DEMOKRATİK DEVRİM İMKANLARI AÇISINDAN 1980 SONRASI GELİŞMELERE BİR BAKIŞ – Mehmet YILMAZER

Yol, Sayı 5, Ağustos 1993

1. Bölüm: Ekonomik Durum

1992 ortalarında TÜSİAD tarafından yaptırılan bir araştırmada, 90’ların sorunu olarak öne çıkartılan konulardan ilk sırayı “sanayide yeniden yapılanma” (1) almaktadır. 12 Eylül’ün de hedefi buydu. Geçen on yıla rağmen demek ki hedefe varılamamıştır. Üstelik ekonomi yeni, derin bir tıkanış içindedir. 12 Eylül’den kısa bir süre önce “devlet 35 sente muhtaçtır” dedirten ekonomik durum; aynı Demirel’e bugün “binmişiz bir alamete gidiyoruz kıyamete” dedirtmektedir. 92 başlarında umut saçan koalisyon, 1993’e “kıyamet” haberleriyle giriyor.

Türkiye 50 milyar doları aşkın dış borç ve 110 trilyonu aşan iç borçla yüz yüze olduğuna göre 12 Eylül yıllarında borç yenmiştir.

Şimdi, tıkanan ekonomide sonun yine aynıdır: “Kaynak yetersizliği”! Bu örtülü deyimleri anlaşılır hale getirmek istersek, devlet ve finans-kapital yeniden sermaye kıtlığı ile yüz yüzedir. I2 Eylül sermaye birikimini işçi, memur ve köylüyü olağanüstü yoksullaştırarak yaptı. Yine bu yıllarda, Türkiye “güvenli” hale gelince bir miktar yabancı sermaye aktı ve uluslararası piyasalardan kredi sağlayabildi. Şimdi bu “kaynakların” tümü I985’lerdeki kadar kolay elde edilebilir değildir.

Epeydir öne çıkan ama bir türlü adımı atılamayan iki konu: Kirlerin özelleştirilmesi ve vergi reformu mevcut tıkanıştan çıkışta yakalanacak halka olarak sunuluyor.

Bunlar gerçekleştirilebilir mi? Gerçekleştirilirse bir çıkış yolu olabilir mi? Finans-kapital sanayide yeniden yapılanma isterken, neyi amaçlıyor?

Bu sorulara cevap verebilmek ve Demokratik Devrim imkanları açısından bazı sonuçlar çıkarabilmek için, geride bıraktığımız on yıla bugünlerin gözüyle yeniden bakalım.

Ekonomi yapısal değişikliğin neresinde?

12 Eylül’ün birinci hedefi “ihracata yönelik bir sanayi” yapılandırmaktı. On yılda bir krize giren Türkiye ekonomisi her seferinde aynı sorunla yüz yüze geliyordu. Borcu borçla ödeyen ekonomi sonunda IMF’nin acı reçetelerine boyun eğiyordu. Türkiye sanayiinin ihtiyacı olan yatırım ve ara malları için dolar; doları elde etmek için ihracat gerekliydi.

1960’larla birlikte gelişen “ithal ikamesi”ne dayanan ekonomik yapı işleyebilmek için sanayiinin her ana dalında yabancı teknik ve ara mallarına gereksinim duyuyordu. Bu bağımlılık her seferinde ekonomiyi borç kıskacına sokmakta, her kıskaçtan ise ancak uluslararası finans kapitale daha büyük tavizler vererek çıkılmaktaydı. Uluslararası finans kapitalin Türkiye ekonomisini denetimi böylece basamak basamak koyulaşmıştır.

“İhracata yönelik sanayii” hedefi de T. Özal’ın yaptığı bir keşif değil, bizim gibi “ithal ikamesi”ne dayalı ekonomilerin sonunda gelip dayanacakları bir konaktır. Latin Amerika, bu konağa 1970’lerde dayanmıştır. O yıllar “Brezilya mucizesi” dillerden düşmezdi. 1980’lerde ise, uluslararası sermaye çevrelerinde bir ölçüde Türkiye popüler olmuştur. Bizde de yaşanan uluslararası finans-kapital açısından bir “mucizedir”. Aynı mucizeyi içerde, kızgın tavada kavrulan halklarımız bambaşka yönlerden yaşamaktadır.

“İhracata yönelik sanayi”nin bizdeki durumuna gelmeden bu olgunun dünya ekonomisi açısından anlamına değinmeliyiz. Bu adım, “ithal ikamesine” dayalı ekonomilerin atmak zorunda oldukları bir adımdır. İthal ettiği yatırım ve ara mallarıyla gelişmiş merkezlere bağlanan ekonomi, bizzat bu tekniği yenileyebilmek için hatta ekonominin en temel girdilerini sağlayabilmek için dolar bulmak zorundadır. Doları ise, dış kredi olarak elde etmenin sınırlarına dayanılınca, mal ihracatıyla elde etmekten başka yol kalmamaktadır. Bu ise, dünya ticaretinde bir genişlemeyi gerektirir. Türkiye, dünya pazarındaki payını büyütmedikçe ihracatını arttıramaz. Emperyalizme bağımlı ülkelerin kaçınılmazca ihracata yönelmeleri, dünya kapitalist pazarı açısından yeni sorunlar yaratır. Dünya pazarındaki ülkelerin birbiri aleyhine kavgası yoğunlaşacak; aynı zamanda dünya ticaret hacminin genişlemesi gerekecektir.

Üçüncü dünya ülkelerinin böyle birbiri ardı sıra dünya pazarına girmeleri bazı önemli sonuçlar yaratmaktadır. Birincisi, bazı sanayi kolları üçüncü dünyaya akmaktadır. Daha çok emek yoğun alanlardaki sanayi, işgücünün ucuz olduğu ülkelere yönelmekte, burada sınıflar savaşını kızıştırarak başta “avantaj” olan ucuz işgücü giderek pahalanmaktadır. İkinci olarak, ucuz işgücü avantajının azalmasıyla birlikte ve uluslararası piyasalarda rekabet edebilmek için bu ülkelere en son teknik -sınırlı ölçülerde de olsa- uzun yıllar beklemekten gelmektedir. Üçüncü olarak, bu ülkelerin mali sistemi 1960’larla kıyaslanmayacak ölçüde uluslararası finans merkezlerinin doğrudan kontrolüne girmektedir. Dördüncü olarak, bu ülkelere dayatılan meta ve sermaye için serbest dolaşım, aynı ölçüde meta olan işgücüne tanınmamakta, mallar için kalkan sınırlar insanlar için yükselmektedir. Sonuncu olarak, bu gelişim, kapitalist merkezlerle üçüncü dünya ülkeleri arasında ara halkalar yaratmakta, bazı üçüncü dünya ülkelerini gelişmiş ülkelere yaklaştırmaktadır. Bu sözde yaklaşımın uzun ve sancılı yollardan kat edildiği açıktır. Fakat bunun kadar açık olan diğer yön, üçüncü dünyanın kendi içinde keskin saflaşmalara uğramış olmasıdır. Türkiye’nin konumunu bu açıdan değerlendirmeden önce 1980 sonrasında yaşanan ve yaşanamayan değişimlere bakalım.

Bu konuda, çok sözü edildiği için “ihracat”tan başlamalıyız. Sonra bu üç göstergelerin ardındaki gerçeklere ulaşabiliriz. İhracatta, tarım ürünlerinden “imalat sanayi” ürünlerine doğru kesin bir dönüş gerçekleşmiştir. 1973 de toplam ihracat içinde tarımın payı %63,2’den 1988’de %20,1’e gerilerken, imalat sanayinin payı %32,5’den %76,7’ye yükselmiştir. (2) İhracatta üçüncü kalem olan madencilikte önemli bir değişim olmamıştır.

İhracatta artışın, pek çok teşvikle gerçekleştirildiği artık bilinen bir hikayedir. Dönemsel değişiklikler yaratan teşvikler sonsuza dek süremeyeceği için önemli olan ekonomideki yapısal değişimdir. Sırf ihracatın görünen rakamlarına bakıldığında yanıltıcı bazı sonuçlara varmak mümkündür. İmalat sanayi ürünlerinin ihracattaki payının artması neye denk düşmektedir?

Dönemin politikacıları övünçle “Türkiye, 1975’te 890 mal çeşidini 80 ülkeye ihraç ederken, 1987yılında 3800 malı 123 ülkeye ihraç etmeye başlamıştır” (3) diyebilmektedir. Bir “gelişme” olduğu açıktır. Onun karakterini yakalayabilmek için bir adım daha ileriye gidelim.

“1980’li yıllarda giderek hızlanan tempo ile dokuma, giyim, deri, cam ve gıda sanayi” ürünleri ihracatında artış yaşanmıştır. Dokuma-giyim alanında 1980 sonrası net ihracat/üretim oranında yaklaşık dört kat bir artış olmuştur, ihracat artışında dokuma- giyim sanayi öncü hale gelmiştir. Hemen hemen aynı oranda ikinci artış deri sanayi alanında yaşanmıştır. Camdaki artış iki kat, gıda sanayi net ihracat/üretim oranlarındaki artış ise 1,5 kat seviyesinde kalmıştır. (4) İhracat artışını sürükleyen dört ana sektör budur.

Türkiye sanayinin kanserli alanları olan ara ve yatırım malları sanayilerine geçince tablo tamamıyla değişmektedir. Ara mallardan kağıt sanayinde ekonominin ithalatçı konumu 1,5 kat kötüleşmiş; demir dışı metaller alanında ise kötüleşme 2,5 kat olmuştur.

Yatırım malları sanayine gelince, 1980 sonrası hemen hiçbir düzelme olmamış, ekonominin net ithalatçı durumu devam etmiştir. Elektrikli, elektriksiz makinalar ve meslek bilim aletleri alanında ithalat artarak devam etmiştir.

“Madeni eşya hariç, bütün mühendislik sanayilerinde net ithalatçı olma durumu giderek kökleşme eğilimindedir.” (5)

İhracat yönünden baktığımızda 1980 sonrası ekonomideki değişim dokuma-giyim, deri, gıda gibi birkaç alanda sınırlı kalmıştır. Bu görüntüden öteye gidebilmek için ekonomide yapısal duruma bakmalıyız.

Sanayide Yapısal Durum

Ekonominin genel yapısal değişiminde 1980 sonrası çarpıcı bir gelişme olmamıştır.

Toplam üretilen değerde tarımın payı göreli olarak azalmaktadır. Bu göreli azalma hızı 1970-80 arasında diğer dönemlere göre biraz yavaşlamıştır.

Tablo 1

Toplam üretimde Sektör Payları (%)

1960 1970 1980 1990
Tarım 37,5 25,9 22,3 17,4
Sanayi 15,7 21,7 23,3 28,7
Hizmet 46,8 52,4 54,4 53,9

Öte yandan dikkat çeken yön, Türkiye gibi bilgi teknolojisinde geri olan bir ülkede hizmet sektöründeki şişme, pratikte bankacılık ve ticarette bir artışa denk düşer. Sanayi sektöründe bir artış, beraberinde spekülasyon “sanayinde” de bir hızlanışı getiriyor.

Bu genel değişimin yanında imalat sanayiin iç yapısındaki gelişmeler önem kazanmaktadır Tablo 2’de görüldüğü gibi imalat sanayi yapısında sınırlı bazı değişimler yaşanmıştır. İmalat sanayi içinde göreli olarak tüketim mallarının payı azalırken ara mallarının payı yükselmiştir.

Tablo 2

İmalat Sanayi Bileşimi

1976 1989
Tüketim malları 45,4 36,1
Ara mallar 40,3 47,8
Yatırım Malları 14,3 16,1

Bu tablo sanki ihracattaki gelişimle ters düşmektedir. Dokuma-giyim sanayinin içinde bulunduğu tüketim malları alanı, ihracattaki gelişmeye rağmen göreli olarak ara mallarının gerisinde kalmıştır. Buradan ihracatta sürükleyici sektör olarak görünen tekstil alanındaki üretim artışının, imalat sanayi toplamı içinde bir yapısal değişim görümünü yaratabilecek seviyede olmadığı ortaya çıkar. İhracat artışı henüz sanayi yapısının bilinen oranlarında çarpıcı bir değişime yol açamamaktadır.

Ara mallarındaki artışa gelince, bu alanda deri ve kimya ürünleri dışında göreli olarak artan iki kalem, taş toprak ürünleri ve demir çeliktir. Bunun anlamı ise çok açıktır. “Konut-yatırımlarının toplam yatırımlar içindeki payı %25’e çıkmıştır. Son 10 yılın getirdiği kentleşmenin kaçınılmaz sonucu olarak konut yatırımlarında büyük bir artış var.” (6)

Türkiye’nin dağı taşı bina olup nasıl kentleşme ve sosyal yaşam özellikte son on yılda deforme olduysa, kaçınılmaz bir şekilde ekonomik yapı da benzer biçimde bozulmaya uğramıştır. “İhracat seferberliklerine” rağmen, ekonominin rakamlarına konut patlamasının sonuçları yansımaktadır, işte bir “yapısal değişim”!

Ara malları sanayi söz konusu olunca, 1980 öncesi yaşanan bir değişime dikkat çekmeliyiz.

“1980’e gelindiğinde ise, devlet sanayii esas olarak ara mallara j yönelmiştir ve kamu kesiminde sağlanan üretim değerinin 2/3’si bu alt-kesimde yığılmıştır. Böylece, devlet sanayii, ekonominin diğer alanlarına ve öncelikle özel sektöre temel girdileri sağlama işlevi yüklenmiş ve bu nedenle KİT’lerin fiyat politikası çok önemli bölüşüm ve kaynak tahsisi sonuçları yaratan kritik bir karar ve çekişme alanı; haline gelmiştir.” (7)

Devlet sanayi içinde ara mallarının payı 1963’de %36,5 iken 1980’de bu oran %64,5’e tırmanmıştır. KİT’lerin özelleştirilmesi tartışmaları bu gerçeklikten bağımsız değildir.

“KİT, ilk kuruluş yıllarında temel tüketim malları üreten sanayilerin kurulmasını üstleniyordu. Özellikle dokuma, içki ve tütün sanayiinde ilk KİT önemli üretim artışları sağılıyordu. Daha sonra 1950’li ve özellikle 1960’lı yıllarda, KİT’in ara malları denilen kağıt, çimento, demir-çelik gübre ve petro-kimya üretimine yöneldiği görülüyor.” (8)

İlk aşamada, Osmanlı artığı kapitalistlerin yeteneği ticaretle sınırlı iken, devlet, tüketim malları sanayiinde yol açmıştır. Bu süreç şimdi ikinci aşamasına dayanıyor. Palazlanan finans kapital ara malları sanayiinde devletin açtığı yoldan yürüyecektir. İmalat sanayinde bir yapısal değişimden söz edilecekse o da budur. Yoksa ihracattaki tekstil “patlamasını” rakamların dilinde, bir konut patlaması olmamışa çevirebilmektedir. Bir anlamda sanayi yapısında köklü bir kayma, değişim yaşanmamıştır. Fakat tüketim malları sanayiinden sonra, ara mallan sanayiinde devlet sermayesinin tasfiyesi önemli bir yapısal değişim olacaktır. Bunun henüz sancıları yaşanıyor, pratik adımlarsa oldukça yavaş atılmaktadır.

İhracat teşvikleriyle geçen on yılda, sırf parasal uygulamalarla yönetilen sanayide önemli bir yapısal değişim yaşanmamıştır. Devlet ya da özel sektör oluşuna bakmaksızın sanayinin üç ana sektöründe tüketim mallan, ara mallar, yatırım malları belirgin bir kayma olmamıştır. İhracat değil, inşaat patlamasından dolayı ara malları sanayiinde 7 puanlık bir artış gerçekleşmiştir. Bu sözde artış, burjuva iktisatçılarını bile tatmin etmemiştir.

“Üretken yatırımlar düşüyor, bu arada tarım yatırımlan da düşüyor. Üretken olmayan yatırımlar ise artıyor.” (9)

Türkiye, Güney Kore’ye çok özeniyor, 1950’lerdeki “Küçük Amerika” hayali Menderes’le birlikte Yassıada’da ipe çekilince geriye Kore örneğine razı olmak kalmıştır. Fakat Kore sanayi içinde, yatırım malları sanayiinin payı %31’dir. Türkiye’nin tam iki katıdır. Finans kapital, yatırım malları sanayiini geliştirmek biryana ara malları sanayiinde devlet sermayesini ucuza kapatmaya uğraşıyor. Böyle bir “yapısal değişim” yaşanacağa benziyor; yaşansa da bu değişim ekonominin tıkanma noktalarına bir çare olabilir mi? Bu soruyu cevaplamayı da bölümün sonuna bırakarak, sanayi yapısında değişim için önemli göstergeler olan sabit sermaye yatırım eğilimine ve verimlilikteki değişime bakalım.

12 Eylül, Türkiye ortamını sermaye için ideal hale getirmiştir. Bu koşullarda üretim tekniğini yenilemede hangi adımlar atılabilmiştir? Katma değerden sabit sermaye yatırımlarına ayrılan payın yıllara göre değişimi (Tablo 3) incelenince ortaya beklenenin tam tersi bir manzara çıkmaktadır.

Tablo 3

İmalat Sanayi Yatırım Eğilimi

1971 1975 1980 1983 1985 1987 1989
100,0 187,6 58,8 75,2 146,2 103,3 93,5
(1991 Petrol-İş Yıllığı)

Yatırım eğilimi yalnızca 1985’te 1970 seviyesini aşmıştır, 1980 sonrasının diğer yıllarında 1970 seviyesinin altında kalmıştır. Askerlerin tüm gayretine rağmen nazlı sermaye imalat sanayi alanında yatırıma dönüşmemiştir. Artan ihracatın karşılanması iki yolla olmuştur. Atıl kapasiteler kullanılmıştır. “Kişi başına üründe 1981-86 yıllarında kaydedilen toplam %30,7’lik artışın hemen hemen tümü kapasite kullanımındaki artışların sonucudur. Halen Türkiye imalat sanayimdeki kapasite kullanım oranlarının alışılmışın çok üstündeki düzeylere yükseldiği ve yatırım hacminin 1970’lere göre gerilediği hatırlanırsa, 1987’den sonra 1980-86’dakine benzer bir gelişme hızı beklenmemesi gerekir.”(10) 12 Eylül’ün sağladığı “güvenlik” şimdilik yalnızca atıl kapasiteleri harekete geçirebilmiştir.

İhracat artışının karşılandığı ikinci yol “iç talebin kısılmasıdır”. “Türkiye’de gerçekleştirilen ihracat artışı” yeni kapasite yaratılmasından değil, atıl kapasitenin kullanım ve iç talebin kısılması suretiyle gerçekleştirilmiştir.”

Atıl kapasite kullanımı ve iç talebin kısıtlanmasıyla arttırılan ihracat sanayide bir yapı değişimi sonucunu doğurmamıştır.

“Mali teşvikler, vergi iadesi, vergi istisnaları… İhracatın pazarlama yönünü teşvik ediyor, üretim yönünü teşvik etmiyor.” (11)

İmalat sanayi yatırımlarının iç dağılımına bakılınca durumun özellikleri daha iyi ortaya çıkmaktadır.

 

Tablo 4

İmalat Sanayi Sabit Sermaye Yatırımları (1987 Fiyatlarıyla) (milyar TL)
1976 1978 1980 1982 1984 1986 1988
Kamu
Tüketim malları 339 302 289 251 198 107 94
Sınai ara malları 1249 1254 1464 1155 741 591 227
Mühendislik Sanayi 132 153 141 123 104 71 38
Özel
Tüketim Malları 536 381 220 289 419 479 453
Sınai ara mallar 912 866 689 684 778 793 775
Mühendislik Sanayi 451 430 199 203 319 431 506
Toplam 3619 3387 3002 2705 2559 2472 2093

Yatırımlarda genel olarak gerilemenin yanında, bazı eğilimler özellikle dikkat çekicidir. Devlet tüketim mallan alanından hızla çekilmektedir. Yatırım miktarı 1976’dan 1988’e 3,5 kat gerilemiştir. Bundan da ilginci, ara malları sanayiine sermaye yatırımının ise daha hızlı bir gerileme göstermesidir; 1976’dan 1988’e kadar sabit sermaye yatırımı 5,5 kat düşmüştür. Daha önce tespit edilen “yapı değişiminin” burada da bir kanıtına rastlıyoruz. Devlet tüketim malları sanayiinden zaten çekilmiştir. O nedenle bu alandaki yatırım rakamlarının düşük olması bir bakıma doğaldır. Fakat 1980’lerle yeni bir süreç başlamıştır. Devlet ara malları sanayiindeki yerini de özel finans kapitale terk etmeye başlamıştır.

Özel sektör açısından rakamlar, 1980 sonrasının yeni yatırım dönemi olmadığını, atıl kapasitelerin kullanılmasıyla yetinildiğini bir kere daha doğrulamaktadır. Yatırımlardaki gerileme, tüketim malları ve ara malları alanında hemen hemen aynı orandadır, 1,2 kat bir gerileme olmuştur.

Mühendislik sanayiinde (yatırım mallan sanayi) devlet yatırımlarında 3,5 kat bir gerileme gözlenirken; özel sektörde bu alandaki yatırımlar 1978 sonrası sürekli düşmüş, 1986’da yeniden bir kıpırdama olmuştur. Eğer bu veriler yanıltıcı değilse devlet bu alandan da bir çekilme sürecine girmiştir.

Bilindiği gibi 1980 sonrası devlet yatırımları biraz da ortak pazar standartlarını tutturma kaygısıyla “enerji, haberleşme, ulaşım ve belediye alt yapılarında” (12) yoğunlaşmıştır.

Sonuç olarak, 1980 sonrası süreçte imalat sanayiinde hemen hiçbir teknik yenilenme yaşanmamıştır. İhracattaki tekstil öncülüğü başlıca iki temele dayanmış, rekabet gücünü teknik yenilenmeden değil, ihracat teşvikleri ve 12 Eylül’ün yoksullaştırdığı ucuz işgücünden almıştır. 1988’ler sonrası ise, bu iki sözde avantaj her geçen yıl erimiştir. O nedenle, TÜSİAD’ın 1992 ortasında yeniden eski hedefi tekrarlaması gündemin önüne “sanayide yeniden yapılanma”yı çıkartması boşuna değildir.

Tüm çalışanlar başına gerçek katma değer oranına bakılarak hesaplanan verimlilik, 1980 sorası ucuzlatılan işgücü sayesinde biraz kıpırdamıştır. Verimliliğin yıldan yıla değişiminde 1970’i 100 kabul edersek, 1980’de verimlilikteki değişme 90,2’dir. Bir gerileme vardır. 1984’te 105,1’e doğru bir kıpırdanış olmuştur. 1989’da 154,4*e varmıştır.

Bu rakamlar açıkça, “Türkiye’nin 1980’liyılardaki uzmanlaşma yöneliminin beceri ve sermaye yoğun ürünler doğrultusunda olmadığının somut belirtisidir Bir başka deyişle, Türkiye teknolojisi görece basit ve kaba olan sektörlerde uzmanlaşmıştır ve uzmanlaşmayı bu doğrultuda sürdürmektedir.” (13)

Bu veriler ışığında, “yapı değişikliğinin neresindeyiz?” sorusuna, bizzat finans kapital tarafından verilen cevapları daha açık biçimde yorumlayabiliriz.

“Uygulanan model, mevcut sanayi yapısını dış pazarlara yöneltmekte başarılı olmuş, ancak söz konusu atılımı sürekli kılacak yatırım hamlesini beraberinde getirememiştir. 1980’liyılları yatırım performansı açısından başarılı yıllar olarak nitelendirmek güçtür. Sınai malları ihracatının yapısındaki durgunluk ve sınırlı değişim, ihracata dönük sanayi kesimlerinde yeterli düzeyde yatırım yapılamamış olması ile yakından ilgilidir 1990’ların başında ihracata yönelik sanayileşmenin daha zor bir aşamasına gelmiş bulunuyoruz.” (14)

1990’lar ihracat yönelik sanayileşmenin “daha zor bir aşaması” olacaktır. Aslında gerçek sorunlar şimdi başlamaktadır. Teşviklerle yaratılan ihracat artışı artık sanayi yapısında bir değişim ile temellendirilmezse ekonomi daha derin yapısal bir “borç krizi”yle yeniden yüz yüze gelecektir. Aslında böyle bir krizin içine son birkaç yıldır girmiştir. 1988’de ekonomideki durumu değerlendirirken esprili üslubuyla A. Savaş Akat şöyle diyordu:

“Kapalı ekonomiden, ihracat yapan bir ekonomiye geçiş dönemi pahalı fiyatı olan bir şeydir. İşte bu fiyatı Batı ödemiştir Bunu unutmayın. İkincisi, petrol üretici ülkeler ödemiştir; iki senede 3 milyar dolar bir faturayı da onlar ödemiş oldular. Üçüncüsü de Türkiye içindeki faturasını da çalışanlar ödedi; bunu çok net görmek lazım. Çalışanlar, artık yavaş yavaş bunu ödemeyeceklerini çeşitli biçimlerde ifade etmeye başladılar; yani toplumda genel bir direnme havası seziliyor Restructing 500 sene sürmez, üç sene beş senedir. 5 sene doldu tamam. Yaptın yaptın, yapamadın yapamadın, pamuk eller cebe indi artık.” (15)

“Pamuk ellerin cebe inmesi” gerektiği anda, Türkiye’de sınıflar savaşı başka yönden esmeye başlamıştır.

“1987 yılı birçok açıdan dönüm noktası olarak ortaya çıkmaktadır.

1980’li yılların yapısal uyum politikalarından olumsuz olarak etkilenen gruplar olarak nitelendirebileceğimiz ‘ücretli kesim’, ‘tarım kesimi’ ve bir ölçüde ‘küçük sanayici kesimi’ milli gelirden daha yüksek bir pay alabilmek için tekrar harekete geçmişler ve giderek önemli bir baskı tabanı oluşturmuşlardır… 1987!den sonra, 1970’li yıllar düzeyinde olmasa bile, istikrarsız bir siyasal ortamın ve bölüşüm sorunlarının tekrar gündeme gelmesi, ekonomiye temel makro dengelerin sarsılması yoluyla yansımış, enflasyon ve kamu açıkları ciddi boyutlara ulaşmıştır.” (16)

“Yapısal değişim” çığlıkları atan finans kapitalin mantığında hiçbir değişim yoktur. Tam sanayide bir yapısal değişime girişmek üzereyken, “ücretli kesim”, “tarım kesimi” ve “küçük sanayici kesimi” başkaldırmıştır! On yıl öncesinin kısır döngüsüne yeniden dönülmüştür!

Hiç şüphesiz aynı yolu bir kere daha yürümeye kimse niyetli değildir. 12 Mart finans kapitale 3-4 yıllık bir “sessiz” dönem sağlayabilmişti. 12 Eylül ise 8-9 yıl, taşları bağlamış, köpekleri insanlarımızın üzerine salmıştır. Neden bu dönemde yapılan sermaye birimi, sanayi yatırımlarına akmayıp inşaat, ticaret, bankacılık alanlarına akmıştır?

Türkiye finans kapitali uzun vadeli çıkarlara kendini disipline edemeyecek kadar hazır yiyici bir geleneğe sahiptir. Aynı zamanda, böyle uzun vadeli programları henüz taşıyamayacak kadar güçsüzdür.

1987’deki dönüşün, yapısal değişimi engellediğini söylemeye çalışan finans kapital sözcüleri, bu dönemde neden imalat sanayi yatırımlarının artmadığına cevap vermeye kalkışmıyorlar. O noktada, kendi rezilliklerini anlatmak zorunda kalırlardı.

Bu düğüm noktasında bir gerçeklik ortaya çıkmaktadır.

Finans-kapital, kendi ekonomik çıkarları için gerekli adımları atarken kaçınılmaz bir şekilde işçi sınıfı ve halk yığınlarıyla çatışacaktır. Çünkü her kriz yeni sermaye birikimiyle aşılabilir; kriz içinde sermaye birikiminin yığınlar açısından anlamı ise yoksullaşmadır. Aynı zamanda her krizin aşılması finans-kapitalin kendi kendisiyle hesaplaşmasını da gündeme getirir.

Bu hesaplaşma, halk yığınları zor altında tutulduğu müddetçe genellikle yeteri rasyonellikte yapılamaz. Yığınların tepkisinin olmadığı ortamda, düzende spekülatif eğilimler artar. Öte yandan, yığınlara uygulanan zordan kaynaklanan, gelecekte bir fırtına beklentisi, her türlü uzun vadeli yönelişi köreltir. Bu kısırdöngünün mimarı tekelci finans kapitaldir. Karlar spekülatif alanlara kaydıkça üretim daralır, bu ise düzenin kalıplarım kıracak sınıf savaşlarına kapı açar.

1987 dönüşünden dert yanan finans kapital, aslında kendi spekülatif özünden bir türlü kopamadığını bir kere daha ilan etmiş oluyor. Kendisiyle hesaplaşma yeteneğini gösteremeyince, “ücretli kesim”, “tarım kesimi” ve “küçük sanayici kesimi”nin “milli gelirden daha yüksek bir pay alabilmek için tekrar harekete geçme”sine tahammül edemiyor.

“Yapısal değişim”de tıkanma noktası finans kapitalin kendi özünde yatmaktadır. Halk yığınlarından her seferinde yeniden “bir şans daha” istemesiyle, kendi değişim şansını daraltıyor. “Pamuk eller cebe” inemeyip, her seferinde yığınların cebine girdikçe yapısal bir değişimin ancak bir devrimle başarılabileceği daha iyi ortaya çıkıyor.

Sonuç olarak, ekonomi henüz bir yapısal değişim yaşamamıştır. Sanayide yeniden yapılanmadan kasıt, parasal teşvik ve zor altında tutulan ucuz işgücü avantajından çok, “yeni teknolojiler uygulayan yatırımlar demek olan bir gelişme” (17) olduğuna göre, bu henüz 1990’ların sorunu olarak durmaktadır.

Gerçekleşen Değişimler Nelerdir?

12 Eylül’le başlayan süreç kendi koyduğu hedefe henüz varamamıştır. Türkiye henüz “ihracata yönelik bir sanayiye”, yani rekabet gücü taşıyan bir sanayiye sahip değildir. Buna rağmen, Türkiye ekonomisinde 12 Eylül’le birlikte hiçbir değişme olmamıştır demek tam bir körlük olurdu. Çok önemli değişmeler olmuştur.

Bu değişimleri iki ana başlıkta toplamak mümkündür. İlki, finans kapitalin kendi iç yapısında yaşanan değişimdir; diğeri şehir ve kır ekonomi ilişkilerindeki değişmedir.

Finans kapitalin kendi iç yapısındaki değişim bir kelimeyle özetlenebilirse; rantiyeleşmedir.

1979’da 100 olan banka karları 1987’de 1310 olmuştur. On yıl geçmeden 13 kat artmıştır. Bir başka açıdan bakıldığında 1977’de gayri-safi hasıla içinde ancak % 0,8 olan reel faiz gelirleri, 1987’de %14,1’e tırmanmıştır. Bu oran, tüm kır gelirlerinin gayri-safi hasıla içindeki payı olan %17,6 ile karşılaştırılırsa, korkunçluğu anlaşılır. Gerçek faiz gelirleri on yılda 17,6 kat artarak, tüm tarımın milli gelirden aldığı paya yaklaşmıştır.

Faiz gelirlerinin 12 Eylül sonrası moda olan bankerlere gitmediği açıktır. Onlar, büyük finans kuruluşları ile orta halli halk tabakaları arasında basit aracılardır.

Bu rantiyeleşmeye karşılık sanayiden elde edilen kar oranları aynı derecede parlak değildir.

“Karlılık oranlarında da -bu 100 büyük firmadan bahsediyorum- 1979 yılından 1986 yılına kadar 500 firma içinde yer almış firmalarda karın öz sermayeye oran 1979’da 46,23 iken, 1986’da 32,93’e düşüyor.” (18)

1980’lar boyunca sanayide bir türlü yatırım olmamasının en önemli nedenlerinden biri kar oranlarında düşmedir. Kar kitlesinde artış olmuştur, fakat kar oranlarında bir artış olduğu şüphelidir. Teknik yenilenme ve avantajlı yeni dış pazarlar olmadığına göre, kar oranını etkileyebilecek tek faktör ucuz işgücü kalıyor. 1980 sonrası işçi çok ucuzlatıldı, ama buna karşılık para kiralamanın maliyeti arttı.

Ege sanayicilerinden E. Faralyalı şöyle diyor:

“Şu anda Türkiye’deki işletmelerde faizin payı emeğin aldığı payın iki katına ulaştı. İşverenler zam artı faiz kıskacına girmişlerdir.”

Eski TÜSİAD başkanı Cem Boyner’de aynı konudan şikayetçidir: “Hükümetin, kaynakları önemli ölçüde rant sektörüne, rantiye sınıfına kaydırdığı kanaatindeyim. Sanayici sanayicilik yapmaktansa, kaynaklarını sanayiden ticaretten çekip rant sektörüne yatırmayı tercih etmiştir.” (19)

Dünya finans kapitalinin, özellikle 1970’lerde girdiği bu eğilim, doğrudan yatırım yerine faiz vurgununu tercih etmek, benzer biçimde Türkiye’de de yaşanmaktadır. Böyle bir şey ancak mali kaynakların tekelci yapıda olmasıyla mümkün olabilir. Türkiye’de, finans kapitalin tarihi eskidir. Ancak göze batar ölçüde palazlandığı yıllar ise 1965’ler sonrasıdır. 1980’lende ise spekülasyonunu tüm ekonomiye yayabilecek boyutlara varmıştır.

Ekonomide ilk önemli değişim budur. Finans kapitalin rantiyeliği öncesiyle kıyaslanmayacak boyutlarda artmıştır. Şüphesiz, ekonominin mantığı açısından, artı değer üretilmedikçe, paylaşım olmaz. Faiz, artı değerden para sahibinin aldığı paydır. Günümüzde yeniden “kaynak yetersizliği” çığlıklarının atılmasının bir nedeni de budur. Zayıf üretim temeli üzerinde, 50 milyar doları aşkın dış borcun ve 110 trilyondan fazla iç borcun sırf faiz ödemeleri, “kaynakların” tükenmesine neden olmaktadır.

İkinci önemli değişim, şehir-kır ekonomik ilişkilerinde yaşanmıştır.

İç ticaret hadleri tarım aleyhine 1977’den itibaren bir bozulmaya uğramıştır. 1989’a gelindiğinde bu bozulmada bir düzelme olmamıştır. “Bu dahi tek başına olağandışı bir gelişmedir; zira önceki tüm dönemlere ilişkin bulgular, iç ticaret hadlerinde beş altı yıllık bozulmaların benzer süreli düzelmelerle telafi edildiğini göstermekte iken, 1977’yi izleyen fiyat çöküntüsü 10-12 yıl sonra hala telafi edilmiş değildir.

Tablo 5

Yıllar  1970 1977 1980 1985 1987
Ticaret hadleri 100 97,2 62,7 63,3 61,0

Gerçekten de Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye köylüsü bu derecede ağır ve uzun süreli bir diğer fiyat şoku ile karşılaşmamıştır. 1978-89 dönemi ile karşılaştırılabilecek tek dönem büyük buhranı izleyen 1930’lu yıllardır.” (20)

 

Bu büyük vurgunun sonucu olarak 1977-89 döneminde tarım yapılan yatırımlar %56 oranında gerilemiştir. “Son yıllarda zengin köylülerin giderek artan oranlarda tarım dışına kaynak aktardıklarını bunların minibüs alımı, dükkan açma biçimlerinde ulaştırma ve ticaret sektörlerine yatırımlar ya da kasabada gayrı menkul edinme biçimleri içinde ortaya çıktığını gösteriyor.” (ay)

1980 sonrası olanları fiyat çöküşü açısından Boratav 1930’lu yıllarla karşılaştırıyor. Bu yönde, kırlardaki ikinci büyük altüstlüğü sergileyebilmek için nüfus göçünü de 1950’lerle karşılaştırabiliriz.

Tek parti döneminde şehir nüfusu neredeyse oran olarak %25’lerde, 23 yıl boyunca, sabit kalmıştır. Toplam yıllık nüfus artışı (%2,3) ile şehirlerin nüfus artışı (%2,5) hemen hemen aynı oranda seyretmiştir.

1950’lerle birlikte kır yaşamında bir fırtına başlamıştır. 1960’a gelindiğinde şehirlerde yaşayanlar %31,9’a ulaşmıştır. Daha ilginci aynı on yıllık dönemde toplam nüfus yıllık artış oranı %3,2 iken, şehirlerdeki yığılma %6,9’lük bir hızla yaşanmıştır. Şehirlere göç nüfus artış hızını 2,2 kat aşmıştır.

Tablo 6

Yıllar Şehir Nüfusu(%) Şehir Nüfusu Yıllık Artış(%) Toplam Nüfus Yıllık Artış (%)
1927 24,2
1950 25,0 2,5 2,3
1960 31,9 6,9 3,2
1970 38,5 5,5 2,8
1980 43,9 4,3 2,6
1990 59,0 7,0 2,6

(DİE 1923-1990 İstatistikleri)

Sonraki yıllarda, 1980’e kadar şehirlere göç devam etmiş fakat yıllık artış hızı yavaşlamıştır. 1960-70 arası şehirlerde yıllık artış %5,5; 1970-80 arası ise %4,3 olmuştur.

1980’le birlikte, 1950’lerdekinden daha hızlı bir nüfus depremiyle yüz yüzeyiz. 1980-90 arası yıllık nüfus artış hızı aşağı yukarı aynı oranlarda, %2,6 seviyesinde kalırken; şehirlerin artış oranı %7’ye sıçramıştır. Şehirler, genel nüfustan 2,7 kat hızlı büyümüştür. 1990’larla birlikte artık Türkiye nüfusunun yarısından fazlası (%59,0) şehirlerde yaşamaya başlamıştır.

İnşaat sektöründe neden bir patlamanın yaşandığı anlaşılıyor. Bu büyük nüfus göçünün anlamı nedir? Tek sözcükle, yeni para ve fiyat politikalarıyla küçük ve orta köylülüğün bir bölümünü iflas ettirilerek, kırlardan şehirlere (finans kapitalin banka merkezlerine) oldukça radikal bir biçimde sermaye transferidir.

Cumhuriyet tarihinde ikinci büyük nüfus altüstlüğünün yaşanması kapitalizmin genel gelişiminde yeni bir basamağın çıkıldığının işaretidir. İlkinde, kırda kapitalizmin durgun gelişimi son bulmuş, sancılı bir yoldan da olsa tek parti dönemiyle kıyaslanmayacak ölçüde bir hız kazanmıştır. Aynı zamanda finans kapital kır ve kasabalardaki tefeci bezirgan sermayeyi bu gelişimin aktörü haline getirmiş, bunları bayiler ağı ile de kendine bağlamıştır. İkinci gelişimde, sınıfların ittifakı anlamında yeni bir gelişme yoktur. Ancak kırda sermaye birikimini sağlamaya yardım eden bu arada orta köylülüğün de ekonomik durumuna cılız bir şekilde de olsa etkisi olan taban fiyatı, düşük faiz uygulamalarına son verilerek, kırdaki saflaşma iyice hızlandırılmıştır. Öte yandan, taşra burjuvazisi, Suudi sermayesinin de yardımıyla daha fazla palazlanmıştır. Batı yaşamına tutkun finans kapitalin hemen dış halkasında İslam geleneklerine tutkun taşra burjuvazisi daha güçlü bir şekilde dizilmektedir.

Sonuç olarak, kırlardaki bu ikinci önemli altüstlük, bir yandan iç pazarın daha fazla genişlemesi sonucunu yaratırken, öte yandan sınıflar saflaşmasını da ülkenin en ücra köşelerine kadar taşımaktadır.

Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi Açısından Bazı Sonuçlar

Dünya kapitalizmiyle ilişki açısından ele alındığında, Türkiye kapitalizmi “dışa açılmanın” üçüncü adımını atmıştır. İlki, 1950’lerde dış ticareti liberalize ederek başlamıştı. 1960’larla “ithal ikameci sanayi” adımlarına gelindi. Şimdi, “ihracata yönelik sanayi” parolasıyla yürünüyor. Bu, uluslararası finans kapitalle kenetlenmenin son adımıdır. Henüz son derece sınırlı ölçülerde atılabilmiş olsa da gelişmeler tümüyle bu yöndedir. Türkiye henüz yatırım malları sanayiinde büyük ölçüde kapitalist merkezlere bağlıdır, dünyanın mevcut koşullarında başka bir seçeneği de yoktur. Dün, döviz temini için tarım ürünleri ihraç eden Türkiye, dünyadaki yeni işbölümüne göre tarım ürünlerinin yanında bazı sanayi ürünlerini de ihraç etmek durumundadır. Bağımlılığın özünde bir değişim yoktur; bağlayan iplerin rengi ve biçimi değişmektedir.

Temel gerçeklik böyle olmasına rağmen, tablonun tamamı bu kadar değildir. Uluslararası pazarla ilişkisi tarım ürünlerinden, sanayi ürünlerine bir değişim gösterince kaçınılmaz bir şekilde Türkiye ekonomisi, 1960’larda olduğundan çok daha dakik biçimde nabzını, dünya ekonomisinin gidişine göre ayarlamak zorundadır; böyle bir bağlantı ise, kapitalist gelişmede hızın artmasına denk düşer.

Bu gidişin ekonomik ve sosyal sonuçları aslında henüz olmamıştır. Yaşadığımız günler yeni dönemin önemli sonuçlarının alındığı günler olacaktır.

Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi açısından en önemli sonuç, kapitalizmin gelişme yollarına ilişkindir: “20. yy Türkiye iktisat tarihinin bir diğer ilginç öğretisi, iktisat politikalarının üzerinde iki ayrı çizginin açık veya kapalı biçimde, fakat sürekli olarak, bir çatışma ve hesaplaşma içinde bulunmalarıdır… Bu çizgilerden birisi, dışa açık, entegrasyoncu ve serbest piyasaya dayalı; diğeri ise korumacı, ulusal, müdahaleci-devletçi politikalardan oluşmaktadır.” (21)

Bu “iki çizgi” 1946, 1954,1960’larda kendini ortaya koymuştur. Son olarak ise, 1980’deaynı şey gerçekleşmiştir. 1980’lerin öncekilerden farkı, son on yıllık gelişimle kapitalizmin iki gelişim çizgisinin tek bir zeminde erimesi olmuştur.

Bu iki çizginin çekişmesinin temelinde, kapitalizm öncesi üretim ilişkilerin karşı alınacak tavır yatmaktaydı. Bunun bizdeki karşılığı, büyük toprak sahipliği ve tefeci-bezirgan sermayeydi. “Devletçi” çizgi, her zaman değişse bile zaman zaman bu ilişkilerin tasfiyesinde radikal yolları denemeye niyetlenmiş, fakat hiçbir zaman esaslı bir adım atmayı başaramamıştır. Her askeri darbede bir “toprak reformu” krizinin yaşanması bundandır. Sözde “serbest pazarcı” çizgi ise, eski üretim ve mülkiyet ilişkilerinin hiçbir radikal değişime uğratılmasına katlanamayıp, değişimin zaman içinde “devlet müdahalesi” olmadan yaşanmasını istiyordu. Türkiye kapitalizmi esas olarak bu yoldan gelişmiştir.

Çekişmenin kaynak aldığı ikinci temel ise sermaye birikimi sorununa dayanıyordu. Yüzyıllardır, ticaret ve tefecilikten başka iş alanı tanımamış sermaye, Cumhuriyet sonrası da aynı içgüdüyle davranıyordu. “Devletçilik” hem daha hızlı sermaye birikimine koyuldu, hem de bazı üretim alanlarına yatırımı yöneldi. Özel finans kapital hem devletçilikle beslendi, hem de sermaye birikiminin dağılımında daha etkin olabilmek için sürekli hır çıkardı.

Yine bu iki çizgi siyasi alanda en büyük gürültüyü laiklik konusunda koparttılar.

Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan Serbest Fırka denemesi; 1946’da Mecliste “toprak reformu” tartışmalarında Mendereslerin CHP’den kopması; 1950’de DP’nin seçim zaferi; 27 Mayıs hareketi; bunun yatıştırılmasına karşı T. Aydemir’in liderliğinde Harp Okulu isyanı; CHP içinde Ecevit hareketi; 9 Mart girişimi; 12 Mart darbesi; 12 Mart’ta Karaosmanoğlu ile birlikte 11 bakanın N. Erim hükümetinden ayrılması ve en son 12 Eylül darbesi kapitalizmin iki gelişim yolundan kaynaklanan sürtünmelerinin izlerini daima taşımıştır.

12 Eylül’le başlayan süreç daha doğrusu kapitalist gelişimin bu ikinci önemli sıçraması, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri gelen bu çekişme zeminini yok etmese bile olaylara izini vuran derinliğini ortadan kaldırmıştır. 12 Eylül’de hiçbir şekilde toprak reformu tartışması olmamıştır. İkinci büyük nüfus göçünden anlaşılacağı gibi, “reform” Prusya tarzının derinleştirilmesiyle yapılmıştır. Bu süreç esas olarak 1940’larda başlar. Savaş, kırlarda yoğun bir sermaye birikimine fırsat yaratır. Buradan hız alan gelişim 1950’lerde DP hareketi olarak iktidara gelince, kırda kapitalizmin gelişimi önemli bir hız kazanır. 1960’lar ve 1970’lerde toprak işgalleri, Köy-Koop hareketi, Ecevit CHP’yle yaşanan süreçte hiç değilse orta köylülük konumunu biraz güçlendirmiştir.

1980’lerle birlikte, 1930’lar seviyesindeki fiyat-faiz makasıyla kırlarda 1950’lerden sonra ikinci büyük altüstlük yaşanmış; küçük ve orta köylülük yaygın bir çöküşe uğramıştır. Öte yandan, büyük toprak sahiplerinin finans kapitalle kaynaşması daha modern kapitalist zeminlere varmıştır. Bu gelişim kırda toprak sorununu çözmese de çelişki eski biçimlerinden biraz daha sıyrılıp, kapitalist üretim biçiminin yapısına evrimleşince bu gelişim derinleşince, egemenler seviyesinde kapitalizmin iki yolundan kaynaklanan çekişme silikleşmiştir.

Sermaye birikimi konusunda, finans kapital güçlendikçe, önceki yıllarda tartışılabilir görünen egemenliğinin tartışılmaz olduğu anlaşıldıkça, bunun ordu içindeki yansımasıyla birlikte, 12 Eylül’ün ilk gününden itibaren finans kapitalin ekonomi politikalarını yürütmüş, her şey ihracat teşvikleri, ihracat imtiyazları, krediler bir avuç tekele pervasızca sunulmuştur.

Kapitalizmin son on yıldaki gelişimiyle, Cumhuriyetin ilk yıllarından sarkıp gelen, kapitalist gelişimin iki yoluyla ilgili çekişme, burjuva partileri seviyesinde artık bir anlama sahip değildir. Bu gerçekliğin bir sonucu olarak, birkaç yıl önce TÜSİAD’ın önünden resmi geçit yapan partilerin programları arasında anlamlı bir farklılık olmadığı, finans kapital tarafından keyifle açıklanmıştır.

Kapitalist gelişim, finans kapital egemenliğini her kafaya çakıp, her göze batırınca bırakalım burjuva partileri arasındaki nüans daralmasını, dünün “yüce” komünist partileri ve devrim “yolcuları” bile bu açı daralmasının arasında sıkışıp, kemiklerini ezdirdiler.

“Toprak reformu”, “devletçilik”, “planlı kalkınma” gibi parolalarda kendini gösteren nüanslar artık eski yaşam kaynaklarını yitirmişlerdi; son on yılın ekonomik gidişi toprağı başka türlü sürmüştür. 1990’larla birlikte sorunun zemini esas olarak değişmiştir.

Bütün burjuva partilerin benimsediği yeni hedef: “Sanayide yeniden yapılanma”dır. Tarım mı, sanayi mi ya da “ithal ikamesi” mi “ulusal sanayi” mi gibi nüanslar bugün bir anlam taşımıyor. Hedef az çok belirgin olmasına rağmen, hedefe gidiş yollarında aynı ölçüde açı daralması henüz yoktur.

12 Eylül’ün finans kapital açısından misyonu bu hedefi çeşitli sınıf ve tabakalara benimsetmesiyle sınırlı kalmıştır. On yılın sancılarına rağmen hedef henüz uzaktadır. ‘Yeniden yapılanma” sorunu kapitalizmin bilinen kısırdöngüsüne bir kere daha girmeden edememiştir. Sermaye kıtlığı yine gündemin birinci maddesidir.

Üstelik, A. Savaş Akat’ın belirttiği gibi bugün, dış kredi avantajı, petrol fiyatlarında geriye kayma, işçi ve köylünün silah zoruyla yoksullaştırılması gibi olanaklar eskisi ölçüsünde yoktur. Sermaye birikimi için yeniden eski yolların tekrarlanması, “sonuncu” olduğu söylenen 12 Eylül’den sonra hiç değilse günümüz açısından başvurulacak bir yol gibi görünmüyor. Bu yoldaki ihtimalleri yazının diğer bölümlerine bırakarak, ekonominin öne çıkarttıklarını çözümlemeye çalışalım.

“Kaynak yaratma” için bugün iki yöneliş öne çıkmış; KİT’lerin özelleştirilmesi ve yeni vergi düzeni ekonominin baş sorunları olmuştur. Türkiye’de kapitalizmin gelişiminde bugüne kadar motor misyonu üstlenmiş KİT’ler şimdi sermaye birikiminin önünde engel olarak lanetleniyor. Olayın bir politikacıların ağzından çarpıtılarak yansıtılan görünüşü; bir de ekonominin kendi mantığı açısından görülmesi gereken yanı vardır.

KİT’ler “zarar ettiği” için, özelleştirilerek ekonomiye yük olmaları engellenecektir. Tüm KİT’ler içinde sürekli zarar edenler haberleşme ve ulaşım alanlarındadır. Diğerleri son on yıldır sürekli “kar” etmektedir. Ancak karları rasyonel çalışmalarından çok, tekel konumunda uyguladıkları zamlardan kaynaklanmaktadır. KİT’ler zamlarla zarardan kurtulsalar da, büyük çoğunluğu sanayiye ara malı ürettiği için onun uluslararası piyasalarda rekabet gücünü zayıflatmakta, ülke içinde ise yükselen fiyatlarla iç pazarı daraltmaktadır.

Sorunun özü, ara malları sanayinin teknik yenilenmesi verimlilikte uluslararası düzeye ayak uydurabilmesidir. Burada özelleştirme üzerine yapılan demagoji önem kazanır. Dünya deneylerinde de görüldüğü gibi, sermaye verimli çalışmayan işletmelere hiçbir zaman istekli olmayacaktır. O nedenle, özelleştirmenin sınırı en verimli işleyen KİT’lerden öteye gidemez. Böyle bir adımla da KİT’lerin ekonomiye getirdikleri “yükten” kurtulamaz.

Bu konuda söylenen binlerce sözün yanıltıcılığından kurtulabilirsek, Türkiye finans kapitalinin gelişme seviyesi açısından ortaya bir tek basit gerçeklik çıkmaktadır: Tüketim malları sanayiinden sonra ara malları sanayiinde de el değiştirme yaşanacaktır. 1980’lere kadar yaşanan süreç daha çok tüketim malları alanında özel finans kapitalin gelişmesi olmuştur. Pazar genişlemesi ve sermaye birikiminin yoğunlaşması eğilimi gündeme ara malları sanayinin devir teslimini getirmiştir.

Zorluklarıyla, sancılı iniş çıkışlarıyla bu süreç yaşanacaktır. İşçi tasfiyesi, teknik yenilenme maliyetleri gibi sorunlar ilk göze çarpanlardır. Bu görünenlerin altında, derinlerde ise esas olarak Türkiye kapitalizminin gelişiminde devletin gelenekcil rolündeki değişim sancısı yatmaktadır. Devletçilik geleneğiyle yoğrulmuş bürokrasinin -en üstünde bakanlıkları durur- gücü KİT’lerden kaynaklanır. Hala, sadece imalat sanayiindeki -enerji, ulaştırma, haberleşme vb. dahil değil- katma değerde KİT’lerin payının %38 olduğu düşünülürse devletçi mantığın değişiminin güçlükleri anlaşılabilir.

Devlet ekonomiyi verimli hale getirmek için kendini küçültmek zorundadır, fakat ekonominin mantığı açısından doğru olan bu adım, sosyal sınıflar piramidinden geçerken neredeyse tanınmaz hale gelir, bozulur. O nedenle ulaşılacak hedefte birlik, yürünecek yoldaki ayrılığı engelleyemez.

Gelenekcil devlet yapısında, onun davranış ve alışkanlıklarında 80 sonrası bazı değişiklikler olmuşsa da, esas fırtınalı değişimler bundan sonra yaşanacaktır. Kapitalist gelişimin önemli ilk sıçraması olan 1950’lerdeki değişimin bedelini finans kapital politikacıları ipe çekilerek ödediler; ikinci değişim sancısında henüz böyle bedel ödeyen yoksa da bu olmayacak anlamına gelmez.

Ara malları sanayinin özelleştirilmesi, devlet eliyle biriktirilen sermayenin “zarar ediyor” çığlıktan arasında, finans kapitale devredilmesi demektir. Her yağmada hır çıktığı gibi bu paylaşımda da sancılar yaşanacaktır.

İkinci konu vergi sorunudur. Türkiye’de vergilerin %70’ini çalışanlar öder. Bu yetmez, on yılda bir silah zoruyla ücretler aşağıya çekilir. Türkiye kırlarından hemen hemen vergi alınmaz. Bunun küçük köylü için bir “şans” olduğu düşünülmesin, batık küçük işletmeler her koşulda vergi dışı kalacaktır. Onların üstünde yükselen sosyal piramitten vergi alınmaz. Uluslararası kapitalizmle daha yakın temas, kapitalist ekonominin temel disiplinlerinin işlerliğini gerektiriyor. Bunlardan en önemlisi vergi düzenidir. Masraflarını karşılamak için ikide bir özel sermayenin kaynaklarına, dolaylı yollardan el atmasını engellemek için bir yandan devlet küçülürken, öte yandan vergi hacmi artmalıdır.

Bu konuda TÜSİAD ve Odalar Birliği arasındaki kapışma anlamlıdır. Devlet açısından vergi disiplini için iki alan kalmıştır; birisi kırlar, diğeri ise bizzat finans kapitaldir. Bu alanlara yapılacak vergi saldırıları bugüne kadar yapılmış zımni anlaşmaların bozulması anlamına gelir ki, KİT’lerin özelleştirilmesinden bile daha zorlu bir konudur.

Sonuç olarak, Türkiye ekonomisi “sanayide yeniden yapılanma”nın maliyetleriyle yüz yüzedir. Bunu sağlayabilmek için ise, rasyonel işlemeyen her alan, sermayenin buharlaşmasına neden olan her türden eski uygulama gündemin önlerine tırmanacaktır.

Eriyen eski çekişme zemini, kendini şimdi yeniden yapılanmayla ilgili uygulamalarda göstermektedir. TÜSİAD yeniden yapılanma için “strateji yokluğu”ndan yakınmaktadır. Stratejiden kasıt, uluslararası pazardan rekabet şansına sahip olanların belirlenmesi ve güçlendirilmesidir. Bu konuda Japonya ve G. Kore örneği finans kapitale çekici gelmektedir. Böyle bir yönelişin Türkiye kapitalizmi çerçevesinde, finans kapital içinden bile ne büyük dirençler göreceği açıktır. Fakat dönem, uluslararası pazarda “şehitler” vermeyi gerektiriyor. Sanayide yeniden yapılanma finans kapitalde iç gerilimler yaratmadan gerçekleşemez. Bu nedenle, önümüzdeki günler bu temelde yeni saflaşmaların yaşanacağı günler olacaktır.

ANAP 1987’lere kadar yapısal değişimi zorladı, ancak ortaya çıkan gerilimlere dayanamayıp 87 sonrası klasikleşti. O nedenle, DYP’den farklı görünemedi. Şimdi finans kapital tüm kurumlarıyla yeni bir kalkışa hazırlanıyor.

Sonuç

Koalisyonun yıldızı T. Çiller ekonominin bugünkü tıkanış noktasını “Genç Demokratlar Kulübü”nde yaptığı konuşmada çarpıcı bir şekilde şöyle açıklıyor:

“Savunma hariç olmak üzere 50 milyar dolar civarında” dış borç; “110 trilyon TL civarında” iç borç vardır. Bu koşullarda enflasyon nasıl düşürülür? “Peki bunun formülü var mı? Evet bunun formülü çok belirgin biçimde var. Öyle illa kamu iktisadi teşekküllerini de kapayıp, öyle işçileri de 700 bin işçiyi de kapı önüne koyalım şeklinde de değildir.”

“Borç alacaksınız bu borcu ödemek en azından bu faizi ödemek için bir üretim yapmanız gerek, yani satılabilir bir mat üretmeniz lazım.”

“Makro düzeyde yani dünya düzeyinde satılabilir mal nedir? Satılabilir mal herhalde yol değildir.” (22)

Çiller, bu sözlerle 1987 sonrası ANAP iktidarlarını azarlarken, geçenlerde Demirel, Bolu dağını delecek tünel inşaatını başlatırken yine övünçle gerdan kırıyordu.

Demek ki, Türkiye ekonomisi 12 Eylül’ün yarattığı bütün fırsatlara rağmen yeterince “dünya düzeyinde satılabilir mal” üretemiyor!

12 Eylül’ün gerçekleştirdiği “yapısal değişimin” Çillerin ağzından en iyi özeti budur.

2.Bölüm: Politik Durum

1990’lar Türkiye’si pek çok değişime gebe ve değişim sancıları gittikçe sıklaşıyor. 12 Eylül ün kurduğu siyasi yapı çoktandır aşınmış durumda, fakat henüz yerine şekillenebilecek bir yapı kendini ortaya koyabilmiş değildir.

2.Cumhuriyet tartışmaları, A. Menderes’in siyaset sahnesine çıkma hazırlıkları, CHP başkanlığında yıldızlaştırılan Baykal’ın hemen kararıp solması, burjuvazinin saflarında henüz yeni dengelerin kurulamadığını göstermektedir.

12 Eylül siyasi yapısını bozan ve zorlayan Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi dışında inatçı, kendini sürekli düzene dayatan bir siyasi güç öne çıkamamıştır. Yükselip geri çekilen işçi hareketleri henüz böyle bir nitelik kazanmamış, 12 Eylül’ün kalıplarını bazı yönlerden zorlaşa da karakterce bir değişikliğe uğratamamıştır.

12 Eylül’ün siyasi sınırlamalarını, hatta daha öteye giderek Cumhuriyetin değişmezmiş gibi görünen kalıplarını zorlayan esas olarak Kürt hareketi olmuştur.

Bu noktada, zorlanan değişimin boyutlarını ve güçlerini sağlam bir şekilde değerlendirebilmek için olaya tarihi gelişim açısından ve Türkiye’nin içinde bulunduğu “yeni dünya düzeni” yönünden bakmak gereklidir. PKK’nin devletle yürüttüğü savaş ve dönem dönem yükselen yoğun eylemlerinin değişim içinde rolleri ancak bu genel çerçeveden bakılınca daha iyi kavranabilir.

12 Eylül içindeki ilk genel seçimlere gidilirken, 1983 Haziranında “T. Özal Türkiye finans kapitalinin geleceği, Turgut Sunalp geçmişi, Hüsamettin Cindoruk ise bugünüdür.” (Kıvılcım, Haz. 1983) demiştik. Finans-kapitali geleceğe götürecek olan T. Özal aradan geçen yıllar içinde misyonunu tüketti ve bayrağı istemeye istemeye yeniden Demirel’e teslim etti.

Finans kapitale göre, “1986’ya kadar olumlu ne yapmışsa, T. Özal sonraki yıllarda hepsini bozmuştur.” Bu yetenekli finans kapital politikasına 1986’dan sonra becerisine ne olmuştur? Yaptığı “iyi” şeyleri daha sonraları neden bozmak zorunda kalmıştır? Burada “kusur” ne Özal’da ne de ANAP’ta aranmalıdır. 12 Eylül’ün insanlara nefes aldırmayan zoru, beş altı yıllık birikimden sonra derinliklerden, sosyal yaşamın yüzeyine çıkmayı yoklayan halkın öfkesi karşısında, kontrollü bir biçimde de olsa geri çekilmeye başladığı noktada, Özal’ın finans kapital için “iyi” işler yapma yeteneği de sönmeye başlamıştır, işçi sınıfının mücadelesiyle ücretlerde kısmı artış; “ihracat seferberliği” uğruna kısılan iç tüketime yumuşak tempoyla da olsa yeniden hız verilmesiyle “ekonominin makro dengeleri” yeniden bozulmuştur.

Hangi anlamda? Ekonomi politika uygulamalarındaki 1986 sonrası dönüş, esas olarak kısa vadede finans kapital karlarına olumsuz bir etki yapmamış, tam tersine kar kitlesini arttırmıştır; bunun yanında henüz uluslararası pazarda rekabet gücü sağlayacak bir yapısal değişim yapamadan, yeniden ithalatı azdırıp, borç kıskacını sıkacak bir kısır döngüye ekonomiyi soktuğu için finans kapitalin uzun vadeli çıkarları yönünden “ekonominin dengeleri” bir kere daha bozulmuştur. Bu noktada Özal’ın yeteneği de, tarihi misyonu da tükenmiş, o da finans kapitalin “geleceği” olmaktan çıkmış, günü kurtaran politikacısı haline dönüşmüştür.

Politik olarak Özal, Kürt sorununda, laiklik konusunda sivil politikacılarla Ordu ilişkisinde cumhuriyetin alışılmış kalıplarını zorlamıştır. Kürt sorununda bütün politikacıları olduğu gibi Özal’ı da konuşturan PKK’nin mücadelesidir. Ordu ve sivil polikacılar ilişkisinde ise, Özal’ın çıkışları, aslında olağandışı görünse de Cumhuriyetin yapısında var olan güçler oluşumunun bir bakıma olağan pazarlığı, her özgül momentte tekrarladıkları bilek güreşidir. Bu güreş rastgele yapılmaz, genellikle finans kapitalin sıçrama yaptığı konaklarda tekrarlanır ve hiç şüphesiz eski dengelerde bazı kaymalar yaşanır! 12 Eylül ekonomi uygulamalarıyla Türkiye finans kapitali değil 1950’lerle, 1970’lerle bile kıyaslandığında önemli bir gelişme göstermiştir. Türkiye finans kapitalinin ilk büyük gelişimi yaşanınca Adnan Menderes nasıl devletçi gelenekten güneşin altındaki yerini istemişse; 1980’lerdeki ikinci büyük sıçramadan sonra benzer biçimde Özal da politikada Ordunun yerini, sivil politikacıların yanından ardına taşımak istemiştir.

İlki ipe çekilmiş, İkincisi politikanın önünden sahne gerilerine itilmiştir.

“1. Cumhuriyet’in” Kalıpları ve Kalıpların Kırılışı

“1. Cumhuriyet’in ilk orijinal kalıpları “tek parti” düzenidir. Kenan Evren böyle bir düzene dönüşü özleyip denediyse de, ilkinin ömrü bir çeyrek yüzyıl olabilmişken, ikinci denemenin ömrü beş yılı geçmemiştir. Bunu söylerken tek parti döneminin ünlü “Serbest Fırka” denemesini unutmuyoruz. Kurtuluş Savaşının hemen sonrasında, düz mantıkla Cumhuriyet kurucularının siyasi itibarının yüksek olması gerektiği bir dönemde, “Serbest Fıkra” denemesi gerçekliğin böyle olmadığını acı acı göstermiştir. Bu deneyden sonra Kemalizm, “gericiliğe” karşı kantarın topu gibi geniş bir memur kadrolaşması ve Ordu ile ağırlık kurmuştur.

“1. Cumhuriyet”ten ilk sapma 1950’lerde “çok partililiğe” geçişle yaşanmıştır. Neden böyle bir geçiş yaşanmıştır? Geçişte rol oynayan güçler nelerdir? Son olarak böyle bir dönüşümle hangi eski kalıplar zorlanmış ve tasfiye edilmiştir?

Değişimi ya da cumhuriyetin ilk kuruluş kalıplarını zorlayan ülke içi koşullara gelmeden, öğünün dünyasına değinmeliyiz. 1950’lerde dünyada yepyeni dengeler kurulmuştu, Türkiye bu dengelerden etkilenmeden edemezdi. Sosyalizme karşı, “hürriyet” bayrağını yükselten kapitalist Batının, Türkiye’nin kulağına çok partili yeni bir düzene geçişi fısıldadığı sır değildir. Böyle olmasına rağmen Batının bunu demokrasi aşkından yaptığını sanmak tam bir siyasi saflık olur. Bugün “insan hakları” bayrağını en ikiyüzlüce elinde taşıyan emperyalist Batı, sosyalizme karşı soğuk savaşı “özgürlük, demokrasi” çığlıklarıyla başlatmıştı; komünizm tehlikesine karış “özgürlük” uğruna sonraları faşist askeri yönetimler desteklendi.

Batının, Türkiye’ye yönelirken demokrasiden çok kendi etkisini nasıl arttırabileceği ve hangi yollardan teminat altında tutabileceği önem taşıyordu. Bu noktada, CHP’ye ve liderlerine yeterince güvenemezdi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ilk önemli palazlanmasını yaşayan finans kapital, devlet vesayetinden özgürleştikçe ABD ve Batının, Türkiye’deki etkisi çok daha hızlı ve zahmetsiz kurulabilirdi. Batının çok partili demokrasiden muradı, iktidar tekelinin yüzlerce yıllık geleneğin taşıyıcısı devletçi zümrelerin elinden alınmasıydı.

Dünyada yeni dengelerin işlemeye başladığı 1945’ler sonrasında, Türkiye eski “tarafsız” görünen, aşırt ihtiyatlı dış politikasını bir yana bırakıp, daha aktif olmaya zorlanıyordu. İnönü bunu yapamazdı. Menderes ise çok fazlasıyla “aktif” bir dış politikaya yönelince, bölgede tam bir kimlik değişimine uğramıştır.

Menderes hükümeti iktidara gelir gelmez ayağının tozuyla Kore’ye asker yollamış, böylece tüm Batı dünyasına “sizin istediğinizden de fazlasını vermeye hazırım” sinyalini ulaştırmıştır. Özal pek çok yanıyla Menderes’e benzemekle birlikte, onun şanssızlığı sosyalizmin yıkılması olmuştur. Emperyalist güç merkezleri çatallanınca, Menderes’in yaptığı gibi güç dengelerini adeta bakkal terazisiyle kabaca tartmak yetmiyor; dünyanın yeni koşullarında hassas eczacı terazileriyle iş yapmak kaçınılmazlaşmıştır. Türkiye egemenlerinin yeni koşullara uyum yapması zaman alacaktır.

Bugün Ortadoğu’da ve İslam Dünyasında rol almaya soyunan Türkiye, 1950’lerde kendini bu dünyadan kararlı bir şekilde koparmıştır. 1952’de Mısır’da krallığı deviren Nasır devrimine karşı çıkmış, Süveyş Kanalı çatışmalarında İngiltere’nin yanında yer almış; Fas, Tunus, Cezayir bağımsızlık savaşları karşısında Fransa’nın safını tutmuştur. 1950’lerin ortalarında ünlü Bağdat Paktı ile Türkiye Ortadoğu’da gericiliğin en koyu temsilcisi konumuna gelmiştir. Arap Birliği hareketinin karşısında, emperyalizmin radikal bir sözcüsü olmuştur.

1950’ler sonrası gelişen dünya dengesinde Türkiye bölgede çok hızlı bir emperyalizm yardakçılığına soyunmuştur. Emperyalizme böylesine kölelik, Türkiye’yi öte yandan umduğunu bulamadıkça sekterleştirmiş, büyük umut bağladığı Bağdat Paktı, Irak Kralının Nasır yanlısı bir askeri darbeyle 1958’de tasfiye edilmesiyle çökünce, Menderes Irak’ı işgale yeltenmiştir.

Tek parti döneminin dış politikadaki ihtiyatlı durgunluğundan sonra Menderes döneminin dış ilişkilerini bir fırtına olarak tanımlamak abartma olmaz Fakat DP iktidarı, bu fırtınasının altında kalıp ezilmiştir. Türkiye, 1950lerde kararlı bir şekilde kopuştuğu İslam ve Arap dünyasıyla bugün ilişkilerini yeni dünya koşullarında tazelemek ve güçlendirmek istiyor. Menderes iktidarı, iç politikada Kemalizm’in patlama supabı olan laikliği oldukça açık biçimlerde zorlayıp, dinin itibarını yeniden iade ederken; bölge politikasında ise tam tersi bir tutumla İslam dünyasının karşısında olmuştur. Dün, ulusal kurtuluşçu konumları deneyen Arap dünyası, emperyalizme karşı tutumlar temelinde bölünmeye uğramışken; bugün bu eski zemin erozyona uğrayınca Petrol dolarları ve emperyalizme yakınlık zemininde yeni şekillenmelere uğramıştır.

1950’lerle karşılaştırıldığında, Türkiye’nin dış politikası hala Menderes iktidarının gözü kapalı emperyalizm yanlı politikasının izlerini taşısa da onun kaba bir tekrarı olamazdı.

“1. Cumhuriyet”in ilk kalıplarını zorlayan 1950’ler dünya dengesi, Türkiye’yi ihtiyatlı ve durgun bir dış politikadan adeta göz kapalı, emperyalizmin istediğinden de daha öteye giden, tam bir Batı yardakçılığına getirmiştir. Türkiye finans kapitalinin kulağına demokrasi fısıldayan emperyalizm, Menderes iktidarıyla kendine itaatkar bir köle kazanmış oluyordu.

Tek partililikten, DP dönemine geçişte hiç şüphesiz esas nedenler ülke içi koşullarda yatmaktadır. Tek parti diktatörlüğü, esas olarak Cumhuriyet burjuvazisinin ilk önemli sermaye biriktirme dönemidir. Bu birikim işçi ve köylü yığınları aleyhine gerçekleştirildiği için ve bu yıllarda en küçük siyasi kıpırdanma Kürt isyanları ve komünizm tehlikesi gerekçesiyle sürekli ezildiği için; üstüne İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı olağanüstü koşullarda eklenince, yirmi beş yılın birikimi artık eski kalıplarda tutulamaz hale gelmiştir. Türk burjuvazisinin, “artık had safhaya varmış olan halkın hoşnutsuzluğunu demokratik yollara yönlendirerek, olası patlamaları önleme kaygısı” (1) Şark’ın binlerce yıllık geleneğine uygun olarak sürecin başında adeta bir siyasi mizansen havasında gelişmiş, olayların bentlerden kurtulup akmaya başlamasıyla birlikte ise, onlarca yılın birikimi bulabildikleri yollardan toplumsal yaşamın her alanında kendini çeşitli biçimlerde açığa vurmuştur.

Yıllardır biriken tepkiyi emmek için, basitçe çok partili bir siyasi yaşama geçildiğini sanmak büyük yanılgı olur. Biriken hak hoşnutsuzluğuna, devlet sınıflarının cevabı epeydir uyutulan ‘toprak reformu”nu yeniden gündeme getirmek olmuştur. Tek parti dönemine, büyük toprak sahipliğine sınırlı bir darbe vurarak son vermeyi deneyen Kemalist devlet sınıflarının karşısına, DP kurucusu olacak kadrolar, “hürriyet ve demokrasi” çığlıklarıyla çıkmışlardır.

“Toprak reformu”nu tutması gereken köylülüğün, tam tersine DP’nin daha az somut “hürriyet” parolasını tutması yadırganabilir. Böyle düşünmek, ekonomiyle siyaseti basitçe aynılaştırmak ve Türkiye köylüsünün tek parti döneminde edindiği kendi pratik deneyini dikkate almamak olur. CHP, ne derse desin, kara yığınlar onu inşa ettiği düzenin sınırlarıyla tanımış ve özdeşleştirmiştir. Ekonomik ve siyasi gelişimin, tek parti döneminin sınırlarını zorladığı noktada ise, yığınların kulağı genellikle yeni seslere daha açık hale gelir.

Cumhuriyet burjuvazisinin ilk sermaye biriktirme dönemine denk düşen tek parti dönemi, artık biriken sermayenin akmak istediği kanallara engel haline gelince aşılmak zorundaydı.

Değişimi zorlayan güçler hangileridir? Bu konuda Cumhuriyet tarihine bakıldığında birbirinden farklı iki dönemin yaşandığı hemen görülecektir.

“1. Cumhuriyet”in yapısından ilk “sapma” olan 1950’lerde, geniş işçi ve köylü yığınları seçim meydanlarında kendini en coşkulu biçimde gösterse de, henüz kendi bağımsız politik varlıklarıyla siyaset sahnesinde yer almazlar. 50’lerdeki değişimi zorlayan esas olarak egemen zümreler arasındaki güç kaymasıdır. Yığınların öfkesi, tepkisi bu güç değişiminin kanallarına akıtılmıştır. Oysa 60’lar sonrası dönemde egemen zümrelerin açtığı kanallara akmayan kendi bağımsız yollarını arayan yeni siyasi güçler şekillenmiştir.

Cılız Türkiye burjuvazisini yıllardır vesayet altında palazlandıran, toplumsal yapımıza güçlü bir tarihsel miras olarak gelen devlet zümreleri ile yeterince semirdiğini görüp ekonomi ve siyasette vesayet bağını koparmak isteyen finans kapital arasındaki önemli politik ve ekonomik sonuçlar doğuran ilk büyük çatışma 1950’lerde yaşanmıştır. Düz mantıkla bakıldığında, biri diğerinin varlık nedeni olan iki egemen zümrenin çatışması anlamsız ya da yersiz bulunabilir. Pratik yaşamda ise olaylar düz mantığa göre akmıyor; tarihsel köken olarak farklı olan ve biri geliştikçe diğerinin yaşam alanını daraltan bu iki egemen zümre, özellikle 1950 ve 1960 dönemlerinde kıyasıya bir çatışma yaşamışlardır

Ne zaman ki, işçi sınıfı mücadele alanında hissedilir biçimde yerini almış, bu iki egemen zümrenin ilişkisi başka bir yapıya bürünmüştür.

“Hürriyet” sloganlarıyla iktidara gelen DP’nin sonraki icraatı biliniyor. Çok kısa sürede tek parti diktatörlüğü günlerine adeta geri dönülmüştür. İlk çıkışıyla o dönemin komünistlerinin önemli bir bölümünü bile yanıltan Menderes, neredeyse ilk politik icraat olarak 1951 Komünist tutuklamalarını gerçekleştirmiştir. Kendisine oy vermediği için Malatya ilini ikiye bölen, Kırşehir ilini ilçe haline getiren, “Vatan Cephesi” kurup her gün radyolardan “cephe” üyelerinin listesini okutan DP iktidarı CHP’nin tüm malvarlığına el koyup, kapatma girişiminde bulununca çoktandır hazırlamış olduğu sonunu aceleleştirmiş oldu.

Bugünün Türkiye’sinden bakılınca devletçi zümrelerle, finans kapital arasındaki çatışmanın ulaştığı seviye ve gerilim anlamsız görülebilir; oysa o günün Türkiye gerçeğinde finans kapitalin güneşin altındaki yerini isteyişi başka türlü olmazdı. 12 Eylül’de generaller, ilk seçim mizansenini örgütlerken T. Sunalp ve partisini tıpkı tek parti döneminin mantığıyla finans kapitali yemden devletçiliğin vesayeti altına alabilmek için politika alanına sürdüler. Köprülerin altından çok sular aktığı için T. Sunalp’ın partisi değil iktidar olabilmek, daha seçim alanlarındayken yarıştan elendi. K. Evren’in en güçlü olduğu dönemde, diğer partilere yıldırımlar yağdırmasına rağmen, finans kapital, apoletlilere güçlerinin sınırını hatırlatmıştır.

1946’larda hızlanan sürecin bugün bazı geri dönülmez sonuçları olmuştur. Bu sonuçlara varılması ise hiçbir zaman düz, pürüzsüz bir gelişimle değil, yatışıp şiddetlenen çatışmalarla yaşanmıştır.

1950’ler döneminde hızlanan çekişmenin odaklaştığı noktaların hiçbirisi henüz Türkiye gündeminden tam anlamıyla silinmemiştir.

Ekonomik alanda KİT’lerin yağması o dönemlerden beri gündemdedir. Fakat 1950’ler Türkiye’sinde ordunun yanında birde sivil “memurin ordusu” devlet zümrelerinin geleneğiyle bağlıydılar. O nedenle, KİT’lerin yağması bugünkünden çok daha fazla boyutlarda “bürokrasi” içinde direnç yaratmıştır.

Siyasi planda ise, ordu ve bürokrasinin sivil hükümetle iktidar ve güç mücadelesi yine günümüz kadar genel temel politik konu olmuştur. Menderes kasketli köylüden aldığı oya fazlaca güvenip ordunun iktidar alanını daraltınca, hatta bazı konuşmalarıyla açıkça orduyu aşağılayınca, kendi sonunu hazırlamış oldu. Bugün bir ara çok tartışılan Genel Kurmayın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmasını Menderes kendi döneminde gerçekleştirmiştir. (2) Ardından gelen 1960 darbesi ise Genel Kurmayı Bakanın altından alıp, tüm bakanların önüne yerleştirmiştir. Bu değişmelerin protokol sorunu olmadığı açık, Cumhuriyetin hiyerarşisinde herkes gücü ölçüsünde yer almaktadır.

1950’lerle başlayan Cumhuriyetin yapısındaki ilk değişimler, birkaç ana noktada toplanmaktadır.

Cumhuriyetin tek parti döneminin devletçi kalıpları ekonomide ve siyasette terkedilmiş, ancak DP finans kapitalin gücünden öteye adımlar atma yanlışına düşünce 27 Mayıs Hareketi, bunları devlet sınıfları lehine onarmıştır. Kemalizm’in laiklik silahı esasında Osmanlı artığı tefeci bezirgan sermayenin ekonomik değilse bile siyasi etkinliğini sınırlamak için kullanılagelmiştir. Finans kapital gelişip etkisini kırlara da yayınca laiklik silahının artık tek parti dönemindeki gibi kullanılması imkansız hale gelmiştir. Finans kapitalle tefeci bezirganlığın 50’lerde gerçekleşen ittifakı, özünde laikliğin tek parti döneminde var olan siyasi misyonunun içini boşaltmış, onu bir kalıba, biçime indirgemiştir.

Cumhuriyetin kuruluştaki yapısında ilk önemli değişim olan 1950’lerle başlayan süreç, Olayların ilginç gelişimiyle sanki çıkış noktasına geri dönmüştür. Devlette ve siyasette, geleneksel devlet sınıflarının tekeline karşı başlayan DP hareketi başka yollardan giderek yeni bir tek parti diktatörlüğüne varmıştır.

Kölenin özgürleştiğinde “efendi” olmaktan başka bir yol bulamadığı gibi, DP de “hürriyet” çığlıklarından sonra CHP’nin tek parti diktatörlüğünü kendi üslubunca tekrarlamaktan başka yol bulmadı.

Bu tıkanmayı, 1960 27 Mayıs hareketi aşmıştır. 1960’larla birlikte, aslında 1950’de başlayan esas süreç: finans kapitalin devlet vesayetinden kopuşması devam etmiştir. Öte yandan 60 hareketi finans kapitalin 50 çıkışının bir rövanşıdır, egemenliği ancak devlet sınıflarının bünyesinde uzlaştırılabildiği ölçüde yürütebileceği yolunda finans kapitale yapılmış bir uyarıdır. 1950’lerde Menderes ödediğindeki hareket, devlet vesayetinden kopuşmanın ardına nasıl geniş köylü yığınlarını aldıysa, 1960’da devlet sınıfları, finans kapitalin bu gücüne karşı, özellikle şehirlerdeki küçük burjuva tabakaları ve işçi kitlelerini arkalarına almışlardır.

Finans kapitalin 1950 çıkışından sonra devletçiliğin 1960’daki tepkisiyle birlikte Türkiye siyaset tarihinde yeni bir dönem açılmıştır. Bu döneme kadar, esas olarak yukarıdan egemen zümreler arasındaki güç kaymalarıyla değişime uğrayan düzenin kurumlan, 60’larla birlikte aşağıdan işçi sınıfı ve halk hareketleriyle değişime zorlanmaya başlamıştır.

Devlet sınıfları ve finans kapital ilişkisinde Cumhuriyetin kuruluşundaki yapılar 1950’lerle birlikte hızla değişikliğe uğrarken, öte yandan halkın devlet karşısındaki konumuyla ilgili alışılmış mantık ve yapılar da 1965’ler sonrası değişmeye başlamış; “sınıfsız imtiyazsız kitleyiz” anlayışı fiilen sınıflar savaşıyla tasfiye olmuş, işçi sınıfı, sosyalizm gerçekliği sosyal umacılar olmaktan çıkmıştır. 1977’lerde bir ölçüde, esas olarak 1985 sonrası yine Kürt halkının mücadelesiyle Cumhuriyet döneminin çok önemli bir yapı taşı yerinden oynamış, yılların “Doğu sorunu”nun aslında “Kürt Sorunu” olduğu en kör göze batar hale gelmiştir.

12 Eylül Neden “2. Cumhuriyet”e Kapı Açtı?

“2. Cumhuriyet” deyimi yalnızca politik ortamdaki son birkaç yıldır tartışmaların odaklaştığı konulan betimlemek için kullanılacaktır, yoksa herhangi bir pratik sürecin karşılığı değildir.

12 Eylül siyasi olarak 1960 hareketinin tam karşıtı oldu, onun açtığı bütün yolları kapadı, düzen “bol” gelen bütün kanunları daraltıp sıkılaştırdı. 12 Eylülcüler tek parti dönemine bir siyasi dönüşü özlediler, fakat akan yıllar düzen için böyle bir geriye dönüşü imkansız hale getirmiştir. 1960’lar sonrası finans kapitalle devletçi zümrelerin çekişmesi yavaş yavaş değişime uğramıştır. Hele sınıf mücadelesi yükselip 1979’da bir tepe noktasına varınca egemen zümrelerle arasındaki ilişki 1950-60’lardan oldukça başka bir yapıya girmiştir.

Kapitalizmin daha hızlı gelişim temeli üzerinde, istemeyerek de olsa devletçilik finans kapital çekişmesi sınıflar savaşına yol döşemiş, onun hızlanmasında etkili olmuştur. Bununla birlikte, sınıflar savaşı yolu bir kez açılınca egemen zümrelerin çekişme alanından taşmış, kendi kanallarını yaratmış, 1980’lere kadar sürekli yükselen bir seyir izlemiştir. 12 Eylül de finans kapitalle devlet sınıfları arasında bir çekişme aramak boşuna olur. Tam tersine, o güne kadar görülmedik bir uyumla, işçi sınıfına ve halka karşı savaş açılmıştır. Bununla birlikte iki başlıca egemen zümre arasındaki her türlü sürtüşmenin eriyip yok olduğunu söylemek de bir o kadar yanılgı olur. 12 Eylül ün öncekilerden farkı, 1950 ve 1960 deneyinden ders çıkartan egemen zümrelerin, yükselen sınıf mücadelesi karşısında, herhangi bir taktik çatallanmaya düşmemeleridir. Oysa 27 Mayıs ve 12 Mart’ta finans kapitalle devlet sınıfları önemli sayılabilecek aykırılıklara düşmüşlerdir.

12 Eylül’ün başlarında sağlanan uyumun; öte yandan 1990’larda yeniden su yüzüne çıkan bazı çelişkilerin temelinde yatan nedir?

12 Eylül’de 12 Mart’taki gibi bir “9 Mart” olayının yaşanmamasının ebetteki tek nedeni yükselen sınıf savaşına karşı egemen zümrelerin taktik birliği değildir. 1979’la 1969’u kıyaslayınca 1970’ler sonrası sınıf savaşının öncesine göre çok daha yüksek olduğu ve daha radikal yolları zorlamaya başladığı -İzmir Gültepe ve Çorum’da kısmı barikat savaşları gibi- hemen görülebilir. Devrimin şiddetlenmesi karşı devrimi de yetkinleştirir. 12 Eylül devrimcilere karşı yürüttüğü operasyonlarda, 12 Mart’ın yaptığı hataların hiçbirini tekrarlamadı.

Devlet sınıfları ile finans kapitalin 12 Eylül’deki uyumunu yalnızca işçi sınıfı ve halka karşı yürütülen savaşla açıklamak yeterli olmaz. 1950 ve 1960’da birbirine zıt yönde yaşanan tepkiler, finans kapital açısından yeterince uyarıcı olmuş, bilindiği gibi hiç değilse, ordu üst katları ekonomik ve siyasi bazı kurumlaşmalarla finans kapital egemenliğinin çatısına alınmıştır. Bu tam bir erime ve sentezleşmeden çok, devlet sınıflarının gelenekcil davranışlarını törpüleme, aşındırmadır. Bu gerçeklik, 1960’lar sonrası kurumlaşmaya başlayan ORKO vb. kuruluşlarla ekonomik olarak, Milli Güvenlik Kurul’u biçiminde de siyasi olarak yaşanmaya başlamıştır.

Finans kapitalin orduya bu yaklaşımı yirmi yıl gibi bir sürede önemli sonuçlar vermiştir. İktidar odağındaki bu gelişmenin hiç şüphesiz bir de kapitalizmin gelişim temelinde bir karşılığı vardı. Türkiye’de kapitalizm geliştikçe, daha önceleri var olan gelişmenin iki yönü arasındaki çekişmelerde, bir gelişim yönü lehinde azalmaya, erimeye başlamıştır. Devletçilik uygulamaları ve toprak reformunda odaklaşan çekişmeler, aslında Kemalizm’in Cumhuriyet öncesi egemen sermaye biçimlerine karşı tutumundan kaynak almıştır. Özel finans kapital gelişip, bir bakıma kapitalizmin “Prusya Yolu”nu tutunca, uzun sancılı yıllarla eski sermaye biçimleri finans kapitalle birlikte evrimleşmiştir Bunun ilk sıçramak gelişimi 1950’lerde yaşanmıştı; ikinci sıçramak gelişim ise 1980’lerle yaşanmaya başlamıştır.

12 Eylül’e gelindiğinde, ekonomik gidişle ilgili devlet sınıfları ve finans kapital arasında herhangi bir sürtüşme yaşanmadan uygulamaya geçilmiştir. Uyumun temelinde yatan en önemli gerçeklik budur. Kapitalizmin gelişim seviyesi, onun gelişme yollarıyla ilgili egemen zümreler arasındaki önceki çekişme noktalarını eritmiştir. Ekonomik yapı açısından söz konusu sorunlar tümüyle yok olmasa da eski ağırlıklı yönlerini yitirmişlerdir.

1990’lara gelindiğinde ise, 12 Eylül’ün ilk yıllarındaki uyum kaybolmuş, gerek sivil finans kapital politikacıları arasında gerekse ordu ile ilişkilerde aniden önemli gerilimler yaşanmaya başlanıştır

Bu konuda ülke içindeki nedenlere gelmeden önce, dünyadaki son gelişmelerin Türkiye egemenleri üzerindeki etkilerini irdeleyelim.

Sosyalizmin varlığı koşullarında Türkiye dış politikası son derece basit bir denkleme dayanılıyordu. Çöküşle birlikte eski tek bilinmeyenli denklemin yerini çok bilinmeyenli yeni bir sistem almıştır.

1950’lerde Cumhuriyetin kalıpları ilk kez önemli ölçüde zorlanırken dünya yepyeni bir dengeye oturmaktaydı. Türkiye, DP iktidarıyla bu denge içinde büyük bir hız ve telaşla NATO saflarında yer almak için adeta çırpınmıştı. Ardından “Truman yardımları”na ödenen bedel olarak “ticarette Iiberalleşme”yle birlikte bilinen süreç açılmış oldu. Bugün “2. Cumhuriyet” tartışmalarının yapıldığı sırada, dünya bambaşka bir görünüme sahiptir. İşin finans kapitali zorlayan yanı eskisi gibi koşarak gidilip katılınılacak açık kesin bir saflaşmanın henüz oluşmamasıdır. Tüm dünya “yeni bir düzene” doğru ağır ve sancılı bir şekilde yol alıyor. Bu durum, Türkiye açısından hem ekonomik yönelişlerde hem de Genel Kurmayın kasalarında duran askeri stratejilerde önemli değişimler yaratmıştır.

Dünyanın yeni yönelişinde Türkiye’yi ilgilendiren iki önemli yan vardır. 80’lerin sonuna kadar egemen olan denge içinde Türkiye ekonomik ilişkilerde daha çok Avrupa’ya özellikle Almanya ve İsviçre’ye askeri ilişkilerde ise Amerika’ya bağlı konumdaydı. Sosyalizme karşı bir tek emperyalist cephenin olduğu koşullarda ekonomik ve askeri ilişkilerdeki bu farklı ülkelere bağlılık önemi hiçbir sorun yaratmamıştır. Sosyalizmin çöküşüyle birlikte hızlanan emperyalist yeniden paylaşım dönemindeyse, ekonomide Almanya’ya, silahta Amerika’ya bağlılık önemli sancıların nedeni olacaktır. Emperyalizmin ilk paylaşım döneminde, Osmanlı egemenleri İngiltere ve Almanya’ya göre sataşmışlardı. Günümüzde yeni bir paylaşım dönemi açılırken güç değişmelerinin yaratacağı sancılar Türkiye finans kapitalini de etkileyecektir. Geçen Newroz’da Alman tanklarının Kürdistan da kullanılmasına karşı Kohl hükümetinin gösterdiği tepki insanlık sorunundan değil, yeni egemenlik çekişmesinden kaynaklanmıştır. Yine Körfez savaşı sırasında Özal’la Genel Kurmayın çekişmesinin altında yeni dünya düzenine hızla ayak uydurmayı deneyen Özal’a karşı hala eski dengelere koşullanmış devlet sınıflarının direnci yatmaktadır. Yine dünyadaki yeni saflaşmanın iç politikaya yansıması T. Özal’ın pervasızca “tek süper güç Amerika” çığırtkanlığını yapmasına karşılık, Mesut Yılmaz’ın sessizce yüzünü Almanya’ya dönmesinde kendini göstermektedir.

Dünyadaki değişimin Türkiye’yi ilgilendiren diğer yönü, finans kapitale Ortadoğu ve Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara uzanan alanda yeni girişim şansları yaratmasıdır. Bu konuda kısa dönemde önemli yönelişlerin olması imkansızsa da, böyle çeşitli ihtimallerin varlığı, stratejik hedefler belirleme konusunda Türkiye egemenleri içinde bazı çekişmelere neden olabilir.

Özetle, dünyadaki güçler dengesinin tümüyle alt üst olması ve pek çok gelişim ihtimallerinin ortasında yer almak Türkiye finans kapitalini daha geniş ufuklu stratejik yönelişler belirlemeye zorlayacaktır. Eski dünya dengesinde davranış ne kadar basit ve tek yanlı idiyse, yeni dünya dengesinde o kadar karmaşık ve tek yönlüdür. Bu durum ekonomik ve askeri seviyelerde egemen güçleri yeni belirlemelere zorlayacak, bu zorlanmalar ise yeni çekişmelerin kaynağı olacaktır. Bu tespit, Türkiye ortamında akıp giden siyasi gerçekleri daha çaplı kavrayabilmek, olaylara bakışı eski basitliğinden kurtarabilmek için gereklidir, yoksa yeni durumun egemen katlarda yaratmaya başladığı çekişmelerin devrimci mücadeleye etkisi apayrı bir konudur. Devlet içindeki her çekişme, işçi sınıfının mücadelesine yaramaz. Somut koşullarda cevap bulunabilecek sorunları gereksiz bir şekilde teorize etmek, hareketle taktik alanda yanılgılara sürükler.

1990’larda devlet içindeki sürtüşmelerin ve yaşanan siyasi krizin ülke içindeki nedenlerine gelince, önce yazının 1. bölümünde açıkladığımız ekonomik temele kısaca yeniden göz atalım.

Sosyal demokratlar dahil burjuva partilerin programlarının birbirine çok yaklaştığını: “Devletçilik”, “Karma Ekonomi”, “Liberalizm” ya da “Çağdaş Reformlar”, “Toprak Reformu” temelindeki çatışmaların erozyona uğradığını tespit etmiştik. Ekonomideki gelişim burjuva partiler arasında bir açı daralması yaratırken, aynı zamanda öne çıkan yeni sorunlar temelinde eskisinden farklı çatışma noktaları ortaya çıkmaktadır.

12 Eylül, ekonomiyi ihracata yöneltse de, sanayi yapısını dünya pazarında az çok istikrarlı bir yer tutabilecek ölçüde geliştirememiştir. Gündemdeki sorun yine “sanayide yapısal değişim”. Bunun için ise finans kapital ilk olarak “sanayide stratejik öncelikler belirlemesini; ikinci olarak bu alanların devletçe desteklenmesini, yani değişim için gerekli sermayenin temin edilmesini istiyor. Özellikle, Japonya ve G. Kore örneklerinden etkilenen belli üretim ve hizmet alanlarında stratejik öncelikler seçilmesini isteyerek finans kapital, aslında kendisi için hiç de kolay olmayan bir yönelişe dünya pazarı tarafından itilmektedir. “Önceliklerin belirlenmesi ve uygulanması finans kapital ve genel olarak sermaye içinde kaçınılmaz gerilimler yaratacaktır. Türkiye finans kapitalinin yapısı ve alışkanlıkları dikkate alındığında böyle bir yönelişe uyum yapmasını çok sancılı bir süreç gerektirdiği açıktır. R. Koç’un “bir yılı konuşarak geçirdik” demesinin altında yatan neden budur. Koalisyon hiçbir açık yöneliş yapamamıştır. İkinci, esas koşula, sermaye birikimine gelince konu daha da çatallanmaktadır. İşçi sınıfının ve çalışan halkın on yılda bir canına okunarak sermaye biriktirmenin imkanları giderek daralmaktadır. Bu amaçla, KİT’lerin özelleştirilmesi, yeni vergi düzeni tartışmalarının ardında ekonomik işleyişi rasyonalize etmek ve devleti küçültmek yatmaktadır.

Burada da, sermayenin ve devletin kendine yönelmesi gerçekliği ortaya çıkmaktadır. Bugüne kadar on yılda bir çalışan insanların aşırı yoksullaştırılmasıyla tazelenen sermaye biriktirme uygulamasının, aynı yol yine mutlak olarak imkansız olmasa da, sınırlarına gelinmiştir. Devletin küçülmesi deyince akla, memur, polis ve ordu harcamalarının kısıtlanması gelir. Devletin memurlar dışında, ordu ve polis harcamalarını kısması bugün için mümkün değildir.

Buradan, derinleşen siyasi krizin ve 2. Cumhuriyet tartışmalarının aşağıdan vuran nedenine geliriz.

12 Eylül faşizmi, 27 Mayıs’ın politik anlamda tam bir tasfiyesi, 80’ler koşullarında Cumhuriyetin ilk aşılan kalıplarına dönüş oldu. Böyle geriye dönüşler geçici olarak mümkün olsa da, 12 Eylül’ün tek parti dönemi özlemleri tutmadı; gelişen sınıf ve ulusal mücadele ile yıprandı, hırpalandı.

12 Eylül’ün “demokrasi programlarıyla” 1987’ler sonrası ortaya çıkan fiili durumu birbirine karıştırmak tam bir siyasi körlük olur. Faşizmin “demokrasi programından” hareketle onun “çözüldüğü” sonucuna varan siyasetler şimdi Alevi dergahlarında semah söylüyorlar. Faşizm, bugüne kadar dünyanın hiçbir ülkesinde kendi evrimiyle çözülmemiştir. Faşizm ancak devrimle ya da aktif eylemliliklerle tasfiye edilebilir.

12 Eylül’den bugünlere gelirken, onun kendi evrimleşme programının özü, Cuntanın kanunlarıyla kurumlaştırılan faşizmin uygulayıcılarının sivilleştirilmesinden ibaretti. Hiçbir şey aynı kalamayacağı için 12 Eylül faşizmi de hem yukarıdan kendi mimarları tarafından revize ediliyordu, fakat esas olarak aşağıdan Kürt ulusal mücadelesi ve işçi hareketiyle darbeleniyordu. Bu süreç 1987’den sonra hızlanmış, 1991 sonlarına doğru bir tepe noktasına tırmanmıştır.

Halk hareketinin bu yükseliş günlerinde 12 Eylül faşizminin getirdiği bazı hukuki yapılar işlemez hale gelmiştir. Buna rağmen, esas olarak hala 12 Eylül hukuk düzeni devam etmektedir. Kürdistan’daki ulusal mücadelenin yarattığı sonuçlarla, işçi hareketinin yaratığı sonuçlar henüz çok farklıdır. Kürdistan’ın önemli bir bölümünde bugün ikili iktidar vardır. Devlet, Kürdistan’da iktidarını yürütmekte her geçen gün daha fazla zorlanıyor. Yürütülen bütün karşı propagandaya, korucu sistemine, köy ve kasaba baskınlarına rağmen devlet, PKK’nin halklaşmasının engelleyememiş, böylece mücadele tecrit edilmiş bir gerilla savaşı biçiminde kısırlaşmamış, tam tersine bazı alanlarda fiilen iktidar haline gelmiştir.

İşçi hareketi ve devrimci hareket açısından ise ilk sonuçlar çok farklı bir zemindedir. Yükselen öğrenci, işçi ve memur hareketi, 12 Eylül düzenine bazı gedikler açmış, fakat ne bu gedikler süreklileşip, derinleşebilmiş ne de yaygınlaşıp Eylül faşizmini nefessiz hale getirebilmiştir. Devlet, açık zor yanında bazı manevralarla; Ş. Denizer gibi parlattığı uşaklarının aracılığıyla, hatta D. Perinçek gibi işçi dalkavuğu tiplerin yarattığı sarhoşlukla halk hareketi ile devrimci hareketin buluşmasını engellemiş; anti-terör yasasıyla devrimcilerin sokaklarda infaz edilmesini meşrulaştırmıştır. 141, 142’yi kaldırarak komünizm propagandasından artık korkmadığını ilan etmiş, buna karşılık en küçük devrimci zor uygulamasını idamlar ve fiili infazla ödüllendirmiştir.

Finans kapital, halk hareketini devrimci öncülerden uzak tutabildiği ölçüde, bu hareketleri yönlendirebileceğini, yatıştırabileceğini son yirmi yılın sınıflar savaşı deneyinden iyice öğrenmiştir. Fakat en az bu kadar kesinlikte, onların ekonomik ve politik zeminini yok etmedikçe bu hareketlerin her seferinde yeni biçimlerde tekrar kendini ortaya koyacağını da öğrenmiştir.

İşte bu noktada, ekonomik ve politik olarak Eylül düzeninin, tıkanma noktasına dayandığını tespit etmeliyiz. Kürt sorunu canlılığından hiçbir şey yitirmemiş; işçi hareketi istikrarsız bir gidiş izliyor olsa da, onu motive eden ekonomik ve siyasi nedenler çözülmemiş ya da en azından önemli ölçüde yumuşatılamamıştır. CMUK gibi yasalar halka alay eden “reform” karikatürleridir Aşağıdan vuran bu güçlü dalga, yukarda “2.Cumhuriyet” tartışmalarına kapı açmıştır 12 Eylül, yapmayı özlediğinin tam tersi sonuçlara yol açmaktadır. Elbette ki isteyerek değil, on yıldır uyguladığı zorla, sistemin esneme paylarını yok ettiği için şimdi düzen biraz daha derinlerden esnemeye zorlanıyor.

Düzenin geldiği bu sıkışma noktasında, Özal, Kürt sorunu için “federasyon” lafını ortaya atmış; koalisyon kurulduğunda “devrim gibi reformlar”(E. Özkök) ilan etmiş, fakat bunların tümü laftan öteye gidememiştir. Gidemezdi de

Yine siyasi krizin bir yan ürünü olarak, bazı idari reformlar (valilerin tasfiyesi, başkanlık sistemi vb.) Genel Kurmay’ın Savunma Bakanlığı’na bağlanması, hatta yeniden darbe söylentileri ortalığı kaplamıştır.

Tüm bunlar 12 Eylül faşizminin koyduğu kalıplardan da öteye giden, Cumhuriyetin idari sisteminde önemli değişikliklere yol açabilecek yenilikler gibi görünüyor. Bunları söz seviyesinde de kalsa, ortaya dökenin Kürt ulusal mücadelesi ve işçi hareketi olduğu açıktır.

Burada şu açık farklılığı bir kere daha vurgulayalım. Kürt ulusal mücadelesi Cumhuriyetin kurumlarını sarsıp, darbelerken, işçi hareketi henüz 12 Eylül ün getirdiği faşist kurumlaşmayı hırpalıyor. 1970’lerde kazandığı mevzilerden çok gerilere püskürtülen işçi hareketi, 1987 sonrası mücadelesiyle yeniden eski mevzilerine ulaşmaya çalışıyor. Kürt ulusal mücadelesi ise, Kürt halkını bugüne kadar hiçbir zaman sahip olmadığı yükseklikteki mevzilere taşımıştır.

İşin politik olarak ilginç olan yanı, 80 öncesi sınıflar savaşı ortamında, yükselen mücadele sosyal-demokrasiyi dillendirirken, 80 sonrası aşağıdan vuran dalga, sosyal-demokrasiden çok T. Özal’ın şahsında “muhafazakar” politikacıları dillendirmiştir. 1960’lardan itibaren yükselen işçi hareketi, önce 80 yaşındaki İnönü’ye “ortanın solu” lafını telaffuz ettirmiş, daha sonra da Ecevit’e “toprak işleyenin, su kullananın” parolasını attırmıştır.

12 Eylül sonrası ise, Kürt ulusal hareketinin yükselmesiyle tüm alışılmış şemalar değişmiş; Ecevit gibiler Türkeş’in dilini kullanmaya başlarken, Özal “federasyon” önerisiyle Cumhuriyetin en dokunulmaz tabusuna burjuvazinin ağzından ilk kez yepyeni bir yaklaşım ortaya atmıştır. Bu noktada durup, sözlerin parlaklığından öteye siyasi güçler dengesi açısından söylenenlerin anlamını irdeleyelim.

Ecevit, iktidar olduğu halde, toprağı işleyene suyu kullanana veremedi ve bu yeteneksizlik aslında “sosyal demokrat” CHP’nin siyasi sonu oldu. T. Özal, iktidardayken Kürt sorununa ciddi bir yaklaşım getirmedi, “sorumsuz Cumhurbaşkanı” olunca dillendi. Bu ölçüdeki verilerden bile şu sonuca varabiliriz: 80 öncesinin sınıflar savaşı deneyinden sonra sosyal-demokrasinin finans kapitale rağmen bir “sosyal” reformu gündemleştirme misyonu kalmamıştır. Eğer reform yapılacaksa onları da finans kapitalin siyasi eğilimleri gündemleştirip uygulayacaktır. Sınıflar savaşının dehşetli korkusu sosyal demokrat yüreklere öylesine sinmiştir ki, bir zamanlar belli ölçülerde kendilerinin harekete geçirdiği halk hareketi, beklediklerinden çok öteye gidince, günümüz sosyal demokrasisi tipik bir statükocu yapı kazanmıştır,

Finans kapital ise, 12 Eylül’le biraz daha palazlandıktan sonra olaylara eskiye oranla daha esnek bakabilme gücüne ulaşmıştır. İçinden geçtiğimiz momentte ise, ekonomik gidiş sermaye birikimini arttırabilmek için devletin küçülmesini dayatıyor; öte yandan, Kürt hareketi ve işçi sınıfının baskı altında tutulması ise devletin büyümesini gerektiriyor, Bu çelişkiyi, bir tek şey, mücadeledeki güçlerin durumu çözmeye yeteneklidir. Siyasi ortamdaki her türlü spekülasyon bir yana, finans kapital tüm taktik yönelişini, Kürt hareketinin etkisini Kürdistan’la sınırlamaya yoğunlaştırmıştır.

Devlet bunu sağlayamadığı an, mevcut dengelerde önemli kaymalar yaşanabilir Bunun için, işçi ve halk hareketinin şovenizm bariyerlerini aşarak mücadele seviyesini ücret zamlarından öteye yükseltebilmesi gerekiyor.

Gelişen olaylar, Eylül düzeninin koyduğu kalıpları, yani zamanla Cumhuriyet’in kuruluşundan beri gelen alışılmış yapıları zorluyor. Türkiye on yılda bir girmeden edemediği krize, bir kere daha, fakat oldukça başka yollardan yeniden girmiştir. Düzenin zorlandığı değişimin iki yönü birbirine karıştırılmamalıdır. Birisi, esas olarak egemen zümreler arası güç kaymasından kaynaklanan yukarıdan; diğeri tüm halk güçleriyle egemenler arasındaki yeni dengelerden kaynak alan aşağıdan zorlanan değişimlerdir.

Finans kapital, kendi gelişim tarihinde, her önemli sıçrama yaptığında devlet sınıflarıyla ilişkisine yeni bir şekil vermeyi denemiştir. 80’ler, Türkiye finans kapitalinin gelişiminde önemli bir basamak olmuştur. Bunun iki egemen zümrenin ilişkisine yansıması çok doğaldır. Ancak bu yansıma, sancısız düz bir yol izlemiyor.

12 Eylül’ün ilk yıllarında, Paşalar apoletlerindeki gücü mutlak sanıp, finans kapitali siyasi olarak yeniden vesayet altına almak için T. Sunalp ve partisini öne sürdüğünde, 83 seçimlerinde ANAP’ı yıldızlaştırarak parababaları, Paşalara güçlerin sınırını hatırlatmıştır. Daha sonraları, T. Özal genel Kurmay Başkanı için ordu hiyerarşisine rağmen kendi tercihini yaparak bir kere daha orduyla ilişkiye yem bir çehre kazandırmayı denemiştir. Öte yandan, Kürdistan’daki mücadele iyice yükselince, bu sefer ordu finans kapitale gücünü hatırlatmış, Genel Kurmay’ın yeri üzerine tartışmalar kesilmiştir.

Finans kapital her önemli gelişim konağında, Ordu’yu “batılılaşma” amacının bir sonucu olarak, klasik burjuva demokrasilerindekine benzer bir konuma itmek istiyor. Tarihsel geleneğin ötesinde Ordu, vakıf ve şirketleriyle, KİT’lerle olan bağlarıyla devasa bir ekonomik güçtür. Ekonomik koşullar ve silah tekniğindeki gelişmeler; ayrıca orduların köylü çocuklarının eğitildiği “okul” olma döneminin burjuva düzenlerinin ilk gelişim periyotlarına denk düşmesi; zamanımızda ise bu amatör, ulusal ruhun yerini profesyonel yaklaşımın alması, ordu yapısında önemli değişimleri gündeme getirmektedir. Fakat bu yapı değişiminin oldukça sancılı bir süreç olduğu çok açıktır.

Diğer önemli yukarıdan değişim konusu, valilik sistemiyle yürüyen devletin merkezi yapısının esnetilmesi üzerinedir. Gerçi bu konudaki tartışmalar sürerken, hükümet tam tersi yönde, valilerin yetkilerini arttıran yeni bir kanun çıkartarak ilk cevabı vermiştir. Sorunun derinliklerinde neyin yattığını çıkartabilirsek, gündelik, pragmatik yaklaşım ufkundan kurtulabiliriz.

Ekonomik ve sosyal gelişimin sonucu, 1930’lar hatta 1960’lar Türkiyesi ile kıyaslandığında ülke çapındaki dengesizlikler azalmak yerine göreli olarak artmıştır. Kürt halkı açısından durum üstünde yeni bir şey söylemeyi gerektirmeyecek ölçüde açıktır. Bunun yanında, Batı Anadolu ile diğer bölgeler arasındaki açı hızla artmıştır. Bu olgu sırf Türkiye’ye özgü bir sorun da değildir. Dünyada kapitalizmin gelişmesi genel olarak benzer sonuçlar doğurmaktadır. Sonuçta, gelişkin bölgeler, nüfus yığılmasıyla da birlikte, daha fazla kaynağa gereksinim duydukları için, geri bölgelerin yükünü merkezi devlet aracılığıyla daha fazla taşımak istemiyorlar. Bizde de, İstanbul’a daha özerk bir yapı kazandırılması tartışmaları, giderek “seçilmiş valiler” düşüncesine kadar vardı. Ancak, siyasetçilerden ve bürokrasinin önemli bir bölümünden büyük direnç gördü. Ekonomik ve sosyal farklılaşmanın bu kadar derin olduğu bir ülkede, merkezi devlet yapısının esnetilmesi, egemen sınıflar açısından büyük riskler taşımaktadır. Merkezi devletin daha esnek bir yapıya bürünmesi, ülke seviyesinde gelişimin büyük uçurumlar taşımadığı koşullarda mümkündür. Buna rağmen, nüfus ve gelişim şehirlere yığıldığı ölçüde, gelişmiş bölgelerin merkezi devleti esnemeye zorlaması devam edecektir.

Gerek finans kapital devlet sınıfları ilişkisinin, gerekse merkezi devlet yapısının seçilmiş valilerle esnetilmesinin gündeme tırmanmasının altında egemen zümreler arası güç kaymalar yatmaktadır. Finans kapital geliştikçe ve uluslararası kenetlenmesi arttıkça, rasyonel işlemeyen her yapıya yönelecektir; fakat çiğ ekonomik mantığın sınırı sosyal ve sınıfsal dengelerin başladığı yerde durur.

Tüm halk güçleriyle egemenler arasındaki denge, 1987den sonra hızlanan mücadele sürecinde finans kapital aleyhine değişime uğramıştır. Aşağıdan zorlayan halk güçleri, düzeni, örgütlenme, propaganda özgürlüklerinin genişletilmesi ve Kürt halkının ulusal hakları yönünden zorluyor. Bu zor karşısında, egemen sınıfların -aralarındaki çatlak sesler çıksa da- ortak taktiği, reformlara yönelmek değil, önce devrimci güçleri ezmek ya da yeterince zayıflattıktan sonra, “reformlarının” sınırlarını belirleme inisiyatifini elde tutarak bazı değişimlere yönelmek biçimdedir. Finans kapital, işçi hareketi ve ulusal mücadeleyi darbelemeden siyasi değişimlere yönelirse, reform sınırlarını kendisinin değil, halk güçlerinin belirleyeceğini iyi bilmektedir. İşçi hareketiyle devrimci hareketi buluşturmamak için devrimci örgütlenmelere karşı sistematik olarak uygulanan zorun, Kürt ulusal hareketine karşı ilan edilen “topyekün savaş”ın altında yatan temel mantık budur.

Mevcut güçler dengesinde, henüz bu konuda son sözler söylenmemiştir. Ancak, gelişmelerin çok açık gösterdiği gerçeklik şudur ki, Kürt ulusal mücadelesi, bölgesinde ikili iktidar yaratmasına rağmen, düzenin genel yapısını etkileme gücü sınırlıdır. Kürt hareketine dost bir işçi hareketi yükselmedikçe, düzen tam bir yol kavşağına itilmiş olmayacaktır.

Kürt ulusal mücadelesinin yarattığı etkiyi silah gücüyle kırmaya çalışan devlet, bu konuda zorlandıkça ortaya “siyasi çözüm” yanlıları dökülebilir. Bugüne kadar ünlü pragmatizmiyle sahnenin önünde T. Özal yer almış; onun yıpranma payı yükseldikçe, sahne arkasında Aydın Menderes benzer bir misyon için hazırlanmadadır. Sopa ve havuç politikasında, havuç gösterenlerin bir misyona sahip olabilmeleri için, uzatılan havucun çekiciliğine kapılacak kitleler gereklidir.

1978 de 2. MC iktidarı çöktükten sona Ecevit, böyle bir misyonla hükümet oldu. Onun yatıştırmalarının etkisi altına çok geçici olarak giren işçi hareketi, yeniden -elbette çok daha radikal devrimci parolalarla- toparlanmaya çalışırken faşizm, 12 Eylül vuruşunu yaptı.

Kürdistan’da Özalların yatıştırabileceği bir güç görünmüyor O nedenle finans kapital zor politikasıyla PKK’yi zayıflatmaya çalış irken, bulabilirse reformist güçleri canlandırmaya çalışıyor. Eğer böyle güçler ortaya çıkarsa, Özal ya da benzerlerinin “siyasi çözüm” manevralarının bir misyonu olabilir. Havuca uzanacak eller bulunmazsa, havuç politikasının herhangi bir işlevi olmaz. Mücadelenin bugünkü durumunda, Kürdistan’da gelişmelere sağlam örgütlülüğüyle PKK yön vermekte, öncüsüz kendiliğinden bir hareket yok denecek kadar azdır. Saflaşma keskinleşmiştir; diğer uçta devlet yanlılarının koruculuk örgütlenmesi vardır. O nedenle, devletin inisiyatifini yükseltecek bir sonuç doğuracak “siyasi çözüm” manevraları için alan oldukça dardır.

Aynı şey tüm Türkiye için söylenemez. İşçi ve halk hareketi satılık sendikacıların ya da dönekleşmiş eski devrimcilerin etkinliğinde kaldığı müddetçe, devletin “siyasi çözüm” demagojileri için Türkiye’de geniş bir alan vardır. Kürdistan’daki mücadele yükselmesine rağmen bölgeden tecrit edilirse, Türkiye devrimci hareketi halk hareketini yükselterek siyasi iktidarların manevra alanını daraltamazsa; Türkiye ve Kürdistan’daki halk güçleri siyasi güçler dengesinde bugünkü ulaştıkları konumlarını koruyamazlar. Çok şey, devrimi Ankara’dan batıya taşımaya bağlıdır.

Sınıflar Savaşının Özellikleri Açısından 1960 Sonrası Gelişmelerin Kritiği

1980 sonrası sınıflar savaşının gelişimine baktığımızda, kendimizi kaba görüntülerin ötesinde mücadelenin özelliklerinde odaklaştırırsak, önceki yirmi yıllık dönemden oldukça farklı yönlerinin olduğu görülebilecektir.

12 Mart sonrası, sınıflar savaşı 70 öncesinin basit bir tekrarı değil ama her bakımdan devamı olmuştur. 12 Mart, sanki mücadelenin enerjisini yükseltmek için bir bent oldu; biriken potansiyel 1974’den sonra hızla akmaya başladı.

1980 sonrası, Kürt ulusal mücadelesi tarihindeki en örgütlü, kararlı savaşı başlatırken, işçi sınıfı açısından aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Sınıf. 1987de 12 Eylül’e karşı ilk önemli eylemliliğini yükseltmiş, Zonguldak işçilerinin yürüyüşüyle bir tepe noktasına tırmanmasına rağmen, eylemliliklerin sonuçları 80 öncesi mücadelelerle bir benzerlik taşımamıştır.

Sınıf hareketindeki kıpırdanışa rağmen devrimci hareket gelişmemiş, hatta 1990’larda açık bir çürümeye girmiş; işçi hareketleriyse ekonomik ve sendikal zemini aşamamıştır. Oysa 1980 öncesinde sınıf ve kitle hareketiyle devrimci hareketin gelişmesi az çok bir paralellik taşımıştır. 1987’lerde benzer bir gelişim olmuşsa da çok kısa sürmüş, sınıf savaşının Eylül öncesine benzer yollar izlemeyeceği ortaya çıkmıştır. Bunu, yalnızca devrimci hareketin aldığı yenilgiye bağlamak olaya aşırıca tek yanlı yaklaşmak olurdu.

1990’lar Türkiye’sinden, önceki yılların sınıflar savaşı pratiğine baktığımızda, mücadelenin aşamalarını 10 yılda bir gelen kriz ve askeri darbeler düzleminden tanımlamanın artık yeterince aydınlatıcı olmadığı görülmektedir. 1960-71 arası, 1971-80 ve 1980 sonrası sınıflar mücadelesinin önemli basamaklarıdır. Fakat bu dönemlerin birbirinin basit devamı olduğunu düşünmek yanıltıcı olur. Nasıl ki, Türkiye’de sınıflar savaşı tarihinde 1960’lar bir dönüm noktasıdır; kendi öncesinden sadece nicelik yönden değil, nitelik açısından da farklılıklar taşır, 1920-30’lardaki mücadelenin basit bir devamı değildir; tıpkı böyle 80’lerde önceki yirmi-yirmi beş yıllık mücadeleden farklı özelliklere sahiptir.

Bu özellikleri irdelemek, demokratik devrim stratejisini etkileyen bir yönünün olup olmadığını açığa çıkartmak ve özellikle taktikler açısından konuyu en dikkatli biçimde çözümlemek gereklidir.

Bugünden baktığımızda sınıflar savaşı tarihini başlıca iki döneme ayırmanın olaylara daha iyi ve sağlam açıklama getireceği anlaşılmaktadır.

Birinci dönem, 1980’lere kadar gelen, esas olarak sınıfların birbirinden kopuşmasıyla karakterize edilebilecek olan dönemdir. İkinci dönem ise, 1980’lerin ortalarından sonrasını kapsar, esas olarak kopuşun sınıflarının daha bilinçli olarak biri birine karşı konumlandığı, fakat dönemin şimdilik ağır basan özelliği açısından, birbirleriyle uzlaşma aradığı bir dönemdir.

***

Sınıflar kopuşmasıyla karakterize edilebilecek döneme baktığımızda iki ana eğilim dikkat çekmektedir. Kopuşmayı hızlandıran kapitalizmin gelişmesidir, İkinci Dünya Savaşı yıllarında iyice yoğunlaşan sermaye birikimiyle Türk burjuvazisi 1950’lerle birlikte gelişim temposunu hızlandırmıştır Temeldeki bu hareket çok geçmeden kendini siyasal alanda hissettirmiş ve özellikle 1960’larla birlikte Türkiye’nin siyasi çehresi öncesiyle kıyaslanamayacak ölçüde başkalaşmıştır.

Kapitalizmin hızla gelişimiyle birlikte, o güne kadar “imtiyazsız ve sınıfsız bir kitle” olarak CHP içinde ve çevresinde kümelenen sınıf ve tabakalar kendi siyasi talepleriyle, ayrı örgütlenmeleriyle sınıflar mücadelesi ortamına çıkmışlardır. Bu ayrışma, kopuşma döneminde iki ana eğilimden söz etmiştik. Birisi, Türk burjuvazisini vesayeti altında tutan gelenekcil devlet sınıflarıyla, palazlanan finans kapital arasındaki egemenlik ilişkisiyle ilgilidir. İlk kopuşma bu iki zümre arasında yukardan yaşanmış, kendini DP-CHP bölünmesiyle ortaya koymuştur. Finans kapital geliştikçe, ekonomiyi eline aldıkça siyasi yaşamdaki yerini de kaçınılmaz bir şekilde almak için davranışa geçmiştir. Egemen zümreler arasındaki bu kopuşmanın anlamı çok açıktı: Cumhuriyetin ilk yıllarında son derece cılız olan burjuvazi, devletçilik yoluyla tam bir tekel egemenlikle palazlandıkça iki zümre arasında yeni dengeleri ifade etmeyen eski siyasi ilişki sistemi değişmek zorundaydı. Bu süreç birbirine zıt karakterli 1950 ve 1960 olaylarıyla yaşanmıştır 1960 sonrası devlet sınıfları ve finans kapital arasındaki ilişki yeniden tanımlanmış, esas olarak finans kapitalin belirleyiciliğinde ekonomik ve siyasi yeni kurumlaşmalarla, devletçi geleneğin “sınıflar üstü” davranışları aşınmış, finans kapitalin çıkarlarıyla düzeni bir uyuma sokulmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla, sınıflar savaşının kopuşmalarla karakterize edilebilecek birinci döneminde ilk fırtınalı çekişme yıllarından sonra yukarıda, devlet sınıfları ve finans kapital arasında bir uyum Orko, Oyak, Milli Güvenlik Kurulu gibi yapılarla bir bütünleşme yaratılmaya çalışılmıştır.

Bu dönemdeki ikinci ana eğilim, 1965’lerle birlikte iyice belirginleşen, egemen zümreler dışındaki tüm sınıf ve tabakaların hem birbirlerinden kopuşmaları, hem de egemen finans kapitale karşı konum almalarıdır. Bu dönem tüm toylukları, saflıkları ve kendine özgü canlılığıyla 1965-80 yıllarını kapsar. 1987 çıkışı “eski günleri” kısmen tekrarlamaya yeltendiyse de, bunun mümkün olmadığı hemen anlaşıldı.

Bu yılların sınıflar kopuşmasına yukardan aşağıya bir göz atarsak, Cumhuriyeti kuran ve yılların iktidar partisi CHP, bu süreçte, Paşasının ağzından “ortanın solu” bir politika ilan etmiştir. Finans kapital tarafından terk edilince, CHP orta tabakaların, tekel dışı burjuvazinin siyasi çıkarlarını dile getirmeye başlamıştır. Bu siyasi çizgi Ecevit tarafından en uç noktasına vardırıldıktan sonra, bu sefer tersine bir evrimleşme içine girmiştir. “Halk sektörü”, “işletmelere işçi katılımı”, “toprak işleyenin, su kullananın” parolalarıyla “Ak günlere” siyasi program platformunu ilan eden Ecevit CHP’sinin gidişi 1978’le birlikte yön değiştirmiştir.

Cumhuriyetin tek parti yıllarında irili ufaklı tüm burjuvazi ve dönemin itibarlı memur ve öğretmenleri tümüyle Kemalizm’in “zafer arabasına koşulmuştu”. 1960’lara gelince, devletin imkanlarından yararlanma umutlarını yitiren, finans kapital dışı kalan burjuvazi CHP’nin çatısında kendini ortaya koydu ve sola doğru eğildi. Çünkü o yıllarda hem dünya hem de Türkiye hızlı adımlarla sosyalizme yöneliyordu. Bu yıllar, kırk yılın devletçi Paşasına “ortanın solu”, ardından Şair Ecevit’e de “demokratik sol” sloganlarını attırdı.

Küçük burjuva tabakaların bir bölüm CHP saflarında toplanmasına rağmen, diğer önemli bir bölümü anti-emperyalizm ve sosyalizm parolalarıyla, finans kapital politikalarından kesinlikle kopuştular. O dönemler için bu politika başlıca AP’de temsil ediliyordu. Küçük burjuva tabakaların sosyalizmi savunmalarına rağmen, devletçilik geleneğinden ve Kemalizm’den aynı ölçülerde kopuştuklarını söylemek mümkün değildir. Buna rağmen, Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu ölçüde küçük burjuva tabakalar bağımsız örgütlenme özlemleriyle sınıflar mücadelesi içinde yer alıyorlardı. Tek parti döneminde ve 1965’lere kadar daha çok CHP çevresinde yer almış olan aydın gençlik ve kasabalarda canlanan politik yaşamla öne çıkan taşra gençliği, büyük bir tutkuyla sosyalizm özlemlerine yönelmiştir. Tüm bu olaylar kapitalizmin hızlı gelişim temposuyla, düzenle küçük burjuva tabakalar arasındaki eski bağları kopardığını kanıtlıyordu. Gelecek, anti-emperyalizm ve sosyalizm parolalarıyla dile getirilse de henüz oldukça kaba ve bulanıktır.

Aynı süreçte, proletaryanın mücadelesi de oldukça ileri noktalara sıçramıştır. Türk-İş eliyle devletle sürekli uzlaşık tutulmaya çalışılan işçi hareketi, 1967’de DİSK’i yaratmıştır, işçi sınıfı siyasi olarak, daha Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren düzenle bir kopuşma yaşamış olsa da daha sonraları bunun önemli politik sonuçları olmamıştır Sınıfın, kendini en görmek istemeyen gözlere bile batırdığı yıllar esas olarak 1968’ler sonrasıdır.

Sonuç olarak, tek parti döneminin “sınıfsız, imtiyazsız kitlesi” kapitalizmin gelişim hızı artınca, kaçınılmaz kopuşmalara uğradı: Egemen zümre finans kapital örtülerinin ardından sıyrılarak daha göze batar hale gelirken; tekel dışı burjuvazi “demokratik sol”, küçük burjuvazi ve proletarya “anti emperyalizm” ve “sosyalizm” bayraklarıyla sınıflar savaşındaki saflarını tuttular.

Cumhuriyet tarihindeki, sınıfların bu ilk köklü ayrışma dönemi hiç şüphesiz kendine özgü ve tekrarlanamaz özelliklere sahiptir.

Her ilk kopuşmada yaşandığı gibi, dönemin siyasi davranışlarına radikallik egemendir. Sınıfsal dengeler değişirken, eski alışılmış anlayış ve kalıplar gelişmelerin önünde engele dönüşünce, siyasi taktik ve davranışlara bir sekterlik, radikallik egemen olmuştur. 1950’ler ve 60’lardaki egemen zümrelerin birbirlerine karşı tutumlarında; 1969’lar ya da 1977’lerde devrimci örgütlenmelerin kendi aralarındaki ilişkilerde ve aynı zamanda düzene tavır alışlarında sekterlik, hamlık, esneme yokluğu hemen göze çarpar.

Her yeni bir şey söylediğine inanan insanın coşkulu bir sekterlik taşıması gibi, sınıf ve tabakalar da tek parti döneminin vesayetinden ilk kopuşmalarında benzer bir ruh hali yaşamışlardır.

Bu dönem aynı zamanda sınıfsal güçlerin, ilk kez devletçiliğin dar dehlizlerinde değil bambaşka bir ortamda, açık savaş alanın da karşılıklı ağırlıklarını denedikleri bir dönem olmuştur.

Kemalizm’in ölü terazisinde, yüzlerce yıllık Bizantizm alışkanlıklarıyla yapılan siyasi güçler mücadelesi, daha özgür bir ortama kavuşunca önceki her kalıbı yadsıyan biçimlere bürünmüştür. Güçler birbirlerini hareketsiz dar kalıpların ölçülerinde değil, canlı gerçek boyutlarında tanımaya başlamışlardır. Bu tanıma ve kavrama yılları kaçınılmaz biçimde hamlıklarla birlikte yaşanmıştır. A. Menderes, “Ben iki bin Harbokulu öğrencisinin değil, milyonlarca köylünün oylarıyla iktidara geldim” derken nasıl devlet sınıflarının gücünü kavramada hayati bir yanılgıya düştüyse; “öncü savaş”la “suni denge”nin bozulacağını uman devrimciler de düzenin dayanak noktalarını anlamada çok önemli yanılgılara düştükleri için yenildiler.

Böyle dönemler muazzam öğretici özellikler taşır ve ancak doğru öğrenen siyasi güçler kendilerine gelişim yolları yaratabilirler, diğerleri bu önemli öğrenme savaşının kurbanları olarak tarihe geçerler.

Bu dönemin diğer önemli özelliği; sınıflar kopuşması yaşayan güçlerin siyasi hedeflerini, tutacakları yolu ve genel taktiklerini belirledikleri ateşli siyasi tartışmaların yaşandığı bir süreci içermesidir. Hiç şüphesiz bu daha çok düzenden kopuşmaya yönelen güçler için geçerlidir. Fakat 1960’laryeni bir sanayi stratejisinin belirlendiği yıllar olduğu için, finans kapital içinde de yoğun tartışmalar yaşanmıştır.

Devrimci hareket açısından, bu yıllar strateji tartışmalarını ve genel taktiklerin belirlenip uygulanmasını kapsar. Bu süreç mutlak olarak bitmemiştir, fakat 1980’ler strateji belirlemekten çok, geçen dönemle yoğun bir hesaplaşmayı kapsamaktadır.

Taktikler ve mücadele biçimleri açısından bu dönem zengin deneyler içermesine rağmen, henüz ülke koşulları yeterince tanınmadığı için çok açık toyluklar, hatta saflıklar taşımaktadır. Bir Dev-Genç’in neredeyse bir siyasi parti konumuna zorlanması; 12 Mart’ta devrimci coşkudan başka hemen hemen hiçbir hazırlığı olmayan gerilla mücadelesi girişimleri; daha sonraları devrimci hareketin faşist milislere silahlı mücadele taktik alanına sıkıştırılması, böyle hataların ilk akla gelenleridir.

Son olarak, bu dönemin canlı akışkan yapısına denk düşen özellik, istikrarsız siyasi örgütlenmeler ve oldukça sık yaşanan “bölünmeler”dir. Sınıf ve tabakalar kendilerini adeta bütün nüanslarıyla dile getirme yarışına girmiştir. Finans kapital partilerinde biraz daha sınırlı ölçülerde kalan bu olgu, orta tabakalardan proletaryaya kadar uzanan kesimde biraz da bıktırıcı bir çeşitlilik yaratmıştır.

***

1980 sonrası yılların özelliklerini daha iyi kavrayabilmek için, hemen öncesinden başlamakta fayda var. 1960’larda hızlanan biçimde finans kapitalden kopuşan orta tabakalar 1978’lerde sınıflar savaşı iyice yükselip kendilerini devrim ve faşizm ikilemi arasında bulduklarında, finans kapitalle uzlaşma yolunu seçtiler. 1978’deki Ecevit hükümeti bu uzlaşmanın açık politik adımı olmuş, sonraki bütün süreçte CHP elinde dilekçe Demirel’le siyasi ittifak arayışı içinde olmuştur. Sosyal-demokratlarımız sınıflar savaşının 1965-79 döneminden tam da kendilerine özgü bir ders çıkartmışlar; işçi sınıfının mücadelesini Tariş-Gültepe barikatlarına kadar yükseltmesi karşısında her ne pahasına finans kapitalle uzlaşmayı seçmişlerdir. Bu politik dönüş 12 Eylül’ün ilk döneminde de, sonraki yılarda da esas olarak değişmemiştir. Böylece, daha 12 Eylül’e gelmeden -ama hemen öncesinde- orta tabakaların 1960’larda hızlanan sınıfsal kopuşma süreci geniş bir yay çizerek, hiç şüphesiz eskisinden çok farklı siyasi biçimlerde yeniden finans kapitalin genel politik hattı ile buluşmuştur. 1973’lerde seçim programında finans kapitali sinirlendirecek ölçüde “tekelci sermaye”ye vurgu yapan Ecevit, 1990’larda TÜSİAD’la görücüye çıkmıştır. Orta tabakalardaki bu evrimleşme, burjuva sosyalistleri içinde hemen etkisini göstermiş, 12 Eylül’ün uzun ve istikrarlı zoru da eklenince, ANAP’la bile uzlaşabilecek noktalara gerileyip, siyasi olarak erimişlerdir.

Küçük burjuvazinin önemli bir bölümü, işçi sınıfı yenilip gerileyince, radikal parolalarını terk etmiş düzen içi konumlara çekilmiştir.

İşçi sınıfı gerek siyasi gerek sendikal seviyede sağlam bir örgütlülüğe sahip olmadığını göstermiş, DİSK’in bir küçük “teslim ol” çağrısıyla kendini yerlere atması karşısında önemli bir güven hırpalanması yaşanmıştır.

Bu tespitlerin hemen hepsi sınıflar savaşında halk güçlerinin yenilgi yaşadıkları dönemlere özgüdür ancak sorun burada bitmiyor. Yenilginin üzerinden uzun bir dönem geçmesine ve hele Kürt ulusal mücadelesinin son beş yıldır çok büyük adımlar atmasına karşılık, işçi sınıfı ve devrimci hareket hala güçlü adımlar atamamıştır. Bunu yalnızca yenilgiyle açıklamak yeterli olamaz. Sınıflar kopuşmasından ortaya çıkan enerji devrim basamaklarına yükseltilememiştir. Uzun mücadele döneminde sınıflar karşılıklı olarak güçlerini daha iyi kavramışlar, bu konuda var olan ham kavrayışlar yerini daha ihtiyatlı yaklaşımlara terk etmiştir. Bu özellikle işçi sınıfı ve küçük burjuva tabakalar için fazlasıyla geçerlidir.

12 Eylül sonrası sınıflar savaşının yeni özellikleri:

Bazı siyasi sonuçlara varabilmek için, mücadeleni Eylül sonrası basamaklarını gözden geçirelim.

Sınıfın ilk eylemi bağımsız sendikalar hareketi olmuştur. 1983’lerde başlayan bu süreç daha sonra 1987’de ilk açık işçi eylemlerinin hazırlayıcısıdır. Bağımsız sendikalar hareketi 12 Eylül’ün, DİSK tabanını zorla Türk-İş’e yöneltme gayretlerine karşılık, işçilerde kendiliğinden oluşan direncin bir örgütlenmesi oldu. Devletçe darbelenmesinden dolayı, fazla bir misyona sahip olamadı.

Buna rağmen, 1987’deki ilk işçi direnişlerinde bu hareketin önemli bir payı vardır. 1987 çıkışının, işçi sınıfının, 12 Eylül öncesinin sınıflar savaşı deneylerini yaşamış öncü kesimi tarafından başlatılması rastlantı değildir. Bu yıllar devrimci harekette de gelişme yılları olmuştur.

Sınıf hareketinin 12 Eylül sonrasına özgü mücadele biçimleriyse 1989 bahar eylemlilikleridir: Açlığın sınırında olmasının gücü ve meşruluğu ile çok geniş bir katılımla ve son derece esnek, yumuşak eylem biçimleriyle 89 bahar eylemleri işçi sınıfının mücadele tarihinde kendine özel bir yer edinmiştir. Bu eylemler karşısında eli kolu bağlanıp “yumuşayan” devlet hemen ardından gelen 19891 Mayıs gösterilerine ise neredeyse panik ölçüsünde karşı çıkmış, 20 bini aşkın polisi Taksim’e yığmıştır. Devletin bahar eylemlilikleri karşısında esnemesi, buna karşılık 1 Mayıs’a gerektiğinden de fazla zor uygulamasının nedeni neydi? 1 Mayıs’ın ertesi günü Tercüman gazetesi şu sevinç çığlıklarını atmıştı: “İşçilere bravo… Bozulan gelir dağılımı, günlerdir süren toplu sözleşme gerilimi ve eylemler… Birde 1 Mayıs uğruna yürümek için hazır bir ortam, ama işçiler “akıl hocaları”na kanmadılar…”

12 Eylül sonrası işçi hareketiyle devrimci hareketin buluşması açısından 1989 yılı önemli bir momentti. Devlet bütün gücüyle yüklenerek bu buluşmayı engelleyebilmiştir. Öncü işçilerin başlattığı 1987 direnişleri, aynı sırada devrimci harekette yaşanan toparlanış ve bu sürecin 1989 bahar eylemlilikleriyle zenginleşmesi kıvılcımla yanıcı maddeyi yan yana getirmesine rağmen, devrimci öncülerin sınıfla buluşamaması gelişimi olumsuz yönde etkilemiş, 91’lerde derinleşecek çürümeler için zemin oluşturmuştur.

Aralarına devrimci almamakla öğünen Zonguldak işçileri, yürüyüşün üzerinden bir yıl geçmeden kendilerine karşı sendika kongresinin polislerce korunduğunu gördüler. Türk Walesa’sı Ş. Denizer “canlarını” çoktan bayağı sendikal çıkarlar için satmıştı. 1989 Mayıs’ında, “akıl hocalarına kanmayan” işçiler, Denizer gibi kaşarlanmış işçi satıcıları tarafından sık sık kandırıldılar.

Düzen her türlü yolu kullanarak, sınıf hareketiyle devrimci hareketin buluşması için en uygun moment olan 1989-90 yılını boşa çıkartmıştır. Hareketi 1992’de çürüme noktasına vardıracak geriye sayışta bu momenti kaçırış önemli bir yer tutar.

Diğer önemli olgu, Kürt ulusal hareketinin gelişmesi karşısında Türkiye devrimci hareketinin durumudur. Kürdistan’da kurtuluş savaşı gerilla mücadelesinin yanında serhıldanlarla iyice kitleselleşince devlet bilinçli olarak Türkiye’de şovenizmi körüklemeye başladı. Halkların buluşmasını engellemek için kan teri döken egemen sınıflar, saldırılarım “topyekün savaş” ilanına kadar vardırdılar. Topyekün savaşın gerilla güçlerine saldırıdan öteye diğer önemli hedefi Kürdistan devriminin Türkiye’ye uzanmasını engellemekti.

Devletin bu saldırılarının boşa çıktığı söylenemez. Devlet son iki yıldır yoğunlaştırdığı baskı ve yoğun propaganda savaşıyla bırakalım sıradan insanlarımızı, devrimci hareketin önemli bir bölümünü de nötralize edebilmiştir. D. Sol’dan, Partizan’a, TDKP’ye kadar uzanan PKK’nin yeterince “anti-emperyalist olmadığı” yollu eleştiriler tam da bu etkinin dışa vuruş biçimlerinden başka bir şey değildir.

Özetlersek, Eylül sonrası mücadelede 1989-90 işçi hareketiyle devrimci hareketin buluşmasında yitirilmiş bir moment; 1991-92 ise Kürt ulusal kurtuluş mücadelesiyle Türk devrimci hareketinin geniş ve sağlam bir ittifak kurabilmesi için en uygun momentti. Böylesine önemli taktik fırsatlar şimdilik yitirilmiş görünüyor.

Bu genel değerlendirmeden sonra 12 Eylül sonrası sınıflar savaşının kendine özgü yanlarına değinelim.

İlki, hareketin kendini toparlayıp yeni döneme hazırlanışıyla ilgilidir. Türkiye devrimci hareketi yeterince bilincine çıkartmamış da olsa, 1960 ve 1971 sonrası mücadele yollarını kendi bilek gücüyle açmamış, kendi dışından yapılan uvertürlerin ardından davranmıştır. 1960’larda yol açan, 27 Mayıs ve 21 Şubat’la ordu gençliği olmuştur. O nedenle 60’lar sonrası devrimci harekette ordu gençliğinin, Kemalizm’in derin izleri vardır.

12 Mart sonrası, halk hareketinin yolunu Ecevit CHP’si açmış, devrimci hareket açılan yoldan güçlenmiştir. Bu orijinal gelişim ise, kendini, özellikle burjuva sosyalistlerinin üzerinde güçlü bir CHP etkisi biçiminde tüm mücadele dönemi boyunca göstermiştir.

12 Eylül’ün ilk yılları geçtikten sonra bilinçli ya da bilinçsizce biraz da eski alışkanlıkların güdüsüyle yine bir yol açıcı beklenmiştir Mücadelenin on yıllık periyodlarının açılışını hep kendi dışındaki güçlerde gören Türkiye devrimci hareketi, 12 Eylül’de de bu beklentisini açığa vurmuş; fakat gelişmeler eski yollardan akmamıştır

En zavallı içgüdüyle, 1983 yılında Demirel’in Çanakkale’den Time dergisine sızdırdığı mektubun peşine düşülmüştür. Bu çıkışın arkası gelmemiş de olsa, beklenti sol çevrelerde derinleşerek devam etmiş, ANAP’la flört etmeye kadar varmıştır.

12 Eylül sonrası neden öncekilere benzer bir yol açıcı çıkamamıştır? Bu gerçekliğin temellerinde, sınıflar kopuşması döneminin kapanmış olması yatar. Devlet sınıfları ve finans kapital arasındaki çekişme, daha doğrusu iki güç arasındaki ilişkinin kapitalizmin gelişmesiyle yemden tanımlanması sırasında yaşanan sürtüşmeler 1960’lara kadar varmış; kendi istekleri dışında işçi hareketine zemin hazırlamıştır.

Öte yandan, finans kapitalden kopuşmasının en gerilimli yıllarını yaşayan CHP, 12 Mart’tan çıkışta bir misyona sahip olmuşsa da kendi açtığı yoldan giden yığınların Partinin önüne geçmeye başladığını gördüğünde CHP için başka bir süreç başlamıştır.

Bu deneylerden çıkacak sonuç açıktır. Genel olarak burjuvazi, ya da daha kesin konuşmak gerekirse, finans kapital, geleneksel devlet sınıfları ve tekel dışı burjuvazi 1950-80 arası sınıflar savaşından önemli bir ders çıkartmışlar; kendi sürtünmelerinin devrime kapı açabileceğini iyice kavramışlardır. Bu nedenle, 80 sonrası düzen içi hiçbir siyasi eğilim ya da Parti, Eylül kurumlarını karşısına alarak bir çıkışa soyunmamıştır.

12 Eylül sonrası devrimci hareket kendi yolunu açmakla yükümlüydü. Bu aynı zamanda düzenle kalıntı seviyesinde olsun tüm bağları ve beklentileri terk ederek olabilirdi. Oysa süreç, beklentilerin terkedilmesi şöyle dursun koyulaşıp, önemli siyasetleri felç etmesi yönünde işledi.

Türkiye devrimci hareketi böyle sallantıların içindeyken PKK’nin Ağustos 1984 çıkışı bulanık olan tabloyu aydınlattı, süreçleri netleştirdi. Eylül faşizmi içinde bileğinin hakkıyla kendi yolunu açmaya en güzel örnek oldu. Bu çıkış, hiç şüphesiz sosyal demokrasinin soyunmaya niyetlendiği demokrasi manevralarını suya düşürüp, onların korkularını arttırdı. Öte yandan ANAP’la bile ilişkiye hazırlanan solun bir kesiminin çürüyüşünü, düzen saflarına savrulmasını hızlandırdı. Kendi iç dinamiğiyle ilk çürüme belirtilerine karşı devrimci bir tasfiyeyi gerçekleştirmesi gereken Türkiye devrimci hareketi, bu yeteneği gösteremediği için çürüme derinlere inebilmiş hareketin gövdesinin büyük bir bölümünü felç etmiştir.

Sonuç olarak, 1980’lere kadar Türkiye devrimci hareketi gücünün bir kısmını dolaylı yollardan da olsa düzen içi bazı sınıf ve zümrelerin davranışlarından almış olduğu için, Eylülle tam bir kopuşma gerçekleşince çıplak gücünü ilk kez bu kadar açık görmüş ve kavramış oldu. Kendi yolunu açmak için enerjik bir hazırlığa girmesi gerekirken eski yollarda, eski beklentilerle oyalandı.

İkinci özellik, devletin zorunun ve devrimci harekete karşı taktiklerinin yetkinleşmesiyle ilgilidir 80 sonrası karşımızdaki devlet 1977’lerin hele 1965’lerin devleti değildir. Egemen zümreler aynıdır, ancak egemenliklerini yürütme biçimleri çok değişmiştir. Buna karşılık PKK dışındaki devrimci güçlerin mücadele yöntemlerini yetkinleştirdiklerini söylemek mümkün değildir.

1965’ler devrimci mücadelenin çocukluk günleriydi denebilir. “Ordu gençlik el ele” sloganlarının atıldığı, “toplum polisi” denen zor aracının yeni yeni kullanıldığı günlerdir. Mücadele yükseldikçe devletin halka karşı örgütlenmesi de değişmiştir. 1960-70’ler dönemi kitle gösterileriyle karakterize edilebilir. Devlet bu gösterilere genellikle polis gücüyle, polisin yetmediği yerde ordu ile karşı koymuş; bunların yanında dinci ve faşist bir kitleyi de devrimci yığınların üzerine sürmüştür Ancak bu dönemde silahlı çatışmalar henüz enderdir. Esas olarak 12 Mart içinde başlayan bu süreç 1977’ler sonrası iyice hızlanmışın

Devrimci hareketin, 1973-80 arası yükselişi o noktalara varmıştır ki, polis gücü örgütlü dernekler biçiminde Pol-Der ve Pol-Bir olarak ikiye bölünmüş; siyasi tartışmanın olmadığı askeri okul ve birlik kalmamıştır. Devlet özellikle 1975-80 yıllarından önemli dersler çıkartmış, Eylül sonrası kendi iç örgütlenmesine yeni biçimler getirmiştir.

Devletin çıkarttığı en büyük ders, devrimci hareketle, gelişiminin tepe noktasında dönem dönem -on yılda bir- hesaplaşmak yerine, her gün her adımda hesaplaşmayı seçmiş olmasıdır. Bunun için Devlet, Polis ve Ordu içinde yeni örgütlenmeler yapmış üniversite, gecekondu semtleri “terörizmin yatağı” ilan edilmiş, açık ya da gizli polis tarafından işgal edilmiştir. Kitleler devlet zoruyla yalnızca “önemli” olaylarda değil, neredeyse her kıpırdanışlarında yüz yüze gelmişler; ayrıca böyle terörize edilmiş ortamda muhbirler, işveren işbirlikçileri lümpen-mafya çeteleri sıradan insanlara karşı eskiye oranla daha cesur davranmışlar, halkın öfkesini içerden kuşatmaya çalışmışlardır.

Özetle, devlet zorunu dakikleştirmiş ve yetkinleştirmiştir. PKK hareketi, Kürdistan’da devlet zorunun nasıl felce uğratabileceğini açıkça göstermiştir. Bu, savaşı ciddiye almak, yeni koşulları kavramak, teknik araç-gereç ölçüsünde değilse de, örgütlenmede, örgütlü gücü seferber etmede, taktiklerle güç biriktirip, yeni taktiklere sıçramada en az devlet kadar yetkinleşmekle mümkündür. Her türlü eski alışkanlık ve beklenti hareketi çıkmaza götürür.

Üçüncü özellik, ilk ikisinden çıkan bir sonuçtur; kendiliğinden yığın hareketleri misyonlarını tamamlamıştır. Bu tespitten kendiliğinden hareketlerin imkânsızlaştığı anlaşılmamalıdır Tam tersine böyle hareketler mümkündür, 12 Eylül sonrası da 87-92 arası oldukça yoğun bir şekilde yaşanmıştır Anlaşılması gereken, kendiliğinden yığın hareketlerinin eskisi gibi devrimci hareketin gelişmesine yol açmamasıdır.

1987-89 yılları arasında az çok 80’ler öncesine benzer bir gelişme yaşandı, bununla birlikte eskisi gibi devam etmeyeceği hemen anlaşıldı. Kendiliğinden işçi gösterileri nicelik olarak 80 öncesini çok aşmasına rağmen olaylar devrimci mücadelede henüz bir nitelik yaratmamıştır. 80 öncesinde en yüksek grevci sayısı 84 binde kalırken, 1992’de bu sayı ikiye katlanmış 166 bine çıkmıştır. Buna rağmen devrimci harekette paralel bir yükselme yerine, 90’la birlikte gerileme, hatta açık çürüme yaşanmaya başlamıştır.

Kendiliğinden hareketlerin misyonunun tamamlanması ya da çok sınırlı hale gelmesinin nedeni artık sır değildir. 1989 1 Mayıs’ı sonrasında “işçilere bravo” biçiminde sevinç çığlıkları atan finans kapital, yığınları ve devrimci hareketi ayrı ayrı kuşatmasının sonuçlarını alabildiği için keyifleniyordu. On yıla yakın süre yığınlara “terörist” aşısı yapılmış, sınıf içinde düzenin örgütlenmesi daha aşağılara kadar indirilmiş, böylece kendiliğinden eylemlerle devrimci öncülerin buluşması m n önüne düzen tarafından eskiye oranla daha sık dokunmuş bir perde örülmüştür.

Yığınlarla buluşma konusunda devrimciler tarafından yapılan hatalar sonraki bölümün konusu olduğu için burada ayrıca değinmeyeceğiz. Bu bölümde konumuz daha çok düzenin sınıflar savaşına vermeye çalıştığı yeni biçimlerdir.

Bu gerçeklik karşısında, propaganda ve eylemlerle 12 Eylül düzeninin yığınları nasıl kuşatma altına aldığını onların bilincine çıkartmalıyız.

Dördüncü özellik, sınıfın yapısal değişiminden gelmektedir. 1960-80 arası sınıf savaşının yetiştirdiği nesil sadece savaşın yıpratması anlamında değil, düzenle bağları açısından da bir değişime uğramıştır.

Kapitalizmin 1950 sıçrayışının sonucu büyük şehir varoşlarındaki gecekondulara yığılan işçi sınıfı, 60-80 arası sınıf savaşının yürütücüsü oldu. İşçi sınıfının bu nesli 12 Eylül ün yalnızca zor ve şiddetiyle yüz yüze gelmedi, aynı zaman “gecekondulara tapu tahsis belgesi” rüşvetiyle düzen içine çekildi. T. Özal hükümeti 1988 yılında iki buçuk milyondan fazla gecekondu tapusu dağıtmıştır. Ve 80 sonrası ihracat patlaması değil konut patlaması olduğunu hatırlarsak düzenin artan rantlarından bir kesimine işçi sınıfının da ortak edildiği anlaşılabilir. Gecekondular “terörizmin kaynağı” olmasaydı, düzen belki de böyle bir rüşvet vermezdi. Yirmi yıllık sınıf savaşının sonunda işçi sınıfının 1950 sonrası ilk nesline düzen “tapu belgesi” aracılığıyla uzlaşma elini uzatmıştır.

İşçi sınıfının kapitalizmin 80 sıçramasıyla şehirlere yığılan ikinci nesli, henüz sınıflar savaşına yeni ısınmaya çalışıyor. 89 bahar eylemlilikleri bu ısınma hareketlerinin en yaygını oldu. Buna rağmen ikinci neslin içine geldiği koşullar oldukça farklıdır. Bir yandan eski -az çok aristokratlaşmış- çekirdeğin ihtiyatlı hantallığı ile; öte yandan sürekli artan işsizliğin baskısıyla iki yönden preslenen işçi sınıfının ikinci nesli, kendi mücadelesinin eskinin bir tekrarı olmayacağını seziyor.

İlk neslin varoşlara yığıldığı Türkiye’de, henüz kapitalizm “meşru” değil, zenginlik “ayıp”tı. Kapitalizm öncesinden kalma bir gelenek de olsa, ortak davranış refleksi güçlüydü. 1980’le birlikte, “iş bitiricilik” ve “köşeyi dönme” en meşru davranış haline geldi. Sınıf bilinci, bireycileşme, dine sarılma, arabesk kültürle kadercileşme biçiminde erozyona uğradı.

İşçi sınıfının 1950 sonrası ilk nesli devrimci bir gelişime yol açtı; ikinci nesil ise, 12 Eylül zorunun “iş bitirici” bencilliğiyle ve soysuzlaşmalarla emilmeye çalışılıyor. Burada her şey devrimci hareketin davranış yeteneğine bağlıdır. Bu barut yığını düzeni sarsacak, hatta yıkacak biçimde patlatabilir de; düzen tarafından arabeskin nemli dehlizlerinde çürütülebilir de.

Özetle 1960-80 arası sınıf savaşını yürüten işçi sınıfının bir kesimi düzenin bazı rüşvetleriyle atalet içine çekilebilmiştir. Nesilden nesile deney ve enerji aktarımı 12 Eylül’ün uygulamalarıyla önemli ölçüde engellenmiştir. Bu hem zor yoluyla, hem de ekonomik uygulamalarla yapılmıştır. 1987 çıkışı işçi sınıfının bu eski çekirdeğini temsil ediyordu; 89 bahar eylemleri ise yeni neslin eylemleridir. O nedenle, sınıf mücadelesinin radikal seviyelere yükseltilmesi için devrimci hareketin elinde eskiden devraldığı kolaylıklar hemen hemen yoktur. Kendiliğinden eylemliliklerin, 80 öncesi yolları izlemesi hiç de kolay değildir. Sınıfın güvenini kazanmış örgütlülüklerle bu basamak çıkılabilir.

80 sonrası mücadelede, 80 öncesinin alışkanlıklarıyla sınıfa yönelmek hata olur. Aristokratlaşmış işçi çekirdeği yeni, oynak sınıfın daha hareketli kesimleriyle kuşatılmalıdır.

Beşinci özellik, devrimci hareketteki yapısal değişimden gelmektedir. Bu iki yönden böyledir. 12 Eylül, 12 Mart’la kıyaslanmayacak ölçüde devrimci öncüleri tasfiye etmiştir. Sadece fizik olarak değil, moral olarak tasfiye edebilmiştir. Örneğin, Cephe hareketinin liderleri 12 Mart’ta önemli ölçüde fizik olarak imha edilmesine rağmen, hareket gelişebildi; 12 Eylül’de D. Yol’un lider kadrosu imha edilmemesine rağmen hareket hala sürünmekten kurtulamadı. Bu nedenle devrimci hareket, gelen kuşaklara devrimci değerleri aktaramadı. Düzenin zoru bunları değersizleştirdi, genel olarak harekette bir moral zayıflama yaşandı.

Diğer yönden, hareket yeni koşullara göre kendi örgütlenme ve taktiklerini yetkinleştirmek yerine eskinin tekrarından öteye gidemeyince, geriye kalan kadroların erime ve aşınmasıyla yüz yüze geldiler.

Son olarak, sınıflar savaşı 89’dan beri yeni, bambaşka bir dünyada verilmektedir. Bir çekim merkezi olan Sovyetler Birliği artık yoktur. Bu gerçekliğin işçi sınıfı mücadelesini etkilediğini ayrıca kanıtlamaya gerek yoktur. Sınıf savaşının ufkunu daraltan bu durum, yalnızca propaganda ile çok sınırlı ölçülerde aşılabilir. Dünya bu konuda yeni devrimler yaşamalıdır. Bu gerçekliğe rağmen sınıf mücadelesi içinde yapılacak çok şey var. Propagandamızın sivri ucunu, sosyalizmin genel tanımlamalarından çok ülke gerçekliklerimizin yığınlara daha çarpıcı, detaylı anlatılmasına çevirmeliyiz. Düzenin tıkanma noktalarının iyi deşifre edilmesi, sosyalizmin propagandasını genellikten, soyutluktan kurtarabilir.

Şüphesiz dünyadaki son durumun sınıf savaşına etkisi sırf olumsuz yönde değildir; aşırı abartmalarla insanlarımızın düşüncesini baskı altına alan komünizm umacısının ortadan kalkmasıyla emperyalizm ve kapitalizmin komünizm tehlikesiyle dolaylanan baskısı arlık gözler önüne daha açıkça sergilenecektir.

Sonuçlandırırsak, 12 Eylül koşulları sınıflar savaşına bazı yeni özellikler getirdiği için bunları dikkate almadan yapılacak taktik yönelişler sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Eylül’ün en belirgin yönelişi, sınıfları uzlaşmaya zorlamasıdır. Elbette, tek parti dönemi 1990’lar Türkiye’sinde tekrarlanamazdı; fakat hiç değilse sınıflar savaşının şiddeti düzenin temellerini darbelemeyecek ölçülere geri çekilebilirdi.

Eylülün sistemli zoru ve kapitalist üretim ilişkilerindeki 80 sonrası sıçramak gelişim finans kapitalin egemenliğini diğer sınıf ve tabakalara daha açık bir şekilde kanıtlaması sonucunu doğurmuş; bu gerçeklik 60’ların tersine doğrudan ya da dolaylı olarak finans kapitalle uzlaşma yönelişlerini belirgin hale getirmiştir. Demirel’le İnönü’nün koalisyon kurabildiği; eskinin “sınıf sendikacılığı” sözünü ezbere de olsa söyleyenlerin şimdi “çağdaş sendikacılık” bayrağını sallamaya başladığı bir Türkiye’deyiz. Ezberlenmiş hiçbir eski formül bu koşullarda geçerli olamaz.

Benzer koşullara Latin Amerika işçi sınıfı 1970’lerde itilmişti. Zora ve kısmi ekonomik gelişmeye dayanan uzlaşma hayalleri 80’in sonuna doğru yaygın sınıflar savaşıyla dağıldı; böyle olmasına rağmen mücadele sonuç alıcı noktalara hala tırmanamamıştır

Türkiye’de, Eylül düzeni sınıflar seviyesinde zoraki bir uzlaşma zemini yaratmaya çalışırken, 80 sonrasının en köklü kopuşması ulusal alanda yaşandı. Kürt halkı, Türk sömürgeciliğine karşı güçlü bir savaş yükselterek, Eylül faşizminin tüm hayallerini yıktı. Bu şimdilik birbirine zıt yöndeki gelişim, finans kapitale bir yaşama şansı yaratıyor. Sınıflar savaşının da yükselmesiyle bu yaşama alanı iyice daralacaktır.

Bu gerçekliği görmeyen, kof ajitasyona dayalı yaklaşımlar sınıflar savaşının yeniden yükseltilmesi görevini hafife alacakları; onu derinliklerinden harekete geçiremeyip yüzeysel kalacakları için, davranışları ve hazırlıkları kısa ömürlü olmaya, çabuk nefessiz kalmaya mahkumdur.

Sınıflar savaşının yeni koşullarının yarattığı bazı yanılgılar:

12 Eylül faşizminin kafalarda yarattığı ilk önemli yanılgı sınıf gerçekliğinin örtülerek, yerine “devlet-sivil toptum” çelişkisinin geçirilmesi olmuştur. Böylece orduya karşı tüm siviller “finans kapitalden kırdaki köylüye kadar” kutsanıyordu. Ordunun darbesiyle çarpılan aydın beyinler, “Türkiye Cumhuriyeti’nin çok sık içine düştüğü rejim bunalımlarının” nedenini “Türk Silahlı Kuvvetlerinin siyasal-toplumsal alanda işgal ettiği özel konuma” bağladılar. (4) Olayı böyle tersine koyuş, Türk burjuvazisinin tarihinden gelen asalaklığını, bu nedenle devlet eliyle beslenmek zorunda kaldığını gizlemekle kalmıyor; sınıflar savaşı yükseldikçe sivillerin orduya çağrı yaptığını da görmezlikten geliyor.

Şu ya da bu politikacının Ordu’ya karşı çıkmış olması fazla bir anlam ifade etmez. Finans kapital, kendi iktidarı zaafa uğrayınca politikacıları kaderleriyle baş başa bırakarak orduya el altından çağrı yapmıştır. Orduya karşı çıkma adına finans kapitale teslim olan bu mantık 12 Eylül sonrası özellikle aydınlar ve küçük burjuva tabakalar arasında önemli bir yaygınlık kazandı. Bu kapıdan bir kez girenler, yıllar aktıkça kapitalizmin sağlam savunucuları haline geldiler.

“Özellikle 1980 yılının Anavatan Partisi ve ondan önce gelen Özal’ın başlattığı bir takım yapısal değişikliklerle sanıyorum bu eski devletçi model büyük ölçüde aşıldı. Ben kendim kapitalizme karşı bir insanım ama Mademki bunun ciddi bir alternatifini bugünden yarına oluşturacak durumda değiliz, o zaman hiç değilse adam gibi bir kapitalizmle yaşayalım.” (5)

Kapitalizme karşı olmaktan “adam gibi bir kapitalizme” razı olmak arasında demek ki sıçranamayacak bir uçurum yok! Sınıflar savaşının yorgunluğu ve ardından gelen 12 Eylül zoru, bu kapanması mümkün olmayan uçurumu, esnek aydın beyinlerinde sıkıştırıp yok etmiştir.

Kelimelerin parlaklığına kanılmazsa, “devrim hemen şimdi” sloganı da Belge’nin “adam gibi kapitalizm” yoluna çıkar. “Devrime” mevcut düzen içindeki konum ve örgütlenmelerde “demokratik ve sosyalist ilişkileri” hemen kurarak başlama, iktidar hedefini binlerce parçaya bölüp yok ettiği için kapitalizmi reforme etmekten başka bir sonuç doğurmaz. Bu slogan kapitalizme tam bir teslimiyetin göz boyayıcı örtüsüdür. Devrimi “hayatın pek çok alanına hemen yaymak” sınıflar savaşı seviyesinde devrime hazırlanmaktan vazgeçmektir. Düzenin her alanında yapılması gereken dönüştürücü günlük çalışmayı “devrim” olarak ilan etmek özünde devrimi düzenin dehlizlerinde yok etmektir. Ama küçük burjuvazi böyle konuşur.

12 Eylül, bazı kafalarda düzenin yıkılmazlığı düşüncesini yaratmıştır. Bunu açıkça itiraf edenler “adam gibi kapitalizm” özlemlerini dile getirirken sinik, yenik, ikiyüzlü küçük burjuvazi ise itiraf edemediğini dolaylı yollardan anlatmaktadır.

Eylül düzeninin yarattığı diğer bir yanılgı demokrasi alıklığıdır. Batı demokrasilerinin bugünkü durumunu sadece yüzeyden kavrayarak, onu soyut bir sistem olarak algılamak, sınıflar mücadelesindeki güçler dengesinden koparmak tam bir küçük burjuva rüyasıdır. Sınıflar mücadelesinden onun bir sonucu olarak çıkagelen askeri darbelerden yorgun düşen küçük burjuvazi, böyle altüstlüklerin yaşanmayacağı bir demokrasi özlemektedir. Bunu isterken batıda demokrasilerin, işçi sınıfının uzun soluklu bir mücadelesiyle kazanıldığını unutup aynı şeyi Türkiye’de burjuvaziye dilekçe vererek elde edebileceklerini umuyorlar.

Eylül sonrası için en tipik yanılgı ANAP ve demokrasi arasında kurulan ilişkidir. Finans kapitalin, devletçiliğin vesayetinden çıkmaya yeltendiği DP hareketi de zamanında benzer yanılgılar yaratmış, komünistler dolaylı yollardan DP ile ilişki kurmalarına rağmen, 1951’de toptan tutuklanmaktan kurtulamamışlardır.

12 Eylül’le birlikte sosyal demokrasinin 73-79 arasındaki kısa tarihi(!) misyonunu tamamlamasıyla demokrasi parolası da yeniden finans kapital partilerinin diline düşmüştür. Bir kere burjuvaziden demokrasi dilenmeye başlayınca bunun sonu yoktur. ANAP yıpranınca aynı kafalar “değişmiş” olduğunu iddia ettikleri Demirel’e saldırdılar Koalisyon hükümetinin ilk açıklamalarını “devrim gibi reform” çığlıklarıyla göklere çıkardılar.

Böyle ikide bir tekrarlanan yanılgılar saflıktan ya da finans kapital politikacılarının aşırı ustalığından gelmiyor. Sınıf mücadelesini yeniden göze alamayan aydınlar, küçük burjuva tabakalar için -çünkü bu savaş alanında o, nefret ettikleri “devlet”ten her gün sopa yiyeceklerini sezip, görüyorlar- böyle yanılgılara düşmek kaçınılmaz biralın yazısıdır. Ufuklarından işçi sınıfının iktidar mücadelesi silinenler, yüreklerine sınıf mücadelesinin korkusu sinenler için burjuvazinin şu ya da bu alternatifine kapılarak peşinden gitmek, sonuç alamayacağını anlayınca ağlayıp sızlanarak bir başka alternatife yönelmek kurtulamayacakları kaderleridir.

Üstelik Eylül düzeni yüreklere sadece korku salmakla yetinmedi, insanlara köşeyi dönmek fırsatları da sundu. Bu fırsatı çok az kişinin yakalayabilmesi önemli değildir; esas olan böyle bir sosyal davranışın yaratılması, meşrulaştırılması, günlük yaşamda insanları kendine geçen bir “değer” haline gelebilmesidir.

Demek ki, köşeler dönülemeyip, korku duvarları aşılıncaya kadar, burjuvazi kitleleri yanıltma şansını elinde tutabilecektir. Bu noktada aydın küçük burjuvaların ihaneti katmerlidir; kendi çaresizliğini yığınlara hedef olarak göstermekle burjuvaziye suç ortaklığı yapmaktadır.

Özetlersek, Eylül düzenin yarattığı en büyük yanılgı demokrasi alıklığıdır. Düşüncelerde ve davranışlarda kurduğu baskıyla demokrasi sorununu gelişmiş Batıdan alınması gereken soyut bir formül; her akıllı insanın kabul etmesi gereken bir insanlık değeri biçiminde cansızlaştıran 12 Eylül; bizim gibi ülkelerde demokrasinin devrim sorunu olduğunu neredeyse unutturmuştur. Kürdistan’daki yoğun savaş bile bu gerçeği hafızaların derinliklerinden çekip canlandırmaya yetmiyor.

3.Bölüm: Eylül Sonrası Yaşananların Demokratik Devrim Strateji ve Taktiklerine Etkisi

Eylül düzeni demokratik-devrim stratejisini nasıl etkilemiştir? 1980’lerin başında bu konu devrimci hareketin gündemine hemen hemen hiç gelmemişti. 12 Mart’tan biraz daha örgütlü bir asken darbe olarak kavranan olayın henüz derin sonuçları yaşanmadığı için bir bakıma yadırganmayabilirdi. Yıllar geçip, 12 Mart’la benzerlikler değil farklılıklar artınca kaçınılmaz biçimde devrimci hareketin gündemine özellikle 1987’lerden sonra strateji ve taktik sorunları yeniden gelmemezlik edemedi.

Eylül düzeninin siyasi ve ekonomik mimarı ANAP uzun yıllar elinde tuttuğu iktidarı DYP-SHP koalisyonuna kaptırıp koalisyon tarafından da göz boyayıcı bir reform programı ilan edilince 10 yılın birikimi bazı kafalarda önemli sonuçlar yarattı.

“Koalisyonun programı devrimci-demokratik politik tezleri teorik olarak erozyona uğrattı.” (6) Bu siyasi tespit on yılın deneylerinden bir ders çıkartma anlamında tipiktir. Eylül düzeninin yarattığı ekonomik gelişim -bu “gelişimi” ne anlamda kullandığımızı daha önce açıkladık- koalisyonun söz verdiği “reformlarla” tamamlanınca “devrimci-demokratik politik tezler” buharlaşıp gitmiştir. Yazarlar hayal görüyor Araya sıkıştırdıkları “teorik olarak” ibaresine de sığınmaları mümkün değildir. Türkiye de şimdiye kadar hiçbir burjuva partisi ya da hükümeti sırf sözde olsun “devrimci-demokratik” bir programa sahip olmamıştır. Ancak, 12 Eylül’ün sersemlettiği aydın kafaları söylenmeyenleri söylemekte ya da hissetmekte ustalaştılar.

“Teorik olarak” durum böyle olunca pratikten fazlaca söz etmenin bir anlamı yoktur. Koalisyon hükümetinin bugüne kadar yapabildiği tek reform garibesi CMUK olmuştur.

Gerçekliğe biraz daha yakından bakalım.

Eylül sonrası yaşanan yıllar strateji seviyesindeki siyasi yaklaşımlarda bazı çarpılmalar yaratmıştır. Bunların tümünü nüanslarıyla irdelemek yerine iki ana çarpılmayı gözden geçirerek Eylül’ün “stratejik” etkisini tespit etmeye çalışalım.

İlki, “sosyalist devrim” tezlerinin yeniden canlanması biçiminde oldu. Yalçın Küçük’le başlayan bu akım, Ekim, Devrim, Gelenek gibi dergilerde de savunuldu. TKEP de bu konuda büyük bir kaos yaşadı, hala da yaşıyor. Bu savrulmanın nedeni, Türkiye’de kapitalizmin seviyesini abartmaktan kaynaklanmıştır. Hele Ekim gibi siyasetler için, bir 12 Eylül darbesiyle “feodal toplum”dan “kapitalist toplum”a sıçrayınca gerçeklikten ötelere savrulmak bir bakıma kaçınılmaz olmuştur.

Yine aynı “sosyalist devrim” tezi sahipleri; kırda kapitalizmin gelişmesinin sonucunda köylülüğün mücadeledeki yerinin kalmadığını, mücadele açısından sadece kır proletaryasından söz edilebileceğini vurgulamaktadırlar. Bizde “köylü sorunu”nun Çarlık Rusya’sına ya da Çin’e benzetilmeye çalışıldığı günler çoktan geride kaldı. Bu kaba benzetmelerin karşısına köylü sorununu inkar ederek çıkmak aynı yanılgıya ters yönden saplanmak olur. Sorunu büyük feodal beylerle, yarı-serf köylülüğe indirmek kırda kapitalizmin sancılı gelişme yolunu kavramamak olur.

Toprak işgallerinin 1968’lerde kalması toprak sorununun Prusya yolundan da olsa çözüldüğünün kanıtı değildir. Türkiye’nin kırlarındaki 2,5 milyon aile-köylü işletmelerinin %70’i topraksız ve az topraklıdır. O daracık toprağı da tefeciye ipotekli olduğu için köylü hareketlerinin çoğu tefeci-tüccara karşı yükselir. Köylüden, Türkiye koşullarında doğrudan toprak işgali beklemek soruna ezbere yaklaşmak olur. İşçi hareketinin yükselmesine bağlı olarak, kır nüfusunun %70’ı kır proletaryası olarak değil az topraklı yoksul köylü olarak devriminin gündemine girecektir.

Kapitalizmin gelişme seviyesi mantığından hareketle yapılan “sosyalist devrim” tezim kanıtlama çabalarının düştüğü en büyük yanılgı Türkiye burjuvazisinin demokratik devrimin görevlerini yerine getirdiğinin ya da kalan bazılarını yerine getirebileceğinin, açık veya örtülü biçimde kabul edilmesidir.

Bölümün başında yaptığımız alıntı, burjuvaziden bu beklentinin tipik bir örneğidir. Ne yazık ki, DYP-SHP koalisyonu böyle beklentileri çabuk boşa çıkartmıştır. “Sosyalist devrim” tezinin esas önemli siyasi sonucu açık bir gerçeklik olarak var olmaya devam eden demokratik devrim görevlerine karşı kayıtsızlık, taktik alandaki pasifizmi ve yeteneksizliği gözlerden gizlemeye çalışan “sosyalizm” örtüsüdür. Sonuçta, Y. Küçük, demokratik devrimin ilk görevlerinden olan ulusal mücadele alanında yer alarak pratiğiyle kendi tezini olumlu biçimde yadsımış fakat diğer tez sahipleri ilk parlak çıkışlarından sonra urviyerizmden öteye adım atamamışlardır.

Eylül’ün yarattığı diğer stratejik sapma, doğrudan devrimin inkarı ve reformizme soyunmadır. Burjuva sosyalizmi ve D. Yol’da temsil edilen bu sapma için bir şey söylemeye gerek yoktur.

Kürt ulusunun mücadelesi, işçilerin ve memurların henüz sosyalizmi hedeflemeyen eylemlilikleri, köylülerin (kır proletaryasının değil), tefeci bürolarını yerle bir etmelerinin, Türkiye topraklarında çözülmemiş duran demokratik devrim görevlerinin en açık kanıtları oldular. Hiç şüphesiz Türkiye’de kapitalizm Eylül düzeniyle birlikte birkaç adım daha arttı. Bu gelişim belki dalgaların bir kayayı aşındırmasından biraz fazla demokratik devrimin zeminini aşındırmıştır Öte yandan ekonomik gelişimin bizzat izlediği yollar, demokratik devrimin zeminini aşındırmak şöyle dursun, çözümlenmemiş sorunları şiddetlendirmektedir 12 Eylül’ün izlediği siyasi yollar ise, demokratik devrimi en acil talep haline getirmiştir.

12 Eylül’ün baskı altına aldığı bu stratejik sapmalardan öteye olayların gelişimi mücadelenin stratejik tespitlerinde hiçbir değişikliğe neden olmamış mıdır? Başlıca iki alanda değişimden, daha doğrusu stratejik kaymadan söz etmek mümkündür. İlk kayma hareketimizin orijinal tespitlerinden, proletarya aydınları konusundadır

“Özgüç” sırasında işçi sınıfının yanına proletarya aydınları diye özel bir bölüm devrimci koyduk. Bu ne demektir?

Eğer özellikle Türkiye’nin ve benzerlerinin devrim tarihleri içinde dün burjuva devrimcileri, bugün proletarya aydınlan adıyla anabileceğimiz bir kısım devrimci olayı bulunmasıydı, bizim öyle bir deyime kalkışmamız, en hafifinden düpedüz kuruntu olurdu. Böyle bir kısım insan Türkiye’de vardır, gerçekliktir. Bize düşen o gerçek olayın teorik kavranılışı ve yorumu olur.

“Türkiye’de Genç Osman’dan beri, oportünistlerin tepeden inme diye kötülemeye yeltendikleri bir yukarıdan etkili ilericilik ve devrimcilik eylemleri vardır.” (H. Kıvılcımlı)

Tarih teziyle Osmanlı dönemiyle ilgili araştırmalar, hiç değilse eski Osmanlı İmparatorluğu alanında kalan Pikelerde devlet sınıfları geleneğinden kaynak alan bir “yukarıdan etkili ilericilik ve devrimcilik” olgusunun olayca varlığını ve işleyişini ortaya çıkartmıştır. Bizde, Tanzimatlar, Birinci Kurtuluş, 27 Mayıs; Irak, Suriye, Mısır ve Libya’da ordu etkinlikli yukarıdan devrimle hep bu geleneğin çeşitli momentlerde açığa vurması olmuştur. Olaylar ayrıca kanıtlanmayı gerektirmeyecek ölçüde açıktır.

Burada sorun, davranış kaynağını tarihsel geleneklerden alan bu sosyal insan kümesinin neden devrimde özgüç; proletaryanın yanına konmuş olduğudur?

Ordu ve aydın gençlik kaynaklı “vurucu güç” işlevini yapabilecek bu sosyal tabakanın, krizli günlerdeki vuruş yönünden kaynak alan bir tespit olmalıdır. Bir gecede ömrü dolmuş gerici iktidarları devirebilen vurucu güç böylece yeni sosyal gelişimlere kapı açabilmektedir. Demokratik devrim aşamasında, bizim gibi ülkelere özgü bu geleneksel sosyal güç, iktidarları yerinden ederek devrimci, ilerici gelişim için bazı imkanlar yaratabilmektedir. Onun vuruş yönü ve etkinliği, bu gücün demokratik devrim basamağında proletaryanın yanında yer verilmesinin nedenidir. Yoksa bir avuç ordu ve aydın gençliğin devrim güçleri açısından bir değeri olsa bile ağırlığı olamazdı.

Vurucu gücün eyleminin gerçek sosyal niteliği ise, o momentte “Öne geçen özgücün niteliğine kalıyor. Bu nitelik karşı-devrimciyse vurucu gücün devrimciliği amortize edilerek güme girer, nitelik devrimciyse sosyal devrim yörüngesine oturabilir.” (H. Kıvılcımlı)

Strateji planına yerleştirilen bu olgu basitçe 27 Mayıs’ın bir etkisi olarak görülebilir. Oysa tam tersi doğrudur. 27 Mayıs bu geleneğin en son değilse bile en saf bir örneği oldu.

1971, 12 Mart’ından hele 1980 12 Eylül’ünden geriye bakıldığında, gelişim süreçleri atlanırsa H. Kıvılcımlı’nın strateji planına bu ilavesi tümüyle anlamsız görülebilir. Böyle bir değerlendirme, Türkiye sosyal yapısında son yirmi yılda yaşanan bazı önemli değişimleri görmemiş ya da ezberlenmiş formüller dünyasından olaylara baktığı için onların gerçek özelliklerini kavramamış olur.

Batıda, devlet ekonominin içine ancak 1920’ler sonrası tekelci devlet kapitalizmiyle girmişken; Irak’taki ilk uygarlıktan başlayarak Antik medeniyetlerde devlet, toprağa yerleşilmesiyle daha doğarken ekonominin içine girmiştir. Üretimin su kanallarıyla geliştirilmesi ve Kentin barbar akınlarına karşı korunması koşulları, devleti, doğu toplumlarında tarihin başlamasıyla birlikte üretimin ve ekonominin içine çekmiştir. O nedenle Doğuda devlet, sınıfların varlığının yarattığı bir olgu değil de, sınıfları yaratan ve himaye eden bir kurum olarak toplum bilincine yansımıştır.

Burjuva toplumuna kadar, sınıflar çekişmesi hep devlet sınıflarının icazeti, gölgesi altında görünmüştür. Bizde burjuva egemenliğinin yavaş yavaş inşa edildiği Cumhuriyet yıllarında da devlet sınıflarından ilmiye ve seyfiye, daha diri somut karşılığıyla ordu, hep sınıflar üstü, “devletin sahibi” konumunda kalmıştır.

Türkiye finans kapitali, 27 Mayıs 1960, 1963 Harbokulu isyanı sonrasında orduyla arasındaki egemenlik ¡İlişkisini köklü bir şekilde değiştirmeye yönelmiştir Son yirmi yılda, tarihten gelen bu gelenekcil davranış ve bu olgunun kendine özgü yapıları iki önemli nedenle erimiş, artık gerçek anlamda tarih olmuştur.

Birincisi, finans kapital en azından Ordu üst katlarını mali imtiyazlarla donatmıştır. 1960’larda başlayan ORKO-OYAK, Ordu evleri, özel atış veriş mağazaları saltanatı o günlerden beri hızla gelişmiştir. Artık ordu, anonim şirketleri, vakıflarıyla, banka yönetim kurullarında emekli generalleriyle finans kapitalle iç içe girmiştir. Ordu belki hala kendini “devletin sahibi” olarak görebilir, ama artık kendisinin de bir sahibi olduğunu, finans kapitalle bin bir çıkar bağıyla nasıl bağlandığını iyi bilmektedir.

İkinci olarak, 1960’larla birlikte gelişen sınıflar savaşı, modern sınıfların mücadele alanında kendi parolaları, partileri ve güçleriyle yer alışları; ancak bunların cılız ve henüz silik olduğu ortamlarda yaşamını sürdürebilen gelenekcil davranışların misyonunu zayıflatmış, giderek hiçe indirgemiştir. 27 Mayıs, modern sınıflar savaşının kapısını açmakla kendi gelenekcil yaşam alanını nihai olarak daraltmış oluyordu.

Olaylar bu çerçevede kavranılmazsa “aynı” ordunun birbirinin tam zıddı olan 27 Mayıs ve 12 Eylül’ün nasıl aktörü olduğu kavranamaz. 12 Eylül, 27 Mayıs’ın bütün getirdiklerinin inkarı ve geri alınmasıdır. Bunun iki nedeni, ordunun artık finans kapitalin hedefleri doğrultusunda vurmaya ayarlanabilmiş olması; öte yandan sınıflar savaşının 27 Mayıs’ın açtığı kapıdan, halk iktidarına doğru önemli adımlar atabilmiş olmasıdır.

Bu gerçekliklerden sonra, devrim stratejisinde proletarya aydınlarının yeri ve anlamı kalmamıştır. Ordu ve gençlik içinde bir devrimci oluşum ortaya çıkacaksa, bu ancak proletarya hareketinin örgütlü mücadelesinin bir sonucu olarak ortaya çıkabilir; onun sınıflardan bağımsızmışçasına davranış eğilimleri artık yakın tarihimizin sayfaları arasında kalmıştır.

Esas önemli olan ikinci stratejik kayma, ulusal sorun konusunda yaşanmıştır. Stratejimizde “yedek güç” olan Kürt ulusal hareketi, mücadelesiyle öncü güç proletaryanın önüne geçmiştir. Çoktandır kanıksadığımız bu gerçekliğin stratejik bakışımıza ve genel olarak devrimci harekete nasıl yansıdığını incelemeye çalışalım.

60 sonrası devrimci mücadele tarihimizde proletarya hareketiyle, Kürt ulusal mücadelesinin yükselme periyotları farklı farklı olmuştur. İşçi ve gençlik hareketinin genel yükselişi içinden devrimci hareket, 1971’deki kısa kesinti dışında, sürekli ortalama bir ivmeyle 80’e kadar gelişmiştir. Bu dönemde Kürt hareketi, Türkiye devrimci hareketinin uzantısı olarak gelişmiştir. Kopuşma esas olarak PKK öncülüğünde 1978’ler sonrası başlamıştır.

Eylül sonrası ise, tersine bir gelişmeyle Türk devrimci hareketi bir türlü kendini toparlayamazken, PKK öncülüğünde ulusal hareket büyük atılımlar yapmıştır. Kürdistan’ın bir bölümünde bugün ikili iktidar vardır. Bütün bu gelişmelere rağmen, Kürt ulusunun yalnız kurtuluşu mümkün müdür?

Bu soruya, 1978’ler Türkiye’sinde, hatta 80’lerin ortalarında kolayca “hayır” demek mümkündü. İçinde bulunduğumuz koşullarda aynı rahatlıkla cevap vermek zordur.

Kürdistan devrimi, bir yanıyla Türkiye devrimine, diğer yanıyla Kürt ulusunun yaşadığı diğer parçalardaki duruma bağlıdır. Ancak Kuzey Kürdistan, kesin bir şekilde Türkiye devrimine bağlıdır.

Proletarya hareketi ve Kürt ulusunun birlikte vuruşu olmadan Türkiye finans kapitali yıkılamaz. Kürdistan’daki gelişmelerin seviyesine rağmen bu gerçeklik değişmemiştir. Kürt ulusunun mücadelesi, Kürdistan’la sınırlı kaldığı müddetçe, bazı kısıtlı ve sığ reformlardan öteye sonuç alınması mümkün değildir. Stratejik bakış açımızın bu yönünde bir kayma yoktur.

Burada hemen şu soru akla gelecektir; Kürt ulusal mücadelesi, daha durgun görünen Türkiye’ye devrimi taşıyabilir mi? Başka türlü sorarsak, Kürt ulusal kurtuluş savaşı, Türkiye devrimini nasıl ve ne ölçüde etkileyebilir? Kürdistan’dan yayılan devrim dalgaları proletaryayı harekete geçirebilir mi?

Soruna önce tersinden yaklaşırsak; Türkiye’de devrimci kabarış Kürdistan’daki mücadeleye kesinlikle yol açmış, hız vermiştir. 1965-80 yılları böyledir. Kürt devrimcileri Türkiye devrimci hareketinin deneylerim ve dünya örneklerini kendi ülke koşullarına ustaca uygulayarak 80’li yıllarda büyük gelişmeler yaşamışlardır. Bu gelişmelerin artık tersi yönden Kürdistan’dan Türkiye’ye doğru devrimi taşıması mümkündür. Devrimin stratejik gidişinde böyle bir kayma yaşanmaktadır.

Ancak bu imkanın kendiliğinden yaşanmayacağı özellikle son birkaç yılın deneyiyle iyice görülmüştür. Bu konuda kolaycı bir yaklaşım, olayın suyun bir kaptan diğerine akışı ölçüsünde basitleştirilmesi, büyük hayal kırıklıkları yaratmaktan başka sonuç doğurmaz.

O nedenle, yedek gücün proletarya mücadelesinin önüne geçişinin bazı sonuçlarını daha derinlemesine incelemeye çalışalım.

Bu stratejik kayma, proletarya hareketine şovenizmin etkilerinden tam bir arınmayı dayatıyor. Olaylar 1978’lerdeki gibi akıp gitse Türk proletaryası öncü konumunu koruyarak devrime yol açmaya devam edebilseydi, Kürt sorunu karşısındaki bazı şovenist etkiler örtülü kalabilirdi. 1917 sonrası Rus devrimini diğer uluslara taşıyan Rus proletaryası, istemese de belli ölçülerde Rus ulusçuluğunu da taşımıştır. Oysa ülkemizde, 1980’lerin ortalarından itibaren yaşananlar, proletaryanın bilinç seviyesinde yeni yükselmeler talep ediyor; burjuva, küçük burjuva etkilerden sağlam bir kopuşma ve saflaşmayı zorluyor.

Bunun devrim açısından sırf bir kolaylık olmadığı görülebilir. Öncü, dünden çok daha yüksek bir bilinçlikle mücadeleyi göğüsleyebilecektir. Yoksa eski alışkanlık ve kolaylıkların tekrarı ve mücadelenin böyle ileriye doğru adımlar atması mümkün değildir. Türkiye devrimci hareketinde demoralizasyonun nedenlerinden biri de budur. Şovenizmin etkilerinden kurtulmamış hareketler, Kürt ulusal mücadelesine devrimci bir enerji ve moral yansıtmaz, tam tersine onları demoralize eder. Dolayısıyla, yedek gücün öne geçmesinin etkilerini basitleştirmek insanı büyük çıkmazlara itebilir. Bu olay Türkiye devrimci hareketinin, bilinç, alışkanlık ve moral yaklaşımlarında köklü altüstlükler yaratmıştır. Dün örtülü kalabilen şovenizm ya da şovenizmin çok inceltilmiş biçimleri, Kürdistan’daki her adımda ortaya çıkmakta, şovenizm zehrinin vücudunu böylesine sardığını kavrayan devrimci hareketin bu gerçekliğe ilk tepkisi ise sekterleşerek olayı görmezlikten gelmek veya demoralize olmak biçiminde kendini açığa vurmaktadır.

Bu gelişimden kimse yakınmamalıdır; şovenizm zehiri aktıkça vücut sağlamlaşacaktır. Esasında, özellikle 1985’ler sonrası Türk devrimci hareketinde böyle bir temizlenme yaşanmaktadır. Ancak henüz vücut yeterince sağlığına kavuşmamıştır.

Sorumuzu burada bir kere daha tekrarlayalım. Kürdistan’daki mücadele, devrimi, Türkiye’ye ne ölçüde yayabilir?

Proletarya ve Türk devrimci hareketinden şovenizm zehiri temizlenebildiği ölçüde, Kürdistan’dan esen devrim rüzgarı Türkiye’yi etkileyebilir; aksi takdirde şovenizm dağlarına çarpıp kendi üstüne katlanmak zorunda kalır. Güçsüzlük kadar kullanılamayan güç de vücuda zararlıdır. Her kendi üstüne katlanan dalga Kürdistan devrimini moralce yıpratabilir. HEP deneyi, bu seviyede kalmış bazı engelleri aşamayıp, kendi içine kapandıkça zayıflamıştır.

Kürdistan’dan vuran devrimci dalganın Türkiye’de bir gelişmeye yol açabilmesi, Devletin büyük bir gayretle canlandırmaya çalıştığı şovenizmin etkilerinin temizlenmesiyle mümkündür. Bu yeterince açıktır; özellikle 1990’la başlayan süreç bu gerçekliği sıradan propaganda konusu olmaktan çıkarmış, canlı pratiğin taktik alanında ilk sıralara yerleştirmiştir. 1990’la başlayan sürecin özgünlüğü üç noktada yatmaktadır: Kürdistan’da mücadelenin gerilla savaşından kısmi halk ayaklanmalarına sıçraması; buna karşılık Türkiye devrimci hareketinde kendini yenileyemeyen siyasetlerde gerilemenin çürüme noktasına varması; Kürdistan politikasında, devletin daha aktif karşı taktiklere yönelmesidir.

Kürdistan ve Türkiye devrimleri arasındaki bariyerlerin kaldırılmasında esas ve ağırlıklı görevin Türkiye devrimci hareketine düştüğü açıktır. Öte yandan aynı görevin Kürt devrimcilerine düşen yanı da son derece önemlidir. Kaba yaklaşımlar iki ulus arasındaki zehirlenmeyi gidermek şöyle dursun, özellikle günümüz koşullarında arttırabilir.

Devrimci parti girişimi, böyle bir hassas alanda durmaktadır. Kürdistan’daki mücadele deneylerini, üslubunu kabaca tekrarladığında, gelişim şansı olmadığı gibi, iki ulus devrimcilerinin arasında yeni problemler üretebilir. Özellikle, kendi devrimci ve ulusal değerlerim yükseltme enerjisini göstermeyip, kabaca inkarlara saplandıktan sonra böyle bir Partinin çevresinde yer almak, Türkiye devrimine bir katkı sağlamayacağı gibi, açık zararlar verebileceğini kestirmek için fazla öngörülü olmaya gerek yoktur. Açık kendini tüm sefilliğiyle ortaya koyuyor, her şey böylesine gözle görülür olduğu için bunlarla mücadele bir ölçüde kolaydır; gizli çürümeler ise, kendini, Türkiye devrimci hareketine yöneltilen keskin eleştiriler altında gizleyebilir, kaba Türk düşmanlığını körükleyebilir.

Öte yandan metropollerde proletarya içinde ayırımcılığa kapı açabilecek her davranış, devletin ısrarla yaratmak istediği -şimdilik aktif değil, pasif seviyede tutulan- ulusal düşmanlık politikasına hizmet edecektir. Türkiye metropollerinde sırf savaşının ulusal renklere bölünmesi, topyekün mücadeleyi zayıflatır.

Son olarak, ulusların tarih bilinci çarpıtılmamalıdır. “Türkleri” tarihin ilk çağlarından beri “talancı” olarak tanımlamak tarih bilimi açısından bir yanılgıdır; İkincisi, tarihe Kürt milliyetçisi olarak bakmak olur. Her toplum, barbarlık aşamasından geçmiştir ve barbar ekonomisi talana dayanır. Kürt toplumu da bu tarihsel dönemin dışında kalmamıştır. Kürt hareketini destekleme adı altında bazı Türk aydınlarının kendilerini histerikçe aşağılamalarına değinmeyeceğiz.

Kürdistan’ın ayaklanmasıyla, Kürt ve Türk tarihine yeniden bakarken, gerçeklikler ve değerler çarpıtılmamalıdır. Burjuvazi tarafından yaratılan yanlış tarih bilinci, başka bir çarpıtmayla düzeltilemez.

Öte yandan, hareketimizin Kürt sorunuyla ilgili politikası yeterince açık olmasına rağmen mücadelenin son vardığı aşamada ortaya çıkan Kürt burjuvazisi sorununa aydınlık getirilmelidir Türkiye’de mücadelenin çeşitli alanlarında -HEP çalışmaları gibi- Türk proletaryası ile Kürt halkının ve proletaryasının buluşmasını, ulusal çıkarlar ileri sürülerek engelleme çabaları tek tük rastlantılar olmaktan çıkmaya başlamıştır. Bunun temelinde, Kürt burjuva eğilimi yatmaktadır. Türkiye metropollerinde, “Kürtlerin” proletaryanın ve halkın sorunlarına herhangi bir gerekçeyle yabancılaşması genel olarak devrime büyük zararlar verir.

Ulusal hareket, Kürt halkının bağımsızlığını ne ölçüde vurgularsa; Türkiye’deki sınıflar savaşında Türk ve Kürt halklarının birlikte mücadelesini de en az o ölçüde vurgulamalıdır.

Sonuç olarak, Kürdistan’dan esen devrim rüzgarı şovenizmin etkisi kırılabildiği ölçüde Türk devrimini etkileyecek, fakat Türkiye’deki devrim dalgası esas olarak proletaryanın mücadelesiyle yükselebilecektir. Kendiliğinden bir etki ummak büyük yanılgı olur, böyle umutlar devletin inşa ettiği şovenizmin bariyerlerinde kırılıp dökülmeye mahkumdur. Şovenizmin etkisini kırmak yalnızca propagandayla elbette ki imkansızdır, esas olarak yapılması gereken işçi sınıfı hareketini en meşru demokratik hakları doğrultusunda yükseltebilmektir. Kürdistan’a katliam, Batıya sözde “demokrasi” vaatlerinin iç yüzü, pratiğin aynasında ancak böyle görülebilecektir. Kendi haklarını koparma yeteneğini gösteremeyen bir proletarya, Kürdistan için yerinden kıpırdayamaz. Sorunun gelip kilitlendiği nokta burasıdır. Kendi hakları için dövüşen, devletin zoruna karşı kendi sınıf zorunu örgütleyebilen bir proletarya, ancak böyle bir proletarya, Kürt halkının mücadelesine devrimci bir ilgi duyabilir. Yoksa “insanlık” adına gözyaşı dökmekle yetinenlere ne Kürt halkının ne de devrimci hareketin ihtiyacı vardır.

Temel Taktik Yönelişler Açısından Sınıflar Savaşının İki Döneminin Kritiği:

Sınıflar savaşının iki döneminde genel taktik yönelişlerde bazı temel farklılıklar yaşanmıştır. Kopuşma yıllarında taktikler radikal bir öz taşımış; öğrenci hareketi ve işçi sınıfının çekim gücüne yönelmiştir; Eylül sonrasının taktikleri biraz daha ihtiyatlı olmuş, finans kapitalin çekim gücüne kapılmıştır. Kürt hareketinin yükselmesiyle yeni bir çekim merkezi oluşmuş, bu çekim merkezi taktiklerin şekillenmesinde bir ayraç rolü oynamış, ancak hareketin radikalleşmesinde etkisi çok sınırlı kalmıştır.

1.Dönem (1965-80) Taktiklerine Genel Bakış

Devrimci hareketin 60 sonrası ilk yükseliş yıllarında ana sorun devrimin hedefi ve stratejisi olduğu için günlük her taktik sorun bu temel problemin baskısı altında belli ölçülerde biçimsizleşmiştir. Strateji sorunlarından bağımsız olarak taktik sorunların ele alınabildiği dönem daha çok 12 Mart sonrası olmuştur.

Buna rağmen, öğrenci gençlik, işçi hareketi ve kısmen köylülükte demokratik mevzilerin genişletilmesi sonucuna varan taktik yönelişler yaşanmıştır. Öğrenci hareketi siyasetin merkezi olurken, gücüyle kendini üniversite ve fakülte senatolarında temsil ettirmiştir. Geleneksel eğitim kalıplarının çoğu kırılmıştır. İşçi hareketi devlet güdümünden kopmuş; DİSK’i yaratarak grev hakkını günlük yaşamına sokmuş, hatta Batı demokrasilerindeki sınırları bilen aşan “dayanışma ve hak grevlerini” mücadele biçimleri içine almış; taktik yönelişler fabrika işgaline kadar tırmanmıştır. Karşı devrimin işçi haklarına “barışçıl-parlamenter” saldırısı 15-16 Haziran’la püskürtülmüş, fakat 12 Mart darbesi fethedilen mevzilerin bir kesimini geri alabilmiştir.

Köylü hareketinde sınırlı toprak işgalleri ve yoğun küçük üretici mitingleri yaşanmıştır. Özetle, 27 Mayıs Anayasası’nın kağıt üstünde tanıdığı hakların bir kısmı aşılarak genel olarak demokrasi cephesi düzenin sınırlarını daraltarak genişlemiştir. “Yollar yürümekle aşınmaz” diyen Demirel, düzenin sınırlarının aşındığını fark edince, devrimci gelişimin karşısına devlet güçlerinin yanında faşist milisleri de çıkartmaya başlamıştır.

12 Mart’ın yarattığı kısa duraklamanın hemen ardından, işçi hareketinin öne çıktığı kitle eylemlilikleri yeniden başlamıştır. 12 Mart faşizminin gasp ettiği haklar hızla geri alınınca, mücadeledeki yeni bir taktik konağa girilmiş, faşist milislerle semt, işyeri ve üniversitelerde silahlı çatışmalar başlamıştır. Çatışmalar rastgele, arada sırada patlak veren olaylar değil, 1976-77 sonrasının hemen her gün yaşanan bir olgusu olmuştur. Böylece büyük şehirlerde semtler, üniversiteler, bazı kasabalar devrimci güçlerle, faşistlerin egemenliğinde açık saflaşmalara uğramıştır. Kürdistan’da bugün yaşanan ikili iktidar, örgütsel yapıların çok daha zaaftı olduğu gözden yitirilmeden, büyük şehirler ve bazı kasabalarda benzer bir şekilde 1977-80 arasında yaşanmıştır.

Eylül öncesi taktiklerin, demokratik sınırların kitle gösterileriyle genel yığın zoruyla genişletilmesinden, silahlı çatışmalarla semtlerde yarı-iktidar olunması adımına sıçramasını biraz irdeleyelim.

1968-70’lerin en yoğun tartışmaları silahlı mücadele üzerine olmuştur. Bu tartışmaların hiç şüphesiz ki soyut bir yanı vardı; devrime giden yollar hakkında dünya deneylerinden esinlenerek yapılan tartışmalar binlerce sayfa tutar. Dünyanın o yıllardaki koşullan devrimci hareketin kalkış noktasının anti-emperyalizm olmasına, silahlı mücadele konusunda Çin, Vietnam, Küba örnekleri üzerinde yoğunlaşan tartışmalara yol açmıştır. Karşılıklı keskin polemiklerin önemli bir bölümü bu anlamda soyut, Türkiye gerçekliğinden kopuk kalmıştır. Bu gerçekliği tespit etmekle birlikte onu mutlaklaştırır, bu yoğun tartışmaları sırf bir soyutlamaya indirgersek, devrimci harekette o dönemlerde yaşanan önemli bir taktik dönüşü görememiş oluruz. Bu taktik dönüş tartışmaların soyut olmayan pratik kaynağını meydana getiriyordu.

1970’le başlayan, 12 Mart’la kesintiye uğrayan 1976-77’de tamamlanan bu taktik dönüşün nedeni, temel zemini ve ana yönelişleri neler olmuştur?

1960’ların ortalarından hızla yükselişe giren devrimci hareket, 1970’e gelindiğinde kullandığı kitle gösterileri, boykot, grev, hatta işgal gibi mücadele biçimleriyle gelişmesinin sınırlarına dayanmıştı. Devrimci hareket taktiklerde bir dönüş yapmalıydı, koşullarca buna zorlanıyordu. Hareketin bu büküm noktası silahlı mücadele tartışmalarının pratik temeli olmuştur.

Mücadele, can alıcı bir taktik dönüm noktasına yaklaşırken silahlı mücadele üzerine yapılan tartışmaların detayları konumuz dışında kalıyor; sadece bu tartışmalarda iki ana saflaşmanın yaşandığını belirtmekle yetinelim. Çin, Vietnam deneyine ağırlık veren kırlardan şehirlerin kuşatılmasını hedefleyen uzun halk savaşı stratejisi ile Latin Amerika deneylerini öne çıkartan partinin gerilla mücadelesi ile yaratılacağını savunan yaklaşımlar başlıca iki eğilim oldu. Bu yönlerdeki pratik girişimlerin başarısızlığı bir yana, devrimci hareket bir silahlı mücadele dönemi yaşamış, fakat mücadelenin pratikte akışı bu konuda önceden tasarlanan silahlı mücadele yollarına hemen hemen hiç benzemeyen bir yol izlemiştir.

Gelgeç çıkışlar olarak değil bir dönemi (1977-80) kapsayan silahlı mücadele pratiği esas olarak kentlerde işçi semtlerinde yaşanmış, askerdi bir savaştan çok faşist milislere karşı yürütülen bir sivil savaş özelliği taşımıştır.

Semtlerdeki silahlı mücadele olumlu ve olumsuz yanlarıyla yeni bir dönemin habercisiydi. Sınıf savaşı kitle gösterileriyle varabileceği bir sınıra yaklaşırken, artık başka taktik ve mücadele biçimlerini talep ediyordu. Devlet, kitlelere karşı 1977 Mayıs’ı gibi toplu katliam denemelerini o günkü güçler dengesinde sık sık tekrarlayamayacağı için, devrimci öncüleri tek tek yaygın bir biçimde imha taktiğine yöneldi.

Dönem her yönden, kendiliğinden yaşanan ağır basan barışçıl kitlesel gösterilerin taktik olarak tıkanma noktasına geldiğini gösteriyordu. Güçleri merkezileştirmenin, aynı zamanda çelikleştirmenin, her gösteriyi bir savaşa hazırlanırmışçasına örgütlemenin, bu anlamda kitleleri rasgele değil, düzenli ve örgütlü olarak silahlandırmanın momenti 1977 Mayıs’ı ile gelip çatmıştı. Buna rağmen devrimci hareket yapılabilecek görevlerin en düşük düzeyde olanını, semtlerde faşistlere karşı mücadeleyi yerine getirebildi. Birbirini tekrarlayan çatışmalar, sınıflar savaşındaki saflaşmayı bulanıklaştırdı, devrimci öncüyü yordu.

Hareket, 1977’den beri hazırlanılmış olması gereken mücadele seviyesine, Eylül’ün hemen öncesinde bilinçli bir yönelişle değil olayların akışıyla, hiç değilse asgari bir hazırlıkla değil çocukça bir coşkuyla ve toylukla Çorum, Gültepe-Tariş barikat savaşlarıyla vardığında, devrimci güçler hırpalanmış ve yorgundu. 1977’den beri yakalanamayan taktik seviyeye ulaşma çabalarının en yoğun olduğu sancılı bir dönemde 12 Eylül “filmi kopardı.”

Eylül Sonrası Taktik Gelişmeler

Film başa alınmıştı, ancak eskinin tekrar edilmesi mümkün değildi. Eylül sonrasında taktik alanda başlıca dört dönemden söz edilebilir. Birincisi, ilk yılları kapsayan yeraltı yapılarını inşa ve yeni döneme hazırlık yıllarıdır. İkincisi, 1987-89’u kapsayan işçi hareketinde ve devrimci harekette ilk kabarış, bilerek ya da bilmeyerek eski mücadele alışkanlıklarının tekrar edildiği dönemdir. Üçüncü dönem, eskisi gibi yürünemeyeceğinin anlaşılmasıyla devrimci harekette bir gerileme, yeni arayışlar ve çürümelerin başladığı dönemdir. Son dönem, mücadelenin yeni koşullarına ayak uydurma dönemidir.

Dönemleri, taktik yönlerini kabartılandırarak inceleyelim. İlk yıllarla ilgili taktik açıdan fazla söylenecek bir şey yoktur. 12 Eylül’ün konumu ve gücünü kavrayışla ve esas olarak illegal yapıların güçlendirilmesiyle geçmiştir. Her siyasetin ilk kavrayışları Eylül boyunca gelişmelerini etkilemiştir. Hareketimiz açısından bu döneme denk düşen bağımsız sendikalar taktiği yeni döneme hazırlanışta direnişçiliğin ilk zemini oluşturmuştur denebilir. Bu dönemin yeterince değerlendirmesi yapılmıştır.

Eylül düzeninin mücadeleye kendi özelliklerini daha belirgin biçimde yansıttığı yıllar 1987 sonrasıdır, ikinci dönemdeki taktiklerin ana yönelişi, kaybedilen mevzilerin geri alınması için ilk etkili yoklamalar olmuştur. Grevler, öğrenci gösterileri ve legal yayın yaşamının yeniden canlanmasıyla, illegalitenin dar sınırları aşılmaya başlamış, mücadelede bir yığınsallaşma başlamıştır. Bahar eylemlilikleri ve Zonguldak yürüyüşüyle yığınsallaşma had safhaya çıkarken, devrimci hareket aynı ölçüde güçlenememiştir.

Gelişmeyi engelleyen, daha doğru bir ifadeyle gelişimde bir süreklilik yaratamayan, döneme özgü yanılgılar nelerdir? İlki ve en önemlisi, kendiliğinden kitle hareketinden 1975’ler sonrası gibi bir gelişim ummak oldu. Oysa 12 Eylül’den 12 Mart’a benzer biçimde çıkılamayacağı en azından 1984 Ağustos’undan beri yeterince açığa çıkmış olmalıydı. 1960 sonrası sınıflar kopuşması yıllarında, belli ölçülerde finans kapitalden uzaklaşan bazı düzen içi eğilimlerin (ordu gençliği, orta tabakalar gibi) motive ettiği kendiliğinden kitle hareketleri, söz konusu güçlerin Eylülle birlikte yüzünü finans kapitale dönmesiyle eski sürekliliğini yitirmiştir.

Öte yandan, devletin yirmi yıllık mücadeleden çıkarttığı derslerle, baskısını dakikleştirmesiyle, kitle eylemleri 1970’lerdekine benzer sonuçlar yaratmamıştır. Kendiliğinden hareketle, devrimci hareket arasına zora ve siyasi propagandaya dayanan, ancak önceki dönemlere göre devlet tarafından daha ustaca uygulanan yöntemlerle eylemliliklerden ortaya çıkan enerjinin devrimci harekete akması engellenmiştir. Bu gerçeklikleri yeterince kavrayamayan devrimci hareket eski yanılgıları belli ölçülerde tekrarlamıştır.

Bu yanılgılı tekrarın iki ucu kendini işçi sınıfına dalkavukça yaklaşımda ve silahlı propagandayı başlatan D. Sol eylemliliklerinde göstermiştir. Bahar eylemlilikleri M. Pekdemir’i bile imrendirmiş, “haydi işçi sınıfına” sloganıyla 12 Eylül’ün perdelerini yırtabileceği hayaline kapılmıştır. Dalga geri çekilip elde bir şey kalmayınca yeni gerçeklikler eski kafaları çarpmıştır. D. Perinçek ve Ekim çevresi de benzer yanılgıyı temsil etmişlerdir Hele Perinçek’in işçi sınıfına düzdüğü methiyeler sınıfı bilinçlendirmek şöyle dursun ancak afyonlayabilirdi. Sınıfı dönüştürme amaç ve enerjisi taşımayanlar için eylemlerin seviyesinin abartılması ve göklere çıkartılması çok doğaldır.

D. Sol ise işçi eylemliliklerinin sonlarına doğru bazı hedeflerde odaklaşan silahlı eylemliliklere başlamıştır. Böyle bir taktiğe yöneliş de, özünde yığın eylemlerinin görünüşüne aldanmaktan kaynaklanır. Israrla, hatta askeri ölçülerden ele alınırsa bazı başarılı silahlı vuruşlara rağmen, yığınların mücadelesinde bir kıpırdanma ya da D. Sol’un yığın bağlarında gözle görülür bir sıçrama yaşanmamıştır.

Hareketimizin payına düşen, kendiliğinden gelişmelerin Eylül sonrası konumunu yeterince kavrayamamak, buna uygun karşı tedbirler üretememek olmuştur Hareketin iniş çıkışlarında direnişçi işçilerin taktikleri süreklilik taşıyamamış, sendika baskınlarıyla yakalanan halka, benzer yönelişlere derinleştirilip yeni yönelişlerimizin gelgeç değil, devamlı özelliği haline getirilememiştir.

12 Eylül sonrası ikinci döneme (1987-90) daha çok eski taktik alışkanlıklar egemen olmuştur. Fakat eskisi gibi gitmeyeceğinin anlaşılmasıyla yeni bir süreç başlamıştır. Bu dönemleri yanılgıları ve zaafları kabartılandırmak için bilinçli olarak şematize ediyoruz. Yoksa olayların akışı böyle keskin sınırlarla ayrılmamıştır. 12 Eylül bizzat kendisi en kesin ve anlık bir eylem olmasına rağmen bilinç ve davranışlardan bir anda eskiyi silip atamamıştır. 1990’la göze batırmaya çalıştığımız çürüme ve kabuk değiştirme dönemi hiç şüphesiz Eylül’ün ilk gününden başlamıştır. Daha da geriye 79’lara kadar bile gidilebilir.

1990’da öne çıkartmaya çalıştığımız çürümeler artık olgunlaşmış, bir birikim süreci sonucunda kesin bir nitelik değişimine varmıştır. 1987-90 sürecinin yaşanması ile Eylül düzeninin gerçekliklerinden gelen görevlere daha ustaca ve yeni yaratıcılıklarla yaklaşılması zorunluluğunun ortaya çıkması elbetteki çürümenin nedeni değil, bir bakıma biraz örtülü kalan bu gerçekliğin iyice açığa çıkmasını sağlayan bir zorlamadır.

Olumsuz Kabuk Değişimi ve Çürüme

Devrimci hareket yeni gerçeklikler tarafından kabuk değişimine zorlanırken, bu yeteneği gösteremeyenler çürümekle yüz yüze kalmış, olumsuz yönden kabuk değişimine uğramıştır.

Olumsuz kabuk değişimi ya da düzene doğru erozyona uğrama başlıca üç yönden olmuştur.

Burjuva sosyalistler, iki büyük sosyal dalganın çarpmasıyla düzenin en geri noktalarına sürüklenip açık saf değiştirerek sosyal demokratlaşmışlardır. Birinci dalga içeriden Türkiye’den orta sınıfların finans kapitalle uzlaşma zeminine çekilmesiyle vurmuş; diğeri dışarıdan sosyalist sistemin yıkılmasıyla gelmiştir. Eskiden biraz daha örtülü yaptıkları işi bugün burjuvaziyle açık uzlaşmayı savunarak alenen yapıyorlar. Kürt sorununda “devlet terörü de, PKK terörü de kötüdür’’ diyerek finans kapitalin nötralizasyon politikasını harfiyen uyguluyorlar.

İkinci önemli çürüme ve erozyon, Partizan gibi köylü kökenli siyasetlerde yaşanmaktadır. Kapitalizmin 80 sonrası gelişimi bu siyasetlerin stratejik temellerini belli bir ölçüde erozyona uğratmıştır. Özellikle yoğun işçi eylemliliklerinin de somut etkisiyle bu siyasi zeminlerden işçi sınıfına doğru kopmalar yaşanmıştır. Sınıf gerçekliğini iki yenilgiden sonra 80’lerin ortasında nihayet “kavramak” bir olumluluk getiremezdi. Yitirilen eski kaba radikalizm yerini, sınıfa kaba hayranlığa bırakmıştır. Köylü kökenli siyasetleri esas eriten neden ise yükselen Kürt ulusal mücadelesidir. Bu çıplak gerçeklik “uzun halk savaşı” savunucularını öylesine kökten sarsmıştır ki, tüm siyasi değerlendirme sınırlarını aşıp uzun yıllar bu siyasetler PKK’yi “karşı devrimci” ilan etmişlerdir. PKK’nin “karşı devrimcilikten”, “milliyetçiliğe” terfi ettirilmesi çok yakın zamanlara denk düşer. Gerçeklik karşısında bu katılaşma, siyasi ölüm işaretidir. Giderek erozyona uğramasalar da küçük köylü çıkarcılığıyla PKK’nin karşısında durmaları onları kuvvetli saflaşma rüzgarlarının etkisiyle, önce devletin açtığı tarafsız alana, sonra daha derinlere sürükleyebilir.

Küçük burjuva radikalizmindeki liberalleşme, devrimci hareketteki diğer erozyon, kan kaybı noktasıdır. Onların uzun tartışmalarına değinmeyeceğiz. Mücadele ufuklarındaki köklü değişimi ele veren birkaç noktayı göze batıracağız.

“1975-80 arasında devrimcileri birleştiren… faşist olgusuydu. Bugün zincirin bir halkasını tutarak sürüklemek söz konusu değil. Çünkü zincirin halkaları kopuk ve şimdilik sürükleyici halka yok.” (7)

Dar ufuklu radikalizmle büyülü küçük burjuva devrimciliğinin önünden “faşist” hedefi kalkınca bilinç parçalanması başlıyor ve ortada “zinciri sürükleyecek halka” kalmıyor. Dünün hatası, faşistlerle silahlı çatışmalarda değil, bu çatışmaları bütün mücadelenin taktik hedefi haline getirmekte, yönelişi faşistlerden devlete, iktidara doğru yükseltememekte yatıyordu. Finans kapital iktidar, kendini devrimci-faşist çatışmasının duman perdesi arkasına gizleyebiliyordu. Şimdi çok daha sağlam örgütlülük ve usta taktiklerle bu hedefi yığınların pratik döğüş alanına sokmak görevi hala ortada duruyor.

Öte yandan, faşistlerin “birleştirici” etkisinin yanında dağıtıcı etkisini unutmak affedilemez yanılgı olur. Mücadele, devrimci öncülerle, faşistler arasında kısırlaştıkça yığınlarla devrimci öncüler arasındaki bağ zayıflıyordu.

“Faşistlere” karşı döğüşün taktik bir kolaylık sağladığı, “sürükleyici halka” olduğu söylenebilir. Mücadelenin çok kısa bir süreci için bu görüşe katılmak mümkündür. Fakat bu kısa taktik süreç uzadıkça, mücadele başka boyutlara yükseltilemedikçe kolaylık gibi görünen faktör tersine işleyerek bilinçleri, davranışları körleştirmiştir. Devletin bize dayattığı zora karşı -bu 75-80 arası faşistler eliyle uygulandı- dövüşmekle sorun bitmiyor, bu zorla sürekli artan biçimde yığınları karşı karşıya getirebilmek gerekiyor, aksi takdirde bu zor bizi kısa sürede ait edebiliyor.

Dar ufuklu küçük burjuva devrimciliği “faşist” hedefinin günlük mücadelede odak noktası olmaktan çıkmasıyla taktik yönelişler açısından tam bir bulanıklığa düşmüştür. Bu bocalamanın temelinde iktidar sorununa yaklaşımdaki çarpıklık yatmaktadır. Günlük mücadelenin baskısı altında kalmaya, genel hedefi gözden yitirmeye her zaman eğilimli olmuş olan küçük burjuva devrimciliği dün faşistlerle kısa mücadele alanına kendini hapsetmişti, bugün göz boyayıcı işçi eylemlerinin çekiciliğine göre şekillenmeye hazırlanıyor.

“Silahlı ya da silahsız yerine meşru, legal ya da illegal yerine de facto (fiili)” örgütlenmeye yönelen küçük burjuva devrimciliği, Eylül öncesi sahip olduğu “löse” örgütlenme anlayışını, işçi eylemlerinin etkisiyle tam anlamıyla gevşek, kendiliğinden bir yapıya dönüştürmüştür. Oysa eylemliliklerden gerçek bir devrimci tam tersi sonuçları üretmek zorundadır. Kendi haline kaldığında, dağılıp düzen içi kanallarda sönümlendirilebilecek bu tür eylemlilikler sağlam, merkezi örgütlenmelerle karşılanmalı ve yönlendirilmelidir. Onların “meşru” ve “fiili” yanı geçicidir. Sürekli kılınabilmesi ya da bu hareketlerden çıkan enerjinin devrimci kanallarda süreklileştirilebilmesi kesinlikle merkezi sağlam örgütlülüklerle mümkündür. Aksi takdirde suyun elekten akıp gidişi gibi düzenin kanallarında emilirler.

Küçük burjuva devrimciliğinin 12 Eylül sonrası kazandığı en tipik özellik, yığınlara “yukarıdan” hiçbir taktik önermemekte odaklaşıyor. Dünün öncü savaşçıları, büyük siyasi çözülmeden sonra taktik ardçılara dönüşmüşlerdir.

Mücadelenin 12 Eylül sonrası yeni koşullarına ayak uyduramayıp çözülen siyasetleri erozyona uğratan başlıca iki güç vardır. Bir yanda, finans kapital iktidarı, diğer yanda Kürt ulusal kurtuluş mücadelesidir. Karşı devrim, baskı politikasından Nazım Hikmet’i legalize etmeye kadar varan esnek politikalarla, top atışlarının yeterince “yumuşattığı” “cepheleri” tek tek ele geçirmektedir.

PKK ise, devrimci konumunu korumaya çalışsa da atılım yapamayan yapıları etkilemekte, onlarda olumlu yönden çözülmelere neden olmaktadır. Günümüzde kendine yeten bir devrimcilik artık yaşayamaz. Dönemin görevlerini kucaklayamadıkça erimeye bozulmaya mahkumdur. PKK hareketinin açık devrimci etkisi kendini hissettirmeden önce dönemin görevlerini yerine getirme ufkuna ve pratiğine sahip olmasa da devrimci özünü korumaya çalışarak ayakta kalmayı deneyen siyasetlerin, önümüzdeki süreçte böyle bir şansları yoktur. Artık sadece finans kapitalin taktiklerine karşı direnmeyi becerebilmek yetmez, güçler dengesinin dayattığı görevleri omuzlayanlar, bu gücü ve yeteneği gösteremeyenleri devrimci etkileriyle tasfiye ederler.

1990’lar bu yönde çok daha açık gelişimlerin yaşanacağı yıllar olacaktır. 12 Eylül’ün ilk yılları doğrudan karşı-devrimci zorun devrimci eğilimleri tasfiye ettiği yıllardır; 1990’larda ise tasfiye eden esas güç dönemin devrimci görevleridir. İlk tasfiye sınavında düşenler açısından artık söylenecek bir şey yoktur, ancak o sınavı geçenleri şimdi çok önemli yeni bir sınav bekliyor. Direnmenin artık yetmediği, mevzileri korumanın olumlu sonuçlar doğurmadığı; saldırı adımlarının atılması; hareketin güç kaynaklarını tükenmez hale getirecek yeni mevzilerin yaratılması gerektiği bir döneme giriliyor.

Genel Taktik Yönelişler ve Dönemin Dayattığı Özgül Taktik Görevler

1990’larla mücadele yeni bir taktik aşamaya girmektedir. Koalisyon hükümeti, yaygın işçi eylemleri ve Kürdistan’daki savaşın sonuçları açısından bir dönüm noktasını temsil etmektedir.

Yazımızı sonuçlandırırken taktik sorunlara, önce 12 Eylül düzeninin yarattığı ve hala geçerliliğini tanıyan genel sonuçlar açısından yaklaşacağız; ardından 1990’larla girilen ve öncesinden bazı önemli özellikleriyle ayrılan yeni dönemin özgül taktik sorunlarını irdeleyeceğiz.

Genel Taktik Yönelişler

Genel taktik yönelişlerin zemininde 2. bölümün sonunda tespit ettiğimiz “12 Eylül sonrası sınıflar savaşının yeni özellikleri” yatmaktadır. Yol açıcı güçlerin ardından yeni bir döneme girmeye alışmış Türkiye devrimci hareketi, 12 Eylül’le böyle bir “imkan”ı yitirince sırt kendi siyasi yetenek ve örgüt gücüyle baş başa kalmıştır. Bu gerçeklik, hazırlıkların sağlam ve kararlı, sırf kendi gücüne güvenen bir tarzda yapılmasını gerektiriyordu. Bir politik döneme açılmış bir çatlaktan girmek taktik ve örgütlenmede başka bir yapı ortaya çıkarır, çatlağı yaratmak bambaşka bir yapı gerektirir. Bu yapısal zaafın sonuçlarını hazırlıklarımızın ne kadar geri olduğunu 83 operasyonlarıyla acı acı yaşadık. Aslında, bağımsız sendikalar adımı bir yol açma eylemiydi, fakat görevin siyasi boyutları ve kapsadığı dönem yeterince bilince çıkarılmadığı için ağırlıklı bir biçimde eski günlerin alışkanlıklarını üzerinde taşıyordu.

Öte yandan, devlet zorunun kullanımının taktiklerle daha ustaca uyumlandırılması egemen zümrelerin 12 Eylül sonrası kazandığı bir özelliktir. Eylül öncesi biraz kabaca ve önemli birikim momentlerinde kullanılan devlet zoru, 83 sonrasının “demokrasiye geçiş” yıllarından itibaren daha dakik ve yetkin bir biçimde kullanılmaya başlanmıştır. Bu gerçeklik Kürdistan için geçerli değildir. Devlet, Kürdistan’daki gelişmeleri önceleri küçümsedi, iş işten geçtikten sonra ise kendini hiç hazırlıklı olmadığı bir savaş biçiminin içinde bulmuştur. Türkiye devrimci hareketi devletin hazırlıklarına aynı ustalıkla cevap verememiştir. Düşmandaki yetkinleşme ciddiye alınmayınca, mücadeleyi sürekli kılacak kalitede hazırlıklar yapılamamış, eski ilkelliklerden kopuşulamamıştır. Eskiden verilen önemli açıkları ancak yakalayabilen karşı-devrim Eylül sonrası her açığı değerlendirmeye başlamıştır. Düşmandaki bu değişim, örgüt yapısında kuralların uygulanmasında ortalama bir kaliteyi değil, sürekli bir yetkinleşmeyi dayatmıştır.

Kendiliğinden hareketlerin misyonunun daralması ise, eskinin bazı taktik kolaylıklarını ortadan kaldırmıştır.

Bu özellikler taktiklerde nasıl bir yetkinleşmeyi dayatmaktadır?

Birinci olarak, barışçıl ve silahlı mücadele yöntemlerinin en esnek biçimde uyumlandırılmasını gerektirmektedir. 80 öncesinin koşullarında, taktik olarak mücadele 65’lerden sonra akan süreçte barışçıl biçimlerden hareket etmiş, sonra faşistlerle yoğun silahlı mücadelelere gelip dayanmıştır. Mücadelenin o dönemlerdeki koşulları, bu iki mücadele biçimini birbirinden ayırmıştır. Eylül sonrasında ise bu iki taktik mücadele biçimini önceki gibi ayırmanın koşulları kalmamış, tam tersine iki biçimi esnek ve birbiriyle uyumlu olarak kullanmak kaçınılmaz hale gelmiştir.

Burada bir mantık düzleşmesine yol açmamak için, bu mücadele biçimlerinin sınıflar savaşının esas olarak başka başka konaklarına denk düştüğü gerçekliğini atlamadığımızı vurgulayalım. Yığınların katılımıyla yürütülecek bir silahlı savaş, mücadelenin devrimci hızlanış dönemine denk düşer. Sözünü ettiğimiz silahlı mücadele ise, Eylül düzeninin işçi sınıfı ve gençliği kuşatmasına karşı, mücadelenin her günkü akışında verilmesi gereken bir yıpratma savaşıdır.

Eylül düzeni, sınıfı devrimcilerle buluşturmamak için aralarına önemli bir yığınak yapmıştır. Sendikalarda ve sınıf içinde devlet ve işverenlerle birlikte davranan kalın bir tabaka oluşturulmuştur. Eylül öncesi de var olan bu tabaka, o dönemlerin mücadelesinde belli ölçülerde etkisizleştirilmişti. Oysa bu kuşatma çemberi, on yıldır korkusuzca görevini yapmaktadır. Kendiliğinden kitle eylemlilikleri bile bu kuşatmayı fazlaca aşamamıştır. 12 Eylül zorundan güç alan bu kuşatma çemberi, devrimci zorla her gün darbelenmelidir.

Devrimci zorun bu alanda kullanımının günlük çalışmalara ne kadar bağlı olduğu son derece açıktır. Bu bağlantı noktasında barışçıl biçimlerle, devrimci zoru en esnek biçimde uyumlandırılmalıdır. Taktiğin başarısı hedeflerin iyi seçilmesinde ve sürekliliğinde yatmaktadır. En küçük rastgelelik veya arkası gelmeyen çıkışlarla örgütlenme alanındaki yığınların beklentilerini ikide bir boşa çıkartmak, devletin kıskacının darbelenmesi yerine sıkılaşmasına yol açar.

Devletin sınıf içindeki kolluk gücünün hedef olmaktan çıkması ancak bu tabakayı etkisizleştiren topyekün radikal bir yükselişle mümkündür. Sınıf işbirlikçilerine sürekli indirilen darbeler aslında bir yükselişin doğrudan değilse bile dolaylı hazırlayıcısı olacak; sınıfın yükselişi için gerekli nefes alma deliklerini arttıracaktır.

İkinci olarak, legal ve illegal mücadele biçimlerinin birbiriyle ilişkisi açısından Eylül sonrası düzen sürekli, sağlam bir illegaliteyi örgütlenmenin temeli olarak döşemeyi gerektiriyor. 1960-80 arası dönemde siyasi parti olarak tümüyle legalde mücadele edildiği yıllar olmuştur, 80 sonrasının koşullarında aynı şeyi tekrarlamak mümkün değildir Legalde en geniş imkanlar değerlendirilirken, çeşitli gevşek örgüt biçimleri yaratılırken, hepsi çelik gibi sağlam fakat esnek bağlarla esas illegal yapıya bağlanmalıdır. Çeşitli alanlara legal, yarı-legal örgütlenmeler yaratılmasında aktif olmak, düzenin her boşluğunda oraya uygun örgüt biçimiyle yer alabilmek mücadelenin çok yanlı gelişiminde kaçınılmaz adımlardır. Fakat bu orkestranın bir noktaya bakması ve bir noktadan yönlendirilmesiyle ortaya uyumlu bir müzik çıkabilir. Bu da ancak, tüm örgütlenme ağının sürekli illegalitenin baskısı altında tutulmasıyla sağlanabilir. İllegal yapı, tüm alanlardaki çalışmaları darlaştırmalara uğramak için değil, yapısal uyumu ve sentezleşmeyi sürekli kılabilmek için örgütün bütünüyle sağlam organik bağlara sahip olmak, gevşemeyen bir denetim yürütmekle yükümlüdür.

Üçüncü olarak, işçi sınıfına yaklaşımda 80 sonrası kırdan nüfus kaymasını dikkate almak, sınıfın eski çekirdeğinin kısmi rantlarla düzene doğru çekilmiş olduğunu unutmamak zorundayız. Sınıfın modem ama kolay kıpırdamayan çekirdeğine doğrudan nüfuz etmekte zorlandığımızda daha kolay elde edilebilecek mevzilerin gücü ve ortama yaydığı etki ile çekirdeğe yeniden yönelmek gibi esnemeleri gösterebilmeliyiz. Az gücümüzle sert zeminlerde zaman ve enerji yitirmek tercih edilemez. Yumuşak zeminlerden elde edilecek güçle böyle noktalara yüklenilmelidir.

Sınıfın Eylül sonrası kırdan göçen kesimine yönelmek yeni, henüz oturmamış işçi varoşlarında örgütlenmeyi beraberinde getirir. Bu bölgelere özel bir yöneliş gereklidir. Sınıf savaşında deneysiz, fakat düzenle bağı da aynı ölçüde zayıf olan sınıfın bu kesimi mücadele açısından önem taşımaktadır. Taktik yönelişlerde özel bir yeri olmalıdır.

Dönemin Dayattığı Özgül Taktik Yönelişler

12 Eylül sonrası bahar eylemliliklerinin damgasını vurduğu mücadele deneyi, koalisyon hükümetiyle bir dönüm noktasına gelip dayanmıştır, hatta koalisyon hükümetinin bu eylemli dönemin bir ürünü olduğunu söylemek fazla abartma olmaz. Eylül düzeni ve ANAP iktidarını zorlayan Kürt ulusal mücadelesinin serhıldanlara yükselmesi işçi, memur ve öğrenci hareketindeki yaygınlık burjuva siyasi ortamında iktidarın ANAP’tan DYP-SHP ortaklığına kaymasını sağlayan bir bükülme yaratmıştır.

Koalisyonun “demokratikleşme paketi” Kürt ulusal hareketinde değilse bile işçi hareketinde bir durulma yarattı; hatta bazı sosyalistleri “devrimci-demokratik politik tezlerin erozyona” uğradığına inandırabilecek ölçüde etkiledi. Sözlerden pratiğe geçtiğimizde, hükümetin “topyekün savaş” ilanından daha fazla göze batan bir “icraatı” olmadı.

İçine bir yıldır girdiğimiz dönem bazı yönleriyle 1979 yılına benzemektedir. Ecevit’in koalisyon hükümeti sınıflar savaşını çok kısa bir süre işçi sınıfı aleyhine yatıştırabilmişti, bunun bedelini ise büyük bir oy kaybı CHP’den yığınların uzaklaşmasıyla ödemişti. Sosyal demokrasinin ihanetiyle demoralize olan yığınların, bilinç dönüşüm sancısı yaydığı sürede ise 12 Eylül gelişimi önce duraklatmış sonra ezmişti. Demirel hükümeti Kürt ulusal mücadelesinde yatıştırma yaratamamış, buna karşılık işçi hareketinde bir durulma sağlayabilmiştir Bu “başarı” işçi hareketinin özelliğinden gelmektedir. Bahar eylemleri, yaygınlıkları ve kendim en meşru taleplerle sınırlamasıyla düzenin silahlarını elinden almış, fakat devrimci öncülerle arasına koyduğu mesafeyle kendi başarısının ömrünü ve ufkunu daraltmıştır. İlk başarıların yaygınlaştırdığı, devrimci güçlerden uzak durma yanılgısı, devrimcileşmeden düzenden hak koparabilme hayalleri, satışların yaşanmasıyla kırılmaya başlamıştır.

Bahar eylemlerinin gücü yaygınlığından ve sınıfın açlık sınırına dayanmasından; en büyük zaafı ise, siyasetten uzak durmasından geliyordu. 12 Eylül’ün ekonomi politikasının sınıflar savaşına çektiği yaygın işçi kitleleri, mevzi kazanmanın, korumanın ve geliştirmenin ancak sağlam bir siyasi mücadele ile olabileceğini henüz öğrenmemişti.

Ona 12 Eylül boyunca “teröristler”den uzak durması öğretilmişti. Devrimcilerle kaynaşmadıkları sürece burjuva basınınca alkışlanan işçiler bu tuzağın en son çengeline koalisyon hükümeti tarafından asıldılar.

Düzen, Kürt hareketinin değil ama sınıf hareketinin yarattığı baskıyı koalisyon hükümetiyle emmeyi umuyor. Devlet, taktik vuruşunu iki noktada odaklaştırmakta; işçi kitleleriyle devrimci öncülerin buluşmasını; Kürt ulusal mücadelesiyle, Türk işçi ve halk hareketinin ittifak kurmasını her ne pahasına engelleme amacındadır.

Bahar eylemleri karşında yaptığı manevralarla hükümet bir süre için işçi hareketini devrimci hareketten uzak tutabilmiştir. Bu konuda devrimci hareketten ve işçilerden gelen zaaflar aşılmadıkça, burjuva siyasetçilerine geniş manevra alanı kalmaya devam edecektir. İşçi hareketi, 1987-90 arasındaki eylemlerle üzerinden 12 Eylül’ün pasını atmıştır fakat Eylül düzeninin beyinlere yerleştirdiği yargılar hala canlıdır, sınıf bilincini baskı altında tutan “terörist” propagandası etkisini sürdürebilmektedir. Bu nedenlerden dolayı sınıfın devrimci harekete yaklaşımı ihtiyatlı ve ürkektir, pragmatik, kolay yollardan yakın hedeflerine varmayı, devlet zoruyla yüz yüze gelmemeyi tercih ediyor. Direnişçi Hareket, sınıfa yaklaşırken en küçük işçi kuyrukçuluğu zaafına düşmek bir yana sınıfın bu kaba hayallerini yıkmak için çok bilinçli, ustaca ve kararlı bir şekilde mücadele etmelidir. Sınıfla her temasta onu devrimcileştirmekle yükümlüyüz. Bunu kaba, kestirme yollardan yapamayacağımız açık fakat sınıfla popülist ve dalkavukça kurulacak her ilişkinin sonunda düzenin kanallarına akacağı da bir o kadar açıktır. Ellerimizle düzene popülist, demagog sözde “işçi önderleri” hediye edemeyiz. Bu hatayı sık sık tekrarladık, kan ve moral kaybından başka sonuç doğurmuyor

Sınıfla ilişki için her türlü imkanı değerlendireceğiz Ancak savaşın yayılması vuruş gücünü zayıflatır. Eldeki güçle örgütlü bulunulan alanlarda en yumuşak noktalara yoğunlaşmak gerekiyor. Bu noktalardan elde edilen güçlerin siyasi ortamdaki genel etkisinin yaratacağı avantajlarla yeni vuruş noktalan seçilmelidir. Taktiklerimizi politik ortama vuracağı darbelerle, dalgalar halinde yayabilecek araç ve örgütlenmeler gereklidir.

Kürt hareketiyle işçi ve halk hareketinin ittifakını engellemek için devletin en son uygulaması “topyekün savaş” oldu. Böyle bir ittifak yaratılması yolunda devletin taktiklerini aşabilen bir pratik henüz ortaya konamamıştır. HEP’in ilk parlak çıkışından sonra tutarsız ve dar ufuklu bir politika yürütmesi, ittifak için bir imkanın kaçırılmasına neden oldu. İttifakın, Kürt hareketinin yükselen etkisiyle kolayca ve kendiliğinden kurulabileceğini sanmanın önemli bir yanılgı olduğunu son iki yılın pratiği yeterince kanıtlamıştır.

Bu konuda devletin çok aktif bir politika yürütmesi bir yana, Kürt hareketine her eleştiri getirenin dost sanılması gibi bir kaba yaklaşım, ittifak için yaratılması gereken sağlıklı ve temiz havayı sık sık zehirliyor. Diğer yandan, işçilerde Kürt sorunu hakkında bulunan yerleşik ön yargılar atlanarak bu konuda sınıfa yaklaşmak mümkün değildir. Devlet bu ön yargıları sürekli canlı tutmaya çalışıyor, sınıfın bu konuda eğitilmesi sırf Kürt sorununun yoğun bir propagandayla aktarılmasıyla olmaz, büyük şehirlerde ortak demokrasi mücadelesi örgütlenmelidir. Esas olarak bu pratik, bu ittifak için sağlam bir zemin yaratabilir.

Bu somut gerçekliklerin ışığında, önümüzdeki dönemin özelliklerine gelelim.

* Kürt ulusal mücadelesi önümüzdeki dönemde de yükselmeye devam edecektir. Savaşın geldiği aşama, mücadelenin Kürdistan’ın büyük şehirlerinde de yoğunlaşmasını dayatıyor. Ulusal Meclis seçimleriyle politik olarak yeni bir adıma hazırlanırken, PKK askeri olarak yeni alanları tutarak, devleti “siyasi çözüme” zorlama taktiğini yürütecektir. Bu gelişmelerin Türk işçi sınıfı hareketine kolayca yansıyacağını ummak yanılgı olur. Kolay yanından çok yaratacağı zorluklara hazırlıklı olmak gerekiyor. Şovenizmin gireceği yeni kılıklar ustaca ve sürekli olarak deşifre edilmelidir.

* DYP-SHP koalisyonunun tüm yeteneksizliği ortadadır. Buna rağmen, bahar eylemlerinin benzerlerini ummak ve beklemek taktik olarak gücü ve enerjiyi hatalı noktalara yoğunlaştırmak olur. O tür eylemlerin yaratabileceği en yüksek politik sonuç DYP-SHP koalisyonudur. Benzer eylemlerin tekrarı yeni politik sonuçlar doğurmaz. Bahar eylemlerinin damgasını vurduğu dönemin koalisyon hükümetiyle kapandığı, yeni bir siyasi ortama yol alındığı unutulmamalı, eskinin etkisiyle yersiz beklentilere kapılmak yerine, gelecekle ilgili en küçük ipuçlarını hızla yakalayıp, pratiğe aktarmalıyız.

*İşçi sınıfı koalisyon hükümetinin uygulamalarıyla birlikte, 12 Eylül de edindiği “bilinçlenmeden” daha köklü biçimde kurtulmaya başlamıştır. Sınıf sancılı bir bilinç dönüşümü dönemine girmiştir. Kendi eylemlerinin zirveye çıkarttığı Ş. Denizer gibi “işçi liderleri”nin ihanetini gördükçe; işçi ve memur eylemlerinin üstüne basıp “demokratikleşme” sözleriyle iktidara yükselen Demirel ve İnönü’lerin boş laftan öteye fazla bir şey üretme yeteneğinin de olmadığını yaşadıkça; işçi sınıfı 89 eylemlerinin yarattığı “bahar havasından” kurtulmaya zorlanacaktır. Bu değişim sınıfın gücünde geçici bir dağılmaya, zayıflamaya bölünmelere denk düşer. Devrimci hareket açısından bu sürece yaklaşım çok büyük önem taşır. Bilgiç akıl hocalıkları, gelişmelerin kendiliğinden akışına tabi olmak veya sınıf içinde yaşanabilecek gelgeç moral aşınmaların etkisi altında kalmak, sancılı değişim sürecinin gerektirdiği ustalığı gösterememek olur. Bu süreçte sınıfın ruh halini yansıtan birbirine zıt tepkilerle karşılaşmak, bir günden diğerine moral olarak istikrarsızlıklar gözlemlemek bir bakıma doğaldır. Olaylara çok yönlü yaklaşım, fakat bütün enerjiyi bir tek hedefe yönlendirmek böyle geçiş süreçlerinde daha büyük önem kazanır. Sınıf’ın bilinç dönüşümüne zorlandığı süreçte, objektif gerçeklerin bizlere büyük kolaylık sağlayacağı hayaline kimse kapılmamalıdır. Devlet, siyasi zoruyla, bilinç çürümelerine yol açan medyasıyla; Türk-İş ve DİSK kendilerine özgü metotlarıyla aynı sürece bütün ağırlıklarıyla müdahale ediyorlar. Devrimci hareketin en büyük silahı gerçekler olsa da, böyle dönemlerde çalışma hızını ve enerjisini birkaç kat arttırmak gerektiğini, 1979 deneyi göstermiştir. Her türlü hantallık düşmana bırakılan mevzi demektir. Eylül düzeni, zorun gücüyle sınıfı kendine “kazanmıştı”; bu zoraki nikah 1987- 90 döneminde bozulunca düzen, sınıfı bir kere daha fakat bu sefer biraz daha başka yollardan kazanma savaşındadır. Bizim her boş bırakacağımız nokta bu yeni savaşla doldurulacaktır.

*Eylemleriyle Eylül düzeninde bazı değişimleri zorlamış olan işçi sınıfı, şimdi kendisi değişmek zorundadır. Aksi takdirde, kazanılan bazı mevziler hızla yemden yitirilebilir. Bahar havası sürmeyecekse, yaklaşan günler sınıfı iki yönde zorlayacaktır. İşçi sınıfı siyasileşmek ve radikalleşmek adımlarıyla karşı karşıyadır, O nedenle, içinden geçilen süreçte 89 benzeri yaygın eylemliliklerden çok, daha dar kapsamlı çıkışlar beklenmelidir. Savaş karakter değiştirecekse, bu bir anda ve güçlerin topyekün katılımıyla gerçekleşemez, bunu hazırlayan ara çatışmalar yaşanmalıdır. Yaklaşan dönemi işçi sınıfı mücadelesi açısından böyle kavramak ne anlama gelir? Bizim dışımızdaki eylemlerin nasıl gelişeceğini elbette bilemeyiz Bahar eylemlerinden daha da kapsamlı ara çatışmalar umulmadık yaygınlıklar gösterebilir. Sorun çeşitli ihtimalleri göz önünde bulundurmanın yanında, esas olarak, yeni dönemde mücadelenin uğratılması gereken değişimde odaklaşmaktadır. Sınıf mücadelesi “bahar eylemlerini” istese de tekrarlayamaz. Kendini daha yetkinleştirmelidir. Bu ise, siyasi örgütlenmesini güçlendirmekle, eylemlerini radikalleştirmekle mümkündür. “Bahar eylemlerinin” düzenden koparabildiği sözünü tutmayan bir koalisyondur. Sınıf, savaşını yükseltmezse, boş sözlerle yetinmek zorunda kalacaktır. Yaklaşan dönemin yeni karakteri bu noktada düğümlenmektedir. Sınıf hareketinin yeni bir karaktere dönüşmesindeki ana halka ise, sendikal örgütlenmelerde onun yolunu kesen satılık “işçi liderlerinin” sınıf tarafından baskı altına alınması, ezilmesidir.

*Bir gerçekliği daha vurgulamalıyız. İşçi sınıfının devletle arasındaki “bahar havası” bozulmadan, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesiyle etkin bir ittifak sağlanamayacaktır. Sınıf savaşının, karakter değiştirip yetkinleşmesi, onun Kürdistan’da olanları daha açık kavramasını sağlayacaktır. Gerçeklik böyle olmasına rağmen, mekanik bir yorumla, Kürdistan gerçekliğini propaganda ederek, sınıf hareketini radikalize etmeyi beklemek, iki mücadele arasındaki ilişkiyi kaba kavramak olur. Hareketi radikalleştirecek işçi sınıfının pek çok sorunu vardır. Kavranılması gereken, Kürdistan’daki mücadele üzerine sınıfa içeriksiz, kof ajitasyonlar yöneltmenin değil, sınıf mücadelesini kendi gerçeklikleri üzerinde yükseltmenin gerçek ittifak yollarını açacağıdır.

Sonuç

Türkiye’de kapitalizmin ilk büyük sıçraması ardından yoğun bir sınıf savaşı dönemi getirdi. İkinci sıçraması ise, kendini en çok Kürt ulusal mücadelesinin yükselmesiyle ortaya koydu.

1960 sonrasından günümüze kadar akan dönemde demokratik devrimin tüm güçleri eş zamanlı bir biçimde olmasa da sosyal mücadele alanında yerlerini aldılar. Kapitalizmin gelişiminden kaynak alan bu olgu, aynı zamanda kendisi de kapitalizme yeni ivmeler vermektedir.

Türkiye, her gün hızı artan bir şekilde sosyal mücadele girdabına çekilmektedir. Ekonomik gelişimin bir yönüyle demokratik devrimin alanını kısmen daralttığı, hatta bazı sosyal güçleri etkisizleştirdiği açık bir gerçekliktir. Küçük burjuva tabakaların bir kesimi radikalizmini yitirip, liberal çıkış yollarına yönelmiştir. Sınıflar mücadelesi alanında 1970’lerin canlılığında yer almadılar.

Öte yandan, ekonomik gelişime rağmen siyasi alandaki tıkanma, Türkiye’nin ekonomice 60’ları çok gerilerde bırakmasına rağmen, devletçilikle kuşatılmış siyasi yapı açısından hala eskilerde kalması, krizi derinleştirmekte ve şiddetlendirmektedir. Bu gerçeklik Demokratik Devrimi adeta güncelleştirmektedir. Devrimin bazı talepleri burjuva siyasetçilerinin gündemine girme durumundadır. Kürt sorununda, Türkiye’nin idari sisteminde merkeziyetçiliği yumuşatmayı amaçlayan bazı siyasi formülasyonlara kadar konular, burjuva partilerinin politika üreten çekirdeklerinde yoğun bir şekilde tartışılmaktadır.

Tüm bu gerçeklikler karşısında devrimci güçler açısından yapılması gereken “devrimci-demokratik tezlerin erozyona” uğradığına dair yargılarda bulunmak değil, demokratik devrim güçlerinin düzene vuruş gücünü yükseltmektir. Eğer bu yapılamazsa, gelişim finans kapital tarafından kısırlaştırılacaktır.

Eylül düzeni, ekonomik ve sosyal yapıda yarattığı altüstlüklerden dolayı ortaya çıkması gereken sosyal güçlerin tümüyle henüz karşı karşıya gelmemiştir. Kürt hareketi ve yükselip durulan işçi hareketleri sahnenin önünde yer alırken tefeci bürolarını yağma eden küçük üretici köylüler eski alışkanlıklarıyla, yüksek taban fiyatları umarak Demirel’e siyasi kredi açıp, sahnenin gerilerine çekildiler. Türkiye ekonomisi en büyük değişimlerden birini kırlarda yaşadığı için, önümüzdeki günlerde köylü ekonomisinin yeni baskılarla yüz yüze geleceği gerçekliğiyle birlikte düşünülürse, sosyal gerilimin, bir iki tefeci bürosu baskını ve “Çoban Sülü” ile yatıştırılamayacağı çok açıktır.

12 Eylül, ekonomik gelişimin mantığı açısından demokratik devrimin alanını daraltırken siyasi olarak devrim güçlerini iyice yaygınlaştırmıştır. Devrim güçlerinin örgütlü ve etkili her darbesi yaygınlaşan sosyal ve sınıfsal gerilimi devrimci bir enerjiye dönüştürebilecektir.

Günümüzdeki gelişimler açısından bu genel doğruya eskisinden biraz farklı yaklaşmak durumundayız. Demokratik devrim güçlerinin siyasi olarak yaygınlaşmasına karşılık, Kürdistan dışında güçlü bir örgütlülüğe sahip olmamaları devrimin bazı önemli taleplerinin cansız ve solgun bir biçimde burjuva partilerinin ellerine düşmesi sonucunu doğurabilir. Böyle bir gelişim mümkündür. Fakat bu hiçbir zaman taleplerin gerçekleşeceği anlamına gelmez.

Böyle bir süreç sınıf mücadelesini aşırıca dolaylandıracağı için toplumsal çürümelere neden olabilir. Sancılı, dolambaçlı yollardan tanınmaz hale getirilecek taleplerle devrim enerjisi emilebilirse mücadelenin önünde bambaşka bir dönem açılacaktır. Çürümelerin zayıf düşüreceği vücudun ayağa kalkması zaman ve yeni yöntemler gerektirecektir.

Yaşadığımız günlerde Devrim Güçleri, Türkiye’nin böyle bir yol kavşağına geldiğini kavra malı, süreci dolaylandırılmış değil doğrudan sınıf mücadelesi zeminine yükseltmenin kelimenin tam anlamıyla tarihi bir görev olduğu bilinciyle davranmalıdırlar.

Dipnotlar:

1.Bölüm

  1. TÜSİAD, Sanayileşmede Yönetim ve Toplumsal Uzlaşma
  2. 1991 Petrol-İş Yıllığı; 1987 Sanayi Kongresi TMMOB
  3. İktisat Dergisi, Haz. 1988
  4. TMMOB Sanayi Kongresi
  5. Petrol-İş Yıllığı
  6. Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Ocak 1991
  7. K. Boratav, Türkiye İktisat Tarihi
  8. Y. Kepenek, Türkiye’de KİT’ler
  9. Ö. Akgüç, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Ocak 1991
  10. TMMOB, Sanayi Kongresi
  11. İktisat Dergisi, 1988
  12. K. Boratav, Türkiye İktisat Tarihi
  13. TMMOB, Sanayi Kongresi
  14. TÜSİAD, Sanayileşmede Yönetim ve Toplumsal Uzlaşma 1992
  15. İktisat Dergisi, Yapı Değişikliğinin Neresindeyiz?
  16. TÜSİAD ay.
  17. Nurullah Gezgin, Sanayide Yapı Değişikliği, İktisat Dergisi
  18. Nurullah Gezgin, ay.
  19. K. Boratav, Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm
  20. K. Boratav, ay.
  21. K. Boratav, Türkiye İktisat Tarihi
  22. İktisat Dergisi, Kasım 1992

2.Bölüm

  1. Cem Eroğlu, Geçiş Sürecinde Türkiye
  2. Ahmet İnsel, Türkiye Toplumunun Bunalımı
  3. K. Boratav, Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm
  4. A. İnsel, ay.
  5. M. Belge, İktisat Dergisi, Haziran 1988
  6. Sosyalizm Yeni Dünya Düzeni Türkiye
  7. M. Pekdemir, Anne Bak Kral Çıplak