KAPİTALİZMLE MÜCADELEDE DAYANIŞMA, ÖZ ÖRGÜTLENME, HALK İNİSİYATİFLERİ ÜZERİNE – M. ÖZGÜR

Düşünce ve Davranışta Yol, Sayı 5, Mart 2004

Giriş

Yerel mücadeleler Türkiye Devrimci Hareketi tarafından uzun süre anti-faşist temelde tasarlandı. Son dönemlere kadar gündelik deneyimlerden çıkartılan gelgeç sonuçlarla yerel örgütlenmeler yaratılmaya çalışıldı. Yerel siyasetin teorize edilmesi, kavramsallaştırılması, deneyimlerin yorumlanması bu nedenle daha baştan engellenmiş oluyordu. Oysa mücadelelerin 1965’lerde başlayan ve 1990’lara kadar süren bir dönemi kapanmıştı. Sermayenin küresel ölçekteki yönelim ve stratejileri karşısında sınıfsal bir karşı-hegemonya oluşturmanın yolu, çeşitli alan ve düzeylerde bütünlüklü politika paradigmaları oluşturmaktan geçiyor. Toplumsal yapıdaki dönüşümler, kapitalizmin 1980’lerdeki neoliberal genişleme dalgası ve yeni sermaye birikim stratejisinin üretim ve yeniden üretim olarak tüm yaşamı dönüştüren, piyasa ilişkilerine tabi kılan etkileri, oldukça önemli olan sınıfsal-toplumsal parçalanma süreçlerinin örgütlenme zeminindeki etkileri gündemlere girse de örgütlülüklerde eski alışkanlıklardan kopulması kolay olmuyor.

Mücadeleler yerelde, yerel önderlerin yetenek, bilgi ve olgunluklarına fazlasıyla bağlı kaldı. Dernekler, kültür merkezleri, bürolar açıldı, Alevi derneklerinde ve köy derneklerinde çalışıldı ancak programlı çalışmalar, deneyimlerin değerlendirilmesi yapılamadı. “Kahveye gidince her insanla konuşabilmek gerekir” diyen devrimciler, gündelik bilinç ve mücadelelerle devrimci mücadeleyi bağlayacak örgütlenme kanallarını ve bilinçlenme yöntemlerini, kurumlarını ve kavramlarını geliştirmeyi, halkı bu anlamda özneleştiren süreçleri ihmal etmemeliler. Sermaye çevreleri yereli kapsayan bütünlüklü söylemi ve araçları Dünya Bankası, BM ve IMF gibi kurumlardan başlayarak üretirken biz de üretebilmeliyiz. Üst perdeden devrim çağrıları ve çelişkilerin halka anlatılması, “sorunlar” üzerinden ajitasyonlar hiç de yeterli olmadı, demokratik ifade zeminleri, gündemlerin taşınacağı inisiyatifler yaratamadık. Bir ihtiyaca karşılık gelen toplumsal dinamikleri, yerel duyarlılıkları tek bir kalıba sokmaya çalıştık. 60-80 arası yükselen halk hareketi dalgaları üzerinde yüzen devrimci mücadele açısından, yükseliş dalgalarının, halk inisiyatiflerinin ve öz örgütlenmelerin yaratılması artık büyük oranda kendi irademize bağlı.

Kendiliğinden kitle mücadeleleri dönemi bitmişti.1 Kendiliğinden kitle mücadelelerinin politik olarak yönsenmesine dayalı stratejilerin değiştirilmesi mutlaka gerekiyordu. 80’lerin başından beri kapitalizmin gelişim yönündeki tekleşme diyebileceğimiz bir dönem yaşandı. Oysa 1970’lerde devletçilik-liberalizm ayrımı olarak politik düzlemde ortaya çıkan ayrışma üzerinden, oluşan toplumsal alanlar ve kurumsallaşma üzerinden yürünebilmişti. Günümüzde, yeni sermaye birikim stratejisi ile böyle bir ayrımın yer almaması, neoliberalizmin egemen kılınması süreci ile karşı karşıyayız. Eskiden “kendiliğinden” oluşan örgütlenme ve bilinçlenmeleri artık kendimiz yaratmamız, bir anlamda mevzi savaşımızı kendimiz vermemiz gerekiyor. Pek çok alan dışında, sadece sendikaların durumuna bakmak, sigortasız çalışmanın yaygınlığına bakmak bile bu açıdan yeterlidir. Geçmişte, “içe dönük sermaye birikim modelinde” burjuvazi, asıl olarak malını sattığı ülke içinde tüketimi artırabilmek için ücret sendikacılığına alan açmıştı, bunun sağladığı politik ortam yanında, sendikalaşma devrimciler tarafından da üzerinden yürünecek bir toplumsal zemin, radikal mücadelelere önayak olmuştu. Oysa günümüzde, aynılaşan burjuva siyaseti politizasyon yaratmazken, tam tersine toplumsal alanlar piyasalaştırılıyor, iş süreçleri parçalanıyor, düzensiz çalışma ve işsizlik mücadele zeminlerini parçalıyor. Yitirilen toplumsal zeminleri yaratmamız gerekiyor. Eski siyasi tarzın aşılması yönünde, toplumsal-siyasal öz örgütler olarak Dayanışmaevleri’nin beş yıla varan deneyimleri ve kavramlaştırmaları önemli. Emek hareketinin savunmacı konumundan çıkması adına, devletin zoruna karşı olduğu kadar, birbirinden ayrılamayacak şekilde, piyasanın zoruna karşı politika üretmek adına önemli ilk deneyimlerden biri olarak görmek mümkün.

Günümüzde, bütünsel bir sistem olarak kapitalizmin her geçen gün daha çok yerel olana nüfuz ettiğini, yerelin bağlamını etkilediğini düşünürsek, gittikçe yerel ve bölgesel çalışma için teorik çerçevelerimizi de “kapitalizmle mücadele” ve “devrimci” bir öz üzerinden zenginleştirmemiz gerekiyor. Dünyada, özellikle taşeronlaşma, güvencesiz çalışma, özelleştirme, ticarileştirme, yoksulluk, yapısal işsizlik ve krizler, baskı, dışlama temelli artan mücadele pratikleri, geleneksel sendikal çalışmayı aşmanın gerekliliklerini gösteriyor. Oysa tüm bunlara rağmen, kapitalizmin mantığının siyasal ve sosyal alanda kurduğu egemenlik karşısında, kitlesel siyasetin çözüm olmaktan çıkması gibi bir süreçle karşı karşıya bırakılmaktayız. Rekabet, toplumsal çözülme ve yabancılaşma, tüketimcilik çeşitli biçimlerde toplumsal yapıya siniyor. Toplumsal parçalanmalara uygun farklı örgütlenmeler ve bu farklı örgütlenmelerin birleşik mücadelesi günümüzün temel problemini oluşturuyor. Küresel kapitalizmin ideolojisi olarak liberal çok kültürcülüğe, yerelciliğe ve farklılıklar siyasetine savrulmadan kapitalizmle mücadeleyi bu zeminlerden, bütünlüklü bir şekilde yapabilmek gerekiyor. Kitlesel mücadeleler ve iktidar ufku bu çalışmalar üzerinden oluşup netleşecek.

Mücadeleler artık anti-faşist duyarlılıklar temelinde değil eskisinden farklı zeminlerden olacak derken, yerellerde yaşanan tüm “sorunlar” üzerinden değil, yaygınlaşabilecek ve kapitalist işleyiş açısından yapısal olan ve dönüştürücü etkisi yüksek noktalardan zeminleri kurarak ilerlemek gerekiyor. İşsizlik, taşeronlaşma ve güvencesiz çalışma günümüz kapitalizminin yapısal bir özelliği ve geçici bir süreç değil. Kapitalizm, eğitimden sağlığa, emekliliğe yaşamın değişik alanlarını metalaştırırken, bu alanları da doğrudan sınıf çatışmasının alanı haline getirirken, ticarileştirirken, üretimi işçi haklarına karşı “esnekleştirirken”, sosyal haklardan “yalınlaştırırken” çeşitli mücadelelerin birleşik bir strateji üzerinden eklemlenmesinin nesnel zeminini de yaratıyor. Bu nesnel zemin üzerinden hareket edebiliriz. Yaşananların kapitalizm açısından tarihsel bir kriz olması, krizin çözümü adına neoliberal bir hegemonik proje olarak sunulmuş olması göz önüne alındığında, sosyalist projenin olanaklılığı her zamankinden çoktur diyebiliriz. Çeşitli inisiyatif ve öz örgütlenmelerin, mücadelelerin, kapitalizmle mücadele içinde birleşik bir sınıf stratejisinin parçası olarak kurgulanabilmesi, farklı eklemlenmelerin sağlanabilmesi ve toplumsal dayanışma içinde ortak mücadele içinde yer alabilmesi gerektiği yazının sonunda vurgulanacak.

Ancak metalaşma, proleterleşme, taşeronlaşma gibi ya da tüm bunların yarattığı eşitsizlik, adaletsizlik ve üretim sürecindeki toplumsal ilişkilerdeki yabancılaşma gibi “üzerinden yürüyeceğimiz” süreçleri kabaca bilmek yeterli değil, bunların insanlar tarafından algılanışı, bilince çıkarılışı ve sınıfın ve sınıf bilincinin oluşması sürecinde etken olan deneyimler, gelenekler, iktidar ilişkileri ve değerler sistemlerinin politik projeler hayata geçirilirken farkına varılması önemli. İktidar ufkunun yitimi ve toplumsal dönüşüm fikrinin reddi, toplumsal çürüme ve bireysel öfkelere dönüşen toplumsal tepkiler, medyanın hızlı ve yaygın etki gücünden etkilenen davranış ve bilinçler, kapitalist rekabeti içselleştiren bireyler günümüzün gerçekliğidir.

Farklılıklar yaratma, parçalama ve homojenleştirme eğilimleri günümüz kapitalizminde iç içe işliyor. Peki, sınıf konumlarının doğrudan sınıf bilincine dönüşmediğini biliyorsak, sınıfın ve sınıf bilincinin bir tarihsel sürecin ürünü olduğunu biliyorsak, maddi yaşam koşulları ile bunun bu koşulları yaşayanlarca anlamlandırılması arasında uyumsuzluk sorununu şematikliğe düşmeden (kendi için sınıf/kendinde sınıf ayrımı ya da yanlış bilinç olarak ekonomik bilinç/siyasi-devrimci bilinç şemalarını kastediyorum) nasıl çözebiliriz? İşte tam da bu noktada, dayanışma ve gündelik direnişler; ortak faaliyet, etkileşim ve deneyimler olarak toplumsal dönüşüm bilincinin ya da dönüştürücü/devrimci bir güç olarak sınıf bilincinin oluşmasında etkin bir işleve sahip olabilir. Bu nokta oldukça önemli bir noktadır. Ayrıca maddi yaşam deneyimini edinmede aracılık eden kültürel kodlar içinde, dayanışma, adalet, hakkaniyet ve onur önem taşıyor. Sorun bu anlamda bir “yanlış bilinç” sorunu değildir. Halkın gündelik bilincindeki adalet bilinci ve dayanışma bilinci, tutarlı bir ideoloji ve değerler bütünlüğü içinde dayanışma, kolektif direniş ve deneyimlerle “mücadele” bilincine dönüştürülebilir.

Dünyada şimdilik stratejisiz ve parçalı da olsa, kapitalizme ve küreselleşme soygununa yönelik tepkileri, neoliberal reformlara karşı artan hoşnutsuzluğu ve mücadeleleri, uluslararası gelişmeleri de bu düzeyde yorumlamak gerekiyor. Bu parçalılığın önemli boyutu emek hareketleri ile toplumsal hareketler arasındaki ciddi kopukluktur ve bu kopukluğun pek çok nedeni vardır. “Dayanışma” tasarımının bu anlamda ikinci bir boyutu, ulusal ve uluslararası ölçekte artık homojen bir bütün olmayan işçi sınıfının sendikalarda olduğu kadar değişik siyasal ve toplumsal hareketlerde bulunan gücü açığa çıkaracak bir şekilde ulusal ve uluslararası ortak mücadelelerin zeminini örmesidir. Bir süreç olarak dayanışma sınıfiçi farklılıkları görmezden gelmeyi değil, aşma çabasını ifade etmektedir. Bu çaba, farklılıkları bastırmak yerine dahil etmek stratejisinden yararlanarak bir amaç birliği yaratarak güç kazanmak, stratejik mücadeleye yönelebilmek anlamına gelmektedir.

A. Kriz, Dönüşüm, Hegemonya

Kapitalizm bir dünya sistemi ve 1970’lerden beri yaşadığı kriz, ileri kapitalist ülkeleri ve daha farklı bir biçimde geri kapitalist ülkeleri dönüştürüyor. Kar oranlarının düşmesi ve sermayenin yeniden üretiminin tıkanması ile ilgili yapısal krizler temelde aşırı birikim sorunundan doğar ve sadece ekonomik alandaki değişimlerle aşılabilecek bunalımlar değildirler. Kapitalizmin yaşadığı tarihsel kriz, hem üretimin maddi ve kurumsal yapısını hem de ekonomik ve toplumsal güç ilişkilerinin yeniden belirlenmesini gerektiriyor. Sadece üretim ilişkileri değişmekle kalmıyor, bu ilişkileri düzenleyen toplumsal kurumlar ve kurallar değişiyor, bununla birlikte görevi sınıflar arası çatışmaları kontrol altında tutmak olan devletin rolü de değişiyor. Sermayenin ekonomik ve siyasi iktidarı ile siyasal ve ideolojik hegemonyasını garanti altına almaya dönük stratejiler gündeme geliyor. Emperyalist savaşlarla ve zor gücü ile konsensüs yaratmaktan, yasal düzenlemelerden, “terörle mücadele”den “yoksullukla mücadele” ve “iyi yönetişim” yaklaşımlarına kadar krizin çözümü için çok boyutlu bir “strateji” ile karşı karşıyayız. Tabi tüm bu stratejiler yine sınıflar arası mücadelenin içinde şekillenip, değişik söylemlerle kendini ifade ederek varoluyor. Krizler sermaye birikiminin ve sınıflar mücadelesinin arasındaki tarihsel ilişki içinde tanımlanırken, kriz koşullarından yaralanarak, sermayenin emek üzerindeki egemenliğini nasıl yeniden ürettiği önem kazanıyor.

Burada vurgulamaya çalıştığım, kapitalist toplumsal formasyonlarda bugün yaşanmakta olan uzun süreli dönüşümün yalnızca teknik iş süreci ve ekonomik güç ilişkileri ile sınırlı kalmayacağıdır. Dayanışma, öz örgütlenme ve halk inisiyatiflerinin önemi, sosyalist paradigma ve toplumsal demokrasi açısından önemi yanında, bu tespitten kaynaklanır. Üretim noktasından başlayıp, tüm ekonomik, toplumsal, siyasal ve ideolojik yeniden üretim süreçlerine kadar uzanan ve kapitalist güç ilişkilerini tümüyle sermaye lehine belirlemeyi hedefleyen küresel “reformları” ve kontrol mekanizmalarını doğru teşhis etmek gerekiyor. Bir önemli nokta da, sisteme karşı mücadele ve direnişleri küçümsememek. Krizdeki kapitalist toplumsal işleyişin kırılgan ekonomiler, savaşlar ve yoksullaştırmalarla var olduğunu, buna yönelik tepkilerin şimdiden önemli boyutlarda olduğunu görmek gerekiyor. 2 Türkiye açısından toplumsal formasyonun yeniden üretimi anlamında krizin aşılamadığını söyleyebilirsek, aşağıdaki kısım bir anlamda bunun yarattığı olanaklar üzerinden okunabilir.

Üç Farklı Düzlem

Mücadeleler artık anti-faşist duyarlılıklar temelinde değil eskisinden farklı zeminlerden olacak derken, yerellerde yaşanan tüm “sorunlar” üzerinden değil, yaygınlaşabilecek ve kapitalist işleyiş açısından yapısal ve dönüştürücü etkisi yüksek noktalardan ilerlemek gerekiyor. Yaşadığımız toplumsal dönüşümü ve kapitalist ilişkilerin özelliklerini toplumsal yeniden üretim alanında, üretim alanında ve siyasal ve ideolojik alanda olmak üzere üç farklı kategoriye ayırabiliriz. Bu üç alandaki mücadele toplumsal formasyonun bütünlüğü açısından bir arada ele alınabilir. Ancak toplumsal yeniden üretim alanı ve emek üzerindeki üretimdeki kontrol alanı mücadelenin nesnel zemini ve politikanın içeriğini, son olarak siyasi ve ideolojik hegemonya alanı da sermaye söyleminin deşifre edilmesi ve karşı politika ve söylemler üretilmesi açısından önemli bir düzey olarak karşımıza çıkıyor.

1. Toplumsal Yeniden Üretim ve Emeğin Yeniden Üretimi Alanı: Metalaşma, Piyasalaşma, Ticarileştirme ve Maddi Yaşam Pratikleri

Sermayenin toplam döngüsünün hızlandırılması ve genişletilmesi krizden çıkış için gerekli. Farklı kar alanlarının yaratılması adına özelleştirme, piyasalaştırma ve mevcut “karsız” çalışan devlet hizmetlerinin ticarileştirilmesi süreci devam ediyor. Bu süreçte ticarileşme, metalaşma, devletin eğitim ve sağlık gibi sosyal hizmetlerden çekilmesi yaşamın tüm alanlarını sınıf çatışmasının alanı haline getiriyor ve adaletsizlikleri, eşitsizlikleri arttırıyor. Yani toplumsal yeniden üretim sağlanırken (insanların temel ihtiyaçlarının karşılanması diye kabaca tanımlayabiliriz) sermaye eşitsizlik yaratıyor, temel ihtiyaçları dahi sağlayamıyor s ve bu alanda hegemonyasını sarsacak çelişkiler yaratıyor. Oysa sosyalizmin varlığı ve güçlü sınıf mücadeleleri ile kapitalizm bir ölçüde “sosyalleşmişti”, sosyal refah devleti uygulamaları mümkün olabilmişti. Sosyal refah devleti en genel hatlarıyla piyasa ekonomisinin üretmiş olduğu toplumsal ve siyasal gerilimleri yumuşatma ve kontrol altında tutma ihtiyacından doğmuştu diyebiliriz. Daha genel bir düzeyde düşünüldüğünde sosyal devleti, modernite olarak nitelediğimiz son iki yüz yıllık ekonomik ve sosyal dönüşümler neticesinde şekillenen bir yönetim tarzı, devlet ve toplum arasında özel bir ilişki biçimi olarak yorumlamak mümkündür. (N. Özbek, 2002)

Günümüze gelindiğinde ise yeni-liberal politikalar denen politikalar aracılığı ile devletlerin sosyal görevlerini bir bir terk ettikleri, yaşamın tüm alanlarının piyasanın kar alanı ve denetimine bırakılmakta olduğu biliniyor. Eğitim, sağlık, iş güvencesi, emeklilik hakları gibi haklar yavaş yavaş bir hak olmaktan çıkıp, parayla satın alınan şeyler haline geliyor.

Emeğin olduğu kadar toplumsal yaşamın da bir bütün olarak sermayenin gerçek egemenliğine tabi hale gelmesi (proleterleşme, finanslaşma, metalaşma); emeğin, kamusal alanın ve devletin sosyal boyutlarından arındırılması (toplumsal dışlanma, ticarileşme, küçük devlet) sermaye birikiminin yayılmacı eğilimini ifade eden bir emperyalist stratejinin unsurlarıdır. (M. Özuğurlu, 2003)

Makroekonomik düzlemden baktığımızda ise ekonomik krizler sermayenin emeği yoksullaştırması üzerinden aşılıyor, uluslararası finansal sermaye akışları ve borç ödemelerine giden vergiler üzerinden doğrudan bir sömürü mekanizması kuruluyor. Tarımda önemli boyutlarda yaşanan ve tarımsal sübvansiyonların kesilmesiyle artacak olan bir mülksüzleşme dalgası yaşanmaktadır. Meta dışı geçimlik hizmet üretiminden kopma, üretim araçlarının mülkiyetinden kopma ve proleterleşme yaşanmaktadır. İhtiyaç maddelerine ulaşma koşulları doğrudan nakit paraya bağlı hale gelmektedir. İşsizlik yapısaldır. Kapitalizmde eşitsiz gelişme kaynaklı varoşlaşma süreci, kamu reformu ile azalmayıp artacaktır. Gecekondulaşmanın ticarileşmesi ve işgal usulü gecekondulaşmanın sona ermesi, yeni alanların kalmaması ve maliyetinin artması neticesinde gecekondulaşma eskisi kadar yoksullara kaynak aktarımı anlamına gelmemektedir. Gündelik yaşamla ilişki artan ölçüde nakit para bağıyla kurulur hale gelmiştir. Tüm bu süreçler ailelerin ayakta kalma stratejilerini zorlaştırmakta, köyden yardım, aile dayanışması, geç evlenme, eve iş alma, kadınların ve çocukların çalıştırılmaya başlanmasına rağmen gittikçe imkansızlaşmaktadır. (A. Buğra, 2001)

“Yoksullaşma; 20. yüzyılın ikinci yarısındaki evrimsel eğilimi adlandıracak daha iyi bir terim yoktur. Günümüz mega kentlerine yığılan, düzensiz, güvencesiz çalışan ya da işsiz kesimlerin dünyadaki oranı yirminci yüzyılın ikinci yarısında kentsel nüfusun dörtte birinin altından, yarısından fazlasına ulaşmıştır ve yoksullaşma olgusu gelişmiş merkezlerin kendilerinde de önemli ölçekte yeniden ortaya çıkmaktadır.” (S. Amin, 2004) Bu konumdaki kentsel nüfus yarım yüzyıl içinde çeyrek milyardan daha düşük bir rakamdan bir buçuk milyar insana tırmanmış, ekonomik gelişme, nüfus artışı ya da kentleşme sürecini karakterize eden hızları aşan bir büyüme hızı kaydetmiştir. Bu gelişmeler, dünyadaki mücadeleler açısından mutlaka göz önüne almamız gereken bir gerçekliktir.

Kapitalizm ve yerel yönetimler

Kapitalizmde yerel yönetimler emeğin ve sermayenin yeniden üretimini üstlenirler ve eşitsiz gelişmenin sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Bunlardan “emek gücünün yeniden üretimine yönelik hizmetler” sermayenin krizi ve kar oranlarının düşmesi ile birlikte 1980’lerden sonra yavaş yavaş terkedilmiş, tüm dünyada sermayenin yeniden üretilmesine yönelik belediye hizmetleri öne çıkartılmaya başlamıştır. Ayrıca yerel çelişki ve gerilimleri önleyecek, düzenin meşruiyetini devam ettirecek çeşitli katılım mekanizmaları ve yardımlar (kentsel rant dağıtımı, Siyasal İslam ve sosyal yardımlaşma kurumu başta olmak üzere yoksullara yardımlar, kat çıkma ve imar izinleri, …) ile kendini meşrulaştıran klientalist bir yerel yönetimler sistemi ön plana çıkmıştır. Sermayenin yeniden üretimi, rant mekanizmaları, arsa-konut spekülasyonları, gecekondu mafyası, turizm bölgelerindeki rant paylaşımları üzerinden şekillendiği ölçüde yerel yönetimler de sermayenin bu kesimlerinin kesin hakimiyetine girmiştir. Elektrik, su, temizlik, ulaşım gibi alanlarda özelleştirmeler gündeme gelir. Esnek üretim ve dışa açık sermaye birikimine dayalı ekonomik modelde belediyelerin ve yerel devletin dönüşümü oldukça önemlidir. Artık emeğin yeniden üretimi, işsizlik ve esnek çalışma, sistemin yapısal bir parçası olduğu için eskisi kadar gündemde değildir.

Özellikle metropoliten kentlerden başlayarak (İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi) belediyeler piyasacı bir mantığa yönelmiş, ulaşım, çöp toplama ve benzeri hizmetleri sağlamada kendi birimlerinden çok özel sektörü kullanmaya yönelmişlerdir, emeğin sosyal haklarını budamalardır. Bunun yanında belediyelerin kendi bünyelerinde şirketler kurarak bu şirketlere çeşitli işleri devretmeleri yaygın bir strateji haline gelmiş, bu firmalar aracılığıyla belediyeler şirket ve kar mantığı ile çalışmaya yönelirken bir yandan hem merkezi yönetimin hem de halkın denetiminden kaçmayı hedeflemişlerdir. Belediye borçları yerel yönetimlerin özellikle büyük sermaye ve uluslararası sermayeye olan ilişkilerini-bağımlılıklarını arttırmıştır. Yeni “kamu reformu” yasasının geçmesiyle, kapitalizmde eşitsiz gelişmenin bir sonucu olan varoşlaşmanın artacağı söylenebilir.

Daha önceki dönemlerde işlevsel bir işbölümü içinde olan kentler ve yerel yönetimler modelinden yarışmacı bir kent ve yerel devlet modeline geçilmektedir. Devletin vurgusu, ekonomik alanda merkezi ölçekten yerel ölçeğe doğru bir kayma göstermektedir. Artık dünya ekonomisine eklemlenmek için yarışan kentler, Denizli, Antep, İstanbul örneklerinde görüldüğü gibi bu tip piyasacı ve sermayedarları destekleyen bir belediyecilik anlayışı öne çıkmaktadır. Yerel girişimcilerin liderliğinde, ulus devletlerin daha az müdahaleci hale gelmeleri fırsat bilinerek yerel birimler uluslararası işbölümünde daha iyi bir konum edinmeye çalışmaktadırlar. Kentin altyapısıyla, üretim ve hizmet işlevli binalarıyla bir sermaye birikimi olması süreci derinleşir. Rant merkezli kentsel gelişme anlayışı daha da gelişmiştir. Sermaye ve STK’ları da içeren çok aktörlü bir devlet yönetimine geçilmekte olduğu söylemi (yönetişim vb. kavramlar ile yapılmaktadır) gerçekte STK’lar olarak sermayenin örgütlerini (sanayi odaları, ticaret odaları vb.) içermekte ve toplumsal değişim için mücadele eden toplumsal-siyasal halk örgütlerini içermemekte, emekçileri dışlamaktadır. Şirketlerin çevreyi kirletmeleri, kentsel eşitsizlikler ve eşitsiz gelişme kaynaklı sorunlara karşı çıkmak her zamankinden daha güncel ve mümkündür.

Bu bölümün sonucu olarak söylersek, “Sermaye bütünsel hegemonyasının sosyal evrenini inşa ettiği ölçüde, yaşamın her alanı sınıf çatışmasının alanı haline gelmektedir” (F. Ercan, 2002) Toplumsal yeniden üretimi sağlayamayan “sermaye hegemonyasını” bu alandan deşifre etmek, parçalamak mümkün. Tüm bu yukarıda sayılanlar toplumsal dönüşüm, toplumsal demokrasi, adalet, eşitlik ve dayanışma temelinde mücadele edecek, hayatın değişik alanlarında bütünlüklü bir zeminde çalışmalar yapan siyasal-toplumsal halk örgütlenmelerinin önemini ve gerekliliğini arttırmaktadır. Devletin sosyal ve ekonomik olarak boşalttığı alanları, işsizlik, yoksulluk ve sömürüye karşı toplumsal dayanışma ve direniş anlayışı ile doldurmak önem kazanıyor. Halkın hem ayakta kalmasını kolaylaştıran, gündelik sorunların üzerinden atlamayan hem de geleceğine sahip çıkmasında önemli olacak kurumlar; halk meclisleri yaratılabilir. Yoksulluğa karşı parasız eğitim ve sağlık talebi, işsizliğe karşı herkese gelir getirici bir iş evrensel talepleri, doğrudan demokrasi ve halk dayanışması yaklaşımları güncelleşmiş durumda. Dayanışma, kooperatifleşme, kolektif üretim ve tüketim organizasyonları gibi olanaklar bu taleplerin savunusuna anlam katar, hedefi somutlaştırır, piyasa ideolojisinin üzerinde, insanın ekonomiyi belirleyebileceğinin örneklerini sunar. Piyasa ideolojisine karşı emeğin politik ekonomisi bizzat emeğin denetiminde olacağına göre bunun mümkün olduğunu gösterebilir.

2. Sermayenin Emek Üzerindeki Kontrolü: Taşeronlaşma, İşsizlik, Esnek-Yalın Üretim

Üretimde kapsamlı ve niteliksel dönüşümlere yol açan bilimsel-teknik süreçlerin (mikroelektronik ve enformasyon teknolojileri) kullanılmasına dayanan esnek üretim sistemleri iş akışkanlığı, emek yoğunluğu ve üretkenliği arttırılarak emek sömürüsü artırılırken, sermayenin emek üzerindeki kontrolü de arttırılmış oluyor. Öte yandan “emeğin organik bileşimi” de değişmekte, sınıf içi hiyerarşi ve farklılaşmaların önü açılmaktadır. Yalın üretim sistemine yaslanan mikro-ekonomik rasyonel (firma temelinde kar ve rekabet edebilirlik) bir bütün olarak toplumsal yaşam alanları üzerinde büyük bir ideolojik tahakküm kurmuştur, her şey ve herkes hız ve üretkenlik temelinde yargılanabilmekte, bu hız ve üretkenliğin ihtiyaçlarına uyum gösteremeyenler bir safra olarak damgalanarak kamusal alandan dışlanmaktadır. Bilgi yoğun teknolojiler ve nitelikli emeğe ihtiyaç duyulan hizmet sektörleri için “bilgi toplumu” söylemi ile nitelikli emek sermayenin hizmetine koşulmaktadır. Sadece “niteliksiz” emek değil tüm emek türleri haklarından koparılmış bir şekilde yalın üretimin tehdidi altındadır.

Ayrıca üretimin küresel ölçekte yeniden sermaye lehine örgütlenmesini sağlayan yeni bir uluslararası işbölümü yapısı da oluşturulmaktadır. “Uluslararası entegrasyon biçiminin” bu anlamda değiştiğini söyleyebiliriz. (M. Türkay, 2003) Çokuluslu şirketlerin ucuz ve kontrol edilebilir emeğe dönük arayışları doğrultusunda üretim, emeğin ucuz ve örgütsüz olduğu ülkelere doğru kaydırılmakta. Dev şirketler çevre ülkelerde kurdukları tesisler, ticari bağlar, fason ağları aracılığı ile hem üretimin maliyetlerinden tasarruf etmekte hem de üretimden ve pazar koşullarından doğan tüm riskleri yerel üretim birimlerine aktarabilmektedir.

Genişleyen ve karmaşıklaşan sınıf mücadelesi alanı

Tüm dünyada ve başta Türkiye gibi ülkelerde çalışma biçimleri açısından bakıldığında, düzenli bir çalışma sisteminin yanı sıra, part-time, geçici, mevsimlik çalışma, evde çalışma, uzaktan çalışma gibi yeni düzensiz çalışma biçimlerinin hızla arttığı gözleniyor. Buna karşılık, Türkiye gibi ülkelerde, taşeronlaştırma yoluyla geçici, sözleşmeli veya mevsimlik işçilikte önemli bir artış gözleniyor. Yine tekstil, kimya, gıda gibi emek yoğun sektörlerde “evde çalışma” sistemi önemli bir gelişme kaydediyor.

Teknik geliştikçe günümüzdeki kapitalist üretimde “canlı emeğin” payı gittikçe azalıyor, işsizliğin ya da “nispi artı nüfusun” artmasının temel nedeni olarak bunu gösterebiliriz. Sanayide çalışan nüfus azalırken, günümüzün mega kentlerinde düzensiz çalışma gittikçe kural haline geliyor, hizmet sektörü genişliyor. Ancak hizmet sektöründeki bu genişleme, genel olarak işsizliğin yapısallaşmasını engellemiyor. İşsizlik veya “fazla nüfus” Marx’ın ifadesindeki “yedek sanayi ordusu” boyutlarını çoktan aşmıştır. (Önemli veriler için, bkz. S. Amin, 2004)

Tüm bu açılardan bakıldığında ücretli çalışan sayısında yaygınlaşma olsa bile, yoksullaşma, sosyal harcamaların kısılması, işsizlik ve düzensiz çalışmanın çok yaygınlaşması, taşeronlaşma ve bunların hepsinin yarattığı kentsel bölünmeler ve toplumsal dışlanma, sınıfın topyekün ve hızlı davranmasında sorunlar yaratmaktadır. Sendikalardan partilere kadar ciddi bir dağılma etkisi yaratan bu süreçte parçalanmaların üstünden atlamayacak ama birleşik bir mücadeleyi hedefleyen yeni tarz örgütlenmelere, sendikal anlayışlara olan ihtiyaç artıyor. İşçi sınıfının işyerinde ve mahalleler, semtler gibi yaşam alanlarında, aynı saldırı politikasının iki ayrı yüzü olarak yüz yüze kaldığı uygulamalara karşı bütünsel mücadelesinin geliştirilmesi sorumluluğu ortaya çıkıyor.

Marx’ın kapitalizmin gelişim sürecinde ifade ettiği gibi işçi mücadelesinin dönüm noktalarından biri, kapitalistin işçileri verimlilik/artı değer artırımı ve kontrol adına fabrika diye adlandırdığımız mekanda toplamaya zorlamasıdır. Bu süreç kontrol adına yapılmış ama doğal olarak kolektif direniş olanaklarını da yaratarak yirminci yüzyıl boyunca emekçilerin uyguladığı stratejinin bir ayağını oluşturmuştur. Üretimin mekansal anlamda dağıtılması ve yarı-zamanlı çalışmalar burjuvazi açısından bir karşı stratejiydi. Ancak yeni koşullar da yeni mücadele biçimlerini yaratacaktır. Ne devrimci düşünce sadece bir mekan teorisidir ne de herhangi bir mekan teorisini devrimci düşüncenin reddetme gibi bir lüksü vardır. “Önce fabrikaları örgütlemek lazım, siz yanlış yapıyorsunuz” demek bu yeni mekan stratejisine yanıt üretememek anlamına gelir. Devrimci mücadele, her mekansal düzeyden bağımsız olarak, sınıfsal mücadeleyi yeniden üreten, “kimliği” oluşturan-kuran eylemliliktir. İşçi sınıfının en hareketli kesimlerini barındıran varoşlar bu anlamda önemlidir.

İşyerlerinde ve mahallerde geliştirilecek bütünlüklü mücadelelerin, geleneksel sendikal örgütlenmelerle yapılamayan eğitim, hakları konusunda bilgilenme, dayanışma, doğrudan eylem ve hak alma etkinliklerinin önemi artmaktadır. Halk inisiyatifleri; işçi ve işsiz komiteleri, işçi bilgilenme ve dayanışma komisyonları ile bu alandaki boşluğu doldurabilirler. Yoksulluk ve işsizliğe karşı dayanışmalar işçi-işsiz birlikteliklerine kapı açabilir. Ulusal ve uluslararası ölçekte gerçekleşen sermaye sömürüsü, finansal krizler, vergi-faiz ilişkileri üzerinden gerçekleşen sömürüler üzerine bilgilenmeler yapılabilmektedir. Kayıtsız çalışanların hakları birlikte davranılarak alınabilmekte, işyeri koşullarına müdahaleler geliştirilebilmektedir. 3 “İşçi sınıfı mı, varoşlar mı” ikilemi bu anlamda geçerli bir ikilem olarak karşımıza çıkmıyor, bunlar birbirini dışlayan mücadeleler olmadıkları gibi, her yerelin ayrı bir dinamiği olabilir. Güçlü mahalle örgütlenmeleri aracılığı ile üretim atölyeleri ve fabrikalara ulaşılabilir.

3. Siyasal ve İdeolojik Hegemonya: Piyasa İdeolojisi, Bilgi Toplumu, Yönetişim, Çokkültürlülük, Yoksullukla Mücadele Söylemi

Devletin iyi bildiğimiz zor uygulamaları, baskılar, soruşturmalar, hak gaspları, cezaevlerinde açık şiddet şeklinde gelişen uygulamaları yanında söylemsel ve ideolojik yaklaşımları da ele almak gerekiyor. Son dönemlerde “yoksullukla mücadele” raporları Dünya Bankası tarafından yayınlanıyor. Bu sorunun dünya çapında güncelleşmesinin gerçek sebebi sadece yoksulların çoğalması değildir, yoksulları da içerir tarzda sınıf temelli eşitsizlikleri meşrulaştıran faktörlerin zayıflamasıdır. Yani sermaye çevreleri kendilerini artık eskisi kadar kolay bir şekilde meşru gösteremedikleri için yoksulluk karşıtı “yardımlar” söylemini benimsemektedirler. Yine Dünya Bankası, sürece “sosyal riskin azaltılması” üzerinden bakmaktadır, yani toplumsal tepkilerin önüne geçmek istedikleri söylenebilir. Türkiye’de bu açıdan Dünya Bankası’nın çizdiği rotada ilerlenmektedir, yoksullukla mücadele programlarının özü, emekçi sınıflar içindeki farklılıkların temel alınması, farklılıkları yeniden üreten politik araçların devreye sokulmasıdır. Bu stratejinin ön koşulu da sınıfsal koruma esasına dayalı sosyal koruma sisteminin tasfiye edilmesidir. Farklılıkları gözetmeden herkese eşit olanaklar değil, “işgücü piyasasında bireysel pazarlık gücüne sahip olanlar ve olmayanlar” şeklinde genel bir tasnif yapıldıktan ya da “düşkünler-düşkün olmayanlar” diye ayrıldıktan sonra “düşkünler nasıl piyasaya kazandırılır” sorusu sorulmaktadır. Sınıfsal koruma kavramı ortadan kaldırılmaktadır. Sendikalar, SSK, Sosyal Yardımlaşma Vakfı gibi toplumsal dayanışma kurumlan bu süreçte yeni bir strateji ile işlevlendirilmektedir. Medyanın gücü bu söylemlerin etkisini arttırmaktadır.

Mikro-Kredi, yardım ve burslar

Yardımlar, mikro-kredi adı altında verilen krediler, çok az olmakla birlikte piyasaya tutunmaktan başka çözüm yok anlayışını ve ideolojisini yaygınlaştırıyor. Sorunlarını çözmek için toplumsal dayanışma, yardımlaşma ve hak arama yöntemleri ve örgütlülükleri geliştirmek yerine halkın böyle bireysel kurtuluşlar için sürekli fırsat kollayan “garibanlar” haline gelmesine neden olunuyor. Toplumsal dönüşümü hedeflemeyen, ekonomik-politik-demokratik mücadeleleri birleştirmeden yapılan, mikro girişim ve kendi kendine yardım ve dayanışma, zamanla zengin sınıfların devletten edindikleri kaynaklardan, emeğin sömürüsünden, vergilerden, ödenen faizlerden ve özelleştirme soygunlarından, ticarileştirme ve yolsuzluklarla edinilen kaynaklardan yoksulları uzaklaştırıp, yoksulların kendi kendilerini sömürmesine veya küçük girişimlerle kendi kendileriyle yarışmasına neden oluyor. (Bolivya, Şili, Brezilya ve El Salvador üzerine yapılan incelemeler için J. Petras’ın kitabına bakılabilir.) Okullardaki hatta günümüzde dershanelere kadar uzanan burs sistemleri de “nitelikli” emeğin sermayenin hizmetine koşulmasını ve burs kazanamayanların kendilerini suçlu hissetmesini sağlayabiliyor. Yoksulluk Türkiye’de aynı zamanda bir garibanlık, kenara itilmişlik duygusu olarak, bir hissetme yapısı olarak da yaşanıyor. (N. Erdoğan, 2002) Türk Eğitim Vakfı gibi sermayenin kuruluşları, aslında hem kendilerini hem de sistemi meşrulaştırmaktalar. Belediye yardımları ve Deniz Feneri Derneği gibi kuruluşların yardımları hatta gazetelerin toplumsal eşitsizlikleri ve barınma hakkını dile getirmeden depremlerden sonra açtıkları yardım kampanyaları bu mantığın çeşitli boyutlarıdır.

Fark siyaseti, kimlik siyaseti, çokkültürlülük, postmodernite

Çokkültürlülük, sivil toplum örgütleri ve iyi yönetişim söylemleri sermaye çevrelerince çok dile getiriliyor. CHP ve AKP’nin söyleminde, Kürt hareketinin ve Alevi derneklerinin söylemlerinde yer alıyor. Sanıldığı gibi çokkültürlülük söylemini ve postmodernizmi sadece bir söylem olarak, bir karşı propaganda olarak görmemek gerekiyor. Bu söylem bir gerçekliğe denk düşüyor. Kapitalist gelişmenin yarattığı gerçek krizlere yanıt olarak ve sadece ideolojik söylemsel olmayan tepkiler olarak modernite sorgulanmakta. Kapitalist gelişmenin ekolojik, sosyal politik sonuçlarına tepkiler olarak yorumlayabiliriz “yerelcilik” ve “çokkültürlülük” söylemlerini. Sosyalizmin yıkılması ile kapitalizmin yarattığı yanılsamalar sorgulanabiliyor ve kapitalizm tepkileri içererek genişliyor. Ayrıca, kapitalizm salt bir Batı sistemi değil günümüzde. Kapitalizm Avrupamerkezli olmaktan çıkıp dünyaya yayıldıkça, üretim ilişkileri mekansal olarak parçalandıkça bu parçaların kendi eğilimlerini var etmek istemeleri ya da kapitalizmin onları kapsaması postmodern söylemi küresel kapitalizmin mantığı olarak üretmekte diyebiliriz. Yani çokkültürlülük, sivil toplumculuk “kapitalizmi” görmüyor çünkü bizzat kendileri genişleyen ve değişik kültürleri içine katan kapitalist işleyişin kültürel mantığı olarak ortaya çıkıyorlar. Yerellik ve farklılık vurgusu günümüz akademik yazınında ve politikasında öyle çok görülüyor ki. Dünyayı fethe çıkan bir çokuluslu şirketin reklamından tutun, ABD’nin savaş stratejilerine kadar “kapitalizm”, “değişik kültürlerle bir arada yaşayalım” yapıyor. Sermayenin söylemi farklılıkları temel alan ve yeniden üreten politika araçlarının devreye sokulmasıdır, bu anlayış sınıfları böler, sınıfsal bilinci ve sınıfsal sömürüye karşı bütünsel mücadeleyi imkânsızlaştırır.

“Bir farklılıklar seli içinde yaşıyorsak bu farklılıklar selini anlamamız gerekiyor, bu seli yaratan sermayenin genişleme, farklılaşma ve derinleşme eğilimleridir. Kapitalizmin değdiği noktayı kendine benzeten işleyişi I970’li yıllarda farklılıklar yaratarak güçlenme biçimini almıştır. Yani farklılıklar keşfedilmeye, dahası yaratılmaya başlanmıştır.” (F. Ercan, 2001) Buradan bakarsak postmodernizmin söylemini, farklılıklar söylemini salt bir söylem olarak görmemek gerekiyor. Günümüz kültürü biraz da böyle, bunu kapitalizmi ve küresel ölçekte sömürüyü deşifre eden bir söylemle yanıtlarken, farklılıkları ve değişik baskı-sömürü biçimlerine tepkileri, kapitalist rasyonelleşme ve araçsallaşmaya tepkileri mücadelemizin bir zenginliği olarak görebilmeliyiz. Postmodern düşüncenin parçayı bütünden soyutlayan anlayışını reddetmek parçanın özgünlüğünü reddetmeye de varmamalıdır. Bu yerelde demokratik halk inisiyatiflerinin önünde duran önemli bir görev olarak karşımıza çıkıyor.

Eskiden olduğu gibi Alevi ya da Kürt kimliği doğrudan “muhalif değildir. Kadın sorunu, “iyi yönetişim” stratejileri çerçevesinde sermaye söylemine eklenmiştir. Toplumsal dönüşümü hedefleyen halkın öz örgütleri değil KAGİDER’den Toplum Merkezleri’ne kadar STÖ’ler bu alanı istila etmektedirler. Bu anlamda halk inisiyatiflerinin etnik kimlikler, kadın sorunu ve diğer dinamikleri mücadele içinde eklemleyebilmesinin gerekliliği de ortaya çıkmıştır. Hem toplumsal dönüşümü hedefleyen hem de mekan temelli farklılıkların özgünlüklerini kabul eden yeni bir zemin, yerelde kapitalizmin ideolojisi “çokkültürlü” liberalizmin hakimiyeti kadar, muhafazakar-milliyetçi güçlerin hakimiyetini de engeller. 4

Şunu aklımızdan çıkarmayalım ki, insan deneyimlerinin ve toplumsal mücadelelerin çoğulluğuna saygı ile tarihsel nedenselliğin tamamının yok edilmesini birbirine karıştırmamalıyız. Tarihte yalnızca çeşitlilik, farklılık, rastlantısallık görüp, bütünsel yapılar ve süreçlerin mantığı görülmezse kapitalizm inkar edilemez. “Bazı farklılıklar farklıdır”, tüm farklılıkları bir araya getirmek, eş-düzeyde görmek kapitalizme karşı bütünsel mücadeleyi gerektiren eşitlik ve özgürlük mücadelesini yıpratacaktır. Sermayenin, çokkültürlü liberalizmin fark dediği şey çoğu zaman eşitsizliktir, sömürüden kaynaklanır ya da eşitsizlikleri gizlemektedir.

Siyasi ortam: Sınıfsızlaşan siyaset ve despotik bir proje olarak neoliberalizm!

Siyaset, örgütlenme, toplumsal mücadeleler “piyasa”ya tabi kılındıkça, emekçilerin ve yoksul halk kesimlerinin iradeleşmesinin ve siyasallaşmasının devlet kurumlan, geleneksel sendikalar, sosyal sigortalar gibi zeminler üzerinde yükselmesinin imkanları azalıyor. Yeni sermaye birikim modeli ve birikim stratejisi içinde, neoliberalizm emekçilerin sınıfsal temsillerini de içeren bir siyasi zemin yaratmıyor ve siyaseti daraltıyor. 1980 öncesinde kendiliğinden yığın hareketlerinin önünü açan devletçilik-liberalizm ayrımı üzerinden siyaset yapmak mümkündü. Burjuva siyaseti bu anlamda ciddi çelişkiler içermekteydi. (M. Yılmazer, 1997)

Günümüzde düzen siyaseti tamamen ekonomiye endekslenmiştir. Kendiliğinden yığın hareketlerini besleyen, diri tutan bu anlamda bir çelişki içermemektedir. Ekonomik ve siyasal alanlar arasında tanımlanan geçici ayrım artık yoktur. Devlet “hakem devlet” (CHP Programı) “koordine eden devlet” (AKP Programı) tanımlamaları üzerinden sosyal yanlarını terk etmekte, emekçileri piyasa ile karşı karşıya bırakmaktadır. Siyasi yönetimler, sendikaları, sosyal dayanışma kurumlarını ve halkın siyasi temsillerini içererek siyaset yapan bir yerden, dışlayarak siyaset yapan bir yere kaymaktadır. Refah devleti uygulamalarını terk etmektedir. Artık sınıfların uzlaşması üzerinden gerçekleşen bir siyaset zemini kalmamaktadır. Gerçekte bu sermayenin yeni siyaset tarzıdır ve meşruluğunu “iktisadi büyüme”, “verimlilik”, “küresel rekabet” ve “güvenlik” gibi kavramlardan sağlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında ekonomik-demokratik-siyasi mücadelelerin iç içe geçirilmesi gerektiği ortaya çıkar.

Uzun olması pahasına Ahmet Haşim Köse’den bir alıntı yaparsak; “Geçmişte kamusal alan farklı statü, grup ve sınıflardan oluşan bireylerin farklı taleplerini gerçekleştirebildikleri, bu taleplerini siyasal olarak meşrulaştırabildikleri alandır. Yani, kamusal alanın oluşumunda bireylerden toplumsal gruplara, sınıflara geçilir. Bunun içinde eğitim, sağlık, altyapı olanakları gibi kamu hizmetleri ile çalışma ve işçi-işveren ilişkileri gibi tüm anayasal hak alanları mevcuttur. Geleneksel anlamıyla siyaset bireyler üzerine değil, farklılaşmış gruplar ve sınıfların toplum senaryoları ve kamusal alana ilişkin beklentileri üzerine inşa edilirdi ve bu açıdan dünyanın her yerinde merkez sağ ve merkez sol partilerin söylemlerini ayrıştırmak mümkündü. Ancak, bahsettiğim gibi, neoliberalizm bu açıdan tüm dünyada siyasal bir kimliksizleşmenin başlangıcını oluşturdu. (…) Oysa günümüzde kapitalizmin yeni yapılanması içinde yoksul kesimler kamusal alanda sınıfsal bir dinamik olarak temsil edilmemekte, sermayenin güdümündeki sivil toplum örgütleri aracılığıyla bir anlamda dilencileştirilmektedir.” (A. Haşim Köse, 2002)

Kısaca özetlemek gerekirse, gerek sınıflar arasındaki gerekse devlet ile toplum arasındaki ilişkilerde müzakereye ve temsile dayanan biçimler, yerini dışlama, baskı ve sıkı kontrol biçimlerine bırakıyor. Emek örgütleri ve siyasal katılım ekonomik süreçlerden dışlanıyor. Yığınsal siyaset ve uzlaşmaya dayalı sınıf mücadelesi politikaları gündemden düşerken, sermayeye dayalı özelleşmiş çıkarlar ve kapitalizmi sorgulamayan kimlikler üzerinden yapılan “teknokratik” bir siyasetin önü açılıyor. Tek kurtuluşun “piyasada”, “ekonomide” olduğu pompalanıyor. Siyasetin meşruluk söylemi sınıfsızlaşan siyaset zemininde “yoksullukla mücadele” olarak beliriyor. Günümüzde maddi yaşam pratiğinin sınıf içeriği gittikçe artan şiddette belirginleştikçe, verili siyasi yelpaze içinde cereyan eden siyasal mücadele pratikleri sınıfsızlaşıyor, parçalanıyor. Kendiliğinden politize bir kitle veya sınıfsal yönelim elimizde yok. Oysa devlet tek bir sınıfın temsilcisi haline geliyor, sermaye-devlet ilişkilerinin aldığı biçim devletin diğer sınıflar karşısındaki -en azından görünürdeki- “göreli özerkliğini” zedeliyor. Devlet gitgide daha çok “zenginlerin devleti” haline geliyor ve başka kesimlere kaynak aktarılamaması süreci ile artık sermayenin egemenliğinin iyice sorgulanmasının zemini ortaya çıkıyor. Kapitalizm artık ideolojik ve kültürel olarak da, ciddi bir proje, yeni bir hayat tarzı ve umut sunamıyor. Bu noktada girişte de bir kısmını dile getirdiğimiz bir biçimde, bu koşullar zemininde bütünlüklü mücadelenin önemli adımları olarak “halk inisiyatifleri ve öz örgütlenmeler açısından neler yapılabilir?” sorusu ortaya çıkıyor.

B. Nasıl Bir Yönelim?

Yukarıda sermayenin ekonomik ve toplumsal, emek üzerindeki kontrolü ve siyasal ideolojik egemenliği olarak birbirleriyle iç içe değerlendirilebilecek 3 farklı düzlem tanımladık ve yönelimlerin ipuçlarını verdik.

Ancak tek başına çelişkinin derinleşmesi yetmez, aynı zamanda değerler sisteminin içselleştirildiği, değiştirme gücünün farkına varıldığı ve bunun örgütlü bir form olarak tanımlandığı koşullar yaratılmalıdır. Objektif koşullara rağmen toplumsal tepkiler yetersizken, “devrimi önce kafada kazanmak gerekiyor” anlayışının ayrı bir önemi var. Sosyalist proje ve alternatiflerimizi üretmemiz gerekiyor. İdeolojik “öncülük” ve tutarlı bir dünya görüşü ile toplumsal yaşam alanlarından ve gündelik direnişlerden başlayan, giderek toplumsal dayanışma anlayışıyla mücadeleleri, birleştiren bir ufku yeniden oluşturmaya gerek var. Ancak, bu irade veya öncülüğü toplumsal varoluşun dışında, sübjektif olarak tanımlamamak gerekmekte.

Sadece üretim alanı olarak fabrika-atölyelerde değil, artan çelişkiler alanı olarak, toplumsal yeniden üretim alanında kapitalizmin belirleyiciliğinin kırılması kuramsal öngörülerin netleşmesi kadar mücadelelerin geliştirilmesine bağlıdır. Bu genel ifadeden hareketle, kapitalist sosyal ve siyasal yapılanmaya karşı toplumsal dönüşümü hedefleyen sınıf bilincinin oluşumu sürecinin ortak pratikler ve gündelik mücadelelerden başlayabileceğini söyleyebiliriz. Yaratıcı ortak eylemler ve kolektivite içinde halk inisiyatiflerinde dayanışma ve kolektif direniş bir örgütleyici etkinlik olarak görülebilir. E. P. Thompson’ın uyarısı yerinde görünüyor “sınıf bir şey değil, ilişkidir”. Sınıf ve sınıf bilinci toplumun dışında soyutlamalar olarak değil, toplumsal deneyimin içinde oluşan ve tarihsel olarak değişen ilişkiler şeklinde toplumsal deneyimlerde belirerek oluşmaktadırlar. Kültürel kimlikler, yerel gelenekler, toplumun ortak belleğine yer etmiş olaylar, medya, genel olarak sosyalizmin yıkılmasının yarattığı olumsuzluklar bu oluşumda etkilidir. Kimliklerin kuruluşu ve tarihselliği dikkate alınmalıdır. Güncel yaşamın somut ilişkilerinde yeni dayanışmacı ve paylaşımcı kültürel formların oluşturulması aslında insanların etnik kimlikler, kültürler içinde hapsolmalarını, toplumsal ve kamusal olanın altını oyan bölünmeleri engelleyecektir.

Eklemlenme ve sınıf bilinci

Biliyoruz ki artık büyük kentlere yeni göç eden kuşaklar artık zamanla fabrika işçisi veya düzenli çalışan olmamaktadır. Enformel sektörün işleyişi işçi sınıfı ve kent yoksullarını belli bir yoksulluk düzeyinde eşitlemek yerine çok katmanlı ve hareketli bir tabakalaşmaya yol açmaktadır. (F. Kızıltan, 2003) Yukarıda ifade ettiğimiz gibi toplumsal olarak da süreç, bir yönüyle farklılık ve parçalanma sürecidir. Toplumsal parçalanma öyle derindir ki, parçalanmayı monolitiktek hedefli yaklaşımlar ve yönelimlerle karşılamanın imkanı yoktur. Ancak ticarileşme ve özelleştirme, kapitalist üretim ilişkilerinin yaşamın değişik alanlarında var olması anlamına gelmektedir. Bu anlamda bu çeşitli alanlarda dayanışma, yardımlaşma, kolektif direniş biçimleri, işsizlik ve yoksulluğa karşı mücadeleler geliştirilebilir. Kapitalist üretim biçimi değişik alanlara (eğitim, sağlık, emeklilik, eğlence, spor, yerel yönetimler…) doğru genişlik/derinleşme gösterdiyse, bu alanlar da adım adım piyasalaştırılıyorsa, yaşamın bu alanları da sınıf çatışmasının alanı haline gelmektedir. Bu nokta parçalanmış, kültürel ve sosyal kimliklere bölünmüş olan emekçi kategorilerinin birleşik bir sınıf stratejisi içinde eklemlenmesinin nesnel zeminini besleyen neden olarak algılanabilir. (H. Oğuz, 2003) Esnek ve yalın üretim de bu nesnel zemini beslemektedir, çalışan kesimlerin önemli kısmını gündelik olarak acımasız piyasa ilişkileriyle karşı karşıya getirmektedir. Özerk, parçalı ve kültürel olarak bölünmüş yapıların özerkliklerini kaybetmeden ana strateji bütünlüğü içinde yeniden kurulması mümkündür.

Fuat Ercan da, kapitalizmin bütünleştirici mantığının bir parçası olarak heterojenleştirme eğilimiyle ilgilidir. “Kapitalizm bir yandan daha önce meta ilişkilerinin geçerli olduğu belirli mekanlar üzerinde süregelen ve keşfedilmemiş olanları yeniden metalaştırırken ya da meta ilişkilerini daha da yoğunlaştırırken diğer yandan farklı mekanlarda süregelen farklılıkları ve yaşam biçimlerini heterojen varoluşlar olarak tüketmek üzere keşfeder. (…) Bu aşamada farklılık ve parçalanma, bütünleşme ve homojenleşme eğilimleri bir arada çalışmakta.”

Bu anlamda, yerel siyasette basit bir “ittifaklar” politikası değil, HAREKET ve çok yönlü ETKİ ALANI yaratmak önem kazanmıştır. İdeolojik ve kültürel mücadele ve çalışmalarla iç içe geçmiş bir hegemonya mücadelesi gereklidir. Kapitalist ilişkilerin yaygınlaşması bu anlamda olanakları arttırmaktadır. Çalışmaları yaparken halkın inançları ve gündelik bilincinin yadsınması değil bu bilincin anlamlı yönlerinin, dayanışmacı ve paylaşımcı geleneklerin ve gündelik direnişlerin önemsenmesi gerekmektedir. Halkın pratik anlayışında saklı olan potansiyel olarak yaratıcı ilkeleri açığa çıkarmak ve geliştirmek, tutarlı bir felsefe ve dünya görüşü çimentosu içinde birleştirmek önemlidir. Acziyet duygusuna karşı mücadele ve yaratıcılık vurgusu, adalet sorunu ve buna karşı zaten halkın gündelik duyarlılıklarında olan adalet vurgusu, onurlu bir yaşam vurgusu önemlidir. (T. Çatar, 2003). Başka bir ifade ile sınıf politikası her zaman kısmen mekan (toplumsal ilişkiler alanı-deneyim alanı-toplumsal yaşam alanı) politikası da olmuştur diyebiliriz. Bu gerçeklikten hareketle devrimci enerjinin artı değer sömürüsü, sınıfsal adaletsizlik, yabancılaşma süreçlerinden oluştuğu ne kadar gerçekse, diğer bir gerçek de mekanın ve mekana eklenmiş türlü değerin, bu enerjinin, bu süreçlerin anlamlandırılmasında rol oynadığıdır.

Bilinç, insanların günlük eylem ve davranışlarını yönlendiren yaşam ve toplum üzerine görüşleridir diye yorumlandığında, bu bilinç toplumsal ve maddi koşulların doğrudan sadece yansıması değildir, geçmişten gelen değerleri de kapsar. (A. Dirlik, 2001) Deneyimin elde edilmesine aracılık eden kültürel kodlar ve toplumsal bellek önemlidir. Devrimci bilinç ya da dönüştürücü bir güç olarak sınıf bilinci ise daha geniş bir bilinçlilik kavramının parçası olarak ortaya çıkar. Sınıf bilincinin, devrimci bilincin, bütünlüklü mücadele ve pratikler içinde şekilleneceği gerçeğini göz önünde tutmak gerekmektedir. Gruplaşmalar ve dayanışma ağları ister istemez oluşabilmektedir, bu ilişkileri evrensel ve eşitlikçi değerlerle, toplumsal dayanışma anlayışı düzeyinde açık bir zemine çekmek, toplumsallık haline getirmek önem kazanıyor.

Bölgede ya da işyerinde yaratılacak etki alanı aynı zamanda örgütleyici güçler açısından bir eğitim süreci anlamına da gelir. Örgütsel temele dayalı HAREKET ve ETKİ ALANI yaratmak, birebir olarak sağlanabilecek dönüşümlerden çok daha etkilidir. Varoşlarda sürekli bir dönüştürme, alternatif kültür, toplumsal çözülmeye karşı çabalar gerçekleştirmek gereklidir. Gündelik yaşama ısrarla girmek, müdahale etmek gerekiyor. Devlet ve sermayeden bağımsız etki alanları, toplumsal alanlar zamanla kendine özgü iktidar alanlarına dönüşebilir.

Etki alanı yaratmak çok boyutlu bir mücadeledir. Bu konu üzerine bir parantez açmak iyi olacak. Örneğin bu anlamda etkin uzlaşma ve ortak anlayış yaratmak, farklı taleplerin özü karşılanacak şekilde yapılabilir ve dönüştürücü etkisi büyüktür. Genelde yapılan hata değişik kimlikleri sabitlemektir. “Buradaki Sünni kesim gericidir”, “şu grup hep böyle yapar, onlarla iş yapılmaz” şeklinde doğrudan doğruya, bir açıklama çabası olmadan kimlikler sabitlenmemelidir. Tarihten, süreçten ve mücadeleden kopuk sınıf bilinci olmadığı gibi kimlikler de yoktur. Kimlikler, her an oluş ve kuruluş içindedir. (Varoşlarda bazı örnekler için F. Kızıltan, 2003) Devlet iktidarına yönelik mücadele ettiği iddiası ile çevresinde ciddi bir etki alanı yaratamamak ve bunu da “topluma” bağlamak postmodernizmin bizzat kendisidir. Devrimci hareket yerel dinamikler yaratmanın kanallarını açamadıkça kendisi de bir kimlik politikası haline gelmektedir. Ancak geleneklerin ve kültürün dinamik olduğunun kavranması, dönüştürülebileceğinin de kavranması demektir.

Toplumsal dayanışma, etkin uzlaşma ve yapıcı-dönüştürücü tartışma

Etki alanı yaratmak, ya da hegemonya yaratmak neoliberalizmin ya da sermaye çevrelerinin yaptığı gibi, zor yoluyla, asimilasyon veya entegrasyon yoluyla değil tabi ki; gruplar ve değişik dinamikler arası etkin uzlaşmalar üzerinden yerelde yapılmaya çalışılmalıdır. (Genel olarak bu konuda deneyimlerimiz yazılı değildir, akademik yazın ise “farklıkların bir arada varolabileceği” liberal söyleminin ve Batı’daki çok etnik yapılı işçi mücadele deneyimleriyle sınırlıdır. Ancak genel olarak şunlar söylenebilir.) İlk başta yapılacak iş üzerinden bir süreç tanımlanabilir. Ortak faaliyetler üzerinden şekillenecek kişisel ilişkilenmelerin dahi, uzun vadede bir birliktelik ve mücadele ruhu açısından önemi büyüktür. En azından birliktelikler üzerine düşünmek ve işleyiş üzerine ahlaki ilkeler veya hukuk oluşturmak gereklidir. Tartışma süreçlerinin yapıcı ve tartışanları dönüştürücü olması amaçlanabilir, bu amaca ulaşılamasa bile bunun dile getirilmesi dahi önemlidir, dayatmacı ve art niyetçi yaklaşımlara karşı bir ön uyarı olur. Grupların-kişilerin çıkarlarının farklı olabileceği, çatışabileceği ön kabulü pek çok yanlış anlaşılmayı ortadan kaldıracaktır. Bir diğer nokta da kullandığımız dildir, kelimelerdir. Kullanılan dil bile kendi içine kapalı olmakta, yenilenememiş ve güncellenememiş ve kendiliğinden doğru kabul edilen kavramlara dayanabilmekte, kimi zaman etki alanını kısıtlamaktadır.

Öz örgütlenme ve demokratik inisiyatif mantığının önemi

Mahallelerde veya atölyelerde yıllardır oluşmuş arkadaş çevreleri, duyarlılıklara sahip hemşehrilik çevreleri, genç arkadaş grupları, dayanışma ve yardımlaşma ilişkileri aslında belirli bir ihtiyacı karşılamakta ve belirli bir toplumsal dinamiğe karşılık gelmektedir. Bu dinamiklerin önünü tıkayıp, tekdüze bir yaklaşımla aynı kalıba dökmeye çalışmak, tabi ki dökemeyince de dışlamak ciddi sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Değişik dinamiklerin ortak mücadele ve pratiklere katkı yapması bölgelerdeki tüm demokratik organizasyonlara önemli açılımlar ve yeni fikirler, yeni yaklaşımlar katabilmektedir. Bu “liberal” bir yaklaşım olarak adlandırılmamalıdır, zaten bu yazıda da gündelik pratikler, dayanışma ve direnişlerin -zaten herkesin yaşamında ister istemez olan- ülke ve dünya gündeminden kopmadan politik bir kurguda yer alabileceği ve almasının gerekliliği vurgulanmaya çalışılıyor. Etki alanı yaratmak uzun vadede önemli dönüşümlere kapı açacaktır, sonradan yerel önderleri de besleyecektir. Kitlesel duyarlılıkların, halk hareketlerinin yaratılması ve iktidar mücadelesi, belirli “mevziler” kazanılmadan olmuyor. 5

Ekonomiyi siyasi olarak kurgulamak

Demokratik halk inisiyatifleri ve mahalle meclisleri açısından önemli bir nokta da demokrasi anlayışıyla ilgili olarak yorumlanabilir. “Demokrasiyi sadece siyasal alan ile sınırlı bir kavram olarak görmek ya da yurttaş özgürlükleri, hoşgörü, özel hayatın ve alanların korunması, bireyin ve yurttaşların devlete karşı korunması gibi kavramlar üzerinden tanımlamak tam da Amerikan, düşüncesinin devamı olarak temsili demokrasidir. Bu anlayış halk tarafından yönetim ve halkın iktidarı olarak demokrasiyi ifade etmez.” (Wood, 2003) Sermayenin sömürü gücünü, toplumsal güç merkezlerini ve güç ilişkilerinin dengesini değiştirmek gerekmektedir ancak kapitalizmin demokratik siyaseti bu ilişki ve güç merkezlerinden uzak tutma konusundaki ustalığı akılda tutularak bir mücadele geliştirilebilir. Piyasa ideolojisi, ekonomiyi siyasetten yalıtıyorsa ya da başka bir deyişle siyaseti ekonomiye endeksliyorsa, dayanışma iyi kurgulandığında, ekonomiyi siyasi olarak kurgulamanın, ekonomiyi paylaşım ve ahlak ile bilinçli insan etkinliği ile kurgulamanın ilk adımıdır. Kolektif üretim ve kolektif tüketim mekanları ve mekanizmaları, kooperatifler yine bu anlamda oldukça önemlidir.

Demokratik halk inisiyatifleri içindeki eşitlik, sınıfsal eşitsizliklere müdahale edebilecek anlamda bir eşitlik anlamına gelebilmeli, en azından bu anlayışla kurulmalıdır. Türkiye koşullarında mutlak savunulması gereken siyasi demokratik haklar vardır ve bu mücadele hala günceldir. Ancak kamusal alanda merkezi devletçe temsil edilen bireyler toplumu olarak demokrasi değil, üretenler ve yönetenler ikileminin kırıldığı ve halkın gücünün etkin kullanımının merkezi olduğu bir demokrasi anlayışı, halk demokrasisi anlayışı önemlidir.

Örneğin, bir semtte yerel seçimlere hazırlık aşamasında karşılaşılan bir sorunu dile getirebiliriz. Yerel platformun ortak seçim bildirgesinde, işsizlik ve yoksullukla mücadeleden katılıma kadar muhtarın yapacakları anlatılırken, ortak üretim ve tüketim mekanları (kooperatif, kreş, …), bölgedeki işyerleri, işçi sorunları, taşeron ve fason çalışanların ve sigortasız çalışanların bilgilendirilmeleri, mücadeleleri ile ilgili bir ifade yer almıyordu. Oysa demokrasi kavramını, üretenler ve yönetenler ikilemini aşacak bir eşitlik düşüncesi ile ele almamız gerekiyor. Yine bu anlamda herkese gelir getirici bir iş, eşit ve parasız eğitim ve sağlık hakkı günümüzde oldukça önemlidir, evrensel bir hak olarak savunulmalıdır. Yine bu açıdan, mücadele alanına bağlı olarak, inisiyatiflerin yerel güç ilişkilerini, mafya ve uyuşturucu ağlarını, acımasız yerel piyasa güçlerini ve spekülatif kazanç koşullarını, rant ilişkilerini ve toplumsal çürümeyi yeniden üreten mekanizmaları da tasfiye edecek şekilde davranmaları önem kazanmaktadır. Bu süreçlerde korporatist yaklaşımların ortaya çıkması ya da bazı önderlerin, seçilmişlerin kısa sürede burjuva partiler ve sermaye güçlerince etki altına alınması süreci Latin Amerika deneyimlerinde oldukça sık yaşanmıştır.

Halk inisiyatifleri belirli bir strateji içinde ele alınacaksa, sosyalizm deneyiminden çıkartılan sonuçlar da örgütlenmeyi bugünden belirlemelidir. (Bu konu yazının konusu olmamasına rağmen kısaca değinmek gerekiyor.) Halk inisiyatiflerini bu anlamda sadece “devrime kadar” işlevlendirilecek oluşumlar olarak değil programatik veya paradigmatik olarak algılamak gerekir. Halk inisiyatifleri, halk meclisleri, işçi öz örgütlenmeleri, her dönemde halkı özneleştiren kurumlar olacaktır. Bu anlamıyla önemlidir. Çıkarılan derslerden, adım adım bütünlüklü bir sosyalist proje inşa edilebilmelidir, alternatif netleştirilmelidir. Öz örgütlenmeler olarak kooperatifler, konseyler, sovyet tipi örgütlenmeleri bu anlamda ele almak gerekiyor.

“Yani devrimler kapitalist üretimin kendi yapısından kaynaklanan çelişkilerle değil, eski üretim biçimleriyle çatışmasından doğan çelişkilerden harekete geçmiştir. (…) Sonuç olarak yaşanan proletarya devrimleri dönemine baktığımızda bunların kapitalizmin bir gelişme aşamasına denk düştüğünü bugün daha açıklıkla görebiliyoruz. Bu aşamanın başlıca özelliklerini şöyle sıralayabiliriz. İlk temel özellik, bu devrimler döneminde kapitalizm henüz toprakta ve sosyal yaşamda derebeylik düzenini temizleyememiştir, kapitalist gelişmenin bu anlamda restorasyonlarla ikide bir geri çekildiği ülkelerde proletarya ve köylülüğün aktör olduğu devrimler yaşanmıştır.” (M. Yılmazer, 2000, 2003). Yaşanan sosyalizm deneyimini ekonomizm ile eleştiren yorumlar değerlendirilebilir, (bkz. S. Amin, 2002). Üretim ilişkilerini sadece ekonomik alanda var olan ilişkiler, devrimi de dar anlamıyla üretim ilişkilerini dönüştürmek olarak anlamamak gerekir. Kapitalizmde üretimdeki sömürü, adaletsizlik ve yabancılaşma, toplumsal ilişkilerdeki yabancılaşma ve iktidar sürecindeki hegemonya birlikte var olur. Bu anlamıyla sosyalizm deneyiminden çıkan en önemli sonuçlar merkezi planlamanın rolü ve sınırları, işçinin üretimde yaratıcı yer alışı sorunu, devlet-parti-halk örgütlenmeleri ilişkisi ve bu açıdan yönetime katılım/halk denetimi gibi alanlarda yoğunlaşmaktadır. Bu alanların hepsinde ve aydınlanmanın ufkunu aşan bir sosyalist proje açısından, ekonomik-demokratik-siyasi mücadeleleri birlikte yürüten ve ikili iktidarlaşma yönelimiyle hareket eden öz örgütlenme ve halk inisiyatiflerinin rolü oldukça önemli olacaktır.6,7

Öz örgütlenme, toplumsal dayanışma ve iktidar

Kapitalizmin mantığının siyasal ve sosyal alanda kurduğu egemenlik ve kitlesel siyasetin çözüm olmaktan çıkması gibi bir süreçle karşı karşıya bırakılmaktayız. Oysa Türkiye nüfusunun maddi yaşam koşulları her zamankinden daha çok açıkça sınıflar mücadelesinin terimleriyle yeniden biçimlenmektedir. Bu anlamıyla sosyalist projenin olanaklılığı bu koşullar dahilinde düşünüldüğünde her zamankinden çok olanaklıdır. Kendiliğinden kitle hareketlerine yaslanamıyoruz… Günümüzde, bütünsel bir sistem olarak küresel kapitalizmin her geçen gün daha çok toplumsal olana/yerel olana nüfuz ettiğini, yerelin bağlamını etkilediğini düşünürsek halk örgütlenmeleri, dernekler ve öz örgütlenmelerde aktif eylemlilik ve halkın özneleşmesi olarak dayanışma ve güncel pratiklerden başlayacak bir mücadele örmek, yaygın hoşnutsuzluk ve tepkileri, adalet isteğini gündelik çıkarlarla birleştirerek örgütlü güce dönüştürmek gerekiyor. Emek sömürüsü, faizler, rant ve vergiler üzerinden ulusal ve uluslararası ölçekte sömürü ilişkilerini durduracak bir iktidar mücadelesi bu zeminlerden hedeflenebilir.

Devlete karşı olduğu kadar “piyasanın zoruna” karşı da mücadele edecek şekilde, ekonomik-siyasi-demokratik bir bütünlük içinde mücadele yaratmak zorundayız. Salt ekonomik taleplerle ciddi bir sonuç almak, neoliberalizmi varoluş koşulu sayan sermaye partileri açısından imkansızı istemektir, mücadele siyasi de olmalıdır. Dayanışma; eşit ve parasız eğitim ve sağlık talebi gibi taleplerle birleşince alternatif bir projenin bilinçlere kazınmasında etkili olur. Başka bir dünyanın mümkün olduğunu söylemek yetmez, mücadele içinde kolektivitenin ve dayanışmanın toplumsal örneklerini vermek gerekiyor. Dünya deneyimlerinin de gösterdiği gibi, krizler, yapısal işsizlik, düzensiz işler, mega-kentsel ve çevresel sorunlar, kalkınmacı dönemin sonu gibi süreçlerin yarattığı toplumsal parçalanma ve kamusal alanın özelleştirilip piyasaya tabi kılınmasına karşı, devlet ve sermayeden bağımsız sosyal alan, organizasyon gücü ve bilinçlenme olarak öz örgütlenmeler stratejinin önemli bir ayağıdır. Biliyoruz ki adalet ve eşitlik dayanışmanın toplumsallaşması ile gerçekleşebilir. Bu toplumsallaşma farklı toplumsal hareketler, inisiyatifler ve sendikaların yeni bir “dayanışma” tasarımı ile birleşik sınıf stratejisi oluşturacak şekilde bir araya gelmelerini sağlayarak mevcut ulusal ve uluslararası mücadelelerin, belirli bir amaç birliği etrafında güç kazanmasını sağlayabilir.

Devlet gitgide zenginlerin devleti olurken, bu alamda meşruiyeti sorgulanırken, kapitalizm bir dünya sistemi olarak insanlığa tüm iddiasına rağmen yeni değerler ve ideolojiler sunamazken olanaklarımızı değerlendirmeliyiz. Güncel sorunlarımız bizim bütünlüklü direnişlerimiz ve dayanışmacı yaklaşımlarımızla aşılırken, hem iktidar mücadelemize güç katacak hem de sosyalizm projemizi zenginleştirecektir. Yaşam mücadelesi, onur mücadelesi ile iktidar ufkunu yeni, yaratıcı ve geçmiş deneyimlerden ders almış bir şekilde birleştirmemiz gerekiyor.

Dipnotlar

(1) Bu konuda geniş bir yazın bulunmakla birlikte, sermaye birikim süreçleri gibi yapısal analizlerin dışında; sürecin öznel ve nesnel yönlerini bütünleştiren bir analiz için, M. Yılmazer’in I997’de yaptığı yoruma bakılabilir. Devlet zoru, 12 Eylül darbesi, işçi sınıfının kuşakları arasındaki kopmalar gibi faktörleri “kapitalizmin gelişim yolundaki tekleşme”, “devletçilik-liberalizm ayrımının kalmaması” gibi etkenlerle birlikte inceleyen bütünlüklü bir analiz olarak değerlendirilebilir. 1980 öncesi mücadelenin eleştirisi ise ayrıca yapılabilir.

(2) J. Petras’ın Küreselleşme ve Direniş kitabına bakılabilir.

(3) Dayanışmaevleri’nin bu konuda çok sayıda deneyimi oluştu. Deneyimler için www.dayanismaevleri.org

(4) Kapitalizmin belirlenimini arttırdığı yereli muhafazakar güçlerin hakimiyetine, hatta “medeniyetler” çatışmasının zeminine terk edemeyiz. Burada sorun Batı’nın bu kültürleri sabitlemesi ve kapitalizmi görmeden otonom etnik kültürleri düzene ekleyen bir yerden öne çıkarmasıdır, gerçekte iç içe geçmiş kültürel farklılıkları fetişleştirmesi, sabitlemesidir. (A. Dirlik, 2002) Bu, medeniyetler çatışması tezinin zeminini de örer. Bu söylem Üçüncü Dünya’da “Biz sizi zaten kabul ediyoruz ‘siz olarak’, neden kapitalist kültüre, ABD hegemonyasına karşı çıkıyorsunuz, demek ki siz kökten dincisiniz-ırkçısınız” söylemine dönüşüyor. Batı ülkelerinde ve AB’de ise göçler sonucu bir arada çalışmak/yaşamak durumundaki işgücünü bir arada kaynaştırmaya yönelik bir söylem olarak görülebilir. Bu anlamda tipik tezler için Ernesto Laclau’nun son dönem yazılarına bakılabilir.

(5) James Petras bu konuda önemli bir kaynak olarak yer alabilir. Petras mücadelelerin bu anlamda önemini vurgularken ayrıca özyönetim deneyimleri ve sosyalizm projesi içinde özyönetimin işlevleri üzerine önemli yorumlar yapıyor. Sosyalist proje içinde özyönetimin işlevleri üzerine önemli vurguları var. (“İşçi Özyönetim Deneyimleri Üzerine”, Cosmopolitik Dergisi, 6. Sayı)

(6) Gramsci, Mao, Kıvılcımlı çeşitli açılardan ayrı ayrı parti ile ve işçi sınıfını bu açılardan bütünleştirmeye, parti-halk örgütlenmeleri ilişkilerini dinamik bir çerçevede ele almaya çalışmışlardır. Eserlerinin bu gözle yeniden okunması faydalı olacaktır.

(7) Ulusal ölçekte demokratik ilerlemeler, iktidar mücadelesi ve devrimlerin dünya sistemi olarak kapitalizmle mücadelede önemi açısından A. Callinicos, Petras, Wood ve Yılmazer’den faydalanılabilir. Son analizlerinden birinde E. M. Wood küresel kapitalizmin indirgenemez ölçüde ulus devletlere bağımlı olduğu vurgusu üzerinden, ulusal ölçekte kapitalizmle mücadele ve demokratik dönüşümlerin önemine değiniyor. (E. M. Wood, Sermaye İmparatorluğu, Praksis 10, Yaz-Güz sayısı) A. Callinicos, sermayenin mantığının yerine ihtiyaçların gereklerini koymak, kademe kademe ekonominin yönetimini ele almak gibi yönelimlerin eninde sonunda sermaye ile bir güç sınavına girmek zorunda kalacağı vurgusu ile iktidara yönelik devrimci mücadeleyi yadsımamak gerektiğini, sermaye mantığını sarsacak talepler üzerinden ulusal mevziler elde edilebileceğini ifade ediyor.

Kaynakça

Amin, S., Entelektüel Yolculuğum, Ütopya Yay., 2003.

Amin, S., “Yoksulluk ve Sermaye Birikimi”, Cosmopolitik Dergisi, Sayı; 7, 2004.

Buğra, A., “Bir Toplumsal Dönüşümü Anlama Çabalarına Katkı: Bugün Türkiye’de E. P. Thomson’u Okumak”, Derleme: Küresel Düzen, Birikim, Devlet ve Sınıflar, iletişim Yay., 2003.

Callinicos, Alex, Anti-Kapitalist Manifesto, Literatür Yay., 2004.

Çatar, T., “Öğrenilmiş Acziyet ve Yaratıcılığın Sınırsızlığı”, Dayanışmaevleri Yoksulluk ve İşsizlikle Mücadele Kurultayı, Esenler Dayanışmaevi Tebliği, Alaz Yay., 2003.

Dayanışmaevleri Sitesi, www.dayanismaevleri.org, 2003.

Dirlik, A., The Predicament of Marksist Revolutionary Consciousness, Modern China, Vol2, 1983.

Dirlik, A., Prazniak, R. Places and Politics in an Age of Globalization, Rottman&Littlefield, 2001.

Direniş, Özgürlüğe Yürüyüş, Dayanışmaevleri Dergileri’nin çeşitli sayıları.

Ercan, F., Küreselleşme Sürecindeki Yerellikler: Homojenleşme ve Farklılaşma / Güç ve Eşitsizlik İlişkileri Üzerine, Bağlam Yay., 2000.

Erdoğan, N., “Bir Hissetme Yapısı Olarak Yoksulluk”, Toplum ve Bilim Dergisi, 2002.

Kızıltan, F., “Varoşlar Üzerine Notlar-I”, Düşünce ve Davranışta Yol Dergisi, Sayı: 4, Temmuz 2003.

Köse, A, H., Bağımsız Sosyal Bilimciler Sitesi, Söyleşi, 2003.

Oğuz, H., “Birleşik Sınıf Stratejisi”, Düşünce ve Davranışta Yol Dergisi, Sayı: 4, Temmuz 2003.

Öngen, T., “Küresel Kapitalizmin ve Sermayenin Yeni Hegemonya Stratejileri”, Petrol-İş Yıllığı, 2003.

Öngen, T., “Yeni-Liberal Dönüşüm Projesi ve Türkiye Deneyimi”, Derleme: ‘Küresel Düzen, Birikim, Devlet ve Sınıflar, İletişim Yay., 2003

Özuğurlu, Metin, “Eşitlik Körü Demokratikleşme Programlarının Eleştirisi”, Praksis Dergisi, Sayı: 10, Yaz-Güz 2003.

Özuğurlu, Metin, “Sınıf Çözümlemesinin Temel Sorunsalları”, Praksis Dergisi, Güz 2002.

Petras, J., Küreselleşme ve Direniş, Cosmopolitik Kitaplığı, 2002.

Petras, J. ve Veltmeyer, H., “İşçi Özyönetim Deneyimleri”, Cosmopolitik Dergisi, Sayı: 6, 2003.

Türkay, M., “Karar Süreçlerinin Özelleştirilmesi”, İktisat Dergisi, Haziran 2003. Wood, E. M., Kapitalizm Demokrasiye Karşı, İletişim Yay., 2003.

Wood, E. M., “Sermaye İmparatorluğu”, Praksis Dergisi, Sayı: 10, Yaz-Güz 2003.

Yılmazer, M., “Türkiye Devrimci Hareketinde Kriz ve 3. Dönem”, Yol Dergisi, Sayı: 6, Nisan 1997.

Yılmazer, M., “Günümüzde Devrim Sorunu”, Düşünce ve Davranışta Yol Dergisi, Sayı: 4, Temmuz 2003.

Yılmazer, M., Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş Çağına Ne Oldu?, Alaz Yay.