KAPILAR, YOLLAR VE DÜĞÜMLER ARASINDA ÖMRÜMÜZÜN HİKAYESİ: MÜLTECİLİK NEREDE OTURUR? – H. NEŞE ÖZGEN

Yol, Yaz 2017

Sınır neresidir?

Konu sınır olduğunda, sadece sınırı kollayanların ve sınırı zorlayanların değil, günlük hayata yansıyan tüm konuşmaların gizemli, entrikacı, komplocu veya korkunç öykülere hazırlıklı olduğunu görürsünüz. Zira sınır yüceltmelere, gizemleştirmelere, bu yolla öykülendirmelere çok yatkın bir konudur. Bir taraf tutulduktan hemen sonra sınıra dair bütün mevzular bir yandan öykülendirilip diğer yandan genellenerek, stratejist sloganlar atılabilir. Oysa sınır, bir sosyal sorun olmasının ötesinde de tartışılacak bir sosyolojik olgudur. Diğer bir deyişle, bir tür ‘pleb felsefesi’ne ya da ırkçı milliyetçi bakışlara kapılmadan sınırı çalışabilmek için gerçekten serin duraklama noktaları bulmak gerekiyor.

Sınır; engellemenin-sekteye uğratma’nın ve aynı anda da devamlılığın imkanını veren somut bir nesne, bir yer’dir. Zira insanlar bu dünyada diğerleriyle birlikteyken, ‘nesne’lerle de birliktedir. Zira devamlılığın sekteye uğraması ve bir şeyin olacak olma/gerçekleşebilme (ab-grund) ihtimali ethico political bir bakış açısı sunar ve böylece ben’e de politik bir imkan da tanır. Böylece sınır ötekiyle buluşma şansını verebilecek bir mekan olarak kendini var eder ama bir yandan da nesne ve bir yer olma imkanını sadece ben’e bırakmayan ethico-political engellerini de içinde taşır. Sınırın olanakları hangi temaslara nasıl izin verir ve nesne ve yer olarak ben olma ihtimalini hangi engellerle baskılar?

 

Kapılar, Yollar ve Düğümler Arasında Ömrümüzün Hikâyesi:

Mültecilik nerede oturur?

H.Neşe Özgen[1]

Sınır üzerine konuşmaya başladığımızda ne konuşuruz? Vatan, devlet, toplumsal cinsiyet, mal ve insan ve her türden geçişler yani ekonomi, harita, beden, dil, etnisite… Sınır neredeyse tüm sosyal bilim kavramlarıyla kesişen ve bu kavramlar üzerinde yeniden düşünmeye zorlayan bir araştırma alanıdır. Sınır üzerine konuşmaya başladığımızda bu çalışma alanları da sınırı hem tanımlar hem de yeniden kurarlar: Etnik havuzların sınır ötesi uzantılarının vatan içi pazarlıklarda ne oranda etkin olabileceği, ticaret-akrabalık-etnisite-inançlar ve hukuk sistemlerinin sınır rejimleri ve vatandaşlık pazarlıklarındaki etkileri vb. konular sınır çalışanların gözde konularıdır.

Sınırı çalışmaya on beş yıl önce başladığımda, Türkiye’de sınırın kendisi üzerinde eleştirel bir sosyal bilimsel çalışma yapmak da, sınır çalışmak da, sınırın fotoğrafını çekmek de, sınırı eleştirmek de yasaktı: Zira sınırlar askeri bölgelerdir ve bu bölgelerde yaptığınız işin hangi aşamada devlet sırrını açıklamak anlamına geleceğine dair tanımlama çok belli belirsizdir. Bu bize sınırın sadece bir tel, sadece mayınlı alan ya da kapı olmadığını, aksine bir zonalite-geçirimsellik-uzantısallık ya da kısaca başlı başına bir uzam/mekan (space) olduğunu gösterir. Öyle ki, sınır geçişlerinin hiç de belirgin olmadığı sınırlar çok daha keskin, sert ve yaptırımı olan sınırlar olurlar. Örneğin AB içindeki sınırlar, AB onayı taşıyanlara serbest ancak bunun dışında olanlara müthiş kapalıdır. Ve bu anlamda AB sınırları retorik olarak da aşamayacağınız bir yüksekliktedir: “Medeniyetsiz”, “terörist” veya “sapkın olma” ihtimaliniz her an gündemdedir. Ama tabi her sınırı aşabilecek başka anahtarlar, başka şifreler de vardır: banka hesapları, kara para birikimleri, güçlü siyasi pazarlık ağları veya basitçe “salt beden” gibi. Böylece “sapkın ve hadsiz” mülteciler olarak, üç bin yıllık Roma yolunun, Via Egnatia’nin bir yerinde Bulgaristan-Macaristan-Romanya sınırında eksi yirmi derecede ölüme terk edilebilir veya Fransa’nın göbeğinde Calais’te bir kış gecesi çadırınızın içinde yakılabilirsiniz. Böylece egemenlik ve onun siyasi gücü, mültecilerin ölü bedenleri üzerinden kendisini yeniden yüceltir.

Öte yandan bu zonalitenin içeriye ve dışarıya doğru nerelere, ne kadar uzağa gideceği ve kimlere kadar uzayacağı meselesi vatanın gerçek sınırlarının etki alanını belirleyecektir. Dışardan gelene karşı yukarıda bahsedilen muamelenin bir de içerdekine gösterilecek sopayla ilgisi vardır: Bu zonalitenin değişimindeki ipuçları da bize devletin kendine ait bir milleti konumlandırdığı haritanın siyasetine dair çok önemli ipuçları verecektir. Örneğin bu son on beş yıldır çalıştığım sınırların tamamında yine aynı yasaklar sürmekle birlikte; sınırların biçimi, anlamlandırılması, uzamları ve vatanın kapsayacağı vatandaşın tanımı değişti. Sınırlar aynı kalıyormuş gibi görünüyordu ama üzerine konuştuklarımız ve sınırı belirten simgeler, semboller, sınırı zorlayanların ve sınırı kollayanların kim oldukları mütemadiyen değişiyordu.

Böylece devlet, yıllar boyunca kendini komşularının yeniden tarifinden tutun, iç ve dış düşmanların yeniden tarifine kadar pek çok alanda var etmeye devam etti. Bu zaman boyunca sınır da, üzerinde konuşmaya devam ettiğimiz sürece meşrulaşan ve kendini yeniden tarifleyerek vatanı ve vatandaşlığın temelini de kuran bir hal alıyordu. Durum sınır araştırmalarında deneyimlediğimiz mekanizmaları göstermekteydi: Kısacası sınır bir mekandı ve bir mekan olarak sınır kültürün bir imleyeni, göstereni olarak değil, aksine sınırın kendisi ve orada oluş biçimi, konumu, vatandaşlığı, kültürü ve siyaseti yeniden yaratabilen, kültürel işleve yataklık yapacak kapasitede bir sosyal yapı olarak kendisini ve devleti yeniden kuruyordu.

Sınır soyut bir kavram, kalınlığı olmayan bir çizgidir ve ayrı biçimde tanımlanan ya da farklı aidiyeti olan iki alanı birbirinden ayırır. Maddi varlığı yoktur. “Onun içindir ki, sınırı somutlaştıran duvarın aidiyeti, tüm uygarlıklarda sayısız hukuk sorunları çıkarmıştır.” (Yerasimos, 1997-8: 36). Elbette sınırlar ve uçlar boş bırakılmış medeniyet alanları değildir. Aksine onlar üzerinde (frontiers, territory) egemenliğin karşıyla ve içeriyle (tamamıyla üzerinde anlaşılmasa da) oldukça yapılandırılmış hükümleri vardır.

Öte yandan devlet bir sınır içine biriktirdiği kendi vatandaşıyla ve karşı devletle hukuksal ilişkisinde bir tür yatay demokrasi (horizontal democracy) ve yatay coğrafya (horizantal geographies) inşasını ideal olarak sunmak zorundadır. Öyle ki içeride vatandaşlık pazarlığını yapmış olan insanlar/topluluklar, bu pazarlıklarını bir coğrafyanın vatanlaştırılmasına bağlarlar. Yatay bir coğrafya olmaksızın yatay bir demokrasi inşasından da söz edilemez. Sınırın karşı tarafıyla ilişkilerde ise bunun tam tersinden söz edilebilir: Karşı karşıya duran devletlerin sınır politikalarının da yatay bir coğrafyalanma üzerinden gerçekleşmesi gereklidir. Ancak bu yapay coğrafyalanma, sınır içi vatandaş kimliğinin de yeniden tercihlenmesinin iradi ve gayri iradi tüm biçimlerini kapsar ve büyük oranda belirler.

Yer Kimliği: Milli ve Küresel Bir Ortaklıkla Makbul Vatandaş Olmamızı Nasıl Yeniden Oluşturur?

  • Devletin Küresel ve Bölgesel Onayı:

Sınır üzerine çalışmalar, özellikle Avrupa Birliği’nin 6. ve 7. Çerçeve araştırmalarıyla hızlandı.

Sınır üzerine yapılmış çalışmaları iki türlü düşünmek mümkün:

Yukarıdan bakışlı çalışmalar: Politik bilimler ve uluslararası çalışmaların etkilediği büyük ölçekli kalkınma projeleri içinde ve küresel sistemin akışkanlığı, geçirgenliği ve geçerliği üzerine yoğunlaşmakta.

Aşağıdan bakışlı çalışmalar ise daha çok, vatandaşlık ve egemenliğin kısıtları, sınırın metaforik yorumları, diğer bir deyişle de sınırın ve sınır boylarının metaforik anlatıları ve kültür-kimlik araştırmaları üzerinden ilerliyor. Sınırın simgesel kurguları, kimliğin kurgulanması ve kurulumu, hala sosyal bilimciler için en gözde ve çekici konular.

Bu yazıda sınıra sadece onu kollayanlar ve onu zorlayanlar açısından bakmanın ötesine geçerek; bu dikotomik romantizmden uzaklaşmaya çalışacağım. Buradaki savunum, sınırda engellemenin-sekteye uğratma’nın ve aynı anda da devamlılığın imkanını veren hem somut bir nesne hem de bir yer olması üzerine kurulu. Zira insanlar bu dünyada diğerleriyle birlikteyken, ‘nesne’lerle de birliktedir. Zira devamlılığın sekteye uğraması ve bir şeyin olacak olma/gerçekleşebilme (ab-grund) ihtimali ethico political bir bakış açısı sunar ve böylece ben’e de politik bir imkan da tanır. Böylece sınır ötekiyle buluşma şansını verebilecek bir mekan olarak kendini var eder ama bir yandan da nesne ve bir yer olma imkanını sadece ben’e bırakmayan ethico-political engellerini de içinde taşır. Sınırın olanakları hangi temaslara nasıl izin verir ve nesne ve yer olarak ben olma ihtimalini, hangi engellerle baskılar?

Sınır çalışmalarında kabaca iki görüşten söz edilebilir: İlki devletin egemenliğinin yabancılaştırıcı bir unsuru olması, ikincisi ise devlet ile egemenliği arasında sosyal olarak kurgulanmakta olan bir flux olduğu savı.

Bu yazıda, ben ve öteki’nin sınır boylarında yaşadığı karşılaşmaların ve bu karşılaşmanın ethico-political imkanları ve engellemeleri üzerinde duracağım. Sınırın nesne ve yer olmaktan çıkartılarak bir mekan (space) olarak inşasını; Türkiye’nin Entegre Sınır Yönetimi Strateji Raporları (IBM-Integrated Border Management of the External Borders in Turkey. 2016) üzerinden tartışacağım. Sınır bir tür pratikler ve söylemler seti olarak bütün topluma yayılır; sınırın üretimi ve yeniden üretimi egemenliğin de yeniden üretimidir. Özetle: Sınır içinde bırakılan/kalan/kalmayı kabullenenlere yönelik oluşturulan dikey vatandaşlık/hiyerarşik vatandaşlık düzenlemesinin, karşıyla oluşturulan yatay coğrafya düzenlemesi temelinde oluşacağını; egemenlik alanlarının karşıyla ilişkilerini düzenleyen kurallar bütününün, aslında içerdeki vatandaşlık pazarlıklarını çok büyük oranda belirlediğini savunacağım.

Bunu yaparken de hem Yerasimos’un hem de S. Elden’in geliştirdikleri territory kavramlarını kullanacağım. Territory, şimdilerde de en çok tartışılarak gelişmeye devam eden bir kavram; egemenlik için çarpışan ama bir devlet edinmek için uğraşmayan pek çok örnek var: Örneğin Bağımsız Kürdistan kampanyaları, bağımsızlık için Doğu-Timor’un, Batı Sahra’nın, Tibet’in, Doğu Türkistan’ın uzun soluklu çekişmeleri vb. pek çok örnek, bir devlet tarafından alınmış olsa da egemenlik kontrolünü talep edenlerin hikayesiyle dolu. Ne için savaşıyorlar: Bölünme, haritalanma, tanınma, pay alma ya da dönüşüm için? Çoğunlukla ulusçu bir çatışma ile karakterize edilseler de asıl çatışma bir mekanın kontrolünü ele geçirmekle ilgilidir. (Elden. 2012. 1) Ancak böylesi bir iddia ne tuhaftır: Bir topluluğun bir toprak parçasının bir kısmının asıl sahibi olduğu iddiaları nereden geliyor?

Zira Yerasimos’un önerdiği üzere: “Sınır öteye geçmenin bir önkoşuludur.” (Yerasimos, 1997-8:34-37). Dolayısıyla “özgürlük” diyor Yerasimos, “Kişinin kendi sınırlarını tanıyabilmesi, onlara sahip çıkabilmesi ve elbette onları aşmasıdır. … “Bağımlılık ise bu sınırın başkalarına kaptırılmasıyla ortaya çıkar. Bu açıdan bakıldığında tarih içinde sınırların kesinleşmesi, baskıya yönelik bir süreç değil, kişi ve toplumlararası ilişkileri açıklığa kavuşturan bir evrim olarak algılanmalıdır. Duvar kendi başına olumlu ya da olumsuz bir öğe değildir, her şey onda açabileceğimiz kapı ve pencerelerin sayısına ve niteliğine bağlıdır.” (ibid: 35).

  • Coğrafyanın Vatanlaştırılması: Vatanın Yer’leştirilmesi:

Jean Jacques Rousseau “Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip burası benimdir diyen ve buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara; sakın dinlemeyin bu sahtekârı, meyveler herkesindir toprak hiç kimsenin değildir ve bunu unutursanız mahvolursunuz diye haykırsaydı işte o adam insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı.” diyor. Hem İslam hukuku hem de Roma hukuku toprağa bir daha asla herhangi bir şey/eşya olarak bakmamış; hem elde edilişine hem elde tutulmasına, tasarrufuna birbirinden farklı hükümler getirmiştir. Örneğin İslam hukuku; Hz. Muhammed’in “Henüz hiç kimsenin eline geçmemiş bulunan bir şeyi kim ilk önce ele geçirirse o şey, o kimsenin olur.” (Ebû Dâvud, İmâre, 36, H. No: 3071) sözünün üzerinde inşa ettiği mülk hakkını, ihya ile de bağlar. Esmer b. Müderris bu hadisi naklettikten sonra şöyle demiştir: Hz. Peygamber bu sözü söyleyince herkes araziye dağılarak işgal etmek istedikleri toprak parçalarını adımlayıp işaretlemeye başladı. Başka bir hadiste buna ihya unsuru eklenir. “Kim ölü bir toprağı ihyâ ederse, o toprak onundur. Haksız dökülen ter için bir hak yoktur.” (Buhârî, Hars, 15; Ebû Dâvud, İmâre, 37; Tirmizî, Ahkâm, 38; Mâlik, Muvatta’, Akdiye, 26, 27). Ancak sonuçta elbette mülk Allah’ındır. Öte yandan Roma hukuku, işleme ve yararlanmanın sınırlarını kamusal alan ile sınırlar. (bkz. Özgen, 2013)

Sınırın, onun yarattığı ve meşrulaştırdığı egemenlik alanlarının karşıdan geleni ağırlamakta nasıl farklılıklar gözettiği bu iki hukuktan hangisinin seçilmiş olduğu üzerine kuruludur. Burada durup Derrida’nın o meşhur konuksever-mez-lik kavramını hatırlamakta yarar var (Bkz. Derrida, 2012: 7-15). Ona göre: “Dünya Hukuku= kozmopolitik hukuk genel konukluğun koşullarıyla sınırlandırılmalıdır.” ibaresi, zaten baştan itibaren ayırma ve koşullu koşulsuz konukseverlik konusunu ortaya çıkartmaktadır. Böylece kimin içerde kimin dışarda tutulacağı kimin dışlanacağını belirleyen, ev içi ve dışının kurallarını belirleyen yerel sorgunun önemini de vurgulamaktadır.

Bir an durup düşünelim: Ulus egemenliği hangi oranda ve ne kadar ve elbette nasıl uluslararası sistemlere göre kendi egemenlik alanlarının yerli kurallarını benimseyip, pazarlık edebilir?

Daha önemlisi, vatandaşlık pazarlığının yatay veya dikey hiyerarşisi ulus-devletini pazarlık alanlarında ne oranda, nasıl etken olabilir?

Mevcut sınır güvenliği çalışmaları, tartışmaları çoğunlukla kriminoloji araştırmaları ve devlete yönelik suçlar ekseninde analiz eder. Ötesinde sınırın bir tür savaş mekanı olduğunu ima eder. Gözetleme teknikleri, yüksek teknolojili izlemeler, Radio Frequency Identification (RFID), biometrik analizler vb. sadece ülke içindeki gözetim için değil fakat aslında en çok, en yoğun sınır boylarında kullanılır. Ulusal egemenliğin korunmasının çapraşık kuralları; kimi ülkeler için İslam Hukuku’nu kimileri için Roma Hukuku’nu odak alsa da, sınır çoğunlukla bir suç ve güvenlik sorunu olarak ele alınır. Ve genellikle de devlet-vatandaşlık pazarlığındaki tüm akış, bulanıklık, belirsizlik ve sürekli pazarlık vb. ilişkilerini zemin kabul etsek dahi; sınıra bir set, geçişsizlik addederek bakıldığında; sınırlarımızdan içeri kimin girip kimin kalacağını, ‘konukların’ hususi biçimde, iç hukuka göre ne kadar belirlenebileceğini sağlayan asıl unsur: bu iç ve dış hukuk sistemlerinin ne kadar uyumlu olabileceğine bağlı görünmektedir.

Oysa 6. ve 7. Çerçeve Programları’yla Türkiye’ye de önerilen IBM (Entegre Sınır Yönetimi) Projesi Türkiye’nin sınırlarının AB’ye güvenlik açısından uyumlaştırılmasını öngörürken; aynı hızla hem ulus-devlet tarafından hem de sınır vatandaşları tarafından dönüştürülmekte, çekiştirilmekte ve böylece hem sınırın kendi asimetrisini, kendi egemenliğini (territoriality of border) de yaratmaktaydı, hem de ulus devletin sınırlarındaki alanları da sınırlılaştırmaktaydı (borderlines). Böylece sınırın kendisi hem bir egemenlik alanı hem de belirsizleştiren bir alan olarak sadece gireni ve çıkanı sorgulayan, diğer bir deyişle “yabancıyı ayırt eden” bir alan olarak değil, aksine içerdekinin ne oranda sınıflanacağını da belirleyen bir öge olarak iş görüyordu. Birbiri üzerine binmiş bu üç egemenlik alanı (uluslararasılık, hukuk sistemi ve yerellik) birbiri üzerinde çeşitli pazarlıklarla işlerken bir yandan da sınırı uzamlaştırıp, ben’in ethico political olarak inşasını imkansızlaştıran en önemli bariyer haline gelmekteydi.

AB’nin 2006 Komisyon Raporu ilan edilen IBM stratejisi (Guideliness for Integrated Border Management in EC External Cooperation) içerik olarak asıl hedefinin Türkiye’nin sınır güvenlik sisteminin Avrupa’nın dış sınırlarına uyumlulaştırılması olduğu ifade eder. Türkiye de bu imzayla bu yapıyı tamamlamayı kabul etmiştir.

2006-2013 arasında devam etmiş olan Entegre Sınır Yönetimi politikasının esas ilgi alanı öncelikleri şöyle sıralanıyor: “Bu itibarla AB müktesebatının öngördüğü askeri olmayan sınır yönetim anlayışının Türkiye’de tam olarak yaygınlaştırılıp etkin hale getirilebilmesi için yapılanmaya ilk aşamada batı kara (yeşil) sınırlarından başlanılması, yatırımlarda ise önceliğin yasadışı göçün yönü dikkate alındığında risk taşıdığı değerlendirilen doğu ve güneydoğu kara sınırlarına verilmesi yerinde olacaktır.” (Türkiye’nin Entegre Sınır Yönetimi Stratejisinin Uygulanmasına Yönelik Ulusal Eylem Planı, 2006:38). Bu hususlarda veri toplama yetkisi de İçişleri Bakanlığı bünyesinde kurulmuş olan Entegre Sınır Yönetimi Koordinasyon Kurulu ve TÜİK, Adalet Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı tarafından sağlanmaktadır. Böylece baştan itibaren verilerin taktik seviye istihbaratına tabi oldukları kabul edilir, bu verilerin değerlendirmeleri de “Taktik Risk Analizi” olarak ifade edilir (Schengen Catalogue, 2002:14). Benzer şekilde AB dış sınırlar ajansı Frontex de risk analizini stratejik, operasyonel ve analitik olarak üç başlık altında ele almaktadır (Frontex, 2012). Bu konuda yazılmış olan çeşitli makaleler ve yorumlarda en çok rastlanan öneri de zaten Entegre Sınır Yönetimi’nin entegre olamadığından yakınmakta, entegrasyon için öncelikle sınırdan sorumlu kurum ve kuruluşların bir çatı altında toplanması (bkz. Soyaltın) gerektiği vurgulanmakta; öte yandan ESY Fizibilite Raporu’nda “tüm sınırların ayrı özellikler taşıdığını” bildirerek “her sınır için farklılıkların da dikkate alınması gereği” hararetle savunulmaktadır.

Kabul anlaşmaları yerleştirilmiş, böylece Sınırın Entegre Yönetimi; iltica, Frontex ile işbirliği, vize politikaları, personelin mültecilik konusundaki eğitimleri, biyometrik kimlikler ve belge güvenliği eğitimi vb. konularına indirgenmiştir (AB Komisyonu 2011 Türkiye İlerleme raporu, Göç ve İltica Alanı- Adalet, Özgürlük ve Güvenlik başlıklı 24. Fasılı). Bunların sağlanmasında esas unsur olarak da “Daha uygun bir altyapının kurulması ve özellikle elektronik araçlar, mobil ve sabit kızılötesi video gözetleme kameraları (CCTV sistemleri) ve diğer sensor sistemleri gibi gözetleme ekipmanlarının daha yaygın kullanımı da dahil, bazı alanlarda daha fazla ilerleme kaydedilmelidir. Üst düzeyde mesleki yeterliliğin sağlanması amacıyla temel eğitimler ve uzmanlık eğitimlerinin düzenlenmesi için daha fazla çaba sarf edilmesi gerekmektedir. Ulusal, bölgesel ve yerel düzeylerde risk analizi yapılmalıdır.” uyarısı merkeze konulmuştur. (http://madde14.org/index.php?title=AB_Komisyonu_2011_Türkiye_İlerleme_Raporu). Öte yandan ESY’nin V.3 kısmında Alınması Gereken Öncelikli Tedbirler altındaki ilk madde V.3.1. Terörizm ile Mücadele başlığını (Organize Suçlar veya İnsana Yönelik Suçlar’dan önce) taşır. Bunun ikinci basamağında da “Terörle mücadele BM Güvenlik Konseyi’nin almış olduğu 1624 Sayılı Karar’da sadece teröristlerin değil, terörizmi teşvik edenlerin de cezalandırılması ile medya, sivil toplum kuruluşları, iş dünyası, eğitim ve dini kurumlara da görev biçilmesi hususunda yasal düzenleme yapılması çağrısı doğrultusunda hukuki alt yapı oluşturulmalıdır.” ibaresi yer alır.

Böylece uluslararası sınırın düzenleyiciliğinde gerçekleşmekte olan Güvenlileştirilmiş Sınırlar Yönetimi, önce “mültecilik ve düzensiz göçün önlenmesi”ne indirgenir; giderek Geri Kabul’ü sağlayabilecek bir ortaklık kurmayla sonuçlanırken; ulus sınırları içinde de sınır vatandaşlığının terör örgütü yardımcılığına ve kaçakçılığa terfiiyle sonuçlanır. Agamben’in kullandığı Koruyucu Gözetim kavramı, yani  Schutzhaft (Agamben, 2001), suç unsuru oluşturan herhangi bir davranıştan bağımsız olarak, sırf devletin güvenliğine yönelebilecek bir tehlikenin önüne geçilmesi için “gözetime alınması”, tamamen sınır boylarındaki vatandaşın omuzuna yüklenen bir damgalama olarak hizmet edecektir.

Bütün bunlardan sonra Torpey’in (2007) Kalın ve İnce Gözetleme kavramlarını kullanmak, çok yerinde olacaktır. Buradaki İnce Gözetleme tarafları tarif ederken, Kalın Gözetleme düşük statülü grupları ve marjinal grupları anlatmaktadır: (kadın memurlar, köylüler, şoförler, akçalı işlerde çalışmayan memurlar/veteriner, sağlıkçı vb). Sınır gözetleme teknolojilerinin kendisi, varlıkları teknik olarak onaylanarak çalışmaları sağlanarak güvensizlik algısı yükseltilmekte; sınırda yaşayanların terör ve kaçakçılıkla irtibatı iması güçlendirilerek, güvenlik odaklı yönetim hem ulusal hem uluslararası sınır yönetimin odağına yerleştirilmektedir.

  • Vatanın Küresel ve Duygusal Onayı: Mültecilik nerede oturur?

Sınırlar, uçlar devletin irrasyonel meşruluğunun en iyi görüleceği yerlerdir. O ülkede ne oluyorsa sınırda da o olur, ama ek olarak sınırda o ülkede hiç olmayan şeyler de olur. Sınırlar, devletin kendi yasaklamış olduğu aktiviteleri yine kendisinin ne kadar beceriyle yasallaştırdığını, kendi sınırlarının meşruluk alanlarını ve geçişe uygun bulduğu arazileri hem sabit ve hem de değişen politikalarla nasıl çizmekte olduğunu en iyi gösteren “mekan”dır. Devlet kendi karşıtlığını da bir yandan yasallaştırır ve meşrulaştırır ve böylece sınır bu tekinsizliğin, oynaklığın ve keyfiliğin en benzersiz biçimde somutlandığı “mekanlar” haline gelir. Diğer bir tanımla sınır osmotik (geçişimsel) bir yapıdır: Örneğin mal, insan veya düşüncelerin meşrulukları durmaksızın öylesine sürekli olarak değişir ki meşru olanla yasal olanın bu karmaşık ilişkisi sayesinde vatandaşlık da ancak “devletin (o an için) makbul saydığı” kalıba göre yeniden tanımlanır. Bu sonsuz biat, bu sürekli değişen tanımların kalıplarına boyun eğme zorunluluğu vatandaşlığı sürekli baskı altında tutar. Ve hemen ardından yeni pazarlık mevzilerini de yeniden buna uygun olarak kurmak zorunda bırakır.

 

Devlet, suçun soruşturulmasından ziyade suçun yeniden üretimine dair pratikleri en iyi sınırda dener. Tekinsiz, bulanık ve yarı geçirgen haldeki sınırlar öncelikle vatanın ve devletin ve sonra buna uygun vatandaş tipine dair tanımın ne olduğunun en iyi gözlemleneceği yerlerdir. İktidar sahipleri bu pazarlığı iki şekilde yaparlar: Birincisi, sınır ve vatanı metaforlaştırarak, gerçek imgeleri bazı materyallerle bezeyerek. İkincisi, bu metaforları yeniden üretilen vatandaş kimliğinin ve tabii vatanın bir parçası olarak meşrulaştırarak. Dolayısıyla, bir yer ve mekan olarak sınır, aynı zamanda devletin geçmiş mekan üzerinden yeniden haritalanmasıdır.

 

Geçişlerin ve sınır üzerine pazarlıkların belirsizleştirilmesi, yerel muhataplarla pazarlık ağlarının muğlaklaştırılması, yeni dönemde devletin sınırları yönetmek için izlediği en önemli politikadır. Örneğin, Bodrum sahilinde sulara uyurmuş gibi uzanmış yatan Alan Kurdi’nin fotoğrafı sadece Türkiye’deki mülteciler üzerine baskıyı artırmakla kalmadı, ötesinde ülke içindeki kültürel, sosyal vb. sınırları da yeniden ve daha sert olarak pekiştirdi. Bir sınırı ihlal edenlerin, yani mültecilerin mutlaka yalnız ve mutlaka çaresiz ve mutlaka kendi vatanlarından ve mutlaka zorla sürülmüş olduklarını sürekli imleyen, bu nedenle mülteciyi anonim bir sınıf-dışılığa, oradan da giderek anonim bir kayba eşitleyerek, bir sayıya veya sadece ölü bir çocuk bedenine indirgeyen yeni bir algı geliştirildi: Mülteciler-özellikle şefkati hak etmeleri için ya bebek, ya etnik, ya dindaş, ya kadın vb. ama mutlaka ÖLÜ olmak ve mutlaka ölürken de MASUM olmak zorunda bırakıldılar.

Böylelikle vatanından kaçmak zorunda bırakılanların ya masum ya da şeytan olduğu algısı, bizi kendi vatandaşlığımızın yeniden kurgusuyla baş başa bırakmakta: Vatan vazgeçilemeyecek ve etrafı güvenlik birimleriyle korunmuş, dört bir yanı düşman tehdidiyle sarılı ve çok şükür ki bunların içeri girmemesi için sınırları ve duvarları olan “bir Cennet,” dışarısı ise “bir Cehennem” olarak yeniden kurgulanmakta.

Böylece yeniden sınırları yükseltilen, yeniden sınırlandırılan bu vatanın içindeki insan-vatandaş tiplemesi de ahlakçı bir yargıyla yeniden tesis edildi: “Ya bizdensin ya onlardan!”

Özetle; sınırlar dünyada ve Türkiye’nin her yerinde yeniden sertleşti ve sınır aşmaya çalışanların bedenleri üzerinden ulus devletlerin meşrulukları da giderek pekişti. Devletin sınır pozisyonunda sabitlenen politikası da sınırı sertleştirmek ve tekinsizleştirmek oldu. Hatta bunun sonucu olarak vatan içinde yeni sınırlılaştırmalar (Cizre, Sur, Nusaybin, Silopi, Gazi Mahallesi, Taksim vb.) ve vatandaşlık tanımlarında değişmeler (itaat-biat-sorgulamaksızın kabullenme vb.) ve giderek tüm vatan hattının tampon bölge (no-Mans’ Land) haline geldiği bir dönem başladı.

Sınır hem vatandaşlığımızın kendi kabullerimiz dahilinde nerede sonlanacağını belirleyeceğimiz kadar güçlü bir simge hem de bizim nerede engellenmekte olduğumuzu anlatacak en önemli gösterenlerden birisi. Ancak, şimdiye kadarki tecrübelerimiz bize şunu gösteriyor: Basitçe sınırların kaldırılmasını istemek bir boş gösteren olmaktan öteye geçemiyor. Birbiriyle eşitsiz yaşamların olduğu iki mekanın arasındaki sınırların kalkması, ancak birinin diğerini sömürmesiyle, yeni bir devletin egemenliğinin pekişmesiyle, dahası birbiriyle çatışan geçici mülteci hayatlarımızı birbirimize ispat ederken heba etmemizle sonlanıyor, sonuçlanıyor.

Yer’lerle ilişkimizi araziye çevirerek devlet mülküne kaydettiğimizi,

yani yer olan hayatımızı devlet mülkünde arsalaştırdığımızı idrak ettiğimizde,

yabancının, mültecinin dışarlıklı bir parça değil, aksine bin yıldır o araziye ortak edilmek için bekleme odasında tutulan aynı yerselliğin insanları olduğumuzu idrak ettiğimizde,

O aynı yerde,

O yersizlikte ve mülksüzlükte, aynı mülteciler olarak

sınırı yıkabiliriz.

 

Kaynaklar:

  • Agamben, G. 2001. Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. Ayrıntı Yay., İst.
  • Derrida, J. 2012. Jacques Derrida İle Birlikte: Pera Peras Poros. İş Bankası Kültür Yay.
  • S. 2012. “How Should We Do the History of Territory?”. Territory, Politics, Governance, 2013 http://dx.doi.org/10.1080/21622671.2012.733317
  • Özgen. N. 2013. “Egemenlik Kavramındaki Değişmeler” . Workshop on Turkey’s Migration Policy from 2002 to 2012: An Assessment of the AKP’s Reforms. http://neseozgen.net/wp-content/uploads/Egemenlik-Kavram%C4%B1ndaki-De%C4%9Fi%C5%9Fimler-.pdf
  • Soyaltın. D. 2013. “Bir iyi, bir kötü haber ya da hiç haber: Türkiye’de Düzensiz Göçün Yönetimi” http://researchturkey.org/tr/good-news-bad-news-or-no-news-management-of-irregular-migration-in-turkey/
  • Torpey. S. 2007. “Through Thick and Thin: Surveillance after 9/11” Contemporary Sociology, 36: 2. http://journals.sagepub.com/doi/abs/10.1177/009430610603600204?journalCode=csxa
  • Yerasimos, S. 1997-8. “Sınır, Uç veDuvar”. FOL-7, MO Yayıncılık, İstanbul.
  • ·Schengen Catalogue, 2002. EU Schengen Catalogue. External borders control, Removal and readmission: Recommendations and best practices EU Council – General Secretariat DG H, Brussels.
  • http://madde14.org/index.php?title=AB_Komisyonu_2011_Türkiye_İlerleme_Raporu
  • Türkiye’nin Entegre Sınır Yönetimi Stratejisinin Uygulanmasına Yönelik Ulusal Eylem Planı,” [National Action Plan for the Application of Turkey’s Integrated Border Management Strategy], 2006.

 

[1] Prof. Dr. Sosyolog. University of Macedonia. Thessaloniki. GR. [email protected]