştır:

“Küresel bir dönemin başlangıcında baskın olacak gücün ruh, içerik ve kapsam olarak gerçekten küresel çaplı bir dış siyaset benimsemekten başka çaresi yoktur. Amerika’nın evrensel olarak emperyalizm-sonrası çağda kibirli ve küstah bir sömürgeci, küresel olarak birbirine hiç olmadığı kadar bağlı bir dünyada bencilce duyarsız, dini anlamda çok çeşitli bir dünya toplumunda kültürel olarak kendini üstün gören bir ülke olarak algılanması bir facia olacaktır. Böyle bir durum Amerikan süper gücünün öm fermanı olur.

“ABD’nin 2008 sonrası dönemdeki ikinci şansını birincisinden çok daha iyi değerlendirmesi gerekmektedir çünkü üçüncü bir şansı olmayacaktır.” (34)

ABD 2008 sonrası dönemi hala kötü değerlendiriyor. Hele günümüzde Trump’la nasıl bir şans elde edebilir?

Üçüncü bir şans Amerika’nın kapısını çalmayacaktır.

08.05. 2017 m.y.
Notlar:

1- Francis Fukuyama, Political Order and Political Decay, 2014, (s.546)

2- Henry Kissinger, World Order, 2014, (s.367)

3- a.y. (s.370)

4- In retreat, The Economist, 28 Jan 2017

5- Briefing Multinationals, The Economist, 28 Jan 2017

6- Report Ocak 2016, Russian Institute for Strategic Studies (RISS)

7- Trump and the Economy, John Paulson, Foreign Affairs, March-Apr 2017

8- Neofascism in the White House, Johy B. Foster, Monthly Review, April 2017

9- American Brumaire, Dylan Riley, New Left Review, Jan-Feb 2017

10- Will the Liberal Order Survive?, Joseph Nye Jr., Foreign Affairs, Jan-Feb 2017

11- The Return of Jacksonianism, Taesuh Cha, The Washington Quarterly, Winter 2017

12- Discussion Paper, Nov 2015, RISS

13- Report, Jan 2016, RISS, (s.8)

14- Discussion Paper, Nov 2015, RISS

15- ASEAN İnvestment Report 2016, UNCTAD

16- Report, Jan 2016, RISS

17- Latin America: Trump’s Walls and China’s Bridges, Raul Zibechi

18- Report Jan 2016, RISS

19- Ouantum devices, The Economist 11 March 2017

20- Güç Merkezlerinin Stratejik Yönelişleri, Mehmet Yılmazer, (s. 138) (International Security, Winter 96/97’den aktarma)

21- Report Oct 2016, RISS

22- Trump and World Order, Stewart M. Patrick, Foreign Affairs, March-Apr 2017

23- Trump and China, Susan Shirk, Foreign Affairs March-Apr 1017

24- China and the World, Evan A. Feigenbaum, Foreign Affairs Jan-Feb 2017

25- Trump and Russia, Rumer-Sokolsky-Weiss, Foreign Affairs, March-Apr 2017

26- How to Address Strategic Insecurity in a Turbulent Age, Z. Brzezinski, CSIS.org

27- Donald Trump’s New World Order, Niall Ferguson, The American Intereset, March-Apr 2017

28- U.S Grand Strategy: Not So Bad After All, Hall Brands, The America Interest, Jan-Feb 2017

29- America’s Global Influence, Z. Brzezinski, The World Post, 25 April 2017

30- Report Jan 2016, RISS

31- Neofascism in the White House, Johy B. Foster, Monthly Review, April 2017

32- Korumacılığın Yükselişi, Ümit Akçay, Gazeteduvar

33- Populism on the March, Fareed Zakaria, Foreign Affairs, Nov-Dec 2017

34- Second Chance, Zbigniew Brzezinski, 2007