İDEOLOJİK ÖNCÜLÜK FİİLİ ÖNCÜLÜK TEZİNİN ELEŞTİRİSİ – OSMAN DEVREZ
Çağdaş Yol, Sayı 5, Eylül 1988
İşçi Çalışmasına Yaklaşım
Eğer Doğudaki gelişmeleri bir yana bırakırsak, bugün emperyalizmi ve Türkiye’deki egemen sınıfları düşündüren iki hareket öne çıkmıştır. İşçi sınıfı ve öğrenci gençlik hareketi. Diğer tabaka ve sınıflar elbette bugünkü gibi kalmayacaklardır. Ama sürecin gelişimi, özellikle işçi sınıfının toplumsal muhalefetteki ağırlığının ve öneminin daha da artacağını gösteriyor.
Fakat toplumsal muhalefet örgütsüzdür ve kendiliğindendir. Toplumsal muhalefetin zayıflıklarının özünde, işçi sınıfı partisinin yokluğu yatmaktadır. İşçi sınıfı çağımızın en bilimsel ve en devrimci teorisiyle bütünleştirilememiştir. Henüz ortada işçi sınıfı temeline oturmuş, işçi sınıfı hareketiyle öğrenci gençlik, köylülük, küçük burjuva tabakalar ve Doğu’daki mücadele arasında eşgüdüm kurabilecek bir devrimci örgüt yoktur.
Tüm yaşanılalar, işçi sınıfı hareketine dayanmadan, bu temele oturmadan Türkiye’de kalıcı ve ciddi bir örgütlenme yapılamayacağını göstermektedir. Ve bugün Türkiye solunda (reformisti, halkçısı, sosyalisti dahil) bu gerçeği görmeyen hiç kimse kalmamıştır. Artık en köylücü örgütler, bile, şanlı işçi sınıfından ve onun içinde çalışma yapmanın zorunluluğundan dem vurmaya başladılar. Palas pandıras halleriyle yükselen işçi sınıfı hareketine yetişmeye çalışıyorlar.
Diğer yanda ise reformist siyaset kibarları, bir yandan seviyeli (!) siyaset yapmayı sürdürürken, öte yandan işçiler arasında sahip oldukları yarı-siyasal düzen ilişkilerini korumaya ve geliştirmeye çalışıyorlar. Devrimci örgütlerin ağır darbeler yemelerini, ideolojik zaaflarını ve işçi sınıfı hareketinin yükselmesini fırsat bilerek konumlarını güçlendirmeye uğraşıyorlar.
Şimdi sorun şudur: İşçi sınıfına nasıl ve hangi siyasi görüşlerle gidilmelidir, geçmiş deneyimlerden çıkarmamız gereken dersler nelerdir?
Şimdi kısaca reformizmin ve halkçı siyasetlerin işçi çalışmaları üzerinde kısaca duralım.
Reformizmin işçi çalışması
Reformizm işçi sınıfı hakkında halkçı ön- yargılan taşımamakla ayırt edilir. Reformizmin belli başlı çalışma alanının işçi sınıfı içinde burjuvaziden sonra en etkin güç olagelmiştir. Bugün de bu durum geçerlidir.
Reformizmin işçi çalışması bugüne kadar, ekonomik çerçeveyi, sendikal sınırlan aşamamıştır. Reformizm teorisinde kendini ekonomik mücadele ile sınırlamaz. Bu mücadelenin siyasi mücadeleye bağımlı olması gerektiğini, işçilere sosyalist bilinci götürmenin zorunluluğunu bilir. Bunların teorisini de yapar. Fakat işçi çalışmasından elde ettiği sonuç, bir kaç sendika ya da fabrikada, ekonomik mücadele temelinde örgütlenmiş, siyasi alana bir türlü sıçrayama- yan belli işçi çevreleridir. Bu neden böyle olmuştur?
Bunun esas nedeni, reformizmin toplumsal süreci, sınıflar mücadelesinin genel gelişimini anlamadaki yanlışlıklarıdır. Kısacası siyasi körlüktür. Reformizm devrimciliğin tersine, mevcut sorunların çözümünün bir devrimi zorunlu kıldığını, bu nedenle kitlenin en küçük kıpırdanışını dahi devrim için örgütlemek ve bu yola kanalize etmeye çalışmak gerektiğini anlamaz.
Reformizm işçi sınıfının mücadelesine devrim açısından bakmaz. Reformizmin genel çizgisi, işçi sınıfını devrimin öncüsü bir güç olarak örgütlemek yerine, bu sınıf içinde özellikle sendikal mevziler kazanarak burjuvaziyle daha uygun pazarlık yapabilecek bir konuma erişmektir. Gerçi devrime açıktan açığa karşı çıkmazlar. Ama onlara göre devrim “bugünden yarına” olacak bir iş değildir. Epey uzaktadır. Bu nedenle güncel sorunların çözümü için devrim istemini, devrimci sloganları ön plana çıkarmaya, hareketin örgütlenmesinde bunu başa almaya gerek yoktur. Üstelik ona göre böyle bir şey demokratik mücadeleye zarar verir, egemen sınıfların oyununa gelmek olur.
Reformistlerin birçoğu programlarına hemen hemen tüm devrimci istemleri koyarlar. Bunları isterler. Ama bu istemlerin devrimle gerçekleşebileceğini ve şimdiden öne çıkarılmaları gerektiğini anlamazlar. Sonuçta da bu istemler programlarının süsü olarak kalırlar.
Reformizmin bu deneyiminden çıkan sonuç şudur:
Asgari devrimci demokratik istemler yerine, burjuvazi eliyle yapılabilecek aldatmaca reformlara razı olan, güncel mücadeleyi devrim istemini ön plana çıkararak, devrim içi örgütlemeyen bir anlayışın işçi sınıfı çalışması, sendikalizmden başka sonuç vermez.
Halkçı siyasetlerin işçi çalışması
Özellikle 1970’li yılların sonlarında devrimci örgütlerde işçi sınıfı hareketine doğru bir eğilim gözlenir. Ama bu eğilim, bu örgütlerin işçi sınıfı hakkındaki düşüncelerini değiştirmiş olmalarının, yapılan yeni teorik tespitlerin ürün değildir. İşçi sınıfı hakkında önyargıları ve yanlış görüşler hâlâ devam etmektedir. Değişiklik pratiğin gelişimindedir. Bu yıllarda öğrenci gençlik, gecekondular, şehir ve kırlardaki küçük burjuvalar yılgınlık ve bıkkınlık emareleri göstermeye ve yavaş yavaş geri çekilmeye başlamışlardır. Buna karşılık işçi sınıfının kendiliğinden eylemleri sürekli yükselmeye devam etmektedir. Bu gelişim karşısında, kendiliğinden hareketin önüne geçme yeteneğinden yoksun, hareket nereye çekerse oraya sürüklenen devrimci örgütler, işçiler zayıftır, fiili önder olamazlar, önce gidip kırlardaki köylülüğü örgütlemek gerekir” vs. türünden teorileriyle birlikte kendilerini işçi sınıfı hareketinin göbeğinde buluverdiler. Cunta devrimci örgütleri böylesi bir garip durumda yakaladı. Teorilerinde avaz avaz işçilere söylemedikleri lafı bırakmayan halkçılar, cuntanın bastırdığı bir anda, işçi sınıfına doğru koştururken yakalandılar. Bu çelişkili durumlarından dolayı işçilere, “kalkın direnelim!” diyecek bir yüzü kendilerinde bulamadılar. Tıpkı reformist sendikalar gibi davrandılar. Etkin oldukları işyerlerindeki ve sendikalardaki işçilere bir tek direniş çağrısı bile yapamadılar.
Yani devrimciler işçi sınıfına, işçi hareketiyle bütünleşmiş bir parti oluşturmak, bu hareketle diğer devrimci kesimler arasında koordinasyon ve ittifakı sağlamak, devrimci demokratik hareketi teorik ve pratik olarak bu sınıfsal temele oturtmak gibi kaygılarla gitmemişlerdi. Bu sınıfı diğerlerinin yanında sıradan demokrat ve anti-faşist bir kitle olarak görüyorlardı. Sonuçta bunların işçi çalışması da öz olarak reformizminkinden farklı bir sonuç vermedi.
Devrimci örgütlerin sivil faşistlerle mücadele içinde boğuldukları, teoride esas alınan devrimci bir hedeflerin tali plana düştükleri ve mücadelenin kitlelerin gözünde bir sağ sol çatışması biçimini aldığı, bugün ciddi olan herkes tarafından kabul edilmektedir. Bunun böyle olması kaçınılmaz değildi.
Devrimci demokratik mücadelede başlangıçta işçiler ön planda değildiler. Öğrenciler ve küçük burjuvalar ön plandaydılar. Nitelikleri gereği işçi sınıfı önderliği olmadan bu kesimler, devrimci istemler için tutarlı ve kararlı bir mücadele yürütemezler. Sırf bu nedenden dolayı sivil faşist saldırıların artması ve yaygınlaşmasıyla birlikte bu kesimler, esas hedefleri bir yana bırakıp kendi can güvenliklerinin, sokakta serbestçe dolaşma ve rahatça çalışma hürriyetlerinin sağlanmasına razı olur duruma düştüler. Karşılarına doğrudan doğruya devletin yerine sivil faşistlerin çıkması, devlete karşı mücadelenin kolayca ikinci plana atılmasına neden oldu. Devrimci örgütler de hemen kendilerini buna uydurdular. Tüm çalışmalar faşist saldırılara karşı direnmeye, halkın direnme eğilimlerini örgütlemeye, sivil faşistlerin etkinliğini kırmaya indirgendi. Bunlar elbette yapılmalıydı. Ama sadece bunlarla yetinilmemek, esas hedef ve mücadele eden kitleler içindeki sınıfsal farklılıklar bir kenara bırakılmamalıydı.
Devrimci demokratik mücadele içinde yer alan sınıflar arasında sadece işçi sınıfı, bu tür körlüklere düşmeyecek nesnel koşullara sahiptir. Fabrikadaki işçilerin, kendiliğinden ve doğal olarak doğrudan hedefleri burjuvazinin kendisidir. Burjuvazi tarafından doğrudan sömürülür. Durumunda en küçük bir düzelmeyi onunla mücadele ederek sağlayabilir. Üstelik en küçük işçi kıpırdanışı karşısında, sadece o fabrikanın patronunu değil, işveren sendikaları ve TÜSİAD gibi kuruluşları, hukukuyla, hükümetiyle, polisiyle birlikte tüm bir devleti, bulur. Hiçbir başka göstermelik hedef bunları onun gözünden gizleyemez. Örneğin sivil faşist saldırılar bir işçiye, bir küçük burjuvaziye göründüğü gibi, düzenden burjuvazi ve devletten bağımsız çapulcu katliamları olarak görünmez. Bir işçi bunların emperyalizmin ve burjuvaların masaları olduklarını, devrimi oyalamakla görevlendirildiklerini görmeden edemez. Bu sınıfsal konumu nedeniyle, güncel mücadeleye kendini kaptırıp gitmeyecek, siyasi hedefleri hep gözünde tutarak davranabilecek tek sınıf işçi sınıfıdır. Onun bu nesnel durumundan kaynaklanan özellikleri, bir de bilincine yansıdığında, burjuva ve küçük burjuva yansımaları söküp attığında, hareketi sosyalistlerin bilimsel ve örgütsel çabalarıyla, ajitasyon ve propaganda faaliyetleriyle birleştiğinde, hiçbir ikincil güç (sivil faşist caniler gibi) devrim mücadelesini oyalayamaz, geciktirmez.
Ayrıca, sivil faşistlerle kör döğüşüne tutuşan ve sadece can güvenliğinin sağlanmasına razı olmaya eğilimli devrimci kesimleri bu aymazlıktan kurtarabilecek tek güç de işçi sınıfıdır. Böylesi durumlarda, bu sınıfın siyasi hedefler ve genel devrimci istemler için ileri atılışı, tüm devrimci kitleleri sarsar, akıllarını başlarına getirir, onları devrim için mücadeleye isteklendirir, cesaretlendirir, bilinçlendirir.
Reformizmin işçi çalışmasını eleştirirken, mevcut sürecin bilimsel-devrimci bir kavranılışı olmadan doğru bir işçi çalışmasının yapılamayacağını söyledik. Bunun tersinin de doğru olduğunu halkçı anlayış gösterdi. Yani, işçi sınıfı hareketini, burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişkiyi kalkış noktası olarak almayan ve siyasi örgütü bu sınıf temeline dayandırmayan bir anlayış, duruma müdahalede ne kadar devrimci olursa olsun, sınıflar körlüğe, olayların peşinden sürüklenmeye mahkûmdur.
Halkçılığın işçi çalışmasının muhtemel geleceği hakkında da genel olarak şunları söylenebilir:
Türkiye’deki toplumsal-ekonomik sistem ve sınıflar, proleter devrimci hareketimizin geçmişi, Doğu’daki mücadele hakkında mevcut görüşleriyle, 70’li yılların devrimci örgütlerinin yapacağı işçi çalışması, samimiyetsizlik olmadan, dürüstçe yürüyemez. Çalışmaya bu küçük (!) kusur, ikiyüzlülük eşlik etmek zorundadır. Bu kusur yüzünden bu siyasetlerin işçi sınıfı içinde mevzi kazanmak için atacaklar her adım, aynı zamanda, örgüt içi yeni ayrılıkların da adımı olacaktır. Çünkü bir yanda işçi sınıfı, köylülük ve bizdeki sistem hakkında savunulan görüşle yapılmaya çalışılan işler arasındaki çelişkinin farkına varan her kişi bir ayrılığın başını çekmeye çalışacaktır. Söylemeye gerek yok ki, tabanı küçük burjuva yığınlardan oluşan ve varlığını teorik sağlamlığından çok günlük pratik başarılara bağlamış bir örgütlenmede bu tür Unsurlar bol bol ortaya çıkacaktır. Yani en küçük sorunlardan ayrılıklar yaratmak bu tür yapılanmaların kaçınılmaz doğal eğilimidir. Çelişik durumdaki gelişme bu eğilimi daha da canlandıracaktır.
İşçi sınıf hareketine ve bilimsel sosyalizme karşı vaziyeti kurtarma, durumu idare etme tavrı, bu yarı-gönüllü tavır, bu yapılanmaları sonunda hem Marksizm- Leninizm’den hem de işçi sınıfından kopuşa götürecektir. Doğru çizgide tutunamayanların “Yeşilci” mi, TBKP’li mi, “Ero Komünist” mi olacaklarını süreç gösterecek.
İdeolojik öncülük-fiili öncülük
Özellikle 1980’e kadar, devrimci örgütler, genel toplumsal muhalefetin devrimci temelde örgütlenmesinde olumlu rol oynadılar. Hareketin militanlaşmasında, düzen sınırlarının dışına taşırılmasında, tek kurtuluşu yolunun zora dayalı devrim olduğunu gösterilmesinde küçümsenmeyecek başarılar elde ettiler. Fakat 1980 yenilgisi ve daha sonra yaşanılan yıllar, sadece devrim ve silahlı mücadele demenin bu istemleri gerçekleştirmeye yetmediğini göstermiş bulunuyor. Toplumsal muhalefet işçi sınıfı hareketi temeline oturtulamadığı, sosyalist hareket anti-Marksist önyargılardan temizlenemediği sürece devrim yolunda ileri adımlar atmak mümkün değildir.
Dün ve bugün Türkiye sosyalist hareketinin devrimci kanadının en büyük eksikliklerinden biri, işçi sınıfına gitme ve onu sosyalist bir güç olarak (demokratik mücadelede yer alması gereken sıradan anti- faşist bir sınıf olarak değil) örgütlenme konusundaki yarıgönüllük ve boşvermedir. Hareketimizin kadroları, bugün de işçi sınıfına gitme, onun hareketiyle bağ kurma, bu sınıfı sendikacılıktan, reformizmden kurtarma, konularında çok zorlanmaktadırlar. Burada sorun sadece, tecrübesizlik, deneyim eksikliği vs. gibi pratik şeyler değildir. En başta şimdiye kadar taşınılan halkçı önyargılar hakkında tam bir görüş netliği sağlanmalıdır. Böylece ne için ve ne istediğini bilerek işçi sınıfına gidebilmenin sübjektif şartlan oluşturulmalıdır.
Yazının geri kalan kısmında, şu sıralar işçi sınıfına koşturmaya çalışan halkçılığın, işçi sınıfı hakkındaki temsil tezi üzerinde duracağız. Bu tez bizim gibi ülkelerde işçi sınıfının devrime önderliğinin fiili değil, ideolojik önderlik olduğu tezidir. Ve bu görüş işçi sınıfı hareketinin ve devrimci toplumsal muhalefetin gelişimi üzerinde büyük tahribatlara neden olmuştur.
***
Bildiğimiz kadarıyla bu tez Türkiye solunda ilk defa M. Çayan tarafından ifade edilmiştir. M. Çayan görüşünü şöyle açıklıyordu:
“Bundan dolayı (kırlar temel savaş alanı ve köylülük temel güç olduğu için. Bn.) bu tip ülkelerin proleter siyasi kitle partisi, şehirlerin temel alındığı, Sovyetik ayaklanmayla devrimin zafere ulaşacağı ülkelerin proletarya partilerindeki gibi aynı zamanda proletaryanın fiziki öncü müfrezesi değildir. Bu ülkelerdeki proleter siyasi kitle partileri, ideolojik ve politik kuruluşlardır. Bu ülkelerdeki halk savaşını proleter siyasi kitle partisi, (savaş örgütü) proletaryanın ideolojik ve politik bir kuruluşu olarak yönlendirilirse, devrim zafere erişebilir, işte bizim kastettiğimiz ideolojik öncülük budur.
“İdeolojik öncülük proletarya partisinde fakir köylülerin sayıca ağır basması ve bu partinin proletaryanın öncü müfrezesi olarak halk savaşını yönlendirmesidir.” (Bütün Yazılar, s. 223-224)
Sadece “bu ülkelerdeki” işçi sınıfı partileri değil, bütün ülkelerdeki proletarya partileri politik kuruluşlardır. Başka türlü olamaz. İkincisi, gene her ülkede devrimci muhalefeti “proletaryanın ideolojik ve politik, kuruluşu, yönlendirirse, devrim zafere erişebilir. “bunlarda bilinen genel doğrulara göre hiçbir yenilik yoktur. Yenilikler şunlar:
M. Çayan’a göre gelişmiş kapitalist ülkelerdeki devrimlerde proletaryanın önderliği ile emperyalizmin sömürgesi olan ülkelerdeki proletaryanın devrimlere önderliği arasında, nitelik olarak fark vardır. İlkinde hem fiili hem de ideolojik olarak önderdir. İkincisinde ise fiili değil, ideolojik önderdir. Yani ilkinde proletarya sınıf olarak ileri atılır, ayrı bir sınıf olarak siyasi örgütlenmesini yapar. İkincisinde ise yerinde oturur, saflarını köylülerle doldurmuş olan partisi, onun adına, deyim yerindeyse işçi sınıfına vekaleten harekete önderlik eder.
Buna gerekçe olarak da şunlar söylenir:
“Açıktır ki, sınıfların güdümü ve önderliğin niteliği, tayin edici mücadele alanı olarak, şehirler veya kırları temel alma düşüncesinden gelmektedir.” (Aç. M. Çayan, age. s. 202)
Bu ülkelerde (bizde de) işçi sınıfı nicelik ve nitelik olarak zayıftır. Emperyalizmin ve egemen sınıfların şehirlerdeki denetimi çok güçlüdür. Kırlarda ise bu denetim zayıftır. Ayrıca geniş bir devrimci köylü kesimi vardır. Bu nedenlerden dolayı temel çarpışma alanı kırlar, temel güç köylülük olduğu için, işçiler devrime, köylülerin doluştuğu partileri aracılığıyla ideolojik ve politik önderlik sağlamalıdırlar.
Bu tezler epeydir açıktan açığa savunulamıyordu. Ama unutulmamışlardı da. Nitekim yığın hareketindeki canlanmayla birlikte yeniden “Yeni Çözüm” yazarlarınca piyasaya sürülmeye başlanmışlardır. Hem de daha geri bir düzeyde savunularak. M. Çayan bu tezini, sömürge, yan-sömürge, yeni- sömürge ülkelerin ayırt edici bir özelliği olarak ileri sürüyordu. “Yeni Çözüm” yazarları ise, bunu tüm ülkeler ve devrimler İçin geçerli, “değiştirilemez evrensel ilke” olarak sunuyorlar. Böylece Marks’ın ve Lenin’in kendi dönemleri için, işçi sınıfı ve bunun devrimdeki rolü hakkında söylediklerini de düzeltmiş, şimdiye kadar farkına varılmamış bu hatayı ortadan kaldırarak Marksizm’i derinleştirmiş (!) oluyorlar. “Yeni Çözüm”de şunlar var:
“Üç devrimin (Rus, Çin, Küba devrimleri kastediliyor, bm.) değiştirilemez evrensel ilkeleri nelerdir?” diye soruyor ve yanıtında şunları da yazıyor: “Proletaryanın öncülük fonksiyonlarını yerine getirmesi için fiili öncülük şart değildir. Proletarya partisi aracılığı ile ideolojik öncülük yaparak da bu fonksiyonunu yerine getirebilir, esas olan da budur.” (Proletaryanın Üç Büyük Zaferi ve Ernesto Che, Yeni Çözüm, sayısı 8 Ekim-Kasım 1987)
Bu tezler, ilk ifade edildikleri dönemde Marksist çevreler tarafından, örneğin MDD önderleri tarafından paylaşılmıyordu. Daha o dönemde eleştirilmişlerdi. Fakat eleştiri sahiplerinin 1971 cuntasına karşı gereken tavrı koyamamaları, 70’li yılların mücadelesine eleştirenlerin değil de, eleştirilenlerin yolunda yürüyenlerin damgalarını vurmuş olmaları, sonuçta, bu tezlerinin günümüze kadar yaşayabilmelerine neden olmuştur.
Tezlerin eleştirisine geçmeden, bu tezlerin öngörülerinin pratikte nasıl gerçekleştirdiklerini ana hatlarıyla bir çizelim.
Devrimci, mücadele kırlardan şehirlere doğru değil de, şehirlerden kırlara doğru gelişmiştir. Kırlık bölge (!) Doğu kesimindeki mücadele, Türkiye solundan bağımsız bir çizgi tutturmuştur.
Yoksul köylülerin çoğunluğu oluşturduğu bir proletarya partisi kurulamamıştır. Temel gücü köylülerden oluşan halk savaşma, çoğunluğu yoksul köylülerden oluşan proletarya partisinin ideolojik önderliği tezi, pratikte, sivil faşistlere karşı temelini öğrenci ve gençlik kesiminin oluşturduğu, günlük mücadelenin peşinden sürüklenen, ne işçi sınıfı hareketiyle, ne köylülükle, ne de Doğu’daki hareketle sıhhatli bağlar kurma yeteneğinden yoksun, ilkel ve sekter örgütlenmeler olarak gerçekleşmiştir.
Bu arada işçi sınıfı, hareketinin kendiliğindenliğine, siyasi örgütsüzlüğüne rağmen, sınıflar mücadelesinde ön plana çıkmış ve zaman zaman demokratik mücadeleye damgasını vurmaya başlamıştır. Öyle ki, işçi sınıfının zayıflığını, fiili mücadele yeteneğinin köylülüğe göre geri olduğunu, temel teorik tespitleri haline getirmiş olan halkçı örgütler bile bu sınıfa koşturmak zorunda kalmışlardır. Temel mücadele alanı olarak gördükleri kırlarda değil de, merkezi otoritenin çok güçlü, denetimin çok sıkı olduğu (bunlar kendi tespitleridir) şehirlerde serpilip gelişebilmişlerdir. Ama hiçbiri de tüm bu tersliklerin muhasebesini yapma cesaretini gösterememiştir. Kısmi pratik başarıların ardına sığınılarak, teorideki zaaflar gizlenilmeye çalışılmıştır.
Şimdi tekrar yukarıdaki tezlere dönebiliriz.
Soruna yaklaşımdaki yöntem yanlışlığı
Ülkemizin emperyalizmin yeni sömürgesi olduğu tespitinden, Çin ve Küba ile benzerliklerinden hareketle, Türkiye’nin ekonomik ve sınıfsal yapısının, sınıflar mücadelesinin gerçekte nasıl geliştiğinin bilimsel bir bilgilenmesine sahip olmadan, devrim stratejisi çizmeye kalkışmak, mademki Çin’de Küba’da böyle olmuş, bizde de böyle olmalı yargısına varmak idealizmdir.
Tarihin kaydettiği hiçbir Marksist ve hiçbir devrimcide böylesi bir anlayış yoktur.
Türkiye’nin üretim ilişkileri temelinde bir tahliline sahip olmadan, devrimci deneyimlere dayanarak strateji çizmeye uğraşmak düpedüz şablonculuktur. Toplumbilimden, toplumbilimi bir bilim haline getiren materyalist yöntemden sapmadır.
Sosyalistler, yaşadıkları ülkenin somut koşullarının somut tahlilinden yola çıkarlar. Bu tahlil üretim ilişkileri temel ve proletarya burjuvazi karşıtlığı kalkış noktası alınarak yapılabilir. (X)
Örneğin, bizdeki sınıfları mücadelesine ve sınıfların devrimdeki yerlerinin ne olacağına ilişkin soruna, “bizim gibi ülkelerde şehirler mi temel kırlar mı?” diye sorarak başlanmaz. Sorun bizdeki sınıfların, onların bu sistem içindeki yerlerinin ve sürecin genel gelişim doğrusunun tahliliyle çözülebilir. Yani Marks’ın, Lenin’in kullandığı yöntem kullanılarak buna doğru cevap verilebilir.
İşçi sınıfı neden öncü sınıftır?
İşçi sınıfının ideolojik önderliği tezini, daha açık olarak şöyle ifade edebiliriz: İşçi sınıfı önderdir, ama bizdeki işçi sınıfının devrime önderliği, Marks ve Lenin’in öne sürdükleri türden bir önderlik değildir. Marks ve Lenin’in öne sürdükleri önderlik tezleri, o dönemler için geçerlidir, bize uymazlar. İddia özünde budur.
Öyleyse şunlar üzerinde durmalıyız: Marks ve Lenin, işçi sınıfının devrime önderliğinin zorunluluğunu, bu sınıfın önderliği olmadan demokratik devrimin sonuna kadar götürülemeyeceği sosyalizmin kurulamayacağı tezlerini ileri sürerlerken hangi olgulardan, işçi sınıfının hangi özelliklerinden hareket etmişlerdir? Bu hareket noktaları, bu özellikler bugün bizdeki toplumsal ekonomik sistemde ve bizdeki işçi sınıfında da var mıdır? Yoksa ustaların hareket ettiği nesnel öncüllerin hiçbiri bizde yok mudur?
Önce şunları belirtelim: “Sınıfların güdümü ve önderliğin niteliği, tayin edici mücadele alanı olarak, şehirleri veya kırları temel alma düşüncesinden” (M. Çayan) kaynaklanmaz. Marksizm’in kurucuları, işçi sınıfının devrime siyasi önderliğinin nesnel zorunluluklarını gösterirken, hiçbir şekilde tezlerini, şehirlerin mi yoksa kırların mı temel olduğunu düşüncesine dayandırmamışlardır. Aynı şekilde onlar, işçi sınıfının öncülüğü ve bu öncülüğün niteliği üzerine görüşlerini, bu sınıfın sayısal (niceliğine) bakarak ileri sürmemişlerdir. . _____________________
İşçi sınıfının önderliği düşüncesinin kaynakları şöyle özetlenebilir: Bu özellikle başka hiçbir yerden değil, kapitalizmin doğasından ileri gelir. Kapitalizm, işgücünün de bir meta haline geldiği, meta üretiminin en gelişmiş biçimine verilen isimdir. Kapitalizm girdiği her yerde nüfusu bir yanda proletarya öte yanda burjuvazi oluşacak şekilde parçalar, işçi sınıfının sayısı sürekli artar. Aynı zamanda da belli sanayi merkezlerinde birikir, yoğunlaşır. Tüm bunlar kapitalizmin emeği toplumsallaştırması sürecinin doğal ve kaçınılmaz ürünleridir. Sanayi merkezlerindeki işçi sınıfının mülkiyetle tüm bağlan kopar. Ekonomik olarak sadece ücretle bu düzene bağlıdır. Ücret ise kendisi için yarı aç yarı tok yaşamasını sağlayan (tabi işsiz değilse ve ücretlerin artması için mücadele ediyorsa), esasta ise kendini ezen siyasi, kültürel, ideolojik ve ekonomik tüm baskı koşullarının devamını sağlayan bir araçtır. Devlet memurlarının, cuntacı generallerin, milletvekillerinin, işkenceci polislerin, patronların değişik konulardaki akıl hocaları profesörlerin vs. paraları hep işçilerin sırtından vergi ve kâr diye yapılan talandan karşılanır. Yani işçi aldığı ücretle sadece kendi açlığını bastırmaz, ayrıca, bu ücret karşılığı yarattığının tümüne patronların el koyduğu değerle sırtındaki tüm bir baskı mekanizmasını da yaşatır. Aldığı ücretle kendi işgücünü yeniden üretmeye çalışırken, diğer yandan patronla girdiği alım satım ilişkisini ve bunun sonuçlarını da üretmiş dur. Kısacası bu düzenden hiçbir çıkarı olmayan, onunla uzlaşamayacak olan tek sınıf işçi sınıfıdır.
Kapitalizmin gelişimi kaçınılmaz olarak işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımını doğurur. Bu savaşın içinde işçiler, örgütlenme ve birlikte mücadele etme bilincini kendiliğinden kazanırlar. Toplumun en uyanık, en bilinçli sınıfı haline gelirler.
Bu nesnel gelişmeler aydınların düşüncesine yansımadan edemez. Ve proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin farkına varan, bunu iktisadi temelde açıklayarak varacağı yeri önceden görebilen aydılar, tarihi sorumluluklarını yerine getirmek için işçi sınıfı saflarında yerlerini alırlar. Bilimsel sosyalizmi bu sınıfa götürmekle, bu sınıfın bilinç ve örgütlenme düzeyini yükseltmekle yükümlenirler. Bu sistemden çıkış yolunu onlara gösterir ve birlikte mücadele ederler.
İşte bu tür nesnel ve öznel koşullara sahip tek sınıf işçi sınıfı olduğu için, toplumsal muhalefetin, devrimci mücadelenin başına bu sınıf geçtiğinde, bu mücadelenin kararlılığından, güvenilir bir önder güce sahip olduğundan söz edilebilir, işçi sınıfının önderliği düşüncesi bu nesnel ve öznel özelliklerden kaynaklanır. Söylemeye gerek yok ki, bu özellikler sadece emperyalizm öncesine özgü şeyler değildirler. Sadece Avrupa’ya özgü şeyler de değildirler. Bunlar kapitalizmin geliştiği her yerde, bu sistem tarafından yaratılan kaçınılmaz özelliklerdir.
Nicelik ve nitelik zayıflık sorunu
Bizim ülkemizde işçi sınıfının devrimde sınıf hareketi olarak önder olamayacağı tezine getirilen en önemli kanıtlardan biri, bu sınıfın nicelik ve nitelik olarak zayıf olduğudur.
Gerçi görüş sahipleri bu tezi de diğer birçokları gibi sadece iddia ederler. Sadece iddia etmenin kanıtlamak için yeterli olduğunu düşünürler. Bizdeki işçi sınıfının işçi sınıfından nitelik olarak daha güçlü olduğunu kanıtlamaya, nesnel verilerden hareketle girişmemişlerdir. Ama burada konumuz sorunun pratik yanı değil. Teorik olarak bu görüşün anti-Marksistliği.
İşçi sınıfı, gelişen, bizzat kapitalizm tarafından örgütlendirilip, bilinçlendirilen tek sınıf olarak, sosyalizm için, sömürünün tümüyle kaldırılması için mücadele edebilecek biricik güç olarak, demokratik devrimi sonuna kadar götürebilir. Bu nedenle devrimci demokratik mücadelenin en tutarlı, geri döndürülemez savaşçısı odur. Bu sınıfın siyasi önderliğindeki devrimci demokratik mücadelenin kararlılığından söz edilebilir.
İşçi sınıfı sayısının azlığına ya da çokluğuna dayanarak değil, kapitalizm ve bizdeki sistem içindeki iktisadi konuma, diğer sınıflardan bu bakımlardan farklılıklarına dayanarak öncü güç olabilir, işçi sınıfının toplumsal muhalefet üzerindeki etkisi onun sayısal gücünün kat kat üstündedir Bu etki sayıyla ölçülemez.
İşçi sınıfı demokratik devrime siyasi öncülüğü nasıl sağlar?
Mevcut devrimci demokratik istemleri, yani ancak devrimle gerçekleştirilebilecek demokratik istemleri asgari programı haline getirerek, bunlar uğruna savaşımı başa alarak ve sınıf olarak sadece kendi ekonomik-demokratik istemleri için değil, siyasi alanda bu istemler için bizzat savaşarak.
Şurası açıktır ki, işçi sınıfı hareketi ekonomik-demokratik bir hareket olarak kendi dar çerçevesinde kalmaya devam ettiği, devrim ve sosyalizm doğrultusunda bir siyasi hareket olarak partileşemediği, örgütlenemediği sürece, bu siyasi görevini yerine getiremez. Böylesi bir dönüşümü sağlayamadığı müddetçe, tüm toplumsal muhalefet üzerindeki, sayısının kat kat üzerinde olan etkisini gösteremez. Ve de proletaryanın partisini, sınıf hareketinden ayrı sadece ideolojik bir yapılanma olarak gören, işçi sınıfı hareketini yukarıdaki tarzda örgütlemeye karşı çıkan bir anlayış, bu hareketi ömür boyunca ekonomik-demokratik bir hareket olmaya bilerek mahkum ediyor demektir. Bu hareketi bilerek burjuvazinin ve reformizmin etkinliğine terk ediyor demektir.
Son olarak işçi sınıfının siyasi öncülüğünün onun niceliği ile ilgisi konusunda tarihten bir örnek verelim. Komünist Manifesto 1848 devriminden hemen önce yazılmıştı. Hiç kimse bu belgede, işçi sınıfının tarihi rolünü fiili değil ideolojik önderlikle yerine getirebileceğinin iddia edildiğini aklından geçirmez. Ama o dönemde Almanya’da işçi sınıfı sayı olarak çok zayıftı. Nüfusun büyük bir kesimi kırlarda yaşıyordu. Feodalizm alt ve üst yapıda tasfiye edilmemişti. (Bırakalım 1848’leri, 1875’te bile Marks “Almanya’daki çalışan halkın çoğunluğu proleterlerden değil köylülerden oluşur.” -Gotha ve Erfurt programı- diye yazıyordu) 1848 devriminde Almanya’da küçük burjuvalar daha öndeydiler. İnşallah “Yeni Çözüm” Komünist Manifestodaki yaklaşım yönetiminin, getirilen ilkelerin sadece Avrupa ülkeleri için geçerli olduğunu, bizim gibi kapitalist ülkeler için geçerli olmadığını iddia etmez.
Sosyalistlerle sınıf arasındaki ilişki, parti sorunu
“Proletaryanın öncülük fonksiyonlarını yerine getirmesi için fiili öncülük şart değildir. Proletarya partisi aracılığı ile ideolojik öncülük yaparak da bu fonksiyonunu yerine getirebilir, esas olan da budur.” (Yeni Çözüm, ag. s. 36)
Bu anlayış neresinden bakılırsa bakılsın, proletaryasız proletarya partisi (!) anlayışıdır. Bu anlayışa göre proletarya partisi kurmak yani sosyalist bir hareket oluşturmak için, işçi sınıfı hareketiyle bütünleşmiş olmak gerekmez. Profesyonel devrimcileri bir araya getirirsin, yapılan eylemlere de; proletaryanın iradesi bunlar, dersin olur biter.
Nitekim proletarya partisi Yeni Çözüm tarafından şöyle tanımlıyor: “Proletarya partisi sınıflar mücadelesinin üç cephesinde de mücadeleyi yürüten, diyalektik materyalizmin temelleri üzerine kurulan bir partidir.” (ag. s. 36) Bu tanımda küçük (!) bir nokta unutulmuş! Proletarya partisinin bilimsel sosyalizmle işçi sınıfı hareketinin birleşmesi olduğu. Yazar bu kadarla da kalmıyor, bir de bu tanımının Marksizm’in “değiştirilemez ve evrensel ilkeler”inden (Y. Çözüm) biri olduğunu iddia ediyor. Ne yazık ki böyle bir evrensel saçmalık Marksizm’de yoktur. Parti konusunda evrensel ilkeler elbette vardır, ama bunların ne olduklarını Y. Çözüm yazarının kırık dökük bilgilerinden değil, de, ustaların kendilerinden öğrenmek daha akıllıcı bir yoldur. Lenin şunları yazmıştı:
“Sosyal-Demokrasi (partiyi kastediyor, bn) işçi sınıfı hareketiyle sosyalizmin bir bileşimidir. Görevi, işçi sınıfı hareketine ayrı ayrı aşamalarında pasif bir şekilde hizmet etmek değil, aksine bir bütün olarak hareketin çıkarlarını temsil etmek, bu harekete en temel hedefini ve politik görevlerini göstermek ve onun politik ve ideolojik bağımsızlığını korumaktadır. İşçi sınıfı hareketi, Sosyal-Demokrasi’den tecrit edildiği takdirde küçülerek ve kaçınılmaz bir şekilde burjuvalaşacaktır. Sadece ekonomik mücadeleyi yürütürse, işçi sınıfı politik bağımsızlığını yitirecek diğer partilerin kuyruğu haline gelir ve büyük ilkeye ihanet eder; işçi sınıflarının kurtuluşu işçi sınıflarının kendileri tarafından kazanılmalıdır. “(Marks)” (Çeviriyi imla bozukluklarına dokunmadan aynen aktardık. Abç. “Hareketimizin Acil Görevleri”-1902, “Kitle İçinde Parti Çalışması” kitabı, “Ser Yayınları” s. 10, 11)
Şimdi Y. Çözüm yazarına kendi “değiştirilemez” ilkesi ile Lenin’in Marks’tan aktardığı “büyük ilkeye ihanet” arasındaki bağ üzerinde düşünmesini öneriyoruz. Marksizm’in kurucularına göre, işçi sınıfının kurtuluşu ancak bu sınıfın kendi eseri olabilir. Onun vekaletini almış birilerinin değil. İşçi sınıfı bunu başarabilmek için ekonomik mücadeleyle yetinmemeli, bilimsel sosyalizmle bütünleşmelidir. Ve bu büyük ilkeyi öne sürürlerken onlar, bunun sadece Avrupa’daki işçi sınıfı için geçerli olduğunu iddia etmeyi (çünkü o dönemde de işçi sınıfı sadece Avrupa’da değil, dünyanın her yanında bulunmaktaydı) akıllarından geçirmemişlerdir. Şimdi Y. Çözüm yazarı kendi “değiştirilmez evrensel” ilkesinin (proletaryanın fiili olarak siyasi bir güç haline örgütlenmeden de, kendisini parti ilan etmiş bir örgüt aracılığıyla kurtulabileceği ilkesinin), nasıl olup da ustalar tarafından değiştirildiği, hatta bu iddia için “ihanet” kelimesinin neden seçildiği üzerinde biraz düşünsün.
Proletarya partisi, işçi sınıfı hareketiyle bilimsel sosyalizmin birliğidir. Lenin’in bütün eserlerinde bu böyle tanımlanır. Kapitalizmin, işçi sınıfı hareketinin ve sosyalistlerin var olduğu her koşul için de evrensel bir ilkedir. Emperyalizm çağında da hiçbir Marksist, artık partinin bu tanımının yetersiz ve geçersiz olduğunu iddia etmemiştir.
Partinin böyle tanımlanması, partinin diğer devrimci sınıf ve katmanlarla ilişki kurmasına, bunların hareketleriyle işçi sınıfı hareketi arasında koordinasyon sağlamasına engel değildir. Tersine sadece böylesi bir parti, kendini öğrenci gençliğin, küçük burjuva tabakaların halkçı eğilimlerinden ve sekterliklerinden koruyabilir. Devrime çekilen milyonlarca insanın enerjisini çar çur edilmekten, cuntalı saldırılar karşısında çaresiz ve eli kolu bağlı kalmaktan ancak böyle bir parti kurtarabilir.
Sosyalistlerin görevi, proletaryanın tarihi görevlerine vekalet etmek, bu sınıfın tarihi rolünü onun adına oynamaya çalışmak değildir. İşçi sınıfı ekonomik mücadelesine devam etsin, ama siyasi mücadeleyi bize bıraksın, bu işe fiili olarak karışmasın tezinin saçmalığını görmek için şöyle bir örnek üzerinde düşünelim:
Sendikalar işçi sınıfının ekonomik – demokratik mücadele örgütleridir. Bu mücadeleye önderlik ederler, onu yönetirler. Şimdi buradan hareketle bir sendika lideri kalksa ve işçilere şunları söylese: -İşçiler, ekonomik-demokratik mücadeleyi sadece biz sendikacılar yürüteceğiz. Sizlerin bu mücadele içinde fiili olarak yer almamız, bu haklara sahip çıkıp bunlar uğruna savaşmanız gerekmez. Profesyonel sendikacılardan oluşan örgütünüz “aracılığıyla” (Y. Çözüm) bu işleri halletmek dururken bir de siz karışmayın.
Acaba Y. Çözüm yazarı böyle bir sendika lideri hakkında ne düşünürdü? Elbette Şevket Yılmaz hakkında ne düşünüyorsa onu. Peki, ekonomik mücadele hakkında böyle düşünen bir sendikacıyla, siyasi mücadele ve sınıfsal önderlik konusunda işçilere; siz zayıfsınız bu işin altından kalkamazsınız, bu nedenle siyasi önderliği bizim gibi proleter devrimcilere bırakın diyen bir siyasi önderin tavrı arasında söz olarak ne fark var?
***
Eleştirdiğimiz tezlerin savunucuları, Çin, Küba ve Vietnam devrimlerini ve komünist partilerin emperyalizme ve yerli gericiliğe karşı halkın savaşının başını çekmelerini reformistlere karşı savunurken, son derece haklı olarak, onların somut koşulları göz önünde bulundurmadıklarını, madem Rusya’da böyle oldu bizde de böyle olmalı diye düşündüklerini ve Marksizm’in yöntemine değil de lafızlarına sarıldıklarını söylerler. Ve devrimi başarıya götüren komünist partilerin somut koşulları bu tür sözde Marksistlerden daha iyi değerlendirdiklerini ileri sürerler. Tüm bunlar çok doğru şeylerdir. Yeni Çözüm yazarının şu yazdıklarına da hiçbir itiraz yapılamaz:
“Marksist-Leninistler lafızlar yerine, Marksizm’in özünü alarak içinde yaşadıkları tarihsel sürecin nesnel koşullarını diyalektik materyalist bir bakış açısı ile analiz ederler.” (abd. s. 29)
Mademki öyle, biz de Yeni Çözüm’ü, ileri sürdüğü tezleri “yaşadı(ğımız) tarihsel sürecin nesnel koşullarıyla kanıtlamaya çağırıyoruz. Çünkü şimdiye kadar bunu yapmamışlardır. Türkiye’nin söz konusu koşullarına ilişkin olarak Y. Çözüm’ün elinde bulunan bütün malzeme, emperyalizmin üçüncü bunalım dönemine ait en genel belirlemelerden ibarettir. Öyleyse:
Bize Türkiye’de çalışan nüfus içinde, şehir ve kırdaki saptadığınız işçi sayısını verin. Bu sayısının nicelik olarak zayıf olduğunu, önderlik için yetersiz olduğunu kanıtlayın.
Hiç değilse son on yıllık sınıflar mücadelesinin bir dökümünü yapın. Bunlar içinde Türkiye çapında etkili olan işçi, köylü, gençlik vs. eylemlerini sayın. Şehirlerdekilerle kırlardakini karşılaştırın. Şehirlerin ve buralarda da işçi ve öğrenci gençlik eylemlerinin ağır bastığını göreceksiniz. Öğrenci gençlik hakkında fiili öncülük, ideolojik öncülük türünden teoriler olmadığına göre, geriye işçiler kalıyor. İşçi sınıfı hareketinin kendiliğinden bir hareket olmaktan kurtulamadığı da bir gerçek olduğuna göre; işçi sınıfının siyasi olarak örgütlenememesinin ve toplumsal muhalefetin başına geçememesinin, sonuçta da tüm devrimci hareketin cunta karşısında zayıf ve bitkin düşmesinin, nedeninin, bunun suçunun, sosyalistlere, yukarıdaki türden tezleri hadis bilenlere değil de işçi sınıfının nitelik olarak zayıflığına ait olduğunu kanıtlayın.
Bizlere devrimin temel gücü olacağını iddia ettiğiniz köylülüğün sınıfsal bir sunumunu verin. Çünkü artık devrimci hareket, bizim köylülüğümüzün Çin ve Küba’dakiyle benzer ve ortak yanlarının bulunduğu tespitiyle yetinecek durumda değil. Teorik düzey olarak böylesi bir seviyeyi çok aşmış bulunuyor. Toprak işleyen ailelerin yaklaşık yüzde 90’ının kendi toprağına sahip olduğu, sürecin, çoğunluğu küçük burjuva olan bu işletmelerin mülksüzleşmesi doğrultusunda işlediği, paranın egemenliğinin her yerde hissedildiği, ücretli emek kullanımının hemen her bölgede bir kural haline geldiği bu ülkede, köylü hareketinin genellikle taban fiyatlarına, zamlara, faizlere karşı mücadele olarak biçimlendiği bizim ülkemizde, 1985 verilerine göre nüfusun yarısından çoğunun şehirlerde yaşadığı Türkiye’de; “tarımda feodal ilişkiler yanında kapitalist ilişkilerin uç verdiği (!)”ni (M. Çayan ages. s. 97) kanıtlayın! Tarımdaki kapitalizmin Çin’den hatta 1900’lerin Rusya’sından geri ya da aynı düzeyde olduğunu kanıtlamayı bir deneyin.
Hele bunları bir deneyin, bizdeki toplumsal-ekonomik sistemi diyalektik materyalist yöntemle yani üretim ilişkileri temelinde ve proletarya burjuvazi karşıtlığını kalkış noktası alarak bir açıklamaya çalışın. Tezlerinizin ne derece “değiştirilemez” ve “evrensel” olduklarını o zaman görelim.
Dipnot
(X) Bu konu üzerinde, “Sosyalist Hareket ve Halkçılık”- O. Devrez, isimli çalışmada ayrıntıyla durulmuştur. Çalışma yakında yayımlanacaktır.