KÜRT HAREKETİNDE STRATEJİK DÖNÜŞ VE GELİŞMELER KARŞISINDAKİ TAVRIMIZ

Yol, Sayı 7, Şubat 2000

1- Soruna Yaklaşımdaki Duruş Noktamız

Ulusal Mücadele’deki stratejik dönü­şün genel olarak politik ortama ve özel olarak Devrimci Hareket’e önemli etkilerinin olacağı yeterince açıktır. Olay kaba değerlendirmelerle geçiştirileme­yecek kadar önemlidir. Ne katı, ruhunu yitirmiş dogmatik formüllerle; ne de her yana savrulabilecek pragmatik tavırlarla açıklanabilir. Sosyalist sistemin tarihte eşi görülmedik ölçüde çöküşü, yüz mil­yonların sosyalizme “ihanet” edişinden sonra buna benzer kavramların dünkü kadar kolayca kullanılmasının siyasi anlamı kalmamıştır. Yüz milyonları “ihanete” sürükleyen koşullar çözüm­lenmedikçe ajitasyon yüklü değer­lendirmeler kendi kendine konuşmaya benzer. Bu da bir hastalık halidir.

Devrimci Hareket’in genelde olaya yaklaşımı sığ ajitasyonlardan öteye gide­memiştir. “Biz demiştik”, “Beklenen bir gelişmeydi” tekerlemeleri en çok duyulanlar. Sosyalizmin çöküşü karsısında da benzeri değerlendirmeler yapılmıştı. Yara şimdilik daha sıcak. Sosyalizmin yıkılışı nasıl yıllar geçtikçe düşünce sis­temlerinde büyük delikler açtı ise, Ulusal Mücadele’deki son gelişmeler özellikle pratik devrimci yönelişlerde derin etkilerini ortaya koyacaktır. Öte yandan, bugüne dek hep “barışçıl” mücadele içinde kalmış olan K. Burkay’da “Biz demiştik” söylemini tekrarlıyor. Hem kendini radikal zemin­de gören siyasetler hem de en geri pasif noktalarda duranlar aynı koroda şarkı söylüyorlar: “Biz demiştik!” Bu işte bir yanlışlık olmalı? Gerçekten ne denmişti? Ne oldu?

Mücadelenin “silahla olmayacağını” söyleyen Kürt siyasi eğilimleri bugün neden telaşlılar? Dün silahlı mücadele onların zeminlerini daraltmıştı; bugün siyasal mücadele onları aynı oranda kuşatmaktadır. Kürt sorunu dünyanın ve elbette Türkiye’nin gündemine geri dönüşü olmaksızın oturmuşsa bunun bir tek nedeni vardır: PKK’nin yürüttüğü mücadeledir. Bu teslim edilmedikçe hiçbir ahlaki ve politik adım atılamaz. Ulusal Mücadele’deki stratejik dönüşten siyasal çıkar sağlamak, bu çıkarlar dün­yasında, hele günümüz politik fakirlik ortamında pek yadırganmasa da, bunun da güçlü bir mantığı ve kendi içinde bir tutarlılığı olmalıdır. Oysa ortada ne böy­le bir mantık ne de bir tutarlılık vardır.

Türkiye Devrimci Hareketi’ne gelin­ce, Ulusal Mücadele’nin hiçbir aşamasın­da (belki son üç dört yılı dışında tutabiliriz) olumlu bir sınav verememiştir. PKK’nin doğuşuna tam anlamıyla düş­manca bir tavır alınmıştır. Ağustos atılımı ise hemen hiçbir olumlu tepki almamış, sinsi bir içgüdüyle sanki hareketin kırılması beklenmiştir. O zaman aynı alınyazısı paylaşılacak, bilinç­ler ve ruhlar bu ortak kaderle avutulacaktı. Ancak Ulusal Mücadele inadına yükselmiş, düzenin bir numaralı hedefi haline gelmiştir. 90’lı yılları geçtikten sonra Kürt Hareketi ile artık kaçınılmaz “zoraki dostluklar” başlamıştır. Kendini bir türlü ayağa kaldıramayan Devrimci Hareket, ister kabul etsin ister etmesin, Kürt gerilla hareketinin yarattığı moral etkiyi soluyarak bu kaynaktan belli ölçülerde beslenmiştir. Ulusal Hareke­tin başardıkları hiçbir zaman açık yürek­lilikle teslim edilmemiş, öte yandan karikatür taklitlerden de geri durulma­mıştır. Devrimci Hareket ne siyasal ola­rak ne de devrimci moral değerler açı­sından Kürt Hareketi karsısında başarılı bir sınav verememiştir.

Bugün “Biz demiştik” yaklaşımlarının hiçbir siyasi ve moral değeri yoktur. Çünkü doğru, kitaplardaki formüllere bakılarak bulunamaz; tarih bilinci ve yaşamın canlı pratiği böyle “doğrulan” sürekli sınamaktadır. Devrimci Hareket, son yirmi yıldır Ulusal Mücadele karşı­sında verdiği kötü sınavı, bugün “biz demiştik” ucuz çığlığı ile örtemez. Sınavdan kastımız sadece “pratik destek” de­ğildir. Her şeyden önce Ulusal Mücadele karşısındaki siyasal duruş noktası önem­lidir. Bu duruş noktası ardından gelen bütün davranışları etkiler. Bugün çiğ bir çığırtkanlıkla olaylara yaklaşanlar, bu sancılı dönemden bayağı pragmatizmle “yararlanmak” isteyenler, bir şey kaza­namayacakları gibi, son zerresine kadar tükettikleri moral itibarlarını kazanama­mak üzere kaybedeceklerdir. Şu unutul­mamalıdır: Bugün sadece Ulusal Mücadele kaybetme riskiyle karşı karşıya değildir; döneme yaratıcı bir enerjiyle yaklaşamayan her yapı kaybedecektir. Sosyalizm çöktüğünde kendilerinin “doğrulandığını” sanıp böbürlenen Troçkist ve anti-Sovyet yapılar bir neb­ze bile güçlenemediler. Kimse güçlene­medi. Geçici soluk alışlar çabuk söndü. Çünkü sistem herkesin başına yıkılmıştı. Şimdi Kürt Hareketindeki olası bir çöküş ya da zayıflama, süreç miyopluk­tan öteye kavranırsa, Devrimci Hareket’i de içine alan yoğun bir tasfiye anaforuyla yaşanacaktır. Bu gelen tasfiye dalgası, sinsi bir sevinçle “Biz demiştik” çığlıklarını atanları da süpürecektir. Hatta önce onları süpürecektir.

Hareketimiz Ulusal Mücadele’ye karşı tavrı söz konusu olunca, Türk Solu’ndan belirgin bir şekilde ayrı durdu. Bu nedenle yerli yersiz eleştirilere uğradı. Bizler bu eleştirilerden gocun­mak şöyle dursun doğru noktada durduğumuzun bir kanıtı olarak algıladık. Bugün, Ulusal Mücadele’deki stratejik dönüsü değerlendirirken Sol’un içine düştüğü ucuz tavırlarla aramıza kesin bir sınır çekmeliyiz. Bu sınırın birkaç ana noktası vardır.

Önce, Ulusal Mücadele’nin başardık­ları hiçbir zaman unutulmamalıdır. PKK’nin doğuş ayrıcalığı, savaşta taktik ustalığı hafızalardan kolay silinmemelidir. Hareketimiz bu konuda Ulusal Mücadeleyi yeterince kapsamlı olarak değerlendirmiştir.

İkinci olarak, bugünkü stratejik dönüşün kapsamı, nedenleri derinleme­sine değerlendirilmelidir. Fırsatçı, ucuz ajitasyon yöntemimiz olmadı. Bugün bunu lanetlenecek bir günah, ölümcül bir bulaşıcı hastalık olarak görmeliyiz. Formül tekrarlamaktan, sözde devrimci keskinliklerden en küçük etkilenme şöyle dursun, bunu vücuttan bir an önce kazınacak bir ur olarak algılamalıyız.

Son olarak, Kürt Hareketindeki son derece zaaflı stratejik dönüşün yarata­cağı “fırsatlara” gözlerini dikenlerin, henüz yara sıcakken attıkları keskin çığlıkların yarın yara soğuyup dengeler­de kaymalar yaşanınca ve bunların pratik politik sonuçları acı acı kendini göste­rince “bu iş olmaz” çukuruna yuvarlana­caklarını iyi biliyoruz. Fırsatçı gündelik sözde kazançların değil, yükselecek güçlü tasfiye dalgasına karşı köklü bir duruş yaratabilmenin, dönemi aşmakta yaşamsal rol oynayacağı iyi kavranmalıdır. Bu dönem ucuzlukların ve bayağı fırsatçılıkların dönemi değildir. En yaratıcı, derin ve güçlü yaklaşımların sonsuz bir enerjiyle uygulanması gere­ken bir dönemdir. Günü kurtararak ya­şamaların sonuna gelindi. Ortaya çıka­bilecek dağınıklık ve anafor, gün kurtar­ma tiryakilerinin iştahını kabartabilir. Oysa dün günü kurtarmanın biraz imkanı var idiyse, bunun Kürt gerilla hareketi sayesinde olduğu hatırlanırsa, artık o tabakta yenecek yemek kalma­mıştır. Artıklarla da akbabalar yaşar.

Bu dönem geçilirken Kürt Hareketi’ne karşı eleştiri ve dostluğun ince, hassas ve ustaca belirlenmiş sınırları iyi çizilmelidir. Dostlarla çok acı da konu­şacak olsak, fırsatçılarla konuşacak hiç­bir şeyimiz yoktur.

 2- Ulusal Mücadeledeki Stratejik Dönüşün Tanımlanması ve Derinliği

İmralı duruşmalarından hemen sonra “stratejik dönüş” tespitini yaptığımızda durum belli ölçüde tartışılabilir yanlar taşıyordu. Ancak aradan geçen çok kısa bir sürede olay hızla derinleşti ve tartışılır yanı kalmadı. Stratejik dönüş kesinleşmiştir. Artık yapılması gereken bu dönüşün kapsam alanı ve derinliğinin tespit edilmesidir. Stratejik dönüşten kasıt PKK’nin çıkış amaçlarından, dünya dönem ve bölge değerlendirmelerinden kesin bir kopuş yapmasıdır. Elbette ki stratejiler değişmez tanrı sözleri değildir. Onu yaratan sınıf dengeleri, güçler durumu değiştiğinde kaçınılmaz bir şekilde stratejiler de değişir. Önce dönüşün kapsamını değerlendireceğiz. Sonra bu değişimin “kaçınılmazlıklarını” irdelemeye çalışacağız.

Stratejik dönüşün başlıca dört ayağı vardır. İlki, devrimler döneminin kapan­ması ve 21. yüzyılın demokrasi yüzyılı olacağı tespitidir; İkincisi, YDD’den bek­lentilerle ilgilidir; üçüncüsü, Demokratik Cumhuriyet kavramıdır; son olarak, “devleti güçlendirme” yaklaşımının anla­mıdır. Bu temel yaklaşımların pratik mantık sonuçları olan “gerillanın sınır dı­şına çekilmesi”, “silah bırakma” gibi ko­nular ayrıca değerlendirmeyi gerektir­miyor.

Devrimler döneminin kapanması ve 21. yüzyılda demokrasi: Geride bırak­tığımız üç yüzyıl, (18., 19., ve 20. yüzyıl) burjuva ve sosyalist devrimlerin, aynı zamanda ulusal kurtuluş savaşlarının yüzyılı oldu. 20. yüzyılın son on yılına ise büyük tarihsel olaylar sığdı. Sosyalist sis­tem inanılmaz bir çabukluk ve “kolaylık­la” çöktü. Ortaya çıkan dünya tablosu­nun hangi tarihsel ve politik gelişmelere yol açacağını ön görebilmek başlıca iki temel verinin irdelenmesinden geçiyor, ilki, sağlam ve derin bir tarih bilincidir. “Tarih tekerrür etmez” ancak geleceğe ait yoğun ipuçları verir. Ayrıca her “tekerrür” gibi görünen olayın derinlik­lerinde akan farklılıkları yakalamak gerekir. Burada ikinci temel veriye, günümüz dünyasının özelliklerine geliriz. Kabaca bakıldığında dünyadaki politik durum sanki ilk dünya savaşı öncesine dönmüştür. Ancak benzerlikler bu nok­tadan öteye geçmemektedir. Benzerlik­lerin iki yanına kesinlikle vurgu yapmak gerekiyor. Dünya yeniden emperyalist güç merkezleri tarafından paylaşılmak­tadır. YDD denen olgu budur. ABD, Avrupa Birliği ve Japonya bu merkez­lerin başında gelmektedir. Elbette şimdi­lik baş aktör ABD’dir. Gelecek on yıl içinde tarih sahnesine güç olarak Rusya ve Çin de çıkacaktır. Rollerini hangi yönde oynayacaklar? Bugünden net öngörülerde bulunmak oldukça zordur. Ancak tarih sahnesine çıkacakları yete­rince kesindir. Benzerliklerin ikinci yanı dünyadaki güç kavramında yatıyor. Bugün güç, hala üç kaynakla tanımlanı­yor: sermaye, teknik ve zor. Emperyalist merkezlerin bu alanlarda nefes nefese bir yarışı var. Sermayede yapısal bazı değişiklikler olmasına, tekniğin gelişi­minin insanlığın önüne inanılmaz imkan­lar çıkartmasına, zorun kullanımında bazı başkalaşımlar yaşanmasına rağmen bu üç temel güç kaynağının paylaşımda esas rolü oynaması bugünün dünyasının da temel özelliğidir. 21. yüzyıla da bu alanlardaki güç dağılımı damgasını vura­caktır. Paylaşım yöntemlerinde, zorun kullanımında elbette kaçınılmaz bazı de­ğişimler yaşanacaktır, ancak bu üç temel güç kaynağına dayanarak yaşanacak bir “paylaşım savaşı” gerçekliğini değiştir­mez. Böyle bir dünya da “demokrasi”nin kapsamı ne olabilir?

Bu noktada emperyalizmin “insan hakları” savunuculuğuna gelmemiz gere­kiyor. Fukuyama, sosyalizm çöktükten sonra liberal demokrasiyi “tarihin sonu” ilan etmişti. Çok geçmeden yine bir ABD’li “düşünür” S. Huntington “uygarlıklar savaşı”nın yaklaştığını ilan etti. Fukuyama’nın öngörüleri YDD gerçek­liği karşısında dağılıp gitti. Belki uygarlık­lar savaşı değil, ama dünyanın amansız paylaşım savaşı devam ediyor. Üstelik bu paylaşımın büyük ağırlığı Türkiye denen coğrafya parçasının çevresinde gerçekleşiyor. Ancak bu paylaşımın oldukça garip kafa karıştıran bir ideolo­jisi var: İnsan hakları! Bu bir gerçeklik mi; yoksa büyük bir ikiyüzlülük mü? Toplumsal olaylar kolayca tek renge boyanamaz. Bu olayda da bazı gerçeklik­ler olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir tarihsel yalan var. Dünyanın yeniden paylaşımının ideolojisi bu nedenle iyi kavranmalıdır. Bu noktada biraz tarih bilincimize dönmek gerekir.

Emperyalizmin ilk paylaşım sürecinde ideolojisi “vahşi toplumlara uygarlığı götürmek”ti. “Güneş batmayan imparatorluk” İngiltere’nin paylaşım ideolojisi bu masum cümlede yatıyordu. Bu tü­müyle “yalan” da değildi. O dönemin en gelişkin uygarlığı ve toplumsal düzenine İngiltere sahipti. Ancak Hindistan’da tar­lalar açlıktan ölen insanların kemikleriy­le kaplandıktan sonra bu “uygarlık gö­türme” eyleminin diğer yüzü de gizlene­mez hale geldi. Uygarlığın götürüldüğü insanlar ölü kemik yığınlarına dönüşünce eylemin amacının bu olmadığı, kapital­izmin ünlü vahşi üçlüsü: sermayeyi büyütme, kar ve pazar paylaşımı gerçeği insanlığın bilincine çıktı. Böylece emper­yalizmin “uygarlık götürme” parlak ide­olojisi onun bayağı çıkarları ile özdeşleş­ti. Buna insanlığın cevabı proleter devrimleri ve ulusal kurtuluş savaşları biçi­minde gelişti.

İkinci paylaşım döneminin ideolojisi, bir yanıyla anti-komünizm oldu. Emper­yalizm “demir perde” ördüğü sosyalist ülkelere karşı “özgür dünya”nın öncüsü rolüne soyundu. Artık “vahşi dünyaya uygarlık götürme” adı altında yaratılan klasik sömürgecilik dönemi kapanmıştı. Yeni sömürgecilik dönemi açılıyordu. Bu dönemde geri ülkeler sözde “bağımsız devletler” haline geldiler. Emperyalizm bu yeniden paylaşım döneminde anti-komünizmin yanına bir parola daha ilave etti. O da “kalkınma”ydı. Ünlü Marshal ve Truman yardımları ile Üçüncü Dünya sosyalizmden kopartılacak ve kalkındırılacaktı. Böylece ikinci paylaşım dönemi­nin ideolojisi anti-komünizm ve kalkın­ma ayaklarına oturdu. Ancak yine tari­hin akışı emperyalizmin ideolojisinden başka sonuçlar yarattı. Özgür dünyanın savunucusu emperyalizm geri ülkelerde askeri diktatörlükler dönemini açmak zorunda kaldı. Kalkınma denen şeyin ise borçlandırma ve ithalata dayalı ekono­mik yapılarla kapitalist merkezlere yo­ğun bir sermaye akışından başka bir şey olmadığı ortaya çıktı. Tıpkı klasik sömürgecilik gibi yeni sömürgecilik de tarihi dönemini tamamlamış bir tıkanma noktasına dayanmıştı. “Kalkınma” ideolojisi de tümüyle yalan değildi. Üçüncü Dünya’da ekonomik yapılar belli ölçü­lerde oluşmuştu. Ancak on yılda bir vuran döviz sıkıntısı ve sürekli yaşanan sermaye kıtlığı kalkınma denen kavramı sorgulanır hale getirdi. Klasik sömürge­cilik ve yeni sömürgecilik yıllarından aktarılan sermayelerle kapitalist ana­yurtlarda cennet adacıkları ortaya çıkarken Üçüncü Dünya kapitalizmin cehennemi oldu.

İnsan hakları kavramı bilindiği gibi bugünün kavramı değildir. Sosyalizme ünlü uğursuz saldırısını başlatırken Reagan bu silahı kullandı. Kireçlenen sosyalist ülkeler gerçekliği bu saldırıya açık zeminler yaratıyordu. Gorbaçov’la başlayan “açıklık” ve “yeniden yapılan­ma” sistemin çöküşüyle sonuçlandı. Bu­gün insan haklarını Rusya’nın açlarında mı, yoksa ünlü Rus mafyasında mı arayıp bulacağız?

Yeni Dünya Düzeni’nin ya da üçün­cü büyük paylaşımın ideolojisi insan hak­larıdır. Bu yeterince açıktır. İnsanlığa en kanlı savaşları yaşatan emperyalizm bugün nasıl ve hangi cüretle “insan hak­ları” kavramına sarılabiliyor? Sömürge valileri “uygarlaşmanın”; yeni sömürge­cilik yıllarında ise IMF ve Dünya Bankası “kalkınmanın” yollarını göstermişti! Şimdi geri dünyaya insan hakları öğre­tilecektir. Bu söylem, emperyalizmin ideolojik tutunma noktası tümüyle bir yalan, kof bir propaganda mıdır? Önceki iki paylaşım dönemine baktığımızda şu gerçeklik ortaya çıkar. Uygar dünyanın yanında “vahşi” bir dünya vardı. Daha doğrusu kapitalizmle henüz hiç tanış­mamış bir dünya vardı. Yine yeni sömürgecilik döneminde kapitalizmle bir biçimde tanışmış, ancak onun alt yapısına sahip olmayan geniş bir dünya vardı. Şimdi rafine bir şekilde insan hak­larını yaşayan Batı denen cennet adacığı yanında, “insan haklarından” yoksun geniş bir dünya vardır. Bu temel neden­den dolayı emperyalizmin insan haklarım yeni paylaşımı için ideolojik dayanak seç­mesi tümüyle bir yalan değildir. Sorun nerede yatıyor ya da “abanın altındaki sopa” nerede duruyor?

Önce emperyalizmin üç yüz yıllık tarihi onun ideolojik söylemlerine karşı kesin bir şüpheyle yaklaşmayı gerektiri­yor. Bu yersiz bir şüphecilik değil, tarih bilincinin ortaya koyduğu bir duruş nok­tasıdır. Emperyalizmin egemenliği ve kendi arasındaki rekabeti sermaye, teknik ve zor gücüne dayanıyor. Ancak bunların çıplak egemenliği hep bir ideolojik tül perdesi ile örtülmüştür. Bu örtülme suni veya uydurma bir durum değil bugüne kadar ki insan bilincinin, insanın doğayı ve maddeyi kavrayışı ile ilgili felsefi bir gerçekliktir. Tanrılar yok­tur, gerçek değildir; ancak tanrıları insan düşüncesinin yarattığı bir gerçektir. İnsanın maddeyi kavrayışı ve ona ege­men olma savaşı, bilgi teorisi açısından doğrusal yollardan yürümez. Her maddi gerçeklik, kendini içeren moral değerler yaratır. Toplumsal yaşamdaki egemenlik biçimleri de kendine denk düşen, ancak bu egemenliğin çıplak bir kopyası olmayan moral-ahlaki değerler üretir. Emperyalizmin önceki iki paylaşım döneminde ürettiği ideolojik değerler, özünde kendi egemenlik yollarının bir ifadesidir. İnsan hakları söylemine, tarih­sel materyalizmi elinde anahtar olarak tutan her kişi bu kavrama önce emper­yalist egemenliğin ideolojik biçimi olarak bakması gerekir. Emperyalizm dünyanın yeni koşullarında egemenliğini yeniden tanımlamak zorundaydı. Sosyalizm çök­müştür. Ona karşı egemenlik konumlanmaları ideolojik ve pratik politika olarak anlamını yitirmiştir. Öte yandan yeni sömürgeciliğin iflas ve tıkanma noktası­na gelmesiyle “kalkınma”da büyüsünü yitirmiştir. Ayrıca Üçüncü Dünya’nın sosyalizme karşı bir koruma kalkanıyla kuşatılmasının bir anlamı kalmamıştır. Bu koşullarda emperyalizm egemenliğini tanımlarken yeni ideolojik zırhlara gerek duymaktadır. Egemenliğin, ezen ve ezi­lenlerin olduğu dünyada tanrılar yeniden yeniden üretilmelidir.

“İnsan hakları” konusunda emperyal­izmin “çifte standart”ından söz etmenin hiçbir anlamı yoktur. Ortada onun açısından bir çifte standart yoktur. Çıkarların tek sağlam standardı vardır. Tanrı nasıl egemenlere ve ezilenlere başka yönleri ile görünüyorsa her moral değer de böyle farklı açılardan kavranır. Çözümlenmesi gereken insan hakları ideolojisinin egemenler tarafından nasıl göründüğüdür. Dünyadaki güçler denge­si, emperyalizmin dünyaya yeni egemen oluş tarzı bunu açıklar. Artık uygarlığın taşıyıcısı sömürge valileri dönemi geçmiştir. Hatta sosyalizm karsısında batı tek iken yürütülen dünyaya egemen olma tarzı da eskimiştir. “Özgür dünya­nın” temsilcileri sosyalizme karşı Üçün­cü Dünya’da askeri diktatörlükleri per­vasızca kışkırtıp desteklediler. Dünyanın emperyalist merkezler tarafından yeni­den paylaşıldığı günümüzde dünya üs­tünde egemen oluş tarzı değişmek zorundadır. Artık Batı tek değildir, rakip güçlere parçalanmıştır. Bir ülke üzerin­de tümüyle (sömürge valiliği biçiminde veya sosyalizme karşı tek bir Batı bloku olarak) egemenlik kurma dönemi geçmiştir. Artık emperyalist merkezler dışında her ülke bu merkezlerin farklı yönlerden ancak eş zamanlı müdahalesi ile yüz yüzedir. Bir Üçüncü Dünya ülkesinin tümüyle bir emperyalist merkeze “ait” olduğu dönem bitmiştir. Bunu Türkiye en açık şekilde yaşıyor. Bu gerçeklikler karşısında ne sömürge vali­liği ne askeri diktatörlükler emperyalist paylaşımın yeni egemenlik biçimine denk düşemez. Bir ülke aynı zamanda farklı yönlerden çeşitli merkezler tarafından paylaşılmaktadır. Bu temel gerçeklik paylaşım alanındaki ülkelerde esnek politik yapılanmayı ve esnek iktidarları talep etmektedir. Artık emperyalizm açısından şu da bir gerçektir. Hiçbir emperyalist merkez belli alanlara tek başına egemen olacak kadar güçlü değildir. “İnsan hakları”, emperyalizme paylaşma alanlarında esnek davranma ortamları yaratacaktır.

Bu durum emperyalizm için bir risk yaratmıyor mu? Birincisi, bunu emper­yalistler arası hızlanan rekabet dayatmaktadır. Bundan kaçınmaları imkan­sızdır. İkincisi, katı askeri diktatörlükler inanılmaz keyfilik ve çürümelere yol açmıştır. Latin Amerika bunun en belir­gin örneğidir. Ve elbette Türkiye de! Bu yönde bir derinleşme sistemin en azın­dan Üçüncü Dünya alanında çöküşünü getirebilir. Bu ise kapitalizm için daha büyük bir risktir. Üçüncüsü, ortada alternatif bir sistem olmadığı müddetçe insan haklarının yaratacağı bazı “isten­meyen kaymalar” her zaman denet­lenebilir. Ancak bu kavramın ezilenler tarafından algılanışı, insanlığın genel bi­linç seviyesinde yaratacağı gelişmeler kapitalizm açısından genel riskler doğurabilir. Zaten her egemenlik biçimi bir müddet sonra kendi karşıtını ister iste­mez yaratır. Gerçek insan haklarını emperyalizmin eline silah olarak bırak­mamak, bu silahı onun elinden almak belli bir tarihsel süreci kapsayacak mücadele ile mümkündür. Bu süreç aynı zamanda emperyalizm tarafından şekil­lendirilen “insan hakları” kavramının ve ideolojisinin yıpranması süreci olacaktır.

Bugün yersiz hayallere kapılmadan algılanması gereken, insan hakları söyle­mi, dünya koşullarının dayattığı emperyalizmin yeni egemenlik biçimin ideoloji­sidir.

Emperyalizmin eliyle de olsa, dünya­da insan hakları gelişecekse buna neden itiraz edilsin? Şu basit nedenle; kendi çıkarlarını sermaye, teknik ve silah zoruyla sonuna kadar savunan bir sis­tem için insan hakları kendi çıkarlarının sınırında biter.

Böyle bir dünya tablosu karşısında devrimlerin durumu ne olabilir? 21. yüzyılın demokrasi yüzyılı olması müm­kün müdür? Batı demokrasileri iki teme­le dayanır. Uzun bir sınıflar mücadelesi dönemi, bunun yarattığı bir “demok­rasi” bilinci ve karşılıklı olarak birbirleri­nin konumlarını kabul eden bir sınıflar dengesi en önemli tarihsel temeldir. Bu birikim neredeyse yüz yılda sağlanmıştır. Ancak bu yetmemiş, bu demokrasilerde proletarya devrimleri yaşanmış; bu devrimlerin başarısızlığının ardından ise faşizm gelmiştir. Batı demokrasisinden çok söz edilirken, faşizmin de bir batı ürünü olduğu unutulmamalıdır. İkinci temel, maddi zenginliktir. Bu ise refah devletleri sürecinde belli bir dayanıklılık kazanmıştır. Refah devletlerini yaratan koşullar ise artık yoktur. Bugün önceki otuz yıla göre dünya zenginleri ile yok­sulları arasındaki uçurum çok büyümüş­tür. Bu çelişkiler Batı tarzı demokrasiler içinde çözümlenemez. Çözümlenebil­mesi için kapitalizmin yapısal bir değişime uğraması gerekir. Kapitalist artı-değer dünya sosyal gelişimine har­canırsa devrimlere gerek kalmayabilir. Ancak böyle bir kapitalizm artık kapita­lizm olmaktan çıkar. Oysa kapitalizm hala en fazla silaha yatırım yapmakta, dünya enerji kaynakları üzerinde aman­sız bir paylaşım savaşı vermektedir. Kapitalizm dünyayı hala zoruyla şekle sokuyor. Pentagon, Kosova Savaşı’na dayanarak sırf hava savaşları ile yenme üzerine strateji geliştiriyor.

Günümüzde iki temel gerçeklik atla­narak hiçbir siyasal çözüme gidilemez. Emperyalist merkezler tarafından dünya yeniden paylaşılıyor. Bu paylaşım gerçe­ğinden hareketle otomatikman bir yeni dünya savaşı hayal etmek ne kadar yan­lışsa; bu gerçeklik atlanıp barışçıl bir demokrasi yüzyılı hayal etmek çok daha fazla büyük bir siyasal yanılgıdır. Bu tür hayallere yer bırakmayan diğer gerçeklik kapitalizmin iki yüzüdür. Bir yüzü cennet adacığı Batı kapitalist anayurtlarıdır; diğeri kapitalizmin cehennemi Üçüncü Dünya’dır. Bu çelişki ortada durdukça dünyadaki yanıcı maddeler birikmekte­dir. Kapitalizmin ana stratejisi dünyanın eteklerinden sökülüp gelecek bir yangını kendi sınırlarında tutma üzerine dayanı­yor. Emperyalist zor ortadan kalmadık­ça devrimin zoru da kendine akış yolları bulacaktır.

Yeni Dünya Düzeni’nden Beklentiler

Gerillanın sınır dışına çekildiği ve silah bırakmaya hazırlandığı koşullarda “Kürt Sorunu’nun” çözümü için başlıca iki baskı gücü kalmaktadır. İlki ve en önemlisi şüphesiz ki, “barışçıl” Kürt halk hareketidir. Bu konuya demokratik cumhuriyet başlığında döneceğiz. İkin­cisi, ABD ve AB’nin “politik baskıla­rıdır.” Özellikle Kosova’ya yapılan müdahale, NATO için yeni bir konsept oluşturmuştur. Ancak benzeri bir “mü­dahaleyi” Türkiye için beklemek tümüyle hatalı olur. Bu noktada NATO’yu gerçekten hiç “çifte standarda” sap­madan davranacak bir “insan hakları” savunucusu gibi görmek gerekir. Oysa bu varsayım dünyanın yeniden pay­laşıldığı gerçekliğine ve emperyalizmin çıkarlarına denk düşmez. Orta Afrika’da birkaç ay içinde milyonlar “kabile savaş­larında”, aslında Fransa ve ABD arasın­daki yeni egemenlik çekişmesinde katle­dildi. Batı’nın sesi bile çıkmadı. Türkiye hem NATO üyesidir hem de emperya­lizm için Kafkaslar-Ortadoğu-Balkanlar üçgeninde önemli bir yere sahiptir. Bu gerçeklik Türkiye’ye yapılacak “baskı­lara” oldukça önemli sınırlamalar getirir. Bütün bunlar bir yana emperyalizmin yaptığı dünya “düzenlemeleri”nden ne beklenebilir? Körfez Savaşı, ardından Balkanlar’daki savaş emperyalist mer­kezler arasındaki çıkar çatışmalarının özelliklerini en açık bir şekilde ortaya koymuştur. Emperyalizm doğası gereği her krizi “çözümlerken” aynı zamanda bu alana mayın döşemektedir. Gerekti­ğinde patlatmak için! Kürt Halkı’ndan kimse dünya devlerine karşı Don Kişot’luk yapmasını isteyemez ve bekle­yemez. Ancak taktik geri çekilmeler ayrıdır, geri çekilmeleri stratejik ve ide­olojik noktalara tırmandırmak ayrı konudur. İkincisi yapıldığında Yeni Dünya Düzeni’ne ideolojik olarak tabi olunur. Oysa sorun bu sözde düzenin tüm gerçek yanlarını kavrayıp, ona karşı mücadeleyi yükseltmekten geçiyor. Bu süreç, yani Yeni Dünya Düzeni’ne karşı halkların mücadelesi daha yeni başlamıştır. ABD’nin “tek süper güç” olduğu ve dünyanın her köşesinin bu gücün çıkarlarına göre şekilleneceğini düşün­mek bugünün özelliklerini kavramamak olur.

Görünüşe bakılırsa emperyalist merkezler dünyanın çatışmak böl­gelerindeki sorunları “çözümlüyorlar”. Olaylara biraz yakından bakılırsa her “çözümleme” dünyanın çeşitli noktaları­na fitili ateşlenmemiş barut fıçıları yer­leştirmeye benziyor. Körfez böyledir; Balkanlar böyledir; Kafkaslar ise zaten tutuşmuştur. Yeni Dünya Düzeni’nin birbiriyle çelişir görünen iki özelliği yanıltıcı görüntülere neden olabiliyor. Emperyalist merkezler yeniden pay­laşımda sık sık karşı karşıya gelirken; öte yandan dünyanın barut fıçısı Üçüncü Dünya’dan kopup gelebilecek patla­malara karşı ortak denetimi sürdürmeye çalışıyorlar. Ancak bu hassas dengenin sonsuza kadar sürmesi ya da “süper emperyalizme” varması beklenemez. Halk­ların aktör olmadığı, ancak figüranlığa değer görüldüğü bu dünya “yeni” değil­dir. Emperyalizmin yapısal değişime uğradığına dair de ortada hiç bir ikna edici kanıt yoktur. Belki biraz yöntemler değişmiş, söylem de insan hakları öne çıkmıştır, ancak işin özünde bir değişim olmamıştır. Emperyalist egemenliğin dünyanın yeni koşullarında ideolojik ve pratik olarak yeniden tanımlanmasıdır söz konusu olan. Bu oynak ve gerilimli süreçte sık sık dengelerde değişim olsa da, işin karakterinde bir değişim yoktur.

Kürdistan bu paylaşımın en gerilimli noktalarından birisinde durmaktadır. Büyük merkezlerin iradesi her zaman kendini güçlü bir şekilde gösterecektir. Ancak tarihin gösterdiği gibi böyle geri­limli alanlarda imkanlar da bir o kadar artar. Bunu bizzat Kürt Ulusal Hareketi kendi mücadele pratiğinde yaşamıştır. Oysa son atılan “adımlar” (geri çekilme ve silah bırakma) bütün inisiyatifi Yeni Dünya Düzeni ’ne bırakmak anlamına gelir. Ortada verilmiş hangi teminat var­dır? Oysa PKK kendi teminatını kendisi ortadan kaldıracak bir sürece girmiştir. O zaman Yeni Dünya Düzeni’nin soruna vereceği “değerle” sınırlı kalınır.

Demokratik Cumhuriyet İçinde Çözüm

Mevcut cumhuriyetin “demokratik” olmadığı yeterince açıktır. O zaman demokratik cumhuriyete nasıl varılacak­tır? Bu sorunun cevabı, eğer klasik dev­rimci literatürle konuşursak, Türkiye’de demokratik devrim adımının tamamlanması anlamına gelir. Bunun iki yolu ola­bilir: egemen sistemin evrimleşerek Batı burjuva demokrasisinin normlarını yaka­laması; ya da halkların devrimci zoruyla iktidarın çalışan kesimlere geçmesiyle demokratikleşme adımı tamamlanabilir. Bugün Türkiye toprakları bir devrimden uzak görünüyor. Hele PKK’nin son adımları bu uzaklığı daha da artırmıştır. Geriye egemen düzenin demokrasiye evrimleşmesi kalır. Bu konuda hiçbir hayale kapılmadan sağlam bir duruş nok­tası kazanılması gerekiyor.

Bu topraklarda Tanzimat Fermanından beri “hürriyet” konuşulur. Ancak Osmanlı’nın değdiği topraklardan hiç birisinde hürriyete ulaşılamamıştır. Cumhuriyet’in uzun yılları sıkıyönetim­lerle geçmiştir. Kürdistan için bu süre çok daha dayanılmaz bir baskılar dönemi olmuştur. Ulusal Mücadele, Kürt halkında büyük bir “diriliş” yarattı. Ancak bu siyasal ve sosyal teminatları ile çevrelen­meyince gelişim durabilir.

İnsanlığın yakın tarihinde askeri dik­tatörlüklerden Batı tipi demokrasilere geçişin örnekleri oldukça sınırlıdır. En çarpıcı örnekler 1970’li yıllarda Yuna­nistan, İspanya ve Portekiz’de yaşan­mıştır. Yunanistan ve İspanya’da yoğun halk hareketleri ile Portekiz’de ise bir devrimle faşizmler süpürülmüştür. Öte yandan, Batı denen coğrafya ve sosyal alanda bulunan sözü geçen ülkelerde bu geçişin çok önemli bir diğer nedeni, dönemin güçler dengesinde sosyalist sis­temin etkilendir. Portekiz’de devrimle iktidara gelen Sosyalist Parti’nin lideri Suares, Rus Şubat burjuva devriminden sonra Bolşevikler’in iktidara gelişini kast ederek, “Kerenski olmayacağım” demiş­ti. Olmadı. Ardından Portekiz Komü­nistleri iktidara gelemedi. Ancak bu Suares’in yetenekleri nedeniyle değil, “sosyalizm tehlikesine karşı”, başta Al­manya olmak üzere batı sermayesinin bu ülkelere akması nedeniyledir. Sonuç olarak, coğrafyanın bu noktasında, tarih akarken, batı demokrasilerinin iki temel dayanağı yan yana gelebildi. İlki, yoğun ve yaygın sınıflar mücadelesi ile demok­rasi bilincinin gelişmesi; diğeri maddi zenginliğin oluşmasıdır. Sosyalist siste­min varlığı ile bu ülke halklarının zoru yan yana gelince batının maddi zenginliği bu ülkelere belli ölçülerde akmak zo­runda kalmıştır.

Yaşadığımız topraklarda “demokra­tik cumhuriyete” doğru önümüzde nasıl bir yol var?

Eğer bu süreç ağırlıklı olarak devletin inisiyatifi ile gelişirse, olaylar bunu gös­teriyor, demokratikleşmenin önünde iki önemli engel durmaktadır. Birisi, Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye’nin bölgede­ki yeri ve rolü; diğeri egemen sınıfların uzun yıllar etle tırnak gibi kenetlendik­leri tarih bilinçleridir.

İlkinden başlarsak, bu konu doğru­dan çok sözü edilen devletin yeniden yapılanmasıyla bağlantılıdır. Devletin yeniden yapılanması artık bir zorunlu­luktur. Egemenler de büyük oranda “artık böyle gitmez” diyorlar. Ancak nasıl gideceği konusunda ortada kesin­leşmiş bir yöneliş yoktur. Tek kesin belge 28 Şubat Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’dir. Türkiye’de yapılacak her si­yasi değerlendirmede bu çizilen çerçe­veyi hatırlamak zorundadır. Unutulduğunda sahipleri tarafından hatırlatılır. Özellikle liberal sol ortama egemen olan yanılgılı bir düşünce, yeniden yapılanmanın içinde demokratikleşme sürecinin de varsayılmasıdır. Oysa bu büyük bir siyasal yanılgıdır. “Ateş çem­berindeki” Türk Devleti kendini yeni koşullara uydurmaya çalışırken hiç de böyle düşünmüyor. “Ateş çemberinde­ki” yoğun paylaşım gerçekliğinden dolayı Türk Devleti en azından orta vadede sürekli üç büyük gücün baskısı altında politika yapacağını biliyor. ABD, AB ve Rusya arasındaki her gerilim Türkiye’nin dış ve iç politikasına doğrudan yansıyor, yansımaya uzun yıllar devam edecektir. Bu üçlü gerilimin Türkiye’deki siyasal yaşamın kopmaz bir parçası olacağı düşünülürse, devlet kendini yeniden yapılandırırken bu özelliklere göre şekil­lenecektir. Bugün bu çok bilinmeyenli denklemin henüz bir çözümü yapıla­mamıştır. Zaten çözüm Türk Devletinin inisiyatifinde değildir. Bu gerçeklik­lerden hareketle devlet, kendi iç den­gelerini çok sıkı kontrol etmek zorunda olduğunu biliyor. Denklemin bilin­meyenleri yanında, bilinen ve oldukça iyi açığa çıkan bir gerçeklik vardır: Dünya ve bölge dengeleri Türk Devletini daha fazla militarize olmaya zorluyor. Elbette bu militarizasyon eski hantal, yıpranmış biçimlerin bir tekrarı olamaz. Daha kıvrak, etkili ve esnek bir yapıyla bölge dengelerine bir ölçüde cevap veri­lebilir. Bu yönde bir yeniden yapılanma kaçınılmazdır. Ancak iş kaçınılmaz oldu­ğu kadar kolay değildir. Üstelik bu süre­cin “demokratikleşme” ile bir ilgisi yok­tur. Eğer emperyalist merkezlerin “insan hakları baskısı” kendi gerçekliğinden öteye götürülür, olmadık misyonlar yüklenirse, buradan sadece siyasal bir düş kırıklığı çıkar, ancak demokrasi çıkmaz.

İkinci engele, egemenlerin tarih bilin­cine geldiğimizde ise durum daha da ümitsizleşir. Türk egemen sınıflarının bilinci yoğun sınıflar mücadelesi gerçekliği ile şekillenmemiş, tam tersine Osmanlı’­dan gelen devlet geleneği ile beslenmiştir. Devletin mutlak egemenliğinde sınıflar hiçbir zaman kendi siyasal kimlik­lerini kazanamamıştır. Sivil siyasetin “sefil siyasetle” hep eş tutulması bun­dandır. Egemenler gerektiğinde, uygun görürlerse yukarıdan vermeyi tek yol bilmişler, aşağıdakiler de hep yukardan beklemeye koşullanmıştır.

Bu tarihsel bilinçten bugün ne ölçüde kopulmuştur? Bu tarihsel bilinçten devlet kendiliğinden kopuşmaz. Ancak böyle bir kopuşmaya zorlanırsa bu mümkündür. Ancak Ulusal Mücadele’nin bütün zemini “devleti ikna” etmeye dönüşünce böyle bir kopuşma nasıl gerçekleşecektir? 1960 sonrası yaşanan­lar elbette bu tarihsel alınyazısından belli kopuşmalar yaratmıştır. 60’lardan sonra gelişen devrimci mücadele, ardından büyük atılımlar yapan Kürt Ulusal Mücadelesi; son olarak devletteki çeteleşmeler ve depremin yarattığı bi­linçlenme bu tarihsel alın yazısından bir kopuşma yaratmıştır. Ancak Ulusal Mücadele’nin attığı son adımlar bu ko­puşma da tersine bir kırılma yaratmıştır. Sanki bir türlü kınlamayan alın yazısına geri dönülmüştür. “Kürt aydınlanması” büyük bir kazançtır. Ancak buradan kendiliğinden demokratik cumhuriyete gidilemez. Aydınlanmalar sürekli bilenmezse kararabilir. Dünyanın kazandığı sosyalizm bilinci beslenemeyince tüken­di. Üstelik Türk egemenleri tarihlerinde hemen hiç aydınlanma dönemi yaşa­madılar. Dillerden düşmeyen “Batılılaşma”nın yetmiş yıl sonra “şark işi” bir bozulma olduğu acı acı ortaya çıktı. Aydınlanma, kapitalizmin gelişim tarihin­de düşüncenin rasyonalleşmesini kapsar. Ancak Türk burjuvazisi kendi tarihinde hiç böyle bir dönem yaşamamıştır. Ras­yonel “Batı aklı” o nedenle bir türlü Türk egemenlerini anlayamıyor. Bütün bu gerçeklerden dolayı Türk burjuvazi­sinden rasyonel bir davranış beklemek, ölü gözünden yaş beklemeye benzer.

Ulusal Mücadele’nin son stratejik dönüşü ile yeniden yapılanma süreci he­men tamamen devletin inisiyatifine geçmiştir. “Devleti ikna” temeline dayanan­ların girişimlerinin ardı gelmez. Devlet nasıl ikna olabileceğini Kıvrıkoğlu’nun ağzından sık sık açıklıyor. Böylece “demokratikleşme sürecinin” yine tek teminatı devletin kendisidir. Böyle bir demokratikleşmenin sınırları ve ufku Genelkurmay binasının duvarlarının hizasından çok öteye gidemez.

“Devleti Güçlendirme”nin Barışla İlgisi: Çok fazla spekülasyona açık olan bu yaklaşım, stratejik dönüşün en riskli noktasıdır. Bu devleti, biraz daha demokratik de olsa, “güçlendirme” söz­lerinin barışla ne ilgisi olabilir? Sözde “demokratik” bir Türkiye’nin “bölgenin en güçlü devleti” olması bölge halklarına ne kazandırabilir? Emperyalist merkez­ler iki yüz yıldır demokratik rejimlere sahipler, dünyada kendilerinden başka bir demokratik alan yaratabildiler mi? Demokrasi büyülü bir sistem değildir. En sonunda kapitalizmin çıkarlarının ra­fine edildiği bir düzendir. Önüne, ne za­man ve nasıl olacağı hiç belli olmayan, “demokratik cumhuriyet” sıfatını ekle­yerek, bu “devleti güçlendirmekten” söz etmek devrimcilik sınırlarını çok zorla­yan bir yaklaşımdır. Devrimciliğin ufku­nu burjuva demokrasisiyle sınırlamak anlamına gelir.

Sonuç olarak, Kürt Hareketi’ndeki stratejik dönüş derinleşmesini sürdür­düğü müddetçe, geriye dönüş şansını tamamen kapatmaktadır. Daha önceleri ilan edilen ateşkesler sırasında çok sık tekrarlanan “savaşa da barışa da hazırız” söyleminin artık son durağına gelin­miştir. Bu stratejik dönüşten sonra, devlet adım atmasa bile mücadeleyi yeniden yükseltme şansı yoktur. Mücadele sürecinde duraksamalar, geri çekilmeler ve hatta derin yenilgiler yaşanabilir, ancak stratejik ve elbette buna bağlı olarak ideolojik duruş noktasında bir kayma yaşanmadığında koşullarla bağlantılı olarak yeniden yük­selişe geçilebilir. Ancak stratejik bir dönüşten ve hele ideolojik kırılmadan sonra bunu yapmak mümkün olmaz. Çünkü artık ortada başkalaşmış bir siyasi yapı, farklı bir siyasal kimlik vardır. Ulusal Mücadele böyle bir yolda hızla derinleşiyor.

3- Dünya ve Bölgedeki Gelişmeler Stratejik Dönüşü Alınyazısı Haline Getirdi mi?

Devletin 92 yılında ilan ettiği “topyekün savaş” günlerinden bu yana Ulusal Mücadele bir taktik tıkanmaya girmiştir. Bunun kendini en açık ortaya koyduğu moment ise Şemdin Sakık olayının patlak vermesidir. Gerilla savaşı kendini tekrar etmeye başladığı andan itibaren sorun birikmeye başlamıştır. Türk Devleti’nin ilan ettiği “topyekün savaş” bilindiği gibi Ulusal Mücadele’yi çok yönlü bir kuşat­mayı hedefliyordu. Kırda köy boşalt­malar savaşın lojistik ve aynı zamanda politik alanını daraltmayı belli ölçülerde başardı. Güney’e yapılan operasyonlar o bölgede tutunma ve özellikle diğer Kürt örgütleri ile bağlantıları, olası ittifak yol­larını kapatmayı amaçlıyordu. Öte yan­dan, bütün Türkiye’de yükseltilen şov­enizm dalgası ile Hareket’in metropol ayakları ve ittifak güçleri inmelendirilmeye çalışıldı. Bu süreç ilerledikçe Ulusal Mücadele’deki taktik tıkanma da belli ölçülerde derinleşti.

Tam bu süreç işlerken Ulusal Mücadele’nin önemli bir tercih yaptığını görüyoruz. Batı ülkeleri ölçüsünde diplomatik mücadeleye ağırlık verildi.

Böyle bir tercih yapıldığı için de taktik tıkanmayı üç alanda (gerilla sahasında; Güney’de ve metropollerde) aşma çaba­ları yeterince kararlı ve inatçı yürütül­medi. Suriye krizinde Öcalan’ın Avru­pa’ya çıkışı tercih etmesi taktik tıkanmayı diplomasi ile aşma çabasının en önemli adımıydı. Ancak tercihin yeterli altyapı ve birikim olmadan yapıldığı “Roma sürecinde” ortaya çıktı. Yapıdaki iç gelişmeleri yeterince bilmesek de, bu­rada Öcalan’ın yaptığı bazı açıklamalar hem yeni siyasal yol konusunda hem de Parti ve gerilla ile ilişkileri konusunda oldukça şaşırtıcı ve bir dönüm noktasını işaret eden bütün kanıtları ortaya koy­muştu. Sürecin İmralı’da değil, Roma’da bir sıçrama yaptığını ve kesin bir nitelik değişikliğinin eşiğine o momentte gelin­diğini söylemek hatalı olmaz.

PKK’deki stratejik dönüşü değerlen­dirirken, son açıklamaların sadece dev­rimci kavramlara uygunluğu yönünden kritik etmek ortaçağ softalığından farklı bir anlama gelmez. Bizim elimizde o anlamda bir “kara kaplı kitap” yoktur. Bize pusula görevi yapan bir düşünce sistemi vardır elimizde. Ancak o yolda nasıl yürüneceği o pusulanın üstünde yazmaz. O nedenle stratejik dönüşe güçler dengesi açısından bakmak zorun­ludur. Körfez Savaşı Ulusal Mücadele’ye önemli bazı avantajlar sağladı. Ancak daha sonraki yıllarda bölge emperyalist merkezlerin yoğun bir çekişme alanı haline geldi. Türkiye, ABD-İsrail ekse­nine yerleşerek belli bir tercih yapmış oldu. Fakat bölgede hiçbir denge sabit olmadığı gibi her an değinmeye yatkındır. Bu noktada özellikle gerilla savaşının ve genel olarak Ulusal Mücadele’nin lojistik savaş derinliğinin nasıl bir durumda olduğu sorgulanması gereken bir olgudur. Lojistik derinliğin çok daralması durumunda mücadele sadece “kahramanlıklarla” yürütülemez­di. Ancak bölge ve dünya gerçekliklerine baktığımızda stratejik derinlikte yaşanan bu ölçüde bir dönüşü alınyazısı haline getirecek bir tükenme yoktur. Bölge, dengelerin en oynak olduğu, belli imkan­ların daha uzun süre varlığını sürdüre­ceği bir alandır. “Bağımsız Kürdistan”ın bir hayal olup olmadığı tartışmasına girmek fazlaca gerekli değildir. Ancak mücadele başlarken bu hedefin çok daha uzaklarda olduğu yeterince açıktır. Emperyalizm ve sosyalizm dengesinde sınırlar çok daha statik ve kalıcı görünüyordu. Oysa günümüzde I. ve II. Dünya Savaşı’nın dengelerinde kurulmuş pek çok sınır kendi arkasındaki güç kon­umlanmasını yitirmiştir. Buradan otomatikman “bağımsız Kürdistan” elbette çıkmaz, ancak gelişmelerin pek çok şeye gebe olduğu da bir gerçekliktir. Koşullar bazı taktik yaklaşımları dayatsa da, bunun ideolojik bir dönüşe varmasını dayatan derin bir zemin yoktur. Dünya üzerinde “süper emperyalist” bir ege­menliğin kurulduğu günlere değil, ege­menlik sisteminin paralize olacağı bir tarihsel döneme girilmiştir. Bu gerçek­lik, halkların mücadelesine belli bir lojis­tik derinlik sağlayabilir. Buradan düz bir mantıkla hemen mücadeleleri yükseltme sonucu çıkmaz; ancak dünyayı böyle algılayış başka bir stratejik konumlanış gerektirir; oysa Ulusal Mücadele’de yaşanan stratejik dönüş Yeni Dünya Düzeni’nin ve ayrıca demokratik cumhuriyetin sınırları içine çekilmeyi öngörüyor. 21. yüzyılı “barış ve demokrasi yüzyılı” ilan etmek en hafifinden emperyalist egemenlik sisteminin niteliğinde köklü bir değişimi varsaymak anlamına geliyor. Oysa dünyanın tablosu böyle görünmüyor.

Yaşanan süreç ezilen halklar ve çalışan kitleler için fazla umutlu görün­müyor. Daha doğrusu emperyalizmin “insan hakları” söyleminden ve dünyanın her köşesine müdahale etme hevesin­den dolayı yanlış bilinçler yaratabiliyor, ancak derinlerde duran gerçeklik su üstündeki bu köpüklenmelerden dolayı nitelik değiştirmiyor. Böyle günlerde ideolojik duruşların önemi çok büyük­tür. Çünkü geleceğe bu duruş noktasın­dan bakılır ve hazırlıklar bu ideolojik duruşa göre yapılır. Bu noktalardan bakıldığında Ulusal Mücadele’deki stra­tejik ve ideolojik dönüş, başka gidişi olmayan bir alınyazısı değildir. Yaşananlar belli bir siyasal tercihin sonucudur.

4- İdeolojik Kırılmanın Bu Ölçüde Hızlı Yaşanmasının Nedenleri

PKK tarihi bu noktadan yeniden yazı­lacaktır. Taktik tıkanmadan bu ölçüde geri ideolojik kırılmaya gelinmesinin, gelecek mücadele sürecinin aydınlatıla­bilmesi için iyi değerlendirilmesi gere­kiyor. Hızlı bir ideolojik kırılmadan söz etsek de, bunun belli bir süreyi kapsayan bir birikimi olduğu açıktır. Bu birikimin belli detaylarına elbette ki sahip değiliz. O nedenle değerlendirmemiz eldeki bil­giler temelinde sınırlı kalacaktır. Ancak yaşananlardan sonra Ulusal Mücadele’nin tarihinin yeniden değerlendirilmesi, kişilerin isteğinden öteye, yola devam edebilmek için objektif bir görevdir.

İdeolojik kırılmanın altında yatan önemli bir neden PKK’nin mücadele büyüdükçe kazandığı yanlış tarih bilin­cidir. Hareket, ulusal boyutlara büyü­dükçe aynı zamanda Kürt milliyetçiliği de gelişti. Bu hareketin ideolojik zemini­ni sürekli zayıflattı. Bu konuda öyle noktalara savrulmalar oldu ki Türk toplumu yanlış tarih bilinci ile “yağmacı ve barbar” ilan edildi. Toplumların gelişim sürecinde “barbarlık” ahlaki bir değer değil, bir gelişim aşamasıdır. Ortadoğu ve Anadolu topraklarında neden tarihin bir döneminde ekonomi “yağma ekonomisiydi”. Yerleşik toplum düzenine geçilmeden önce her topluluğun ekonomisi belli bir ölçüde “yağmaya” dayandı. Şu ünlü batı demokrasileri Amerika kıtasını keşfettikten sonra insanlık tarihinin en büyük yağmasını yaptılar. Ancak Batı kaynaklı tarihler ve insan bilinci bu büyük yağmayı hala uygarlığın taşınması olarak adlandırıyor. Ve uygarlığın 13.yüzyıldan beri taşındığı Latin Amerika hala dünyanın en krizli bölgesidir. Toplumsal çürümelerin en yoğun olduğu kıtadır. Türk toplumunu tarihsel gelişim aşamalarını dikkate almadan, “yağmacı” olarak değerlen­dirmek, öte yandan Kürt milliyetçiliğini besleyen sonuçlar yarattı. Bu noktada da durulmadı, Türkiye’de siyaset alanı “bozulmamış topluluklar”, pratikteki karşılığı “Türkmenler” üzerinden yürü­tülmeye çalışıldı. Gerilla kaynakları ola­rak bu topluluklar görülüyordu. Bu yak­laşım Kürt Hareketi’ni kabaca Türkiye’­ye taşımak anlamına geliyor; ancak bu noktada kalmıyor sınıf gerçekliğinden derin bir kopuşu ifade ediyordu. PKK hareketi sosyalizm iddiası taşıyan bir hareket olarak bu kopuşla birlikte Kürt orta tabakalarının bilinç ortamına sürük­lendi. Bu konuda Parti içinde oldukça yoğun mücadelelerin olduğunu bili­yoruz. Ancak ideolojik zemindeki bu kayma engellenemedi. Bugün bu ölçüde hızlı bir ideolojik kırılma yaşanmasının altında böyle köklü bir bilinç kayması yatmaktadır.

İkinci neden, YDD’nin hareket üzerindeki etkileridir. PKK büyük bir harekettir. Bu nedenle Yeni Dünya Düzeni’nde her gün yaşanan pragmatik pazarlıkların ağırlığını somut olarak üzerinde hissetmektedir. Bir küçük ide­olojik grup için fazla sorun olmayan bu konu PKK için somut bir olgudur. Sosyalizmin yıkılmasıyla, insanlığın yaşadığı ufuk kararması, günümüz insan­lık bilincini pragmatik değerlere bağla­mıştır. Bugün “prensip duruşunun” bir değeri yoktur. Pragmatizm Yeni Dünya Düzeni’nin yoğun pazarlık ortamında, belki de insanlık tarihinde hiç ulaşmadığı seviyelere tırmanmıştır. Küçümsenmeye gelmez.

Prensip duruşu veya insanlığı yön­lendiren değerler düşünürlerin aklından çıkmaz. Tarihsel dönemlerin yarattığı olgulardır. İnsanlığın gelişiminde bir ta­rihsel dönem kapanıp bir diğerinin açıl­ma sancıları prensipleri yaratır. Prensipler aslında henüz varılmamış gele­ceğin insanlık düşüncesindeki tasa­rımıdır. Ancak öyle dönemler olur ki, tarihsel bir geçiş veya çöküş sürecinde, insanlık henüz geleceği prensipler şek­linde olgunlaştıramadığında gündelik akışın anaforunda bir süre akıp gider. Böyle dönemler eski prensiplerin aşın­dığı, terk edildiği ancak henüz yenilerinin yaratılamadığı süreçlerdir. Avrupa ortaçağının uzun çöküş yılları en çarpıcı örnektir. En büyük değer ve prensip duruş noktası olarak din, tarikatlara parçalanarak sonunda kendinin inkarına, burjuva hukuk sistemine varmıştır.

Günümüz dünyası en azından on yıldır sosyalizm-kapitalizm dengesi dışın­da düşünüp davranıyor. İnsanlığın gele­cek tasarımı olarak sosyalizm büyük yaralar aldı. Yeni Dünya Düzeni’nin pragmatizmi her türlü “eski değer” üzerinde baskı kuruyor. Bu gerçeklik geleceğin yoğunlaşmış tasarımı olarak prensip duruşunu değersizleştiriyor. Bu iradeler dışında bir gerçekliktir. Ancak elimizdeki bütün değerleri yitirmedik. Değerlerimizi yetkinleştirebilmek ve yenilerini yaratabilmek için ilk vazge­çilmez koşul Yeni Dünya Düzeni’nin özünün iyi kavranmasıdır. Onun görün­tülerine kapılmak kaçınılmazca düşünce sistemimizi pragmatizme vardırır.

Yeni Dünya Düzeni’nin gerilimlerinin ortasında büyük basınç altında olan Kürt Ulusal Mücadelesi pragmatizm alanına savrulunca ardından ideolojik bir kırılma kaçınılmaz hale gelmiştir. “Hareketi kırdırmak yerine ideolojik bir kırılma” tercih edilemez mi? Ancak bu taktik bir manevra değil, bugüne kadar “düşman” olarak tanımlanan güçlerin alanına bir bakıma teçhizatsız girmek demektir. Bu anlamda ortada henüz “kurtarılan” ve belli ölçüde teminat altına alınan bir kazanım yoktur. Bazen günün kaybı geleceğin kazanımını hazırlayabilir ya da günün kazanımı geleceği kaybettirebilir. Günümüz devrimciliği esas yanları ile Paris Komünü günleriyle veya Bolşevik Devrimi’nin ya da Çin Devrimi’nin özel­likleri ile değil, Yeni Dünya Düzeni’ne karşı duruşun ve mücadelenin imkan ve yolları ile tanımlanmalıdır. Bu da yeniden paylaşıma karşı en başta ideolojik bir duruş noktası kazanmaktan geçer.

İdeolojik kırılmanın önemli bir diğer nedeni bize, doğu toplumlarına özgü “yüceltme” eyleminde yatar. Her yüceltme belli ölçüde “dünya gerçek­lerinden” bir kopuşmadır. PKK önder­liği uzun yıllar verdiği mücadelede haklı olarak yüceltildi. Ancak modern bir savaş örgütünde “yetkin bir kurmay” olmazsa olmaz bir koşuldur. Önderliğin Roma açıklamaları kendi örgüt ve savaş gücünden kopuşma işaretleri veriyordu. PKK’de kendi iç gelişimi açısından “olağanüstü” günler başlamıştı. Bu olağanüstü süreç, PKK’nin kendisini olağanüstü bir hızla yetkinleştirmesini dayatıyordu. Ancak sanki çizilen alınyazısında yüründü. Tarih bu süreci yeni­den değerlendirecektir.

5- Olası Gelişmeler

PKK “devleti ikna” adımlarına devam ediyor. Cevaplanması gereken soru devlet bu gelişmelerle ne ölçüde “ikna” olacaktır?

Ortada somut sonuçlanmış bir “pazarlık” yoktur. Devletin bu süreci nasıl değerlendirmek istediği, neyi amaçladığı beklenti ve iyi niyetlerden öteye tespit edilmelidir. Devlet, ustaca yollardan giderek bu süreci uzatarak PKK’nin evrimleşmesini son durağına kadar vardırmak istiyor. Hareketin radikal özü iyice eritilerek, PKK’nin en son hangi noktaya kadar gerileyebilece­ğinin hesabını yapmaktadır. Gereksiz sertliklerle süreci kopartmak yerine beklentiler yaratarak uzatmak eğilimin­dedir. Evet, politik hava yumuşamıştır.

PKK’nin adımları nedeniyle devletin bugüne kadar ileri sürdüğü “terör” ge­rekçesi ortadan kalkmaktadır; ancak öte yandan, sürecin inisiyatifi bütünüyle dev­letin istediği kanallarda akmaya başla­mıştır. Hareket son adımları ile kendi içinde ve dışında itibar ve güç kaybına uğramaktadır. Devlet nasıl bir Kürt Hareketi’ni kabul edebileceğini belli bir üs­lupla tekrarlıyor. Geri çekilmeyi yeterli bulmayan Genelkurmay teslim şartını tekrarlayıp duruyor.

Devlet bugünkü “yumuşamaya” el­bette bir değer biçmektedir. Ancak Türk Devleti açısından sorun geleceğe yöneliktir. Hareket’in bir kez daha “kal­kışma” olasılığını en aza indirmek için çok yönlü kuşatmasına devam etmektedir. Bu koşullarda elbette bir barış olabi­lir. Ancak barış tarafların belli bir biçim­de varoluşunu gerektirir. Devletin “ba­rış” kavramında ise “karşı taraf’ yoktur. Daha doğrusu ciddi bir politik ağırlık taşımayacak ölçüde minimalize edilmesi amaçlanmaktadır.

Yakın gelecekte büyük olasılıkla Kürt Hareketi rolünü legal ve meşru siyasal alanla oynayacaktır. Devlet henüz bu alanda bir düzenleye girişmemiştir. İlk hedef PKK’nin yeterince etkisiz hale getirilmesidir. Ardından siyasal alana müdahaleler gelecektir. Üstelik devletin bu konuda oldukça fazla deneyi vardır.

Sonuç olarak, genel devrimci ve de­mokrat güçler açısından Eylül sonrası yaşanan en kapsamlı tasfiye süreci işle­meye başlamıştır.

6- Son Gelişmeler Karşısında Politik Tavrımız

Bugün Kürt Sorunu “dil ve kültür özgürlüğü” alanına daralmıştır. Bu yak­laşımla Ulusal Sorun’un bir çözüme ulaşması imkansız görünüyor. O nedenle ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının gelecek mücadele yıllarında gündemdeki yerini koruma olasılığı oldukça fazladır. Hangi mücadele biçimleri ile ve hangi yollardan yürüyeceğini bugünden ön­görmek oldukça zordur. Ancak sorun çözümlenmediği için gelecek sürecin önünde durmaya devam edecektir. Sorunun ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı seviyesinde ele alınışının zemini varolmaya devam ettiği için bu konudaki prensip duruşunu sürdürmek ve gereklerini yerine getirmek vazgeçilmez bir görevdir.

Öte yandan, Ulusal Hareket’in son stratejik dönüşünün Kürt Halkı’nın demokratik haklarını ne ölçüde geliş­tireceği büyük kuşkular yaratsa da, demokratik hakların elde edilmesi yo­lunda her gerçek adımın desteklenmesi; ülkede gerçekten demokratik geliş­melere yol açabilecek; Türk ve Kürt Halklarının ittifakını güçlendirecek adımların desteklenmesi ve geliştirilme­si, her somut adım kendi içinde değer­lendirildikten sonra kaçınılamaz politik bir görevdir.